24- Kur'ân-ı kerîm

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
KUR’ÂN-I KERÎM
Îsâ aleyhisselâmdan sonra, bir son Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” geleceği İncîlde yazılıdır. Yuhannâ İncîlinin 14. cü bâbının 16. cı âyetinde Îsâ aleyhisselâm;
(Allah size, sizinle berâber kalacak bir tesellî edici gönderecekdir) demekdedir. 26. cı âyetinde ise, (Bu hakîkî tesellîci size herşeyi öğretecek ve size benim öğretdiklerimi de hâtırlatacakdır) demekdedir. 16. cı bâbın 13. cü âyetinde ise, (O, size her hakîkate yol gösterecekdir. Zîrâ O, size kendiliğinden birşey söylemiyecek, fekat Allahın söylediklerini size bildirecekdir) demekdedir. [Hıristiyanlar (Tesellîci) kelimesini (Rûh) diye tercemede ısrâr ederler.]
Bundan başka, Kitâb-ı mukaddesin Eski Ahd (Tevrât) kısmında Arab ırkından bir Peygamber geleceği yazılıdır. Tesniyenin 18. ci bâbının 15. inci âyetinde, Mûsâ aleyhisselâmın İsrâîllilere, (Rab sizin için aranızdan, kardeşlerinizden benim gibi bir Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” çıkaracakdır) dediği yazılıdır. Burada bahs konusu olan İsrâîllilerin kardeşleri, İsmâîlîler ya’nî arablardır. İşte İncîlde ve Tevrâtda yazılı olan ve Arab ırkından geleceği müjdelenen bu son Peygamber, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Getirdiği din, (İslâm) dînidir. Bu dîne îmân edenlere (Müslimân) ismi verilir. Müslimânların kudsî kitâbı, (Kur’ân-ı kerîm)dir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâ tarafından Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, arabî olarak vahy olunmuşdur. Aradan 1400 sene geçmiş olmasına rağmen, tek kelimesi, hattâ tek harfi değişmemişdir. Hangi dinden olursa olsun, herkes onu okuduğu zemân azamet ve haşmetine hayrân kalır. Hattâ, arabî bilmeyenler bile, onun başka dillerdeki tercemesini okurken, bu muazzam ifâdenin kudretini i’tirâf etmeğe mecbûr olurlar.
Üç mukaddes kitâb hakkında Nişancızâde Muhammed Efendinin[1] (Mir’ât-ı kâinât) kitâbında şu bilgiler vardır:
Mûsâ aleyhisselâm, Medyen şehrinde Şuayb aleyhisselâma on sene hizmet etdikden sonra, anasını ve kardeşini ziyâret için Mısra giderken Tûr dağında kendisine Peygamber olduğu bildirildi.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Mısra gitdi. Fir’avnı ve kavmini dîne da’vet etdi. Dönüşde yine Tûra uğrayıp Allahü teâlâ ile konuşdu. Kendisine (Evâmir-i aşere) ya’nî on emr ve kırk cild Tevrât nâzil oldu. Her cildde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Bir cild, bir senede okunurdu. Mûsâ, Hârûn, Yûşa’ ve Uzeyr ve Îsâdan “aleyhimüsselâm” başka kimse Tevrâtı ezberlememişdir. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, Tevrât nüshaları yazıldı. Mûsâ “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın emri ile, altın ve gümüşden bir sandık yapıp, kendine nâzil olan Tevrâtı içine koydu. Kudüse yakın bir yerde yüzyirmi yaşında vefât etdi. 668 [m. 1269] senesinde Mısr sultânı Beybers kabri üzerine türbe yapdırdı. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra Yûşa’ “aleyhisselâm”, Amâlikadan Kudüsü aldı. Çok zemân sonra İsrâîl oğullarının dinleri ve ahlâkları bozuldu. Buhtunnasar Bâbilden gelip, Kudüsü aldı. Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescîd-i aksâyı yıkdı. Tevrâtları yakdı. İkiyüzbin kişi öldürdü. Yetmişbin din adamını esîr aldı. Bâbile götürdü. Behmen pâdişah olunca esîrleri serbest bırakdı. Uzeyr aleyhisselâm Tevrâtı okudu. İşitenler yazdılar. Uzeyr aleyhisselâmdan sonra yine bozuldular. Bin Peygamberi şehîd etdiler. İskender gelinceye kadar, Îrânın emrinde yaşadılar. İskenderden sonra, Yunanlıların ta’yîn etdiği yehûdî vâlîlerle idâre edildiler.
[1] Nişancızâde, 1031 [m. 1622] de Edirnede vefât etdi.
İncîle gelince, bu da ilk şeklinde olduğu gibi saklanmadı. Hele İncîli ezberden bilen tek kişi yokdu. Havârîlerin bile İncîli ezberden bildiğine dâir tek bir kayd yokdur. İncîl hakkında, kitâbımızın birinci kısmı başında geniş bilgi verilmişdir. Hâlbuki Kur’ân-ı kerîm, yirmiüç senede, parça parça nâzil oldukça, Onu mü’minler hemen ezberliyorlardı. Ancak (Yemâme)[1] muhârebesinde, Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemiş 70 hâfız şehîd olunca, (Kur’ân-ı kerîmi ezberden bilenler azalıyor) diye, telâş eden Ömer “radıyallahü anh”, o zemânki halîfe Ebûbekre “radıyallahü teâlâ anh” başvurarak, Kur’ân-ı kerîmin toplanıp yazılmasını tavsiye ve ricâ etdi. Bunun üzerine, hazret-i Ebûbekr, Muhammed aleyhisselâmın kâtibi olan Zeyd bin Sâbite “radıyallahü teâlâ anh” Kur’ân-ı kerîm sûrelerinin ayrı ayrı kâğıdlara yazılmasını emr etdi. Kur’ân-ı kerîm Kureyş lehçesi dâhil, yedi lehçe üzerine vahy edilmişdi. Hattâ ba’zen herhangi bir Kur’ân-ı kerîm kelimesini iyi telaffuz edemeyenlere, aynı ma’nâda başka bir kelime kullanmasına da müsâ’ade olunuyordu.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Meselâ, Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” (Taâmül-esîm) kelimesini mütemâdiyen (Tâmmülyetîm) diye okuyan bir köylüye, (Sen bu kelimeyi telaffuz edemiyorsan, bunun yerine aynı ma’nâda olan (Taâmülfâcir) kelimesini kullan!) demişdi. Fekat Kur’ân-ı kerîmin böyle muhtelif lehçelerle okunması, aynı ma’nâda da olsa, başka kelimeler kullanılması, müslimânlar arasında münâkaşalara, hangi lehçenin dahâ iyi olduğu hakkında münâkaşaya (ihtilâfa) sebeb oldu. Bunun üzerine, o zemânki halîfe Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, yine Zeyd bin Sâbit “radıyallahü teâlâ anh” reîsliği altında bir hey’et toplıyarak, Kur’ân-ı kerîmin yalnız Kureyş lehçesi üzerine yeniden yazılmasını ve tertîb edilmesini emr etdi. Sûreler, hep Kureyş lehcesi ile yazılmış sahîfelerden seçildi. Bu Mıshafdan, yedi aded yazılarak vilâyetlere gönderildi. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceği sene, Cebrâîl aleyhisselâm ile iki def’a okumuş oldukları Kur’ân-ı kerîm yazıldı. Buna uymıyan nüshaları imhâ edildi. Bugün bütün islâm memleketlerinde mevcûd olan Kur’ân-ı kerîmlerin tertîbi ve şekli (Mıshaf-ı Osmânî)ye tam uygundur. O zemândan beri bir tek harfi değişmemişdir.)
[1] Yemâme cengi, hicretin onbirinci senesinde Müseylemetülkezzâba karşı yapıldı.
(Rıyâd-un-nâsıhîn) ismindeki fârisî kitâbda diyor ki, (Osmân “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” topladı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdiği sene okuduğu Kur’ân-ı kerîm bu olduğuna ittifak ile karâr verdiler. Yedi lugatden birini tercîh etmek, ümmete vâcib değildi, câizdi).
İslâm dîninin menba’ları dörtdür. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı Fukahâ. İcmâ’, sözbirliği demekdir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sözbirliği ile dört mezheb imâmlarının sözbirliği, müslimânlar için seneddir, vesîkadır. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetim, hatâ, dalâlet üzerinde birleşmez) buyurmuşdur. İcmâ’ ile anlaşılan bilgilerin doğru olacaklarını, bu hadîs-i şerîf de haber vermekdedir. Bunun için, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” icmâ’ etdiği bu Mıshaf sahîhdir. Bundan başkasını okumak harâmdır. Zâten, bugün Kureyş lehçesinden başka lehçelerle yazılmış Kur’ân-ı kerîm mevcûd değildir. Yedi lehçenin hepsi zemânla tegayyür etmiş, unutulmuş, gayb olmuşlardır. Bugün müsta’mel muhtelif arabî lugatlar ile Kur’ân-ı kerîmi anlayabilmek için, tefsîr kitâblarını okuyarak, Kureyş lehçesini, kelimelerin o zemânki kullanıldıkları ma’nâları öğrenmek lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîm hakkında garblı meşhûr âlimler, edîbler, hayrânlıklarını dâimâ izhâr etmişlerdir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Meşhûr edîblerden biri olan Alman şâiri Goethe[1], Kur’ân-ı kerîmin, tam doğru olmıyan almanca bir tercemesini okudukdan sonra, (İçindeki tekrârlardan sıkıntı duydum. Fekat ifâdenin azameti, haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendini men’ edememişdir.
Bir ingiliz râhibi olan Beoworth-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ismli eserinde, (Kur’ân, üslûb temizliği, ilm, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir) diye yazmakdadır.
Kur’ân-ı kerîmi ingilizceye terceme eden Arberry ise, (Ne zemân ezân dinlesem, o bana çok te’sîr eder. Akan nağmelerin altında, sanki davula vuruluyormuş gibi bir ses duyarım. Bu vuruş, sanki kalbimin vuruşu gibidir) demekdedir.
Marmaduke Pisthali ise, Kur’ân-ı kerîm için, (En taklîd olunmaz bir âhenk, en sağlam bir ifâde! İnsanları ağlamağa veyâ sonsuz muhabbet ve aşka sevk eden bir kudret!) ifâdesini kullanmışdır. Bunların yanında birçok garblı filozof, ilm ve siyâset adamları, Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir hurmet, büyük bir takdîr, büyük bir hayranlıkla bahs etmekdedirler. Fekat bunlar, Kur’ân-ı kerîmi, Allah kitâbı olarak değil, Muhammed aleyhisselâmın yazdığı büyük ve kıymetli bir eser olarak kabûl etmekdedirler. Eğer böyle olmasaydı, bütün bu hayrânların müslimân olmaları îcâb ederdi.
Bakınız, Lamartin[2] bile:
(Muhammed, bir yalancı Peygamber değildir. Çünki O, kendisinin Allah tarafından yeni bir dîni yaymak için seçildiğine inanıyordu) demekdedir. Bu da, şunu gösterir: Garblı ilm adamları, Muhammed aleyhisselâmın yalancı olmadığını, fekat Onun kendi karîhasından [zekâsından] gelen Kur’ân-ı kerîmi Allahü teâlânın vahyi zan etdiğini ileri sürüyorlar. Onlara göre Muhammed “aleyhisselâm”, yalan söylemiyordu. Hakîkaten kendisini Peygamber zan ediyor ve ağzından çıkan sözlerin, Ona Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inanıyordu.
Kur’ân-ı kerîm misli olmıyan büyük bir mu’cizedir. Aşağıda beyân edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmî ve fennî bilgiler, bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî kanûnlara nümûne teşkil edecek ilmî ve hukûkî esâslar, eski târîhe âid birçok bilinmeyen ma’lûmât, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatler, dünyâ ve âhiret hakkında en mantıkî îzâhat esâsları ve bunlara benzer, o zemâna kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği husûslar vardır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bunlar kimsenin söyliyemeyeceği yüksek bir ifâde ile beyân edilmişdir.
[1] Goethe 1248 [m. 1832] de öldü.
[2] Fransız şâiri Lamartin, 1286 [m. 1869] da öldü.
Muhammed “aleyhisselâm” ümmî idi. Ya’nî kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç bir şey yazmamışdı. Bu husûs Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresinin kırksekizinci âyetinde meâlen, ([Ey Muhammed “aleyhisselâm”! Bu Kur’ân-ı kerîm sana indirilmeden önce] Sen bir kitâbdan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler [Kur’ân-ı kerîmi, başkasından öğrenmiş veyâ önceki semâvî kitâblardan almış] derlerdi. [Yehûdîler de, Onun vasfı Tevrâtda ümmî olarak bildirilmişdir, bu ise ümmî değil diye şübheye düşerlerdi]) buyurulmuşdur. Muhammed aleyhisselâm 40 yaşında iken, ibâdet için çekildiği Hirâ dağındaki mağarada, kendisine Cebrâîl aleyhisselâm tarafından ilk vahy getirildiği zemân, korkudan şaşkına dönmüş, ne yapacağını şaşırmış, koşa koşa evine giderek zevcesi olan Hadîce radıyallahü anhâdan kendisini yatağa yatırmasını, üstünü sıkıca örtmesini ricâ etmiş, uzun müddet kendisine gelememişdi. Kendisinde büyük bir rûhâniyyet, bir üstünlük olduğunu kabûl eden, insanlar için yeni bir din kitâbı hâzırlamak isteyen bir zât, böyle mi olur? Her şeyden evvel, böyle bir mu’azzam eseri yazabilecek kudretde bilgi öğrenmesi, pek çok şeyler okuması, birçok tedkîkler yapması îcâb etmez mi? Hâlbuki Muhammed aleyhisselâm çocuk iken, iki kerre tüccârlarla Şâm tarafına götürülmüş, bu seferlerinde, yalnız ticâret eşyâsının muhâfazası ve emniyyeti vazîfesini yapmış, ticâret kervanları idâre etmiş, bunları yalnız SON DERECE YÜKSEK OLAN DÜRÜSTLÜĞÜ ve inanılmaz derecede yüksek olan hâfızası ile yapmışdı. Kendisine, hâtırına bile gelmiyen, hiç beklemediği böyle bir vahy gelmesi, onu sevindirmemiş, bil’aks korkutmuşdu. Ancak vahyler tekrarlandıkça, Allahü teâlânın kendisine hakîkaten gâyet mühim ve ağır bir vazîfe verdiğini anlamış ve Allahü teâlânın emrlerine bütün mevcûdiyyeti ile itâ’at ederek, Onun bildirdiği (Tek Allah) esâsı üzerine kurulmuş olan (İslâm dîni)ni neşre başlamışdı. Muhammed aleyhisselâmın islâm dînini neşr etmesi, Ona hiçbir dünyevî menfe’at temîn etmemiş, bil’aks hemen hemen, bütün Mekkeliler kendisine düşman kesilmişdi. (Hiçbir Peygamber, benim çekdiğim eziyyeti çekmedi, benim kadar üzülmedi) buyurmuşdur. Bu hadîs-i şerîf, kitâblarda yazılıdır. Bu da gösteriyor ki, Muhammed aleyhisselâm yeni bir din neşr etmesinde hiçbir menfe’ati veyâ arzûsu bulunmuyordu. Esâsen, yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, kendisinin yetişmesi ve muhîti böyle mu’azzam bir iş için kâfî değildi.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın Kur’ân-ı kerîmi kendi başına tertîb etdiğini kabûl etmeğe imkân yokdur. Acabâ Kur’ân-ı kerîm, ancak Allahü teâlâ tarafından vahy edilen mu’azzam bir eser midir? Bir de bunu tedkîk edelim:
Bir yeni peygamber zuhûr edince, onun etrâfında toplanan halk, ondan mu’cizeler bekler. Gerek Mûsâ “aleyhisselâm”, gerek Îsâ “aleyhisselâm” peygamberliklerini isbât etmek için mu’cizeler göstermek zorunda kaldılar. Hakîkatde bu mu’cizeler, ancak Allahü teâlânın emr ve müsâ’adesi ve yaratması ile meydâna geldi. Fekat, bunları târîhçiler, (Mûsânın ve Îsânın “aleyhimesselâm” mu’cizesi) diye kayd etdiler. Hâlbuki, bizim gibi insan olan Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kendiliklerinden mu’cize yapamazlar. Mu’cize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yaratdığı mu’cizeleri insanlara gösterirler.
Allahü teâlâ, Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme en büyük mu’cize olarak (Kur’ân-ı kerîmi) vahy etmişdir. Kur’ân-ı kerîm, mu’cize olduğu muhakkak olan en büyük kitâbdır. Hâlbuki Arablar, Muhammed aleyhisselâmdan, semâdan bir kitâb indirilmesini veyâ bir dağı altuna çevirmesini istiyorlardı. Kur’ân-ı kerîm, bu husûsu ne güzel beyân buyurmakdadır. Ankebût sûresinin elli ve ellibirinci âyetlerinde meâlen, (Müşrikler, ne olur rabbinden [Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine delâlet eden Îsâ aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi] mu’cizeler indirilmiş olsaydı dediler. [Ey habîbim] Sen onlara de ki, mu’cizeler Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur. [Ne zemân ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.] Doğrusu ben ancak Onun azâbını size teblîg edici, haber vericiyim. Kur’ân gibi bir kitâbı sana indirmiş olmamız, onlara [mu’cize olarak] yetmez mi? Bunda, inanan kavm için, rahmet ve nasîhat vardır) buyurulmuşdur. O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın en büyük mu’cizesi, Kur’ân-ı kerîmdir. (Bu Allah kitâbı değildir, onu Muhammed yazmışdır) diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meâl-i şerîfini bildirdiğimiz, Ankebût sûresinin kırksekizinci âyetinde cevâb vermişdir. Böyle şübhelere mahal bırakmamışdır. Allahü teâlâ, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin böyle bir kitâbı yazacak bir kudretde olmadığını ve Kur’ân-ı kerîmin kendisi tarafından vahy edildiğini teyîd etmekdedir. Esâsen Muhammed aleyhisselâmı Peygamber olarak seçerken, Onun bilhâssa ümmî, ya’nî okuma yazma öğrenmemiş olmasını bildirmiş ve bu sebebden Kur’ân-ı kerîmin ancak Allahü teâlâ tarafından vahy edilebileceğinin anlaşılmasını istemişdir. Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde bu husûsda geniş ma’lûmât vardır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren en büyük vasfı, FEVKAL’ÂDE DÜRÜSTLÜĞÜ, SADÂKATİ, CESÂRETİ, SABR VE DİRÂYETİDİR. Yalnız yüksek ilmi değil. Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 82. ci âyetinde meâlen, (Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını düşünmiyorlar mı? Eğer Allahdan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok ihtilâf bulunurdu) buyurulmuşdur ki, bu ne kadar doğrudur. Allah kelâmı olmadığını öğrendiğimiz bugünkü (Kitâb-ı mukaddes)de, Tevrât ve İncîlde pek çok ihtilâflar vardır. Bu da, bunların insan eliyle yazılmış olduklarını isbât etmekdedir.
Şimdi büyük bir sabr ile ve temâmen bî-taraf olarak, Kur’ân-ı kerîmin hakîkaten büyük bir mu’cize olup olmadığını tedkîk edelim. Bir kitâbın mu’cize olması için, onun çok belâgatli bir lisânla yazılmış olması, kimsenin o zemâna kadar bilmediği, duymadığı hakîkatleri, hikmetleri ortaya koyması ve eserin hiçbir kimsenin yapamıyacağı bir tarzda tertîb edilmiş bulunması lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîmin lisânının belâgati hakkında çok misâl verdik. Bu husûs, esâsen bütün dünyâ tarafından kabûl edilmişdir. Kur’ân-ı kerîmin belâgatini inkâr eden tek insan yokdur.
Kur’ân-ı kerîmde, o zemâna kadar hiç bilinmiyen husûslar zikr edilmiş midir? Bunu tedkîk edelim:
Bugün dünyâmızın nasıl meydâna geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitâblarında şu ma’lûmât vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kâinât [Evren] bir tek parçadan ibâret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilâk oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihâyet, bu parçaların ba’zıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyâreler [gezegenler] ve ayrı ayrı galeksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydâna getirdiler. Artık Fezâda [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukâvemet kalmadığından, bu seyyâreler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezâda kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devr etmeğe [dönmeğe] ve yüzmeğe devâm etdiler. Dünyâ, içinde güneşin de bulunduğu bir galeksidir. Kâinâtda sayılamıyacak kadar çok galeksiler vardır. Kâinât, gitdikce genişliyen bir manzûme [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş dünyâdan uzaklaşmakdadır. Çünki, Kâinât, genişlemekdedir. Bir kerre, sür’atleri ziyânın sür’atine varırsa, artık öteki galeksileri görmemize imkân kalmıyacakdır. Şimdiden, dahâ kuvvetli teleskoplar yapmağa mecbûruz.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Zîrâ, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden korkmakdayız.) diyorlar.
Kendileri ile görüşdüğümüz fen adamlarına, (Bu netîceye ne zemân vâsıl oldunuz?) dediğimiz zemân, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünyâ fen adamları bu kanâ’atlarda birleşmişdir) demekdedirler. 50-60 sene, dünyâ hayâtında çok kısa bir fâsıladır.
Şimdi hemen bu husûsda Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlânın ne buyurduğunu tedkîk edelim:
Enbiyâ sûresi, 30. cu âyetinde meâlen, (İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) buyurulmuşdur. Yâsîn sûresinin otuzyedi ve otuzsekizinci âyetlerinde meâlen, (İnkâr edenlere bir delîl de, gecedir. Biz, ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkda kalıverirler. Güneş de, kendi mahrekinde [yörüngesinde] yürür) buyurulmuşdur. Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydâna çıkarabildikleri dünyânın yaratılışını bundan tâm 1400 sene evvel insanlara bildirmişdir. Şimdi yine fen adamlarına dönelim.
Biyologlar: (Bugün hayâtın nasıl meydâna geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyânın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların te’sîrleri ile bunlardan amino-asitler meydâna geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk def’a su içinde protoplazma husûle geldi. Bunlardan ilk amibler meydâna çıkdı. Hayât suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydâna getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmekdedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmişdir) diyorlar.
Kur’ân-ı kerîmde de, ilk canlının denizlerde yaratıldığı 1400 sene evvel bildirilmekdedir.
Enbiyâ sûresi, 30. cu âyetinde meâlen, (İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yaratdığımızı bilmezler mi?) ve Furkân sûresi, 54. cü âyetinde meâlen, (İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabâlar yapan Allahdır) ve Yâsîn sûresi, 36. cı âyetinde de meâlen, (Yerin yetişdirdiklerinden ve kendilerinden ve BİLMEDİKLERİ BİRÇOK ŞEYLERDEN çift çift yaratan Allahü teâlâ her dürlü ayb ve noksandan münezzehdir) buyurulmuşdur. Burada, nebâtâtı ve hayvânâtı tedkîk edenlere ve bunların yanında (Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak zemânla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceliyen ilm adamlarına îmâlar, işâretler vardır. Nitekim, Rûm sûresinin 22. ci âyetinde meâlen, (Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisânlarınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işâretlerinden]dir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Doğrusu burada âlimler [anlayış sâhibleri] için ibret vardır) buyurulmuşdur. Demek oluyor ki, (lisân ve renk farklarında) henüz bizim bugün dahâ bilemediğimiz ba’zı incelikler vardır. Bunlar zemânla meydâna çıkacakdır.
Şimdi, dünyânın sonu hakkındaki ma’lûmâtımızı tedkîk edelim. Fen adamları, (Dünyânın muhakkak sonu gelecekdir. Nitekim, kâinâtda ba’zan bir seyyâre parçalanıp ortadan gayb olmakdadır. Bizim tedkîklerimize göre, dünyâmız, önceden kat’î olarak hesâb edemediğimiz bir zemân sonra, muvâzenesini gayb ederek param parça olacakdır) demekdedirler. Hâlbuki bunu Kur’ân-ı kerîm bize 1400 sene evvel bildirmişdir. Zilzal sûresinin 1. ci ve 2. ci âyetlerinde meâlen, (Arz [yer yüzü] dehşetle sarsıldığı ve içinde olanları [hazîne ve ölüleri] dışarı çıkardığı zemân) buyuruluyor. Mü’min sûresi, 13. cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size, [varlığına ve birliğine delâlet eden] âyetlerini, mu’cizelerini gösteren, size GÖKDEN RIZK İNDİREN Odur. Bu âyetlerden, işâretlerden Allaha inananlardan başkası ibret almaz) buyurulmuşdur.
Buradaki (gökden rızk indiren) ta’bîri, çok kerreler Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, çölde yolunu gayb etdiği zemân, gökden inen (Kudret helvâsı) denilen ve bugün de susuz yerlerde peydâ olan Manna adlı şekerli maddeyi işâret olabilir denilmişdir. Hâlbuki bu tefsîr yanlışdır. Tefsîr kitâblarında, âyet-i kerîmedeki (Size gökden rızk indiren) meâlindeki kısm, (Size gökden rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutûbet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsîr buyurulmuşdur. Çünki Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakîkaten semâdan indirmekdedir. Bunu biraz îzâh edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyâda albüminlerin, proteinlerin nasıl meydâna geldiğini şöyle îzâh etmekdedir: (Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin te’sîrleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydâna getirmekde, bu gaz tekrâr oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer tarafdan yine yıldırım ve şimşeklerin te’sîri ile havadaki rutûbet ve azotdan, amonyak meydâna gelmekdedir. Azot dioksid ise, rutûbetin te’sîriyle nitrik aside dönüşmekde, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hâsıl olmakda, meydâna gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmekdedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakda bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydâna getirmekde, bu tuz da nebâtât [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebeb olmakdadır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bu nebâtâtı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekde ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemekdedir. O hâlde, insanların rızkı, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olduğu gibi, semâdan gelmekdedir.)
Yukarıdaki ma’lûmâtı, (Kur’ân-ı kerîmde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor) diyenlere cevâb olarak yazıyoruz. İslâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, tefsîr ilminin mütehassısları, âyet-i kerîmeleri, zemânlarındaki fen bilgilerine göre tefsîr etmişlerdir. Biz burada, Kur’ân-ı kerîmin her asrdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşflere de muvâfık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerîmenin birçok, hattâ sonsuz ma’nâsı vardır. Çünki, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelâm sıfatı da sonsuzdur. Bu ma’nâların hepsini, ancak Kur’ân-ı kerîmin sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirmişdir. Bu mubârek Peygamberi de “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, münâsib gördüklerini Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” haber vermişdir. Yukarıda verdiğimiz ma’lûmât, o ma’nâlar deryâsından birkaç damla olabilir kanâ’atindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acabâ bu hakîkatları bundan tâm 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zât düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakîkatlara varmak için, insanlar sayısız kitâblar okumuşlar, sayısız tecribeler yapmışlar ve ancak asrlardan sonra, bu hakîkatlara varmışlardır. Bu tecribeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, mu’azzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassâs âletleri hâzırlamak ve kullanmak îcâb eder) diyeceklerdir.
O hâlde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve temâmen câhil bir muhîtde yetişen bir zâtın, böyle mu’azzam ilmî hakîkatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbetteki düşünülemez. O hâlde, Kur’ân-ı kerîmin Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından yazıldığı iddi’âsını kabûl etmeğe imkân yokdur. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakîkatları bize 1400 sene evvel bildiren bir kitâb, ancak ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI olabilir. Böyle mu’azzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak ALLAHÜ TEÂLÂ’da vardır. Yukarıdaki husûsları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacakdır. Buna inanmamak teassub, inadcılık ve câhillik olur. Muhammed “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm sûrelerini neşr ederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahy etdiği sözleri nakl ediyor, bunları O da, diğer insanlarla birlikde öğreniyordu.
 
Üst Alt