3- I–Eshâb-ı kirâm

MURATS44

Özel Üye
(Menâkıb-ı çihâr yâr-i güzîn) kitâbı dörtyüzkırkıncı [440] sahîfesinden itibâren, Ehl-i beytin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü bildiriyor. Birinci menâkıbinde diyor ki:
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Ehl-i beyte, ya’nî imâm-ı Alî, Fâtımatüzzehrâ ve imâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyne buyuruyor ki, (Allahü teâlâ sizlerden ricsi ya’nî her kusûr ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tâm bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor). Eshâb-ı kirâm sordular, yâ Resûlallah! Ehl-i beyt kimlerdir? O esnâda, imâm-ı Alî geldi. Mubârek cübbesi altına aldılar. İmâm-ı Hasen geldi. Onu da, bir yanına, imâm-ı Hüseyn geldi. Onu da, öbür tarafına alarak, Fâtımayı çağırdılar. Hazret-i Fâtıma, mestûre olarak gelince, Onu da cübbenin altına aldılar ve (İşte bunlar, benim Ehl-i beytimdir) buyurdular. Bu mübâreklere, (Âl-i Abâ) ve (Âl-i Resûl) de denir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Aynı kitâbın ikiyüzkırkbirinci [241] sahîfesi, dokuzuncu menâkıbinde diyor ki, imâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn “radıyallahü anhümâ” küçük iken hastalanmışlardı. Pederleri ve vâlideleri Fâtımatüzzehrâ ve hizmetçileri Fıdda, çocuklar iyi olunca, üçü de adak orucu tutdu. Birinci gün, iftâr için hâzırladıkları yemeği, o esnâda kapılarına gelen yetîmlere vererek, iftâr etmeden, ikinci günün orucuna başladılar. O akşam iftârlığını da, yine o sâatde kapıya gelip, (Allah için birşey verin!) diyen fakîr ve miskînlere verdiler. O gece de, iftâr etmeden, üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahî, kapılarına gelen esîrleri boş çevirmemek için iftârlıklarını bunlara verdiler. Bunun üzerine, âyet-i kerîme geldi. Âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi şöyledir: (Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyâmet gününden korkdukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri miskîn, yetîm ve esîrlere verdiler. Biz bunları, Allahü teâlânın rızâsı için yidirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, birşey beklemedik, birşey istemeyiz dediler. Bunun için, cenâb-ı Hak, onlara şerâb-ı tahûr ihsân eyledi.)
Ehl-i beyti nebevîyi sevmek, âhırete îmân ile gitmeğe, son nefesde, selâmete kavuşmağa sebeb olur. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki, (Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tâbi’ olan, selâmet bulur. Geri kalan helâk olur).
Ehl-i beyt-i nebevînin fezâil ve kemâlâtı pek çokdur. Saymakla bitmez. Onları anlatmağa, medh etmeğe, insan gücü yetişmez. Onların kıymetleri ve büyüklükleri, ancak âyet-i kerîme ile anlaşılmakdadır. İmâm-ı Şâfi’î bunu ne güzel bildiriyor, diyor ki: (Ey Ehl-i beyt-i Resûl! Sizi sevmeği, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde emr ediyor. Nemâzlarında size düâ etmiyenlerin nemâzlarının kabûl olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor.
 

MURATS44

Özel Üye
Şerefiniz ne kadar büyükdür ki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde sizleri selâmlıyor).
Ehl-i beyti sevmek, her mü’mine farzdır. Son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur. Aklı az olan, iyi düşünemiyen ba’zı kimseler, burada yanılıyor. Sevmek için sevgilinin düşmanlarını sevmemek lâzımdır diyorlar. İctihâdları îcâbı olarak Ehl-i beyt ile muhârebe etmiş olan Âişe-i Sıddîkayı ve Mu’âviyeyi ve Talhayı ve Zübeyri “radıyallahü anhüm”, Ehl-i beyte düşman sanarak, bu büyük insanlara düşmanlık ediyorlar. Böylece doğru yoldan ayrılıyorlar. Hâlbuki, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden anlaşılıyor ki, Eshâb-ı kirâm ile Ehl-i beyt arasındaki o muhârebeler, dünyâ hırsından, mevkı’ ve şöhret sevgisinden değil idi. İctihâd ayrılığından idi. Muhârebe etmek için değil, anlaşmak için karşı karşıya gelmişlerdi. Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsinin ve arkadaşlarının hiylesi ile harbe yol açılmışdı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ehl-i beyti seviyordu “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Buna inanmıyanlar, ya’nî Eshâb-ı kirâmı Ehl-i beyte düşman zan edenler, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere inanmamış olur. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâm, Ehl-i beytin sevgisini, îmânlarının sermâyesi edinmişlerdi.
Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh”, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda yazı yazardı. Ebû Nu’aym diyor ki, Mu’âviye “radıyallahü anh”, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kâtiblerinden idi. Yazısı güzel idi. Fasîh, halîm, vakûr idi. Zeyd ibni Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, Mu’âviye “radıyallahü anh” Cebrâîlin getirdiği vahyi ve Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mektûblarını yazardı. Şu hâlde, Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” emniyyetlisi idi. Bu yüksek rütbe, derecesinin ne kadar yukarı olduğunu göstermiyor mu? Bu büyük zâta dil uzatanlar, kötüleyenler, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîmi yazmakda emniyyet etdiğine dil uzatmış olmuyor mu? Sonradan ahlâkı bozuldu, fenâ oldu derlerse, bu dahâ büyük bir küstahlık ve cinâyet olur. Zîrâ, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ilm-i ledün sultânı iken ve olmuş, olacak herşeyi bildiği hâlde, vahy kâtibinin ileride hıyânet edeceğini bilmemesi nasıl kâbil olabilir?
Abdüllah ibni Mubârekin ilminin derecesini bilmiyen bir müslimân yokdur. Din imâmı idi. Her ilmde ileri idi. Aklî ve naklî ilmleri, câmi’ idi. Fıkh, edeb, nahv, lügat, fesâhat, belâgat, şecâ’at, fürûsiyyet, sehâ ve kerem sâhibi idi. Gece nemâzlarını kılardı. Çok kerre hacca gitmiş, din düşmanlarına karşı gazâlarda bulunmuşdu.
 

MURATS44

Özel Üye
Aynı zemânda, büyük bir tüccâr olup, her sene fakîrlere yüzbin altun verirdi. Allahü teâlâdan çok korkardı. Harâm ve şübheli şeylerden kaçınırdı. Arkadaşlarına ve muhtâc olanlara para vererek yardımlarına koşardı. Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Fudayl bin İyâd, İbni Semmâk, Mesrûk gibi büyük kimselere çok ihsânı vardı. Her işi ilmine uygun idi. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ilmine tâm vâris idi. Mevlânâ Abdürrahmân Câmî “rahime-hullahü teâlâ”, fârisî dilde yazdığı (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbında, Abdüllah bin Mubârekin üstünlüğünü misâller vererek, uzun anlatmakda, çok övmekdedir. İşte bu büyük âlim buyuruyor ki, (Mu’âviye “radıyallahü anh”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden bin kerre efdaldir). Artık başka bir söze lüzûm kalır mı? İnâd edenlerin iddi’âları çürümez mi?
Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâz kıldırırken rükû’da (semî’ Allahü limen hamideh) deyince, ilk safda bulunan Mu’âviye “radıyallahü anh” da, (Rabbenâ lekel-hamd) dedi. Böyle söylemesi, takdîr ve tahsîn buyurularak, bunu söylemek kıyâmete kadar sünnet olarak kaldı. Ne büyük mazhariyyet! Abdüllah ibni Mubârek gibi, maddî ma’nevî üstünlüğü, din imâmlarının hepsi tarafından tasdîk edilen büyük bir islâm âlimi, Mu’âviye “radıyallahü anh” için böyle medh ve senâ etdikden sonra, câhillerin ve nefslerine aldanmış olanların ve inâd edenlerin güvenecek bir delîlleri kalır mı?
Gençleri aldatmağa çalışan, yurt dışındaki islâm düşmanları, Ehl-i beyti seviyoruz diyorlar. Eğer yalnız Ehl-i beyti sevmekle kalıp, diğer Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmeselerdi, Eshâb-ı kirâma saygı gösterselerdi ve Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebelerin ictihâd sebebiyle, din gayretiyle yapıldığına inansalardı, mezhebsiz olmakdan kurtulurlardı. Çünki, Ehl-i beyti sevmemek, (Hâricî) olmakdır. Eshâb-ı kirâmı sevmemek sapık olmakdır. Ehl-i beyti de, Eshâb-ı kirâmın hepsini de sevmek ve hürmet etmek (Ehl-i sünnet)den olmakdır. Demek oluyor ki, mezhebsizlik, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmından bir kısmını sevmemek demekdir. Ehl-i sünnet ise, sevmemeklikden kurtulup, hepsini sevmekdir. Îmânı kuvvetli olan, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” büyüklüğünü anlıyabilen, aklı işliyebilen bir kimse, Eshâb-ı kirâmı sevmeği, onlara düşmanlık etmekden elbet dahâ doğru ve dahâ iyi bulur. Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevdiği için, bunların her birini sever. Zâten hadîs-i şerîfde, (Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşman oldukları için ederler) buyurulduğunu yukarıda bildirmişdik.
 

MURATS44

Özel Üye
Ehl-i sünneti, nasıl oluyor da, Ehl-i beyti sevmez sanıyorlar. Ehl-i beytin muhabbeti, onların îmânlarının temelidir. Son nefesde îmân ile gidebilmek için, onların sevgisini şart koymuş olduklarını yukarıda bildirmişdik.
İmâm-ı Rabbânî “radıyallahü anh” 2.ci cild, otuzaltıncı (36) mektûbda buyuruyor ki: Bu fakîrin babası, zâhir ve bâtın ilmlerinde [ya’nî kalb ilmlerinde] çok âlim idi. Her zemân Ehl-i beyti sevmeği tavsıye ve teşvîk buyururdu. Bu sevginin son nefesde îmânla gitmeğe çok yardımı vardır derdi. Vefât edecekleri zemân bu fakîr yanlarında idim. Son anlarında dünyâya şu’ûrları azaldıkda, kendilerine, her zemânki bu nasîhatlerini hâtırlatdım ve o sevginin nasıl te’sîr etdiğini sordum. O hâlde iken bile, Ehl-i beytin sevgisi deryâsında yüzüyorum buyurdular. Hemen Allahü teâlâya hamd ve senâ eyledim. Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermâyesidir. Âhıret kazançlarını, hep bu sermâye getirecekdir. Ehl-i sünneti tanımıyanlar, bu büyüklerin orta, âdil, hâlis sevgilerini bilmiyerek, ifrâtı seçerek, sevgide taşkınlık yaparak, orta ve âdil sevgiyi sevmemek sanıyor. Ehl-i sünnete hâricî damgasını basıyorlar. Bu zevallılar bilemiyorlar ki, aşırı ve taşkınca sevmek ile hiç sevmemek arasında, bir de insâflı, orta derecede sevgi vardır. Hakkın yeri de, her şeyde ortada, merkezdedir. Bu hak ve adâlet merkezi, Ehl-i sünnete nasîb olmuşdur. Allahü teâlâ, o büyüklerin çalışmalarını bol bol mükâfatlandırsın! Âmîn.
Ne kadar şaşılır ki, hâricîleri Ehl-i sünnet öldürmüşdü. Ehl-i beytin intikâmını onlardan Ehl-i sünnet almışdı. Ehl-i sünneti, yoksa şî’î mi sanıyorlar? Ehl-i beyti sevenlere şî’î mi diyorlar? Yine şaşılır ki, işlerine gelince, Ehl-i sünnete şî’î, işlerine gelmiyen yerlerde de, hâricî diyorlar. Ya’nî sevgide taşkınlık görmeyince hâricî, ba’zan da, hakîkî sevgiyi görerek, şî’î diyorlar. Ne kadar câhildirler ki, Ehl-i sünnet evliyâsından, Âl-i Muhammed “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” sevgisini işitince, bunları şî’î zan ediyorlar. İkinci cihân harbinde Tahranda çıkmakda olan (İttilâ’ât-i Heftegî) ismindeki bir acem mecmû’ası da, böylece, Ehl-i sünnet âlimlerinden ve Evliyâsından çoğunun, hattâ Kâdirî olan Sa’diyyi Şîrâzînin “rahime-hullahü teâlâ” Ehl-i sünnet olmadığını isbâta kalkışarak, birçok hezeyânlar uyduruyordu. Tabi’î buna gülmekden başka cevâb verilememişdi. Hâlbuki, birçok yazılarında bildirdiği ve Şemseddîn Sâmî beğin (Kâmûsül a’lâm)da yazdığı gibi, kendisi Ehl-i sünnet evliyâsından şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdîden, bu da, Gavs-ı a’zam seyyid Abdülkâdir-i Geylânîden inâbet almışdı. Ya’nî, tesavvufu Ehl-i sünnet büyüklerinden edinmişdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Doksan yaşından ziyâde yaşıyarak ehl-i salîb seferlerinde bulunmuşdu.
Bu câhiller, Ehl-i sünnet âlimlerinden olup da, Ehl-i beyti “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” aşırı ve zararlı sevmekden men’ eden ve diğer üç halîfenin de sevilmesine çalışan mubârek kimselere hâricî diyorlar. Bu her iki câhillerin hepsine yazıklar olsun ve binlerce yazıklar olsun. Bu uygunsuz sözleri hangi cesâret ile söyleyebiliyorlar? Sevmenin bu aşırı ve tehlükelisinden ve hiç de sevmemek felâketinden Allahü teâlâya sığınırız.
Sevmenin aşırı ve tehlükeli olması şöyledir ki, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevmiş olmak için, diğer üç halîfeye düşman olmak lâzımdır diyorlar. İnsaf etmeli, iyi düşünmeli, bu nasıl sevgidir ki, bu sevgiyi elde etmek için, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halîfelerine, ya’nî vekîllerine düşmanlık şart oluyor? İnsanların en iyisinin Eshâbına söğmeği, la’net etmeği îcâb etdiriyor? “aleyhi ve âlihi ve eshâbihissalevâtü vettehiyyât”. Bunlara göre, Ehl-i sünnetin kabâhati, Ehl-i beytin sevgisi ile Resûlullahın Eshâbını büyük bilip saygı göstermeği birleşdirmekdir ve aralarındaki muhârebelerden, karışıklıklardan dolayı, Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” birini fenâ bilmemek, kötülememekdir ve hepsini hevâ ve te’assubdan, ya’nî inâd ve çekememezlikden uzak ve temiz bilmekdir. Çünki, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetine, sözlerine kıymet verdiğinden, o sohbetde bulunmakla, kulaklara ve gönüllere lezzet ve hayât veren te’sîrli sözleri dinlemekle şereflenenleri büyük ve kıymetli bilir. Bununla berâber, haklı olanlara haklı, hatâ edenlere de hatâlı derler. Fekat bu hatâyı, hırs, şehvet ve inâddan değil, re’y ve ictihâdda yanılmak bilirler. Bunların, Ehl-i sünneti sevmesi için, kendileri gibi Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” düşman olmalarını ve bu din büyüklerine kötü göz ile bakmalarını isterler. Hâricîlerin sevmesi için de, Ehl-i beyte “aleyhimürrıdvân” düşmanlık etmelerini, Muhammed “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”ın Âline, en yakınlarına düşman olmalarını isterler. Yâ Rabbî! Sen, bize doğru yolu gösterdikden sonra, bizleri yanılmakdan, yoldan çıkmakdan koru! Bize kalırsa hâlimiz harâb! Sen sonsuz rahmet hazînenden bize merhamet et! Her iyiliği, herkese, karşılıksız veren, ihsân eden ancak sensin!
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, o muhârebeler zemânında, Eshâb-ı kirâmın üç kısm olduğunu yukarıda bildirmişdik. Bir kısmı delîl ve ictihâd ile, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” haklı olduğunu anlamışdı. Bir kısmı da, yine delîl ve ictihâd ile, karşı tarafı haklı bulmuşdu.
 

MURATS44

Özel Üye
Üçüncü kısm ise, delîl ile hiç bir tarafı üstün görmedi. Her üç kısmın kendi ictihâdlarına göre hareket etmesi lâzım idi. O hâlde birinci kısmın, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” yardım etmesi lâzım oldu. İkinci kısmın ise, kendi ictihâdlarına göre, karşı tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Üçüncü kısmın işe karışmaması doğru olup, bir tarafı ötekine tercîh etmeleri hatâ olurdu. O hâlde, her üç fırka kendi ictihâdına göre hareket etdi. Kendilerine lâzım ve vâcib olanı yapdılar. Bundan dolayı, hangisine birşey denilebilir ve nasıl dil uzatılabilir? İmâm-ı Şâfi’î ve Ömer bin Abdül’azîz buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi o kanlara bulaşmakdan koruduğu gibi, biz de dillerimizi karışdırmakdan korumalıyız!) Bu sözden anlaşılıyor ki, bir tarafa haklı, karşı tarafa hatâlı dememiz de, doğru değildir. Çünki, müctehid hatâ edince de bir sevâb kazanır ki, ictihâd ve gayretinin karşılığıdır.
İki müctehidin ictihâdları birbirine uymazsa, her birinin kendi ictihâdını doğru, ötekinin ictihâdını yanlış bilmesi lâzımdır. Meselâ, Hanefî mezhebinde kan akması abdesti bozduğu hâlde, Şâfi’î mezhebinde bozmaz. Şâfi’î mezhebinde, yabancı kadına dokunmak, abdesti bozar, Hanefîde bozmaz. Bunlardan elbette biri doğru, öteki yanlışdır. Fekat, bir şeyde, doğru taraf birden fazla olur mu, olmaz mı? Bu çok derin ve karışık bir mes’eledir. Doğrunun bir olup, ötekilerin ind-i ilâhîde yanlış olacağına göre, ictihâdı doğru olanlara, iki veyâ on sevâb, hatâ edenler, günâha girmedikleri gibi, Allahü teâlâ afv edip, bir sevâb da veriyor. Bir şeyin doğrusu birden çok olur, diyen âlimler de vardır. Meselâ, Âdem aleyhisselâmın dîninde kızların, erkek kardeşlerine nikâh edilmeleri emr olunduğu hâlde, sonradan gönderilen Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinlerinde harâm olması da, Allahü teâlânın emri idi. Allahü teâlânın emrlerinde hatâ olamıyacağından, her iki emr de doğrudur. Birinci emr, Âdem aleyhisselâma ve Onun ümmetine, ikinci emr de, diğer Peygamberlere ve ümmetlerine doğrudur. Her müctehid için doğru olan, kendi re’y ve ictihâdıdır. İctihâd, o mezhebde bulunanlar için de hakdır, doğrudur. Şu hâlde, hak birden çok olmakdadır. Bunun için, bir mezhebe uyan kimse, başka mezhebde bulunanlara ve ictihâdlarına hatâ diyemez. Görülüyor ki, her müctehid, kendi ictihâdına göre hareket etmeğe mecbûrdur. Bunun hikmetine, fâidesine gelince, (Ümmetimin ictihâdlarında ayrılması, Allahü teâlânın geniş bir merhametidir) hadîs-i şerîfinin gösterdiği gibi, islâmiyyetden ayrılmaksızın, dinde gösterilen kolaylıkdır. Meselâ, Hanefî mezhebinde bulunan bir kimsenin bir yerinden kan çıkar ve durmazsa, dâimâ abdesti bozulacağından ve her zemân abdest alması güç olduğundan, Şâfi’î mezhebine geçerek veyâ o mezhebi taklîd ederek, zorlukdan kurtulacağı gibi, Hanefî mezhebinde bulunan kimse, dişlerini zarûretsiz kaplatsa veyâ doldurtsa, gusl abdesti kabûl olmıyacağından, Şâfi’î mezhebini taklîd ederek cenâbetlikden kurtulur.
 

MURATS44

Özel Üye
Nikâh, talâk ve zekâtda ise, Şâfi’î mezhebinde karşılaşılan güçlükler, Hanefîyi taklîd ederek hafîfletilir. Su mes’elelerinde Hanefî ve Şâfi’îlerin karşılaşdıkları sıkıntı da, Mâlikî mezhebinin ictihâdını taklîd ederek kolaylaşdırılır. Bunlar gibi, dahâ birçok misâller, meselâ yolculukda öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı nemâzlarını birlikde kılmak sûretiyle Hanefîlerin, Şâfi’î mezhebini taklîd etmeleri gibi kolaylıklar vardır. Çünki, vapurda, trende, göğüs kıbleden dönünce, Hanefî mezhebinde olanın farz nemâzları kabûl olmaz. Mezheb taklîdi hakkında, din âlimlerinin sözleri, Tâm ilmihâl (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında uzun yazılıdır.
Eshâb-ı kirâmı “aleyhimürrıdvân” sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden beğenilmiş, süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın hayât tarzlarına imrenip onlar gibi olmağa özenmek, Allahü teâlânın en büyük ni’metidir. Hadîs-i şerîfde, (Kişi sevdiği ile berâberdir) buyurulduğundan onları sevenler, onlar iledir. Cennetde onların makâmlarında, yakınlarındadır.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ellerine geçen delîller ile, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” haklı olduğunu, karşı tarafdakilerin ise, ictihâdda yanıldıklarını anladılar. Hatâ, ictihâdda olduğu için, kimsenin birşey söylemeğe hakkı yokdur. Bunlara kabâhatli, mel’ûn denilebilir mi? İctihâd emrini yerine getirdiler. Cehd edip uğraşdılar. Hakîkati böyle gördüler. Bunların uyuşmaması, din âlimlerinin mezheblere ayrılması gibidir. İmâm-ı Alînin “radıyallahü anh” (Kardeşlerimiz bize uymadı. Onlar kâfir değildir. Günâha da girmediler. Zîrâ, onları küfrden, günâhdan koruyan ictihâdları, buluşları vardır.) buyurduğunu yukarıda bildirmişdik. Ba’zı kimseler, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” ile harb edenleri kötüliyor. Âlimler ise, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” haklı olduğunu söylemekle berâber, karşı tarafdakilerin ictihâdlarına, te’vîllerine hatâ demiyor. Hiçbirine dil uzatmıyor, kötülemiyorlar. Hayrülbeşer “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Eshâbım için birşey söylerken, Allahü teâlâdan korkunuz!) buyurdu ve ehemmiyyetini bildirmek için birkaç kerre tekrâr söyledi. Bir kerre de buyurdu ki, (Eshâbımın her biri gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız selâmete kavuşursunuz). Sahâbîlerin her birinin kıymetini, büyüklüğünü, yüksekliğini bildiren hadîs-i şerîfler pek çokdur. O hâlde hepsini kıymetli ve yüksek tutup, yanlış hareketlerinin iyi sebeblerle, güzel niyyetlerle yapıldığını bilmelidir. İşte Ehl-i sünnet mezhebi budur.
 

MURATS44

Özel Üye
Ba’zıları, bu mes’elede taşkınlık yapdı. Alî “radıyallahü anh” ile muhârebe edenlere kâfir dedi. Din büyüklerine her kötü sözü söylemekden utanmadılar. Bunların maksadı, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” haklı olduğunu ve karşı tarafdakilerin hatâ etdiğini bildirmek ise bunu bildirmek için, Ehl-i sünnetin tutduğu doğru yolu seçmek yetişir. Din büyüklerine söğmek, onları kötülemek, müslimânlığa sığmaz. Ya’nî bunların tutduğu yol ki, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına söğmeği, la’net etmeği, kendilerine din ve ibâdet edinmişlerdir. Bu, düpedüz dinsizlikdir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” halîfelerine söğmeğe ibâdet diyen din, nasıl bir dindir? Bu dünyâda, uzun asrlar içinde birkaç kimse dürlü şeyler uydurarak doğru yoldan ayrıldı, bid’atlara sarıldı. Bu sapıklar arasında doğru yoldan, şî’îler ve hâricîler kadar çok uzaklaşan görülmemişdir. Din büyüklerini söğmeği, kötülemeği, îmânlarının temeli sanan kimselerin, doğru yoldan nasîbi ne olabilir. Bunlar, on iki fırkadır. Hepsi de Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” kâfir diyor. Olmadık şeyleri söyliyorlar. Dört halîfeden üçüne söğmeği ibâdet biliyorlar. Böyle kimseler hakkındaki azâbları bildiren hadîs-i şerîfleri de işitince, bunları başkaları için sanıyorlar. Keşki gitdikleri yolun ma’nâsını bilip, bu yoldan da kaçınsalardı. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına düşmanlık etmeselerdi ne güzel olurdu! Hıristiyânlar da kendilerine Îsevî diyor. Yehûdîler de Mûsevî deyip hiçbiri kendilerine kâfir demiyor ve kâfir bilmiyorlar. Kendi dinsizliklerini beğenmiyenlere kâfir diyorlar. Hepsi de aldanıyorlar. Her ikisi de kâfirdir.
Eshâb-ı kirâma düşman olmağı, Abdüllah bin Sebe’ adındaki bir yehûdî dönmesi ortaya çıkardı. Zemânla, unutulmuş iken, cihâna yayarak dîn-i islâmda büyük bir yara, derin bir uçurum açılmasına tekrâr sebeb olan, Şâh İsmâ’îl Safevîdir. 907 [m. 1501] senesinde Îrânda Safeviyye devletini kuran bu adamın altıncı dedesi, Safiyyeddîn Erdebîlî, Sôfiyye-i aliyyeden sâlih bir zât olup, Muhammed Geylânîden inâbet almışdı. Bunun torunu Cüneydin müridleri pek çok olduğundan Karakoyunlu hükümdârı Mirzâ Cihân şâh tarafından Erdebîlden çıkarılmışdı. Diyâr-ı Bekre gelip, Ak koyunlu hükümdârı Uzun Hasene sığınmış ve hemşîresi ile evlenmişdi. Oğlu Haydar da, Uzun Hasenin kızını almışdı. Babası ve sonra kardeşi öldürülüp, kendisi bir müddet sonra babasının intikâmını almış, Tebrîzde hükûmet kurmuş ve Eshâb-ı kirâma düşman olmağı, resmen i’lân etmişdir. Müslimânları kolay aldatabilmek için, oniki imâmdan imâm-ı Mûsâ Kâzım “rahmetullahi aleyh” soyundan olduğunu söylerdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Bu sözün yalan olduğunu, kitâbımızın sonunda, hâl tercemesini anlatırken açıkladık. Lütfen oradan okuyunuz! Bu zemâna kadar, Îrânda asrlardan beri yaşamış olan müslimânlar, hep Ehl-i sünnet idi. Babasının fitne ve fesâdını ortadan kaldıran Bahr-i hazerin batısındaki (Dirbendîye) devletinin üçüncü reîsi Şirvânşâhı yakaladıkda, diri diri şişe geçirip kebab yapdığı ve Tebrîze girdikde, Ehl-i sünneti kılınçdan geçirdiği meşhûrdur.
Şâh İsmâ’îlin islâm târîhini lekeliyen o bozuk hareketlerinden önce, islâm memleketlerinin hiçbirinde, mekteblerde, medreselerde, meclislerde, hocalardan, mu’âllimlerden, talebeden hiçbirisi Sahâbe-i kirâmdan hiçbirisine dil uzatmazdı. Hanefî âlimleri, Yezîde bile la’net etmeğe izn vermemişdir. Yalnız aldatılmış olan ba’zı kimseler, Ehl-i beyti “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bulundukları derecenin üstüne çıkarmış iseler de, bunlar da, Sahâbe-i kirâm için dîne ve edebe muhâlif birşeyler söylememişlerdi. Ehl-i beytin kıymetini bilmemekde Abbâsîler, Emevîleri geçmişlerdir.
Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi aleyh” zemânında Îrân hükümdârı olan şâh İsmâ’îl, dîni siyâsete âlet ederek, emellerini başarabilmek için, müslimânları Ehl-i sünnetden ayırmağa çok uğraşdı. Her tarafa adamlarını göndererek, İslâm memleketlerine bozuk i’tikâdını bulaşdırdı. O zemânlar Anadoluda, bektâşîlik, câhiller elinde bulunduğundan, bu tekkeleri sardı. Memleketi bu felâketden korumak için, bektâşî tekkeleri kapatılmışdı. O tekkelerden öteye beriye dağılanlar, birer tekkeye sığınarak i’tikâdlarını gizleyip, Ehl-i sünnetden görünerek, bozuk i’tikâdlarını zemân zemân meydâna çıkardılar. Ehl-i beyti sevmek için, Sahâbe-i kirâma düşmanlık etmek lâzımdır diyerek, tekkelere gelen Anadolunun saf ve temiz müslimânlarını aldatmağa başladılar. Tekke şeyhlikleri de, babadan oğula geçen bir makâm hâlini alıp, çok yerlerde ilmde derinleşmemiş ve Ehl-i sünnet i’tikâdından haberi olmayan, gâfil ve câhillerin elinde kaldığından, bu fenâ i’tikâd, dervişler arasında alıp yürüdü. Sahâbe-i kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasındaki muhârebeleri, kendi görüşlerine ve dünyâya olan hırs ve tama’larına göre değişdirerek anlatdılar. Vak’aları, olayları değişdirdiler. Çirkin hikâyeler uydurdular. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış, bozuk ma’nâ verdiler. Bu çirkin i’tikâd, zemânla bütün tekkelere de yayıldı. Son zemânlarda şî’îlik bulaşmıyan bir tekke kalmamış gibi idi.
Mu’âviye “radıyallahü anh” ve torunu olan ikinci Mu’âviye ve Ömer bin Abdül’azîzden başka, bütün Emevî halîfeleri zemânlarında, Ehl-i beytin yüksek derecelerine yakışmıyacak birşeyler uydurulup söylendi ve müslimânlar arasında yayıldı.
 

MURATS44

Özel Üye
Abbâsîler zemânında, halîfe olacaklar arasında ictihâd edebilecek âlim kimseler bulunmayıp, dünyâ menfe’atleri için halîfe olmağa uğraşdıklarından, o zemânın târîhcileri, Eshâb-ı kirâm arasındaki vak’aları da, Abbâsî halîfelerinin hâline benzeterek yazdı. Emevî halîfelerine de iftirâlar yapdılar. Bunları lekelediler, kötü tanıtdılar.
Bunlar, gâliba Ehl-i beyt-i nebevîyi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kendileri gibi sanıyor. Onları da, hazret-i Ebû Bekr ile Ömere “radıyallahü anhümâ” düşman biliyor. Onları da, kendileri gibi, iki yüzlü, münâfık hayâl ediyorlar. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh”, üç halîfe ile meşhûr olan dostluğunun siyâsî ve gösteriş olduğunu ve onlara, haklı bilerek, kalbinden gelerek değil de, münâfıklıkla, hürmet ve sevgi gösterdiğini zan ediyorlar. Ne kadar şaşılacak şeydir. Bunlar, Ehl-i beyti, eğer, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” sevdikleri için seviyorsa, Onun düşmanlarına da, düşmanlık etmeleri lâzım gelirdi. Onun düşmanlarına, Ehl-i beytin düşmanlarından dahâ çok söğüp, la’net etmeleri îcâb ederdi. Bunlardan hiçbirinin, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” en büyük düşmanı olan ve mubârek vücûdüne ve nâzik rûhuna eziyyet ve işkenceler yapan Ebû Cehle la’net etdikleri, söğdükleri görülmemişdir. Fekat, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” en çok sevdiği Ebû Bekri “radıyallahü anh”, Ehl-i beytin düşmanı sanarak, âyet-i kerime ile ve hadîs-i şerîfler ile medh edilmiş olan bu büyük zâta la’net etmekden, çirkin şeyler söylemekden çekinmiyorlar. Bu nasıl müslimânlıkdır? Allah göstermesin, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin “radıyallahü anhümâ” Ehl-i beyte düşman olacakları düşünülebilir mi? Bu insâfsızlar, keşki Ehl-i beytin düşmanlarına la’net etselerdi de, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” büyüklerinin ismlerini karışdırmasalardı ve din büyüklerini kötülemeselerdi, Ehl-i sünnetden ayrılıkları kalmazdı. Çünki, Ehl-i sünnet de, Ehl-i beytin düşmanlarına düşmandır. Onların kötü ve alçak olduklarını söylemekdedir. Ehl-i sünnetin iyiliğinden biri de şudur ki, belki müslimân olmuşdur, tevbe etmişdir diye, hiçbir kâfire ve hiçbir alçağa ism söyliyerek la’net etmeğe izn vermemişler, kâfirlere toptan la’nete müsâ’ade etmişlerdir. Son nefesde, Allah korusun, îmânsız giden belli kâfirlere la’net etmişlerdir. Bunlar ise, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömere “radıyallahü anhümâ” utanmadan, sıkılmadan la’net ediyor. Eshâb-ı kirâmın büyüklerine dil uzatıyorlar. Allahü teâlâ, kendilerine doğru yolu göstersin!
Ehl-i sünnet, iki mühim noktada, bunlardan ayrılmakdadır:
1 — Birincisi şudur ki, Ehl-i sünnet, dört halîfenin de hilâfetinin doğru olduğunu, dördünün de, halîfe olduğunu söylüyor.
 
Üst Alt