TAKVA ELBiSESi

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
SEVGİ VE MUHABBETTE TAKVÂ

Gönüllerde sevgi ve muhabbet olmadan hiçbir şey olmaz. En küçük amelimiz bile onu tetikleyecek bir muhabbete muhtaçtır. Yaratılış sırrımız muhabbet olduğu gibi davranış sırrımız da muhabbetten ibarettir.

Ancak muhabbetin de takvâ ölçüleri içerisinde inkişaf etmesi gerekmektedir. Çünkü;

Lâyıkına lâyıkıyla muhabbet beslemek zarureti vardır. Sevmemiz gerekenler ise evvelâ Cenâb-ı Hak ve O’nun Habîbi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Bu sevgilerin Allah için devamında mü’min kardeşler arasına da Rabbimiz bir sevgi koymuştur.

Bu sevgiyi muhafaza etmek için, zıddına da nefret etmek elzemdir.

Hayır da şer de muhabbetlere göre netleşir. Sevmenin seviyesi, sevenin, sevilendeki hâllerle hâllenmesidir. Kişi sevdiğini örnek alır, ona hayran olur. Zira kişi, sevdiği ile beraberdir.

Nitekim her mesele ve ortamda sahâbe-i kiram, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a olan muhabbetleri bereketiyle temayüz etmiştir.

Ashâb-ı Suffe, O’nunla şekillenmiştir. Huneyn’de Müslümanlar, O’nunla cesaret bulmuştur. Uhud’da tevekkül ve rızâ hâlini sahâbe O’ndan almıştır. Kısaca itikatta, ibadette, aile hayatında, vefada, nezakette sahâbenin faziletler medeniyeti meydana getiren dâsitânî hâlleri hep O’ndan yansımıştır. Sahâbe O’nun muhabbetiyle sahâbe olmuştur.

Câlib-i dikkattir ki;

Allah Rasûlü vefat ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdeta yanıp erimiş bir mum misaliydi. Zira düşünüyorlardı ki, O’nu görmeden bir gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyada hiç göremeyecekti.

İşte bu hicran ve yanışa dayanamayan Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:

“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.

Bu itibarla;

Muhabbetin Allâh’a yöneltilmesi, önce nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonra da bir huni gibi genişleyerek Allah katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcap ettirir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetin en güzel ve mânâlı tezahürü, O’na ittibâdır.

«Seven sevdiğinin her şeyini sever.» düsturunca Habîb-i Kibriyâ’ya fiilen ve hâlen ittibâ şarttır.

Hakîkat-i Muhammediyye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyade muhabbet ile mümkündür.

Unutmamalı ki;

Kâinatta Cenâb-ı Hak’tan başka bir varlığa sevgi, iptilâ ve düşkünlüğün yaygın haline «mecazî aşk»; cemali kemal, kemali cemal kutbundan olan Kâinatın Rabbine karşı duyulan derin muhabbet ve kalbî alâkaya da «hakikî aşk» denir.

Bu mevzuda takvâ; Allah’tan ve peygamberinden uzaklaştırıcı her şeyden uzaklaşmakla, daha doğrusu Allah’ın ve peygamberinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle sağlanır.

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Ihlâsta takvâ

İHLÂSTA TAKVÂ
Allah katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır.
İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsanî gayelerin gölgesini düşürmemektir.
İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilme gayesiyle her türlü dünya menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.
İhlâs, bütün ameller için zarurî olan öyle yüce bir nimettir ki, ona sahip olmadan kurtuluş mümkün değildir.
İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibarettir.
Hâsılı ihlâs, Allâh’ın sırrıdır. O sırra takvâ ile nâil olmak, her kulun yegâne ufku ve azmi olmalıdır. Çünkü bütün takvâ tezahürlerinin temeli budur. Eğer kul, ihlâslı ise ve ihlâsında da takvâlı ise, o bütün meselelerde takvâ sahibi demektir.
İhlâsta takvâ nedir?
Pek çok îzahları yanında öncelikle zâhir ve bâtının aynı hâle gelmesi, şeffaflaşması, berraklaşması, araya ihlâsı bozacak benlik, riyâ, ucub, süm‘a gibi menfî hisleri sokmamaya azamî gayret göstermektir.
Hazret-i Ali, valisine yaptığı mânidar tavsiyesinde buyurur ki:
“Kendini beğenme! Seni yüzüne karşı övenlere itibar etme! Yaptıklarını insanların başına kakma! Başardığın işleri büyütme! İnsanlara verdiğin sözden de dönme! Başa kakmak iyiliği bitirir, mübalâğa hakikati söndürür, sözünde durmamak ise Hâlık’ın da halkın da nefretini celbeder.”
Dikkat etmeli ki;
Fahr-i Kâinat Efendimiz, kendi vasıflarını ümmetine zarureten îzah ederken bile: “Lâ fahre: Övünmek yok.” buyurdu. Çünkü O, her şeyin Allâh’ın lutfu olduğunun idrakindeydi. Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz Hendek Gazvesi’nde olduğu gibi ashâb-ı kiramın neredeyse; «Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?» diye endişeye kapıldığı en zor zamanlarda: “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurdu. Mekke fethinde olduğu gibi en başarılı zamanlarda da yine: “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurdu. Böylece Hakk’a tam bir tevekkül ve teslimiyet gösterdi. İhlâsını perçinledi.
O biliyordu ki, her şey Allah’tandır. Başarı da, zafer de. Mal da, can da, evlât da. Bunlar hakkında da takvâ gereklidir. Çünkü dünyada ve âhiretteki huzurun özü;
MAL, CAN VE EVLÂTTA TAKVÂ

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
İHLÂSTA TAKVÂ
Allah katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır.
İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsanî gayelerin gölgesini düşürmemektir.
İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilme gayesiyle her türlü dünya menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.
İhlâs, bütün ameller için zarurî olan öyle yüce bir nimettir ki, ona sahip olmadan kurtuluş mümkün değildir.
İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibarettir.
Hâsılı ihlâs, Allâh’ın sırrıdır. O sırra takvâ ile nâil olmak, her kulun yegâne ufku ve azmi olmalıdır. Çünkü bütün takvâ tezahürlerinin temeli budur. Eğer kul, ihlâslı ise ve ihlâsında da takvâlı ise, o bütün meselelerde takvâ sahibi demektir.
İhlâsta takvâ nedir?
Pek çok îzahları yanında öncelikle zâhir ve bâtının aynı hâle gelmesi, şeffaflaşması, berraklaşması, araya ihlâsı bozacak benlik, riyâ, ucub, süm‘a gibi menfî hisleri sokmamaya azamî gayret göstermektir.
Hazret-i Ali, valisine yaptığı mânidar tavsiyesinde buyurur ki:
“Kendini beğenme! Seni yüzüne karşı övenlere itibar etme! Yaptıklarını insanların başına kakma! Başardığın işleri büyütme! İnsanlara verdiğin sözden de dönme! Başa kakmak iyiliği bitirir, mübalâğa hakikati söndürür, sözünde durmamak ise Hâlık’ın da halkın da nefretini celbeder.”
Dikkat etmeli ki;
Fahr-i Kâinat Efendimiz, kendi vasıflarını ümmetine zarureten îzah ederken bile: “Lâ fahre: Övünmek yok.” buyurdu. Çünkü O, her şeyin Allâh’ın lutfu olduğunun idrakindeydi. Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz Hendek Gazvesi’nde olduğu gibi ashâb-ı kiramın neredeyse; «Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?» diye endişeye kapıldığı en zor zamanlarda: “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurdu. Mekke fethinde olduğu gibi en başarılı zamanlarda da yine: “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurdu. Böylece Hakk’a tam bir tevekkül ve teslimiyet gösterdi. İhlâsını perçinledi.
O biliyordu ki, her şey Allah’tandır. Başarı da, zafer de. Mal da, can da, evlât da. Bunlar hakkında da takvâ gereklidir. Çünkü dünyada ve âhiretteki huzurun özü;
MAL, CAN VE EVLÂTTA TAKVÂ

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
MAL, CAN VE EVLÂTTA TAKVÂ
Bunlar, en mühim vasıtalar.
İnsana en çok sıcak gelen, rûhunu okşayan ve kendisinin sığındığı vasıtalar.
Bütün mesele bunları Allah için seferber etmek. Malını, canını Allah için cömertçe sarf edebilmek. Evlâdını; dine, îmana, vatana, millete hayırlı hâle getirebilmek. Arkadan gelen nesle güzel, mânevî bir miras bırakabilmek.
Cenâb-ı Hak, kendisine ne kadar muhabbet duyduğumuzun ölçüsünü âyet-i kerîmede şöyle vermektedir:
“Sevdiklerinizden vermedikçe hayrın kemaline ulaşamazsınız...” (Âl-i İmrân, 92)
Âyet-i kerîme, fiilî kıstas olarak Allâh’a olan muhabbetimizin derecesini bildirmektedir.
Nitekim malın hayırlısı, sahibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allâh’ın rızâsı istikametinde kullanılabilendir.
Malı ve canı gereği gibi kullanmayı bilenler, güneş sıfatlıdırlar; hayır-hasenâtı ile her karanlık kuytuyu aydınlatır; muhtaç, garip ve yorgun gönüllere fazilet ve sehâvet ışıkları saçarlar.
Çocuklar, ana ve babanın rızâsını; ana, çocuklarla birlikte babanın rızâsını; baba ise, hepsi ile birlikte Allâh’ın rızâsını kazanma yolunda gayretle mükelleftir.
Şurası bir gerçek ki üzerimizdeki nimet ve imkânların her biri, aslında anadan, atadan veya kendimizden görünse de öyle değil, bizzat Allah’tan bize emanet. O hâlde bize düşen de;
EMANETTE TAKVÂ



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
EMANETTE TAKVÂ
Yerde ve gökte ne varsa Cenâb-ı Hak, insana emanet etti. Kula ihsan edilen her şey emanet. Bütün mahlûkat insana emanet. Şu âlemdeki her şey insan için yaratıldı. Yılan bile insan için yaratıldı. Sırtlan bile insan için yaratıldı. Hepsi birer emanet. Allâh’ın emaneti... O hâlde hepsine merhamet... Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Sana saldıran yılanı bile öldürürsen bir vuruşta öldür. Ona cefa etme.” buyurmuyor mu?
En mühim emanet de, kitap ve sünnet, yani dîn-i Muhammedî. Hazret-i Peygamber’in veda hutbesindeki ifadesini hatırlayalım:
“Ey mü’minler! Size iki emanet bırakıyorum ki, onlara sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O iki emanet, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve sünnetimdir...”
Demek ki, bize en mühim emanet, Kur’ân ve sünnete sarılarak İslâm dinini temsil etme vazifesi. İtikatta, amelde, hâlde ve muâmelâtta. Her hususta zarif, rakik, ince ve olgun bir Müslüman yüreği sergilememiz îcap ediyor. Cenâb-ı Hak da Hazret-i Peygamber de bizden bunu istiyor. Bize bakanlar; «Bu insan ne güzel insan!» demeliler.
Kur’ân, bize bu ölçüler ve bu faziletleri gerçekleştirmemiz için emanet. Raflara saklamamız, arada sırada bahsetmemiz için, ya da sadece ölüye okumamız için değil. Cenâb-ı Hak, « / Oku!» buyuruyor. Bununla; hikmet ve sırlara nâil olarak Kur’ân’ın rehberliğinde zerreden küreye hâdisatı ve vukuatı, sırları ve hikmetleri okumamızı emrediyor. Ayrıca;
“Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!.. Bilin ki) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!” (Bakara, 282) buyuruyor.
Çünkü yaşamak, takvâ ölçüleri içerisinde olduğu gün aşkın sırları açılmaya başlar. Bu hakikat ile üzerimizdeki emanetleri çok iyi idrak etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü;
Dünyanın her yerinde nice hidayet bekleyenler bize emanet, muhtaçlar bize emanet, yalnızlar bize emanet; garipler, kimsesizler, yetimler bize emanet... Az veya çok dünya malı bize emanet, evlâtlar bize emanet, her şey bize emanet... Âyet-i kerîmede buyurulur:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından bir lütuf olarak size âmâde kıldı. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Câsiye, 13)
Elbette düşünüp idrak edenler için;
İnsan emanettir, eşya emanettir. Dünyaya ait her şey emanettir. Emanetin yerine teslimi ise, rahmettir. O hâlde;
Allah rızâsını tahsil ve topluma hizmet kastı ile maddî veya mânevî bir sahada idarî makamlara gelenler, o makamların bir emanet olduğunu, orada muvakkaten, yani belirli bir süre için bulunduklarını benimsemeli ve o makama, ebedî kalacakmış gibi bağlanmaktan sakınmalıdır.
Diğer taraftan; Nasıl ki maddî emanetlerde israf, dinimizce men edilmişse; bunlarla birlikte mânevî kıymeti haiz itikad, ibadet, ilim, ahlâk, zaman ve akıl gibi hususlarda yapılan hoyratça harcamalar ve haddi aşma türünden davranışlar da men edilmiş, hattâ bunlar daha tehlikeli birer kayıp olarak görülmüştür.
Asıl mesele, bütün emanetleri takvâ ile muhafaza edebilmek. Bu da mes’ûliyet şuurunu gerektirir. Dolayısıyla takvâda öne çıkan bir diğer husus:
MES’ÛLİYETTE TAKVÂ



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
MES’ÛLİYETTE TAKVÂ
Bütün ameller, davranışlar ve vazifeler, ancak mes’ûliyet şuuru içerisinde güzelleşir.
Hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, her kula ayrı ayrı istidat vermiş, her kul kendisine verilen istidat kadar mes’ul. Zekâtın nisabını biliyoruz, kırkta bir diyoruz, topraktan şu kadar, hayvandan şu kadar diyoruz. Fakat sana Allâh’ın verdiği istidat ve kabiliyetlerin nisabını bilemiyoruz. Bunun için Cenâb-ı Hak, bütün gücümüzü sarf etmemizi arzu ediyor. Buyuruyor ki:
“Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın!” (Bakara, 148)
“Allâh’ın azametine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun ve ancak Müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102)
Mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcap ettiğini idrak etmeli ve îmandan ihsana ulaşabilmenin eğitimini yapmalıdır.
Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yani son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır.
Mesut bir âhiret hayatı için amel-i sâlihlerle müzeyyen, güzel, feyizli, huzurlu ve istikamet üzere bir dünya hayatı elzemdir. Allâh’ın rızâsına uygun düşmeyen bir hayat, çöllerdeki seraplara benzer. İbadetlerin bir vakti vardır. Îman ve kulluk ise, bütün bir ömre şâmildir.
Dünya hayatı bize âhireti kazanmak ve ilâhî rızâya nâil olmak için verilen bir mühletten ibarettir.
Vuslat yolu, çok uzun ve dar bir koridordur. İçi imtihan ve ibtilâlarla doludur. Bir peygamber için bile, saçlarını ağartacak derecede mes’ûliyetler vardır. Bütün bu mes’ûliyetlerde ve hayatın cilveleri, imtihanları ve ibtilâları içinde;
ÇIKIŞ YOLU: TAKVÂ

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
ÇIKIŞ YOLU: TAKVÂ
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın rivayetine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün:
“–Ben bir âyet biliyorum. Şayet insanlar onu tutsalardı hepsine de kâfî gelirdi.” buyurmuştu. Ashâb-ı kiram:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu hangi âyettir?” dediler.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“...Kim Allâh’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah Teâlâ ona bir çıkış yolu ihsan eder.” (Talâk, 2) âyetini tilâvet buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 24)
Bu çıkış yolu, gerek darlıktan ferahlığa çıkış, gerekse yeryüzünden mîrâca çıkış, gerek değersizlikten değerli ve üstün olmaya çıkış muhtevası içerisindedir. Bu bakımdan İslâm’ın temel ölçüsü;
ÜSTÜNLÜK TAKVÂDA
Fahr-i Kâinat Efendimiz, takvânın Hak katındaki yegâne kıymet ve makbûliyet mîyârı olduğunu Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a hitaben şöyle ifade buyurmuştur:
“Bak! Sen ne kırmızı deriliden ne de siyah deriliden üstün değilsin. Onlara karşı ancak takvâ ile üstün olabilirsin.” (Ahmed, V, 158)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sizin en müttakî olanınız benim.” (Buhârî, Îmân, 13; Müslim, Sıyâm, 74) buyurmuş ve hayatının her safhasında takvâ ölçüleriyle hareket etmiştir.
İşte bu sebeple müttakî bir mü’min olabilmek için, Allah Rasûlü’nün sünnetine riâyet şarttır. Bu ve benzeri şartlara riâyet ise;
TAKVÂLI OLMANIN ALÂMETİ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
TAKVÂ ELBİSESİ
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ey İnsanoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek bir elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır.” (A’râf, 26)
Bu bakımdan bütün peygamberlerin ve Hak dostlarının giydikleri yegâne gönül libasları, takvâ elbisesi olmuştur.
Meşhur rivayettir:
Bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlemekle meşguldür. Kendisini görenler bunu gereksiz görüp derler ki:
“–Yâ İmam! Yıkamaya çalıştığınız leke, sizin fetvânıza göre namaza mânî değil. Ne diye zahmet çekiyorsunuz?”
O büyük imam da, tane tane şu cevabı verir:
“–O fetvâ, bu takvâ!..”
Çünkü ömür boyu Allâh’a kullukta bütün iş, âyet-i kerîmede;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) buyurulduğu üzere yaşayabilmektir.
Çünkü;
Cenâb-ı Hak, yaptığımız amellerin sâlih olmasını arzu ettiği kadar onları ne derecede takvâ ölçülerine riâyet ederek yaptığımıza da nazar eyler.
Denilebilir ki dindarlık, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Allâh’ın rahmet ve himayesi de, rızâsı yolunda takvâ ile çalışan mü’minleredir. Yani dünyevî ve uhrevî bütün ilâhî güzellikler, ancak takvâ sahiplerine aittir.
Bu bakımdan kalbin fücurdan kurtulup takvâ ile tezyin olabilmesi, insanoğlunun gerçek saadeti ve ebedî kurtuluş sermayesidir.
Yani yegâne mânevî gıdamız;
TAKVÂ AZIĞI
Bir kimsenin Allah hakkındaki bilgi, mârifet ve muhabbeti ziyadeleştikçe, Allah korkusu ve takvâsı da o nispette artar. Cenâb-ı Hakk’ın da kullarından istediği budur. Çünkü kulun yaptığı bütün güzel amellerden Allâh’a ulaşan, ancak kalbin takvâsıdır.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır...” (Hacc, 37)
Bu gerçeğe işaretle Hazret-i Mevlânâ şu îkazda bulunur:
“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Bu takvâ, zihnen bilinen ve yaşanan değil, kalben bilinerek yaşanan ve hissedilen bir takvâdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de buna istinâden buyurur:
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (Zümer, 9)
Burada bilmenin/ilmin özelliği içerisinde;
1. Geceleyin secde etmek,
2. Kıyamda durup ibadet etmek,
3. Âhiret azabından sakınmak, (fânîliği unutmamak),
4. Allâh’ın rahmetini dilemek, vardır.
İlim sahipleri, ancak bu vasıflarla bilenler arasında sayılmaktadır. Bu gerçeğe binâen hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim ilmini artırır da (ona müsâvî olarak) dünyada zühd ü takvâsını artırmazsa, (o ancak) Allâh’a olan uzaklığını artırmıştır...” (Kenzü’l-İrfan, 62)
Cenâb-ı Hak bu sebeple ebediyet yolunda azık olarak maddî, zâhirî birtakım eşya hazırlamamızı istemiyor. Arzu ettiği ancak bir tek azık var. O da takvâ azığı... Çünkü azığınız varsa ilim de dâhil olmak üzere yolculuk vasıtaları bir işe yarar. Azığınız yoksa en mükemmel vasıtalar bile boşuna. Tıpkı son model bir arabanın benzininin olmaması gibi.
İşte takvâ, ebediyet yolculuğunda böylesi mühim bir azık vazifesi görmektedir. Bu bakımdan Allah Teâlâ âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“...Kendinize yol azığı hazırlayınız; şüphe yok ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ben’den ittikā ediniz ey akıl sahipleri!” (Bakara, 197)
Ne mutlu sonsuzluk kervanına katılıp da elbisesi de takvâ azığı da takvâ olabilenlere!
Yâ Rabbî! Yaşadığımız her nefeste nebevî bir takvâyı bize hem azık eyle, hem de onu sırtımızdan hiç çıkarmayacağımız bir gönül elbisemiz eyle! Ömrümüzü saadetle sona erdir. Rızâ-yı ilâhîne ve Cemalullâha nâiliyet nasip eyle! Sabah-akşam bizi âfiyetten ayırma! Bizi hak yolda takvâ ile sâbit kıl!
Âmîn!..





OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN​
 
Üst Alt