Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri

faruk islam

Özel Üye
Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri
Müşrik Araplar her ne kadar müşrik ve putperest ise de büyük ve üs¬tün bir Tanrı kavramını biliyorlardı. Araplar, gök ve yeryüzünün sahibinin Allah olduğunu teslim ediyorlardı. Gece ile gündüzü bu tanrının yaptığını, güneş ile ayı bu tanrının doğdurup batırdığım sanıyorlardı. Bu işlerden hiçbirinin Lât, Uzza, Hübel veya başka bir tanrı tarafından yapılmadığına inanıyorlardı.
Kur'ân-ı Kerim, Arapların dini inançlarının esasının ne olduğunu çeşitli yerlerde belirtmiştir. Meselâ, Zuhruf sûresinde şöyle denilmiştir:
"Onlara, 'kendilerini kimin yarattığını sorsan, 'Allah' derler." (Âyet; 87)
Ankebût sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Eğer onlara; 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir, güneş ve ayı musahhar kılan kimdir?' diye sorsan, 'Allah'tır' derler... Eğer onlara, 'Gökten suyu indirip onunla ölümünden sonra yeri canlandıran kimdir?' diye sorsan, 'Elbette Allah'tır' derler." (Âyet; 61)
Mü'minûn sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Habibim de ki, 'Eğer biliyorsanız söyleyin, yeryüzü ve onda olanlar kimindir?', 'Allah'ındır' diyecekler. Sen de ki 'O halde, düşünüp ibret almaz misiniz?' De ki: Yedi göğün ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?' 'Allah'ındır' diyecekler. De ki, 'Her şeyin mülkü tasarrufu kimin elindedir? O korur, kendisi ise korunmaya muhtaç değildir.' (Yine): 'Allah'ındır' diyecekler..." (Ayetler; 84-89)
Diğer bazı misaller şunlardır:
"De ki, 'Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?' O, kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Bütün işleri tedbir (ve idare) eden kimdir?' Onlar, 'Allah'tır' derler . (Yunus; 31)
"Sizi, karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta gemiye binip güzel bir hava ile gittikleri zaman ferahlanırlar, şiddetli rüzgâr gelip her taraftan dalgalar üstlerine hücum eylediğinde boğulacaklarını zannederler. Ve kemal-i ihlâs ile: 'Eğer bizi bundan kurtarırsan sana şükür edenlerden oluruz' diye dua ederler. Vakıa ki, Allah onları kurtarır, derhal yeryüzünde haksız yere azgınlık yaparlar." (Yunus; 22-23)
Aynı duruma İsra sûresinde de temas edilmiştir:
Size, denizde bir sıkıntı ve zarar dokunursa O'ndan (Allah'tan) başka taptığınızı unutursunuz. Fakat o sizi ondan kurtarıp çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz.". (İsrâ; 67)
Mal ve Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı
Müşrik Araplar, toprağın Allah'ın olduğuna inanıyor, mahsullerin de O'nun emriyle yetiştiğini biliyorlardı. Hayvanların malikinin Allah olduğuna da iman ederlerdi. Fakat, kendilerine nimetlerin; zenginliklerin ve diğer imkânların tanrı, tanrıça, cin, melek, gökteki yıldızlar ve büyük evliyaların ruhlarının sayesinde ihsan edildiğini sanıyorlardı. Araplar bu tanrı, tanrıça ve ruhların, kendileri ile Allah arasında birer araç olduğunu ve bunlar kızdığı takdirde her şeyden mahrum olacaklarını zannediyorlardı. Dolayısıyla, bunları memnun etmek üzere tarlalarından elde ettikleri mahsuller ile hayvanlarını ikiye bölerek, birini Allah'a, diğerini bunlara adıyorlardı. Allah'a adıyorlardı, zira tarla ve hayvanları O'ndan geliyordu. Tanrı, tanrıça ve cin ile perilere adıyorlardı, zira onları kendi aile ve kabilelerinin koruyucusu sanıyor ve onları memnun etmek istiyorlardı.
Putları, Allah'a Tercih Ediyorlardı
Fakat, Araplar, Allah için ayırdıkları payı çeşitli bahanelerle azaltıyorlardı. Çaba ve uğraşları, tanrı, cin ve periler için ayrılan payı büyütmek yönünde idi. Bu davranışları, bu tanrıları ve putları Allah'a tercih ettiklerini gösteriyordu. Bu itibarla, Allah adına ayrılan hububat, meyve ve diğer mahsuller tartılır veya ölçülürken dökülen kısımlar tanrıların payına katılırdı. Bunun aksine, Allah'ın ortaklarına adanan ürünlerden bazısı düşer veya dökülürken, dökülen kısım yine kendi paylarına konurdu. Bunun gibi, putlara ayrılan tarlanın bir bölümünden su, Allah'a adanan bölüme aktığı zaman, ikinci bölümün mahsulleri de ilkine ilâve edilirdi. Fakat Allah'a ait olan tarla veya bunun belli bir bölümünden tanrıların tarlasına su aktığı zaman bu âdet tekrarlanmazdı. Aynı şekilde geniş çapta kuraklık veya açlık baş gösterince Arap'lar, Allah için ayrılan payı yerlerdi, ama tanrılara adanan kısma, bir afete veya azaba yakalanırız korkusuyla dokunmazlardı. Eğer herhangi bir nedenle, tanrıların payı azalmışsa bu eksiklik, Allah'ın payından tamamlanırdı. Fakat, Allah'ın payı eksik olduğu zaman, tanrıların payından tamamlanmıyordu. Bu duruma itiraz edenlere çok iyi cevaplar yetiştiriyorlardı. Meselâ, Allah'a ne lâzım, O büyüktür, O'nun payı azalsa da fark etmez, oysa tanrı ve tanrıça küçük derecedeki yaratıklardır, hatta bizden biridirler, bizim gibi muhtaçtırlar, kendilerine düşen payı vermezsek bize kızarlar, bize kötülük yaparlar.
Arap'ların bu cahilliğini anlayabilmek için şunu da bilmeliyiz ki Allah'a ayırılan mal ve mülkün payı dilenci, fakir, fukara, yolcular ve yetimler için ve diğer hayır işlerde kullanılırdı. Tanrılara, cinlere ve ruhlara ayrılan pay ve adaklar ya doğrudan dini çevre ve kâhinler ile rahiplerin cebine giderdi ya da mabedlere ve putlara sunulurdu, ki bunlar dolaylı olarak yine kâhin ve rahiplere giderdi. Bu rahipler, kendi paylarının azalmaması ve çıkarlarının zedelenmemesi için her ne pahasına olursa olsun tanrılara ayrılan payın azalmaması hususunu cahil Arap'lara inandırmışlardı.
Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, müşrik Araplar, Allah'ın verdiği nimetleri inkâr etmiyorlardı. Bu nimetlerin, Allah'ın lütfu ve ihsânı olduğuna da itirazları yoktu. Fakat bu nimet ve ihsanlardan dolayı Allah'a şükranlarını bildirirken, bazı diğer tanrı ve cinler ile meleklere de teşekkür etmeyi ihmal etmiyorlardı. İşte Arapların en büyük yanılgısı burada idi.
Kur'ân-ı Kerim bu tavır ve hareketi, "Allah'ın nimetlerini inkâr" olarak nitelendirmiştir ve bir çeşit nankörlük saymıştır. Zaten İnsanlar arasındaki ilişkilerin genel kuralı da budur. Sezar'ın hakkı Sezar'a verilmelidir. Bir kişi başka bir kişiye iyilik yapmışsa ona tabiatıyla teşekkür edilmelidir, ama bu iyilikte zerre kadar payı olmayan üçüncü bir kişiye teşekkür ve bağlılık bildirilmesi nezaket ve medeniyet kurallarına tamamıyla aykırı bir harekettir.
Şüphesiz Araplar müşrikti ve şirkin bazı kötü alışkanlıklarına yakalanmışlardı. Fakat konunun derinliğine inecek olursak, bu şirkin temeli pek sağlam değildi. Arapların şirki yüzeyseldi ve yeterince kök salmış değildi.Gerçekten de şirkin kökü hiçbir yerde derin olmaz. Tevhid veya tek Allah kavramı ise şu veya bu şekilde vardı. Hatta diyebiliriz ki, Arap'ların inancının özü tek Allah fikriydi, ama bu kavram çeşitli dış etkenler yüzünden saklanmış veya görünmez olmuştu. Araplar arasındaki tek Allah kavramını güçlendirmek ve ortaya çıkarmak için yüzeydeki şirk ve çok tanrı fikrinin tozunu kaldırmak ve temizlemek gerekliydi.
Cahiliyye devrinde meydana gelen çeşitli olaylar görüşümüzün lehinde delil olarak kullanılabilir. Meselâ, Ebrehe'nin Mekke'ye ve Kâbe'ye saldırdığı sırada küçük, büyük herkes Kâbe'de bulunan put ve diğer ilâhların bu âfeti defedecek güçte olmadığını kesinlikle biliyordu. Tek Allah'a olan büyük inanç ve güven dolayısıyla Kureyşlilerin tümü, Allah'ın evini ancak Allah'ın koruyacağından ve istilâcılara büyük bir ders vereceğinden emindiler. Eshâb-ı fil veya Ebrehe ve ordusunun bozguna uğraması ile ilgili olarak o devrin şairleri tarafından yazılan şiir, kaside ve dörtlükler, Arap'ların Allah'a olan sonsuz güvenini ortaya koymaktadır. Bu şiirlerin her kelimesi, istilâcıların mahv ve perişan olmasını, Allah'ın kudretinin bir işareti olarak telakki etliklerini göstermektedir. Fakat, aynı zamanda şirkin kötü örnekleri de ortaya kondu. Nitekim, Ebrehe Mekke'ye saldırmadan önce Taiften geçerken, Taifliler, kendi ilâhları olan Lat'a bir zarar gelmesin diye, Kâbe'nin tahrip edilmesi işinde kendisine yardım edeceklerini belirttiler. Bu iş için kendisine bir kılavuz da verdiler, ki dağlık bölgelerden kolayca geçebilsin. Kureyşliler bu acı hadiseyi uzun yıllar unutamadılar ve Ebrehe'ye kılavuzluk yapmış olan Taif’li adamın mezarına taş attılar ve lânet yağdırdılar.
Bunun dışında, Kureyşliler ve diğer Arap'lar, Hz. İbrahim (a.s.)'e büyük bir hürmetle bağlıydılar. O'nun getirdiği din ve inançlara, aradan ge¬çen uzun yıllarda hayli değiştirmiş olmalarına rağmen, sahip çıkmaya ça¬lışırlardı. Kendi dini sosyal örf ve âdetlerinin, Hz. İbrahim'in dininin bir parçası olduğunu, putlara hiçbir zaman tapmadığını da bilirlerdi. Bu konuda muhtelif rivâyetlere sahiptiler. Araplar ayrıca, kendilerinin hangi tarihten itibaren putperest olduklarını hangi putun hangi yerden geldiğini ve hangi putun ne özellikler taşıdığını da çok iyi bilirlerdi.
Araplar görünürde putlara ibadet ediyor ve pek çok şeyleri için onlara müracaat ediyorlardı. Fakat bunlara büyük saygı gösterdikleri ve yüce bir mevkide olduklarını sandıkları söylenemez. Nitekim, duaları, dilek ve isteklerine aykırı herhangi bir hadise zuhur ettiğinde tanrı ve tanrıçalarına saygısızlık ve hakaret etmekten çekinmezlerdi. Arap'lardan biri, babasının katilinden intikamını almak istiyordu. Bu maksat için Zül-Halasa adlı putun yanına giderek arzusunu dile getirdi ve fala baktırdı. Çıkan falda intikam alınmaması tavsiye edilmişti. Bu falı görünce öfkelendi ve şu mısraları söyledi:
"Ey Zül-Halasa, değer sen, benim yerimde olsaydın
Ve senin baban benim babam gibi öldürülmüş olsaydı
O zaman sen 'zâlimlerden öç alma' diye rezil bir şey söylemezdin."
Başka bir Arap vatandaşı bereket için deve sürüsünü Sâ'd adlı bir tanrıya götürdü. Sâ'd heybetli bir put olup, üzerine kurban kanı sürülmüştü. Develer bu heykeli görünce ürkerek kaçıştılar. Arap vatandaşı develerinin böyle sıçramalarından öfkelendi ve putu taşlamaya başladı. Aynı zamanda da, "Allah kahretsin, alçak tanrı, ben deve sürümü, bereket olsun diye sana getirdim, ama sen onların kaçmalarına sebep oldun" diye söyleniyordu.
Bazı putlar vardı ki, haklarında ağza alınmayacak dedikodular yapılırdı. Bu dedikodulardan biri Safâ ve Merve'de bulunan İsâf ve Naile adlı iki put ile ilgiliydi. Rivâyetlere göre, bunlar aslında bir erkek ve bir kadındı, ama Kâbe'de zina yaptıkları için Allah tarafından taşa çevrilmişlerdi. "Marifetleri" böyle olan tanrıların ne kadar saygıya değer oldukları hesap edilebilir.
 
Üst Alt