Mesnevi Deryasından Ab'ı Hayat Katreleri

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) KİBİR ŞAŞKINLIĞI
Mesnevî: “Yeryüzü, gökyüzüne teslîm olmuştur da «Ben bir esirim; ne dilersen yağdır!» demektedir.” (c.3, 452)
“Güneşten, onun üstüne ateş yağsa, yeryüzü o ateşe yüz tutmuştur. Ondan kaçmak şöyle dursun, o ateşe karşı yüzünü yerlere sererek, sessizce ona teslîm olmuştur.” (c.3, 450)
“Ey insanoğlu, sen de yeryüzünün bir cüz’üsün. Onun üstünde yaşıyorsun; sen de Allâh’ın buyruğuna, kazâ ve kaderine karşı gelme!..”
«Sizi topraktan yarattık.» âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allâh da senin toprak olmanı istiyor, ilâhî emre karşı gelme!..”
“Allâh buyurdu ki: «Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.”
“Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzu’u kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım.»” (c.3, 453-456)
Mevlânâ yukarıdaki beyitlerinde, tevâzu’un insan için asıl ve hatta fıtrat îcâbı olduğunu ifâde etmektedir. İnsanın bedeni, topraktan hâsıl olan gıdalarla gelişip teşekkül ettiğine göre, onun bedenen aslı topraktır. Ruh ise Allâh’ın emirlerinden bir “emr”, yani iş ve fiil olmak itibâriyle Allâh’tandır. İnsanı bütün mahlûkâta üstün kılan ve yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olarak telakkî ettiren âmil, insan bedenine ilâhî bir nefha (üfürme) ile dâhil olan ruhtur. İnsanoğlu, bedeninin aslı ve menşei olan toprak gibi mütevâzî olmakla mükelleftir. Vücûd madeninin, aslı olan topraktaki sıfat ile muttasıf olması, fıtrat icabıdır. Ancak bu fıtrî temâyüller, “akıl” ve “irâde” denilen iki kâbiliyetin doğru kullanılmaması netîcesinde zaafa uğrar, bozulur ve insan da tevâzûdan uzaklaşıp şeytanın sıfatı olan “kibir”le muttasıf hâle gelir. Bunun netîcesinde de o, kendi aslî tabiatına vedâ ederek taşıdığı yüce şerefe aykırı hareket etmiş olur.
Gökten ne yağarsa, yer itirazsız bir şekilde onu kabullenir. Zîrâ arzda irâde yoktur. İnsanoğlu da ilâhî takdir karşısında aynen toprak gibi teslîmiyet hâlini yaşamalı ve kadere, yerin göğe teslim olduğu gibi mutlak bir sûrette teslim ve o Hak’tan gelene râzı olmalıdır ki, yaratılış gâyesinin zirvesine ulaşsın. Kâmilleşerek, böylece yeryüzünde kendisi hakkında takdir olunmuş bulunan “halîfetullâh” sıfatına layık bir hâle gelebilsin.
Mesnevî: “Her meyvenin tohumu, önce yerdedir. Yere girer, ondan sonra yerden başkaldırır, yükselir.”
“Bütün nimetlerin asılları, gökten toprağa yağdı, toprağın altına girdi. Ondan sonra tertemiz cana gıda oldu.” (c.3, 459-460)
Canlı-cansız bütün varlıkların, vücûd cevheri îtibariyle aslı “toprak”tır. Toprağın değişerek şekilden şekile bürünmesi, canlıları vücûda getirir. Cenâb-ı Hak, dünyamızın dörtte üçünü su ile kaplamış ve ancak dörtte birini kara olarak bırakmıştır. Bu dörtte birin de belki ancak dörtte birinin otuz santimlik tabakası bitki yetiştirmeye müsâiddir. Bu demek oluyor ki, dünyanın yüzölçümü îtibariyle, ancak onaltıda birini teşkil eden kısmında mevcut toprak, dünyaya gelmiş ve gelecek nebât, hayvan ve insanların bedenlerinin teşekkülü için tükenmez bir hazine olmuştur. Cenâb-ı Hak, onu nihâyetsiz bir istihâle (değişim) kanununa tâbî kılmış ve sayısız beden için onu yegâne bir sermaye hâline getirmiştir. Eğer -ezelden ebede- dünyaya gelecek olan nebât veya hayvanlardan bir çeşidi, dünyaya toptan gelmiş olsaydı; mekân ve gıda o bir tek nev’e bile kâfî gelmezdi. Bunu farazâ, bir çam ağacı veya fil için düşünebilirsiniz. İnsan da aynı durumdadır. Bütün insanlar aynı anda dünyaya gelmiş olsaydı; ne beslenme, ne de adım atacak bir imkân bulabilirlerdi. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtını aslı toprak olan bir sermayeyi kullanarak ilâhî bir tanzimle “nöbetleşe” dünyaya gönderir. Hayat, her canlı varlık için toprakta başlar ve yine onda biter.
İnsan topraktan yaratıldığı için toprağın özelliklerini taşır. Toprak, zaman zaman kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Bir mevsim kışın cefâsına katlanır. Zamanı gelir, bol bahar yağmurları ile yeniden dirilir. Binbir güzellik, renk, koku ve âhengi ile ilâhî kudret akışlarını sergiler. İnsan da böyledir. Hayat ihtirasının girdaplarında, çöllerdeki kum fırtınaları gibi çalkalanır durur. Nefsin sultasında kendisini perîşân eder. Ancak nefs engelini aşması netîcesinde, kâmilleşir. Toprağın bahar yağmurlarından hayat bulduğu gibi feyz ve rahmet tecellîlerine nâil olarak diğergâmlaşır. Böylece kendisine gelen nîmetleri, bir bahâr bereketinin güzellik ve bolluğu içerisinde Allâh rızâsı için münbit topraklar misâli etrâfına infâk eder.
Hazret-i Mevlânâ’nın verdiği tohum misali, o tohumdan meydana gelen bitkinin ya doğrudan doğruya, ya da bir silsilelenmenin sonunda, yine toprağa döndüğünü ifâde etmektedir. Bu kanundan, hiçbir canlı varlık hâriç kalamaz. Bu hâl, kâinâttaki sayısız azamet-i ilâhiyye tecellîlerinden biridir. Tefekkür sahiplerine ne mutlu!.. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“İnsan, yediğine bir baksın!.. Şöyle ki: Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı faydalandırmak içindir.” (Abese, 24-32)
Mesnevî: “İyi talihli ve insan olan kişi bilir ki; zeki olmak, akıllı geçinmek iblisin yoludur; aşk ve kulluk da Âdem’indir.”
“Şeytan gibi zeki olanlar, okyanusta yüzenler gibidir. Koca bir okyanusta yüzen kimsenin kurtulması, nâdirdir. Nihâyet batar, boğulur; yâni aklına güvenip şerîat gemisine binmeyenler, sonunda helâk olurlar.”
“Sen yüzmeyi bırak, kendini beğenmekten vazgeç, kini terket! Yüzdüğün su; dere, ırmak değildir, okyanustur! Bu okyanus, aslında kazâ ve kader denizidir!” (c.4, 1402-1404)
Hazret-i Mevlânâ, aklı şeytana mahsus bir sıfat olarak zikrediyorsa da bu, aklın vahiyle terbiye edilmemiş vahşet hâlini ifâde eder. Yoksa akıl, Hakk’a ve hayra ulaşmak için bir ilk sermayedir. Lâkin bu sermaye, sahibini Hakk’a ve hayra ulaştırmaya yetmez. Yani o, lâzım, fakat kâfî olmayan bir vasıtadır. Bundan dolayıdır ki, İslam’da akıl, “akl-ı nâkıs”, yani eksik akıl olarak ifâde edilir. Aklın kemâli, kendi kifayetsizliğini telakkî ederek bunu telâfîye medâr olacak vahye bağlanabilmekle, yani teslîmiyetle mümkündür. Akıl, Rabbimizin büyük bir nîmetidir. Ancak bu nîmet, vahyin, yani Kitab ve Sünnet’in içinde bir kıymet ifâde eder. Aksi hâlde sahibini nefsine esir ederek helâke sürüklenmekten alıkoyamaz.
Mevlânâ hazretleri vukuât âlemini bir okyanusa benzetmekte, insanoğlunu da o okyanusta boğulmaya mahkûm bir acemi yüzücü olarak tavsif etmektedir. Beşerî akıl ve irâdeye güvenerek kadere meydan okumaksa hamâkatten başka bir şey değildir. Çünkü akıl ve irâde; kadere, yani murâd-ı ilâhî’ye tam bir teslîmiyete girmedikçe, hiçbir hayırlı netîce gerçekleşmez.
Kader ise, mutlak mânâsıyla meçhûldür. Buna göre insanın gücü nisbetinde sebeplere tevessül edip irâdesini kullandıktan sonra, kadere teslîmiyet göstermesi, yegâne kurtuluş yoludur.
Tarlayı ekmeden nebâtın bitmesini beklemek beyhûde olduğu gibi, sırf tohumu serpmenin, onun yetişip boy atması için yeteceğini düşünmek de kâfî değildir. Tohum atmak insanın işidir; bitkiye hayâtiyet vermek ise Allâh’ın takdir ve kudretine bağlıdır. Bu sebeple insan, tohumu ekmek sûretiyle, “sebeplere tevessül etmeli” ve bundan sonra, kendi güç ve irâdesini aşan rüzgar, yağmur, zaman ve benzeri bütün unsurlarda, kaderin ve vukuâtın sahibi Rabbü’l-Âlemîn’e “tevekkül ve teslîmiyet” göstermelidir.
Mesnevî: “İlâhî aşk, seçkin mü’minler için bir gemi gibidir. Bu gemiye binenler; âfete, felâkete pek uğramazlar; çoğu zaman da kurtuluşa ererler.”
“Ey Hakk yolcusu! Sen; aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al! Çünkü zeki olmak, akıllı olmak; bir fikir yürütmekten, bir zanna kapılmaktan ibârettir! Hâlbuki hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, san’atını görmek, şaşırıp kalmaktır!”
“Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et ve «Allâh’ım bana yeter!» de!” (c.4, 1406-1408)
“Akıl ve zekâ, sana kibir ve gurur verir.” (c.4, 1421)
“Aklı, dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır! Çünkü rûhların da, akılların da çıkış yeri Hakk’tır! Bu sebeple aklı, Hakk’ın aşkında kurban et!”
“Akıllı olanlar, akıllarını dostun bulunduğu yere, ötelere göndermişlerdir! Bu dünyada kalan akıl ise, sevgiden haberi olmayan, sevmeyen, sevilmeyen, ahmak olan akıldır!” (c.4, 1424-1425)
Yukarıdaki beyitlerin izahında da bahsettiğimiz gibi aklın doğru kullanılması, onun ilâhî emirlerin “hikmet” ve “maslahat”a uygunluğunu, yani Kitap ve Sünnetin muhtevâsı içinde hikmetini kavramaya tahsîs edilmesiyle mümkün olur. Bu yapılmayarak, aklı hudutsuz bir kuvvete sahip zannetmek, karıncayı at zannetmek gibi bir hamâkattir.
Mevlânâ hazretleri, “Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et!” derken onun vâsıtasıyla vâkî olan ilâhî emirlere teslîmiyetin ehemmiyetini ifâde etmektedir. Akıl, bu sûretle -âdeta azgın bir at gibi- “vahy”in dizginiyle dizginlenmedikçe sahibini hadsiz hudutsuz iddialara ve bunların netîcesi olan felaketlere sürükler.
İnsan, aklını, Allâh’ın kâinâttaki ilâhî sanatını ve kudret akışlarını farketmeye medâr olan “hayret” ve “hayranlık” duygusu yolunda kullanırsa, hem “imân-ı kâmil” sahibi olur ve hem de bu hayret ve hayranlık sebebiyle aklının kifâyetsizliğini daha berrak bir sûrette müşâhede eder.
Lâkin, bu hayranlıkta mutlak bir istiğrak hâline gelenler, beşerî hayat için zarûrî olan “temkin”i ellerinden kaçırdıkları için meczûb olurlar. Bu ise, hayret ve hayranlığın muazzam füyûzât ve bereketine rağmen merduttur. Çünkü beşerî hayatın normal îcabları için bir zaaf sebebi teşkil eder. Bundan dolayıdır ki, dinde “meczûb” (sâlik-i meczûb) olmak yerine “câzib” (meczûb-ı sâlik) olmak, şâyân-ı tercih ve matlûbdur. Câzib de hayret ve hayranlığa dalmış, “Allâh, kuluna kâfîdir” hükmüne ulaşmış ve fakat bununla beraber temkinini de muhafaza edebilmiştir. Mevlânâ’nın tervic eylediği aşk ve istiğrak, hiç şüphesiz böyle temkinle zarflandırılmış bir muhtevadaki aşk ve istiğraktır.
Mesnevî: “Nefsini alçak gören kişiye, ne mutlu!.. Dağ gibi kendini üstün gören kişinin de vay hâline.”
“Şunu iyi bil ki, bu kibir, ululanma, kendini herkesten üstün görme hâli, öldürücü bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabı içerek sarhoş olurlar.” (c.4, 2746-2747)
Bir mü’minin, bir çok beşerî meziyetlere sahip olmasına rağmen nefsini kifayetsiz telakkî ederek tevâzû tacı ile taçlanması gerekir ki, olgunluk yolunda ilerleme nasib ve lutfuna mâlik olsun. Zirâ kendini mükemmel kabul edenler, eksiklerini düzeltmeye yönelmezler. Çünkü o eksikliklerin varlığını kabul etmezler. Bu, ancak o eksiklikleri idrak edip kendini böbürlenmekten koruyabilenlerin işidir. Bundan dolayıdır ki, hadîs-i şerîfte:
“Kim Allâh Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16) buyrulmuştur.
Âyet-i kerîmede, Allâh’ın medhettiği mütevâzî kullar şöyle tarif edilmektedir:
“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Diğer âyet-i kerîmelerde ise, insanın kibir ve böbürlenmekten vazgeçmesi emredilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!.. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)
Şuna dikkat etmelidir ki, tevâzû bir kul için meziyet olmakla beraber, Allâh’ın kendisine lutfettiği ni’metlerini yok saymaya sebep olmamalıdır. Buradaki incelik, o ni’metlerin idrâkinde olmakla beraber, bunları, Cenâb-ı Hakk’a izâfe edebilmek dirâyetidir. Buna dinde “tahdis-i ni’met”, yani ni’metlerin, Cenâb-ı Hakk’a âid olmak şartıyla varlığını idrak edip şükürde bulunmak denir. Bu kibirlenme değildir. Kibirlenme, o nimetleri nefsine aid kabul etmek, yani kendinden bilmektir. Kârûn’u, nefsinin anaforunda helâke sürükleyen ve nihayet yerin dibine geçmesine sebep olan bu “benlik”tir. Şu hâlde Mevlânâ hazretlerinin yukarıdan beri, akıl, irâde, tevâzû ve kibir gibi mefhumlar hakkında irad eylediği sözleri bu fikrî zeminde telakkî etmek gerekir.
Mesnevî: “Pâdişahın biri, bir pâdişaha galip gelirse, onu ya öldürür, yâhut zindana attırır.”
“Fakat aynı pâdişah bir düşkün yaralıyı, zavallı bir dertliyi bulursa, yarasına merhem kor, ona ihsânda bulunur.”
“Kendini üstün görmek, pâdişah olduğu için kibirlenmek bir zehir olmasaydı, o gâlip pâdişah, mağlûp ve esîr olmuş pâdişahı, suçu olmadığı hâlde niçin öldürürdü?”
“O düşkün dertliye kendisine bir hizmette, bir kullukta bulunmadığı hâlde neden iyilik ediyor, ona acıyor? Bu iki duruma bakıp kibrin nasıl bir zehir olduğunu anlaman mümkündür.” (c.4, 2750-2754)
Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyitlerde zikrettiği misâl, tevâzû ve kibrin muhâtaplarında husûle getirdiği irâdî tezâhürleri anlatmaktadır. Gerçekten yaralı bir insana, onun kim olduğunu, iyi veya kötü bir insan olup olmadığını bilmeksizin herkes yardıma koşar. Çünkü onun muzdarip hâli, onu görenlerin merhamet ve yardım duygularını tahrîk eder. Kibirli ve iddiâlı bir insanınsa, muhatabında hâsıl edeceği hisler bunun tam aksinedir. Onu rekabete sevkeder. İş, güç gösterisine döner. Bu demektir ki; tevâzû, beşerî dertlere devâ ve âcizliklere çâre bulmak husûsunda, sahibi için büyük bir nimet olduğu hâlde, kibirli bu nimeti peşînen ve kendi elleriyle yok etmiş olur. Hulâsaten, tevâzû ve acziyet, merhameti celbeder; hem Allâh katında, hem de kul katında…
Mesnevî: Birtakım kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için Hızır -aleyhisselâm- gemiyi deldi, sakatladı.”
“Mâdem ki kırık olan, dökülen, perîşan olan kurtuluyor; sen de kırıl dökül, perîşan ol. Kurtuluş ve selamet yokluktadır. Haydi, sen de benlikten, varlıktan kurtul, yokluğa doğru git.”
“İçindeki madende birazcık altın, yâhut gümüş bulunan bir dağ, kazma yaraları ile paramparça olur.”
“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de yoktur.” (c.4, 2756-2759)
Mevlânâ hazretleri yukarıdaki beyitlerinde de aynı gerçeği bir başka cihetle ifâde etmektedir. Şöyle ki, mütekebbir olanlar, kendilerinde vehmettikleri meziyeti sağa sola mübalağa ile takdim ettiklerinden, muhâtabların iştihâsını kabartır ve onların husûmetlerini celbeder. Meşhûr bir darb-ı meselde:
“Bülbülün çektiği, dili belâsıdır.” denilmiştir. Bu demektir ki, bülbülün o güzel nağmesi olmasa, kimse onu kafese sokmaz. Gerçekten hiçbir zaman kafeste karga beslendiği görülmemiştir.
Buradan çıkan bir netîce olarak şunu da söylemek lâzımdır ki, meziyetli insanın hasmı bulunmak, âdeta dünyada menfî bir kâidedir. Velev böyle bir insan, peygamberler gibi yalnızca hayır ve fazîlet tevzii vasfında bulunsa bile… Bu gerçeği ifâde için şâir:
Nâ-ehil olur muârız-ı ehil
Her Ahmed’e bulunur bir Ebû Cehil
demiştir.
Mesnevî: “Ey dünya malı için çırpınan ve dünyaya tapan gâfil!.. Firavun’da olan kötü ahlâk, tamamıyla sende de var! Sen de kibirlisin, sen de kendini beğeniyorsun, sen de mal ve şehvet peşinde koşuyorsun! Fakat senin ejderhan, yâni nefsin, âcizlik, yoksulluk kuyusuna düşmüş, güçsüz kalmış da Firavun gibi saldıramıyor, bir şey yapamıyor!”
“Yazıklar olsun! Bu söylenilen sözlerin hepsi de senin hâllerin, senin kötü huylarındır; tutuyor, sen onları Firavun’un üstüne atıyorsun!”
“Hâlbuki senin kötü hâllerinden, kötü huylarından söz edilse, canın sıkılır, hoşuna gitmez; başkalarından bahsedilse sana masal gibi gelir!..” (c.3, 971-973)
Her insanda “nefsâniyet” ve “ruhâniyet” temâyülleri bir arada bulunur. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını ilhâm edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) buyurmuştur.
Fücûr ve takvâ, insana dâimâ telkin ve fısıltı hâlindedir. Bu yüzden insan şahsiyeti, hayra sevkeden ruhâniyet veya rahmâniyet ile, şerre sevkeden nefsâniyet arasında bir çatışma, yani harb sahası gibidir.
İnsanoğlunun, nefsine mutlak bir sûrette gâlip geldiği takdirde melekten üstün; aksine ona yenilip tam mânâsıyla tâbî olduğu takdirde de hayvandan aşağı (belhüm edall) olduğu kabul edilmiştir. Bu “melekten üstünlük” keyfiyeti, meleğin hayra ve Hakk’a yönelmek husûsunda, önünde “nefs” gibi bir engel bulunmamasına mukâbil, insanoğlunun böyle müthiş bir engeli aşmasından dolayıdır. Bunun mânâsı, her insanda meknûz, müessir bir “Firavun olmak” temâyülü vardır. Lâkin herkesin şartları ve imkânları bir ve aynı olmadığından, kiminde bu temâyül, küçük küçük filizler hâlinde mevcut bulunmasına mukabil; kiminde de imkânların elvermesiyle dehhâmeleşir, yani anormal derecede büyür, gelişir.
Mevlânâ hazretleri bu nükteye işâret ederek tarihteki meşhur Firavun’u tenkid ve târiz oklarına hedef kılanların, kendi nefislerinde de küçük bir Firavun mevcut olduğunu unutmamalarını ister. Zîrâ bu küçücük Firavun, şartları îtibariyle tarihteki meşhur Firavun’un şartlarının mükemmelliğine ulaşamadığı için kendi kabuğunda kalmıştır. Şâyet o da gelişme imkânı bulmuş olsa, zulmü ve benliğiyle müşahhaslaşmış Firavun’dan asla geri kalmazdı.
Bu sûretle Hazret-i Mevlânâ, başkalarını tenkid edenlerin de çoğu kere o tenkitten kendi nefislerinin berî olduğu zannı ile kendini kandırdıklarını ve bu hâlin kibirden neş’et ettiğini işaret etmektedir.
Yine aynı mânâyı te’kid eden başka bir beytinde Mevlânâ hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Kibir, kendini üstün görüş, durmadan mevkî, rütbe, mal ve mülk arar; çünkü külhan, tezekle kızışır.
Bu iki dadı, yani mevkî ile mal; deriyi semirtir, kalınlaştırır; içine yağ, et, kibir ve gurur doldurur.”
Mesnevî: “Kibir yolunda önde giden, yol gösteren İblis’tir; çünkü mevkî tuzağına ilk düşen, avlanan odur.” (c.5, 1950)
“Bu hastalık, iblis hastalığıdır; iblis, benliğe kapılmıştı da «Ben, Âdem’den daha hayırlıyım.» demişti. Aslında bu hastalık, her mahlûkun, her insanın nefsinde vardır.” (c.1, 3216)
“Ey alçak gönüllülük, tevâzû perdesi altında benlik hastalığını gizleyen kişi!.. Birisi denemek kastı ile seni kızdıracak, coşturacak, karıştıracak olursa, içinde pislik bulunan su bulanır da pisliğin rengi meydana çıkar.” (c.1, 3218)
Mahlûkât içinde sadece insanlar ve onlarla birlikte cinler, “nefs” ile mücehhezdirler. Şeytan da Allâh’a âsî olmadan evvel meşhûr bir kanaata göre, “meleklerin hocası” olduğu hâlde, cin soyundan bulunmak îtibariyle nefse mâlikti. Bu yüzden, Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e secde edilmesi husûsundaki emrine melekler tereddüdsüzce uydukları hâlde, şeytan, bir kıyas yaparak ateşten yaratılmış olan kendisinin, topraktan yaratılmış olan Âdem’e fâikiyetini (üstünlüğünü) iddiâ ile ona secde etmekten imtinâ etmiş ve Allâh’a âsî olmuştur. Allâh Teâlâ şeytana:
“–Hanginiz üstün?” diye sormamıştı.
Ondan, secde emrine itaat etmesini istemişti. Şeytan ise, Cenâb-ı Hakk’ın bu emrini görmezden gelerek bir kıyaslamaya gitti. Bizler de Cenâb-ı Hakk’ın açık emirleri karşısında kaçış yolları arar, cüz’î aklımızla bu emir ve yasakları bertaraf etmek için âciz aklın çârelerine başvurursak, şeytanın düştüğü felâket ve hüsrâna dûçâr oluruz. Meselâ, ribâ ile iş görüp, “Ben bununla zengin olup hayır ve hasenât yapmak istiyorum.” diyenler gibi…
Yukarıda zikredildiği üzere, nefs engeline takılarak ilâhî emre muhalefet etme yolunda ilk örnek şeytan olduğundan, bu tarzdaki bütün fiillerin kaynağını teşkil eden tekebbür (kibirlenme) şeytana izâfe edilmiş ve bu bâbdaki ameller, “şeytanın amelleri” olarak kabul edilmiştir. Mevlânâ, kibir sâikıyla Haktan yüz çevirenleri bu sebeple şeytanın etbâı, yani ona tâbî olanlar şeklinde telakkî ve beyân buyurmaktadır. Şeytanın bu ilk ameline paralel düşenler de şeytan gibi merdûd (reddolunmuş) ve makhûr (kahrolunmuş) olmaktan kurtulamazlar.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
KİBİR ŞAŞKINLIĞI
Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden:
“–Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.
Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde:
“–Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?” dedi.
Mahcûp düşen fâre, kekeleyerek şöyle cevap verdi:
“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”
Deve suyun içine girip:
“–Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.
Fâre çaresiz ve mahcûp îtirafına devam etti:
“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”
Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:
“–Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görüş ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez!..
Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!”
Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre:
“–Tevbe ettim, pişman oldum. Allâh için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı.
Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da:
“–Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolüdür. Deve ise sabırlı, tecrübeli, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.
Hazret-i Mevlânâ’nın bu kıssayı nakletmekten murâdı da, ondan nice ibretli düşünce, fikir ve hisseler aksettirmektir. Cümlelerinin her birini bir irfan deryâsı hâlinde söyleyen Hazret-i Pîr, buradan çıkarılması gereken nükteleri de yine kendisi şöyle ifâde buyurur:
“İblis, önceleri melekler arasında büyük tanınmış, kendini üstün görmeye alışmıştı. Bu alışkanlığı yüzünden şımardı ve Allâh’ın emrinin azamet ve haşmetinin farkına varmadı; Âdem -aleyhisselâm-’ı hakîr, aşağı gördü. Böylece aşağıların aşağısı bir âkıbete dûçâr oldu…”
“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksîre hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et!..”
“Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar…”
Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, «benlik» ve «iddiâ»nın girdiği yerde mevkî ve rütbenin putperestliği başlar, orada aslâ rahmet tezâhür etmez. Zîrâ benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseridir.
Benlik ve iddiânın kaynağı ise, insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu mevkîini unutarak elindeki, Allâh’ın ihsan ettiği birtakım emânet imkânlara aldanmak sûretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? Bu hakîkati idrâk edemeyenlere çok yazık! Nitekim Firavun ve Nemrud’un ilâhlık iddiâsına kadar varan kibirleri ve netîcede ilâhî intikâma dûçâr olmaları mâlûmdur.
Onun için Cenâb-ı Hak, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbına, bilhassa büyük zaferlerden sonra dâima tevâzu ve teslîmiyet telkin buyurmuş ve onların nefsânî bir böbürlenme içine girmelerine mânî olmuştur. İslâm’ın var oluş mücâdelesi olan Bedir muzafferiyeti hakkında, mü’minlere, onların ihlâslarına göre önce bin, sonra üç bin, daha sonra beş bin melek gönderdiğini beyân buyurmuş ve:
“…(Rasûlüm!) Attığın zaman Sen atmadın, ancak Allâh attı!..” (el-Enfâl, 17) âyetini inzâl eylemiştir.
Bu yüce ve ilâhî terbiye netîcesinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbe-i kirâmın hâli, bütün ümmete ebedî bir örnek teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethinde, o gün aslında içine girdiği şehirden çok gönülleri fethetmişti. O mübârek beldeye girerken de zafer işaretleriyle değil, şükrân hisleri içinde ve devesi üzerinde secde hâlinde idi.
İşte bütün bu yüce hâller:
“Nefsini bilen Rabbini bilir!..” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) düstûrunu tâlim etmektedir.
Zîrâ kendi hâl ve mevkiini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yâni Yaratıcısını ve O’nun yüce emirlerini idrâk ederek yaşar. Yoksa hikâyede geçen fârenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim kendini bilince devenin gücünü de idrâk etmiştir. Yine bir karınca da, eğer fil ile güreşmeye kalkarsa, bu da onun kendi acziyetinin farkında olmamasından dolayıdır. İşte insan da, eğer Rabbine kulluk etmiyor ve kibir, gurur bataklığında geziniyorsa, o da kendisinden haberdâr değildir, âdeta ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir. Onun için en mühim mesele, kendimizi tanımak ve böylece Rabbimizi tanımaktır…
Kendini tanıyanlar, hiçbir zaman kibre ve gurura düşmez, bilâkis tevâzularını artırır ve mahfiyete bürünürler.
Kendini bilen bir insana misal olarak, Hazret-i Hüseyin’in başından geçen şu olay ne kadar ibretlidir:
Bir gün Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastladı. Fakirler:
“–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye davet ettiler.
Hazret-i Hüseyin, kibirli bir insan olmadığı ve kibirlilerden de hiç hoşlanmadığı için hemen atından inip onlarla beraber yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber Efendimizin güzel torunu:
“–Ben, sizin davetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi davet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” der. Hep beraber hane-i saâdetlerine gidip yemek yerler.
Kendini tanıyanlar, devamlı şükür ve secde hâlinde yaşarlar.
Kendini tanıyanlar, ebedî saâdete hazırlanırlar.
Kendini tanıyanlar, yüce Allâh’a, Rasûlullâh’a ve ehl-i îmâna dost olarak hayatlarını devam ettirir, sonsuzluk kervânına dâhil olurlar.
Kendi yaratılış hikmetinden habersiz olanlar ise, bütün bu güzelliklerden mahrûmdur. Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:
“Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar…”
Böylelerini Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle îkâz buyurur:
“Ey gâfil insan! Madem ki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakîkat yolunda da büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hazret-i Yûsuf gibi bir mânâ padişahı olasın.”
“Madem ki Hakk’ta fânî olup Hakk’ın lisânı olamadın; bâri kulak kesil! Bir şey söyleyeceksen bile suâl tarzında söyle de, sözün bir şeyler öğrenmeye yarasın! Padişahlar padişahıyla, hiçbir şeyi olmayan fakir ve muhtaçlar gibi konuş!”
“Kibrin ve kinin başlangıcı, her türlü nefsânî arzulardan, bilhassa Kârûn gibi bir zenginliğe ve dünyevî isteklere karşı duyulan aşırı sevgidendir. Bu aşırı arzuların gönle yerleşip kalması, kök salması da âdet ve alışkanlıktandır.”
“Kötü huy alışkanlıkla kuvvetlenince, seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın, kin bağlarsın. Puta tapanlar bile alışkanlıkla puta tapmayı huy edindiklerinden, putun etrafında toplanırlar; onları yollarından alıkoyanlara düşman kesilirler…”
Bu kibir hâli ise, nefret edilecek olmasının yanı sıra, bir o kadar da acınacak bir perişanlıktır. Nitekim, merhametin pek çok şûbesi vardır. Bunlardan biri de, zayıfa, fakire ve garîbe acımaktan ziyâde; gururlu ve kibirliye acımaktır. Çünkü bir bakıma mağrur; sefih vicdânına uymak, nefsinin esîri olmak ve gönlünü perişan etmekle kulluk haysiyetini ziyân eylemiş ve iblisin arkadaşı olmuş bir zavallıdır. Büyük Anadolu velilerinden Yûnus Emre bu konuda şöyle der:
Gönül pasın yudunısa
Kibr ü kini kodunısa
İkrar bütün olmayınca
Erden nazar olmayısar
Rabbimiz, bizleri kibir ve gurur şaşkınlık ve şımarıklıklarından muhâfaza buyursun! Nefsimizi tanıyarak Hakk’a kulluk ve ibâdet dolu bir hayat yaşayan sâlihlerden eylesin!..
Âmîn!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Kalbdeki Çıban KİBİR ve UCUB
Cenâb-ı Hak, dünyâ hayâtını bir imtihan âlemi olarak yaratmış, bu yüzden insanoğlunu hayra da şerre de temâyül edebilecek bir kâbiliyet ile techîz etmiştir. Dolayısıyla her bir kulun iç dünyâsı, hak ile bâtıl ve hayır ile şer temâyülleri arasında bir mücâdele sahasıdır. Cenâb-ı Hak, kullarının bu mücâdeleden gâlip çıkarak cennete nâil olabilmeleri için onlara başta peygamberler olmak üzere hidâyet rehberleri lutfetmiştir.
Bu ilâhî yardıma rağmen, insanların pek çoğu gafleti bertaraf edemedikleri için yaratılışlarındaki nefsânî arzuları azgınlaştıracak bir yol tutarlar. Böyle kimselerde görülen en çirkin iki vasıf da; “kibir ve ucub”dur.
Kibir, kendinden başkasını hor ve hakir görmek; ucub ise, kendini beğenmek ve şahsını başkalarından üstün bilmektir. Kibir ile ucub, birbirinden ayrılmayan iki çirkin vasıftır. Bu illetlerin netîcesi, dünyâda huzursuzluk, âhirette ise ilâhî azap tecellîleridir. Bu iğrenç huylar, kişinin kalbi ile güzel ahlâk arasına çekilen birer mânevî âfet perdesidir.
Kibir ve ucub sâhibi kişi, herkesi küçük görme illetine müptelâ olduğu için “gayz, kin, yalan, iftirâ ve öfke” gibi her türlü nefsânî kötülüğü sînesinde barındırır ve netîcede rûhuna zehir saçar. Diğer yandan bunların zıddı olan “tevâzû, merhamet, samimiyet, doğruluk, kanaat” gibi ne kadar insanî güzellikler varsa, onlara da menfîliklerdeki şiddeti nispetinde vedâ eder. Çünkü cennete girmeye mânî olan bu cehennemî vasıflar, ahlâkî kıymetler ile bir arada barınamaz.
Ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:
Birgün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Kim o?” diye sordular.
“–Benim!” diye cevap verdim.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Benim, benim!” diye tekrar etti. Gâliba bu cevâbımdan hoşlanmamıştı.” (Buhârî, İsti’zân, 17)[SUP]8[/SUP]
Ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hadîs-i şerîfteki nükteleri gönül lisânıyla şöyle şerh eder:
“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içerden:
«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.
Kapıyı çalan:
«–Benim.» deyince, dostu:
«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nîmetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.» dedi.
Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, iki yüzlülükten onu ne kurtarabilir? O zavallı adam kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık, ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, binbir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içerden:
«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.
Adam:
«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.
Dostu:
«–Mâdem ki, şimdi “sen”, “ben”sin. Ey “ben” olan, “ben”den ibâret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır; bu evde, iki “ben”i alacak yer yoktur. İğneden geçirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yâni ucu çatallaşırsa iğneden geçmez. Mâdem ki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!» dedi.” (c.1, 3056-3064)
Demek ki seven, sevdiğinin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme yönünde belli bir kıvâma gelmeden, gerçek bir dost olamaz. Bu sebepledir ki artık, o olgunluğa erişen kapıdaki adam, içeriden gelen:
“–Kim o?” suâline:
“–Bir ben ki, baştan başa sen!” ifâdesiyle karşılık vererek, dostuyla hemhâl oluşun makbûl olan seviyesini elde ettiğini bildirmiş olmaktadır.
Hazret-i Mevlânâ şöyle devam eder:
“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın!
Nefsini alçak gören kişiye, ne mutlu. Kendini üstün gören kimsenin de vay hâline! Şunu iyi bil ki, bu kibir ve ucub, yâni kendini üstün görme hâli kahredici bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabın sarhoşu oldukları için kendilerinde varlık hissederler.
Bahtsızın biri bu zehirli iksirden içerse neşe ile bir an başını sallar. Sallar amma biraz sonra da insanlığa vedâ eder, rezil olur.
Ey aklı başında kişi! Şunu iyi bil ki; kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de mümkün değildir.
Ey doğruluktan sapmış kişi! Büyüklük taslamak, kibre, gurura ve ucba kapılmak, odunun üzerine ateş koymak gibidir. Böyle bir ateş üzerine sen nasıl gidiyor da kendini ateşe atıyorsun?
Dikkatle bak da gör; yerle bir olan gölgeler, hiç oklara hedef olabilir mi?
Yerden başını kaldırıp varlık gösteren, böbürlenen kişi ise, oklara hedef olur. Çâresiz, oklar onu delik deşik ve perişan eder durur.”
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme! Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez! Yürüyüşünde tabiî ol! Sesini alçalt!..” (Lokmân, 18-19)
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (el-İsrâ, 37)
Birgün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân olan hiçbir kimse, cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)
Ebedî saâdet için kalbdeki îmânın ne büyük bir cevher olduğunu, buna mukâbil insanın rûhunu zehirleyen kibrin de, ne kadar vahim bir âhiret felâketi olduğunu vurgulayan bu nebevî beyân üzerine ashâbdan biri:
“–Yâ Rasûlallâh! İnsan elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdi:
“–Şüphesiz ki Allâh güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nîmetleri kendinden bilerek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)
Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, katı kalpli, kaba, cimri kimselerle birlikte kurularak yürüyen kibirli insanların da cehennem ehlinden olduğunu belirtmiş[SUP]9[/SUP]
ve:
“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allâh merhamet nazarıyla bakmaz.” (Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur.
Kibir ve ucbun ne ağır bir cürüm olduğunu tebârüz ettiren diğer hadis-i şerîflerde de şöyle buyrulmuştur:
“Vaktiyle kendini beğenmiş bir adam, güzel elbisesini giymiş, saçını taramış, çalım satarak yürüyordu. Allâh Teâlâ, onu yerin dibine geçiriverdi. O şahıs kıyamete kadar debelenerek yerin dibini boylamaya devam edecektir.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Libâs, 49-50)
“Cennet ile cehennem münâkaşa ettiler.
Cehennem:
«–Bende zorbalar ve kibirliler var.» dedi.
Cennet:
«–Bende zayıflar ve yoksullar var.» dedi.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ onların çekişmesini şöyle hâlletti:
«–Ey cennet! Sen Benim rahmetimsin, dilediğime seninle merhamet ederim. Ey cehennem! Sen de Benim azâbımsın. Dilediğime seninle azâb ederim. Ben, her ikinizi de dolduracağım.»” (Müslim, Cennet, 34)
“Bir kimse, kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zâlimlere verilen cezâ ona da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61)
Kibir ve ucub târihi, İblis’ten başlayarak Nemrudlar, Firavunlar, Kârûnlar ve Ebû Cehiller gibi nice ahmakların âleme ibret olan âkıbetlerini sergilemektedir. Bu zavallılar silsilesi, sayıya gelmeyecek kadar uzundur.
Kur’ân-ı Kerîm’de, kibrin ilk temsilcisi olarak iblis gösterilmektedir. O, “Âdem’e secde et!” emri karşısında büyüklük taslamış, netîcede bu kibri onu küfre sürüklemiştir. (el-Bakara, 34) Allâh Teâlâ, iblisin bu davranışına karşı:
“…Böbürlendin mi, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?” (es-Sâd, 75) buyurmak sûretiyle de, onun secde etmeyişinin gerçek yücelikle bir alâkasının bulunmadığını ve sadece büyüklük kuruntusundan kaynaklandığını beyân etmiştir.
Demek ki “ben” iddiâsı, mânevî yolun bir nevî kanseridir. İblis, meleklerin hocası iken, benliği yüzünden ebedî hüsrâna dûçâr olmuştur.
Nemrud da, Hazret-i İbrâhîm’in “tevhid dâvâsı” karşısında kibre kapılarak:
–“Ben, İbrâhîm’in söylediği semâların Rabbine harp îlân ediyorum.” dedi. Böylece büyüklük taslayıp etrafındakilere böbürlenmek sûretiyle, kudret ve azametini değil, bilâkis hamâkat ile alçaldığı seviyesini ortaya koydu.
Ebû Cehil ve emsâlleri de Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nübüvvetini vicdânen kabul ettikleri hâlde, nefsâniyetleri sebebiyle inkâr etmişlerdi. Zîrâ îmân ederek, o zamanlar ekseriyeti zayıf ve kölelerden oluşan mü’minlerin safında yer almayı gururlarına yediremedikleri için budalaca bir inada sürüklenmişler ve:
“…Bu Kur’ân, iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (ez-Zuhruf, 31) diyecek kadar kibir ve ucbun gayyâlarına düşmüşlerdi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saâdet rehberliğini ve getirdiği istikbâl haberlerini teşekkürlerle, minnetlerle karşılayacakları yerde, -ne hazindir ki- kibir ve gururları yüzünden çok çetin bir inatla, yüz kızartıcı menfîliklerle, alay, hakaret ve iz’âçlarla karşılamışlardır.
Firavun da, vezîri Hâmân’a:
“–Bana tuğla pişirip yüksek bir kule yap ki, şu Mûsâ’nın Rabbini araştırayım.” diyecek kadar ahmaklaşmıştır.
Bu ahmaklar silsilesinin yakın tarihimizdeki temsilcilerinden, Rus astronot Gagarin’in:
“–Ben, gökyüzünde Allâh’a rastlamadım.” demesi de aynı ahmaklığın tekerrüründen başka bir şey değildir.
Gönüllerin îmân güzellikleri ve ahlâkî fazîletlerle tezyîn edilebilmesi, ancak “kibir ve ucub”dan temizlenmesiyle mümkündür. Geldiği yeri düşünmeden, gideceği yeri hesâba katmadan, kendisine türlü nîmet ve imkânlar bahşeden Allâh Teâlâ’nın emirlerine muhâlefet ile kibre saplanmak, ne hazin bir gaflet ve ne korkunç bir âhiret sefâletidir. Mütekebbir Kisrâları kırıp yerin dibine geçiren, zâlim Kayserleri helâk fırtınalarıyla savuran, Firavunlara azap denizinin ortasında çâresizlik ve acziyetin en fecîsini tattıran kibir ve ucbun, bu nevî hazin akıbetlerini hatırdan çıkarmamak îcâb eder.
Dünyâ ve âhiret hayâtına bu derecede zarar veren kibir ve ucub da, diğer menfî temâyüller gibi -mutlak sûrette değilse de- kontrol altına alınarak bertaraf edilebilir. Yeter ki, Allâh’ın emir ve nehiylerine lâyıkıyla gönül verilebilsin. Zîrâ İslâm, yalnız kibir ve ucbu değil, benzer bütün menfîlikleri bertaraf etmek, müsbet temâyülleri de, geliştirmek husûsundaki reçetelerin en mükemmellerine sâhiptir. Bunların hayata tatbiki için de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in numûne-i imtisâl hâl ve tavırları, çok zengin bir fiilî kıstaslar deryâsı teşkîl eder. Yâni Allâh’ın râzı olacağı bir hayat yaşayabilmek için, ilâhî emirleri doğru öğrenmek, bunları tatbik husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i elden geldiğince taklîde çalışmak, ayrıca bütün güç ve imkânları Allâh’ın rızâsını kazanmaya yönlendirmek şarttır. Bu, işin zâhirî kısmıdır. Bir de mânevî veche vardır. O da, güzel ahlâk sâhibi olmak husûsunda, Cenâb-ı Hakk’a dâimî bir duâ ve ilticâ hâlinde bulunarak haramlardan korunmaya çalışmaktır. Zîrâ, haram gıdâ ve gâfilâne davranışlar, negatif enerji vermek sûretiyle idrâki matlaştırır.
Ayrıca, rûhunu tasfiye ederek mânen yücelmiş kimselerle berâber olmaya da dikkat edilmelidir ki, onların rûhâniyetinden istifâde edilebilsin. Bütün bu mânevî ölçülere riâyet edildiği takdirde bertaraf edilemeyecek bir menfîlik yoktur. Sâlih ve sâdık kimselerle berâber olmak tedbîri de, fevkalâde ehemmiyetlidir. Zîrâ hâller sârîdir. Kişiye, muhabbet duyduğu kimsenin kaderinden müsbet veyâ menfî bir pay isâbet eder. Bu yüzden kişi, ünsiyette bulunduğu insanlara dikkat etmek mecbûriyetindedir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır. Çünkü sâdıklarla berâberlik, onların hâlleriyle hâllenmek istikâmetinde bir rûhî alışveriş imkânı sağlar.
Diğer taraftan, insanda fıtrî bir sermâye olarak bulunan kibir duygusu, iki ağızlı bir bıçak gibi hayra da şerre de kullanılmaya müsâittir. Bu yüzden makbûl olan; bu temâyülü mutlak bir sûrette yok etmek değil, onu kontrol altına alıp hayra istikâmetlendirmektir.
Zîrâ fıtrî bir sermâye olan kibir temâyülünü kullanmanın câiz, hattâ gerekli olduğu durumlar da vardır. Nitekim bunlardan biri olmak üzere; “Kibirliye karşı kibir, sadakadır.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, s. 366/5299) buyrulmuştur.
Yine İslâm’a karşı mütecâviz bir durumda olan inançsızlara ve fâsıklara karşı İslâm’ın izzet ve haysiyetini muhâfaza etmek için yapılan tekebbür de makbûl sayılmıştır. Zîrâ böyle durumlarda bu fıtrî sermâye yerinde, haklı ve müsbet bir sûrette kullanılmış olur ki, o zaman “vakar” adını alır.
Vakar da, tevâzû gibi ahlâk-ı hamîdedendir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, râzı olduğu kullarının vasıflarını bildirdiği âyet-i kerîmede:
(O sâlih kullar), yalan yere şâhitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkân, 72) buyurmaktadır.
Nasıl ki, tevâzûun gerekli olduğu durumlarda kibir göstermek, çirkin ve iğrenç ise, vakar vasfındaki tekebbürün câiz ve hattâ gerekli olduğu durumlarda tevâzû göstermek de zillettir.
Yâni yaratılıştaki bütün istîdatları lâyık olduğu ölçüde tutmak ve onları İslâm’ın çizdiği hudutlar çerçevesinde kullanmak lâzımdır. Hayâtı numarasız gözlükler gibi tavır yeknesaklığı içinde yaşamak, İslâm nazarında ne makbul sayılan, ne de arzu edilen bir durumdur. Zîrâ yeri geldiğinde zehir bile şifâ olur.
Velhâsıl, ebedî saâdet için, hayatı, sonsuz ilim sâhibi olan Hak Teâlâ’nın emirleri istikâmetinde yaşamak ve bu emirlerin -tâbir câizse- mantığını kavrama husûsunda büyük bir hassâsiyet göstermek şarttır.
Cenâb-ı Hak, ilâhî intikam ve kahrını celbeden iğrenç vasıflardan lâyıkı vechile sakınabilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, İslâm’ın izzet ve vakarını taşıyan; ilâhî kudret ve azameti karşısında ise, “hiçliğini” idrâk edip haddini bilen, yersiz övünmelerden sakınan ve:
“O Rahmân’ın (has) kulları ki, yeryüzünde mütevâzî olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmesinden lâyıkıyla hissedâr olan kullarından eylesin!
Âmîn!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) GAFLETTEN KURTULUŞ
Mesnevî:
“Kâinatta her şey O’nun sevgisinin esiri olduğu için köpeğin sızlanması bile Hakk’ın cezbesi, yâni O’nun çekişi iledir. Çünkü herhangi bir şeye rağbet edenin, ona yönelenin karşısında, bir yol vurucu, bir engel vardır. Yâni, köpeğin vazifesi evi korumak, sürüyü beklemektir. Köpeğe bu vazifeleri engel olmasaydı, köpekler de Hakk’ın cezbesi ile dağlara düşerler, birer Mecnûn-ı İlâhî olurlardı.”
“Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi ki, o cezbe sâyesinde leş yemekten kurtuldu da, pâdişahlar pâdişahının sofrası başına oturdu.”
“O köpek, Ashab-ı Kehf’in dostluğunu seçtiği, onlarla beraber bulunmanın zevkine vardığı için, mağaranın kapısı önünde kıyâmete kadar çanaksız çömleksiz, rahmet suyunu içip merhamet yemeğini yer durur.”
“Köpek postuna bürünmüş, yâni görünüşte hor ve hakir, adı sanı olmayan nice kişiler vardır ki, perde arkasında, Ashab-ı Kehf’in köpeğine verilen sevgi kadehinden içer dururlar.”
“Oğlum, o kadehi elde etmek için can ver! Nefisle savaşa girişmeden, başına gelen belalara sabretmeden, hiç üstünlük elde edilebilir mi?”
“Bu sevgi kadehinden içmek için; sabretmek, sıkıntılar çekmek, pek dayanılmaz bir mihnet ve meşakkat de sayılmaz. Sen de sabret ve sıkıntılara katlan ki, sabır; ferah ve neşenin anahtarıdır.”
“Dünya pususundan, yâni bedene ait arzu ve isteklere sabretmeden, acılara katlanmadan ve ihtiyatla hareket etmeden hiç kimse kurtulamadı. Çünkü sabır, ihtiyatın eli ayağı gibidir.” (c.3, 207-213)
Peygamber Efendimiz, “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165) buyurmuşlardır. Muhabbet ve onun netîcesi olan beraberlik, beraber olunanla hemhâl olmayı icab ettirir. Çünkü “hâl sârîdir” ve onun akım vâsıtası “muhabbet”tir.
Eskiler, “Kalpten kalbe yol vardır.” demişlerdir. Bu yol, kalpten kalbe hâl akışını sağlayan muhabbet kanalıyladır. Bu bakımdan kötülere muhabbet edenler, onların hâlleriyle hâllendikleri gibi Allâh’ın sevgili kullarına muhabbet edenler de o sevgili kulların hâlleriyle hâllenirler. Bunu anlamak için, Ashâb-ı Kehf kıssasına dikkatle bakmak gereklidir. Onların köpekleri Kıtmîr, sırf o sâlih kullarla beraberlik sâyesinde yücelmiş ve hayvanlar arasında cennete girecek bir varlık hâline gelmiştir.[SUP]10[/SUP] Allâh’ın sâlih kullarıyla beraber olmak, bir köpeği bile cennetlik kılabildiğine nazaran, insanların böyle bir beraberlikten ne azametli bir fâide elde edebileceklerini düşünmek gerektir.
Sâdî Şirazî -kuddîse sirruh-, Kehf sûresindeki Ashab-ı Kehf kıssasını misal göstererek:
“–Bir kelp, sâlihlere bekçilik ettiği için sâdıklaştı ve Kur’ânî bir ifâde kazandı. Hazret-i Nuh -aleyhisselâm- ve Hazret-i Lût -aleyhisselâm-’ın hanımları ise fâsıklarla beraber oldukları için küfre düşüp cehennem yolcusu oldular.” demektedir.
Gerçekten muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstahakkına yöneltebilmek, sahibini âbâd ederken, aksine muhabbeti lâyık olmayana, husûmeti de müstahak bulunmayana yöneltmek, bunu yapanı bu yönelişlerdeki şiddet nisbetinde bedbaht kılar.
Bu hakîkat göz önünde tutulduğunda, mânevî terakkî için Allâh’ın sâlih kullarıyla berâber olup onların tesir dâiresi içinde yaşamanın lüzûm ve ehemmiyeti net bir şekilde ortaya çıkar. Ancak bu takdîrde de istifâde, muhâtaba duyulan muhabbet nisbetinde gerçekleşir. Yoksa, kuru kuruya bir berâberlik -az çok bir fâide sağlasa da- istenen netîceyi hâsıl etmez.
Ashâb-ı Kirâmın, mâzileri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclisindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede, vaktiyle üstü kapalı olan eşsiz fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle yıldız şahsiyetler inkişâf etti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar katı kalpli, hak ve hukûk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde, fakat bu defâ, gözü gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas bir insan hüviyeti teşekkül etti.
Dünya hayatı, bütün varlıkları oyalayıp meşgul etme husûsunda bir nevî afyon gibidir. Yani Allâh’tan alıkoyucudur. Esâsen:
“–Dünya nedir?” suâline büyükler:
“–Allâh’tan alıkoyan herşey!” cevabını vermişlerdir. Dünyâ hayatı ise her varlık için bir me’muriyettir. Bu me’mûriyetin nihâî gâyesi âhireti kazanmaktır. Peygamber Efendimiz’den bu nükteye işaret eden “Dünyâ, âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 412) beyânı rivâyet olunmuştur. Yani insanoğlu, bu dünyada ne ekerse âhirette onu biçer.
Dünyânın oyalayıp gaflete sevketmek husûsundaki şu vasfını, dinin hassas terâzisinde dengelemek lâzımdır. Gafletin zıddı teyakkuzdur. Onu mutlak bir sûrette gerçekleştirme hâlinde dünya hayatını idâme ettirmek mümkün olmaz. O takdirde denge bozulmuş ve beşerî davranışlar, akıl ve mantık çerçevesinin dışına taşmış demektir.
Hazret-i Mevlânâ’nın yukarıdaki beyitlerinde ifâde ettiği üzere gaflet; idrâk ve ihâtası kısır, mükellefiyeti basit olan bir köpekte bile mutlak mânâsıyla zâil olsa o aşk-ı ilâhîyle dağlara düşer, me’mûr bulunduğu bekçilik vazifesini yapamaz. O böyle olursa insanın mutlak teyakkuzu hâlinde nasıl bir duruma geleceğini hesab etmek lâzımdır.
Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri bir şiirinde insanı gafletten teyakkuza şöyle davet eder:
Uyanıgör gafletten
Geç bu fânî lezzetten
İç kevser-i vahdetten
Tevhîde gel, tevhîde
O hâlde gafletten kurtuluş için kalbi tasfiye, nefsi tezkiye edip gönlü mâsivâdan boşaltmak ve kâinattaki kudret, hikmet ve zarâfet tezâhürlerini değişik manzaralar hâlinde gönülde seyredebilmek, zarûrîdir. Mârifet ehli der ki:
“Ey mârifet yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyânı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; hatadaki ısrârı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe mesâfe alamazsın!..”
Mesnevî:
“Zavallı insan! Kendini gereği gibi bilemedi, tanıyamadı. Çok ötelerden, yücelerden, ezel âleminden geldi; bu noksanlar âlemine, bu kirli dünyaya düştü.”
“İnsan kendisini ucuza sattı. O, çok değerli atlas bir kumaş gibi idi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı.” (c.3, 1000-1001)
Hadîs-i şerifte “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Bu beyân, insanın kendini tanıması ve değerini takdir husûsundaki güçlüğün ifâdesidir.
Gerçekten insanın, halifetullah olmak itibâriyle hâiz bulunduğu değer, lâyıkıyla takdir edilebilse süflî davranışlara iltifattaki çirkinlik kolayca kavranır ve onlardan içtinab etmenin lüzûm ve ehemmiyeti anlaşılır. Lâkin çoğu kimse menşeindeki ulviyet ve mükemmelliği kavrayamadığından, kendisine yakışıp yakışmadığını tartıp ölçemeyerek, süflî işlere tevessülden kendini koruyamaz. Bu sûretle aşağıların aşağısına (belhüm edall’e) doğru sürüklenir.
Mesnevî:
“Mûsâ, asâya döndü de dedi ki: “Ne şaşılacak şeydir? Peygamberliğimiz, bizim için güneş kadar açık ve parlak; düşmanlar içinse gece kadar karanlık…”
“Acaba Firavun’un ordusu bu âlemin, kuşluk vaktinin güneşi ile doluluğunu nasıl olur da göremiyor?”
“Gözleri açık, kulakları açık ve bu parlak zekâları ile beraber hakîkati görüp işitmiyorlar! Allâh’ın gözleri bağlamaktaki gücüne, kudretine hayranım!”
“Ben, onların gafletine şaşıyorum; onlar da benim peygamberliğime, Hakk’a dâvet edişime şaşıyorlar. Onlar, bir baharın yetiştirdiği dikenlerdir; ben ise, o baharın çimeniyim, yaseminiyim!” (c.3, 1107-1110)
Kendi benliğindeki ulviyeti ve me’mûriyetinin istikâmetini lâyıkıyla takdir edemeyerek, kendi dünyalarını mart dumanına uğramış bir zemin gibi karartanlar, tepelerinde güneş bulunsa bile onun ziyâlarını göremezler. Çünkü araya gafletten teşekkül etmiş bir karanlık perde girmiştir. Mûsâ -aleyhisselâm- ve emsali peygamberler, nûrâniyet îtibariyle güneş gibi oldukları hâlde, onların hakîkatine nüfûz edememek; gâfillerin, tâbî oldukları nefis engeli sebebiyle kendi dünyalarını karanlığa gömmelerinin tabiî bir netîcesidir. Onlar yorganı kafalarına çekerek, gündüzü gece telakkî, ilân ve iddia eden bir gâfil gibidirler. Gerçeğin, onlara göre değişmeyeceği hakîkatinden habersizdirler. Bu hâli, Allâh’ın takdirinden bilen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselam-, o yüce varlığın idraklere bir perde çekişindeki dirâyetini hayranlıkla takdir etmektedir.
Lâkin o neye kâdir değildir ki!.. Bir et parçası olan göze, görme; aynı şekilde kalbe hissetme, beyne düşünme gibi hârika bir dirâyet bahşetmesi; aynı zamanda bunun zıddı olarak bu uzuvları mutlak bir körlüğe ve sağırlığa mahkûm etmesi de havsalaya sığmaz bir kudret tezâhürüdür.
Hür ve kuvvetli olan, ham nefsânî arzularını bertaraf edendir. Nefsinin şerrine, yani azabına, hıncına ve hırsına mağlup olan kişi ise, başkalarına esiri olan şahıslardan daha beterdir…
Bağdad yakınlarında Peygamber Efendimizin göz nûru Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’ı şehid eden hain bedbaht:
“–Bugün ben dünyanın en şerefli insanını öldürdüm!” diyerek nefsinin esaret ve paçavralığını sergilemiştir.
Daha sonraki asırlarda, geçtiği her yerde kan ve göz yaşı bırakarak ilerleyen, o devrin başkenti Bağdad’da katliâm yaparak dörtyüz bin müslümanı ve aynı zamanda göz nûruyla yazılmış bütün şaheser ve nadide el yazmalarını Dicle’ye gömen Hülâgu, tarihin kaydettiği en bedbaht zavallılardandır. O aslında bir hükümdar değil, nefsinin âciz bir esiridir.
Diğer taraftan yine Bağdad’da kesif tecellîler altında kalarak sahip olduğu mahrem bir sırrı ifşâ eden, bu yüzden de insanların akıl kıstası ile hâlini ölçmesine sebep olan Hallâc-ı Mansur, taşlanırken, kendisini taşlayanlar için:
“–Ya Rabbi, benden evvel beni taşlayanları affet!” diyordu. O, bu sözleriyle nefsî problemlerini aşmış, kendisini nefsinin esaretinden kurtarmış ve vicdan huzuru içinde ruhunun zaferine ulaşmış bir insanı temsil ediyordu.
Mesnevî:
“Ey gâfil kişi! Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da; «Hakk’ın verdiği rızıktan yiyin!» diye buyurduğu rızkı, sen hikmet sanmadın da ekmek sandın.”
“Allâh’ın verdiği rızk; kişinin mertebesine, anlayış ve seziş kabiliyetine göre, hikmet ve ma’rifettir. O, yiyenin sonunda boğazında durmaz, onu öldürmez.”
“Bu bedene ait olan ağzı kaparsan, sende mânevî ve rûhânî bir ağız açılır da, o ağızla ilâhî sırlar ve ma’rifetler lokmalarını yersin.” (c.3, 3745-3747)
Rızk, herkesin zannettiği gibi sadece yenen içilen şeyler değildir. Bunlar, bir miktar ile tahdid edilmiştir. Yani kendisine takdir edileni, yeyip tüketmeden, rızkını tamamlamadan hiçbir insan vefât etmez. Hâlbuki, ilâhî takdirle olan diğer şeyler de aynı durumdadır. Mesela bir göz, fânî âleme ait manzaraları ne kadar seyredebilecektir, bir kulak ne kadar ses ve söz duyacaktır. Bir beyin, televizyon ekranındaki altyazı gibi sessizce ne fikirler üretecek ve bir kalp, aynı şekilde ne gibi hislere ma’kes olacaktır… Bunların hepsi ilm-i ilâhîde mâlumdur ve binnetîce mahduddur. Aynen rızk gibi, onlar da icrâ edilip tükenmedikçe ölüm gelmez.
Bu demektir ki, sâir nasipler de aynen rızk gibi mahdud ve muayyendir. Bu tahdid ve muayyeniyet, ilâhî takdir iledir. Bu bakımdan şu vasfı; sadece yenilen, içilen şeylere mahsus sanmak bir görüş noksanlığıdır. Yine Hazret-i Mevlânâ:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan, odur.”
“Bedenine, yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”
Mesnevî:
“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”
“Şafak vaktinde, güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”
“İnsan da aynı bu mâcerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, zevâle mahkûmdur.”
“Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak hâline gelir ve halka rezîl olur!”
“Eğer gümüş tenli güzeller seni avladıysa, ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen o bedene bak!”
“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların akıbetini orada gör!” (c.4, 1596-1601)
Bu âlem, Allâhu Teâlâ’nın sıfat tecellîlerinin terkibi ile vücûda gelmiştir. Allâh’tan gayri her varlığın var olması, bu sıfat tecellîlerinin terkipleriyledir. Dünyamızda zât tecellîsi yoktur. Zîrâ Cenâb-ı Hak, öyle bir tecellîye dayanabilecek bir mekân yaratmamıştır.
Diğer taraftan sıfat tecellîleri terkibiyle var olan varlıklar, “bekâ” sıfât-ı ilâhiyyesinden mahrumdurlar. Bu sebeple hiçbir varlıkta “bekâ”,
yani ölümsüzlük ve daimîlik imkân ve gücü yoktur. Bunun netîcesi ise, bütün varlıkların fânîlik, eskime ve yok olmaya mahkûm olmasıdır. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifâde edilmiştir:
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır.” (er-Rahmân, 26)
Fânî olan varlıkların vasıfları da fânîdir. Bu keyfiyetin bir netîcesi olarak da hepsi ebedî bir değişime ve yaşlanmaya mahkûmdur. Hiçbiri, hiçbir hâl üzere bâkî olamaz. Ancak fânîliğin seyri, her varlıkta başka bir sür’at ve mâhiyette gerçekleşir. Bundan dolayı “her hâl gelip geçicidir.” hükmü bilinen bir gerçektir.
Bu demektir ki, zıdlar üzerine kurulmuş âlemimiz, ne güzellik, ne çirkinlik; ne hayır, ne şer; ne varlık ile yokluk; ne kemal ve ne de zevâl üzre bâkî olamaz. Ebedî bir değişim, bütün mahlûkât için mutlak bir kaderdir. Mevlânâ hazretleri, yukarıdaki beyitlerinde bu gerçeği terennüm etmekte ve bir insanın çocukluktan ihtiyarlığa doğru seyri ve bir gıdanın geçirdiği değişimi zikir ve ifâde buyurmaktadır.
Gâfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, delikanlılıkta şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü çırpınış ve nedâmetten ibârettir. Zikri dudağına ve kalbine almayan, merhametten nasîpsiz, muzdaribin derdini duymak ve hissetmek istemeyen, bedbaht ve mütekebbirlerin kaçtığı ölüm, kendisini her ân pusuda beklemektedir. Âhıretsiz bir dünyâ refâhı elde etmek için dünyâ süslerine aldananların, fânî lezzetlerde son gününe kadar yorulanların hâli, ne hazîn bir tükeniştir!..
Dünyâ bir imtihan ve ibtilâlar mekânıdır. İlk nazarda râyihası, hoş ve tatlı gelir. Nefse tazelik ve canlılık verir. Lâkin bir tuzaktır ki, nefs engelini aşamayanların girdabıdır.
Mesnevî:
“Ey insan, dünyâdan birbirine zıd iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almaya istîdâtlı?..”
“O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların hâli, diğeri ise aldananların hâlidir.” (c.4, 1622-1623)
“Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!..”
“Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adetâ kör ve sağır olur.” (c.4, 1626)
“Ey sâlik; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binânın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..” (c.4, 1628)
Hazret-i Mevlânâ, bu âlemin zıtlık üzerine kâim olduğunu, yukarıdaki beyitlerinde çeşitli misaller zikrederek anlatmaktadır. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hak’ın “câmiu’l-ezdâd”, yani zıt sıfatlara sahip bulunmasıdır. Yukarıda izah edildiği üzere, sıfat tecellîleriyle var olan âlemimizde de bu zıtlık asıldır. Bertaraf edilemez. Esâsen insan beyni, zıddı olmayan şeyi kavrayamaz. O sûretle şartlandırılmıştır. İnsan ve kâinât, cemâlî ve celâlî tecellilerin ma’kesi ve zıtlığın sergisi hâlindedir. Zîrâ İslâm nazarında mes’ul olan şahsın idrâki, ancak zıddı kavrayabildiği kadardır.
Zıtlık (kontras) ne kadar net ise, idrak de o kadar berraktır. Siyah bir tahtanın üzerine biri beyaz, diğeri gri, iki iplik konsa; zeminle tezatı tam olan beyaz daha net görülür. Karda yürüyen beyaz tavşanı ise en keskin gözler bile görmeyebilir.
İslâm da tesis ettiği sistemin ve getirdiği dünya görüşünün izâhını yaparken bu realiteyi dikkate alır. İzahlarını zıtlar üzerine bina eder. Hayır-şer, cennet-cehennem, hayat-ölüm gibi…
Bu zıtlar arasında, hem insan şahsiyetinde ve hem de kâinâtta bir galebe ve aynı zamanda birbirini bertaraf etme mücâdelesi mevcuttur. İnsanın iç dünyasındaki fücur ve takva mücadelesi gibi… Bu mücâdelelerde birinin diğerini yok etmesi muhâldir. Çünkü birbirine zıd olan her şey, aslı kâinâtın Hâlıkı’nda olan bir sıfatın âlemimize in’ikâsıdır. Allâh’ın sıfatları da ebedî olduğundan bu zıtlık, kıyâmete kadar devam edecektir. İnsana yakışan, kendi şahsında da hâricî âlemde de hak ile hayrın, bâtıl ve şerre galebesini temin etmeye çalışmaktır. Bunun için hak ve hayra kulak vermek, şer ve bâtıldan yüz çevirmek lâzımdır. Bunu yapanlar saâdete ererler ki, dinin gâyesi de insan denilen her ferdi, bu zafere ulaştırmaktır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Nefsini (maddî ve mânevî kirlerden) temizleyen kurtuluşa erdi. Onu günahlarla örten ise helâk oldu.” (eş-Şems, 9-10) buyrulmaktadır.
Mesnevî:
“Mala mülke fazla sarılma ki, vakti gelince kolayca bırakabilesin! Hem kolayca verip gidesin, hem de sevab kazanasın! Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki, evvel de O’dur, âhir de O’dur. O’nu bulmak istiyorsan, gönül gemini batıracak ne kadar nefsânî sıkletler varsa içinden çıkarıp at ki, murâdına nâil olasın.” (c.3, 128-129)
Kalbe kök salmak meyli îtibariyle dünyâ nîmetlerinden en istidâtlı olanı, “mal” ve “evlâd”dır. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de bu iki nimeti “fitne” tavsifiyle zikretmiş bulunmaktadır.
Allâh Teâlâ’nın insanoğluna lutfettiği mal ve evlâd gibi her türlü imkân aslında birer emânettir. Bütün nîmetler O’ndandır ve O’na âittir. Bu yüzden, ârif gönüllerin Hakk’a karşı duyguları dâimâ:
“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen!..
Ne verdinse odur dahî nemiz var!..”
beytinin ifâde ettiği istikâmette olmuştur. Bu sebeple Allâh dostları, bir kul olarak Hak katındaki hiçliklerini idrâk hâlinde olup, nâil oldukları nîmetleri, o nîmetlerin gerçek sâhibi olan Allâh’tan esirgemek gafletinden son derece kaçınmışlardır.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin gelecekte uğrayacağı fitne hakkında şöyle buyurur:
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizî, Zühd, 26)
Malı yanlış yere sarfeden veya hak sahiplerine haklarını vermeyecek derecede onu biriktiren kimseler, Allâh’ın vermiş olduğu nîmetleri zâyi etmiş olurlar. Cenâb-ı Hak, böyle bir gaflete düşenlerin fecî âkıbetini âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurur:
“…Altın ve gümüşü yığıp da, onları Allâh yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
Şeyh Sâdî’nin, dünyâ metâına aşırı düşkünlükle cimrilikte bulunanlara yaptığı şu îkaz ne kadar ibretlidir:
“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar ve kurur. Bağışlamaya ve akıtmaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu deryâ eder.”
Dolayısıyla asıl mârifet, cömertlik ve diğergâmlıkla gönlü deryâ hâline getirip Hakk’ın lutfettiği nîmetleri ve dünyâ ticâretini âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sâhibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allâh rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir.
Ashâb-ı kirâm, dünyâ hayatını âhiret saâdetine sermâye kılmak için fakirlikten korkmaksızın bir infâk seferberliğine girmişlerdi. Bizler de âhiretimizi tefekkür ederek, onların bu yüce fazîletinden nasîb alabilme heyecânı içinde olmalıyız.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kimin endişesi âhiret olursa, Allâh, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin endişesi de dünyâ olursa Allâh fakirliği onun gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyâdan kendisine ancak takdîr edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Sıfâtü’l-Kıyâme, 30)
Hazret-i Mevlânâ, mala âid muhabbetin kalpte kökleşmesiyle Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşmanın tehlikesine işâret etmektedir.
Doğru olan, her nimete “emanet” mantığı ve duygusuyla sahip olmaktır. Böyle olursa, ondan ayrılık tahammül edilmez bir ezâya sebep olmaz.
Kalp, tecelligâh-ı ilâhîdir. Oraya “mal” veya “evlâd sevgisi”ni sokmaksa, bu iki şeyi put hâline getirmek istikâmetinde bir yanlıştır. Bu, gerçek îmâna zıd bir davranış olduğu gibi aynı zamanda dünyayı âhiret kazanmak için bir vâsıta hükmünden çıkarıp gâye hâline getirmektir ki, bu hâlin netîcesi dünyada esâret, âhirette ise hüsrandır. Yani, iki cihan bedbahtlığıdır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre)KALBDEKİ GÜZELLİKLERİ YOK EDEN HASED
Mesnevî: “Ey hasedçi! Aklını başına al da, sen de bir olgunluk, bir kemâl, bir yücelik elde et!.. Böylece başkalarının olgunluğunu kıskanmayarak; kendini gam ve kederin pençesinden kurtar!”
“Allâh’tan, hasedden kurtulmayı, hasedi gidermesini niyâz et de, Allâh; seni bu bedenden, yâni hasedçilik huyundan kurtarsın!”
“Sana içten içe bir oyalanma, bir gönül meşgûliyeti versin de, bundan sonra dışarıdaki insanlarla uğraşmaktan ve herkesin ayıbını görmekten seni çekip kurtarsın!” (c.4, 2680-2682)
İlâhî güzellikler manzûmesi hâlinde dünyaya gelen insan, nefsinde gizlenen fısk u fücûr (şer temâyüller) ve takvâ temâyülleri ile başbaşa bırakılmıştır. Yani, insanoğlunun iç dünyası hayır ve şer temâyülleri arasında bir çatışma ve çarpışma meydanı hâlindedir. İç dünyamızdaki bu harp meydanında, en güç bertaraf edilecek olan menfî temâyülün en şerlisi “hased”dir. Kökü çok derinlerde olan bu menfî temâyülü söküp atmak güç olduğu gibi, o bir defa kök salıp yerleşince de insanı dâimî bir huzursuzluğa mahkûm eder. Hâlbuki dinin gâyesi, beşer hayatını, önce dünya, sonra da ukbâ îtibariyle huzurla doldurmaktır. Huzurun en büyük düşmanı ise “kıskanma” ve onun netîcesi olan “hased”dir.
Kişideki hased duygusu, menfaatleri üzerinde toplamak için başkalarını yaşatmamak hırsındandır. Böyle hastalıklarla dolu kendi iç dünyasından habersiz olan kimse, ruh âfetlerinin en fecîsine dûçâr olmuştur. Samimiyetsiz insan, samimi olmadığını bilseydi belki kurtulurdu. Fakat o, kendi iç âleminden şaşırtılmıştır. Ona pusu kuran gerçek düşman, kendi içindeki ham nefsidir.
Hasedin nefislerdeki menfî tezâhürleri çok çeşitlidir. Hased, ferdin fıtratındaki selîm temâyülleri felç eder, mantığı da zaafa uğratır. Rivâyet olunur ki, Hazret-i Mûsâ, Tûr-i Sînâ’ya çıkarken, dağdan sırtında odun taşıyarak geçimini sağlayan bir ihtiyarla karşılaşmış. O zât, Hazret-i Mûsâ’ya:
“–Falan komşumun eşeği var. Odunları onunla taşıyor. Bense bu ihtiyar hâlimle sırtımda taşıyorum. Ne olur, Cenâb-ı Hakk’a benim için niyaz etsen, bana da bir merkeb ihsan etse bu çileli hayattan kurtulsam!” diye yalvarmış. Hazret-i Mûsâ, ihtiyarın “Komşunun eşeği var.” diyerek söze başlamasından dolayı bir hased ve kıskançlık kokusu almış ve Tur dağından dönüşte adamın talebini şöyle cevaplandırmış:
“–Cenâb-ı Hak, sana bir merkeb ihsan edecek. Fakat komşuna bir merkeb daha verecek!..”
Bu sözü duyan ihtiyar:
“–Hayır, istemem!.. Bana da vermesin; ona da…”
Hasedin ne kadar huzur bozucu ve köklü bir menfî temâyül olduğunu gösteren bu hikâyenin emsâlleri pek çoktur.
Hasedin barınıp geliştiği zemin “egoistlik: bencillik”tir. Daha doğru bir tabirle hodgâmlaşmadır. Hâlbuki dinin asıl gayesi, insanı benliğinden arındırmak ve diğergâmlaştırmaktır. Bunu temin etmek için, îmânın kemâl noktasına doğru yükseltilmesi gâyesiyle emredilmiş olan ibâdetlere, dikkat ve hassasiyetle yönelmek lâzımdır. Bilindiği üzere îmânın, insanoğlunda ilk meyvesi “merhamet” ve bütün varlıklara “muhabbet”le yönelmektir. İnsanoğlu, sevdiğine sevdiği ölçüde ikramda bulunmak meylini kazandığı gibi sevdiklerinin nâiliyetlerinden de haz almaya başlar. İşte bu haz ne kadar yüksekse, insanoğlundaki fıtrî temâyül, o derecede zaafa uğrar ve ortadan kalkar.
Muhabbet ve merhametin varlık sebebi, îmânda kemâle doğru yükselmektir. Kâmil îmân sahipleri gitgide genişleyerek bütün mahlûkâtı şümûlüne alan bir merhamet duygusuna sahip olurlar ki, böyle bir insanda kin, hased ve kıskançlık gibi temâyüller dumûra uğrayıp yok olmaya mahkûm olur. Bu demektir ki, hased, bir mü’minde îmânın lâyık olan kıvama yükselememiş bulunduğunun göstergesidir.
Diğer bir ifâdeyle “hased”, kendisine takdir olunan ilâhî taksime râzı olmamaktır. Mâlumdur ki, ilk cinayet Kaabil’in Hâbil’e olan hasedi netîcesinde işlenmiştir.
Öyleyse başkalarının saâdet ve nâiliyetlerinden, kendi saâdet ve nâiliyetimiz gibi haz alıp onlarla mesrûr olup olamadığımıza dikkat ederek kendimizi ölçmeliyiz. Yoksa îmân prensiplerini, sadece dil ile “ikrar” yeterli olmayıp onların kalpte kökleşmesine çalışmak gerektir. Bu gayretin istenilen seviyeye ulaşıp ulaşmadığını, hased belâsından ne kadar kurtulabildiğimize bakarak anlayabiliriz.
Kötü ahlâkın en tehlikelilerinden olan hırs ve hasedin yegâne tedâvîsi, ancak kanaatin huzurlu rûhâniyetine bürünmekle mümkündür. Çünkü kâinâtın gönle verdiği ilâhî hazîneler, ne biter, ne de tükenir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir.” (Deylemî, Müsned, III, 236 Hadis no: 4699) buyurmaktadır. Dolayısıyla zenginliğin gerçek ölçüsü, kanaattir.
Mesnevî: “Hak yolunda yürürken, hased gelir çatar da gırtlağına yapışırsa, bil ki, bu hasedde şeytanın azgınlığı var.” (c.1, 783)
“Şeytan, Hazret-i Âdem’e hased ettiği için, ona secde etmeğe utandı. Hasedden ötürü, kendini saâdetten mahrûm kıldı.”
“Hak yolunda hasedden daha zor, daha tehlikeli bir geçit yoktur. Gönlüne hasedi sokmayan kişi, ne mutlu kişidir.”
“Şunu iyi bil ki; bu beden, hased evidir. Ev halkı, bedene âit bütün duygular, idrâk, işitme, görme, takdîr etme duyguları, hased yüzünden kirlenir, pis bir hâle gelirler.”
“Beden, hased evidir, ama, Allâh, kâmil insanların bedenlerini tertemiz etmiş, arındırmıştır.”
“«Evimi temizleyin!» (el-Bakara, 125) âyet-i kerîmesi, vücud ve rûh temizliğini emreder. Gerçi, vücud topraktan yaratılmıştır. Fakat, hakîkatte vücud bir nûr hazinesidir.”
“İçinde hased bulaşığı olmayan kimseye hased edersen, hile yaparsan, hased yüzünden gönlüne karartılar çöker, lekelenir.” (c.1, 430-435)
Hazret-i Mevlânâ, yukarıdaki beyitlerine “Hak yolunda yürürken…” ibâresiyle başlamak sûretiyle hasedin, mü’minde de bulunabileceğine işaret etmektedir. Bu demektir ki, îmân sahibi olmak, “İnandım!” demekle hased bertaraf edilemez.
Hased, ilk defa şeytanda görülmüştür. Mâlum olduğu üzere, şeytanın Hazret-i Âdem’e secde etmek husûsundaki emr-i ilâhîyi dinlemesine mâni olup onu ilk isyana götüren, “benlik”ti. Ateşten yaratılan kendisini; topraktan yaratılmış olan Âdem’e nazaran daha üstün görmüş ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a âsî olmuştur. Şeytan, cin soyundan olduğu için insanlar gibi “benlik”le mücehhezdir. Bu demektir ki, her insanda şeytânî bir veche vardır. Bununsa en dehşetli tezâhürü, kıskançlık ve haseddir.
Beden, -Cenâb-ı Hakk’ın da tavsîfi vechile- bir ev gibidir. Bu evin temizliği ise hasedden arındırılmasıyla mümkündür. İçinde hased barınan bir ev, zehirli gaz atılmış bir mekâna benzer. Orada her zerre varlık, bu zehirli gazdan bir nasib alır. Bu demektir ki, yüreğinde hased taşıyan bir kişi, bütün güzel amellerine hasedle zehir saçar ve bunlar kemâl vasfını kaybeder. O hâlde memur bulunduğumuz beşerî arınma ve temizlenmede seviye elde edebilmek için hasedden kurtulmak şarttır. Bu ise diğergâmlaşma sürecini tamamlamakla mümkündür. Diğergâmlaşmanın zemin ve vâsıtası ise muhabbettir. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi sevgi ile teveccüh edilen her varlıktaki nâiliyetler, bizi kendi nâiliyetlerimiz kadar memnun eder. O hâlde işin başı, muhabbeti şümûllendirmektir. Bu ise, îmânın şekil ve sûretten sıyrılarak, ruh ve öze intikaliyle mümkündür. Ruh incelip zarifleştikçe, dünyaya ait bütün hasedler ortadan kalkar, îmânın lezzeti bütün lezzet ve neşelerin zirvesi hâlini alır. Ruh, hasedden kurtulup seviye kazanmaya başlayınca, malın kalplerdeki telakkîsi de değişir. Şöyle ki:
Şeriatte “Senin malın senin, benimki ise benim.” iken,
Tarikatte “Senin malın senin, benimki de senin.” olur.
Hakikatte ise “Ne seninki senin, ne de benimki benim, hepsi Allâh’ındır!” telakkîsine ulaşılır.
Mesnevî: “Hazret-i Mûsâ, Firavun’ın sarayında rahatça yaşadığı hâlde, Firavun boş yere çocukları öldürüyordu.”
“Firavun, hislerine uyarak tenini besleyen en büyük düşman (olan kendi) nefsini kuvvetlendirdiği hâlde; «Dışarıda bir kimsenin bana düşmanlığı vardır. Bana hased ediyor.» diye vehme kapılan bir kişiye benziyordu.”
“«Bu adam benim düşmanımdır, bana hased etmektedir.» der. Hâlbuki, kendisine asıl hased eden, asıl düşman olan, o beslediği bedendir. Yani nefsidir.
“O benlik, o nefis sahibi olan kişi Firavun’a, bedeni de Mûsâ’ya benzer. Firavun; «Düşman nerede?» diye dışarılarda dolaşır durur. Dışarılarda düşman arar.”
“Duygularının esiri olan kişinin nefsi, beden evinde nazla çeşitli nimetlerle beslenmektedir. Hâlbuki, kendisi başkalarına, kendi dışında bulunan kimselere kin güderek elini ısırmaktadır.” (c.2, 771-775)
Yukarıdaki beyitlerde ifâde edildiği üzere, insanoğlunun asıl düşmanı nefsi olduğu hâlde bunu kavrayamayanlar, Firavun gibi düşmanlarını hâriçte aramaya koyulurlar. Hâlbuki dışarıda bir düşman mevcut olsa bile bunun bir kimseye yapabileceği kötülük mahdud olduğu hâlde, nefsin azgınlığından mâruz kalınan felaketler, hâriçteki düşmanın yapabilecekleriyle mukâyese edilemeyecek kadar büyüktür. Mevlânâ, bu hakikati müşahhaslaştırarak şöyle ifâde eder:
“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”
Bu husûsta Edebali -kuddise sirruh- hazretlerinin, Osman Gazi’ye olan nasihatlerinin bir kısmı şöyledir:
“–Ey Oğul! En büyük zafer, nefsini tanımandır. Düşman, insanın kendisi, yani ham nefsidir. Dost ise, nefsini tanıyan; yani nefsini terbiye etmiş, nefsinin menfî temayüllerini tanımış ve onu bertaraf etme yolunda olan kişidir.”
İnsanın, içindeki nefsi düşman bilmek husûsunda berrak bir görüş ve kavrayış sahibi olabilmesi çok güçtür. Hatta ham nefs, râm olunduğu ölçüde dost zannedilir. Hâriçteki düşmanı tanımak ve onun düşmanlığına karşı tedbir almak, nefsin düşmanlığını anlamaktan çok daha kolaydır. Çünkü nefs, benliğimize dâhil olduğundan onun kötülüklerini bile yakınlık sebebiyle müsâmaha ile karşılarız. Bu keyfiyet, tıpkı şuna benzer: Bir insan, kendi evlâdında gördüğü kötü bir hâli, aynı kötü hâli müşâhede ettiği komşu çocuğuna nazaran daha hafif kabul eder. Bunun sebebi, kendi çocuğuna duyduğu yakınlık hissidir. Kendi nefsimiz de başkalarının nefislerine karşı aynı durumdadır.
İşte nefisle mücâdelenin bir güçlüğü de bu husûstur. Çünkü o, benliğimizin bir parçasıdır. Bu vasfıyla onu benimseyip kabullenmek, fıtrî bir temâyüldür. Fıtratın zıddına yürümek ise, en güç bir ameldir. Hâriçteki düşman, kolayca tedbir alınıp mukabele edilebilecek ve korunulabilecek bir varlık olduğu hâlde, nefse karşı böyle bir keyfiyet mevzu-bahis değildir. O, menfî ve müsbet temâyüllerin fıtrattaki dengesi ve beraberliği sebebiyle mücâdele edilebilecek, karşı konulabilecek en azılı bir düşmandır. Bu düşmanın mağlûbiyetine ise, ancak ve ancak hased his ve temâyülünün yok edilmesiyle hükmedilebilir.
Sırr-ı Sakatî -kuddise sirruh-, dersinde talebelerine; “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87) hadîsini îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve:
“–Üstadım! Sizin mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” der.
Sırr-ı Sakatî sevinç içinde “Elhamdülillâh!..” der.
Otuz sene sonra bir dostuna:
“–Ben o vakit, «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim!..” der.
Bu misal de gösteriyor ki, velâyete kadar yükselmiş insanda bile bu hisler, hâlâ barınabilmekte ve fırsat bulduğunda sahibinin en küçük bir gafletinden istifâde ile ortaya çıkabilmektedir. Sırf bu misal bile nefisle uğraşmanın ve ondaki en menfî temâyül olan hasedi yok etmenin güçlüğünü göstermektedir.
Mesnevî: “Şeytan da aşağılıktan utandığı, yani Hazret-i Âdem’e secde etmenin ve onu üstün görmenin kendisini küçük düşüreceğini sandığı için, alçaldı; yüzlerce kötülüğe düştü.”
“O, topraktan yaratılan Âdem’in ilâhî halife olmasına hased ederek, ona secde etmedi de, böylece kendisini yüceltmek istedi. Fakat yücelik nerede kaldı? Gözlerinden kanlı yaşlar boşaldı.”
“Ebû Cehil de asil, fakat yetim ve servetsiz bulunan Hazret-i Muhammed’in, Allâh’ın elçisi olmasına hased etti de, hasedi yüzünden, kendisini aziz Peygamberimizden üstün tutmaya kalkıştı.” (c.2, 806-808)
Hased ve bunun netîcesi olarak hased edilende kusur arama, kendi nefsini ondan üstün görme ve bu sûretle o üstünlüğü ortaya koyma husûsunda bir zan ve vehmin eseridir. Hâlbuki hakîkatte böyle bir düşünüş ve davranış, sahibini muhâtabları nezdinde yüceltmediği gibi, Allâh katında da rütbe tenziline sebep olur. Bunun da en büyük misâli, şeytanın, Hazret-i Âdem’e secde etmekten ictinab etme tavrıdır.
Bir diğer gerçek de şudur ki, Allâh Teâlâ nimetlerini bütün mahlûkâtına eşit bir sûrette tevzî buyurmamıştır. Bilhassa toplumda bu yöndeki farklılık, içtimâî hayatı mümkün kılan bir esastır. İlâhî nimetlerden çok veya az bir nasibe nâil olmaktan daha ehemmiyetli olan husus bir kimsenin üzerinde gerçekleşen nîmetler kadar mes’ûliyet ve ilâhî hesaba tâbî tutulması keyfiyetidir. Bu ölçü dâhilinde bakıldığında bütün mahlûkât -mes’ûliyet nokta-i nazarından- eşit demektir. Çok nimete nâil olanın mükellefiyeti çok, buna mukabil, az nimete nâil olanın mes’ûliyeti de az ve binnetîce hesâbı kolay demektir. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“Nihâyet o gün verdiğimiz nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)
Hased, ilâhî nimetlerin bu sûretle tevzîine bir itiraz mânâsını taşır ki, bu da Allâh’a karşı en büyük küstahlıktır. Bu küstahlıktan da öte, ilâhî nimetlerin eşit bir sûrette tevzî edilmemiş bulunmasındaki hikmeti kavramamaktır. Hâlbuki bir misal olmak üzere akıl nimeti, bütün insanlara eşit bir sûrette verilmiş olsaydı, cemiyet hayatındaki sıradan ve basit işleri, mesela bir sokak çöpçülüğünü yapmaya râzı olacak kimse bulunamazdı. Şu mantığı, bütün varlıklara şümullendirmeyi düşünürsek görürüz ki, şu nîmetlerin farklı sûrette yaratılışı dünya hayatını mümkün kılan en esaslı bir müessirdir. Bu ilâhî taksimin maksadını Kur’ân-ı Kerim şöyle izah eder:
“…Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık!..” (ez-Zuhrûf, 32)
Binâenaleyh hased, Allâh’ın tasarrufundaki hikmeti kavrayamamak ve onun âmil ve fâil olduğu bir işte küstahça itirazda bulunmaktan ibarettir. Bu ise, insanın üstün yaratılışına zıd en menfî bir tavırdır. Şu hâlde böyle hatalı bir his ve davranış, yani hased ve kıskançlık, tek başına küfürden sonra, insanı Allâh katında alçaltmaya medâr olan en menfî tavırdır.
Mesnevî: “Yûsuflar, çirkinlerin hasedlerinden, kıskançlıklarından gizlenirler. Güzeller de düşman şerrinden âdeta ateş içinde yaşarlar.”
“Yusûflar, kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyu içindedirler. Çünkü o kardeşler hased yüzünden Yûsuf’u kurtlara verirler.” (c.2, 1405-1406)
(…)

“Çok yumuşak huylu olan Yâkup -aleyhisselâm-, bu hased kurdundan ötürü Yûsuf’un üstüne titrerdi.”
“Zâhirî, gözle görülen kurt, Yûsuf’un etrafında dönüp dolaşmadı, fakat kardeşlerinin hasedi, yaptıkları kötülükler ve vicdansızlıklarla kurtları da geçti.”
“Bu hased kurdu, Yûsuf’u parçaladı da; «Biz, onu elbiselerimizin yanına bırakmış gitmiştik. Onu kurt kapmış.» diye kardeşleri için babalarından tatlı sözlerle özür dilediler.”
“Yüz binlerce kurtta bu hile, bu düzen yoktur. Bu hased kurdu, sonunda rüsvâ olacaktır.” (c.2, 1408-1411)
Hazret-i Yûsuf hakkındaki Kur’ânî kıssadan çıkarabileceğimiz en mühim netîcelerden biri de hased edenlerin hased edilen karşısında, bilâhare utanılacak bir mevkiye düşerek hatalarının îtirafına müncer olmasıdır.
Gerçekten bu kıssada kardeşler, sonunda hasedin fecâatini yaşıyarak:
“Dediler ki: Allâh’a andolsun, hakîkaten Allâh seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz.” (Yûsuf, 91) îtirafına mecbûr kalmışlardır. Bu demektir ki, hased eden, hased edilene bir zarar veremediği gibi kendisinin alçalmasına ve bazen de dönüp dolaşıp bir nedâmete mecbûr kalmasına sebep olmaktadır.
Bu kıssadan yola çıkarak varacağımız bir husûs da hasedin tedâvî şeklidir ki, Hazret-i Yûsuf, hasedden mânen helâk olmanın eşiğine gelmiş kardeşlerine acıdı. Kıtlık zamanında onların müşkil durumda kalmaması için kendilerine devamlı ihsan ve ikramda bulundu. Kardeşleri de hasedlerinden utanarak:
“–Sen Yûsuf’sun!” dediler. Yusuf -aleyhisselâm-, onların mahcûbiyetlerini izâle ederek onları kendisine daha çok bend etti ve:
(Yûsuf) Dedi ki: «Bugün size kınama yok, Allâh sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.»” (Yûsuf, 92) Böylece onları mânen içten içe kemiren “hased” hastalığını kalplerinden tamamen silip attı.
Mesnevî: “Âlemde muradına ermiş, mânâ güneşine hased eden kişiye sen acı, şefkat göster, onu bağışla!”
“Bir adam, gözlerden güneşin ışığını gizleyebilir mi? Onun her günkü tazeliğini pörsüdüp, soldurabilir mi?”
“Yahut onun hadsiz, hesapsız nûrunu eksiltmeye ve bulunduğu yüksek mevkîden onu düşürmeye gücü yeter mi?”
“Mânevî büyüklere hased ederek, onları küçültmek isteyenlerin hasedi, kendileri için ebedî, sonsuz bir ölüm olmaz mı? Bu yüzdendir ki; «Her hased edenin hasedi, onun yaptığı iyilikleri, ibâdeti yakar.» denmiştir.” (c.5, 11-14)
İnsan hayatını alçaltıp yükseltmede en temel müessirlerden biri de husûmet ve muhabbeti doğru hedeflere tevcih edebilmektir. Bir Allâh dostuna muhabbetle yönelmek, hayatı ulvîleştirirken; aksine böyle birisine husûmet ve hased duymak, dehşetli bir sûrette âdîleşip alçalmaya müncer olur. Böyle bir hased, sıradan bir kimseye hasedden çok daha büyük zararlı netîceler doğurur. Zîrâ Allâh’a sevgili olan bir kula karşı duyulan hased, Rabbin daha büyük ölçüde bir gadabını doğurur. Bu mevzûda, yine Mevlânâ hazretleri şöyle buyurur:
“Allâh’ın makbûlü olan kullara, gönüllerin beğendiği ruhlara hased ettiği, onları kıskandığı için şeytanları gökyüzünden baş aşağı atarlar!”
Hasedin bile diğer bütün günahlar gibi muhâtabına göre derecelendiğini kabul etmek gerektir. Bu derecede yakışıksız bir hasedin pençesine aldığı insana acımak lâzımdır. Çünkü o, kendi eliyle kendisini olabildiğince alçalttığı hâlde, bu durumun farkında bile değildir. Lâkin bir günahkâra, “kendini sürüklendiği günahtan koruyamadı” diye acımak ve bu hissi, öfke ve gadaba gâlib getirmek bir olgunluk ve diğergâmlıkta zirve ifâdesi taşır ki, bu herkesin harcı değildir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Kalbdeki Güzellikleri Yok Eden HASED
Cenâb-ı Hak, insanı “ahsen-i takvîm”, yâni en güzel bir yaratılış ile halketmiş, onu “kulluk” ile mükellef kılmıştır. Bu kulluk vazîfesini gerçekleştirebileceği vasıfları da lûtfetmiştir. Fakat dünyâ hayatındaki “imtihan” sırrından dolayı, insana bu rahmânî vasıflarla birlikte, kulluk vazîfesine mânî olacak nefsânî temâyüller de vermiştir. Bu ilâhî imtihanda muvaffak olmak isteyen bir kul, nefsânî menfîlikleri, tıpkı buza gömülen bir yılan gibi hareketsizliğe mahkûm ederek, bütün hâl ve davranışlarına rahmânî temâyülleri gâlip kılmak mecbûriyetindedir.
İnsanın dünyâ imtihanında bertaraf etmesi gereken en mel’un menfîliklerden biri de, kalbdeki bütün güzellikleri yakıp yok eden “hased” hastalığıdır.
Hased, ilâhî taksîm netîcesinde, başkalarına lutfedilen nîmetlere kalben îtirazdır. Kalblerde, nîmet sahiplerine karşı duyulan kıskançlıklar, hased hastalığının başladığını, hattâ ilerlediğini belirten ilk alâmetlerdendir ve aynı zamanda kadere isyândır.
Hasedi, bir binâya benzetecek olursak onun en mühim yapı malzemeleri fesad ve nifaktır. Temelinde ise bencillik, baş olma sevdâsı, menfaat, ihtiraslar, kendini gösterme arzusu, kibir ve ucub gibi kaba ahlâksızlıklar yatar.
Hasedin kökleri, insanın iç âleminin derinliklerinde gizli olduğundan bazı nefsine esîr olmuş kişiler, -hasedin içinde yüzdükleri hâlde- kendilerinde hased olmadığını sanırlar; uçurumların anaforunda dolandıklarının farkında bile değillerdir.
Kişide, hased illetinin mevcûdiyetini gösteren ilk alâmet, hased ettiği kimseden nîmetin zevâlini arzu etmek, nîmetin zevâlini gördüğünde ise kalb rahatlığı ve sevinç duyarak bir bayram havası içinde yaşamaktır.
Hasedci, hased ettiği kimseye karşı, kin, hâinlik, intikam, hîle, ayıplama ve kötüleme gibi aşağılık hisler içinde çırpınır durur. Fânî ömrünü hülyâlar ve kuruntular içinde ziyân eder. Etrâfına zehir saçar.
Hazret-i Mevlânâ, insanın iç âlemindeki bu iğrenç ve helâk edici vasfı, müşahhas bir misâl ile şöyle hikâye eder:
Bir padişah, iki köle satın almıştı. Onların hâlet-i rûhiyelerini anlayabilmek için ilk önce birinci köle ile sohbete başladı. Padişahın sorularına, köle, öyle cevaplar veriyordu ki, başkaları bu cevapları ancak uzun uzun düşündükten sonra verebilirdi. Padişah bu hizmetkârı anlayışlı, zeki ve tatlı dilli görünce memnûn oldu. Diğer köleyi de yanına çağırdı.
İkinci köle, padişahın huzuruna geldi. Kölenin rahatsızlıktan ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Padişah, bu kölenin zâhirî durumundan pek hoşlanmadıysa da yine de onun hakkında bilmediği hâl ve vasıfları öğrenmek ve onun sırlarına vâkıf olmak için kendisiyle sohbete başladı:
“–Bu kılıkla, bu rahatsız ağızla uzakta dur, fakat pek de uzağa gitme. Önce ağzının derdine bir şifâ bulalım; sen sevimli bir kişisin, biz de hünerli bir hekîmiz. Seni hor görmek ve gözden düşürmek bize yakışmaz. Şöyle otur, bir-iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayayım.” dedi.
Padişah, daha önce konuştuğu ilk köleye dönerek:
“–Hadi! Sen de hamama git, bir güzelce yıkan.” dedi.
Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci köleye hitâben, onu denemek için:
“–Senden önce sohbet ettiğim arkadaşın, senin hakkında kötü şeyler söyledi. Görüyorum ki, sen onun söylediği gibi değilsin. O hasedci, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın senin hakkında «O hırsızdır, doğru adam değildir, kötülerle düşer kalkar, iffetsizdir.» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?”
İkinci köle bu sözler üzerine padişaha:
“–İyi düşünen, doğru söyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. Bilakis onun sözleri sebebiyle, kendimde böyle kusurların olabileceğini düşünüp hâlimi ıslâha çalışırım. Padişahım! Belki de o, bende bir çok ayıplar görmüştür ki, ben o ayıpların farkında bile değilim.” diye cevap verdi.
Padişah köleye:
“–O senin kusurlarını anlattığı gibi, şimdi sen de onun kusurlarını anlat.” deyince, köle, padişaha şunları söyledi:
“–Padişahım! O benim gerçekten hoş bir arkadaşım olmakla beraber kusurlarını söylememe benim gönül dünyam mânîdir. Onun için, ancak ben şunları söyleyebilirim ki; Onun kusûru, bence kusur değil, fazîlettir. O, sevgi, vefâ ve insanlık numûnesidir. Onun hâli; doğruluktur, zekâdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; cömertliktir, düşkünlere yardımda bulunuştur. O öyle cömerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, fakat kendi nefsine karşı kötüdür.”
Padişah, bu cevap karşısında köleye:
“–Arkadaşını methetmede pek ileri gitme, onu överken de kendini övmeye kalkışma. Çünkü, ben onu imtihana çekerim de, sonra sen utanırsın.” dedi.
Köle bunun üzerine:
“–Hayır! Onu övmekte ileri gitmedim. O dostumun bütün huyları, söylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi söyledim. Fakat, ey kerem sâhibi padişahım! Söylediklerime inanmıyorsan, ben ne yapayım? İç dünyam, benim böyle söylememi îcâb ettiriyor.” dedi.
Öbür köle hamamdan dönünce, padişah onu huzûruna çağırttı. Ona:
“–Sıhhatler olsun; eksilmeyen nîmetlere erişesin. Fakat, arkadaşının söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu? O zaman güzel yüzünü gören sevinir, neşelenirdi. Seni görmek, bütün dünya mülküne değerdi.” dedi.
Köle dedi ki:
“–Padişahım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazcığını lütfen söyle!..”
Padişah:
“–O, önce senin iki yüzlülüğünü anlattı. Senin görünüşte devâ, hakîkatte belâ olduğundan bahsetti.”
Arkadaşının kendi hakkındaki kötü sözlerini padişahtan dinleyen kölenin, öfke denizi kabardı, ağzı köpürdü, yüzü kızardı. Köle arkadaşını çekiştirme dalgası sınırı aştı. Dedi ki:
“–O önceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, pek çok zaman pislik yerdi.”
Arkadaşını çekiştirmek için, köle böyle çan çan ötmeye ve iç âlemindeki çirkinlikleri saklayamayıp ortaya dökmeye başladı. Bunun üzerine padişah; “Artık yetişir!” diyerek, elini onun ağzına götürdü ve ona hitâben şöyle dedi:
“–Bu imtihan sayesinde, ikinizin arasındaki farkı görmüş oldum. Onun, sadece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor. Fakat senin ise rûhun kokmuş! Ey rûhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edeb, insanlık ve konuşmayı öğren! Onun fazîletinden ibret al. Hasedi terk et. Sen bu hased ile, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yüzebilir, ne de yürüyebilirsin.”
Görüldüğü üzere davranışlar, kişinin iç dünyasını ve şahsiyetini yansıtan bir ayna hükmündedir. Bir menfaat avcılığı veya hased sebebiyle kişinin sürüklendiği menfî davranışlar, bir kalb grafiği gibi onun gönül âlemini sergiler.
Mevlânâ Hazretleri, bu kıssadan lâyıkıyla hisse alabilmemizi arzulayarak şu nasihatlerde bulunur:
“İnsanın asıl hüviyeti, dilinin altında gizlidir. Şu dil, insanın iç âleminin sergisidir.
Bir rüzgâr perdeyi kaldırınca, evin içerisi görünür. Yâni, tanımadığımız bir kimse, durum îcâbı bir iki söz söyleyince, rûhunu örtmüş olan perde açılır da, onun iç yüzü, gönül âlemi âşikar olur ve onun nasıl bir şahsiyet ve karakter sâhibi olduğu sergilenir. O gönül âlemi inci ile mi, yoksa buğdayla mı dolu? Orası, gönle ferahlık bahşeden bir gülistan mı, yoksa sadece bir enkaz mezbeleliği mi? Orası bir mücevher hazînesi mi, yoksa yılan ve akrep yuvası mı, meydana çıkar.”
“Ey bu dünyaya râm olan, iç dünyasını ziyân eden gâfil! Bilmiyor musun ki, ölüm gününde bu duyguların hiç birisini düşünemezsin. O anda hasedlikten vazgeçsen bile bir işe yaramaz. Mezarda bu gözlere toprak dolar. Ancak sen, temiz bir rûha sahip isen, gönlün sana yoldaş olur. Onun için kendine bir bak! Mezarını aydınlatacak rûhanî bir nûrun, feyiz taşan bir gönül gözün var mı? Sen, sana emanet edilen cevheri, yâni o ölümsüz rûhun cevherini elde etmeye çalış. Onun için fazîlet sahibi olmaya gayret edip ihtiras ve hasedden uzakta dur. Yine çokça hayır-hasenâtta ve amel-i sâlihlerde bulun ki, o güzelliklerle Hakk’ın huzuruna varasın.”
“Şunu iyi bil ki; gösterişli, güzel, iyi bir yüz, kötü huyla bir araya gelirse bir değer ifâde etmez. Yâni kötü bir iç dünya, yapmacık hareketlerle saklanamaz. O sîret, o sûretin bir maske olduğunu ortaya koyar.
Bir kimsenin sûretine değil sîretine, yâni gönül âlemine nazar et. Zîrâ, bir kimseyi zirveleştiren, ancak onun güzel huyu ve yüksek ahlâkıdır.
Bilmiş ol ki, bu görülen maddî şekil, yâni beden yapısı, fânîlik deryasında kaybolacak, güzelliği yok olup gidecektir. Fakat, mânâ âlemi ebedî kalır; ölümsüzdür. O, rûhunu terbiye etmiş fazîletli kişinin fânî cesedi, toprak olduktan sonra da, o güzel hayatının hatıraları ile gönüllerde hayâtiyeti devam eder. Onlar mâzî de olmazlar.”
“Ey insan, hasedinden dolayı başkalarına isnâd ettiğin huylar, aslında senin kendi kötü huyunun aksetmesidir. O sensin, kendi aynanda gördüklerini karşısındakine izâfe ediyor, sen kendini anlatıyor ve yaralıyorsun; lânet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.”
Hakîkaten hased, hased edilenden çok hased edene zarar veren mânevî bir hastalıktır. Hattâ bu zarar, kişinin dînine taalluk edecek derecede fecî bir âkıbetle netîcelenebilir. Nitekim ilk zamanlar, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra Tevrat’ı en iyi okuyan ve sâlih bir mü’min olan Kârun, âhir ömründe hasedi sebebiyle îmânını dahî kaybederek bu felâketin bâriz bir misâli olmuştur. Zîrâ o sâhib olduğu servet ve saltanata mağrûr olup şımararak, Hazret-i Mûsâ’nın mevkîine duyduğu hased netîcesinde ilâhî intikâma dûçâr oldu. O, güvendiği, sığındığı, dayandığı saray ve hazîneleriyle birlikte yerin dibine geçti. Ebedî âlemin fukarâsından oldu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hased musîbet ve illetinin netîcesini bir hadîs-i şerîflerinde şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti: Bu, hased ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum. O dîni kazıyıcıdır (yok eder)…” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 57)
Mevlânâ Hazretleri devamla der ki:
“O kötülüğü sen, kendi iç dünyanda göremiyorsun. Görecek olsaydın başkalarına değil, kendi nefsine candan ve gönülden düşman kesilirdin.

Eğer sen, Allâh nûru ile baksaydın, kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?
Ey hüzün ve keder sahibi zavallı kişi, yavaş yavaş, azar azar, nûra yaklaş ki, nâr, yâni ateş olan nazarın nûra çevrilsin, başkalarında ayıp ve noksan göreceğin yerde, kendi iç âlemini seyret. Kendini ihyâ et ki, gönlün mezbeleliklerden temizlensin.”
Hasedin başlangıç tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Ne kadar ibretlidir ki, en kıymetli kimseler, tarih boyunca hasedcilerin hedefi olmuştur.
İlk hased ve kibir, şeytanın Âdem -aleyhisselâm- karşısında benliğe kapılıp Allâh’ın emrini icrâ etmemesiyle vukû bulmuştur. Ondan sonra, Âdem -aleyhisselâm-’ın âsî oğlu Kaabil’in, takvâ sâhibi olan sâlih kardeşi Hâbil’i katletmesi, Yâ’kûb -aleyhisselâm-’ın kanlı gözyaşları dökmesine sebep olan Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılması ve buna benzer hadiseler, gönüllerde alevlenen hasedin bir netîcesi olmuştur.
Mahvolan âileler, toplumlar ve memleketlerin harâbeleri, hased sahneleri ile doludur. Hased, fertlerden başlayarak kademe kademe bütün bir millete kadar yayılan, yakan, yıkan, kurutan bir felâket ve musîbet sebebidir.
Hadîs-i şerîflerde:
“Sakın hased etmeyiniz! Zîrâ hased, ateşin odunu yediği gibi sevapları ve iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44; İbni Mâce, Zühd, 22)
“İnsanlar, birbirlerine hased etmedikçe dâimî bir feyz ü bereket içinde bulunurlar.”
“Birbirinize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz.” (Buhârî, Edeb, 57) buyrulur.
Diğer taraftan, hasede mâruz kalan bir kimse de, kötülüğe kötülükle mukâbele etmemeli, üzülüp kızmak yerine, asıl hased edenin hâline acımalıdır. Ayrıca kendi mağdûriyet ve mazlûmiyetini, sabır, müsâmaha ve tahammül ile ecir kazanmaya vesîle addetmeli, bu durumdan bile kârlı çıkmaya çalışmalıdır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu nükteyi bir teşbîh ile ne güzel ifâde buyurur:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor:
«Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…»”
Cenâb-ı Hak, lutfettiği nîmetlere kanaat ederek hâline râzı olan, yüksek ahlâk sâhibi kullarının güzel hâllerinden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin! Başkalarının elindeki nîmetlere göz dikerek, dünyânın yaldızlı oyuncaklarına, gelgeç sevdâlarına, avutan neşeli görüntülerine, ihtiras ve hasedin aldatıcı ikbâllerine gönül kaptıranların âkıbetinden ve hasedcilerin hasedinden bizleri muhâfaza buyursun!
Âmîn!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) HAZRET-İ MÛSÂ VE FİRAVUN
Hazret-i Mevlânâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın firâsetteki derinliğini, buna mukâbil Firavun’un ise nefsânî bir hayatın içinde nasıl ahmaklaştığını beşerî idraklerin anlayabileceği bir şekilde şöyle müşahhaslaştırarak sergilemektedir:

“Hazret-i Mûsâ, Firavun’u Hakk’a dâvet ederken tevâzû ve mahviyet göstermişti. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’ya, Firavun’a teblîğde bulunmasını bunu da “leyyin”, yani yumuşak bir lisân kullanarak yapmasını istemişti. Firavun ona; “Kimsin, kimin nesisin, eski adın ne?” diye sorunca Hazret-i Mûsâ:
“Ben Allâh’ın elçisiyim; insanı sapıklıktan kurtarırım! Aslım balçıktandır. Topraktan yaratılan şu bedenimin dönüp varacağı yer de topraktır! Lâkin Allâh balçığa can verdi, gönül ihsân etti! Asıl adım da; «Allâh’ın âciz kulu Mûsâ’dır! Allâh’ın bir kulunun da oğluyum!»” dedi.
Firavun bu sefer: “Sen ‘Firavun’un kulusun, çünkü senin bedenin, Firavun’un nimetleri ile beslendi, gelişti. Şimdi ise sen, hak tanımaz bir kul, beni inkâr ettiğin için bir nankör ve kâfir oldun.” dedi. Cevâben Hazret-i Mûsâ:
“Hâşâ! Allâh birdir. O’nun şerîki yoktur. Kulların O’ndan başka sahibi olamaz. Helâk olacak bir kişiden başkası O’nunla ortaklık dâvâsına girişmez! Zîrâ tevhid inancının kalpte ortaklığa tahammülü yoktur!
Ey Firavun! Senin, benim kaşımı ve hatta bir sineğin kanadını bile yapmaya gücün yetmez; nasıl olur da beni yarattığını söyleyebilirsin? Sen çok gaddar birisin! Çünkü, Allâh’a şirk koşuyorsun! Eğer ben yanlışlıkla bir kıptîyi öldürdüysem, onu nefsim için öldürmedim! Ben ona bir yumruk vurdum. Zaten kendisinde ilâhî bir rûh bulunmayan, hakîkat mahrûmu, canlı bir cenâze olan o zavallı kişi de can verdi.” dedi.
Firavun: “Hiç şüphe yok ki, benim sende hakkım var. Lâkin hak bu mudur ki, beni halkın önünde horlayasın, benim ilahlığıma karşı çıkasın, gönlümün aydınlık gününü kara bir güne çeviresin?” deyince Hazret-i Mûsâ buna cevâben:
“Îmâna gelerek, hayrı işleyip şerri terk etmekte beni dinlemezsen, kıyâmetteki hâlin bundan çok daha beter olacaktır!
Görünüşte ben, senin ilâhlık dâvânı baltalıyorum ama; aslında senin gibi bir küfür dikenini, gül bahçesi hâline çevirmeye çalışıyorum.” dedi.
Firavun: “Hakîkaten usta bir sihirbazsın. Gönlü bana âid olan Mısır halkını sen, ikiye ayırdın!” deyince Hazret-i Mûsâ:
“Büyücülüğün temelinde gaflet ve küfür varken, ben ise ilâhî vahyin içindeyim. Rûhum din meş’alesidir! Mesih bile nefesime gıbta eder! Kitaplar bile benim rûhumdan nûr alır!
Sen, ancak zan içerisindesin! Rabbimin beni, sana göndermesi de, her şeyden haberi olan bir gönderenin bulunduğuna delil değil midir? Hem benim mûcizem, küfür yarasını iyileştirmek için en uygun ilaçtır!
Sen bundan önce birtakım rüyalar görmüştün. Elime asâyı alacağımı, elimden nûrlar görüneceğini ve senin o küstah boynuzunu kıracağımı bilmiştin! Rüyanı anlattığın hakîm ve yıldız bilginleri, gerçeği anladılar fakat hakîkati sen anlayıp da idrâk edemedin!
Halkı idâre edenin, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanması gerek! Hâlbuki sen, gönlünü şeytan evi hâline sokmuşsun; ihtirâsını kendine kıble edinmişsin!”
“Dünyâda sadece nefsinin kölesi olarak bedenleri ile yaşamakta olan sizler ve avâneleriniz, dâimâ rûhânî hayat yaşayanların din ve îmân kalelerine saldırırsınız! Ey kötü huylu Firavun, ey îmânsız kişi! Gayb gâzileri olan mü’minler; hilmleri, yumuşak tabiatları yüzünden sana hücum etmediler!
Sen; Allâh’ın nesillerin üremesi için açtığı yolu, yâni ana rahmini nasıl kapatabilirsin? Binlerce mâsumun cellatlığını yaptın. Zâlimlerin en bedbahtı oldun. Sen, güyâ gayb âleminin geçitlerini kapattın, lâkin sana körlük vermek için yine de bir yiğit er çıktı! İşte o çıkan yiğit benim; senin dileğini kırıp dökeceğim, senin adını, şânını yok edeceğim!
Ey düşman adam! Bilmiş ol ki, her şeyden haberi olan bir kudret sâhibi var. O, her şeye lâyık olanı verir! Ne vakit gökyüzüne, yâni Allâh’a iyi bir amel gönderdin de arkasından O’nun gibi bir iyilik görmedin?
Belâlar, sana, aptallığından ve ahmaklığından ötürü gelir çatar. Kötülükten gönlün kararır ve bulanırsa, onun bir azap başlangıcı olduğunu anla! İşlediğin şirk, zulüm ve günahlardan tövbe ve istiğfar et! Eğer günah cezasının oku sana değmediyse, Allâh’ın lutuf ve keremi ile müsâmaha buyurmasındandır!” dedi.
Hazret-i Mûsâ, Firavun’a devamla dedi ki: “Benden bir öğüt duy ve öğüt gereğince hareket et de, karşılığında dört fazîlet, dört iyi huy sâhibi ol!”
Firavun sordu: “Ey Mûsâ! O öğütler nelerdir, bu inanca karşılık bana vereceğin nedir, söyle de o güzel vaadin yüzünden kâfirliğimin çarmıhı gevşesin!”
Hazret-i Mûsâ cevap verdi: “O öğüt şudur: «Allâh’tan başka mâbud yoktur!» diye açık olarak Hakk’ın birliğini kabul et! O tek olan, O eşsiz olan Allâh, göklerin, göklerdeki yıldızların, yeryüzünde insanların, şeytanların, perilerin, cinlerin, kuşların yaratıcısıdır! Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı da O’dur; mülkünün sınırı, zâtının benzeri yoktur!
Bu inanca karşılık olarak alacağın dört fazîlet ve lutuf ise şunlardır:
Birincisi; bedenin daimî bir sağlık ve afiyet, yani feyz ve rûhâniyet içinde olur!
İkincisi; öyle uzun bir ömür elde edersin ki, ecel bile senin ömrünün uzunluğundan çekinir, sana yaklaşamaz! Ölümü, sen, beden evinin harabesinde bir define gördüğün için istersin! Yani ilâhî aşka nâil olup, O Rabb’e yani “Hüsn-i Mutlak”a kavuşmak istersin. Çünkü bedeninin yüzlerce mânâ harmanına engel olduğunu açıkça anlarsın!
O ebedî nîmete ulaşmak için o beden tanesini yakarsın. Böylece Allâh adamlarının yaptıkları işe uyarsın; bedenden kurtulursun. Ebedî olarak diri kalırsın. Cesedin toprak olduktan sonra da ömrün devâm eder!
Üçüncüsü; dünyada ve âhirette teslîmiyetin emniyeti içinde yaşarsın!
O kerem sâhibi Allâh, senin cefâna karşı, bunları ihsân etti; vefâlı olunca, seni nasıl görüp gözeteceğini artık sen hesab et!
Dördüncüsü; mânen genç kaldığın gibi saçların da katran gibi simsiyah durur, yüzün ise nûrdan erguvan gibi pespembe kalır. Gönlün de O’nun zikri ile dâimâ huzur hâlinde bulunur.”
Îmâna gelmesi hâlinde elde edeceği ilâhî ikramları duyan Firavun dedi ki:
“Yâ Mûsâ; müsaade et, ben bunları iyi bir dosta danışayım!”
Firavun, Hazret-i Mûsâ’nın sözlerini karısı Asiye’ye açtı. Asiye de;
“Ey gönlü kararmış kişi; bu vaadleri canla başla kabul et! Ne mutlu sana; güneş, senin başına taç oluyor!
Hiç bilmiyor musun ki, bu sözler ne vaaddir, ne lutuftur; Allâh’ın şeytanı affetmesi, onu gözetmesi gibi bir şeydir! O kerem sâhibi Allâh, seni öyle bir lutfa çağırdı ki, şaşılacak şey?! Hayret doğrusu, nasıl oldu da neşenden yüreğin erimedi?!” dedi.
“Gaflet sebebi ile bu kör oluşunda da bir hikmet var! Ama bu ne vakte kadar sürecek? Onulmaz bir illet hâline gelecek kadar aşırı bir gaflet, rûha, akla zehir olacak kadar da olmamalı!
Bir dâneye karşılık yüzlerce bahçe ve habbe, bir altına karşılık sana yüzlerce altın madeni veriliyor!
«Kim Allâh ile beraber ise Allâh onunla beraberdir» (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 272)
hadîsindeki «Kim Allâh’ın olursa» o habbeyi vermek; «Allâh da onun olur!» ise karşılığını almaktır!”
Çünkü fânî bir varlık, kendisini bâkî bir varlığa teslim edince, o da bâkî ve ölümsüz olur!
Rüzgâr ve topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helâk olan katre; aslı olan denize sıçrayabilse, güneşin hararetinden de kurtulur, toprağın kendisini emmesinden de… O katrenin görünen varlığı deniz içinde erir ama, zâtı ve hakîkati dâimî bir şekilde denizin bir parçası olarak ebediyyet kazanır!
Bu alış-veriş; aşağılık, süflî bir mahlûkun yedinci kat göğe çıkması gibidir; bu lutuf içinde lutuftur! Hattâ bu lutuf ile, lutuf bile kaybolur gider!”
Asiye’nin bu teşvikleri üzerine Firavun dedi ki: “Bunu, Hâmân ile de konuşayım, ondan da bir akıl alayım. Çünkü pâdişahın, vezirlerin reyini de alması gerek!”
Hâmân, Firavun’un cinsinden ve cibilliyetinden idi. Firavun, Hâmân’ı yalnız görünce, Hazret-i Mûsâ’nın kendisine söylediklerini bir bir anlattı.
Rahmetten uzaklaştırılmış Hak mahrûmu Hâmân, Firavun’un anlattıklarını duyunca feryat etti, ağladı; külahını, sarığını yerlere vurdu.
“Ey pek büyük pâdişah; şimdiye kadar herkesin mâbudu idin, herkes sana secde ediyordu. Bundan sonra kulların en değersizi, en hakîri mi olacaksın?
Bir hükümdar, tutsun da bir kulunun kölesi olsun. Yeryüzü gökyüzü olacak, gökyüzü de yerlere döşenecek; şimdiye kadar böyle bir şey olmamıştır; şimdiden sonra da olmasın ve görülmesin!” diyordu.
Devlet ve mutluluk lokması Firavun’un ağzına kadar gelmiş iken, Hâmân bu kötü ve sapık sözleri ile Firavun’un îmân ve hakîkat yolunun önünü kesti. Böylece Firavun’u imâna gelmekten mahrum bıraktı. Hiç bir pâdişahın böyle bir menfûr veziri olmasın.
Hazret-i Mûsâ; “Ben, lutuflar ettim, cömertlikte bulundum, fakat Allâh sana bunları nasib etmemiş!” dedi.
Halkın verdiği pâdişahlığı halk, borç para gibi yine senden geri alır! Ey ahmak! İğreti ve fânî pâdişahlığı mülkün sâhibine, yani Allâh’a ver ki, O, sana gerçek pâdişahlık ihsân etsin! Seni, kendine bir dost ve sırdaş edinsin!
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
DİPNOTLAR
DİPNOTLAR
1. Bu eserin telifi esnasında merhum Şefik Can Beyefendi’nin yazmış olduğu “Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi”nden istifâde edilmiş ve Mevlânâ hazretlerinin ifâde ettiği gerçeklerin okuyucularımız tarafından daha rahat anlaşılabilmesi için Mesnevî’den alınan beyitlerin bazı kelimelerinde ufak-tefek değişiklikler yapılmıştır. Eserimizin telifinde her ne kadar ilmî bir gâye gözetilmemişse de isteyen okuyucularımızın bu beyitlere rahatça ulaşabilmesi için ismi geçen tercümeye de zaman zaman atıflar yapılmıştır.
2. Mevlânâ hazretleri, “Ney”in, insanların kalplerine göre farklı tesirler meydana getirdiğini, yine onun dilinden şöyle anlatmaktadır:
“Ben her cemiyette, her mecliste inledim, durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım. Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu. Fakat içimdeki esrârı araştırmadı.”
Mevlânâ hazretleri, başka bir beytinde, kendi sırlarını paylaşabileceği, kâmil bir insan arayışını şöyle dile getirir:
“İçimi dökecek, beni anlayacak bir kişinin hasretiyle gidiyorum!..”
3. İslâm, insan tabiatında mevcud olan özellikleri reddetmeyip, onları mükemmel bir sûrette nizamlayan yüce dîndir. Pek çok bediî sanat gibi, mûsikî de insanoğlundaki fıtrî husûsiyetlerin tezâhür şekillerinden biridir. Dolayısıyla onun da diğer husûsiyetler gibi ne tamâmen reddi ve ne de olduğu gibi kabulü mümkündür. Ancak insanda meydana getirdiği tesirler ve icrâ ediliş şekilleri düşünülerek hayır veya şerde kullanılmasına göre hüküm beyan edilebilir.
Bu konuyla ilgili olarak Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’un müridlerinden Hoca Misâfir şöyle der:
“–Hoca Bahâeddîn Hazretleri’nin hizmetindeydim ve mûsikîye düşkündüm. Birgün müridlerden birkaçıyla bir araya gelerek birtakım mûsikî âletleri bulup Hoca Hazretleri’nin meclislerinde mûsikî icrâ etmeyi ve böylelikle onun bu mevzûdaki fikirlerini öğrenmeyi düşündük ve öyle de yaptık. Hoca Hazretleri ise bize engel olmadılar ve şöyle buyurdular:
«Biz bu işi yapmayız; ama inkâr da etmeyiz!»”
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-’un bu sözü, nefsâniyete dönüşmesi mümkün ve muhtemel olan bu sahada ihtiyatlı olmanın zarûretine işâret etmektedir. Nitekim günümüzde, bu dengeyi koruyamayan kimi çevrelerin, tasavvufun özünden uzaklaşarak işi sadece mûsikîden ibâret gördükleri müşâhede edilmesi münâsebetiyle, bu konudaki hassâsiyetin ne kadar önemli olduğu, daha iyi anlaşılmaktadır.
Hazret-i Mevlânâ’nın hayatının “piştim ve yandım” devresinde daha çok müşâhede edilen vecd ve istiğrak hâli esnasında, sokaktan geçerken duyduğu kuyumcunun altını dövmesi gibi muhtelif seslerin âhengi bile ona Allah’ı hatırlatıyor ve cezbeye gelmesine sebep oluyordu. Bu hâl, onun yüksek ruhuna mahsus, engin derinlik, duyuş ve sırlardan neş’et eden bir keyfiyet olduğu için, Mevlânâ’nın ahenkli seslerle (mûsikî ile) ilgili bu meczûbiyeti, umûma misal teşkil etmez.
4. Aslen hıristiyan iken, Mesnevî vesîlesiyle hidâyete eren rahmetli Farsça hocam Yaman Dede’ye:
“–Siz, niye Mevlânâ ve Mesnevî’den bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulduğunda, O da:
“–Oğlum, benim elimden Mevlânâ tuttu ve Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam çok mu?” derdi.
5. Nûrettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139
6. Bu hükümdeki “âlem” sözü, Allah katındaki hakîkatin, insan idraki seviyesine indirilmesi için mecâzen ve zarûreten kullanılagelmiştir. Aynı şekilde, ezel (zamanda başı olmamak) ve ebed (zamanda sonu olmamak) gibi kelimeler de Cenâb-ı Hakk’a izâfe edilerek kullanıldığı zaman, böyledirler.

1. Abdülkadir Geylânî hazretlerine musallat olan bir yılan ile ilgili meşhur bir misal vardır. Bir gün Geylânî hazretleri, mescidde ibâdetle meşgulken karşısında bir yılan beliriverir. Sağında solunda dolaşır. Mesciddekiler kaçışırlar, o ise hiç istifini bozmaz. Yılan, Geylânî hazretlerinin etrafında dolaşır ve kaybolup gider. Benzer bir kıssa, Mahmud Sâmî Efendi ile ilgili de nakledilmiştir. Medine’de ikâmet ederken hânelerine girmiş olan yılan herkesi ürkütmüş, o üstad hazretleri ise sekînet ve huzur hâllerini muhafaza ederek yılanın zarar vermek üzere gelmediğini söylemişlerdir. Gerçekten yılan, evin içinde biraz kıvrıldıktan sonra geldiği delikten geri dönüp gitmiştir.
8. Şârihler, bu hadîsin şerhinde şu işârî mânâya da yer vermişlerdir: Peygamber Efendimiz, Hazret-i Câbir’in “ben” demesinden râzı olmadı. Çünkü, “ben” sözünde benlik, kibir ve büyüklük vardır.
9. Buhârî, Eymân, 9; Müslim, Cennet, 46.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
LÜGATÇE
-A-
abus: Somurtkan, ekşi, asık (çehre veya böyle çehreli kimse).
acz, acziyet: 1. Gücü yetmeme hâli, güçsüzlük, iktidarsızlık. 2. Beceriksizlik.
ağyâr: 1. Yabancılar, bîgâneler. 2. Tasavvufî hayâta âşinâ olmayanlar.
ahkâm: Hükümler, emirler.
aleyhisselâm: Allâh’ın selâmı onun üzerine olsun!
âmil: Sebep, işleyen.
arş: 1. Taht, çatı, çadır. 2. Yüksekliği sebebiyle bütün cisimleri içine alan ve Allâh’ın istivâ ettiği şey. 3. Allâh’ın kudret ve azametinin göründüğü dokuzuncu kat gök, göğün en yüksek katı.
-B-
bâtın: 1. İç. 2. İç yüz. 3. Gizli, görünmeyen nesne.
berî: 1. Kurtulmuş, âzâde, sâlim. 2. Kusursuz, kabahatsiz.
beyhûde: Boşuna, faydasız, netîcesiz, mânâsız.
bi’set: 1. Gönderme. 2. Allâh Teâlâ’nın insanları hak dîne dâvet maksadıyla peygamber göndermesi.
bîgâne: 1. Tanıdık olmayan, yabancı. 2. İlgisiz. Tasavvufta: Dünya ile ilgisini kesmiş olan.
-C-
câmiu’l-ezdâd: Zıd şeyleri cem eden, düzenli ve âhenkli bir şekilde bir araya getiren.
celâlî: 1. Allâh’ın celâl sıfatlarına âit. 2. Celâlli (mizaç), sertlik, büyüklük.
cemâlî: 1. Allâh’ın cemâl sıfatlarına âit. 2. Mizaç îtibariyle cemâl sâhibi, güzel, lutufkâr, merhametli.
cevher: 1. Öz, esas, maya. 2. Başlı başına, kendiliğinden var olan, olması için başka bir şeye ihtiyaç olmayan, asıl varlık. 3. Tıynet, cibilliyet, soydan gelen haslet, tabiî istîdât. 4. Kıymetli taş. 5. Varlık kazandırıcı ilâhî nefes.
-Ç-
çalap: Mevlâ, Allâh Teâlâ.
-D-
dereke: En aşağı kat.
diğergâm: Başkalarını düşünen.
dûçâr: Giriftâr olmuş, mübtelâ olmuş, tutulmuş.
-E-
esfel-i sâfilîn: Aşağıların en aşağısı, cehennem.
esmâ: İsimler. esmâü’l-hüsnâ: Allâh’ın güzel isimleri.
eşref-i mahlûkât: Yaratılmışların en şereflisi (İnsan).
-F-
Fahr-i Kâinât: Varlıkların iftihâr kaynağı; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
fârik: Ayıran, fark eden.
fem-i muhsin: İhsan ve bağış menbaı mübârek ağız.
fenâ-fillâh: Maddî varlık ve benlikten sıyrılıp rûhen Allâh Teâlâ’ya vararak O’nun varlığında yok olma.
feyz: 1. Mânevî haz; gönül huzûru. 2. Bolluk, verimlilik. 3. Olgunlaşma ve ilerleme. 4. Suyun taşıp akması.
fıtrat: Yaratılış, tabiat.
-G-
gayyâ: Cehennemde bulunan bir kuyu veya bir dere.
-H-
hamâkat: Ahmaklık, anlayış kıtlığı.
hançere: Gırtlağın üst kısmı, gırtlak.
havass: 1. Haslar, üstün olanlar, üst tabaka. 2. Bilgili kimseler, münevverler. 3. Tarikat mensupları.
hodgâm: Bencil, hodbin, sırf kendini düşünen.
-İ-
içtinab: Çekinme, sakınmak, uzak durma.
imtizâc: 1. Karışabilme. 2. Birbirini tutma, uygunluk. 3. İyi geçinme, uyuşma.
in’ikas: Akislenme, yansıma.
inhiraf: Doğru yoldan çıkma.
istihkâk: 1. Hak etme, hak kazanma. 2. Hizmet karşılığı istenen ücret.
istihkar: Hor ve hakîr görme.
istinâd: 1. Dayanma. 2. Güvenme. 3. Sened, delîl, hüccet.
istinâdgâh: Dayanacak, güvenecek, sığınılacak yer.
iştiha: 1. Meyil, istek. 2. İştah, yemek yeme isteği.
iştiyak: Çok arzu etme, özleme, tahassür.
iz’âç: Tâciz etme, can sıkma, bunaltma, tedirgin etme.
-L-
liyâkat: Lâyık olma, uygun bulunma, ehliyet.
-M-
mahcûb: 1. Utanma, hicâb etme huyu olan; utangaç. 2. Örtülü.
mahfiyet: Gizlilik, saklılık.
maslahat: 1. Yerine göre îcâb eden iş, söz, davranış. 2. İyilik, düzen, âsâyiş, barış yolu. 3. Uygun, kârlı iş.
matlûb: 1. Taleb edilen, aranılan şey. 2. Alacak.
mazhar: 1. Nâil olmuş, erişmiş, kavuşmuş; nâil olan, kavuşan, erişen, şereflenen. 2. Bir şeyin zuhûr ettiği yer, eşyâ ve madde.
meclûb: 1. Celbolunmuş, başka yerden getirilmiş olan. 2. Taraftarlığı kazanılmış bulunan. 3. Tutkun, âşık.
medâr: 1. Vâsıta, vesîle, fayda. 2. Dönerek hareket eden bir cismin dayandığı nokta.
med-cezir: 1. Denizin ay çekimi tesîri ile alçalıp yükselmesi, gel-git. 2. İniş-çıkış.
meftun: 1. Gönül vermiş, vurgun, müptelâ, düşkün. 2. Şaşkınlık derecesinde beğenmiş, hayran ve şaşkın.
meknûz: Gömülü, hazînede saklı.
melce’: Sığınılacak yer, iltica edilecek yer, barınak.
minvâl: Tarz, yol, sûret, şekil.
mukâvemet: 1. Karşı durma, direnme, karşı tarafın irâdesine boyun eğmeme. 2. Bir gücün tesirine karşı koyan güç, direnç.
mübtezel: Hakir, îtibarsız, haysiyetsiz; elden ele, dilden dile düşmüş.
mücehhez: Donanmış, donatılmış, noksanlıkları giderilmek sûretiyle hazır hâle getirilmiş.
müessir: 1. Tesir eden, eser bırakan. 2. Hüzün veren, kederlendiren, dokunaklı. 3. Sözü geçen, hükmü yürüyen.
mükellef: Üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye mecbur olan, yükümlü.
münbit: Verimli.
müncer: 1. Bir tarafa çekilip sürüklenen. 2. Netîcelenen.
münezzeh: 1. Bir şeye ihtiyacı bulunmayan, muhtaç olmayan. 2. Arınmış, temiz, berî, sâlim.
müstahak: 1. İstihkâkı olan, lâyık, hak etmiş. 2. Lâyık olunan, hak edilen şey.
müşahhas: 1. Şahıslandırılmış, cisimlendirilmiş, şekillendirilmiş. 2. Gözle görülüp, elle tutulur hâlde bulunan.
müteveccih: Teveccüh eden, yönelen, bir yere gitmeye hazırlanan, yollanan.
müyesser: 1. Kolay olan, kolaylıkla gerçekleşen. 2. Nasib olan. 3. Kolaylaştırılmış.
-N-
nâdân: 1. Bilmez. 2. Kaba, terbiyesi kıt. 3. Dost olmayan.
nedâmet: Nâdim olma, yapılan bir işten dolayı üzüntüye kapılma, pişman olma.
neşv ü nemâ: Yetişip büyüme.
-R-
rakîk: 1. Çok ince, yufka, nâzik, nârin. 2. Yumuşak kalpli, yufka yürekli, hisli.
revaç: Rağbet, îtibar, kıymet, baha.
rüçhâniyet: Üstün olma.
-S-
silüet: Yalnız kenar çizgileri belli olan görüntü veya bu şekilde yapılmış resim.
siper-i sâika: Yıldırımları çekerek toprağa aktaran cihâz, yıldırımsavar, yıldırımkıran, paratoner.
-Ş-
şâhika: Dağın doruğu, zirve.
-T-
tabâbet: Tabiplik, hekimlik, tıb ilmi.
tahassüs: Hislenme, duygulanma.
tahavvül: Hâlden hâle geçme, hâl değiştirme.
tahkim: Muhkem hâle getirme, sağlamlaştırma.
tanzim: 1. Nizâma koyma, düzenleme, tertipleme. 2. Düzeltme, ıslah etme.
tebârüz: Belirme, görünme, bârizleşme.
techiz etmek: Lüzumlu şeyleri tamamlama, donatma.
tedâi: Hatıra getirmek, çağrıştırmak.
tedrîcen: Derece derece, azar azar ilerleme.
tekrîm: Saygı gösterme, yüceltme, ululama.

telkin: 1. Fikrini kabul ettirme, aşılama. 2. Ölmek üzere olan kimsenin başında kelime-i şehâdet getirerek tekrarlamasını sağlamaya çalışma.
tenzil: Aşağılatma, indirme, düşürme.
tevdî: 1. Emânet etme. 2. Teslîm etme. 3. Vedâ etme.
tevessül: 1. Vesîle sayma. 2. Başvurma, girişme. 3. Sarılma. 4. İnanma.
tevzî: 1. Dağıtma, dağıtılma. 2. Herkese payına düşeni dağıtma.
teyakkuz: Uyanık, uyanık bulunma.
tezyin: Zînetlendirme, süsleme.
tuğyan: Taşma, çoşma.
-Ü-
ünsiyet: Ülfet, dostluk.
-V-
vüs’at: 1. Genişlik, bolluk. 2. Zenginlik, kuvvetlilik. 3.[mec.] Fırsat, imkân.
-Y-
yeknesak: Hep aynı şekilde, monoton.
-Z-
zerk: Sıvı maddeyi şırınga ile verme, iğne yapma.
 
Üst Alt