Serdar - Hayat Felsefesi

Serdar Yıldırım

Yeni Üyemiz
SERDAR - HAYAT FELSEFESİ

Sıkıcı…Hayat gerçekten çok sıkıcı…Günlerdir, haftalardır, aylardır değişen hiçbir şey yok. Hep aynı şeyler: Sabah olur güneş doğar, öğlen olur güneş yakar, akşam olur güneş batar. Bazen arkadaşlarla konuşurken, “ Günler birer birer geçip gidiyor. Bu işin sonu ne olacak? “ diye sorarım. Aldığım cevap hep aynı olur: “ Ne bilelim biz. Ne olacaksa oluyor işte. “ Laf mı yani bu da şimdi? Hayat çarkının dönüşüne kaptırmışlar kendilerini dönüp duruyorlar. Zannedersem yaşadıklarının farkında bile değiller, bedavaya yaşıyorlar. Şuraya bak…Göz alabildiğince uzanan bir şehir. İçinde binlerce insan. Çoğu büyümüşler de toplanıp götürülmeyi bekliyorlar. Gidecekleri yer de belli: Fabrikada ucuza çalıştırılacaklar. İşçi olacak çalışacaklar. Bu çalışmak kesinlikle amaç sayılamaz. Birçok arkadaşıma sorup da cevabını alamadığım bir soru var: “ Tamam. Bizi çalıştıran çalıştıracak. Bundan bizim kazancımız ne olacak? “

Ben, başkalarına ucuz işçi olmak istemiyorum. Beni çalıştıracak olan çalıştırmayıversin, tam doymadan sofradan kalkıversin. Ben bunu düşünür, bunu söylerim. Benim hayat felsefem bu. Hiç kimse de benim fikrimin yanlış olduğunu söyleyip, doğrusu ne ise, o doğrunun tam olarak açıklamasını yapamaz. Zaman nasıl da akıp gidiyor. Vakit gece yarısı oldu. Beni buradan kurtaracak olan biraz sonra gelir. Günlerdir uğraşıyorum. O’na neyin ne olduğunu ve ne yapmak istediğimi, çeşitli örnekler vererek, defalarca anlattım. Önceleri pek durumu kavrayamıyordu ama artık her şeyin farkında. İkimiz birlik olup başarı kazanacağımıza inanıyorum. Bir gelen var, galiba O. Nihayet geldi:

“ Merhaba, Metin. “
“ Merhaba, Serdar. Vakit tamam. Şöyle geç de seni ağaca bağlayan urgandan kurtarayım. “ Daha sonra Serdar yüksekçe bir kayanın üstüne çıktı. Uyanık durumdaki arkadaşlarına uykuda olanları uyandırmalarını söyledi. Arkadaşlarının hepsi uyandıktan sonra büyük bir merak ve heyecan içinde Serdar’ın söyleyeceklerini dinlemek için dikkat kesildiler:
“ Kardeşler, arkadaşlar...Hepiniz tarafından çok iyi bilindiği üzere bu akşam ben Metin Kardeş ile birlikte yola çıkıyorum. Amacım, mutluluk çiçeğini arayıp bulmak ve onu durduğu yerden daha yüksek bir yere çıkarmak ve böylelikle dünyadaki her canlının mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak. Bu yeni yerinde başka hiçbir yabancı bitkinin yetişmesine izin vermeyeceğimden mutluluk çiçeğinin göndermekte olduğu mutluluk pırıltıları elbette ki artacaktır. Şimdi, aranızdan hiç olmazsa bir-iki gönüllü arıyorum. İsterim ki, hepiniz gönüllü olasınız, hepiniz benimle gelesiniz. Gerçekleştirmek istediğim hayırlı bir iştir. Daha önce belki yüz defa meseleyi bütün ayrıntılarıyla sizlere anlatmıştım. Bir parça olsun medeni cesaret gösterin. Son defa soruyorum: Yok mu benimle gelmek isteyen? “ Serdar, birkaç dakika bekledi. İçinde binlerce işçi adayının durduğu koskoca meydandan çıt çıkmıyordu.
Serdar: “ Tamam. Anlaşıldı. Kimse benimle gelmek istemiyor. Bunun için hiçbirinize kızmak hakkına sahip değilim. Neyse…Kardeşler, arkadaşlar. Tekrar görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın.”

Serdar ile Metin, yolda Vedat adında bir adama rastladılar. Serdar Vedat’a mutluluk çiçeğini aramaya çıktıklarını söyledi ve konu hakkında bilgi sahibi olup olmadığını sordu. Vedat mutluluk çiçeğinin nerede olduğunu tam olarak tarif edemeyeceğini, fakat kendilerini Bay Kemal ile tanıştırabileceğini, Bay Kemal’in bu konu hakkında yeterli bilgiye sahip olduğunu söyledi.

Serdar: “ Bize göstermiş olduğunuz yakın ilgiden dolayı candan teşekkür ederim. Buyurun Bay Kemal’e gidelim “ dedi. Yolda giderlerken, Serdar Vedat’a gerçekleştirmek istediklerini anlatarak onun konu hakkında genel bir bilgi sahibi olmasını sağladı. Bay Kemal’in yaşadığı kulübenin yakınına geldiklerinde Vedat: “ İşte şu gördüğünüz Bay Kemal’in evidir. Bay Kemal’e misafirleri olduğunu haber vermek için sizleri burada birkaç dakika yalnız bırakmak zorundayım “ dedi ve kapıyı çaldıktan sonra içeri girdi. Biraz sonra kulübenin kapısı açıldı, Vedat, gelebilirsiniz diye seslendi ve hep birlikte içeri girdiler. Bay Kemal, yatağının üzerinde oturumuna gelmiş vaziyette, misafirlerini güler yüzle karşıladı.
Karşılıklı iltifatlardan sonra Serdar: “ Efendim, izin verirseniz, şimdi asıl konuya geçmek istiyorum. Ben arkadaşım Metin ile birlikte mutluluk çiçeğini bulmak için yola çıkmış bulunuyoruz. Amacımız, mutluluk çiçeğini durduğu yerden daha yüksek bir yere çıkarmak ve böylelikle dünyadaki her canlının mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak. Bence mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu mutluluk pırıltıları gitgide azalmaktadır. Bunu kendi gözlemlerime dayanarak ve altını çizerek söylüyorum. Canlı olan her şey mutlaka nefes almaktadır. Yaşam için, nefes almak için, oksijen gereklidir. Sadece nefes almak yaşamak değildir. Bir ülkü, bir ideal için yaşamalı tüm canlılar. Yaşamanın amacı olmalı. Kendimize ara sıra, “ Benim yaşamaktaki amacım nedir? Ben neden yaşıyorum? Belli bir hedefe doğru ilerlemekte miyim yoksa hayat rüzgarının esişine kapılmış savrulup gitmekte miyim? “ diye sormamız gerekir. Hayat rüzgarının esişine kapılıp savrulup gitme durumuna ben bedavaya yaşamak diyorum. İşte, bedavaya yaşamamak için, bir ülkü, bir ideal sahibi olmalıyız ki, bu da bize yaşama sevinci kazandırır. Dikkat ederseniz yaşama sevinci diyorum. Sevinç..Sevinme..Şimdi mutsuz bir canlıyı ele alalım. Bu mutsuz canlının, siz de takdir edersiniz ki, yaşama sevinci olmaz. Neden? Çünkü mutsuzlukla sevinç - mutluluk – zıt anlamlı iki kelimedir. Birbirlerine ters düşerler. Tüm canlıların yaşama sevincini kazanabilmeleri o canlıların tek tek mutluluktan aldıkları payın belli bir seviyeye erişebilmesiyle doğru orantılıdır “ dedi.

Serdar’ın anlattıkları, Bay Kemal’i heyecanlandırmıştı. Onun şahsında kendi gençliğini görmüş, o günler bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlanmıştı. Yıllar önce, mutluluk çiçeğini aramak için yollara düşmüştü. Günlerce, haftalarca, aylarca mutluluk çiçeğinin nerede olduğuna dair bir ipucu aramıştı. Yolda gördüğü herkese aynı soruyu sormuştu. Sonunda, yaşlı bir köylü kendisine kılavuzluk yapmış, yol göstermiş, mutluluk çiçeğinin yaşadığı yüce dağlar arasındaki yüksekçe bir platoya giden tek yol olan Umut Geçidi’nin girişine kadar getirmişti. Buraya kadar olanları anlatan Bay Kemal, biraz su içtikten sonra, konuşmasına şöyle devam etti: “ Umut Geçidi’nin girişine geldiğimizde yaşlı köylü beni şu sözlerle uğurladı. – Umut Geçidi’nin girişi işte burası. Bu geçidin uzunluğu yüz metre kadardır. Bu yolun sonunda önüne açık bir alan çıkacak. Karşıdaki ağaçlıktan geçtikten sonra mutluluk çiçeğini görebilirsin.

Ben yetmiş yılı aşkın bir süredir aşağıdaki ovada yaşıyorum. Sen mutluluk çiçeğini aramak için gelenlerin altıncısı oluyorsun benim kılavuzluk ettiğim. Senden önce gelenlerin beşi de başarısız oldular. Mutluluk çiçeğini görememişler bile. Mutluluk çiçeğinin bekçisi buna izin vermemiş. Geçidin sonundaki açık alanda aniden karşına çıkıverirmiş. İri, kocaman, otuz yaşlarında bir adammış bu bekçi. Korkar da geçide döner kaçarsan peşinden gelmezmiş. Karşısında durur da kaçmazsan önce seni korkutup kaçırmak için bağırıp çağırır, yine de kaçmazsan ne aradığını, ne istediğini ve amacının ne olduğunu sorar, gelenle korkunç bir fikir tartışmasına girermiş. Fikir atakları çok kuvvetliymiş bu bekçinin, çok da bilgiliymiş. Gidenlerin hepsi de bilgili, kültürlü idiler ama bekçi onların hepsinden baskın çıktı. Kendilerinin birer bilge olduklarını söyleyenler bile üzgün ve yorgun bir şekilde geri döndüler. İşte Bay Kemal benim anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonrası senin maharetine ve laf cambazlığına kalmış. Yolun açık olsun. – Yaşlı köylünün anlattıklarını dikkatle dinledikten sonra geçide girdim. Yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Arada bir durup yaşlı köylünün söylediklerini aklıma getiriyor ve bunların ışığında planlar yapıyordum. Yüz metrelik yolu tam üç saatte aştım. Başarıdan emin olmadan bekçi ile karşılaşmak istemiyordum. Bekçinin sorabileceği her çeşit sorunun cevabını hazırlamıştım. Açık alana çıktım. Bekçi görünürde yoktu. Biraz bekledikten sonra yürümeye başladım. Bekçi her an karşıma çıkacakmış gibime geliyordu. Bekçiye habersiz yakalanmamak için dört yanımı da kontrol ediyordum.

Gide gide baktım ki bir kuyunun yanına gelmişim. Kuyunun arkasından bir takım sesler geliyordu. Kulak verdim. Biri bir şey yiyordu. Kim olabilirdi? Sessizce kuyunun duvarı üstüne çıktım. Baktım bekçi oturmuş armut yiyordu. Yaş tahtaya basmaz denen bekçiyi habersiz yakalamıştım. Başkalarını korkutmak nasıl olurmuş görmeliydi. Duvarın üstünden atlayıp karşısına dikildim, ellerimi belime dayadım, kaşlarımı çattım. “ Toparlan, toparlan, ayağa kalk, kalk ayağa “ diye haykırdım. Bekçi bir an için ağzı açık bakakaldıktan sonra, sen de kimsin böyle, diye sordu ve karşımda sanki hiçbir şey olmamış gibi armudunu yemeye devam etti. Beni küçük görmesi canımı sıkmıştı. Bu soruyu cevaplamaya kalkışmam ipleri onun eline vermem demek olacaktı. Hayır, bekçinin kuklası olmak istemiyordum. Türlü sıkıntılara katlanıp buraya gelmiştim. Mutluluk çiçeğine ulaşmak istiyordum. Önümde tek bir engel kalmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan bu adam. Onun sorduğu soruyu duymamazlığa geldim:

“ Karşımda şapır şupur armut yemeye utanmıyor musun? Ben, mutluluk çiçeğinin bekçisi olan seni şu halinle mi görmek isterdim sanıyorsun? Kim, ne zaman, hangi nedenden ötürü sana bu görevi verdi ve sen mutluluk çiçeğinin görevini giderek daha az yapar hale geldiğini, bunun sonucunda canlılara mutluluktan düşen payın giderek azaldığını fark etmediğini mi söylemek istiyorsun? “ diye konuştum. Ama ne konuşma: Yüksek sesle, bağırarak, sert ve üst perdeden. Böyle bağırarak konuşmaktaki amacım, bekçiyi şaşırtmak, söyleyeceklerini unutturmak, benim ondan daha bilgili olduğumu ispat edip mutluluk çiçeğine ulaşabilmem için izin vermesini sağlamaktı.

“ Ben öyle bir şey söylemedim, bunu sen de biliyorsun. Şimdi biraz bekle de şu kalan armudumu bitireyim. Hem bağırarak konuşma, sağır değilim. Canını yakarım senin “ dedi bekçi ve kaşlarını çattı. Sonra armudunu yemeye devam etti. İşte şimdi hapı yutmuştum. Çaresiz, hazır ol duruşunda beklemeye başladım. Çaresiz diyorum, çünkü gerçekten çaresizdim. O zamandan bu yana yıllar geçti ve ben bu işin çaresini bulabilmiş değilim. Bekçi armudunu bitirdikten sonra beni kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutmaya başladı. İlk sorular gayet basit ve cevaplandırılması kolay sorulardı: Adın ne, nereden geldin, kimlerden nasıl ve şekilde yardım gördün? Sonraki sorular ise, bekçinin konu hakkındaki soruları oldu: Mutluluk çiçeği nedir, mutluluk çiçeğinin var olduğunu ilk olarak kimden duydun, seni buraya kadar getiren nedenler nelerdir, mutluluk çiçeğini gözünün önünde nasıl canlandırıyorsun? Tüm bu sorulara genel anlamda yeterli olabilecek cevaplar vermiştim. Durum fena sayılmazdı. Bekçi ile senli-benli konuşmaya başlamıştık. Bekçinin yüzünde memnuniyet ifadesi olarak gülücükler beliriyordu. Her şey çok güzeldi, ta ki bekçi o soruyu sorana kadar. Öyle bir soru sormak bekçinin nereden aklına geldi bilmem ki?

Benim kem-küm etmeye, kekelemeye başladığımı gören bekçi fırsat bu fırsattır deyip yüklendikçe yüklendi. Söylediklerinde haklıydı, hepsi doğruydu. Yine de bana bir şans tanıyabilirdi diye düşünüyorum. Her neyse bekçi fırtına, ben savrulup giden bir yaprak , gidiş zor oldu, dönüş gidişten bin kat daha zor. Evime nasıl geri döndüm bunu bana bile sorma. Üzüntüden yürüyemez oldum, ayaklarım tutmaz oldu. Yıllar var ki, işte ben böyle bu yatakta yatıp duruyorum. Üzgünüm, çok üzgünüm, başarılı olamadığım için. “

Bay Kemal’in son derece üzgün hali Serdar’ın canını sıkmıştı. Serdar, Bay Kemal’in üzüntüsünü paylaşmakla birlikte, onun mutluluk çiçeğini aramaya çıkmadan önce kendisini yeteri kadar bu işe hazırlamamış olduğunu düşündü. Mutlaka ve mutlaka başarılmak istenen bir idea için, başarı kadar başarısız olma durumunu da göz önüne getirmek lazımdı. Hiçbir zaman yüzde yüz başarı gelecek diye bir durum söz konusu olamazdı. Doğrusu yüzde elliye yüzde elli yani yarı yarıyaydı. Sadece yolun doğrusunu bulup yürümek yeterli değildi. Çıkabilecek engelleri de hesap edebilmek gerekirdi. Hesapta olmayan bir ayrıntı bile tökezlemene neden olurdu. Tökezlenip düşme yani başarısız olma durumunun sonuçlarına Bay Kemal kendisini hiç hazırlamamıştı. Şimdi bu hatasının vebalini oldukça ağır bir biçimde ödüyordu. Serdar, Bay Kemal gibi bir idealistin bu denli acı çekmesine tahammül edemeyecekti. Onun yanında misafir kalacağı birkaç gün içinde acılarını hafifletebilmek için, Bay Kemal’e yardımcı olacağına dair kendi kendine söz verdi.

Bay Kemal sözlerini tamamlarken ortada koskoca bir soru işareti bırakmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan adamın Bay Kemal’e son olarak sorduğu soru neydi? Serdar bu sorunun ne olduğunu Bay Kemal’e sordu. Bay Kemal’in söyledikleri şunlar oldu: “ Bekçi bana son olarak şu soruyu sormuştu: Bay Kemal farz et ki ben seni yeterli gördüm. Beraber, mutluluk çiçeğinin yanına gittik. Bir ihtimal de olsa senin orada yapacağın çalışmalar ters etki yapar da mutluluk çiçeğini soldurursan yani mutluluk çiçeğini görevini yapamaz duruma getirirsen, neler olur, lütfen anlatır mısın? “

Serdar ile Metin, dört gün misafir kaldıktan sonra dönüşte mutlaka uğrayacaklarını söyleyerek Bay Kemal ile Vedat’a veda edip yola çıktılar. Günler günleri kovaladı, aradan haftalar geçti. Serdar yolda rastladığı pek çok insanla her çeşit konuda fikir alışverişinde bulundu. Bazılarıyla yaptığı konuşmaları istediği şekilde bilgi akımı sağlayamadığı için, kısa kesmek zorunda kaldı. Bazılarıyla ise, saatlerce konuştu, sohbet eder gibi, karşısındakine fark ettirmeden, faydalı olabilecek bilgi birikimlerini ustaca çekip aldı. Kendi öz düşüncesinde kurup tasarladığı bu büyük idealini, kimseden bir aferin beklemeksizin, tüm canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak diye özetlediği girişiminin başarısı için bir tür karakter betimlemesi yapıyordu. Yol arkadaşı Metin…Bazen onunla konuşurken istemeden kalbini kırdığı, üzdüğü oluyordu. Bu durum belli belirsiz bir kavram kargaşasına yol açıyordu. Zaten birkaç defa Metin, Serdar’a, ne halin varsa gör. Benden bu kadar. Artık seninle gelemem, geri dönüyorum, diyerek çekip gitmeye kalkmıştı. Gerçekte bu tartışmalar Serdar’ın yüreğinde derin yaralar açıyordu. Ama Serdar, bu zor durumu her defasında atlatmayı beceriyordu. Yola çıkmadan önce olabilmesi mümkün olabilecek olaylara kendini hazırlamıştı. Serdar, bir başka deyişle kendi kendini aşmıştı. Bir defasında Serdar:

“ Benimle geldiğin için çok teşekkür ederim, Metin kardeş. Birbirimize kırıldığımız, darıldığımız, kızdığımız zamanlar da oldu. Bir defa daha hatırlatmakta fayda görüyorum. Yaptığımız konuşmaların birçoğu sana basit ve anlamsız gelebilir. O basit ve anlamsız gibi gördüğün konuşmaları sen unutup gidiyorsun, ama bu tarafta bana faydası büyük oluyor. Ben o basit fikirleri kendime has bir yorumla işliyorum ve sonsuz fikir elde ediyorum. Bir incir çekirdeğini toprağa veriyorsun, zamanla o çekirdek fidan daha sonra da incir ağacı oluyor, başlıyor meyve vermeye. İncirleri topla ağaçtan ver toprağa işte sana incir ağaçlarıyla dolu kocaman bir bahçe. Bu bahçeyi istediğin kadar genişletebilirsin “ demişti. Serdar’ın söyledikleri Metin’i şaşırtmıştı:
“ Vay be, inanılır gibi değil. Demek o konuşmaların sana faydası bu kadar büyük oluyor. Ne buluyorsun o konuşmalarda aklım almıyor. “

Sonunda Serdar ile Metin, daha önce Bay Kemal’e de kılavuzluk etmiş olan yaşlı köylüyü buldular. Yaşlı köylü onları Umut Geçidi’nin girişine kadar getirdi. Burada yaşlı köylünün Umut Geçidi ve ondan sonrası hakkındaki tanıtım konuşmasından sonra Serdar geçide girdi. Geçitte elli metre kadar ilerleyip bulduğu kuytu bir köşeye oturdu. Sınırları kesin çizgilerle belirtilmemiş, duruma göre anında değişime uğrayabilecek esnek bir plan hazırlamıştı ve bu planın sadece iskeleti değişmeyecekti. Aslında basit gibi görünen fakat son derece karmaşık olan bu planı tekrar kontrolden geçiren Serdar, kendinden önce Umut Geçidi’ne giren idealistler gibi zamanlama hatası yapmayacak, açık alana gündüz değil, gece çıkacaktı.

Serdar hava iyice karardıktan sonra açık alana çıktı. Mümkün olduğunca kenardan, kayalıkların arasından, en küçük bir ses çıkarmamaya dikkat ederek yürümeye başladı. Birden durdu. Gelen vardı. İri, kocaman bir karaltı az ilerden geçti, geçide doğru gitti. Bu bekçi olmalıydı. Daha doğrusu birinci bekçi. Eğer tahminleri doğruysa, mutluluk çiçeğinin yanına gidinceye kadar birkaç tane daha bekçi görmesi muhtemeldi, çünkü yaşlı köylü yetmiş yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorum demişti. Yaşlı köylü daha doğmadan önce de bu adam bekçilik yaparmış. Çok eskiden beri hep bekçi varmış. Bundan dolayı adı mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisine çıkmış. Normal olarak bir adam yüzyıllarca yaşayıp genç kalamayacağına göre, bu bekçi hep aynı bekçi olamazdı. Mümkün değildi. Olsa olsa bir bekçi sülalesi olabilirdi. Nesilden nesile bekçilik görevini devrediyorlardı birbirlerine.

Serdar tekrar ilerlemeye başladı. Ağaçlığın kenarına yaklaşmıştı ki, bir bekçi daha gördü. Bu birinci bekçi olamazdı, o zaman ikinci bekçiydi. Demek tahminlerim doğruymuş diye düşündü Serdar, sevindi. Sessizce ağaçların arasına süzüldü. Ağaçları kendine siper yaparak gidiyordu. Bir süre yürüdükten sonra ortalığın yavaş yavaş aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlığın sebebinin mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılar olduğunu biliyordu. Ağaçlar arasında nöbet tutan üçüncü bekçiyi de atlattıktan sonra düzlüğe çıktı. İşte, mutluluk çiçeği karşısındaydı. Etrafını gündüz gibi aydınlatıyordu. Serdar, mutluluk çiçeğinin yanına yaklaştıkça onun zannedildiği gibi bir bitki değil de, plastik veya plastik benzeri bilmediği bir maddeden yapılmış dış yüzeyi bulunan – ki bu dış yüzeyin üstünde çiçek kabartması vardı –ansiklopedi büyüklüğünde, kalın bir kitap olduğunu gördü. Bu büyük kitap, yerden iki metre kadar yüksekte bir kaidenin üstünde duruyordu. Kaideye de taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyordun.

Serdar esnek olarak hazırladığı planında mutluluk çiçeğinin bitki olamama durumunu da göz önünde bulundurduğu için hazırlıksız sayılmazdı. Geriye dönüp ağaçlığın kenarındaki bir taşın üzerine oturdu. Mutluluk çiçeği tam karşısındaydı. Şimdi ne yapmalı ne etmeliydi de mutluluk çiçeğine bir zarar vermeden onun işlevini geliştirmeliydi. Zaman kısıtlıydı. Şu anın tam gece yarısı olduğunu farz etsen sabah oluncaya kadar sekiz saat vardı. Bu zaman zarfında mutlaka sorun çözülecek, buluş gerçekleşecek diye söylendi. Serdar kendine has yorumlarla en basitinden başlayarak düşüncesinde fikir üretmeye başladı. Bu fikir üretiminin gerçekleşmesinde – Fikir üretimi: Beyin jimnastiği. Halk dilinde, kafa çalıştırma. – yolda gelirken çeşitli insanlarla yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan karakter tablosunun büyük yararı oluyordu. Hafızasına kaydettiği karakterler, birer birer hatırına geliyordu. Bu onun sorunu çok yönlü olarak düşünmesini sağlıyor, başarı şansını arttırıyordu. Böylece aradan saatler geçti. Sabah güneş doğarken Serdar sorunu çözmüş olmanın gönül rahatlığı içinde son rötuşları yapmakla meşguldü. Buluş gerçekleşmişti.

Birkaç saat daha geçtikten sonra tam olarak hazır olduğuna inanan Serdar, bekçilerden birisiyle tanışmak için fırsat kollamaya başladı. Bu beklentisinin uzun sürmeyeceği belliydi, çünkü bekçilerden birisi bulunduğu tarafa doğru geliyordu. Serdar hemen oturduğu yerden kalkarak yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve seslendi: “ Bakar mısınız, ben buradayım. Evet, size seslenen benim. “ Serdar kendisini görüp yanına gelen bekçinin şaşkın bakışları arasında hiç durmadan konuşmasını sürdürdü. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini, amacının ne olduğunu ve sonunda soruna bir çözüm yolu bulduğunu anlattıktan sonra kendisini ailesiyle tanıştırmasını rica etti. Serdar’ın anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen bekçi: “ Olur efendim, tanıştırırım. Onlar sizinle tanışmaktan şeref duyacaklardır. Buyurun, şu taraftan gideceğiz “ dedikten sonra, Serdar’ın peşi sıra yürümeye başladı. Serdar’ın geliş yönünün aksi istikametinde ağaçların arasında ilerleyen Serdar ile bekçi, ağaçlık alandan çıktıktan sonra, Umut Geçidi’nin sol tarafında kalan dağın yamaçlarındaki bekçi sülasinin yaşadığı evlerin bulunduğu yerleşim birimine geldiler. Genç, yaşlı birçok bekçinin etrafına toplanmasını fırsat bilen Serdar, şimdiye kadar ne öğrendiyse, ne biliyorsa bütün her şeyi anlattı. Her çeşit konuda bilgisini ortaya koydu. Bilgi akımı, karakter betimlemesi, karakter tablosu ve fikir üretimi gibi deyimlerin anlamlarını Serdar’ın örnekler vererek açıklamasına karşın, tam olarak anlayamayan bazı genç bekçi adayları pas geçtiler. Nasılsa Serdar, bir süre daha sizlerle beraber olacağım demişti. Onun boş bir zamanında bu durumu sorar öğrenirlerdi. Ne güzel anlatıyordu işte, sözü yarıda kesmek olmazdı.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Serdar durumu şöyle bir gözden geçirdikten sonra konuyu toparlama ihtiyacı hissetti ve konuşmalarında sadece mutluluk çiçeğinin durumundan söz etmeye başladı. Bu arada bazı bilge bekçiler mutluluk çiçeği hakkında ne biliyorlarsa anlattılar. Serdar’ın bildiklerini yeni bilgilerle pekiştirdiler. Serdar gelişinin beşinci günü bir grup bilge bekçi ile mutluluk çiçeğinin yanına gidip buluşunu onlara ayrıntılarıyla açıkladı ve buluşunu gerçekleştirebilmesi için kendisine izin verilmesini istedi. Ertesi gün bilge bekçiler toplanıp çalışmalara başladılar. Sorun tüm çıplaklığıyla ortaya kondu. Bilge bekçiler aralarında tartışmalar çıkmasına bir türlü engel olamadılar. Zaman zaman Serdar çalışma salonuna çağrılıp durumu açıklığa kavuşturması istendi. Bu durum bir hafta devam ettikten sonra oylamaya geçildi. Kapalı zarfla yapılan oylama sonunda sandıktan çıkan oyların hepsinde evet yazılmış olduğu görüldü. Serdar oylamaya katılan yirmi bilge bekçinin yirmisinden de buluşunu gerçekleştirebilmesi için gerekli izni almış oluyordu.

Ertesi gün dört kişilik bir bekçi grubu yalnız kendilerinin bildiği dış dünya ile irtibatlarını sağlayan bir gizli geçitten geçerek Serdar’ın istemiş olduğu ebatlardaki iki aynayı almak için gittiler. Yine dört kişilik bir başka bekçi grubu daha aynı geçitten geçerek değişik yörelere doğru gittiler. Bu ikinci grubun görevi, gittikleri yerlerdeki canlılar arasında mutluluk hissinin ne şekilde ve ne oranda artışa neden olacağını belirledikten sonra geri dönüp bunu bir rapor halinde çalışma grubuna sunmak olacaktı. İlk giden grup beş gün sonra geri döndü. Yanlarında Serdar’ın ısmarladığı çapı elli santimetre olan tencere kapağı biçiminde iki ayna vardı. Bu aynaların çukur kısmı sırlı kısım, bombeli kısmı bakılan kısım. Bombeli kısım mutluluk çiçeğine dönük olacak şekilde, alt ve üst yanal yüzeylerin elli santimetre kadar uzağına konulacaktı. Alta konulacak ayna menteşeliydi ve menteşeleri söküldüğünde ikiye ayrılıyordu. Aynalar yerlerine takıldığı zaman, gökyüzüne ve toprağa dağılan ve hiçbir şeye faydası dokunmayan mutluluk pırıltıları aynalar vasıtasıyla yansıtılıp, diğer dört yanal yüzeyden yeryüzüne dağılan mutluluk pırıltılarına karışmasına sebep olunacak ve sonuç olarak da, canlıların mutluluktan aldıkları payın yüzde elli oranında artışı sağlanacaktı.

Serdar aynaları kontrol ettikten sonra, aynaları ve aynaların üzerinde duracağı birbirine geçmeli demir sopaları bekçilerin dikkatle taşımasına göz - kulak olarak, bilge bekçilerle birlikte mutluluk çiçeğinin yanına gittiler. İlk önce alt kısma menteşeli ayna takıldı. Daha sonra üst kısma öteki ayna takıldı. Böylece mutluluk pırıltıları istenildiği şekilde yönlendirilmiş oldu. Şimdi iş rapor yazıp getirecek ikinci grubun dönüşünü beklemeye kalmıştı. Aradan beş gün daha geçtikten sonra ikinci grup birer, ikişer saat arayla gelip raporlarını çalışma grubuna verdiler. Raporlardan özet olarak şu sonuç ortaya çıkıyordu: Başarılmak istenen durum istenildiği şekilde aynen gerçekleşmiş ve belli yörelerde kontrole tabi tutulan canlıların yaşama isteklerinin arttığı, mutluluklarının çoğaldığı gözlenmiştir. Canlıların birbirlerine karşı olan davranışlarında sevecen bir durum ortaya çıkmıştır. Serdar aynı günün akşamı şerefine düzenlenen törene katıldıktan sonra, ertesi gün çalışma grubuna başvurarak on altı gündür burada olduğunu ve burada kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kaldığını fakat Umut Geçidi’nin girişinde kendisini bekleyen dostları bulunduğunu, onları çok özlediğini ve onları daha fazla merakta bırakmamak için, gitmeye karar verdiğini söyledi. Çalışma grubunda bulunan bilge bekçilerin, bekçilerin, genç bekçi adaylarının ve hanımlarının tüm ısrarlarına karşın Serdar kararından vazgeçmedi.

Serdar birkaç saat sonra yüzlerce insanın alkışları, bravo, güle güle Serdar sesleri arasında, onlara el sallayarak, gülücükler dağıtarak Umut Geçidi’ne girip gözden kayboldu. Daha sonra Serdar hızlı adımlarla Umut Geçidi’nin çıkışına doğru yürümeye başladı. Geçitten çıktıktan sonra ilerde yol arkadaşı, can dostu Metin’i ve emektar kılavuz yaşlı köylüyü gördü. Koşarak onların yanına gitti ve hasretle boyunlarına sarıldı. Bu sırada, Serdar’ın gözlerinden yaşlar geldiği görüldü. Bu gözyaşları sevinç gözyaşlarıydı, mutluluk gözyaşlarıydı. İdealistler ağlamaz diye bir kanun yoktu ya. Serdar da bir idealist olduğuna göre varsın ağlasındı.

Ertesi gün Serdar ile Metin, yaşlı köylü ile vedalaştıktan sonra yola koyuldular. En kısa yoldan Bay Kemal’in evine varmayı hedefliyorlardı. Serdar, Bay Kemal’e dönüşte uğrayacağını söylemişti. Verilen söz mutlaka tutulmalıydı. Eğer verilen sözden cayılırsa cayıcı yalancı durumuna düşmez miydi? Bir idealist kesinlikle yalan söylememeliydi. Serdar ile Metin, Bay Kemal’in evinin yakınına geldiklerinde, Bay Kemal’i evin önünde yardımcısı Vedat’la beraber gezinirken gördüler. Belli ki, Bay Kemal de mutluluk çiçeğinin pırıltılarından payına düşeni almış, üzüntüsü giderek yok olmuş, ayaklarına can gelmiş, yürümeye başlamıştı. Aradan bir saat geçmeden dördü birlikte yola çıktılar. Onları bu derece hızlı hareket etmeye zorlayan sebep neydi? Serdar olanı, biteni anlattıktan sonra bir an önce doğduğu şehre dönmek istediğini, oradaki arkadaşlarının toplanıp ucuza çalıştırılmak üzere fabrikaya götürülme durumuyla karşı karşıya olduklarını söylemişti. Bu duruma karşı çıkacak, oradaki arkadaşlarının birer lokma halinde yutulmalarına izin vermeyecekti.

Peki, Bay Kemal neden Serdar ile gitmek ihtiyacını hissetmişti? Bay Kemal de bir idealistti. Yıllar önce mutluluk çiçeğini aramak için yola çıkmış, fakat başarılı olamamış, kendisini başarısız olma durumuna tam olarak hazırlamadığı için, üzüntüden yürüyemez hale gelmişti. Onun yeni bir idea peşinde koşmasını engelleyen şey yürüyememesiydi ve hangi taraftan bakarsak bakalım tekrar yürümesini sağlayan da Serdar’dı. Bu durumu Bay Kemal şöyle açıklıyordu: “ Benim yeniden yürümemi sağlayan mutluluk çiçeğinin pırıltılarının artmasından çok, Serdar’ın buradan ayrılmadan önce bana fikir bakımından büyük destek olmasıdır. Serdar başarısız bile olsaydı ben tekrar yürüyebilecektim diyorum. “ Bay Kemal Serdar’a tecrübesini aktarmış, Serdar Bay Kemal’in çaresizlikten kurtulmasına yardım etmişti. İdealistler yardımlaşmazlarsa ideanın anlamı mı kalırdı? Şimdi Serdar kötü bir oyuna engel olmak için gidiyordu ve belki O’na yardımı dokunabilirdi.

Şehre geldiklerinde şehir meydanında hiç arkadaşı olmadığını gördüler. Serdar geç kaldığını anladı. Üzüntüsü sonsuzdu. Şaşkın bir halde etrafına bakınırken, meydanın kenarındaki evlerin arasından çıkıp “ Serdar..Serdar..” diye bağırarak kendisine doğru koşmakta olan bir arkadaşını gördü. Bu Murat’tı. Serdar da, ona doğru koşmaya başladı. Biraz sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar. Serdar: “ Diğer arkadaşlar götürüleli kaç gün oldu? “ diye sordu.

Murat: “ Üç gün önce. Kamyonlara yükleyip hepimizi fabrikaya götürdüler. Ben bir fırsatını bulup fabrikanın kapısında kamyondan yere atlayıp kaçtım. Amacım, geri döndüğünde durumu sana anlatmaktı. Hepimiz senin başarılı olduğunu biliyoruz. Bize defalarca anlatmıştın. Mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu mutluluk pırıltılarını arttırmak ve böylelikle canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak istiyorum diyordun. Biraz medeni cesaret gösterin diyordun. Yok mu benimle gelmek isteyen diyordun. Biz sadece işçi adayı olduğumuz ve sonunda nasıl olsa fabrikada ucuza çalıştırılacağımızı düşündüğümüz için, patronun bizler için hazırladığını sandığımız o tek yola girmiş bilinçsizce yürüyorduk. O tek yoldan başka ve çok daha faydalı, yararlı yollar olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. Sen, sende doğuştan var olan bu kabiliyetini bizi yönlendirmek için de kullanmak istedin. Beynimizdeki sis perdesini dağıtmak istedin. Sen bu durumu bize iyi anlatamadın mı? Hayır, aslında çok iyi anlattın da, biz sana pek kulak asmadık. Yani söylediklerini önemsemediğimiz için dinlemedik “ dedi.

Murat’ın söyledikleri Serdar’ın şaşırmasına sebep olmuştu: “ Vay Murat! Sen neler biliyormuşsun da benim haberim yokmuş. Ben de bütün o anlattıklarımın boşuna olduğunu düşünüp üzülüyordum. Fakat yine de ümidimi kaybetmedim. Yoksa buraya geri dönmezdim. Şu anda seni kazanmış sayılırım. Sadece seni kazanmakla yetinmemeli öteki arkadaşları da kazanmaya çalışmalıyım. Murat, şimdi senden beni ve buradaki arkadaşları fabrikaya götürmeni isteyeceğim. Belki henüz vakit çok geç olmamıştır. “

Fabrikanın yakınlarına geldiklerinde hava iyice kararmıştı. Fabrikanın dış kapısı kapalıydı. Arkadaşlarının isteksiz olduğunu gören Serdar fabrikanın duvarına tırmandı. Oradan bahçeye atladı. Bahçeyi kontrol ettikten sonra açık bir pencereden fabrikaya girdi. Fabrikanın yönetim odasında bulduğu belgelere göre, köle olarak çalıştırılmak üzere taş ocaklarına götürülmüşlerdi.

Serdar bir süre bu acı durumun üzüntüsünü yüreğinde taşıdı. Zamanla üzüntüsü hafiflemeye başladı. Onlardan hiç ilgi görmediği halde onları kurtarmak için çırpınıp durmuştu. Fakat angaryanın da bir sınırı vardı. Bir idealistin anlattıklarına inansın diye kimseye baskı yapmaya, zor kullanmaya hakkı yoktu. Tek yapacağı inandırmaya çalışmak olabilirdi. Şimdi yeni bir program hazırlaması gerekiyordu. Dünyadaki tüm canlılara faydalı olabilmek amacını güdüyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, bir an bile olsa, heyecanını hiç kaybetmeden, sadece kendine özgü bir biçimde çalışmalarına sonuna kadar devam etmeye kararlıydı.


SON


Metin: Benim kırtasiye dükkanımın yanında beş yıl ayakkabı tamirciliği yaptı. Daha sonra başka bir dükkana taşındı. Birkaç ayda bir görüşürdük. Sabahlara kadar fikir ürettiğimiz, bilgi alışverişinde bulunduğumuz zamanlar çok oldu. Sonra çok çalıştı, zengin oldu. Ev aldı, kiradan kurtuldu, dükkan aldı, yanında işçi çalıştırmaya başladı. Dört yıllık bir aradan sonra dükkanına ziyaretine gittim. Araba almış, beni gezdirdi. Bahçeli bir ev aldım, oraya taşındım, dedi. Senin anlattıklarının bana çok faydası oldu, dedi. Şimdi zengin bir işadamı. Son olarak 1997 yılı mart ayında görüşmüştük.

Vedat: Benim çocukluk arkadaşım. Orta 1' de aynı sınıftaydık. Ders dışında da hemen her gün beraber gezerdik. Lise 2' yi bitirip biz Bursa'ya taşınınca birbirimizi kaybettik. Ben kazanmama rağmen, üniversitede okuyamadım. Vedat okumuş, avukat olmuş. Şimdi benim bulunduğum şehirde avukatlık yapmakta. Rastgele yolda denk gelip konuştuğumuz oldu ama belki de, eski havayı bulamadığımız için, birbirimizi arayıp sormaz olduk. Yolun açık olsun Vedat.

Murat: İlk tanıdığımda ilk okula gidiyordu. Benim kırtasiye dükkanımın yanındaki binada oturuyordu. Ben on yıl oradaki dükkanda kaldım. Ben taşınırken Murat lise sona gidiyordu. Çok iyi gitar çalar ve inanılmaz güzel söylerdi. Bir akşamüstü gitarıyla geldi ve Odam Kireçtir Benim, türküsünü çalıp söyledi. Gitarcı Aslan masalını ben o günün hatırası olarak yazmıştım. Daha o zamanlar radyolardan davet alır ve konserlerde çalıp söylerdi. Amacım, meşhur olmak değil, kariyer yapmak, derdi. Gerçekten kariyer yaptı ve şimdi bir üniversitede öğretim görevlisi.

Serdar: Bu masalımsı hikayeyi yazan Serdar Yıldırım yani ben. Bu hikayeyi yazalı 20 yılı aşkın bir zaman geçti. Karakter tanıtımlarını 2014 yılında hikayenin sonuna ekledim. Hayattaki var olma savaşında gerilerde kalmaya başladığımı hissettiğim zamanlarda okuduğum ve bana manen destek olan bu hikayedir. Orjinal adı Tombik' tir ama 14-06-2006 tarihinde internetle tanıştım ve bazı hikayelerim gibi bu hikayenin de adını değiştirdim.
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üyemiz

SERDAR YILDIRIM'IN HAYAT HİKAYESİ

1959 yılında İnegölde doğdum. İlk, orta ve lise 2’yi İnegölde okudum. Lise 1 e giderken okulda düzenlenen şiir yarışmasında ilk 10 a giremedim, ama edebiyat dünyasına giriş yapmış oldum. Şiir yazmaya devam ettim. Yazarların şiirlerini inceledim. Kelime dağarcığım gelişsin diye sözlük ve imla kılavuzu kitaplarını okudum. 1975 yılında Bursa’ya taşındık. Lise 3 ü Bursa Atatürk Lisesi’nde okudum.

Liseden sonra, İstanbul Mühendislik Mimarlık Fakültesi’ni kazandım. 1978 yılı çok olaylar oluyordu. Evden gidersen, para göndermeyiz, dediler. 1980 yılı eylül ayında ben askerdeydim.

Askerden geldikten sonra Bursa'ya bağlı Demirtaş Kasaba'sı yolunda Yeyma Çiftliği vardı. Ben orada tek tekerlekli el arabasıyla kütük taşırdım. Daha sonra bir yılı aşkın bir süre iş aradım ve 1982 yılı mart ayında kırtasiye dükkanı açtım.

Aradan bir yıl geçmişti. Bir gün dükkanıma mal almak için, Dünya Dağıtım'a gitmiştim. Dünya Dağıtım'ın üst katı çeşitli kırtasiye malzemeleriyle doluydu. Buradan kutuyla silgiler, kalemler, boyalar aldım. Daha sonra alt kattaki kitap bölümüne indim. Sağa bakındım, sola bakındım, her yer kitap doluydu. Yeni taşındığım dükkanda hangi kitapların satışı daha uygun olur diye düşünüyor ve bir türlü karar veremiyordum. Dünya Dağıtım'ın dört ortağı vardı. Bu ortaklardan birisi, üstü kitaplarla dolu bir masanın yanındaki sandalyede oturuyordu. Ben yanından geçerken: Serdar, biraz gelir misin? dedi. Ben yanına gidince ayağa kalktı ve masanın üstünden bir takım kitaplar seçmeye başladı. Daha sonra bana verdiği dört kitap şunlardı:

Linç ( Roman ) Kerim Korcan
Başlayan Kavga ( Roman ) Hasan Kıyafet
Radar ( Hikaye ) Hasan Kıyafet
Köydeki Keklikler ( Hikaye ) Nusret Ertürk

O adam, şu unutulmaz sözleri de söyledi:
" Bak Serdar, bu kitapları sana parasız veriyorum. Bunlarda yazılanları iyice oku, öğren. Hem sana hem de başkalarına çok faydası olacaktır. "

Ben Linç romanını yıllar içinde tam dokuz kere okudum. Diğerlerini dörder kere okudum. Kitaplar bende on sekiz yıl kaldıktan sonra ilköğretim son sınıfa giden Gökhan'a hediye ettim. Bir yıl sonra 2002 yılında ben oradaki dükkandan taşındım. Gökhan'ın benim anlattıklarıma o kitaplardan öğreneceklerini de ekleyip iyi bir yazar olacağına inanıyorum.

Çocukluğumda bizim evin oldukça büyük bahçesinde tek katlı bir evimiz daha vardı. Bu evin bir odası ve yanında odunluk vardı. O odadaki dolabın içinde tahtadan bir sandık vardı. Bu sandıkta çocuklar için, eskiden kalmış hikaye ve masal kitapları bulunuyordu. Bazılarının isimlerini şimdi bile hatırlıyorum. Para Buldum Yaşasın, Sinema Dağıldı, Akkavak Kızı. Ayrıca Pedagoji kitabı vardı.

Ben o pedagoji kitabını sekiz yaşımdan on altı yaşıma, biz Bursa'ya taşınana kadar, pek çok defa okudum.

Çocuğun zihinsel etkinliklerinin; beceri ve yetenekleriyle, ruhsal ve bedensel gelişiminin; sosyalleşme sürecinde, giderek karmaşık hale gelen kişilik kazanma çabasının aşamaları ve nitelikleri üzerine yapılan gözlem, tanı ve saptamalarla, bunlara uygun eğitim metotları geliştiren; bunların bilimsel doğruluğunu tartışıp değerlendiren çocuk psikolojisi alanına pedagoji denir.

- Eğitimi konu alan disiplindir.
- Pedagoji, öğretmen merkezli bir eğitimdir. Yani neyin, nasıl ve ne zaman öğretileceğine öğretmen karar verir.
- Çocukları yetiştirme bilimi ve sanatıdır.
- Pedagoji, eğitimi gerçekleştirmek ve özellikle de, öğretilen vasıtaların tümüdür.
- Başkalarının kanıları, fikirleri ve alışkanlıkları üzerinde etkili olmayı amaçlayan her türlü aksiyondur.

1984 yılında kendimi anlattığım Simitçi Çocuk isimli ilk hikayemi yazdım. Daha sonraki 4 yıl sadece şiir yazdım. Aslında hikaye yazmak istiyordum ama pek çok defa denememe karşın, bu mümkün olmadı. Önünde kağıt, elinde kalem 1 saat, 2 saat öylece beklemek ve hiç birşey yazamamak korkunç zordur. 1988 yılında gerçek anlamda hikayeler ve masallar yazmaya başladım. O yıl ağustos ayında Korkak Tavşan' ı yazdım. Sonra Ot Yiyen Kaplan, Zavallı Çoban, Keloğlan İle Nasreddin Hoca. Bu arada pek çok hikaye ve masal kitabı yayımladım.


1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim. Yayınevleriyle konuştum. Hikayelerimi okudular. Çok beğenenler çıktı. Yayınevleri benim üste para verdiğim hikayeleri kaderine terk ettiler.

1997 yılında Ayla ile evlendim. İki yıl sonra oğlum Serkan dünyaya geldi. Radyo Presste 1.5 yıl ve Radyo Sözde 4 ay Mini Mini Büyüklere isimli çocuk programını hazırlayıp sundum. Söz Gazetesinde çocuk sayfası hazırladım.

14 Haziran 2006 tarihinde İnternette hikaye, masal ve şiirlerim okunmaya başladı.
Spor, olmazsa olmazlarımdandır. Uzun yıllardır sürdürdüğüm sporu hiç aksatmadım. Haftada 1-2 defa 6 km. lik koşulara çıkarım. Arada bir ağırlık çalışırım. Her gün muntazam jimnastik yaparım. Sporun insan vücudunu ve beynini zinde tuttuğuna inanırım. Kilo sorunum hiçbir zaman olmadı. Bu yazıyı okuyan herkese spora başlamalarını tavsiye ederim. Geçen yılların sizi yaşlandırmak için, zorlanacağını fark edeceksiniz. Sağlıklı ve mutlu kalın.

25 yıl kırtasiyecilik yaptım. Hep çocuklarla beraberdim. Onları her zaman kendine özel, değerli birer varlık olarak kabul ettim. Ben çocukları başıma taç yaptıkça, onlar beni baştacı yaptılar. Ekmek paramı çocuklardan kazandım. Her biri birer cevher olan sevgili çocuklar için, bir şeyler yapmak, faydalı olmak istedim. Bunun bir yolu olmalıydı. O yolu aradım ve sonunda buldum. Onlar için, iyilikleri anlatan, maceralı hikaye ve masallar yazmak istedim ve yazdım da. Yazdıklarımı, çocuklar kadar büyükler de çok beğendiler.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
RABBİM razı olsun çok çok teşekkür ederim,hayatınızdan bahsetmişsiniz yazdığınız hikayelerden çokda samimi olmuş...Bu konuda başarılarınızın devamını dilerim...Emeğinize kaleminize yüreğinize sağlık...üstad...
 
Üst Alt