İlahî Günleri Düşünürken

MURATS44

Özel Üye
****
****

Ne zaman Yüce Yaratıcı'nın (celle celâluhu) sonsuz kudretine güven ufkundan, nebilerin vaadinde, velilerin yâdında olan günleri, şafakların doğru sözlü şahitleriyle mülâhazaya alsak, geleceği âdeta kendi hususî rengi ve deseni ile görüyor gibi olur; ümitlerimizin bir kere daha dirildiğini hisseder, bir zamanlar yitirdiğimiz Cennetlere doğru uçtuğumuzu sanırız. Varlıklarımız tabiatın ruhuyla, gönüllerimiz de dinin şefkat ve kucaklayıcılığıyla iç içe olduğu hâlde uçtuğumuzu sanırız.

Evet, her gün bir emaresi zuhur eden şafakların da ifade ettiği gibi, önümüzdeki yıllar, şimdiye kadar gelip-geçen günlerden daha içli, daha sıcak ve daha parlak olacağa benzer. Eğer muhalif bir rüzgâr esmez ve emareleri zuhûr eden şafaklar bizim yanlış stratejilerimizin tozuna-dumanına yenik düşmezse yakın bir gelecekte ülkemiz daha mâmur, dünya daha tılsımlı, hayat daha büyülü ve topyekün varlık daha İlâhî bir görünüm arz edecektir. "Tarihî tekerrürler" devr-i dâimi içinde ara sıra zuhûr eden, bizim de "eyyâmullah" diyeceğimiz o müstesna zaman diliminin, ruhların son haddine kadar açılmasına müsait ve gönüllerimize ebediyet ruhunu duyuracak kadar da renkli olacağı ümidini beslemekteyiz.

Kim ne derse desin, biz ne zaman olacağı olmuşu yüksek kulelerin tepelerinden temâşâ etmişsek, derlenip-toparlanıp yepyeni bir millet olmanın yankılarını, mazi kanaviçesi üzerinde işlenen ümranların ihtişamını, istirdad edeceğimiz millî itibarımızı, devletler arası müzakerelere esas teşkil edecek konuları, konuşulan sözleri, düşünülen meseleleri ve bütün bunlarla renklenen o sihirli zamanı, onun rikkatini, havasını, ilhamlarını, harikalarını görüyor, duyuyor, hattâ yaşıyor gibi oluruz.. isterseniz siz bunlara, gönüllerimize sızan ve yer yer heyecanlar şeklinde köpüren imanın, ümidin, azmin ve önsezilerin solukları, söyleyişleri ve haykırışları da diyebilirsiniz.

Bir bahar geldiğinde nasıl kendine ait renkleri, kokuları, tatları ve sıcaklığıyla gelir; çevremizdeki güller, çiçekler ve çemenler nasıl bütün yeryüzündeki baharı hülâsa eder, mânâsını ruhlarımıza boşaltır ve ihtişamını gönüllerimizin kadirşinaslığına bırakır; öyle de duygu, düşünce ve davranışlarımızla beslenen yarınlar da bize bütün çeşnilerini sunar ve bizi tasavvurlarımızı aşkın dünyalarda gezdirirler.

O İlâhî günlerin en güçlü referansı hiç şüphesiz imanın, ümidin, azmin yanında, tohumun, toprağın bağrında sıkışmasına denk ızdırap günlerindeki sancı, hafakan ve heyecanlarımızdır. Gelecek günler bunlarla yeşerip bunlarla var olacak, bunlarla yâd edilip bunlarla anılacaktır. Evet, yarınların neş'e, sevinç ve sürûru, hep geçmişin çile, ızdırap ve sıkıntıları üstünde tüten sıcak bir buğu, dalgalanan canlı bir ışık ve âheste âheste açan rengârenk bir tomurcuk gibi hatırlanacaktır; hem de gönüllere ra'şeler salacak kadar bir enginlik içinde...

Mademki vicdanlarımızda böyle bir baharın şafak emarelerini duyup hissediyoruz; öyleyse daha şimdiden onu, ruhlarımızın enginliğinde yaşayabilir ve gönüllerimize açılan vuslat pencerelerinden temâşâ ederek ona hoşâmedîde bulunabiliriz.. bulunabilir ve yüreklerimizi şevkle hoplatan bu kabil duyuş ve sezişlerle en ciğersûz hâdiseler karşısında dahi hep neş'e soluklayabiliriz. Gerçi İlâhî isimlerin rengârenk bir aynası ve ebedî âlemlerin de sırlı koridoru sayılan bu pırıl pırıl dünyanın bütün güzelliklerini duyup yaşayamayacak, ilelebet onunla beraberliğimizi sürdüremeyecek, hususiyle de onun ihtişamlı dönemlerini idrak edemeyeceğiz; ama ömrümüzü, ebediyete olan imanımız, ümidimiz üzerinde şekillendirerek, aşk u şevkin kanatlarıyla sonsuza uçabilecek ve bir kere kaybettiğimiz ebediyeti, ihtimal yüz kere, bin kere duyabileceğiz. Böyle bir ruh haleti ve ebediyete inanç eksenli düşünce sayesinde, beklentilerimizin hemen her çeşidini, millî mefkûremizi, onu gerçekleştirme adına ortaya koyduğumuz stratejileri, uğrunda ömrümüzü adadığımız davamızı, gözlerimizi açıp-kapayıp beklediğimiz saadetimizi ve her zaman ermeyi plânladığımız zevklerimizi kat katıyla duyup yaşayabiliriz. İleride mutlaka ereceğimize inandığımız mutluluğu, gönüllerimizin yamaçlarında birer Cennet manzarası ve Cennet çağıltıları şeklinde duyup yaşayacaksak artık geriye kayda değer ne kalıyor ki? Böyle bir saadet vaadi ve bu ölçüde bir duyuş ve hissediş, şimdiki bulanık bin bir lütuftan daha iyi değil mi? Zannediyorum gönüllerimizde tüllenen ve bütün beklenti ufuklarımızı kuşatan böylesine engin bir saadet vaadine karşılık, hâlihazırdaki bütün zevkler, safalar feda edilse de değer...

Aslında, O'nun (celle celâluhu) aşk u şevki ve O'nun (celle celâluhu) derdi ile yaşayanlar, bir de her derdi unutup gönüllerini O'na (celle celâluhu) vuslat arzusu ile doldurabilseler, içlerinin derinliklerinde ebediyet duygularının estiğini duyacak, kesintisiz zevk-i ruhanîlere erecek ve "Bir bu kadar zevke bu ömür kâfi değil" diyeceklerdir.

Evet, O'na (celle celâluhu) olan aşk u şevkimiz, her yerde ve hemen her zaman O'nu (celle celâluhu) arayan bakışlarımız, bu bakışlarla çevremize bile yumuşaklık hissettirmemiz ve bu derûnîliklerle her şeyi şefkatle kucaklamamız, rikkatle sevmemiz, bu ölçüde insan olmaya has öyle zevkli enginliklerdir ki; duyup tadanların –bu numunelerin daimî asıllarına iştiyak dışında– zannediyorum ruhlarında herhangi bir arzu kalmayacaktır.

Şimdilerde, hâdiselerin umumî manzarası ve hayatın geçmiş dönemlere nispeten daha farklı bir çizgiye girmesiyle, inanan gönüllerden taşan aşk u şevk ve her ruhta hissedilen diriliş humması hemen her yerde yan yana.. öyle ki her vadide binlerce dil, alevden nefesleriyle karbonlaşmış düşüncelere hayat üflüyor ve topyekün dünya, ışıkların kol gezdiği iklimlere doğru kayıyor ki; bu Hızır soluklular çevrelerine böyle sürekli hayat üfledikleri ve dünya da yoluna devam ettiği sürece ışığa muhtaç bütün gönüller bu parıldayan yüzleri ve onlara ait yürekleri delen sözleri er-geç duyacak ve tıpkı karanlıklarda kaynaşıp duran, ışığı sezince de hemen ona koşan pervaneler veya her zaman güneşe yönelen çiçekler gibi, kaynağı sonsuz kadar eski, şu çağdaki televvünleriyle de yepyeni sayılan bu ışığa koşacak; derken bütün kalbler aynı hummayla coşacak, bütün ruhlar da yeniden bir kere daha dirilecek ve dünya, büyük ölçüde ukba buudlu bir şehrâyine dönüşecektir.

Bu kudsîler her zaman, çevrelerinde bulunan veya uzaktan onlara koşan milyonların sükût ve tasvibi içinde, ışığa açık kalblerinde yeşerttikleri hisleri, sanki yalnız kendileri adına değil de, gelmiş-geçmiş ve gelecek bütün kudsîler hesabına ifade ediyormuşçasına coşkun ve engin bir mesu-liyet duygusuyla, seslerini daha bir tiz perdeden duyurmak ve daha güçlü haykırmak isteyecek ve tâkatlerinin son haddine kadar âvâzlarını yükseltip ruhlarının derinliklerindeki mânâları, mezardakilere bile duyuracak şekilde gürleyeceklerdir. Evet, bütün iç âlemleriyle mâneviyata uyanmış ve mânâ ikliminin vâridâtıyla doygunluğa ermiş bu insanlar, mahiyetleri tıpkı müktesebatlarıymış gibi ruhlarından yükselen sesleri, aşklarından fışkıran sözleri ve iç âlemlerinden taşan hisleriyle en katı duyguları delecek, en paslı kilitleri açacak ve en sert gönülleri bile yumuşatacaklardır. Yumuşatacaklardır; zîrâ onlar, hep içlerinden doğan öteler buudlu ve lâhût derinlikli nağmeleriyle kendi ruhlarının sesini, kendi aşk u şevklerinin bestelerini mırıldanacak ve bütün bir insanlık namına imanlarını, ümitlerini, heyecanlarını, dâüssılalarını ve vuslat arzularını seslendireceklerdir. Onların gelecek adına ve sonsuza davet hesabına bütün çağrıları, bütün yönelişleri, bütün recâları, bütün duaları ve samimiyetle gerilmiş ruhları, sanki bizim bugüne kadar söylemek isteyip de söyleyemediğimiz, duyurmak arzu edip de duyuramadığımız ve hep kör-aksak bıraktığımız hususların ifade edilişi, seslendirilişi, yorumlanışı gibi olacaktır.

Herhâlde, o çağın insanları bizde olduğundan daha zengin duygularla birbirlerine yönelecek, daha aşkın seslerle birbirlerine hitap edecek ve hep aynı aşk u şevki söyleyeceklerdir. Zaten dünden bugüne böyle İlâhî günlerde her zaman, bir sevenler, bir de sevilenler olmuştur. Sevenlerin hep Mecnun, sevilenlerin de Leylâ olduğu böyle dönemlerde, bütün aşklar, şevkler, güzellikler, nizamlar Cemâl-i Sonsuz'un (celle celâluhu) çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesi... olması mülâhazasıyla, önce her şeyin asıl kaynağı O (celle celâluhu), sonra da derecesine göre her şey sevilmiş, koklanmış, sinelere basılmış ve O'nun (celle celâluhu) mührü olarak da takdis edilmiştir.. ve böyle dönemlerin tâli'li insanları da, ömür boyu sevmek, sevilmek duygularıyla yaşamış, çekilen sıkıntıları da bir ebedî mutluluk adına tırmanılması gerekli bir helezon ve ruhun beslenme yolu kabul ederek hep inşirah soluklamışlardır. Hele bir de gönüllerde uyanan mârifet, muhabbet ve aşk u şevki körükleyecek bazı sâikler söz konusu olunca, onların ruhları âdeta sonsuza yelken açıyor gibi kanatlanmış ve zaman üstü, mekân üstü bir kıvamla Fuzûlîleşerek;

"Min cân olsaydı âh men-i dil-şikestede
Tâ her biriyle bir kez olsaydım feda sana."

demişlerdir.. demelidirler de; zîrâ, belli bir noktadan sonra, kendi güç ve zenginliğiyle ayağa kalkan ruhlar, kendilerini ifade serbestiyetine ulaşan duygular, varlığı bin bir menfezle O'na (celle celâluhu) açılan kapılar şeklinde temâşâ eden mantıklar ve muhakemeler öyle bir aşkınlığa ererler ki; artık madde, metafiziğin önünde bir hudut, bir engel olmaktan çıkar, inceleşerek şeffafiyet kazanır ve âdeta mânânın bir aksesuarı hâline gelir.

Burada deryadan bir damla şeklinde ifade edilmeye çalışılan duygular, düşünceler, ümitler, beklentiler, sevinçler, inşirahlar pek çok millî rüyalarımızın gerçekleşeceği, imanların mârifetle derinleşeceği, mârifetlerin aşk u şevke dönüşeceği, aşkların iştiyakların ruhanî lezzetlere inkılâp edeceği bir yeni ışık çağından sadece birkaç katredir.. deryayı gösteren birkaç katre. Şimdilik uzak gibi görülen bu rüyalar âlemi, her şahsın istidad ve kabiliyetine göre başka başka görülse, hissedilse de, her şeyin bir müşterek duyuş ve seziş çerçevesinde cereyan ettiğinde şüphe yok. Herkes böyle bir oluşumu, kendi duyuş, kendi seziş ve kendi gönlünün enginliğine bağlı devam ettiredursun; iman ve azmin imkânsızlıkları "olur" hâle getireceği, bütün virajları düzeltip tepeleri sileceği ve patikaları da şehrahlara çevireceği İlâhî günler yakındır.

Öyle zannediyorum ki, maddenin ve maddeci düşüncenin banallaştırdığı iptidaî ruhlar bile –eğer Allah'ın (celle celâluhu) kendilerine bahşettiği insanî değerleri inatlarının emrine vermezlerse bu iman ve aşk u şevk döneminde, Allah'a (celle celâluhu) intisabın diriltici gücünü idrak ederek bu umumî oluşum insiyak-larına kendilerini salacak ve bu İlâhî günleri tıpkı bir hayat usâresi gibi yudumlayacaklardır.
 
Üst Alt