Hazinelerin Kapısı

SözDüŞü

Banned
Daha Bizim Hazinelerimizin Kapısını Çalan Olmadı


Cüneydi Bağdadi (k.s) der ki: "Bu tarikata, bu yola inanmak bile keramettir." Hatta vasiyetinde; "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, bana da dua etsin" diye buyurmuşlardır.

İmam-ı Rabbani (k.s)’de; "Bu velilerin zahirleri öldürücü zehirdir. Sadece zahirlerine bakıp suizanda bulunanlar helak oldular. Batınları ise nur kaynağı, felah kaynağı ve selamet kaynağıdır" diyor.

İbrahim Hakkı Erzurumlu da öyle diyor: "Eğer avam (Halkın genel seviyesi) bu velilerin batınlarını görselerdi ilah diye taparlardı." Çünkü onların gönülleri Allah’ın nazargahıdır.

Ebul Hasan Harkani (k.s.) der ki; Kırk yıldır öyle bir haldeyim ki, Allah gönlüme ne zaman nazar etse O’ndan başkasını bulamaz.

İmam-ı Rabbani (k.s.); "Biz bu tarikatta, en kabiliyetsiz müridimizi bile vukuf-i kalb ile uğraştırır, yine de ulaştırırız" diyor. Vukuf-i kalbin anlamı; insanın kalbini devamlı Allah'la tutmasına çalışması demektir. Zaten bu kısa bir çalışma neticesinde büyük semere verir de.

Şeyh Alâeddin Attar, Şah-ı Nakşibendî (k.s.)'nın halifesidir ve şöyle der: "Bu tarikatta her şey iki üç günlük amelin neticesidir. İnsan bu tarikatta iki üç gün gerçekten sadakatla çalışırsa, kendisi bazı şeyler meleke kesbeder, derken bazı şeyleri artık gayrı ihtıyari yapmaya başlar.”

Şah-ı Nakşibendî (k.s.) de öyle der: "Hayatımda gördüğüm birşey benim ciğerime kan oturtturdu. Bir baktım Mina Pazarı'nda bir genç ellibin altınlık alışveriş yapıyor ve kalbi hala Allah'ı zikrediyordu. Aynı anda Kâbe’nin kapısına yapışmış biri ise Allah'tan gayrı şey (dünyalık) istiyor. Demek ki her şey göründüğü gibi değilmiş.”

Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) da "Daha bizim için buraya gelen olmadı. Kimisinin derdi var ondan geliyor. Kimi arkadaşının zoruyla geliyor, kimi bakalım nasıl birşeymiş diye geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Zararı yok, bu çemberin içine girsinler de nasıl girerlerse girsinler" buyurdu.

Seyda Muhammed Raşit (k.s.)’da, "Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan olmadı." diyor.

Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’da, "Biz, buraya gelene çuvalla un vermek isteriz. Gelen de avuçla kaşıkla alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yola döküyor, ya da dışarı çıkıp döküyor. Biz ne yapalım. Buraya öyle sofiler geliyor, kuru meşe odunu gibi, düz dikiyor tutmuyor. Hatta ters dikiyor, yine tutmuyor, belli ki hidayet Allahtan, biz ne yapalım. Buraya öyle sofiler geliyor ki, taharetini ve altını temizlemesini bilmeyen adamlar geliyor.

Keza öyle sofiler var, bir emir versek imanını kaybedecek olanlar var. Artık müritlere biz mürit olduk. Kaldı ki müritler bize hizmet etmiyor, biz müritlere hizmet ediyoruz. Fakat kalpler ve niyetler güzelleşirse, elbette ki Allah'ın muamelesi de ona göre olacaktır" diyor. Peygamberimiz (s.a.v.), "Siz kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi değişmez" buyurduğu gibi, "Ameller niyetlere göredir" hadisi şerifiyle de bu yöne dikkatlerimizi çekmiştir.
Seyda Muhammed Raşit (k.s.) bu mevzuda şöyle der:

"Buraya, öyle sofiler geliyor, daha yeni tövbe ediyor, hatta gusül abdesti almadan veli olan var. Malum gusül abdesti almadan bu tarikatta rabıta, vird, teveccüh ve hatme talimatı verilmez. Zira bunlar bu yolun besmelesi gibidir. Öyle sofiler var, artık tarikatın en son amelini yapıyorlar, Allah vermiyor, biz ne yapalım? Eğer gerçekten arasalardı, şüphesiz verilecekti. Çünkü ayetle sabittir; "Biz Bizim yolumuzda mücahade edenlere hidayet kapılarımızı açarız" buyuruyor Yüce Mevla. Ki; Allah, yalan söylemez ve verdiği sözü yemez. Kaldı ki şeytan bile verdiği sözü yemiyor, kullarını sapıttıracağım diye de yemin etmiş ve elinden geldiği kadar da kulları saptırmaya çalışıyor da. Şeytan verdiği sözü yemezken, hâşâ âlemlerin Rabbi olan Allah mı verdiği sözü tutmayacak?"

Bu Tarikat-ı Nakşibendiyyenin nispeti Hasan el Harkani ((k.s.)’dan Ebu Ali Farmedi Tursi (k.s.)'ye geçti. Ali Farmedi Tursi (k.s.), aynı zamanda İmamı Gazali Hz.lerinin de şeyhidir. Öyle ki Şah-ı Nakşibendî (k.s.) Ali Farmedi (k.s.)'yı çok över ve derki "O'nun ruhuna nazar ettim, ruhunda ne renk, ne de şekil vardı. O nişanı bir, nişansızlık olanlara ait bir alamettir." Aynı şeyi kendisi için de söyler: "Kendi ruhuma nazar ettim. Ne renk ne şekil vardı."

Ali Farmedi Tursi (k.s.) şöyle der; "Bir gün, düşünüyordum. Bana gençliğimde vuku bulan haller, bana gençliğimde gelen keşifler, daha sonraları o hızda, o kemalatta gelmiyor. Neden bu hal diye düşünürken, söylediler ki; Senin gençliğin Peygamber (s.a.v.)'ın zamanına daha yakındır."

Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispeti, Ali Farmedi Tursi (k.s.)'den sonra Yusuf Hemedani'ye devr olunur. Yusuf Hemedani (k.s.)'ın lakabı da İmam-ı Rabbani'dir. Fakat O, bizim İmam-ı Rabbani sözüyle anladığımız manada ki zat değildir. O, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına ve Orta Asya'ya, bu Tarikatı Nakşibendiyye nispetini yayan kol başıdır. O hem Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.), hem de Ahmed Yesevi'nin şeyhi Yusuf Hemedani (k.s.)'dir.

Dahası var; Şöyle ki; Bektaşi tarikatının bir nispeti de Yusuf Hemedani (k.s.)'ye ulaşır. Keza Mevlevi tarikatının bir nispeti de öyledir. Her şeyden öte Yusuf Hemedani (k.s.) Saadat-ı Nakşibendiye’nin kıyamete kadar sürecek olan kolun Gavs-ı Sani’ye ulaşan halkasında nispeti Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.) 'ye devretmesini bilen bir zattır. Aynı zamanda Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.)'nın ruhaniyetten şeyhi Hızır (a.s.) olup hafi zikir talimatını ondan talim eylemiştir.

Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.)'ye bir gün demişler ki:

"-Efendim bu tarikatta olana şeytan ulaşır mı?"
O da şöyle cevap vermiş:
"-Bu tarikatta olan zat fenan'ın sınırına varsa bile, şayet kızarsa şeytan ona ulaşır. Fenaya ulaşanda ise kızmak yoktur, gayret vardır. Malum gayreti olandan şeytan kaçar."

Abdülhalık-ıl Gücdüvani (k.s.), bir gün sohbet meclisindeyken bir genç Hiristiyan papazı müslüman kılığına girmiş, sohbet esnasında şöyle bir soru sormuş:

"-Efendim, Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadisi şerifinde: "Müminlerin ferasetinden (İnce bakışlarından) kaçının. Çünkü o Allah'ın nuruyla nazar eder" buyuruyor. Bu ne demektir?"

Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.) cevap verir:
"-Bu, şu demektir ki sen zinnarını (Zinnar: papazların beline bağlamış olduğu bir kuşak) çözesin."
Genç Papaz şaşkına döner ve itiraz eder:
"-Hâşâ benim zinnarım mı var ki?"

Bu durumda Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.) hadimine işaret etmiş, hadimi üzerini sıyırdığı zaman gömleğinin altında gencin boynundaki o zinnar görülüyor. Derken o genç zinnarı koparmış, huzurunda tövbe etmiş ve müslüman olmuş. Abdulhalık-ıl Gücdivani (k.s.) ardından cemaate dönüyor;

"-Ey cemaat, bakın bu zahirde zinnarını kesenlerden af dileyenlerden ve affedilenlerden oldu. Gelin biz de batınlarımızdaki zinnarımızı keselim, biz de af dileyenlerden af edilenlerden olalım" der.

Kibir; gurur demek, yani benliğin ön plana çıkması manasınadır. Zira Seyda (k.s.): "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye'de ‘Ben’ diyende hiç bir şey yoktur" demiştir.

Zünnuni Mısri (k.s.)’da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde olan senin benliğinin ölçüsüdür."

Seyyid Taha (k.s.)’da şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nispetinde kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Bu tarikattan irşada çıkıp da halkı görmemek, Nasıl olsun ki.."


Alperen Gürbüzer
 
Üst Alt