20- III–İslâmda ilk fitne

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Gösterişe ve söze bağlanmazlardı. Onların birinci düşünceleri ve arzûları Resûlullahın emrlerini yapmak, Onu incitecek en ufak şeyden sakınmak idi. Analarını, babalarını, çocuklarını, âilelerini Resûlullaha fedâ etmişlerdi. Ona karşı olan inançları ve ihlâsları, sevgileri, saygıları o kadar çokdu ki, mubârek tükrüğünün, mubârek tırnaklarının ve tıraş olunca mubârek saçlarının yere düşdüğü görülmemişdir. Bunları kapışırlar, en kıymetli kazanç olarak saklarlar ve bereketlenirlerdi. Yalancılık, birbirini aldatmak gibi kötülüklerin çok olduğu bu zemânda ortaya çıkarılan, o temiz insanların bir sözünde, Resûlullaha karşı saygısızlık anlaşılacak olursa, bu söze başka ma’nâ vermek, sözlerinin bütününden anlaşılan iyi ma’nâyı düşünmek lâzımdır. Kelimelerinin her ma’nâsını düşünmemelidir.
Süâl: İctihâd ile elde edilen din bilgilerinde yanılmak olabilir deyince, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiği şeylerin hepsinin doğru olacağı söylenebilir mi?
Cevâb: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ictihâd ile meydâna çıkan bilgiler, birbirine uymadığı zemân, hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Çünki, Peygamberlerin yanlış bir iş yapması câiz değildir. Bir iş için, birbirine uymıyan ictihâdlar meydâna çıkdığı zemân, bunlardan hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Doğrusu yanlışlarından ayrılırdı. Bunun içindir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, bir iş için çeşidli ictihâdlar yapıldığında, melekle vahy gelir, hangisinin doğru olduğu bildirilirdi. Bu doğru olanlara göre hareket edilirdi. Bu işleri de, hak ve doğru olurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği, yapdığı şeylerin hepsi, elbette doğru olurdu. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Çünki, ictihâdla meydâna çıkan bilgilerin de açıkça bildirilenler gibi, doğru oldukları, melekle haber verilmişdir. Ba’zı işlerin açık bildirilmeyip âlimlerin ictihâdına bırakılması, âlimleri ikrâm için idi ve ictihâd sevâbına kavuşmaları için idi. İctihâd ile meydâna çıkan din bilgileri, müctehidlerin derecesini yükseltmişdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra yapılan ictihâdlar, ya’nî, ictihâdla anlaşılan bilgiler kesin değildir. Bu bilgilere, elbette doğrudur denilemez. Onun için, bu bilgilere göre iş yapılır ise de, doğru olduklarına inanmak lâzım değildir. İnanmayanlar kâfir olmaz. Fekat bir iş için, bütün müctehidlerin ictihâdı birbirine benzerse, ya’nî, icmâ’, sözbirliği olursa, böyle olan ictihâdla meydâna çıkan bilgiye inanmak da lâzım olur.
Mektûbumuzun sonunu güzel bir ekle bağlıyalım. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” üstünlüklerini bildirelim:
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Yûsüf bin Abdülberrin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Alîyi seven, beni sevmiş olur. Alîye düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Alîyi inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten, Allahü teâlâyı incitmiş olur) buyuruldu.
[Ba’zıları, bu hadîs-i şerîfe dayanarak, hazret-i Alî ile harb edenlere kâfir diyorlar. Hâlbuki, harb edenler birbirine düşman değil idi. Bedenleri inciniyor ise de, kalbleri birbirine kızgın değil idi. Muhârebe yapılırken, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, karşıdakilere (Kardeşlerimiz) buyurmuşdu. Hazret-i Mu’âviye de “radıyallahü anh” hazret-i Alî için (Benim efendim) diye yazmışdı. Kısas-ı enbiyâ kitâbının İstanbulda 1331 baskısı yedinci cüz’, 149. cu sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Hasenin hilâfeti teslîm etmesi ve Sa’d bin Ebî Vakkâs gibi Eshâbın büyüklerinin kabûl etmesi ile, hazret-i Mu’âviyenin hükûmeti meşrû’ olmuşdur. Hazret-i Mu’âviye, Eshâb-ı kirâmdan olduğu hâlde, hükûmeti zor kullanarak ele geçirmişdi. Lâkin, zemân bunu îcâb ediyordu. İnsanlar halîfenin emrine uymuyorlardı. Güç, kuvvet de lâzım geliyordu. Bunun için saltanat devri geldi. Bu işe, Mu’âviye “radıyallahü anh” haklı ve lâyık idi. Görülüyor ki, bunların dayandığı Kısas-ı Enbiyâ kitâbı da hazret-i Mu’âviyenin Eshâb-ı kirâmdan olduğunu yazmakda ve kendisine “radıyallahü anh” demekdedir. Yüzellibirinci sahîfesinde diyor ki: Ümmetin işlerini yürütmek için artık, kuvvet, zor kullanmak lâzım geliyordu. Bunu yapmak için de, hazret-i Mu’âviye uygun görülmüş idi. İslâmiyyet önceleri halîfenin emri ile yürütülürken, sonra saltanat kuvveti lâzım oldu. Maksad ise, islâmiyyetin icrâsı olduğundan, o zemân mevcûd olan Eshâb-ı kirâmın hepsi, Mu’âviyeye bî’at eyledi “rıdvânullahi aleyhim ecma’în”. Yüzelliyedinci sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Mu’âviye, Eshâb-ı kirâmdan idi ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iltifâtına nâil olmuşdu. Kureyşin büyüklerinden idi. İslâmiyyeti kuvvet zoru ile yürütdüğünden, kendisine (Halîfe-i Resûlullah) denildi].
Tirmüzî ve Hâkimin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, dört kişiyi sevdiğini bana bildirdi. Bu dördünü sevmeği bana emr etdi. Bunlar, Alî, Ebû Zer, Mikdâd ve Selmândır) buyuruldu.
Taberânî ve Hâkimin ve Abdüllah ibni Mes’ûdün bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Alîye bakmak ibâdetdir) buyurdu. Buhârî ve Müslimdeki Berâ’ hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni omuzuna alarak buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben bunu seviyorum. Sen de sev!)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Buhârînin bildirdiği ve hazret-i Ebû Bekrin haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” minbere çıkmış idi. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” kucağında idi. Bir bize bakıyor idi, bir de Hasene bakıyordu. (Bu benim oğlum Seyyiddir. Allahü teâlâ, belki bununla iki müslimân askerinin arasını barışdırır) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Üsâme bin Zeyd diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hasen ile Hüseyni dizlerine oturtmuşdu ve (Bu ikisi benim oğullarımdır ve kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Ben bu ikisini seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytden “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hangisini dahâ çok seviyorsun denildikde (Haseni ve Hüseyni) buyurdu.
Müsevvir bin Muharremin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Fâtımayı Alîden dahâ çok seviyorum ve Alî, bana, Fâtımadan dahâ çok kıymetlidir) buyuruldu.
Âişe “radıyallahü anhâ” buyuruyor ki, Eshâb-ı kirâm hediyyelerini benim evimde iken getirirlerdi. Böylece Resûlullahın sevgisini kazanmağa çalışırlardı. Yine buyuruyor ki, Resûlullahın mubârek zevceleri iki kısma ayrılmışdı. Birinci kısmda, ben ve Hafsa ve Safiyye ve Sevde vardı. İkinci kısmda, Ümm-i Seleme ile öteki zevceler vardı. İkinci kısmdakiler, Ümm-i Selemeyi Resûlullaha gönderdiler ve eshâbına (Bana hediyye vermek istiyen, hangi evimde isem, oraya getirsin) buyurmasını söyle dediler. Ümm-i Seleme böyle söyleyince, (Beni incitmeyiniz! Bana melek vahyi yalnız Âişenin evinde iken getirmekdedir) buyurdu. Ümm-i Seleme de: Yâ Resûlallah! Seni incitmekden Allaha sığınırım. Tevbeler olsun, dedi. O zevceler, ayrıca, hazret-i Fâtımayı da gönderip, böyle söylediğinde, (Ey kızcağızım, benim sevdiğimi sen sevmez misin?) buyurdu. Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”, evet dedi. (Öyle ise onu sev!) buyurdu.
Âişe “radıyallahü anhâ” buyuruyor ki, Hadîceye “radıyallahü teâlâ anhâ” imrendiğim gibi, Resûlullahın hiçbir zevcesine gayret getirmiş değilim. Hâlbuki onu görmemişdim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun ismini çok söyliyordu. Çok def’a koyun kesdiği zemân etinden, Hadîcenin yakınlarına hediyye gönderirdi. Hadîcenin ismini söylediği zemân, (Dünyâda sanki Hadîceden başka kadın yok mu?) derdim.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(O şöyle idi, böyle idi. Benim ondan çocuklarım oldu) buyururdu.
Abdüllah ibni Abbâsın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Abbâs bendendir. Ben de Abbâsdanım) buyuruldu.
Deylemînin bildirdiği ve Ebû Sa’îdin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Benim evlâdıma, soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azâb yapacakdır) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Sizin en iyiniz, benden sonra ehlime, ya’nî Ehl-i beytime iyilik edeninizdir) buyuruldu.
İbni Asâkirin bildirdiği ve hazret-i Alînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Ehl-i beytime dokunan kimseye, kıyâmet günü bunun azâbı yetişir) buyuruldu.
İbni Adî ve Deylemînin bildirdikleri ve hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Sırât köprüsünden en kolay geçecek olanınız, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok seveninizdir) buyuruldu.
[İmâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbunun tercemesi burada temâm oldu.]
Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh”, (Eshâb-ı kirâm) risâlesinde diyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beyti üç kısmdır: Neseb, soy ile akrabâ olanlardır. Halaları böyledir. İkincisi temiz zevceleridir. Üçüncüsü, zevcelerinin başlarını taramak, yemeklerini pişirmek, odaları süpürmek, çamaşır yıkamak ve ev işlerini yapmak için dâima evlerinde bulunan hizmetçi kadınlardır. Hâricdeki işleri yapan, mescidde ezân okuyan Bilâl, Selmân, Suheyb de, hâne-i se’âdetden yir ve içerlerdi. Hazret-i Fâtıma ile kıyâmete kadar, çocukları, Ehl-i beytdirler. Bunları, âsî olsalar da, sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, kalb ile, beden ile ve mal ile yardım, hürmet ve ri’âyet etmek îmân ile ölmeğe sebeb olur. Sûriyenin Hamâ şehrinde, seyyidler için mahkeme vardı. Mısrdaki Abbâsî halîfeleri zemânında, hazret-i Hasenin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdlarına (Şerîf) ismi verilerek beyâz sarık sarmaları, hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdına (Seyyid) ismi verilerek, yeşil sarık sarmaları tensîb edildi. Bu mubârek sülâleden doğan mubârek çocuklar, iki şâhidi ile, hâkim huzûrunda tescîl edilirdi. Sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, mason Reşîd pâşa bu mahkemeleri kaldırdı. Soysuz ve mezhebsiz olanlara da seyyid denildi. Uydurma acem seyyidleri her tarafa yayıldı. (Fetâvel-hadîsiyye)de diyor ki, (Sadr-ı evvelde, Ehl-i beytden olanların hepsine şerîf denilirdi. Meselâ, şerîf-i Abbâsî, şerîf-i Zeynelî denirdi. Fâtımî sultânları, şî’î idi.

 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Yalnız Hasen ve Hüseyn evlâdına şerîf dediler. Mısrdaki Türkmen sultânlarından Eşref Şa’bân bin Hüseyn 773 [m. 1371] senesinde, seyyidlerin şerîflerden ayrılmaları için, yeşil sarık sarmalarını emr eyledi. Bu âdetler her yere yayıldı ise de, şer’î bir değeri yokdur). (Mir’ât-i kâinât)da ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin türkçe tercemesinde ve Zerkânî şerhinde, yedinci maksadın üçüncü faslında, bu husûsda tafsîlât vardır.
EK: Ehl-i sünnet olmıyanlar, bugün yurdumuzdaki müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. Hazret-i Alî ile harb edenleri ve bilhâssa hazret-i Mu’âviyeyi kötülemek için, islâm âlimlerinin kitâblarından vesîka, delîl bulamıyorlar. Abbâsî târîhcilerinin, göze girmek, mal ve mevkı’a kavuşmak için uydurdukları acıklı hikâyelere kendileri de katarak, müslimân yavrularını aldatmağa kalkışıyorlar. Türkçe (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbındaki yazıları da değişdirerek, kendilerine yalancı şâhid yapıyorlar. Memleketimizdeki müslimânları ayırmak ve kardeşi kardeşe düşman etmek istiyen hâinlerin nasıl iftirâ etdiklerini, yalan söylediklerini anlatmak için, Kısas-ı Enbiyâdan birkaç satırı kıymetli okuyucularımıza bildirmeği uygun görüyoruz:
(Kısas-ı Enbiyâ), yedinci cüz’, 107.ci sahîfede diyor ki, (Hazret-i Hasen “radıyallahü anh” çok evlenir ve çok boşar idi. Aldığı kızlar, ona âşık olurdu. Zevcesi Ca’de, kendisini boşıyacağından üzülerek hazret-i Haseni zehrledi). Görülüyor ki, hazret-i Haseni, zevcesi Ca’de kıskançlık yüzünden zehrlemişdir. Mezhebsizlerin dediği gibi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” bu işde hiçbir suçu ve bilgisi yokdur.
Yüzdoksanüçüncü sahîfede diyor ki: (Hicretin altmışıncı senesinde, hazret-i Mu’âviye hastalandı. Oğlu Yezîdi çağırdı. Ona uzun nasîhat etdi. Bu arada, Kûfe halkı, hazret-i Hüseyni senin üzerine yürütebilirler. Ona gâlib olursan, onu afv et! İhsân eyle! O bize çok yakındır. Üzerimizde büyük hakkı vardır ve Resûlullahın torunudur dedi). Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” Ehl-i beyte olan sevgisi ve saygısı bu sözlerinden, pek iyi anlaşılmakdadır.
Hazret-i Mu’âviyenin hastalığı ağırlaşınca (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana bir gömlek giydirmişdi. Bereketlenmek için, onu bugüne kadar sakladım. Birgün kesdiği tırnakları ve mubârek saçının kıllarını bir şişe içine koyup saklamışdım. Ölünce, o gömleği bana giydiriniz! O tırnakları ve mubârek saçının kıllarını gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hurmetine Cenâb-ı Hak, beni afv eder) dedi.
Yüzdoksandördüncü sahîfesinde diyor ki, hazret-i Mu’âviye, uzun boylu, beyâz, heybetli, çok sabrlı ve çok yumuşak huylu idi.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Yumuşaklığı atalar sözü olmuşdur. Birgün huzûruna bir adam geldi ve ağır ve kaba hareket etdi. Hazret-i Mu’âviye birşey söylemedi. Buna da mı sabr edeceksin denildikde, (Saltanatımıza saldırmıyanların sözüne ilişmeyiz) dedi.
Yüzdoksanbeşinci sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Mu’âviyenin idâresini kötülemeyiniz! Zîrâ Onu gayb ederseniz başların kopduğunu ve düşdüğünü görürsünüz).
(Mir’ât-i Kâinât) kitâbında diyor ki: (Mu’âviye “radıyallahü anh”, Mekkenin feth edildiği gün babası Ebû Süfyân ile birlikde Resûlullahın önünde îmâna geldi. Îmânları kuvvetli idi. Resûlullahın kâtiblerinden idi. Resûlullah birkaç kerre, bunun için, (Yâ Rabbî! Bunu doğru yolda bulundur ve başkalarının da, doğru yola gelmelerine bunu sebeb kıl!) buyurdu. Bir kerre de, (Yâ Rabbî! Mu’âviyeye ilm ve hesâb öğret! Onu azâbdan koru! Yâ Rabbî! Onu memleketlere hâkim kıl!) diye düâ buyurdu. Bir kerre de, (Ey Mu’âviye, memleketlere hâkim olduğun zemân, iyilik et!) buyurdu. Bu düâyı işitdiğim zemândan beri halîfe olacağım günü bekliyordum demişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, birgün bir hayvana binip, arkasına hazret-i Mu’âviyeyi almışdı. Giderken (Yâ Mu’âviye! Bana hangi uzvun dahâ yakın?) buyurdu. Karnım dedikde, (Yâ Rabbî! Sen bunu ilmle ve yumuşak huyla doldur!) buyurdu. Hazret-i Mu’âviyenin afvı ve yumuşaklığı o kadar çok idi ki, iki büyük cildlik kitâb halinde yazılmışdır. Arabistânda dört dâhî yetişmişdir. Birincisi Mu’âviyedir. Hazret-i Ömer, Mu’âviyeye bakdıkca, (Arab hâkimlerinden, Acem pâdişâhları gibi şânlı ve kuvvetli olan budur) buyururdu. O kadar çok ihsân sâhibi idi ki, hazret-i Hasen, çok borçluyum dedikde, seksenbin altın vermişdir.) [Hazret-i Mu’âviyenin Ehl-i beyte olan sevgisi ve yardımı, buradan anlaşılmakdadır.]
Kudüs şehrinin birinci fâtihi hazret-i Ömer, ikinci fâtihi hazret-i Mu’âviye idi. Hazret-i Mu’âviye islâm memleketlerini, Afrikada, Tunusa, Asyada Buhârâya ve Yemenden İstanbula kadar genişletip, bu geniş memleketlere hâkim oldu. Heybetli, nûrlu, yakışıklı, güzel huylu, sevimli, işlerinde isâbetli, şânlı, şerefli bir devlet başkanı idi. Temiz ve yeni, şık giyinir, seçme atlara biner, saltanat sürerdi. Fekat Eshâb-ı kirâmdan olduğu için, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbeti bereketi ile, islâmiyyetden ayrılmakdan muhâfaza olunmuş idi.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerinin fârisî (Medâric-ün nübüvve) kitâbında 417. ci sahîfede ve (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi birinci cild 181. ci sahîfede diyor ki: Ebû Süfyân bin Harb Tâif gazâsında çok kahramanlık etdi.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bir gözü kör oldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Ebâ Süfyân! Hangisini istersin? Eğer dilersen, düâ edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Allahü teâlâ, Cennetde sana bir göz versin) buyurdu. Ebû Süfyân: Yâ Resûlallah! Cennetde göz verilmesini isterim dedi ve avucunda duran gözünü yere atdı. Ebû Süfyân hazretleri Yermük gazâsında da, çok kahramanlık etdi. İkinci gözü de çıkdı. Orada şehîd oldu.
(Kısas-ı Enbiyâ) 314. cü sahîfesinde diyor ki, Mekkenin fethinden sonra, Ebû Süfyân ile oğlu Mu’âviye, Resûlullah ile birlikde Medîneye hicret etdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Süfyânı Necrân vilâyetine vâlî ta’yîn buyurdu. Hazret-i Mu’âviyeyi de vahy kâtibi yapdı.
Kısas-ı Enbiyâda 476. cı sahîfesinde diyor ki, Yermük gazâsında müslimânlardan üçbin kişi şehîd oldu. İçlerinde Eshâb-ı kirâmdan çok zevât var idi. Ebû Süfyânın dahî bir gözüne ok gelerek kör oldu “radıyallahü anhüm ecma’în”.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerinin (Medâric-ün-nübüvve) kitâbı, ikinci cild, altıyüzseksendördüncü sahîfesinde diyor ki: Şâm vâlîsi Yezîd bin Ebî Süfyân vefât edeceği zemân, yerine kardeşi Mu’âviyeyi vâlî yapdı. Halîfe hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âviyenin vâlîliğini tasdîk eyledi. Hazret-i Ömer vefât edinciye kadar dört sene ve hazret-i Osmân, hazret-i Alî ve hazret-i Hasen zemânlarında onaltı sene Şâmda vâlî olarak kaldı. Hicretin kırkbirinci senesinde, hazret-i Hasenin halîfeliği bırakması üzerine, meşrû’ halîfe oldu. Şâmda yirmi sene de halîfelik yapıp, yetmişsekiz yaşında iken (lâkve) denilen hastalığa yakalanarak vefât etdi. Hazret-i Osmânı şehîd eden kâtillerin yakalanarak cezâlarının hemen verilmesini isteyenlerden idi. Hazret-i Alî ise, hilâfet işlerinin karışmaması için, bu cezânın gecikdirilmesini istedi. Bunun üzerine hazret-i Mu’âviyeyi vâlîlikden azl eyledi. İmâm-ı Süyûtînin, imâm-ı Ahmedin Müsned kitâbından alarak bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem, (Yâ Rabbî! Mu’âviyeye yazı yazmağı ve hesâb öğret ve onu azâbdan koru!) buyurdu.
Kısâs-ı Enbiyânın ve kıymetli din kitâblarının (radıyallahü anh) diyerek hayr düâ etdikleri ve medh-ü senâ eyledikleri ve son nefeslerine kadar islâmiyyete hizmet için çalışdıklarını bildirdikleri, Ebû Süfyâna ve oğlu Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anhümâ” dil uzatanların ve Resûlullahın bu iki sahâbîsini kötüliyenlerin ne kadar yanlış yolda oldukları yukarıdaki yazılardan anlaşılmakdadır.
 
Üst Alt