Bağnazlık:Karanlık Tehlike

MURATS44

Özel Üye
Önsöz:
Yanlış Bilinen İslam



enim dinime dön! Ya da öl!” Bağnazlığın sloganıdır bu. Bağnazlıkta demokrasi, fikir özgürlüğü, sevgi, saygı, şefkat, dostluk, fedakarlık gibi kavramlar yoktur. Bazı insanlar bağnazlığın ve onun ürünü olan radikalizmin bir hak dinin içine yerleşebileceğini düşünürler. Oysa bağnazlığın kendisi bir dindir. Her düşünce içinde bağnazlık dininin temsilcileri vardır. İslam’da, Musevilikte, Hristiyanlıkta olduğu gibi Marksizm’de, faşizmde, ateizmde de bağnazlar çoktur. Aynı batıl dini savunurlar hep birlikte: “Senin fikrine tahammülüm yok! Ya benimkini kabul et ya da yok ol!” Özellikle son dönemlerde bu tahammülsüz ve sapkın din, çoğunlukla İslam dini gibi anılmaya başladı. Bir kısım odaklar bağnazlık dinine İslam adını koydular. Bağnazlık dinine yönelik korkularını İslam’a yönelttiler. Öyle ki, bir İbrahimi din “korku” kelimesiyle birlikte anılır oldu. İslamofobia bütün dünyada zikredilir oldu. İnsanlar korkularının İslam’dan değil, bağnazlık dininden kaynaklandığının farkında bile olmadılar. Hurafecilerin yarattığı bağnaz dinin İslam adına ortaya çıktığını göremediler. Çünkü kimse onlara İslam’ın bu olmadığını anlatmadı. Ne İslam adına ortaya çıkan radikaller ne de bu radikallerden korku duyan olan islamofobikler gerçek İslam’ın bu bağnaz, ürkütücü, sevgisiz ve nefret dolu dinle hiçbir alakasının olmadığını gösteremedi. İslam dininin radikalleri tüm dünyaya ama en çok da Müslümanlara zarar vermeye başladılar.

“Ilımlı İslam” kelimesi de bu nedenle ortaya atıldı. Sanki bir vahşi bir de ılımlı İslam modeli varmış gibi radikallerin vahşetine karşı koyan Müslümanlar “ılımlı Müslüman” olarak anılmaya başlandı. İslam karşıtı sesler ılımlı İslam’ın savunucularını takdir ettiler, fakat radikallere karşı onları güçsüz buldular. Zannettiler ki bir vahşet dini, barışçıl bir kısım kimseler tarafından yumuşatılmaya çalışılıyor (İslam’ı tenzih ederiz). Hatta buna İslam’da reform, ılımlı İslam savunucularına da reformist dediler. Oysa bunun bir reform değil, gerçek İslam olduğunu gösterebilen olmadı. İslam karşıtları, “reformist”leri takdir etseler de, radikallerin şiddetten kaynaklanan sahte güçleri ve onların İslam dinini temsil ettikleri şeklindeki inançları daha ağır bastı.

Barışçıl Müslümanlar İslam dinini, yumuşatmaya, reformize etmeye veya ılımlı hale getirmeye çalışmıyorlar. Barışçıl Müslümanlar olarak asıl amacımız, yıllardır İslam adı altında dünyaya yayılan bir yalanı ilimle yok etmektir. Yıllardır İslam adına temsil edilen radikalizmi, bağnazlığı, fanatikliği ve İslam ile alakası olmayan o hurafe dinini ortadan kaldırmaya çalışmak, Kuran’dan delillerle İslam’ın gerçeğini göstermektir. Şu ana kadar bağnazlar tarafından İslam’a yönelik yapılmış en büyük iftiraya son vermektir.

Bu kitapta gerçekte radikalizme karşı eleştirileriyle ön plana çıkan Batılı bir kısım İslam karşıtlarının iddialarına ve bağnazların korkunç mantıklarına cevaplar verilmektedir. İslam’a dahil edilmeye çalışılan sahte bağnaz dinin çeşitli kaynaklarındaki iddiaların geçersizliği Kuran’dan örneklerle anlatılmaktadır. Özellikle bu iddialara yönelik bir çalışmanın yapılmasının sebebi, İslam’a yöneltilen tüm eleştirilerin benzer yönde olması ve radikalizm dininin “İslam” zannedilmesi yanılgısıdır. Dolayısıyla amaç, İslam’a yöneltilmiş asılsız suçlamalardan yola çıkarak gerçek İslam dini hakkında yanlış bilinenlerin KURAN’DAN DELİLLERLE açıklanması ve bu yanlışın ortadan kaldırılmasıdır.

Bağnazların sorunu, dinlerini hurafelerden öğrenmeleridir. Ne var ki bağnazların sahte dinlerini eleştirenler de kimi zaman onlar kadar radikal olup bağnazların hurafelerini onlar kadar doğru zannedebilmektedirler. Biz Kuran’dan delil getirdikçe onlar bağnazların hurafelerinden delil getirmeye çalışırlar. İşte en büyük hatayı da burada yaparlar. Eğer gerçek İslam’ı tanımak ve bağnazlığa karşı çözüm elde etmek istiyorlarsa burada anlatılan gerçek dine kulak vermelidirler. Eğer bunu yapmazlarsa, radikalizm büyük bir bela olarak dünyayı sarmaya devam edecektir.

DİKKAT
Bağnazların sorunu, dinlerini hurafelerden öğrenmeleridir. Kaynak hurafeler olunca din adına terörizm kolaylıkla yaygınlaşır. Buna karşı tek çözüm Kuran'daki asıl dindir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

MURATS44

Özel Üye

1. Bölüm: İslam’ı Vahşet Dini Gibi Gösterenlerin Yanlış Kullandıkları İki Temel Kavram: Şeriat ve Cihat


Allah bir ayette Kuran’ı şu şekilde tarif eder:

...(Bu Kur’an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
Allah’ın ayette açıkça bildirdiği gibi “Herşeyin çeşitli biçimlerde açıklaması” olan Kuran, hurafecilere asla yeterli gelmemiştir. Çünkü onlar, Kuran’ın bildirdiği yolu kendi batıl din anlayışlarına uygun bulmazlar. İşte bu nedenle tarih boyunca bir kısım Kuran hükümlerinin “yeterli olmadığı” (Kuran’ı tenzih ederiz) ve “açıklanması gerektiği” iddiasıyla ortaya çıkmışlardır. Buradan, “Kuran’ı ancak hadisler* yoluyla anlayabiliriz” mantığını geliştirmişlerdir.
Burada şu açıklamayı yapalım: Hadisler, Peygamberimiz (sav)’in sözleri olarak bugüne kadar gelmiş izahlardır. Bir kısmı sahih yani gerçek söz ve uygulamalar olmakla birlikte, bir kısmı zamanla uydurulmuş, bir kısmının ise zamanla anlamı değiştirilmiştir. Bir hadisin gerçekten Peygamberimiz (sav)’in sözü veya uygulaması olduğunu anlamanın ise iki yolu vardır: Kuran ile mutabık olması ve tahakkuk etmesi (gerçekleşmesi). Kuran ile çelişen bir söz veya uygulamanın Peygamberimiz (sav)’e ait olduğunu iddia etmek ise düpedüz Peygamberimiz (sav)’e iftiradır. Çünkü Efendimiz (sav) de sadece Kuran’a uymuştur.
“Kuran’ı ancak hadisler yoluyla anlayabiliriz” mantığı İslam dünyasına büyük zararlar vermiştir. Çünkü bu mantıkla yola çıkan bir kısım Müslümanlar, din adına uydurma hadislere uymaya başlamışlardır. Hatta bir süre sonra Kuran’ı bir kenara bırakmış, sadece söz konusu hadisleri kendilerine din kaynağı edinir hale gelmişlerdir. Uydurma hadisler Kuran ayetleriyle çeliştiğinde ise, “Bu hadis Kuran hükmünü nesh etti (yürürlükten kaldırdı)” demeye bile cüret edebilmişlerdir. Yüzlerce uydurma hadisten kaynaklanan farklı dinler gelişmiş ve İslam dini içinde, birbiriyle pek çok konuda çelişen dört ayrı mezhep ortaya çıkmıştır. Mezhep alimleri ise kendilerine Müslüman demiştir, fakat hepsi farklı bir şeyi savunmuştur. Hatta birbirlerinin dinden çıktığını düşünmüşlerdir.
İslam aleminin düştüğü bu durumu Peygamberimiz (sav) Kuran’da Yüce Allah’a şu şekilde şikayet eder:
Ve elçi dedi ki: “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edilmiş (bir Kitap) olarak bıraktılar.” (Furkan Suresi, 30)
İslam aleminin büyük bir kısmının sorunu bugün, Kuran'ı terk edilmiş  bırakmalarıdır. Her "din büyüğü" olarak nitelendirilen kişinin kendi  yorumu hüküm kabul edilmiş, dolayısıyla her cemaat farklı bir uygulamayı  esas almıştır.
İslam aleminin büyük bir kısmının sorunu bugün, Kuran'ı terk edilmiş bırakmalarıdır. Her "din büyüğü" olarak nitelendirilen kişinin kendi yorumu hüküm kabul edilmiş, dolayısıyla her cemaat farklı bir uygulamayı esas almıştır.

Gerçekten de İslam aleminin büyük bir kısmının sorunu bugün, Kuran’ı terk edilmiş bir kitap olarak bırakmış olmalarıdır.
Kuran terk edildikten sonra sıra “icma”ya gelmiştir (İcma: Herhangi bir dönemde yaşamış din büyüklerinin, kıyas delillerine dayanarak şeriat konusunda hüküm koymaları). Bu kişilerin de yol göstericileri Kuran olmadığı için binlerce uydurma hadis içinde boğulmuşlar ve “hükümleri Kuran’ın da hadislerin de açıklayamadığı” gibi bir kanaate varmışlardır. Artık bu “din büyükleri” İslam adına kanunlar koyar hale gelmiştir. Mezhepler birbiriyle çatışır ve çelişirken bu defa da mezheplerin içindeki icmalar birbiriyle çatışır haline gelmiştir. Her “din büyüğünün” kendi yorumu hüküm kabul edilmiş, her cemaat farklı bir uygulamayı esas almış, koskoca İslam topluluğu mezheplere, sınıflara ve son olarak da küçük gruplara bölünmeye başlamıştır. Kuran ise, kılıfı içinde duvara asılan bir süs olarak bırakılmıştır. Bütün bunların sonucunda da İslam camiasının büyük bir kısmı “Kuran’ı terk etmiştir”.
Bir kısım İslam karşıtlarına bakıldığında onların da sorununun hurafecilerle aynı olduğunu anlarız. Onlar da İslam’ı Kuran’dan öğrenmezler. Tıpkı hurafecilerin yaptıkları gibi onların da İslam’ı değerlendirmelerinde, uydurma hadisler, gelenekler ve bir kısım din bilginlerinin çoğu zaman Kuran ile örtüşmeyen icmaları ön plandadır. Onlara göre de ?“İslam”, hurafecilerin hayatları ve uygulamalarıdır. Onlara göre “İslam”, Kuran’daki din değil, tarihçilerin hayal gücüdür. Onlar Kuran’ın değil, bu uydurma dinin şeriatına “şeriat” derler. Kuran’ın bildirdiği değerlerden, kavramlardan, uygulamalardan habersizlerdir ama hurafecilerin sahte dinlerinin tüm kurallarını çok iyi bilirler. Bu sahte dinin kurallarını eleştirirken de kendilerince İslam’ı eleştirdiklerini zannederler. Hurafecilerin dinine öylesine sahip çıkarlar ki, “bu İslam değil” dendiğinde inanmazlar. Ki bu son derece önemli bir hatadır.
Söz konusu kişiler ideolojik bir din karşıtlığı düşüncesiyle İslam’a karşı değillerse, bağnaz zihniyetin karanlığına karşı gerçekten çözüm arıyorlarsa, buna inanmak zorundalar. Onların dini İslam değil. Bir Müslümana Kuran tek başına yeterlidir. Hadisler, Kuran ile mutabık oldukları sürece doğru ve güvenilirdirler. Kuran ile çelişen bir hadisin İslam’da yeri yoktur. Eğer bir Müslüman Kuran’da İslam’ı bulamıyorsa, başka bir din arayışı içinde demektir. O dinin şeriatı ise İslam değildir.
 

MURATS44

Özel Üye
Kuran'ın şeriatı, Müslümanın modern, bakımlı, asil, akıllı, kültürlü,  demokrat, açık fikirli, tüm fikirlere saygılı ve sevgi dolu olmasını  gerektirir. Kuran'ın şeriatında kardeşlik, barış ve sevgi esastır.  Kuran, Müslümanlara savaşı, zulmü, kin, öfke ve çatışmayı yasaklamıştır.  Gerçek şeriatı bilmek isteyenler, sadece Kuran'a başvurmalıdır.
Kuran'ın şeriatı, Müslümanın modern, bakımlı, asil, akıllı, kültürlü, demokrat, açık fikirli, tüm fikirlere saygılı ve sevgi dolu olmasını gerektirir. Kuran'ın şeriatında kardeşlik, barış ve sevgi esastır. Kuran, Müslümanlara savaşı, zulmü, kin, öfke ve çatışmayı yasaklamıştır. Gerçek şeriatı bilmek isteyenler, sadece Kuran'a başvurmalıdır.

Kuran’daki Gerçek Şeriat

Şeriat kelime anlamı olarak “yol” demektir. Bir Müslüman Kuran’a bakarak nasıl bir “yol” izlemesi gerektiğini kolayca anlayabilir. Kuran’da haramlar oldukça azdır ve kesin ve net hükümlerle bildirilmiştir. Tartışmaya veya yoruma açık değildir. Örneğin adam öldürmek, zina etmek, faiz almak, domuz eti yemek, kan içmek gibi hükümler Kuran ayetleriyle kesin ifadelerle bildirilmiş olan haramlardır. Bu Kuran’ın önemli bir özelliğidir. Ayetleri kendi isteklerine göre yorumlayarak haram üretmeye çalışan kişiler daima kendilerince çıkarımlarda bulunurlar. Oysa Allah haramları kesin hükümlerle yasak etmiştir. Bu ayette olduğu gibi:
O, size ölüyü (leşi)- kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. (Bakara Suresi, 173)
Allah Kuran’da, İslam adına haram ve helal üretecek olan kişilerin var olacağını şöyle bildirir:
Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler. (Nahl Suresi, 116)
Peygamberimiz (sav)’in döneminden sonra, ayetin tasviriyle Allah’a karşı yalan uydurmuş olan çok geniş topluluklar türemiştir. Bu topluluklar Kuran’ı rehber edinmedikleri için dilediklerine haram, dilediklerine ise helal diyebilmişlerdir. Fakat öyle bir topluluk vardır ki, Allah onların şu özelliklerini asıl olarak vurgular: “Helal kılınan güzellikleri haram kılmaları”. Rabbimiz Kuran’da şöyle bildirir:
Ey iman edenler, Allah’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez. (Maide Suresi, 87)
İşte dünya üzerinde “şeriat” adı altında uygulanan oysa tamamen İslam ile çelişen vahşet sistemini incelerken, kendilerine helalleri haram kılan, Kuran’dan tamamen uzak topluluklardan bahsedeceğiz.
Önce Kuran ayetlerinde açıklanan gerçek şeriatı yani Kuran’ın doğru yolunu tarif edelim:
Kuran’ın şeriatı sevgi, saygı, her dinden, her fikirden insana şefkat ve koruyuculuk demektir. Kuran’ın şeriatı demokrasiyi şart koşar, fikir özgürlüğü hakimdir. Kuran’ın şeriatında insanlar bilgili, eğitimli, açık fikirli, karşı fikirlere saygılı, mutlu, dışa dönük, modern, kaliteli, ümitvar, sanat ve estetiğe önem veren, birliğe, dostluğa ve sevgiye değer veren insanlardır. Kuran’ın şeriatında nefret, tahammülsüzlük, çatışma, kavga, zorbalık, dayatma, tehdit, mutsuzluk, öfke ve savaş yoktur. Kuran ile ilgili bütün bu tanımları, kitabın ilerleyen sayfalarında ayetlerden delillerle açıklayacağız.
Bu tariflere bakarak Kuran’ın şeriatına uygun bir İslam ülkesi şu anda dünyada var mı? Elbette yok. Bu şeriat, Peygamberimiz (sav) döneminden beri uygulanmadı. Şu anda şeriat ile yönetildiğini söyleyen ülkeler veya şeriat getirmek isteyen bir takım vahşet grupları, İslam’ın yerine koydukları bağnaz dinin şeriatını uyguluyorlar. Bir kısım yalan hadisleri kendilerine rehber ediniyorlar. Kuran’ı ise geride bırakıyorlar. Profesör Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün belirttiği gibi:
BİLGİ
“Neden İslam demezler de ‘şeriat’ derler. Çünkü İslam derlerse iddialarını Kur’an’la ispat etmeleri gerekir. Allah ile aldatanların din dediklerinin Kur’an’dan onay alması mümkün değildir. Şeriat diyerek meseleyi her yana çekilebilir hale getirmekte, sıkışınca da ‘ulemanın kavli budur, icma bu yoldadır, ecdadımız böyle karar vermiştir, asırlardır Müslümanların uygulaması böyledir’ diye dayatmalarına uygun bir dini öne çıkarma yoluna gitmektedirler.

Şeriatı İslam’la eşitlemek isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur’an’la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış bulunan örfleri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Bu anlayış, önce, şeriatla dini eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş fıkıh kitaplarındaki akıl ve Kur’an dışı birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır.”

Sonraki bölümlerde, şeriat iddiasıyla ortaya çıkan fakat öfke ve nefret saçan grupların bu şeriatın kaynağını nereden aldıklarını göreceğiz. Kendilerine rehber edindikleri bütün sahte hadisleri ve onların geçersizliklerini birer birer inceleyeceğiz. Bu toplulukların uydukları şeriatın Kuran’dan ne kadar uzak olduğunu ve asla bir İslam şeriatı olarak tanımlanamayacağını açık delillerle gözler önüne sereceğiz.
 

MURATS44

Özel Üye

Gerçek Kuran Şeriatı Bir Ülkeye Neler Kazandırır?

Bu dünyada eğer gerçekten İslam’ın şeriatını uygulayan bir ülke olsaydı nasıl olurdu??Bilimde ve sanatta gelişmiş, eğitim ve yaşam seviyesi çok yüksek, kaliteli, barışçıl, sevecen, tüm dünya halkları ile birleşme yanlısı, barış öncüsü ve sevgi emsali, Musevileri, Hristiyanları, ateistleri kucaklayan, her ideolojiden her insanı dost bilen ve onlara saygı duyan, dünyaya huzur ve güvenlik getirmeyi misyon edinmiş, kendisinden çok ihtiyaç içindekileri düşünen ve sorunlara çözüm bulan, sevgi dolu, neşeli bir ülke olurdu. Bu ülke halkı, çok kaliteli olmasının yanı sıra, ultra modern ve ultra demokratik bir yaşam tarzına sahip olurdu. Her fikir rahatlıkla söylenebilir, her görüş özgürce açıklanabilir, fakat bu olurken hakaret, saldırı, tahammülsüzlük ve şiddet asla ve asla olmazdı. Mal bir kenara yığılmaz, Kuran’ın yoksulu korumaya ve “kendi nefsinden önce kardeşinin nefsini düşünme” düsturuna dayalı yaşam şekli hakim olurdu. Buna göre zaten yoksul da olmazdı. Böyle bir sistem, dünyadaki bütün insanların tam anlamıyla rahat yaşayacağı, dünyadaki bütün ülkelerin mutlu ve memnun olacakları mükemmel bir sistem olurdu.
Bu tarif eğer şu anki “İslam Cumhuriyeti” adını almış ülkelerle kıyaslanırsa, aradaki ciddi fark hemen anlaşılabilir. Şu anda şeriat adına yaşanan sistem, kesin olarak İslam’ın şeriatı değildir. İslam’ın şeriatının yaşanabilmesi için o dinin hurafelerden kesin olarak arınması ve yukarıda belirttiğimiz Kuran’da övülen bütün bu tariflere uyması gerekmektedir.
Bunun gerçekleşmesi için de İslam ile yönetilen bir ülkenin devlet başkanının hurafelere değil, tam anlamıyla Kuran’a göre hareket eden bir lider olması şarttır. Kuran’a uyan Müslüman bir liderin üç önemli özelliği vardır: Şefkatli, demokratik ve adaletli olması. Bu özelliklerinden dolayı böyle bir lider daima güvenilirdir. Kuran ahlakını tam olarak uygulayan Müslüman bir liderin himayesinde yaşayan insanlar özgürlüğün yeryüzünde daha önce görülmemiş en mükemmel şeklini göreceklerdir. Hiç kimseye İslami yükümlülükler yüklenmeyecek, herkes kendi inancına göre davranacaktır. Herkes, her sözü söyleme hakkına sahip olacaktır. Hiç kimseye ayrıcalık verilmeyecek, herkes eşit muamele görecektir. Adalet herkes için eşit olarak ayakta tutulacaktır. Kimi zaman durum Müslümanların aleyhine olsa bile, “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun.” (Nisa Suresi, 135) ayeti gereği mutlaka adalet yerini bulacaktır.
Müslüman bir liderin talebi ve çabası daima sevgi oluşturmak üzerine olacaktır. Çünkü dinlerin indiriliş sebebi, insanın var oluş sebebi, cennetin yaratılış sebebi sevgidir. Sevginin hakim olduğu, kimsenin inanç özgürlüklerinin kısıtlanmadığı, herkesin bolluk içinde eşit muamele gördüğü bir toplum içinde kargaşanın da bir mantığı kalmayacaktır. Adaletsizlik, sevgisizlik, düşmanlıklar ortadan kalktığı için çatışma ortamları da olmayacaktır.
Dolayısıyla şeriatı anlamak için, şu anda İslam şeriatı uyguladığını iddia eden ülkelerin uygulamalarına değil Kuran’a bakmak gerekir. İslam, Kuran’la gelmiştir. Dolayısıyla İslam’ın şeriatı da yalnızca Kuran’dadır ve çok açıktır. Kuran’daki adalet, demokrasi ve özgürlük sistemlerini uygulamayan bir ülkenin şeriat konusuna örnek gösterilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla kimsenin “ama bu ülkede şu şekilde uygulanıyor, dolayısıyla İslam bize vahşet getirecek” şeklinde bir iddiada bulunması doğru olmaz. Burada suçlanması gereken, o ülke liderlerinin İslam adına uyguladıkları yanlış sistemdir; Kuran’daki sistem değil (Kuran’ı tenzih ederiz).
Yukarıda anlattığımız güzellikleri getirecek olan Kuran’daki gerçek şeriat sisteminin uygulanmaması, onun yerine vahşetin İslam şeriatı olarak tanıtılması elbette vahim bir olaydır. Fakat bunun çözümü İslam’ı suçlamak değildir. İslam’ı suçlayanlar, genellikle radikalizme, vahşete ve şiddete tek çözüm olacak yolu elimine etmeye çalışarak daha çok zarar getirirler. Gerçek İslam’ı güçsüz kılmaya kalkarak radikallere daha fazla yol açarlar. Oysa radikalizmi, İslam adına yanlış inançları ortadan kaldıracak olanlar onların suçlamaları veya ürettikleri silahlar değil, yalnızca doğru İslam anlayışıdır. Ortada yanlış bir inanç sorunu vardır. Yanlış inançların ortadan kalkması ise ancak ve ancak yerine doğru inançların konulmasıyla mümkün olur.
<b>İslam'da "cehd etmek", karşı tarafı bilgilendirmek, güzel ahlakı  öğretmek, insanları kötülükten uzaklaştırmak için çaba harcamak  demektir. Cihat adına katliam yapanlar, Kuran'a göre hareket  etmemektedir.</b>
İslam'da "cehd etmek", karşı tarafı bilgilendirmek, güzel ahlakı öğretmek, insanları kötülükten uzaklaştırmak için çaba harcamak demektir. Cihat adına katliam yapanlar, Kuran'a göre hareket etmemektedir.

Kuran’daki Gerçek Cihat

Cihad kökeni cehd olan bir kelimedir. Arapçadaki anlamları ise şöyledir: 1. Çalışmak, çabalamak, azim, gayret, fedakarlık göstermek. 2. İnsanın kendi nefsine hakim olması. Bu tanımlardan yola çıkarak İslam’da cehd etmenin, karşı tarafı bilgilendirmek, güzel ahlakı öğretmek, insanları kötülükten uzaklaştırmak için çaba harcamak olduğunu anlarız. Bunu yaparken bir Müslüman bir yandan da kendi nefsini güzel ahlaka yönelik bir eğitim altına almalı ve kendisini öfke ve nefretten uzak iyi bir insan olarak eğitmelidir. Yani cehd eden bir Müslümanın yapması gereken; bir yandan kendisini eğitirken, bir yandan da iyiyi, güzeli, doğruyu insanlara öğretmek için uğraşmaktır. Sevgiyi, barışı, şefkati yaygınlaştırmak ve insanları kötülükten alıkoymak için onları fedakarane şekilde eğitmek ve kendi ahlakı ile de örnek olmaktır.

Kuran’ın hiçbir yerinde cehd kelimesi bu anlamlarının dışında bir anlamda kullanılmamıştır. Dolayısıyla “kaynağımız Kuran” diyerek “cihat” adına katliamlar yapanlar ya yalan söylemektedir ya da yanlış eğitilmişlerdir.
Şu anda cihat adı altında insanları katledenler, intihar bombacısı olarak kendi canına kıyanlar, savaşın çığırtkanlığını yapanlar Kuran’a göre harama girmektedirler. Fakat bu insanların büyük bir kısmı, Kuran’a muhalif bir davranış içinde olduğunu bilmez bile. Çünkü onlar, din adına aldatılmışlardır. İnandırıldıkları dinin içinde sevgi yerine nefret; şefkat yerine öfke; kardeşlik yerine düşmanlık; güzellik yerine kabus; sanat, estetik, bilim ve kültür yerine cehalet vardır. Böyle bir dine inanan bir kişinin eline silah vermek kolaydır. “Bu topluluk senin düşmanın, git saldır” demek kolaydır. Onu galeyana getirmek kolaydır. Öfke toplulukları oluşturmak kolaydır.
Sonraki bölümlerde bu kişilerin savaş adına yanlış yorumladıkları Kuran ayetleri ve saldırganlığa gerekçe olarak kabul ettikleri uydurma hadisler detaylı şekilde açıklanacaktır. Burada hatırlatılması gereken önemli bir nokta vardır: Radikallerin çok büyük bir kısmı cehalet yüzünden dehşet saçarlar. Gerçek dini bilmezler. Hatta çoğu Kuran’ı okumamışlardır bile. İşte bu yüzden öldürerek cihat yaptığını zanneden bir kişiyi kınamak, lanetlemek, onu tehdit etmek, hapsetmek, sürgün etmek hiçbir işe yaramaz. Onun sorunu Kuran ile eğitilmemiş olması, Allah’ın adetullahını anlayamamasıdır. Sorun bu olunca, yanlış eğitim var olduğu sürece ne yaptığından habersiz radikallerin de var olacağı gerçeğini kabul etmek zorundayız. Sorunun bu olduğu kabul edilirse, cihat adı altında vahşet saçıp terör uygulayanların tek ihtiyacının doğru eğitim olduğu da kavranacaktır.
 

MURATS44

Özel Üye
İslam’da Savaş Konusunda Yanlış Bilinenler


Bir Müslüman Kuran’daki Her Ayete, Ayırt Etmeksizin İnanmakla Yükümlüdür


Bu başlığın konulmasının sebebi, İslam’a hurafe dahil etmeye kalkan bağnazların da, bu bağnazların kirli mantığını kullanan bazı İslam karşıtlarının da Kuran’da bazı ayetlerin, başka ayetler tarafından nesih edildiğine (yürürlükten kaldırıldığına) dair iddialarının bozukluğunu göstermek içindir. Söz konusu kişiler iddialarına delil olarak aşağıdaki ayeti kullanırlar:
Biz, daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye (kadar) hiçbir ayeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veya unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 106)

Kuran’a karşı dil eğip büken kişiler, kendi hurafelerini Kuran’ın yerine din olarak hakim edebilmek için bu ayetin kendilerince çarpık yorumunu delil olarak kullanmışlardır. Bu ayeti kendilerine göre yorumlayarak bir kısım ayetleri yürürlükten kaldırabileceklerini ve hatta onun yerine uydurma hadisleri dahil edebileceklerini düşünmüşlerdir. Bir kısım İslam karşıtları da, sarhoş edici içkiler veya savaş ile ilgili olarak nesih edilmiş ayetler olduğunu iddia etmektedirler. Buradan yola çıkarak Müslümanları da, yürürlükten kaldırmaya uyanlar ve yürürlükten kaldırmaya uymayanlar olarak ikiye ayırma eğiliminde olmuşlardır.
Burada söz konusu kişilerin son derece çarpık iddialarına delil göstermeye çalıştıkları ayetin açıklaması şöyledir: “Hiçbir ayeti neshetmez” ifadesinde geçen “ayet” kelimesi tekil anlamındadır. Ayet kelimesinin delil, mucize gibi anlamları da vardır fakat Kuran’da Kuran ayetlerini niteleyen “ayet” kelimesi hiçbir zaman tekil olarak kullanılmaz. Tekil olarak kullanılan ayet kelimesi daima “delil” anlamında kullanılmış ve diğer tüm ayetlerde bu anlamıyla tercüme edilmiştir.
Dolayısıyla buradaki anlam “Kuran ayetleri” değil, daha önce gelmiş olan “deliller, kurallar ve şeriatlardır”. Dolayısıyla ayete göre, kendilerine hak kitaplar verilen önceki toplulukların yani Musevilerin ve Hristiyanların yükümlü olduğu bir kısım uygulama ve hükümler zaman içinde unutulmuşsa bunlar Kuran ile hatırlatılmakta veya ortadan kaldırılmaktadır. Onun yerine ise bir benzeri veya daha hayırlısı Kuran ile getirilmiş olmaktadır.
Burada ayette geçen “unutturma” kelimesinin de üzerinde durmak gerekir. Bir hükmün diğerini nesih etmesi için, diğer hükmün “unutulmuş” olması gerekmektedir. Kuran’da ayetlerin tamamı 1400 senedir değişmeden durduğuna göre, bir ayetin diğerini nesih etmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Bağnazların nesih edildiğini iddia ettikleri hükümler unutulmuş değildir, Kuran’da halen bulunmaktadır. Buradan da açıkça anlaşılmaktadır ki, burada bahsedilen nesih konusu ayetin bir diğer ayeti nesih etmesi şeklinde değil, geçmiş topluluklara ait olup, zamanla unutulmuş hükümlere yöneliktir. Geçmiş topluluklara indirilmiş fakat “unutturulmuş” olan hükümler, bu hükümlerin daha hayırlısı veya bir benzeri şeklinde Kuran ile söz konusu topluluklara, hüküm olarak gönderilmiştir.
 

MURATS44

Özel Üye
Kuran “Korunmuş” Bir Kitaptır
Kuran, Rabbimiz’in ayetinde açıkça belirttiği şekilde “korumaya alınmış” bir kitaptır:
Hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)
“Korunmuş” bir kitapta hükümleri tüm Müslümanlar için şart olan ayetlerin bir kısmının geçerli görülüp bir kısmının yok sayılması gibi bir durum imkansızdır. Nitekim Kuran’ın bütünündeki mükemmellik, matematiksel ve bilimsel mucizeleri, yol gösterici özelliği ve Kuran’ın korunduğuna dair pek çok ayet, hurafecilerin ve bir kısım İslam karşıtlarının bu iddialarını ortadan kaldırmaktadır:
BİLGİ

Onlar, o zikir (Kur’an) kendilerine geldiğinde inkâr ettiler. Halbuki o, eşsiz yücelikte bir Kitap’tır. Batıl, ona önünden de, ardından da gelemez. (Çünkü Kur’an,) Hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen (Allah)tan indirilmedir. (Fussilet Suresi, 41-42)
Şüphesiz, onu (Kuran’ı) (kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak Biz’e ait (bir iş)tir. Şu halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize ait (bir iş)tir. (Kıyamet Suresi, 17-19)

Kuran, ayette açıkça belirtildiği gibi eşsiz bir Kitap’tır ve batılın ona önünden de arkasından da erişebilme imkanı yoktur. Bu Kitap, Rabbimiz’in koruması altındadır. Dolayısıyla bazı hükümlerin Kuran ayetlerinin hükmünü ortadan kaldırdığı iddiası apaçık bir iftiradır.
Burada, İslam’a ve Kuran’a söz konusu iftirayı atan bir kısım sözde alimlerin, nesih edilmiş ayetler sayısında da müthiş bir ihtilaf içinde olduklarını da belirtmek gerekir. Her biri, nesih edilmiş kabul ettikleri her ayet için kendilerince yeni bir hüküm koymakta ve dolayısıyla kuralları farklı olan yeni dinler geliştirmektedirler. Bazı sözde alimler ise hadislerin ayetleri nesih edeceğini iddia edebilecek kadar bile ileri gitmişlerdir. Allah’ın “...Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık...” (Enam Suresi, 38) ayetini bu insanlar adeta görmezden gelmektedirler. Kuran ayetlerini reddetmekte ve yerine, bir kısmı tamamen uydurma olan hadisleri koymaktadırlar. İşte bu büyük mantık çöküntüsü İslam adına gerçekleştirilen radikal eylemlerin de temelini oluşturur. Sonraki bölümlerde bu konuyu detaylı olarak inceleyeceğiz.
Tıpkı hurafeciler gibi İslam karşıtları da ayet üzerinden yaptıkları bu çarpık yorumu, İslam ile ilgili çok fazla hükme uygulamaya kalkışmışlardır. Söz konusu kişilerin nerede hata yaptıklarının daha iyi anlaşılması için bu iddiaları inceleyelim:
“Mekke Dönemi Müslümanları” ve “Medine Dönemi Müslümanları” Ayrımındaki Yanılgılar
Bir kısım İslam karşıtları, ılımlı Müslümanlar için “Mekke dönemi Müslümanları” gibi bir tanımlama yaparlar. Onlara göre Peygamberimiz (sav)’in Mekke’de bulunduğu dönem, savaşların yaşanmadığı barışçıl bir dönemdir. Peygamberimiz (sav)’in Medine’ye hicretinin hemen ardından ise savaşlar başlamıştır. Bir kısım kişiler de buradan yola çıkarak İslam’da savaşı savunanların sadece Medine döneminde vahyolunan ayetleri kabul ettiklerini, barışçıl olanların ise sadece Mekke dönemi ayetlerini kabul ettiklerini iddia ederler. Bu son derece cahilce ve bir o kadar da mantıksız bir iddiadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir Müslümanın Müslüman vasfı kazanabilmesi için en temel şart, Kuran ayetlerinin hiçbirini diğerinden ayırt etmeden tümüne inanmasıdır. Eğer tek bir ayetin hükmünü kabul etmezse Kuran’da belirtilen anlamda Müslüman vasfını kaybeder. Dolayısıyla “Müslümanım” diyen birinin Kuran’a göre “bu ayeti kabul ediyorum, diğerini etmiyorum” ayrımı yapma durumu kesin olarak yoktur.
Peygamberimiz (sav) zamanında, Mekke döneminde savaş yaşanmadığı, Medine döneminde savaş yapıldığı ve bu özel savaşlara yönelik olarak ayetler indirildiği doğrudur. Bunun sebebini anlamak için Peygamberimiz (sav) döneminin zorlu ortamını kavramak gerekmektedir.
Kuran’ın Peygamberimiz (sav)’e vahyi tam 23 yıl sürdü. Bunun ilk 13 yılında Müslümanlar Mekke’deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden sadece uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar.
Fakat söz konusu pagan toplulukların saldırısı son bulmadı.
Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed (sav)’in Peygamberliğini önemsememiş göründüler. İman etmemekle beraber, putlar aleyhine söz söylemedikçe, Hz. Peygamber (sav)’in davetine ses çıkarmadılar. Yalnızca, Peygamberimiz (sav)’i gördüklerinde, kendisine yönelik sözlü saldırılarda bulundular. Müslümanları kendilerince alaya alıp küçümsediler. Böylece Kureyşlilerin “sözlü saldırı” devri başlamış oldu.
Kuran’da söz konusu durum bize şu şekilde bildirilmektedir:
BİLGİ
Doğrusu, ‘suç ve günah işleyenler,’ kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi.
Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi.
Onları gördükleri zaman ise: “Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır” derlerdi.
(Mutaffifin Suresi, 29-32)

Mekke puta tapıcıların merkezi durumundaydı. Kâbe ve civarındaki putları ziyaret için gelenlerle Mekke her gün dolup taşıyor, bu yüzden Kureyş, hem para, hem itibar kazanıyordu. Kureyşliler Mekke’de Müslümanlığın yayılmasını bir tehdit olarak görüyorlardı, çünkü bu gerçekleşirse çıkarlarına zarar geleceğini ve diğer kabilelerin kendilerine düşman olacağını düşünüyorlardı. Ayrıca biliyorlardı ki, Müslümanlık herkesi eşit sayıyor, soy ayrımı, zenginlik-fakirlik farkı gözetmiyordu. Bu yüzden Kureyş ileri gelenleri Müslümanlığın yayılmasını önlemek için tedbir almaları gerektiğine inandılar. Buna, Müslümanlara yönelik işkenceler, hatta cinayetler de dahildi. (İbn Hişâm, 1/287)
Müslümanlar  Mekke'deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar  ve çok  büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel  işkenceler  yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları  yağmalandı,  sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen  Müslümanlar  şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden  sadece  uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar.
Müslümanlar Mekke'deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden sadece uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar.

Mekke Döneminde Müslümanların Zorlu İmtihanı

Dönemin müşrikleri, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman gibi, kuvvetli ve itibarlı ailelere mensup Müslümanlara pek dokunamıyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, tarihte eşine rastlanmayan vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı. Ebû Füheyke, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Ammâr, Yâsir ve Sümeyye bu ağır işkencelere maruz kalmış değerli Müslümanlardandı.
afvân b. Ümeyye’nin kölesi olan Ebû Füheyke, sahibi olan müşrik tarafından her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi. Demirci olan Habbâb, kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılarak eziyet edilmişti.
Ammâr’ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parçalanmış, kocasının bu şekilde vahşice şehit edilmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil’in attığı bir ok darbesiyle katledilmişti. (Zâdü'l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/254)
Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl’i her gün çıplak vaziyette kızgın kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında saatlerce bırakır; Hz. Peygamber (sav)’e karşı gelmesi ve Müslümanlığı terk etmesi için eziyet ederdi. Bir gün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna bir ip geçirmiş ve onu kızgın kumlar üzerinde Mekke sokaklarında sürüklemişti. (Zâdü'l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/253)

Hâşimîlerden çekindikleri ve amcası Ebû Tâlib’in himayesinde olduğu için önceleri Peygamberimiz (sav)’in şahsına dokunamıyorlardı. Zamanla kendisine “mecnun, falcı, şair, sihirbaz” gibi iftiralar atmaya başladılar. En sonunda fırsat buldukça Peygamberimiz (sav)’e de hakaret etmekten, işkence ve her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmediler.
Bütün bu işkenceler Müslümanlara sadece iman ettikleri ve insanlara İslam’ı anlattıkları için gerçekleşiyordu. Bu baskı, işkence, şiddet ve dehşet ortamı içinde Müslümanlar, İslam’ın şartı gereği hiçbir şekilde kendilerine zarar verenlere zarar vermemiş, en insani hakları olan karşı savunmada dahi bulunmamışlardır. Müslümanların karşı atak yapmadığını gören Kureyş müşrikleri azgınlıklarını ve işkencenin dozunu daha da arttırmışlardır. Öyle ki söz konusu Kureyşliler, artık gördükleri Müslümanı anında şehit eder hale gelmişlerdir.
Eziyetlere hiçbir şekilde karşılık vermeyen, Kuran’da kan dökme izni verilmediği için savunmaya dahi geçmeyen Müslümanlar, işkenceler çirkinleştikçe Mekke’de barınamaz hale gelmişlerdir. Bu durum, Medine’ye göçü gerekli kılmıştır.
 

MURATS44

Özel Üye
Dönemin müşrikleri, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman gibi, kuvvetli ve itibarlı  ailelere mensup Müslümanlara pek dokunamıyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir  Müslümanlara, tarihte eşine rastlanmayan, hatta vahşet derecesinde  işkenceler yapıyorlardı.
Dönemin müşrikleri, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman gibi, kuvvetli ve itibarlı ailelere mensup Müslümanlara pek dokunamıyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, tarihte eşine rastlanmayan, hatta vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı.

Medine Dönemi ve Savaşlar

Mekke’de putperestlerin baskılarının şiddetinin artmasıyla birlikte, Müslümanlar daha özgür ve dostane bir ortamın bulunduğu Yesrib (sonraki ismi Medine) şehrine hicret ederek burada kendi yönetimlerini kurdular. Ne var ki kendi siyasi yapılarını bu şekilde oluşturduktan sonra bile, Mekkeli putperestlerin saldırısı son bulmadı. Kureyşliler, bulundukları alana kadar Müslümanları takip edip şiddetli eylemlerini devam ettirdiler. Peygamberimiz (sav) ve yanındaki Müslümanlar ise, Mekke’nin saldırgan putperestlerine asla savaşla karşılık vermediler.
Dünyada hiçbir kişi, topluluk veya ülke, bir saldırı karşısında cevapsız kalmaz. Mutlaka “nefsi müdafaa” adına kendisine saldıran topluluğa cevap verir veya en azından kendisini savunur. Yaptığı bu nefsi müdafaa karşısında ise kişileri mahkemeler, ülkeleri ise uluslararası hukuk daima haklı görür. Çünkü karşı taraftan haksız bir saldırı vardır ve kişinin canı, ailesi, sevdikleri; bir ülkenin milleti, namusu, toprakları tehlikededir.
Normal şartlarda aynı durum Mekke döneminde Peygamberimiz (sav) ve Müslümanlar için de geçerlidir. Fakat buna rağmen, tümüyle haksız ve doğrudan cana kasteden saldırılar devam edince, Allah’ın öldürmeyi haram kılan hükmü gereği Peygamberimiz (sav) ve Müslümanlar asla ve asla karşılık vermemişlerdir. Bunun yerine ayetin hükmü olarak karşı tarafı daima barışa çağırmış ve barış teklifi sonuç vermeyince zulmeden topluluktan –kendi şehirlerini, evlerini geride bırakarak– uzaklaşmışlardır. 13 seneye yaklaşan Mekke devrinde ve Medine devrinin ilk yılında, müşriklerden gördükleri bunca zulüm, işkence ve haksızlığa rağmen, müminlere, sabırlı olmaları emredilmiştir.
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et” (Nahl Suresi, 125) ayeti gereği Allah’ın dinini güzellikle tebliğ etmeleri emredilmiş, savaşa izin verilmemiştir. Müslümanlardan söz konusu zulme karşı koymak isteyenlere Peygamberimiz (sav)’in cevabı şöyle olmuştur:
“Henüz savaş izni verilmedi, sabredin Allah’ın yardımı yakındır, çektiğiniz çilelerin mükafatını göreceksiniz...”

Peygamberimiz (sav)’in kendisini ve topluluğunu savunma izni, Medine’ye göçü sonrası şu ayetler ile verilmiştir:

Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca; “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar... (Hac Suresi, 39-40)

Bu ayetler ile, yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” demeleri nedeniyle haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarılan Müslüman topluluk, karşı savunma hazırlıklarına başlamıştır. Ayette açıkça belirtildiği gibi, “kendilerine savaş açılmış, saldırıya uğramış olan Müslüman topluluğa” savunma izni verilmektedir; saldırma emri değil. Bu ayetin sonrasında Müslümanlar kendilerini korumaya başlamış, kendilerine saldıran bu azgın topluluğa karşı savunma savaşları gerçekleştirmişlerdir. Bundan sonra savaş ve savunma konusunda indirilen ayetler, süregelen savaşlar sırasındaki uygulamalara yönelik tarifler içermektedir. Bir başka deyişle, sadece o savaştaki o duruma özel bir tarif yapılmaktadır. Dolayısıyla Kuran’daki savaş ile ilgili ayetlerin tümü, dönemin güç şartlarını ve Peygamberimiz (sav)’in adaletini anlayabilmemiz için, sadece o dönemdeki saldırılara yönelik olarak indirilmiş özel ayetlerdir.

Savaşlar Kimlere Karşı Yapıldı?

Kuran’da tarif edilen savaşlar konusunda hatırlatılması gereken önemli nokta da söz konusu savaşlardaki “karşı taraf”tır. Bir kısım dini ve tarihi kaynaklar, Peygamberimiz (sav) döneminde yapılan savaşların dönemin Musevilerine karşı gerçekleştiğini yazar. Söz konusu kaynakları okuyan bir kısım kişiler de, Kuran’da söz konusu özel savaşlar için indirilmiş olan ayetlerin Musevilere yönelik olduğunu iddia ederek Kuran’da bir çeşit antisemitizm arayışı içine girerler. Oysa bu ciddi bir aldatmacadır.
Peygamberimiz (sav)’e ve Müslümanlara yönelik söz konusu zulmü yapanlar müşriklerdir. Bunların büyük bir kısmı putperesttir. Amaçları putlarına ve sapkın inançlarına zarar gelmesini engelleyebilmektir. Bir kısmı ise Musevi toplulukların arasından çıkan münafık ve müşriklerdir. Bunların Museviler olarak adlandırılması çok büyük hatadır. Müslüman topluluklarının arasından çıkan bir müşrik veya münafık nasıl “Müslüman” olarak değerlendirilemezse, Musevilerin arasından çıkan ve vahşet yayan müşrikler ve münafıklar da Musevi olarak değerlendirilemezler. Gerçek bir Musevinin savaşa kalkışması, dindar insanların canını alması mümkün değildir.
Kuran, antisemitizmi lanetler. İşte bu yüzden Kuran’ın içinde Musevi düşmanlığına dair bir ifade aramaya kalkanlar daima elleri boş dönerler. Söz konusu ayetleri Musevilere yönelik savaş ayetleri olarak yorumlamaya kalkanların bunu iyi anlamaları gerekiyor. Peygamberimiz (sav), dönemin Musevileriyle daima çok iyi ilişkiler içinde olmuş, onlara sevgi ve şefkat göstermiş, aynı şekilde dönemin gerçek dindar Musevileri de aynı sevgi ve saygıyı Peygamberimiz (sav)’e yöneltmişlerdir.
Peygamberimiz (sav)’in Musevilere, Tevrat’a ve Museviliğe karşı sevecen tavrı ile ilgili detaylı bilgiler, kitabın ilerleyen bölümlerinde geniş olarak ele aldığımız Kitap Ehli başlığında açıklanmıştır.
 

MURATS44

Özel Üye
Kuran’da Savaşın Tarifi

Kuran’da savaşın ne zaman ve nasıl yapılacağı açıktır:


Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara Suresi, 190 )

Savaş ancak, MÜSLÜMANLARA KARŞI SAVAŞANLARA yönelik olarak yapılmalıdır yani bir SAVUNMA savaşı olmalıdır. Müslümanların karşı tarafa sebepsiz yere saldırmaları Kuran’da kesin olarak YASAKLANMIŞTIR.
Müslümanlara Allah’ın Kuran’da verdiği emir, bir topluluğa, yaptıkları haksızlıktan ve saldırganlıklarından dolayı öfke duysalar bile, onlara karşı daima adaleti ayakta tutmaları gerektiği şeklindedir. Allah ayetinde şöyle bildirir:

Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)


Örneğin Allah ayetinde, Müslümanların Kabe’ye girişini engelleyen topluluklara karşı haddi aşmaktan Müslümanları men etmiş, onlara ve herkese karşı iyilikte bulunmayı öğütlemiştir:

... Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının... (Maide Suresi, 2)


Kasıtlı olarak Hac ibadetleri engellenmiş ve kendilerine haksızlık yapılmış olmasına rağmen Müslümanlar, haddi aşma konusunda Yüce Rabbimiz tarafından uyarılmaktadırlar. Allah Müslümanlara, bu şartlar altında bile adaletle davranmayı, öfkelenmemeyi ve iyilik yapmayı emretmektedir. Müslüman, her ne şart olursa olsun Kuran’daki bu hükme uymak zorundadır.
Kuran’da savaşın tek gerekçesinin -savunma savaşının- tarif edildiği ayette, Müslümanlara savaş konusunda getirilmiş bir başka şart daha vardır: Aşırı gitmemek.
Bunun anlamı, saldırı durumunda Müslümanın kendisini sadece koruması, haddi aşmaması, savunmanın dışında bir harekette bulunmamasıdır. Yani Kuran’da saldırı, vahşet, şiddet ve aşırılık yasaklanmıştır.
Yalnızca ve yalnızca kendilerine saldıranlara karşı bir savunma savaşı yapma zorunluluğu başka ayetlerde de şöyle bildirilmiştir:

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır ... (Mümtehine Suresi, 8-9 )


Burada önemli bir ayrım vardır. Müslümanlara fikren karşı olduğu halde, onlara karşı herhangi bir saldırı ve taşkınlıkta bulunmayanlara karşı saldırıda bulunmak Müslümanlar için haramdır. Müslüman, onlara karşı saygıyla ve adaletle davranmakla yükümlüdür. Bu ayetteki tarife göre sadece Müslümanlara inançları yüzünden zulmeden ve onlara fiili olarak saldıran, yani savaşı başlatan tarafın atağına karşı bir savunma izni verilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi elbette her insan, kendisine yöneltilen bir saldırıda kendisini korur. Bu her insanın, her milletin, her devletin kendisinde hak bulduğu, zaten olması gereken bir davranış biçimidir.
Peygamberimiz (sav)’in savaş izni verilen ayet gelene kadar hiçbir şekilde savunma yapmamış olması, müthiş bir fedakarlık ve dindarlıktır. O ana kadar “...onlarla en güzel bir biçimde mücadele et...” (Nahl Suresi, 125) ayetinin hükmü gereği Peygamberimiz (sav) sadece ikna ve uzlaşma yöntemine başvurmuştur. Putperest Kureyşlilerin amaçlarının yalnızca katliam yapmak olmasına rağmen...
Bu önemli noktayı belirttikten sonra, hurafecilerin ve İslam karşıtlarının, İslam’ın adını kullanarak uygulanan vahşete delil olarak getirmeye çalıştıkları Kuran ayetlerinin tümünü inceleyecek ve bu konudaki yanılgıları birer birer ortaya koyacağız.
Bu ayetleri incelerken önce, Kuran’da tarif edilen tüm savaşların o bölgedeki belli bir topluluğa yönelik olarak yapıldığının, belli şartlar altında gerçekleştiğinin ve bu özel şartların da ayetlerde belirtilmiş olduğunun bilinmesi gerekiyor. Bu topluluk, “kendileriyle anlaşma yapılmış olan” müşrik bir topluluktur. Dolayısıyla bu savaşların tümü, söz konusu topluluğun karşılıklı barış ve dostluk anlaşmalarını bozarak yaptıkları saldırılara, hal ve tavırlarına göre şekillenmiştir. Dolayısıyla inen ayetler de, tam olarak o zamanki durum ile ilişkilidir, o ortamı tarif etmektedir.
Bu gerçeğin daha iyi anlaşılması için o dönemdeki müşrik tarifini ve yapılan anlaşmaları yakından görelim:
 

MURATS44

Özel Üye

Kendileriyle Anlaşma Yapılan Müşrikler
Müşrik kelimesi, söz konusu dönemi anlatan çeşitli tefsirlerde yalnızca “şirk koşan” anlamını alsa da, terim olarak açıktan açığa Allah’a ortak koşan; sayısız ilahlara inanan; Müslüman, Musevi, Sabiî, Hristiyan veya Mecusi OLMAYAN; putlara tapan putperestlerdir. Kuran’da, İslamiyet’in zuhuru esnasında Arabistan’daki mevcut dinler zikredilirken müşrikler daima ayrı bir grup olarak bildirilmiştir. Peygamberimiz (sav) devri dikkate alınırsa, Kitap Ehli olan Musevi ve Hristiyanlarla evlenmek ve kestiklerini yemek helal kılındığı halde, Mecusi ve Sabiîlerin ve ayrıca putperestlerin kadınlarıyla evlenmek ve kestiklerini yemek yasaklanmıştır.
Daha önce belirttiğimiz gibi Peygamberimiz (sav) müşriklerin ağır baskısı altında Medine’ye göçe zorlanmış ve hicretinin ilk günlerinden itibaren Ensar (Medineli Müslümanlar) ile Muhacir (Mekke’den Medine’ye göç etmiş olan Müslümanlar) arasında kardeşlik bağını tesis etmiştir. Müşrik topluluklar ve o bölgede yaşayanlarla pek çok anlaşma imzalamış ve müşriklerin taşkın tavırlarına rağmen barışı tesis etmek için daima onları birliğe davet etmiştir.
Peygamberimiz (sav)’in Medine’ye gelip, kardeşliği ve sevgiyi pekiştirmesi farklı ırklara, dinlere ve dillere sahip gruplara ait insanların bir arada huzur içerisinde yaşayabileceğini de ispatlamıştır. Onun barış ve sevgi davetçisi olduğunun en büyük delillerinden birisi kendisinin yazdırdığı ilk metnin bir barış sözleşmesi olmasıdır. Hz. Muhammed (sav), Mekke’yi fethettikten sonra da, daha önce Müslümanlara işkence eden müşrikleri dahi serbest bırakmış, onlara büyük bir merhamet göstermiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in gösterdiği bu üstün ahlak, daha önce Arap toplumunda benzerine hiç rastlanmamış bir durumdu ve insanlar arasında takdirle karşılanmaktaydı.
O dönemde fethedilen yabancı ülkelerde de gerçek adaletin uygulanması konusunda Hz. Muhammed (sav) tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) ele geçirilen ülkelerin yerli halklarına karşı Kuran’da bildirilen adaleti uygulamış, onlarla her iki tarafın da memnun kalacağı ve kimsenin en ufak bir mağduriyet dahi yaşamayacağı anlaşmalar yapmıştır. Bu nedenle hangi dine veya ırka mensup olursa olsun, fethedilen ülkelerin halkı İslam’ın getirdiği adaletten her zaman hoşnut kalmıştır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve yanındaki sahabeler, “Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır.” (Araf Suresi, 181) ayetinde söz edildiği gibi, insanlar arasında adaleti sağlayan bir ümmet olmuşlardır.
Arap yarımadasının güney kısmındaki Hristiyan Necran Halkı ile yapılan sözleşme de Peygamberimiz (sav)’in anlayış ve adaletinin en güzel örneklerindendir.
Sözleşmenin maddelerinden biri şu şekildedir:
“Necranlıların ve mahiyetindekiler canları, malları, dinleri varları ve yokları, aileleri, kiliseleri ve sahip oldukları herşey Allah’ın ve Allah’ın Peygamberinin güvencesi (himayesi) altına alınacaktır.” (Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 209-210)
O bölgedeki tüm topluluklarla anlaşma sağlanması sonrasında Peygamberimiz (sav), İslam tarihindeki ilk anayasa olan Medine Vesikası’nı hazırlayarak Medine devletini kurmuştur. Medine Vesikası, tarihteki demokratik ve çok sesli anayasanın ilk ve en mükemmel örneğidir. Günümüzde hiçbir demokratik sistem, Peygamberimiz (sav)’in yürürlüğe koyduğu Medine anayasası gibi bir düzeni getirememiş ve hiçbiri bunu Peygamberimiz (sav)’in uyguladığı şekilde uygulayamamıştır.

Tarihin İlk Çoklu ve En Demokratik Anayasası: Medine Vesikası

Yazılı olarak Medine devletinin ilk anayasasını teşkil eden Medine Vesikası ile Peygamberimiz (sav); çeşitli ırk, din ve kabilelerden oluşan bir şehir topluluğuna, Arabistan yarımadasında daha önce hiç görülmemiş demokratik ve barışçıl yapıyı getirmiştir.
Söz konusu anayasaya göre, Medine’de bulunan bütün topluluklar, barış içinde bir arada yaşayacaklar, yaşantılarını kendi din ve inançlarına göre düzenleyecekler, hem kendi kurumlarına ve kanunlarına işlerlik kazandıracak hem de bunları tatbik edecek güce sahip olacaklardır. Bunu yaparken, Medine’de bulunan tüm topluluklarla barış ve birlik içinde yaşayacaklardır.
Medine Vesikası bundan yaklaşık 1400 yıl önce, 622 yılında, farklı inançlara sahip olan halkların taleplerine cevap vermek üzere, Hz. Muhammed (sav)’in önderliğinde kaleme alındı ve yazılı bir hukuki sözleşme olarak hayata geçti. Bunun sonucunda da 120 yıl boyunca birbirine karşı düşmanca duygular besleyen farklı din ve ırklara sahip topluluklar bu anlaşma içinde yer aldılar. Hz. Muhammed (sav) bu sözleşme yoluyla her fırsatta birbirlerine saldıran, düşmanca duygular besleyen ve uzlaşamayan toplulukların arasındaki çatışmaların son bulabileceğini, hepsinin rahatlıkla bir arada yaşayabileceklerini gösterdi.
Medine sözleşmesine göre herkes hiçbir baskı olmadan istediği dini, inancı, siyasi ya da felsefi seçimi yapmakta özgürdür. Kendi görüşlerine sahip insanlarla bir topluluk oluşturabilir. Kendi hukukunu uygulamakta özgürdür. Ancak suç işleyen kimse hiç kimse tarafından korunmayacaktır. Sözleşmeye taraf olan gruplar birbirleriyle yardımlaşacak, birbirlerine destek olacaklardır ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in himayesi yani koruması altındadırlar. Karşılıklı taraflar arasındaki anlaşmazlıklar Allah’ın Resulü’ne götürülecektir. Nitekim müşrikler bile, en adaletli kişi olarak Peygamberimiz (sav)’in hakemliğini daima tercih etmişlerdir.

“Ben-i Avf Musevileri, müminlerle beraber aynı ümmettirler, Musevilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir.” (Muhammed Hamidulllah, İslam Müesseselerine Giriş, Düşünce Yayınları,İstanbul, 1981, s.128)

Medine Vesikası 47 maddeden ibarettir. Maddelerin 1–23 arası Müslümanlarla, 24–47 arası ise Medine’de yerleşik olan Musevi kabileleriyle ilgilidir. Sayı itibariyle az da olsa Hristiyan unsurundan da bahsedilmesi farklı din mensuplarının katılımı açısından önemlidir.
Profesör Leonard Swidler’ın “Çoğulculuk perspektifinde Medine Vesikasının yeniden değerlendirilmesi” isimli raporunda söz konusu anlaşma ile ilgili dikkat çekici yorumlar şu şekildedir:
“Kanımızca, Vesika Hz. Peygamberin şehri birleştirme ve halka açıkça duyurulan hukuk etrafında toplama gayretlerini göstermesi bakımından önemli bir belgedir. Bu hukuka göre her birey eşit haklara, din seçme özgürlüğüne ve Müslümanlarla birlikte savaşa katılıp katılmama özgürlüğüne sahiptir. Ancak her halükarda şehrin düşmanlarıyla anlaşma yapmaları yasaktı ki bu da Medine gruplarının birbirine olan sıkı bağlılıklarını tesis etme çabasını göstermektedir. Bu siyasi ve dini metin, eşitlik ve özgürlük değerleri etrafında yeni bir toplum oluşturma amacı gütmekteydi. Vesikada da vurgulandığı üzere hukukun her birey üzerindeki üstünlüğü, diyalog ve beraber yaşama ortamı oluşturma amacına ulaşılması için atılan temel adımdı. Vesikadaki maddeler genel anlamda Medine’deki her bireyin şehir korumasındaki eşit sorumluluğunu da belirlemektedir. Buna ek olarak ahlaki karakterini ortaya koyan maddelerdeki paralel ifadelerin de çokluğunu görmekteyiz. Son olarak, şehirdeki çeşitli grupların isimlerinin maddelerde tek tek zikredilmiş olduğunu düşündüğümüzde Vesikanın ve dolayısıyla Hz. Peygamberin şehrin bu gruplarını legal toplumlar olarak kabul ettiğini ve onları dikkate aldığını görebiliriz.”


Medine  Vesikası, Müslümanların, tüm diğer din mensuplarının ve  müşriklerin  haklarına ve hukuklarına karşı koruyucu bir tavır  aldıklarını gösteren  tarihin ilk çoğulcu ve en demokratik anayasasıdır.
Medine Vesikası, Müslümanların, tüm diğer din mensuplarının ve müşriklerin haklarına ve hukuklarına karşı koruyucu bir tavır aldıklarını gösteren tarihin ilk çoğulcu ve en demokratik anayasasıdır.
Söz konusu anayasada Musevilerle ilgili çok fazla madde olsa da, bu anayasanın orada yaşayan pagan toplulukları da içerdiğini özellikle hatırlatmak yerinde olur. Mekke’deki müşriklerin Hz. Muhammed (sav) ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını açıkça göstermelerine, onları yurtlarından çıkarmalarına rağmen, Hz. Peygamber (sav)’in Medine’deki paganlara son derece şefkatli, barışçıl ve uzlaşmacı davrandığını görmekteyiz. Medine Vesikası metni, Müslümanların, müşriklerin haklarına ve hukuklarına karşı koruyucu bir tavır aldıklarını göstermekte onların da Medine’nin savunmasında Müslümanlarla beraber hareket etmelerini istemektedir. Müşriklere karşı böyle bir tutum ise hiçbir şekilde şaşırtıcı değildir; çünkü Kuran’a göre Müslümanlar anlaşma halinde oldukları müşrikleri, kendi canları pahasına korumakla yükümlüdürler. (Bu konu ilerleyen satırlarda anlatılacaktır.)

Sonuç olarak söz konusu Vesika’nın birlik ve beraberliğin, şefkat ve sevginin, dostluk ve barışın çekirdeklerini içerisinde barındıran çok önemli bir tarihi belge olarak kabul edildiği bir gerçektir ve özelde Müslümanlarla Museviler arasında genelde de tüm gayrimüslimlerle diyalog yapmada örnek teşkil etmektedir. Peygamberimiz (sav)’in o dönemdeki bu sevgi ve barışçıl anlayışı Kuran’a uygun olandır, ancak bunu yaşayabilen bir Müslüman toplum görmek şu anda zordur. Bu durum, tarihin en demokratik anayasasının Efendimiz (sav) tarafından yazılıp uygulandığının ve günümüz toplumlarının Kuran’dan da Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarından da uzaklaştıklarının kesin ve önemli bir delilidir.
Dolayısıyla kitabın bundan sonraki bölümlerini, bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmek gerekmektedir. Müşrikleri dahi korumayı emreden, Kitap Ehli’nin (Musevi ve Hristiyanlar) ise Müslümanlar için özel bir yeri olduğunu belirten Kuran’ı Kerim’in öğütleri ve Kuran’a göre daima barış ve demokrasiyi hedeflemiş olan Hz. Muhammed (sav)’in uygulamaları günümüz hurafecilerinkinden tamamen farklıdır. Onlar Kuran’dan sürekli savaşa delil bulmaya çalışırken, Kuran daima barışı öğütlemektedir. Dolayısıyla konuyla ilgili savaş ayetleri açıklanırken, bu önemli gerçeğin mutlaka akılda tutulması gerekmektedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Savaş ile İlgili Ayetler ve Açıklamaları

Kuran’da savaşın tarifini bu şekilde gördükten sonra, bir kısım radikaller tarafından istismar edilen ve bir kısım İslam karşıtları tarafından da İslam’a yönelik eleştiri için kullanılan savaş ayetlerini inceleyelim:
Bakara Suresi 191. Ayetin İncelenmesi
Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir. (Bakara Suresi, 191)

Bu ayet, Müslümanların ağır baskı ve şiddete maruz bırakılması ve Mekke’den çıkarılıp Medine’ye hicrete zorlanmasının ardından indirilen bir ayettir. Yukarıda detaylı tarif ettiğimiz şartlar oluşmuş ve müşriklerin ağır zulmü ve doğrudan saldırılarına karşı Müslümanlar kendilerini savunma emri almışlardır. Zulüm yapma konusunda sakinleşmeyen, güzel sözden anlamayan ve barış/uzlaşma çağrılarına kulak asmayan bu topluluğa, onların yöntemi ile karşı koyma durumu söz konusu olmuştur.
Fakat ayette, Kuran’daki savaş hukukuna dair hatırlatma da tekrar yer almaktadır: “Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın.” Görüldüğü gibi savaşmanın tek şartı, karşı tarafın bir saldırıda bulunmasıdır. Onlar savaşmadıkça veya herhangi bir saldırıda bulunmadıkça, Müslümanlarla savaşmak kesin olarak helal değildir.
Söz konusu ayeti kendilerince saptıran radikallerin de, İslam karşıtlarının da ayetteki bu önemli hükmü görmezden gelmesi elbette son derece kuşkuludur. Ayet açıkça, Müslümanlara sadece kendilerini savunma özgürlüğü vermektedir. Dolayısıyla savaş ve saldırı bu ayetin hükmü değildir.
Bakara Suresi 191. ayette, Müslümanlara sadece kendilerini savunma  özgürlüğü verilmektedir. Dolayısıyla savaş ve saldırı bu ayetin hükmü  değildir.
Bakara Suresi 191. ayette, Müslümanlara sadece kendilerini savunma özgürlüğü verilmektedir. Dolayısıyla savaş ve saldırı bu ayetin hükmü değildir.


Ayetteki bir başka önemli husus ise şöyle bildirilmiştir: “Fitne, öldürmekten beterdir.” Toplumları galeyana getirmek, nefreti körüklemek, dedikodu yayarak nefret, anarşi ve terörü yaygınlaştırmak ve düşman kitleleri oluşturmak fitne çıkarmaktır ve ayetin ifadesine göre böyle bir fitneyi çıkarmak adam öldürmekten dahi beterdir. İşte Müslümanlara saldıranlar, hem fiili hem psikolojik hem de sinsi anlamda bu fitneyi oluşturmakta olan topluluklardır. Verdikleri zarar büyüktür. Saldırganlıkları başgösterdiğinde de Müslümanlar doğal olarak kendilerini savunmaktadırlar.
Şu anda bir kısım bağnazların kulaktan dolma bilgiler veya hurafelere kanarak kişileri, toplumları, dinleri veya ülkeleri fitneci ilan etmeleri ve bu sapkınlıklarına söz konusu Kuran ayetini delil göstermeye çalışmaları ise büyük bir hezimettir. Fitne, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları türlü sıkıntılara sokarak zarara ve günaha sürüklemek, ardından da toplu isyanların alt yapısını oluşturmak, Müslümanlara karşı fiili ve sözlü saldırılarda bulunmak gibi bozgunculuğa yol açacak fiiller içermektedir. Dolayısıyla bir kişinin fitne ile suçlanabilmesi için tarifini yaptığımız bu uygulamaların bir veya birçoğunu yerine getirmesi gerekmektedir. Şu anda “fitneci” damgasını vurarak özellikle Musevileri veya İsrail’i suçlamaya çalışanlar bu ayete kesin olarak muhalefet etmektedirler.
Kuran’a göre Musevileri veya İsrail’i bir bütün olarak “fitneci” ilan etmek haramdır. Her dinden veya ülkeden fitne çıkaran insanlar olabilir. Fakat Araplardan, Türklerden veya Müslümanlardan fitne çıkaranlar olduğu için Arapların, Türklerin veya Müslümanların tümünün fitneci ilan edilemeyeceği gibi Musevi ve İsraillilerin de tümünü fitneci ilan etmek söz konusu değildir. Kuran’a göre bir Müslüman, bir Musevinin evinde yemek yiyebilmekte, ona konuk ve dost olmakta, hatta onunla evlenebilmektedir (Bu konu kitabın ayrı bir bölümünde detaylı izah edilmektedir). Durum böyleyken bir Müslümanın bir Museviyi koşulsuz şartsız “fitneci” olarak ilan edebilmesi mümkün değildir. Bu iddiayla ortaya çıkanlar, başta da belirttiğimiz gibi Kuran’ı hiç bilmeyen, fitne konusunda Musevilerle ile ilgili sayısız uydurma hadisin etkisi ile yetişmiş olan cehalet içindeki insanlardır. Söz konusu hadislere ve Kuran’a göre Kitap Ehlinin konumuna sonraki bölümlerde detaylı değinilecektir.

Nisa Suresi 89, 90, 91. Ayetlerin İncelenmesi
Onlar, kendilerinin inkâra sapmaları gibi sizin de inkâra sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dostlar) edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı. (Nisa Suresi, 89)
Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. (Nisa Suresi, 90)

Diğerlerini de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici bir delil’ kıldık. (Nisa Suresi, 91)


Söz konusu ayetlerde münafıklardan bahsedilmektedir. Münafık, kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen, Müslümanlar arasında yaşayan ve onlardanmış gibi görünen fakat gerçekte Allah’a ve İslam’a karşı düşmanlık besleyerek Müslümanları arkadan vurmaya çalışan bir varlıktır. Allah münafık olarak ölümle buluşanların cehennemin en alt tabakasında olacaklarını bildirmekte ve onları aşağılamaktadır. Anlaşılabileceği gibi münafık, ikiyüzlü ve kahpece tavrı nedeniyle ne inkarcılara ne de müşriklere benzemeyen, oldukça tehlikeli ve aşağılık bir insan modelidir.
Müslümanları yarı yolda bırakan ve Müslümanların da kendileri gibi inkara sapmalarını arzu ederek bu yönde çalışan münafıkları dost edinmek Nisa Suresinin 89. ayetinde yasaklanmıştır. Onlarla savaşmanın meşrulaştığı durum, yani “şayet yeniden yüz çevirirlerse” ifadesinden anladığımız, söz konusu münafıkların artık Müslümanlara karşı fiili saldırı halinde olmalarıdır. Bunu hemen sonraki ayetten de anlamak mümkündür. 90. Ayette, “Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa” ifadesinden de anlaşılabileceği gibi saldırıda bulunmayan bir topluluğun aleyhinde bir yol yoktur. Açıktır ki, öldürme izni verilmiş olan topluluk Müslümanlara savaş açmış olan bir topluluktur. Yine burada Müslümanlara, saldırı karşısında kendilerini savunma hakkı verildiği açıkça anlaşılmaktadır.
Bunun yanı sıra, Nisa Suresi 90. ayet, Kuran’ın adil, affedici ve şefkatli ve daima barışı koruyan üslubunun bir başka göstergesidir. O vakte kadar Müslümanları sinsice arkadan vurmuş, hainlik yapmış olmalarına rağmen münafıkların bir kısmı; “Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.)” hükmü gereği Müslümanlara karşı barışçıl tavır takındığı için ayetin hükmüne göre dokunulmazdırlar. Aynı ayette Allah, “Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.” diye belirterek onların dokunulmazlıklarını tekrar hatırlatmaktadır. Bu ise adaletin ta kendisidir.
Nitekim 91. ayette de yine aynı şartlara göre tarif edilmiş bir durum vardır. Söz konusu ortamda, savaş istemediğini söyleyerek pişman olan münafıkların bir kısmı tekrar fitnenin içine dalmışlar ve yeniden Müslümanlara karşı saldırı eylemlerinde bulunmaya başlamışlardır. İşte bu durumda yeniden Kuran’daki savaşın hükmü hatırlatılmakta ve saldırıda bulunmadıkları sürece onlara dokunulmaması, ancak saldırıda bulunurlarsa karşı savunmada bulunulabileceği anlatılmaktadır.
Yine burada, ayette belirtilen durumun, Uhud savaşı sırasında gerçekleşen özel bir olay olduğu ve savaş alanında döneklik yapan münafıklarla ilgili olduğunu da hatırlatmak gerekmektedir.
 
Üst Alt