4- İctihâd

MURATS44

Özel Üye
İCTİHÂD İctihâd, gücü, kuvveti yetdiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demekdir. İctihâddan maksad, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, ma’nâları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı islâmiyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükmler çıkarmağa uğraşmak, çalışmak demekdir. Meselâ anaya, babaya itâ’ati emr eden âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi, (Onlara, öf sıkıldım demeyin!)dir. Döğmekden, söğmekden bahs buyurulmamışdır. Âyet-i kerîmede, yalnız bunların en hafîfi olan öf kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, döğmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette harâm olacağını ictihâd etmişlerdir. Yine meselâ, Kur’ân-ı kerîmde şerâb içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemişdir. Şerâbın harâm olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmîr-i akl, ya’nî aklı karışdırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şerâbın harâm olmasındaki sebeb, herhangi bir içkide bulunsa harâmdır, diye ictihâd etmişler. Her serhoş eden şeyin harâm olduğunu emr buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, ictihâd ediniz! diye emr ediyor. Birçok âyet-i kerîmelerden, ilmleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emr olundukları anlaşılmakdadır. O hâlde, ehliyyeti ve liyâkati ve ilmde ihtisâsı tâm olanların, ya’nî ma’nâları açıkça anlaşılmıyan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin içlerinde saklı bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, mefhûmen, mantûkan, delâleten anlıyabilecek kuvvet ve kudretde olanların ictihâd etmesi farzdır.
İctihâd makâmına lâyık olabilmek için, birçok kayd ve şartlar vardır. Evvelâ arabî yüksek ilmleri temâm bilmekle berâber, Kur’ân-ı kerîmin hepsi ezberinde olmak, sonra, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-i murâdîsini, ma’nâ-i işârisini, ma’nâ-i zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin, indiği zemânları ve sebebleri ve ne hakkında geldiklerini, küllî, cüz’î olduklarını, nâsih, mensûh olduklarını, mukayyed ve mutlak olduklarını ve bunlar gibi diğer vechelerini ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl istihrâc edildiklerini bilmek, kütüb-i sitte ve diğer hadîs kitâblarında bulunan hadîs-i şerîflerin hepsini ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için söylendiğini ve şümûl derecesini, hangi hadîsin diğerinden evvel veyâ sonra olduğunu, âid oldukları cihetleri, hangi vak’a ve hâdise üzerine söylendiklerini ve kimler tarafından nakl ve rivâyet edildiklerini ve bunların her birinin hâl tercemelerini bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerine vâkıf olmak, oniki ilmi, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin rümûz ve işâretlerini, sûrî ve ma’nevî tefsîrlerini anlayıp kavrıyabilecek ayrı bir irfâna, nûr-i îmân ve itmi’nân ile dolu münevver ve muaffâ bir kalb ve vicdâna sâhib bulunmak lâzımdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Bu yüksek vasflar ve husûsiyyetler, ictihâd mevkı’ ve makâmının îcâbları ve lüzûmlu şartlarıdır. Fekat, böyle fazîletleri taşıyan, aklları kuvvetli kimseler, ancak Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” asr-ı se’âdetinde ve Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” zemânında ve Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zemân ilerleyip, asr-ı se’âdetden uzaklaşıldıkça, fikrler, re’yler bozulmuş, dağılmış, bid’atler türemiş, böyle üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asrdan sonra, bu sıfatlara mâlik bir âlim ortada kalmamışdır. Böyle olduğu, (Mîzân-ül-kübrâ) ve (Redd-ül-muhtâr) ve (Hadîka) kitâblarında, açıkça yazılıdır.
(Fa’tebirû) âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi, (Ey akl sâhibleri! Akl erdiremediğiniz mes’elelerde, onları bilen ve derinliklerine tâm ermiş olanlara tâbi’ olunuz) demekdir.
İctihâd makâmına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihâdlarına göre hareket etmek mecbûriyyetindedir. Başka müctehidlerin ictihâdlarına tâbi’ olamazlar. Hattâ Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” zemânlarında da, sahâbîlerden biri, kendi Peygamberinin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunursa, kendi ictihâdına göre hareket ederdi. Burada bir süâl sorulabilir. Peygamberler de “aleyhimüssalevâtü vesselâm” ictihâd eder mi idi? Evet, onlar da, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emrleri, açık bildirilmiş olan emrlere kıyâs ederek, benzeterek ictihâd ederlerdi. Fekat ictihâdlarda hatâ edip yanılmak ihtimâli olduğundan, ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ, derhâl Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahy ile düzeltilirdi. Ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” ictihâdları hatâlı kalmazdı. Meselâ, Bedr gazasında alınan esîrlere yapılacak şey için, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ba’zı Sahâbe-i kirâm ile birlikde bir dürlü, Ömer “radıyallahü anh” ise, başka dürlü ictihâd etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerîme gelerek, Allahü teâlâ, imâm-ı Ömerin “radıyallahü anh” ictihâdının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi (Abese) sûresi de, bir ictihâd hatâsını düzeltmek için nâzil olmuşdu. [Tefsîr-i Hüseyn Kâşifî.] Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emrlerinin anlaşılmasında hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ictihâdı, yine böyledir ki, ileride bildireceğiz.
 

MURATS44

Özel Üye
Eshâb-ı kirâmdan sonra “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” meşhûr dört imâm ve bunların mezheblerine göre ictihâd eden imâm-ı Ebû Yûsüf, imâm-ı Muhammed, imâm-ı Züfer, ibni Nüceym, imâm-ı Râfi’î, imâm-ı Nevevî, imâm-ı Gazâlî ve benzerleri “rahime-hümullahü teâlâ” gibi yüksek âlimler yetişdi. Asr-ı se’âdet uzaklaşdıkça, hadîs-i şerîfleri nakl ve rivâyet eden oniki silsilenin, ya’nî haber verme zincirinin halkaları artdı. Hadîs-i şerîflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mes’ele oldu ve çok güç ve belki imkânsız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asrdan sonra, ictihâd edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün müslimânlar, bu dört imâmdan birine tâbi’ olup, o imâmın mezhebine uymağa mecbûr oldu.
Dîn-i islâmı yıkmak için uğraşanlardan bir kısmı, o kadar kurnaz oldukları hâlde, islâmiyyetin inceliklerini kavrayamadıklarından, kitâblarında ve konferanslarında (ictihâd kapısı kapandı) sözüne saldırıyor. Fekat kürsîlerden saçdıkları rakı kokuları ile berâber, çürük ve boş kafalarından, ağızlarına sızan hezeyânları, dinleyicilere gülünç olmakdan başka te’sîr yapamıyor. Elhamdülillah, islâm semâsını kaplıyan korkunç irtidâd bulutlarının karartmakda olduğu gençliğin saf ve berrak rûh deryâsı, hakîkat güneşinin beliren tektük şuâ’ları ile ışıldamağa başlamakdadır.
İctihâd, bir ibâdet olduğundan, ya’nî Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünki, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’î “rahime-hüllahü teâlâ”, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” re’y ve ictihâdını beğenmiyene, Allahü teâlâ la’net etsin!) ya’nî merhamet etmesin buyurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed ve diğer imâmların “rahime-hümullahü teâlâ”, İmâm-ı a’zama uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabûl etmemek değildir. Kendi ictihâdlarını bildirmekdir. Bunu bildirmeğe me’mûrdurlar. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerîmelere mürâce’at etmelerini, orada bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere mürâce’at etmelerini, orada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile hareket etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ yüksek ilmli ve fikrli olsalar dahî, başkalarının fikr ve ictihâdına uymamalarını emr buyururdu.
İşte bunun gibi, imâm-ı Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed de “rahime-hümallahü teâlâ” hocaları, üstâdları olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyhim” hazretlerinin fikr ve re’yine tâbi’ olmayıp, kendi ictihâdları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi aleyh” ilmi, fikri, onların üstünde idi ve onların üstâdı idi.
 

MURATS44

Özel Üye
Dört mezheb arasındaki farklar da, bundan ileri gelmekdedir. Meselâ Hanefî mezhebinde kan akınca abdest bozulduğu hâlde, imâm-ı Şâfi’înin ictihâdında bozulmuyor. Şâfi’î mezhebinde bulunan biri, elinden kan akınca, abdest almadan nemâz kılarsa, hiçbir hanefî, ona abdestsiz nemâz kıldı diyemez. Çünki onun tâbi’ olduğu mezheb imâmının ictihâdı böyledir. Hanefî mezhebinde bulunan bir kimse, yabancı bir kadının [nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz kadından başkasının] derisine dokundukdan sonra, abdestini yenilemeden nemâz kılsa, hiçbir şâfi’î de, o hanefînin abdestsiz nemâz kıldığını söyliyemez. O hâlde abdestde, nemâzda, nikâhda, mîrâsda, vasiyyetlerde, talâkda, cürm ve cinâyetlerde, alışverişde ve bunlar gibi birçok şeylerde imâmlarımızın [ya’nî en büyük din âlimlerinin] birbirine uymıyan sözleri, hep ictihâdları olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememişdir.
Sahâbe-i kirâm da “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” böylece birçok işlerde birbirlerine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, dalâlet, fısk demeği hâtırlarına bile getirmemişlerdir. Meselâ, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halîfe iken, müslimân olmasını teşvîk için, bir muhtedîyi, bir sahâbînin yanına katarak, beyt-ül-mâlın muhâfaza me’mûru olan hazret-i Ömere “radıyallahü anh” gönderdi. Buna zekât hissesini versin! diye emr eyledi. Ömer “radıyallahü anh” ise, bu parayı vermedi. (Müellefe-i kulûb) ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerîmede emr edilmiş iken, neye vermedin? diye sorunca, imâm-ı Ömer “radıyallahü anh” (kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın va’d etdiği zafer ve gâlibiyyet başlamadan evvel, kâfirlerin azgın olduğu zemânda idi. Şimdi ise, müslimânlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlûb ve âciz olmuşdur. Şimdi kâfirlerin kalblerini mal ile kazanmağa lüzûm kalmamışdır) buyurdu. (Müellefe-i kulûb) denilen kâfirlere zekât verilmesi emrini nesh eden, ya’nî yürürlükden kaldıran âyet-i kerîmeyi ve Mu’âz hadîsini okudu. İmâm-ı Ömerin “radıyallahü anh” bu ictihâdının, Sıddîk-ı a’zamın re’y ve ictihâdına uymaması, onun bu emrini red etmek değildir. Beyt-ül-mâlin [ya’nî, müslimânlara âid para ve eşyânın] muhâfazasına ve idâresine me’mûr olduğu için, ictihâdını söylemişdi. Ebû Bekr de “radıyallahü anh” bu ictihâdından dolayı ona bir şey dememişdi. Hattâ, ictihâdını değişdirerek, Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Ömer gibi ictihâd eylediler. İmâm-ı Rabbânî, 2.ci cild, otuzaltıncı (36) mektûb sonlarında, Eshâb-ı kirâmın, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdından ayrılmasına misâl olarak, şunu da yazmakdadır:
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, vefât etmesine yakın bir zemânda, (Bana kâğıd veriniz, size birşeyler yazacağım!) buyurmuşdu.
 

MURATS44

Özel Üye
Orada bulunanlardan bir kısmı, kâğıd verelim dedi. Bir kısmı da vermiyelim dedi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh”, bu kısmdan idi. (Allahü teâlânın kitâbı, bize yetişir) dedi. Bu yüzden de ona dil uzatıyor, kötülüyorlar. İşin iç yüzünü anlasalar, birşey söyliyemezler. Çünki, Fârûk “radıyallahü anh”, vahyin son bulduğunu, Cebrâîl aleyhisselâmın gökden artık haber getirmiyeceğini ve re’y ve ictihâddan başka bir yolla ahkâm çıkarılamıyacağını bilmişdi. O ânda Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yazacağı şeyler, ictihâdla bulunacak şeyler olacakdı. Allahü teâlânın (İctihâd ediniz!) emri ile, başka müctehidler de, bunları bulabilirdi. İşte Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, bunları hemen düşünerek, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” o veca’lı, sıkıntılı anda üzmek, yormak istemedi. Başkalarının yapacağı ictihâdları kâfî gördü ve (Bize Kur’ân-ı kerîm yetişir) buyurdu. Ya’nî (Müctehidlerin kıyâs ve ictihâd etmeleri için, Kur’ân-ı kerîm kâfîdir) dedi. Yalnız Kur’ân-ı kerîmi söylemesinden anlaşılıyor ki, hâllerden ve işâretlerden anlamışdı ki, yazılacak ahkâmın ictihâdı, hadîs-i şerîflerden çıkarılmayıp, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılacak şeylerdi. O hâlde, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirmeğe mâni’ olması, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” hastalığın şiddeti, ağrıların kesreti zemânında üzmemek, yormamak için merhamet ve şefkatinden idi. Zâten, kâğıd istemeleri de emr şeklinde değil, başkalarını ictihâd zahmetinden kurtarmak için acıdıklarından idi. Çünki, emr şeklinde olsaydı, emrleri bildirmek lâzım olduğundan, kâğıdı istemeğe ehemmiyyet verir. Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” uyuşmaması ile vazgeçmezdi.
Süâl: Fârûk “radıyallahü anh” o zemân (Durun bakalım sayıklıyor mu?) demişdi. Bunu niçin söyledi?
Cevâb: İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, buna şöyle cevâb buyuruyor: Fârûk “radıyallahü anh”, belki o sözün, hastalığın ateşli ânında istemiyerek söylendiğini sanmışdı. Nitekim (yazacağım) buyurmaları, buna işâretdir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ömründe birşey yazmamışdı. Bundan başka, (Benden sonra yoldan çıkmıyasınız!) buyurmuşdu. Hâlbuki, din kâmil olmuş, ni’met temâm olmuş ve Allahü teâlâ râzı olmuş iken, yoldan çıkmak nasıl olabilir? Bu temâmlık ve bu kemâl ile berâber, yoldan çıkılacaksa, bunu durdurmak için bir ânda ne yazılabilir? Yirmiüç senede yazılanın durduramıyacağı bir dalâleti önliyecek ne yazılabilir? Fârûk “radıyallahü anh”, bunlardan anlamışdı ki, bu söz insanlık îcâbı, istemeden söylenmişdi. Bir kısmı soralım dedi. İkinci kısmı, sormıyalım, râhatsız etmiyelim, dedi ve sesler yükseldi.
 

MURATS44

Özel Üye
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kalkınız, birbirleriniz ile çekişmeyiniz! Peygamberin huzûrunda çekişmek iyi değildir) buyurdu ve artık, böyle şey söylemedi. Kalem, kâğıd istemedi.
Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, ictihâd ile çıkarılacak ahkâmda Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılmaları eğer [Allah göstermesin] keyf ve inâd ile olsaydı mürted olurlardı. Dîn-i islâmdan çıkarlardı. Çünki, Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı ufak bir edebsizlik küfrdür. Böyle şeyden Allahü teâlâya sığınırız. Hâlbuki, bu ayrılıkları (Fa’tebirû) emrine uymak için idi. Çünki, ictihâd mertebesine yükselen bir kimsenin, ictihâdla bulunan hükmlerde, başkasının ictihâdına uyması hatâdır ve yasakdır. Evet Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen hükmlerde ictihâd olmaz. Bu hükmlere uymak her müslimâna lâzımdır.
Hülâsa ve netîce olarak deriz ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gösteriş yapmakdan uzak, kimseye beğendirilmelerini düşünmeyip, yalnız kalblerini, huylarını temizlemeğe uğraşırlardı. Görünüşe aldırmazlar, öze ve hakîkate ehemmiyyet verirlerdi. Birinci işleri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrlerini yapmak, Onu gücendirmekden sakınmak idi. Analarını, babalarını, çocuklarını, âilelerini, o Servere fedâ etmişlerdi. Ona olan îmânları, ihlâsları o kadar çokdu ki, mubârek tükürüğünün yere düşmesine zemân bırakmazlar, âb-ı hayât gibi içerlerdi. Tıraş olunca, mubârek saçlarını, sakal kesintilerini yere düşmeden kapışırlar, bir kılını taşımağı, tâc ve tahtdan kıymetli bilirlerdi. Koca Roma ordularını yere seren, kal’aları, memleketleri feth eden Hâlid ibni Velîd “radıyallahü anh”, bütün bu muvaffakıyyetlerinin, başında taşıdığı bir (sakal-ı şerîf) sâyesinde olduğunu söylemişdi.
Evlâddan evlâda yâdigâr kalan bu sakal-ı şerîfler, câmi’lere vakf edilmişdir. Mubârek günlerde ziyâret edilmekdedir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” o Servere olan îmân ve ihlâslarının çokluğundan, kan aldırınca, içdikleri meşhûrdur. Yalandan ve iftirâdan uzak olan o mubârek insanlardan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı edebe yakışmaz görünen bir söz çıkarsa, buna iyi ma’nâ vermeğe çalışmalı, kelimeyi değil, maksadı düşünerek selâmete ermeliyiz!
Süâl: Ahkâm-ı ictihâdiyyede hatâ ihtimâli olunca, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen ahkâm-ı islâmiyyenin hepsine nasıl güvenilebilir?
Cevâb: Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ahkâm-ı ictihâdiyyeleri, sonradan ahkâm-ı semâviyye olur. Ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hatâ üzerinde kalmaları câiz değildir.
 

MURATS44

Özel Üye
Ahkâm-ı ictihâdiyyede müctehidler ictihâd edip ayrılıklar belli oldukdan sonra, Allahü teâlâ doğru hükmü bildirir. Doğru belli olur. O hâlde Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtda iken çıkarılan ahkâm-ı ictihâdiyyenin hepsinde vahy gelerek doğruları bildirilmiş, şübhelileri hiç kalmamışdır. Demek ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen ahkâmın hepsi doğrudur. Hepsi kat’îdir. Çünki, hepsi vahy ile bildirilmişdir. Sonradan vahy ile doğrusu bildirilecek olan bu ahkâmda ictihâd etmeği emr etmekden maksad, müctehidlere derece ve sevâb vermek içindir. Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra bulunan ahkâm-ı ictihâdiyye ise, böyle kat’î olmayıp, zannîdir, şübhelidir. Bunları yapmak lâzım ise de, inanmıyan kâfir olmaz. Fekat, bunlardan da, bütün müctehidlerin birbirlerine uygun ictihâdları ile çıkarılan bir hükmü inkâr eden, yine kâfir olur.
Hülâsa, bizler, kalblerimizi, Ehl-i beytin hürmet ve sevgisi ile nûrlandırmalı ve Sahâbe-i kirâmın hepsini, hiç birini ayırmadan, büyük ve yüksek bilmeliyiz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Her birini Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin ta’yîn buyurdukları derece ve yükseklikde tanımalıyız! Aralarında olan münâkaşaların ve muhârebelerin, güzel niyyet ve iyi sebeblerden ileri geldiğine inanmalı, hiçbirine kusûr ve kabâhat bulmamalı ve söylememeliyiz!
İmâm-ı Şâfi’î ve imâm-ı Ahmed “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki, (Ellerimiz o kanlara bulaşmadığı gibi, dillerimizi de bulaşdırmakdan muhâfaza edelim!) O hâlde Sahâbe-i kirâmın hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” talebeleri oldukları için, sâf ve temiz bilmemiz ve çok sevmek, hurmet etmek lâzım geldiğini i’tikâd etmemiz îcâb eder. Sahâbe-i kirâmın, Tabi’în-i izâmın ve Tebe’i tâbi’înin ve müctehidlerin ve mütekellimîn, fukahâ, muhaddisîn, müfessirîn ve bu ümmetin sâlihlerinin hepsi böyle i’tikâd etmişlerdir.
Ehl-i sünnet ve cemâ’at denilen zümre-i nâciyyenin de mezheb ve i’tikâdları bu doğru yoldur. Bir kimse, bu ümmet-i necîbenin evliyâsından birinin birkaç gün meclisinde bulunup, onun sohbeti ile güzel huylarından, fazîletlerinden edinerek, fâidelenince, buna bütün dünyâda kıymet biçilmez iken, nasıl olur da Eshâb-ı kirâmın birbirleri ile olan ayrılıkları ve muhârebeleri kötü maksadlı kimselerin, kendilerine benzeterek söyledikleri ve kitâblarında yazdıkları gibi çirkin ve uygunsuz bilinir? Çünki, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” Resûl-i ekremi “sallallahü aleyhi ve sellem” aşırı severlerdi. Uğrunda canlarını, mallarını, mülklerini, evlâdlarını, ezvâc, baba ve analarını ve vatanlarını, terk ve fedâ ederlerdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Uzun zemânlar sohbetlerinde bulunarak her cihetden fâidelenmiş ve Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ahlâkı ile ahlâklanmış, aşağı huylardan temizlenmiş, kalbleri, nefsleri saf ve pâk olmuşdu. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” için böyle söylemek ve zan etmek aslâ câiz değildir.
Böyle söyliyen ve yazan zevâllılar, bilmiyorlar mı ki, onlara düşmanlık edenler, doğrudan doğruya Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlık etmiş oluyorlar. Onları kusûrlu bilmekle, Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” kusûrlu göstermiş oluyorlar. Bunun içindir ki, dînimizin büyükleri, (Peygamberimizin “aleyhissalâtü vesselâm” Eshâbına hurmet etmiyen, onları kusûrlu bilen, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etmemiş olur) buyurdular.
Cemel ve Sıffîn vak’aları, onları kötülemeğe sebeb olamaz. İki tarafdakiler de, günâha girmedi, belki sevâb kazandılar. Zîrâ, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi, ictihâdda hatâ eden müctehide bir sevâb, isâbet edene iki veyâ on sevâb vardır. Şübhe yokdur ki, ayrılık, gizli maksadlar ve dünyâ arzûları için olmayıp ancak ictihâdların uymaması sebebi iledir. İmâm-ı Muhammed Kurtubînin Tezkiresi Muhtasarında, imâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî buyuruyor ki: (Mu’âviye ve Alî “radıyallahü anhümâ” arasındaki muhârebe ve ayrılıklar, ictihâd ayrılığından doğan dînî bir mes’ele idi. Dünyâ arzûlarına kavuşmak için değildi. Ya’nî, saltanat ve reîslik sevdâsı ile değildi ki, söz edilsin. Belki, din için olduğundan iyi ve makbûl idi.) İmâm-ı Kurtubî ve Abdülvehhâb-ı Şa’rânî bu dînin büyüklerindendir. Yine aynı kitâbda diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bundan sonra, [ya’nî benden sonra], eshâbım arasında fitne çıkarak muhârebe olacakdır. Cenâb-ı Hak bunları, benimle olan sohbetlerinden dolayı afv ve mağfiret eder. Bunlardan sonra gelen müslimânlar arasında bu sebeble çıkacak fitnede kimse afv olunmıyacakdır). Çünki, onlar, sahâbî değildir, ya’nî sohbetde bulunmamışlardır. İnsan, dünyâda iken sevdiği kimse ile haşr olacakdır. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Server-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” çok severdi.
Yine aynı sahîfede yazılı olan bir hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebelerde hem ölen, hem de öldüren Cennetlikdir. Onların hepsi büyük müctehid idi. Bir müctehid, kendinden dahâ yüksek bir müctehidin ictihâdından başka ictihâd edince, kendi ictihâdı ile amel etmesi lâzımdır. Başkasının ictihâdına uyması câiz değildir. İmâm-ı a’zam Ebû
 

MURATS44

Özel Üye
Hanîfenin talebesi olan imâm-ı Ebû Yûsüfün ve imâm-ı Muhammedin ve yine imâm-ı Muhammed Şâfi’înin talebesinden olan Ebû Sevrin ve Müzenînin, üstâdlarının re’ylerine uymıyan ne kadar ictihâdları var. Onların harâm dediklerine halâl, halâl dediklerine harâm demişlerdir. Bunlara, günâh işledi, hatâ etdi denilemez. Kimse de böyle dememişdir. Zîrâ, ayrılmaları, ictihâd yüzündendir. Kendileri de müctehiddir. Eshâb-ı kirâmın her biri de böyle müctehiddi. Vahşîden “radıyallahü anh” hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü anh” kadar hepsi, hazret-i Mu’âviye de “radıyallahü anh”, müctehid idiler. Her biri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kalblere işliyen mubârek nazarlarına ve düâlarına kavuşmakla şereflenmişdir. Meselâ, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”, (Yâ Rabbî! Onu hâdî ve mehdî kıl!) düâsına kavuşmuşdu. Hâdî, doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş, Mehdî, hidâyete getirici demekdir. Düşünülürse, bu düâ, dünyâ ve âhıretin en yüksek derecesini göstermekdedir. Şübhe eden, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” düâsının kabûl olmıyacağını iddi’â etmiş olur. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” Sahâbenin büyüklerini sayarken, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için,(Ümmetimin en merhametlisidir) buyurdukları gibi, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” için de, (Ümmetimin en halîmi ve en cömerdidir) buyurmuşlardı. İyi düşünmelidir ki, bu iki kıymetli huy ve sıfatın derecesi, nerelere kadar yükselmekdedir?
İbni Hacer-i Mekkî “rahime-hullahü teâlâ” (Tathîr-ül-cenân) kitâbının yirmiyedinci sahîfesinde şöyle yazıyor: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyuruyor ki: Cebrâîl “aleyhisselâm” Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” efendimize geldi. Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sana tavsıye ederim. Kur’ân-ı kerîmi yazdırmakda ona emniyyet et, güven! dedi. Yine aynı sahîfede yazıyor ki, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, birgün mubârek zevcesi Ümm-i Habîbenin “radıyallahü anhâ” odasına geldi. O esnâda hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” başını, kız kardeşi Ümm-i Habîbenin “radıyallahü anhâ” kucağına koymuş uyuyordu. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hâli görünce, buyurdu ki, (Yâ Ümm-i Habîbe! Kardeşini bu kadar çok mu seviyorsun?) Kardeşimi çok seviyorum, dedi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Onu Allahü teâlâ ve Resûlü de seviyor).
O kitâbda yine yazıyor ki, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, yakın akrabâ olmak ile şereflenmişdir. Çünki, kız kardeşi Ümm-i Habîbe “radıyallahü anhâ”, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” zevcelerinden idi.
 

MURATS44

Özel Üye
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim âileler Cennetde benimle berâber olacaklardır).
Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” fazîletlerini bildiren hadîs-i şerîflerden birisi de budur ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Sen melik olduğun zemân, ya’nî halîfe olduğun zemân, vazîfeni iyi yap!) Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” buyuruyor ki, benim halîfe olmağa arzû ve hevesim, bu hadîs-i şerîfi işitdiğim zemân başladı. Zîrâ bu hadîs-i şerîf benim halîfe olacağımı müjdeliyordu. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” ileride halîfe olacağını haber vermişdi. Bu haber de mu’cizelerinden biridir. Mu’âviye “radıyallahü anh”, bu hadîs-i şerîfin muhakkak meydâna çıkacağına îmânı olduğundan, halîfe olacağı zemânı bekliyordu. Fekat bunun hakîkî zemânı, emîrül mü’minîn imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” vefâtından ve imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh” hilâfeti kendinden ayırarak ona verdiği ândan sonra idi. Mu’âviye “radıyallahü anh”, acele ederek, vaktinden önce, Âişe ve Zübeyr ve Talhanın “radıyallahü anhüm”, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” ile harb etmelerinden sonra, bu arzûsunu yerine getirmek istedi ki, bunda yanılmışdı. Fekat bu hatâsı, ictihâdda hatâ olduğundan, hiç birşey denemez.
Yine o kitâbda diyor ki, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhümâ” danışdı. İki def’a, (Fikrinizi bana söyleyiniz!) buyurdu. Onlar, (Allahü teâlâ ve Resûlü “sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ iyi bilir) dediler. Sonra, Mu’âviyeye “radıyallahü anh” haber gönderdi. Yanlarına gelince: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İşlerinizde Mu’âviyeyi bulundurunuz. Çünki, o kavîdir, emîndir.)
Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Yâ Rabbî, Mu’âviyeye hesâbı ve kitâbeti bildir! İslâm memleketlerinde, ona yüksek mevkı’ ve makâm ver! Emrlerinin yapılmasını kolaylaşdır! Onu azâbdan koru!) diye düâ buyurdu. İmâm-ı Ömer “radıyallahü anh”, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” medh ve senâ edip, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” Şâmı alınca, oraya vâlî yapdığı kardeşi Yezîdin vefâtında onu, kardeşi yerine, vâlî ta’yîn etdi ve halîfe kaldığı on sene içinde vazîfesinden azl etmedi. İmâm-ı Osmân ve imâm-ı Alî “radıyallahü anhümâ” da, halîfe iken Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” Şâm vâlîliğinde bırakıp azl etmediler.
 
Üst Alt