20- III–İslâmda ilk fitne

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bunlardan ba’zıları, sıkılmadan, çekinmeden hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömere la’net ediyorlar ve Sahâbe-i kirâmın büyüklerine dil uzatıyor, onlara söğüyorlar. Allahü teâlâ, bu zevâllıların doğru yola gelmelerini, bu yanlış, bozuk yoldan kurtulmalarını nasîb eylesin! Âmîn.
Bu konuda, Ehl-i sünnet ile bunlar arasında iki büyük ayrılık vardır:
1 — Ehl-i sünnet âlimlerine göre, dört halîfenin de hilâfetleri hakdır, doğrudur. Çünki, gaybdan haber veren hadîs-i şerîflerden birisinde, (Benden sonra hilâfet otuz senedir) buyuruldu. Ya’nî tam, kâmil hilâfet otuz senedir. Bu otuz sene hazret-i Alînin hilâfeti ile temâm oldu. Bu hadîs-i şerîf, dört halîfenin de haklı olarak halîfe olduklarını göstermekdedir ve halîfelik sıraları da haklıdır. Ehl-i sünnet olmıyanlardan bir kısmı, üç halîfenin haksız olarak halîfe olduklarını söyliyorlar. Hilâfeti, güç kullanarak, zorla aldıklarını zannediyorlar. Yalnız, hazret-i Alî haklı olarak halîfe olmuşdu, diyorlar. Hazret-i Alînin diğer üç halîfe zemânında ses çıkarmaması, onlara itâ’at etmesi, ortalığı idâre etmek, fitne çıkarmamak içindi diyorlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmının, birbirleriyle yalandan ahbâblık etdiklerini, ikiyüzlü olduklarını sanıyorlar. Geçinmek için birbirlerine dost göründüklerine inanıyorlar. Çünki, bunların söylediğine göre, hazret-i Alînin halîfe olmasını istiyenler, üç halîfenin adamları ile istemiyerek arkadaşlık etmiş ve olduğu gibi görünmemişlerdir. Onlar da, hazret-i Alîyi sevmedikleri hâlde, güleryüz göstermişler, düşmanlıklarını gizlemiş, dost olarak görünmüşlerdir. Bunların söylediğine göre, Eshâb-ı kirâmın hepsi ikiyüzlü ve yalancı olmakdadır. İçlerinde olanın aksini göstermişlerdir. Bunlara göre, Muhammed aleyhisselâmın Ümmetinin en kötüleri, Eshâb-ı kirâm olmakdadır. Sohbetlerin, toplantıların en kötüsü de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbeti olmakdadır. Çünki, bu kötü huylar, onlara, Onun sohbetinden, Onun nasîhatlarından gelmiş oluyor. Dünyânın en kötü zemânı Eshâb-ı kirâmın zemânı olmakdadır. Çünki: ikiyüzlülük, düşmanlık, birbirini çekememek, kin tutmak ile yaşamış oluyorlar. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Onlar birbirlerine karşı çok merhametlidirler) buyuruldu. Böyle kötü inanışlardan Allahü teâlâya sığınırız. Bu ümmetin önde gelenleri, en üstünleri böyle kötü huylu olurlarsa, sonra gelenlerde hiç iyilik bulunabilir mi? Acabâ, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinin üstünlüğünü ve ümmetin iyiliğini bildiren âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri işitmemişler mi? Yoksa bunlara inanmıyorlar mı? Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bizlere Eshâb-ı kirâm ulaşdırdı. Eshâb-ı kirâm kötülenirse, onların bizlere bildirdiği din de kötülenmiş olur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Allahü teâlâ, böyle bozuk sözlerden, çirkin inanışlardan bizleri korusun! Böyle sözlerle, islâmiyyeti yıkmağa uğraşdıkları anlaşılıyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytini sevmek maskesi altında, islâmiyyeti bozmağa çalışıyorlar. Resûlullahın islâmiyyetini yok etmek gâyesinde oldukları anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ, yurdumuzdaki müslimânları aldanmakdan korusun! Keşki, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevenlere saygı gösterselerdi. Onları münâfık, ikiyüzlü bilmeselerdi. Hazret-i Alîyi sevenler ile ona karşı olanların birbirleriyle yalandan arkadaşlık etdikleri, otuz sene birbirlerini aldatdıkları söylenirse, bunların hangisinde iyilik kalır? Bunların hangisinin sözüne güvenilebilir? Hazret-i Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” söğüyorlar, onu kötülüyorlar. Onu kötülemekle, islâmiyyetin emrlerinin, yasaklarının yarısını kötülemiş, çürütmüş olduklarını anlıyamıyorlar. Çünki, müctehid olan derin âlimler buyuruyorlar ki, islâmiyyetin emrleri ve yasakları üçbin hadîs-i şerîfden çıkarılmışdır. Ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeden üçbini, hadîs-i şerîflerden anlaşılmışdır. Bu hadîs-i şerîflerden binbeşyüz dânesini hazret-i Ebû Hüreyre haber vermişdir. Bunun için, onu kötülemek, ahkâm-ı islâmiyyenin yarısını çürütmek, kıymetden düşürmek olur. İmâm-ı Buhârî buyuruyor ki, İslâm âlimlerinden sekizyüzden fazla kimse, hazret-i Ebû Hüreyreden hadîs-i şerîf alıp bildirmişdir. Bunlardan çoğu Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbi’în-i izâmdan idi. Meselâ Abdüllah ibni Abbâs ve Abdüllah ibni Ömer ve Câbir bin Abdüllah ve Enes bin Mâlik hazretleri, hazret-i Ebû Hüreyreden hadîs-i şerîf nakl etmişlerdir “radıyallahü anhüm”. Hazret-i Ebû Hüreyreyi kötüliyen bir hadîs-i şerîf söyliyorlar ve bunu hazret-i Alî haber verdi diyorlar. Bu sözleri uydurmadır. Bu sözün iftirâ olduğunu derin âlimler meydâna çıkarmışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Ebû Hüreyrenin ilminin, zekâsının artması için düâ buyurduğunu bildiren hadîs-i şerîf âlimler arasında meşhûrdur ve Buhârî-yi şerîfde (kitâbül ilm) kısmında yazılıdır. Şöyle ki: Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında oturuyorduk. Buyurdu ki, (İçinizden hanginiz elbisesini çıkarıp yere yayar? Ba’zı şeyler söyliyeceğim. Sonra elbisesini toplayıp, katlasın, sözlerimi hiç unutmaz). Paltomu çıkarıp yaydım. Resûlullah efendimiz dilediğini söyledi. Paltomu giydim. Göğsümü kapadım. Bundan sonra, işitdiğim hiç bir şeyi unutmadım. Hazret-i Ebû Hüreyre gibi bir din büyüğünü, hazret-i Alîye düşman sanarak o mubârek zâtı söğüp kötülemek ne kadar insâfsızlıkdır. Bu taşkınlıklar, hep aşırı sevmekden ileri gelmekdedir. Nerede ise îmânları gidecek. Eğer onların zannetdiği gibi hazret-i Alînin üç halîfeye istemiyerek itâ’at etdiğini, iki yüzlü olarak geçindiğini düşünsek bile, onun iki halîfeyi öven sözleri her tarafa yayılmış bulunmakdadır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bu sözlerine ne diyecekler? Meselâ, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” halîfe iken ve memleket idâresi elinde iken, üç halîfenin haklı ve doğru olarak halîfe olduklarını bildirdiğini bütün kitâblar yazmakdadır. Buna ne cevâb verecekler? Çünki ikiyüzlülük, nihâyet kendi hakkı bildiği hilâfeti istememek ve üç halîfenin haksız olarak halîfe olduklarını söylememekdir. Üç halîfenin hilâfetlerinin doğru olduğunu söylemek ve hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin müslimânların en üstünü olduklarını bildirmek, hiç de ikiyüzlülük olmayıp, bir hakîkati ortaya koymakdır. Bundan başka, üç halîfenin ve dahâ birçok Sahâbînin üstünlüklerini bildiren ve dünyânın her tarafına yayılmış olan sahîh ve sağlam hadîs-i şerîfler vardır. Eshâb-ı kirâmdan birçoğunun Cennete gideceği, hadîs-i şerîflerde ismleri ile müjdelenmişdir. Bu hadîs-i şerîflere ne diyecekler? Çünki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ikiyüzlülük yapacağını söylemek hiç câiz değildir. Her Peygamberin, her hakîkati olduğu gibi bildirmesi lâzımdır. Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmelere acabâ ne diyecekler? Âyet-i kerîmelerde ikiyüzlülük hiç düşünülemez. Allahü teâlâ, insâf versin! Aklı olan herkes bilir ki, ikiyüzlülük çok kötü bir huydur. Hâinlikdir. Allahın arslanı olan hazret-i Alîde bu kötülüğün bulunacağını söylemek, çok yersizdir. İnsanlık îcâbı bir iki sâ’at veyâ bir iki gün böyle olacağı düşünülse bile, Allahın arslanının tâm otuz sene, hep bu kötü huyla yaşadığını söylemek, çok çirkin bir iftirâdır. Küçük günâha devâm etmenin büyük günâh olduğu bildirilmişdir. Hâinlerin, münâfıkların alâmeti olan bu kötü sıfata senelerce devâm edenin hâli acabâ neye varır. Bu sözlerinin kötülüğünü keşki anlasalardı da, hazret-i Alîyi kötü duruma düşürmemek için, iki halîfenin üstünlüğünü inkârdan vaz geçseler idi, ne iyi olurdu. Münâfıkların alâmeti olan ikiyüzlülüğün kötülüğünü anlasalardı, hazret-i Alîyi böylece lekelemek belâsından kurtulurlardı. İki belâdan hafîfini kabûl ederek, ikincisinden kurtulmuş olurlardı. Şunu da söyliyelim ki, iki halîfenin dahâ üstün olduğuna inanmaları, hiç de belâ değildir. Ya’nî hazret-i Alîyi küçültmez. Hazret-i Alînin halîfeliğe hakkı olduğunu ortadan kaldırmaz. Onun, halîfeliğe hakkı ve vilâyet derecesinin yüksekliği ve hidâyet, irşâd mertebesinin kuvveti, yine olduğu gibi kalır. Hâlbuki, birinci olarak halîfe olmak hakkı idi, bu hakkını elinden alanlara istemiyerek dost göründü demek, o büyük imâmı küçültmek, kötülemek olur. Çünki, ikiyüzlülük, münâfıkların alâmetidir ve yalancıların, aldatıcıların huyudur.
2 — Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” buyuruyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmı arasındaki döğüşmeler, çekişmeler, iyi düşüncelerle, fâideli sebeblerle meydâna gelmişdir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Onların hiçbiri nefslerine uymamış, inâd ile birşey yapmamışlardır. Çünki, Eshâb-ı kirâmın nefsleri, Resûlullahın sohbetinde tertemiz olmuşdu. Kalblerinde birbirleri için düşmanlık ve kin ve inâd kalmamışdı. Herbiri islâm âlimlerinin hepsinden dahâ yüksek birer müctehid olmuşdu. Her müctehidin kendi ictihâdına göre iş yapması vâcibdir. Ba’zı işlerde müctehidlerin ictihâdları, ya’nî hak olarak, doğru olarak gördükleri, birbirlerine elbette uymaz. İctihâdları uymayınca, işleri de elbette birbirine uymaz, çatışır. Çünki, herbirinin kendi ictihâdına göre hareket etmesi doğru olur. İşte bundan dolayı, Eshâb-ı kirâmın işlerinin birbiriyle çatışması, hak için, doğruyu meydâna çıkarmak için çalışmalarından hâsıl olmuşdur. Bu çalışmaları, birbirlerine uymaları demekdir. Ayrılıkları, çatışmaları, nefs-i emmârenin arzûlarını yerine getirmek için değildir. Ba’zı kimseler, hazret-i Alî ile harb edenlere kâfir diyor. Onlara çirkin şeyler söyliyor, kötülüyorlar. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâm, ictihâd edilmesi lâzım olan işlerin birkaçında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizden de ayrıldılar ve Resûlullahın bulduğuna, bildirdiğine uygun söylemediler. Bunların hakkı, doğruyu, Resûlullahın bildirdiğinden başka bulmalarını ne Allahü teâlâ ve ne de Onun Resûlü kötülemedi. Kendilerine acı birşey bile söylenmedi. Vahy inmekde iken, hiçbiri bu yüzden suçlu görülmedi. Böyle olunca, hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâd sâhiblerine, nasıl olur da kâfir denilebilir? İctihâdları hazret-i Alînin ictihâdına uymıyanlar, niçin kötülenebilir? Hazret-i Alî ile harb edenler, onların dillerine doladıkları birkaç kişi değildi. İslâm büyüklerinden binlerle kimse idi.
[Kısas-ı Enbiyâda, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile harb edenlerin sayısının, Cemel, ya’nî deve vak’asında otuzbin olduğu yazılıdır. Sıffîn vak’asında, hazret-i Alî ile harb edenlerin yüzyirmibin kişi olduğu bildirildi. Her ikisinde ölenlerin toplamı kırkbeşbin idi. Yukarıda bildirdiğimiz gibi, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki yehûdî ve arkadaşları, müslimân görünerek, Eshâb-ı kirâm arasına fitne sokdular ve binlerce müslimânın şehîd olmasına sebeb oldular. Yehûdîlerin birçok Peygamberi dahî şehîd etdikleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.]
Eshâb-ı kirâmın büyüklerine, hattâ Cennet ile müjdelenmiş olanlarına, kâfir demek ve onlara çirkin şeyler söylemek kolay bir iş değildir. Ağızlarından çıkanın kötülüğünü keşki anlasalardı. İslâm dîninin yarısına yakın bilgilerini bunlar bildirmişdir. Bunlar kötülenirse, dînin yarısına güven kalmaz. Bunlar nasıl kötü olabilir ki, islâm âlimlerinden hiçbiri bunlardan birinin bildirdiği haberi red etmemişdir. Hazret-i Alî de, bunlardan işitdiğini haber vermekdedir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Kur’ân-ı kerîmden sonra yeryüzündeki en doğru kitâbın (Sahîh-i Buhârî) kitâbı olduğunu şî’îler de biliyor ve söylüyor. Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî], şî’î âlimlerinin büyüklerinden olan Ahmed Tebtîden işitdim ki, (Kur’ân-ı kerîmden sonra yeryüzündeki kitâbların en doğrusu, Buhârî kitâbıdır) diyordu. Bu kitâbda, hazret-i Alî ile birlikde olanların bildirdiği haberler bulunduğu gibi, karşı tarafdakilerin bildirdiği haberler de vardır. Haber verenin, iki tarafdan birinde bulunması, haberin kıymetini azaltmamış ve artdırmamışdır. Hazret-i Alînin bildirdiği haberi yazdığı gibi, hazret-i Mu’âviyenin bildirdiği haberi de kitâbına yazmışdır. Eğer hazret-i Mu’âviyede ve onun bildirdiği hadîs-i şerîfde bir şübhesi olsa idi, onun bildirdiği haberi kitâbına elbette sokmazdı. Bunun gibi, bütün hadîs âlimleri de, iki tarafdan gelen hadîsler arasında hiç fark görmemiş, hazret-i Alî ile harb etmeği kusûr ve leke saymamışdır.
İctihâdlar birbirine uymadığı zemân, hep hazret-i Alînin ictihâdının doğru olması, ona uymıyanların yanlış olması lâzım gelmez. Evet bu muhârebelerde hazret-i Alînin ictihâdı doğru idi. Tâbi’înin âlimlerinin ve mezheb imâmlarımızın, birbirine uymıyan ictihâdlar arasında hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâdları seçdikleri ve hazret-i Alînin ictihâdını kabûl etmedikleri çok olmuşdur. Eğer hazret-i Alînin ictihâdının her zemân doğru olması lâzım gelseydi, ona uymıyan ictihâd kabûl edilmezdi. Kâdî Şüreyh, Tâbi’înin büyüklerinden idi ve müctehid idi. Hazret-i Alînin ictihâdı ile hükm etmedi ve oğlu imâm-ı Hasenin şâhidliğini kabûl etmedi. Oğlun babaya şâhid olmasını kabûl etmem dedi. Bütün müctehidler de, kâdî Şüreyhin sözüne uymakda ve oğlun babaya şâhid olmasını kabûl etmemekdedir. Dahâ nice yerlerde, hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâdlara göre hareket edilmekdedir. Din kitâblarını okuyan insâflı kimseler, sözümüzün haklı olduğunu anlarlar. Bunun için, misâl vermekle sözü uzatmıyalım. Görülüyor ki, hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunmak ve onun ictihâdına uymamak suç değildir. Ona uymıyanların kötü olması, kötülenmesi lâzım gelmez.
Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın sevgilisi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edinceye kadar Onu çok sever ve üstün tutardı. Resûlullah, ölünceye kadar, onun odasında yaşadı ve onun kucağında can verdi ve onun güzel kokulu odasında defn edildi. Böyle şerefli olmakdan başka, çok âlim ve müctehid idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dînin yarısının bildirilmesini ona bırakmışlardı. Eshâb-ı kirâm, yapacakları bir şeyde şaşırdıkları, sıkışdıkları zemân, ona koşarlar, istediklerini öğrenirler, müşkillerini çözerlerdi. Hazret-i Emîre uymadı diye, böyle şerefli Sıddîkaya, böyle müctehideye dil uzatmak, çok çirkin iftirâlarda bulunmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir. Resûlullaha îmân eden kimseden çok uzakdır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Hazret-i Alî Resûlullahın dâmâdı ise, hazret-i Âişe de, zevce-i mütahherasıdır ve sevgilisidir ve kıymetli hayât arkadaşıdır. Bundan birkaç sene evvel bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî], her hafta fakîrlere yemek verince, sevâbını, (Ehl-i abâ)nın rûhlarına niyyet ederdim. Ya’nî Resûlullah efendimiz ile birlikde, hazret-i Alî, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin rûhlarına da gönderirdim. Bir gece rü’yâda, Resûlullah efendimize selâm verdim. Bana iltifât buyurmadı. Başka tarafa bakdı ve (Ben yemeği Âişenin evinde yirdim. Bana yiyecek gönderenler, onun evine gönderirlerdi) buyurdu. Uyandım. Bana iltifât buyurmamalarına sebeb, yemek sevâbını, hazret-i Âişeye de göndermediğim için olduğunu anladım. Ondan sonraki yemeklerin sevâbını, hazret-i Âişeye de, hattâ ezvâc-ı mütahherâtın hepsine “radıyallahü teâlâ anhünne” de gönderdim. Çünki, bunların hepsi de, Ehl-i beytdir. Böylece, Ehl-i beytin hepsinden yardım ve şefâ’at beklemekle şereflendim.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” yolu ile incitilmesi, Alî “radıyallahü teâlâ anh” yolu ile incitilmesinden dahâ ziyâdedir. Aklı ve insâfı olanlar, böyle olduğunu kolayca anlar.
Yukarıdan beri söylediklerimiz, hazret-i Alîyi sevmek ve ona kıymet vermek, Resûlullahın sevgisinden ve kıymetinden olduğuna göredir. Resûlullaha yakın olduğu ve sevgilisi olduğu için sevildiğine göredir. Eğer bir kimse, hazret-i Alîyi doğrudan doğruya sever ve Resûlullahın sevgisini araya katmadan yalnız onu kıymetlendirirse, buna bir diyeceğimiz yokdur. Ona birşey denemez. Çünki o dîni yıkmak için uğraşmakdadır ve islâmiyyeti yok etmek için çalışmakdadır. Resûlullahı bırakarak, başka bir yol tutmuşdur. Muhammed aleyhisselâm yerine, hazret-i Alîye yüz çevirmişdir. Bu ise, küfrdür, zındıklıkdır. Hazret-i Alî böyle kimseleri sevmez. Bunların sözlerinden yazılarından incinir. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve ezvâc-ı tâhirâtı ve dâmâdlarını sevmek, hep Resûlullahı sevmekden hâsıl olmakdadır “aleyhi ve alâ âlihî ve eshâbihissalevât”. Onları büyük bilmek ve saygı göstermek, hep Resûlullah içindir “aleyhissalâtü vesselâm”. (Onları seven, beni sevdiği için sever) hadîs-i şerîfi, böyle olduğunu göstermekdedir. Bunun gibi, onlardan birine düşmanlık etmek, Resûlullaha düşman olmak demekdir. (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) hadîs-i şerîfi de, bunu göstermekdedir. Demek ki, (Eshâbımı sevmek, beni sevmek demekdir. Onlara düşmanlık etmek, bana düşmanlık etmek olur) buyurmakdadır.
Hazret-i Talha ve hazret-i Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. İkisi de, Cennet ile müjdelenmiş olan on kişidendir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bunlara dil uzatmak, kötülemek çok yersizdir. Onlara yapılan la’net ve kötülük, söyliyene döner. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” vefât edeceği zemân, kendisinden sonra, içlerinden birinin halîfe seçilmesini bildirdiği altı kimseden biri Talha, biri de Zübeyrdir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, bu altısından hangisinin dahâ üstün olduğunu anlıyamadı. Bu ikisi, hilâfeti istemediklerini bildirdiler. Bu Talha, öyle bir Talhadır ki, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” karşı edebi gözetmediği için, babasını öldürmüşdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, onun, Resûlullaha olan bu saygısını senâ buyurmuşdur. Zübeyre gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, onu öldürenin Cehenneme gideceğini haber vermişdir. Ona la’net eden, onu kötüliyen kimsenin alçaklığı, onu öldürenden az değildir.
Din büyüklerine dil uzatmakdan, islâmın büyüklerini kötülemekden sakınınız! Aman sakınınız! Çok sakınınız! Onlar bütün ömrlerini, islâmiyyeti yaymakda ve yaratılmışların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma yardım etmekde tüketdiler ve bütün mallarını, dîni kuvvetlendirmek için gece gündüz, açıkça ve gizlice fedâ etdiler. Resûlullahın sevgisi için, akrabâlarını, ahbablarını, çocuklarını, zevcelerini, memleketlerini, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını terk etdiler. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunların hepsine ve kendi canlarına tercih etdiler. Bunların sevgisini ve canlarının sevgisini bırakıp, Resûlullahın sevgisini seçdiler. Resûlullahla konuşmak, Onunla berâber bulunmak şerefine kavuşdular. Onun sohbeti bereketi ile, Peygamberlik üstünlüklerine erişdiler. Allahü teâlânın gönderdiği vahyi gördüler ve melekle berâber bulunmakla şereflendiler. Fizik ve kimyâ kanûnlarının üstünde olan hârikalara ve mu’cizelere şâhid oldular. Başkalarının işitdiği şeyler, onlara açıkça gösterildi. Sonra gelenlerden hiçbirine nasîb olmıyan yakınlıklar, üstünlükler onlara ihsân edildi. Öyle yükseldiler, öyle sevildiler ki, başkalarının dağ kadar altın dağıtmakla kazandıkları derecelerin, bunların bir avuç arpa vermekle kavuşdukları derecelerin yarısı kadar olmadığı bildirildi. Allahü teâlâ, onları, Kur’ân-ı kerîmde medh ve senâ eyledi. Onlardan râzı olduğunu ve onların da, Allahdan râzı olduklarını bildirdi. Feth sûresinin son âyetinde, şerefleri yükseltildi. Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ bunlara gayz, kin bağlıyanların kâfir olduklarını beyân buyurdu. Onlara gayz, kin bağlamakdan, küfrden kaçar gibi kaçmalıdır.
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kadar kuvvetli bağlanmış olan ve Onun sevgisini ve teveccühünü kazanmakla şereflenmiş bulunan mubârek kimseleri, ictihâd yeri olan birkaç işde birbirlerine uymadıklarını ve birbirleriyle çatışdıklarını ve kendi ictihâdlarına göre iş tutduklarını öne sürerek, bunlara dil uzatmak, beğenmemek, hiç doğru değildir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Böyle işlerde birlik olmak değil, ayrılmak belki dahâ doğrudur ve başkasının görüşüne uymamak lâzım gelmekdedir. İmâm-ı Ebû Yûsüfün “rahime-hullahü teâlâ”, ictihâd derecesine yükseldikden sonra imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyh” uyması hatâ olur. Kendi ictihâdına uyması doğru olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” görüşünü, buluşunu, kendi görüşünden üstün tutmadı. İster Ebû Bekr-i Sıddîk olsun, ister hazret-i Alî olsun, kendine uymıyan ictihâdları almadı. Kendi ictihâdı onlara uymasa bile, kendi görüşü ile hareket etmeği doğru bildi. Ümmetden herhangi bir müctehidin, Eshâb-ı kirâmın ictihâdından ayrılması câiz oluyor ve hak olarak görülüyor da, Eshâb-ı kirâmın birbirinin ictihâdlarına uymamaları niçin suç sayılıyor ve bu yüzden o büyüklere dil uzatılıyor?
Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdına uymıyan ictihâdlar da yaparlardı. Resûlullahın ictihâdına uymıyan hareketlerde bulunurlardı. Vahy gelmekde iken, onların bu ayrılıklarına birşey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmın ictihâdlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azâb göreceği bildirilirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azâb yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurât sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemişdir. Bedr gazâsında esîrlerin ne yapılacağını konuşurken, Eshâb-ı kirâmın ictihâdları arasında ayrılık oldu. Hazret-i Ömer ile hazret-i Sa’d bin Mu’âz, esîrleri öldürelim dediler. Başkaları, para karşılığı koyuverilmesini istediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, böyle ictihâd buyurmuşdu. Bu ictihâda uyarak, esîrleri koyuvermeğe başladılar ise de, sonra âyet-i kerîme gelerek, hazret-i Ömerin ictihâdının doğru olduğu bildirildi. İctihâdların birbirine uymadığı, böyle dahâ nice işler olmuşdur.
[Bunlardan birini, Ahmed Cevdet Pâşa “rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında şöyle anlatıyor: Hicretin altıncı senesinde, bindörtyüz kişi ile Kâ’be-i mu’azzamayı ziyâret için Medîneden Mekkeye gidilirken, kâfirler müslimânları Mekkeye sokmak istemediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Hudeybiye) denilen yerde durdu.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Yâ Ömer! Mekkeye git! Harb için gelmediğimizi, Kâ’beyi ziyâret edip, geri döneceğimizi onlara söyle!) buyurdu. Hazret-i Ömer, bu emrin ictihâd yolu ile verildiğini anlayıp kendi ictihâdını bildirdi ve (Yâ Resûlallah! Kureyş kâfirleri, benim kendilerine çok düşman olduğumu bilirler. Aralarına girersem beni parçalarlar. Bu iş için Osmânın gitmesi uygundur. Osmânın orada akrabâsı çokdur. Onu korurlar) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ömerin bu cevâbına incinmek şöyle dursun, kabûl buyurdu. Mekkeye hazret-i Osmânı gönderdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunun gibi Eshâbının nice ictihâdlarını kabûl buyurmuş ve (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin diline yerleşdirmişdir) demişdir.]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, son hastalığında, onlar için birşeyler yazmak diledi ve kâğıd istedi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, kâğıd getirmekde birbirine uymadılar. Kâğıd getirelim diyenler olduğu gibi getirmiyelim diyenler de oldu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh”, getirmiyelim diyenlerden idi. (Bize Allahın kitâbı Kur’ân-ı kerîm yetişir) demişdi. Bu yüzden de hazret-i Ömere saldırıyorlar. Ağızlarına geleni söylemekden çekinmiyorlar. Doğrusu birşey söylemeğe hakları yokdur.Çünki, hazret-i Ömer, o ânda Vahyin kesilmiş olduğunu ve Allahü teâlânın emrlerinin temâmlandığını, islâmiyyete kaynak olarak, yalnız ictihâd yolunun açık kaldığını anlamışdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, o vakt ictihâd ile anladıklarını yazacakdı. Haşr sûresinin ikinci âyetinde meâlen (Ey akl sâhibleri! Bildirilenlerden ibret alınız!) buyuruldu. Burada, ictihâd derecesindeki âlimlere, ictihâd etmeleri emr ediliyor. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Orada yazılacak ictihâd bilgileri için, onlar da ictihâd ederdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hastalığın ağrıları artdığı bir zemânda, bu iş için de sıkılmasını uygun bulmadı. Resûlullahı çok sevdiği için, Eshâbın ictihâdı ile işlerin çözülmesi yetişir. Resûlullahı yormıyalım düşüncesiyle, (Allahın kitâbı bize yetişir) dedi. Müctehidler, aranılan bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden ictihâd yolu ile çıkardıklarından, o yazılacakları, ictihâdla çıkarmamız için, bize Kur’ân-ı kerîm yetişir buyurdu. Yalnız (Allahın kitâbı yetişir) demesinden anlaşılıyor ki, o ânda yazılacak şeylerin, Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlerden çıkarılacağını, hadîs-i şerîflerden çıkarılacak şeyler olmadığını sezmişdi. Görülüyor ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok sevdiği ve çok acıdığı için, hastalığın en sıkıntılı, acılı zemânında, yazı ile yorulmasını, üzülmesini uygun görmiyerek, kâğıd getirilmesini istemedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” o ânda yazmak istemesi de, Eshâbına bir ihsânda, bir yardımda bulunmak içindi.

 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bildirilmesi elbette lâzım olan şeylerden değildi. Eshâbını ictihâd etmek sıkıntısından kurtarmak istemişdi. (Kâğıd getiriniz) emri, bir ihsân olmayıp da, elbette lüzûmlu olsaydı, tekrâr isterdi. Dilediklerini elbette yazdırırdı. Eshâbının sözlerindeki ayrılığı görmekle, bu emrinden vaz geçmezdi.
Süâl: Hazret-i Ömer, orada (Acabâ sayıklıyor mu? Araşdırınız) demişdi. Bu ne demekdir?
Cevâb: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, o zemân, Resûlullahın, hastalık acıları arasında, bu sözü istemiyerek söylediğini anlamış olabilir. Nitekim (Yazacağım) buyurması, böyle olduğunu göstermekdedir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmî idi. Hiçbirşey yazdığı görülmemişdi. (Benden sonra yoldan çıkmıyasınız) buyurması da, hazret-i Ömeri öyle düşündürmüş olabilir. Çünki, Allahü teâlâ, din bilgilerinin artık kemâle geldiğini ve ni’metinin temâm olduğunu ve Allahü teâlânın bu hâli beğendiğini bildirmişdi. Bu hâlde, yoldan çıkmak nasıl olur ve kısa bir zemânda yazılacak bir şeyle, bu nasıl önlenebilir? Yirmiüç senede yazılmış olanlar yetişmiyor ve yoldan çıkmağı önliyemiyor da, kısa bir zemânda ve hastalığın acılarının çoğaldığı bir ânda yazılacak birşey bunu nasıl önliyebilirdi? Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bunları bir ânda kavrıyarak, gözönünde tutarak (Kâğıd getiriniz!) emrinin insanlık sebebi ile, istemeden mubârek ağzından çıkdığını bildi. Bunların iyice anlaşılmasını, tekrâr sorulmasını istedi. Bu konuşmalarda sesler çoğalınca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kalkınız. Gürültü etmeyiniz! Peygamberin yanında gürültü etmek iyi değildir) buyurdu. Başka bir şey söylemedi. Kâğıd ve kalem ismini anmadı.
Eshâb-ı kirâmın, ictihâd olunacak işlerde, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılmaları, Allah korusun, nefslerine uymakla, ehemmiyyet vermemekle olsaydı, mürted olurlardı. Müslimânlıkdan çıkarlardı. Çünki, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” karşı saygısızlık ve geçimsizlikde bulunmak küfrdür. Bu ayrılıkları, Haşr sûresinin ikinci âyetindeki emre uymakdan doğuyordu. Çünki, ilmde ictihâd derecesine yükselen yüksek bir âlimin ictihâd olunması lâzım gelen işlerde, kendi ictihâdını bırakıp başkasının ictihâdına uyması doğru değildir. Böyle yapmasını islâmiyyet yasak etmişdir. Evet, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen işlerde ictihâd olunmaz. Herkesin bu açık emrlere uyması lâzımdır. Bunlara inanması ve ayrılmaması vâcibdir.
Eshâb-ı kirâmın hiçbiri gösterişi sevmez, görünüşe bakmazdı. Hepsinin düşüncesi, kalblerini temizlemek idi. Hakîkate ve ma’nâya bakarak edebi gözetirlerdi.
 
Üst Alt