ÂLİ İMRÂN Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
187- Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden "Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu asla saklamayacaksınız " diye söz almıştı. Fakat onlar bu sözlerine sırt çevirerek o kitabı birkaç paraya sattılar. Almış oldukları o karşılık ne kötü bir şeydir!

Surenin akışı ehl-i kitabın -özellikle yahudilerin- birçok davranış ve sözlerini içermektedir. Bu davranış ve sözlerin en belirgini, dinin anlamı, İslâm'ın doğruluğu, onun ve önceki dinlerin arasındaki temel ilkelerin birliği, İslâm'ın onları, onların da İslâm'ı tasdik etmeleri hususunda karışıklık ve kuşku meydana getirmek için bildikleri hakkı gizleyip batılla örtmeleridir. Çünkü Tevrat ellerindeydi. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiklerinin, hakk olduğunu ve Tevrat'la aynı kaynaktan geldiğini biliyorlardı...

Şu anda yüce Allah'ın kendilerine kitap verirken onu insanlara açıklamak, tebliğ etmek, gizleyip saklamak üzere söz aldığı, onlarınsa Allah'a verdikleri bu sözü kulak ardı ettikleri de ortaya çıkınca konumlarının çirkinliği son noktaya varıyor... İfade, ihmallerini ve verdikleri söze karşı çıkışlarını somutlaştıracak bir harekette temsil etmektedir..

"...Bu sözlerine sırt çevirerek"

Üstelik onlar bu iğrenç davranışı az bir değer karşılığı yaptılar:

"O kitabı birkaç paraya sattılar."

Bu şey yeryüzü mallarından bir mal, din adamlarının kişisel ya da yahudilerin ulusal çıkarıdır. Hepsi de az bir değerdir. İsterse tüm zamanları kapsayacak yeryüzü egemenliği olsun. Bu değer, Allah'ın sözünün karşılığı olmaktan ne kadar uzaktır. Allah'ın yanındaki ile kıyaslanınca ne kadar da değersizdir bu meta.

"Almış oldukları o karşılık ne kötü bir şeydir."

Buhari kendi isnadıyla İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yahudilerden birşey sordu. Onlar da sorduğunu gizleyip başkasını söylediler. Sonra da çıkıp O'na doğrusunu göstermeyi, sorduğunu söylemeyi, bununla O'na karşı övünmeyi ve sorduğuna cevabı gizledikleri için sevinmeyi istediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
 

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
188- Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övülmekten hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma, onları acıklı bir azap beklemektedir,

Buhari'nin kendi isnadıyla Ebu Said el Hudri'den naklettiği başka bir rivayette şöyle denir:

"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) döneminde bazı münafıklar, Resulullah savaşa çıktığında ondan ayrılırlardı. Ondan ayrılıp savaşa çıkmadıkları için de sevinirlerdi. Resulullah dönünce de özür bildirip yemin ederler ve yapmadıkları şeylerle övünmeyi severlerdi. Bunun üzerine

"Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övünmekten hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma..." ayeti nazil oldu.

Bir ayetin herhangi bir meselede inmiş olması o meseleyle sınırlı olması anlamına gelmez. Genellikle benzeri olaylar meydana geldiğinde ayet delil getirilir ve bu konuda nazil olmuştur denir. Ya da ayetin olaya uygun düştüğü görülür. Yine aynı şekilde, bu konuda nazil olmuştur denir. Bu yüzden iki rivayet hakkında kesin bir söz söyleyemiyoruz.

Birinci rivayete göre surenin akışında ehl-i kitaptan ve onlara Allah'ın insanlara açıklayıp gizlememek üzere verdiği kitaptan söz edilmesi arasında bir münasebet vardır. Çünkü gerçeği gizleyen onlardır. Öyle ki yalan açıklamaları ve müfteri cevaplarıyla övünmeyi de istiyorlar.

İkincisine gelince; surenin akışında münafıklardan söz edilmektedir. Durumları da ayete uygun düşmektedir. Bu ayet, her toplumda olabileceği gibi Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)döneminde bulunan bazı tipleri tasvir etmektedir. Görüş bildirmenin sorumluluğunu ve akidenin yükümlülüklerini taşımaktan aciz tipleri. Bunlar savaştan geri kalıp otururlar.. Şayet savaşanlar bozguna uğrayıp yenilecek olursa, bu adamlar başlarını dikleştirip kibirlenerek akıllılık sağlam ve ileri görüşlülük taslarlar. Savaşçılar galip gelip ganimetler elde ettiklerinde ise, arkadaşlarının davranışlarını desteklediklerini belirtip zaferden kendilerine pay ayırarak yapmadıkları şeylerle övünmeyi severler.

Bu tipler, insanlar arasındaki korkak ve boş iddiacılardan bir örnektir. Kur'an'ın ifade tarzı, bu örneği birkaç kelime ile verip geçiyor. Öyle ki ifadenin parlaklığı apaçık ortadadır. Bu ifadenin çizgileri zaman içinde hep kalıcıdır. İşte Kur'an'ın yöntemi budur...

Yüce Allah, Resulü'ne bu insanların azaptan kurtulamayacaklarını tetkikle bildirmekte ve onları bekleyen acıklı azaptan kurtulmalarının söz konusu olmayacağı gibi bir yardımcılarının da bulunmasının mümkün olmadığını belirtmektedir...

"...Sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma."

Onları bu şekilde tehdit eden, göklerin ve yerin hükümranı ve herşeye gücü yeten Allah'tır. O halde kurtuluş nerede? Ve nasıl kurtulacaklar?
 

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
189- Göklerin ve yeryüzünün egemenliği Allah'ın tekelindedir. Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü herşeye yeter.
Bu konu İslâm düşüncesinin temellerini ihtiva eden son bahistir. Ehl-i kitap, münafık ve müşriklerle girişilen mücadelede bu temellerin yerleşmesi, karanlık ve kapalılıktan kurtulması, bu ilahî metodun tabiatının mal ve cana yüklediği yükümlülüklerinin açıklanması, müslüman kitlenin bu yükümlülükleri nasıl yerine getireceğini vermektedir. Ayrıca müslümanın bollukta ve darlıkta imtihanı nasıl karşılayacağı ve bu akide ve O'nun mal ve cana yüklediği önemli sorumluluklar için nasıl herşeyden soyutlanacağını bilmesi gibi hususlarda surenin akışının içerdiği konuları daha önce işledik.

Şu anda, konuları ve üsluplarıyla birbiriyle uygunluk arzeden yukarıdaki konularla içerik ve tarz bakımından uygunluk arzeden surenin son bir -ya da birkaç- hususu gelmektedir.

Derin bir gerçeği de beraberinde getirmektedir bu son konu: Kuşkusuz bu evrenin kendisi, imanın kanıt ve işaretlerini içeren apaçık bir kitaptır. Ötesinde kendisini hikmetle idare eden bir ele işaret etmektedir. Dünya hayatından sonra ahiret hayatının olduğunu, hesap ve cezanın görüleceğini ilham ettirmektedir. Ancak, insanlardan; bu açık kitaba ve bu göz kamaştırıcı işaretlere gözlerini kapayıp anlamaksızın bakmayan "akıl sahipleri" bu kanıtları kavrayabilir, bu ayetleri okuyabilir, bu hikmeti görebilir ve bu ilhamları işitebilir.

Bu gerçek; "evren"e, onunla "insan" fıtratı arasındaki sağlam bağa, evrenin fıtratıyla insan fıtratı arasındaki güçlü uygunluğa, şu evrenin bir yönden yaratıcısına ve diğer yönden kendisini bir "gaye", "hikmet" ve "amaç"la yöneten yasaya işaret ettiğine ilişkin İslâm düşüncesinin temellerinden birini temsil etmektedir. Bu gerçek, insanın "evren" ve evrenin "ilahı" karşısındaki konumunu belirlemesi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Aynı zamanda bu, varlık hakkındaki İslâmî düşüncenin temel noktalarından biridir de.

Konunun devamında bu gerçeği yüce Allah'ın akıl sahiplerine verdiği cevap takip etmektedir. Ki, o akıl sahiplerini dünya malını küçümsemeye ve gerçek müminlerin önemsemeleri gereken ahiret mükafatındaki kalıcı değerleri açıklamakla beraber onları çaba sarf etmeye, cihada, fedakârlık yapmaya, sabretmeye ve açık evren kitabında huşu içinde yaptıkları geziden edindikleri imanın yükümlülüklerini yerine getirmeye yöneltmek şeklinde olmaktadır.

Surede uzunca söz edilen ehl-i kitap ve onların müminler karşısındaki konumlarına atfen şu son bölümde, müminlerden bir gruba ve onlara uygun mükafattan söz edilmektedir. Bu grubun, açık evren kitabı karşısındaki "akıl sahipleri"nin oluşturduğu sahneye ve huşuyla yaptıkları duaya uygun huşu vasıfları ile surede özellikleri sunulan şu ehl-i kitap gibi Allah'ın ayetlerini az bir değere satmaktan Allah'a karşı duydukları haya sıfatları öne çıkmaktadır.

Sonra, müslüman kitleye yönelik ilahî direktifleri özetleyen, arzulanan sıfatları ile onlarla kurtulabilecekleri belirlenmiş yükümlülüklerini özetleyen son ayet gelmektedir:

"Ey iman edenler, sabredin, sabırda yarışın, hazırlıklı olun ve Allah'tan korkun ki, kurtulasınız."
 

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
190- Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır.

191- Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru!

192- Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.

193- Ey Rabbimiz, biz "Rabbinize inanınız " diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al.

194- Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından vaad ettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi perişan etme, kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki deliller nelerdir? Ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anan akıl sahiplerine, göklerin ve yerin yaratılıyı, gece ve gündüzün ardarda gelişini düşünürken görünen deliller nelerdir? Budelileri düşünmek ile Allah'ı ayakta, otururken ve yanı üzerine yatarken anmak arasındaki ilişki nedir? Bunları düşünmekten "Ey Rabbimiz sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen böyle bir anlamsızlıktan münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru..." diye devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya geçiş nasıl meydana geliyor?

İfade burada, sağlam bir idrakin, evrenin etkileyici olaylarını sağlıklı bir şekilde karşılayışını ve gözler ile düşüncelerin istifadesine sunulmuş, gece ve gündüzle evrenin proğramına yerleştirilmiş bu etkenlere sağlıklı bir karşılık verişini canlı bir tablo şeklinde çizmektedir..

Kur'an'a Kerim kalpleri ve bakışları tekrar tekrar tetkik ederek, sayfaları durmadan çevrilen şu açık kitaba yöneltmektedir. Bu kitabın her sayfasında duygulandırıcı deliller belirmektedir. Şu kitabın sayfaları ve şu yapının "plân"ı bir Yaradanı işaret eder. Bu gerçeği duyumsamakla sağlam fıtratta bir coşku ve şu evreni var eden, ona bu gerçeği yerleştiren yaratıcıya her an sevgi ve korku beslemekle beraber O'nun çağrısına karşılık verme iştiyakını da harekete geçirir. Akıl sahipleri.. Sağlam bir idrake sahip bulunanlar.. Evet onlar, yüce Allah'ın varlıklar alemindeki ayetlerini karşılamak için gözlerini açarlar. Aralarına engeller koymazlar.. Kendileriyle şu ayetler arasındaki geçitleri kapatmazlar. Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken kalplerini Allah'a yöneltirler. Böylece gözleri açılır, idrakleri aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık alemindeki yasaların arasını birleştiren ilham sayesinde yüce Allah'ın varlık alemine yerleştirdiği gerçeğe ulaşıp varlık amacını, meydana geliş nedenini ve fıtratın özünü kavrarlar.

Gökler ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün değişim sahnesi... Evet gözlerimizi, kalplerimizi ve idraklerimizi O'nun için iyice açsak, gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir sahne gibi algılasak, duygularımızı alışkanlığın verdiği donukluktan ve tekrarın neden olduğu sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız titreyecek, duygularımız sarsılacaktır. Göz, kalp ve idraklerimiz, buradaki ahengin ötesinde bu uygunluğu bahşeden bir elin; bu düzenin ötesinde, planlayıcı bir aklın; bu yönetimin ötesinde değişmez bir yasanın varlığını duyumsayacaktır. Bütün bunların hile, rast gele ve boş olmasının mümkün olmadığını algılayacaktır.

Gece ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan iki görüntü olduğunu ve gökler ve yerdeki uyumun "çekim" ya da çekim dışı bir şeyden kaynaklandığını bilmemiz olağanüstü varlık sahnesi karşısındaki heyecanımızı azaltmaz. Bunlar doğrulanmış ya da doğrulanmamış varsayımlardır. Ve o, her iki halde de şu varlık harikasını ve kendisine hükmeden ve kendisini koruyan harikulâde ince yasaları karşılamada öne atılmaz, geride de kalmaz. Bu yasalar -araştırıcı insanların yanında isimleri ne olursa olsun- göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki güç ve hakkın işaretidirler..

Kur'an'ın üslubu, akıl sahiplerinin şuurlarında; yer ile göklerin yaratılış sahnesi ile gece ve gündüzün değişimi ile karşılaşmanın neden olduğu ruhsal hareketlenmenin adımlarını ince bir tasvirle tablolaştırmaktadır. Bu aynı zamanda evrenle birlikte hareket etmede, onunla kendi diliyle konuşmada, fıtratı ve hakikati ile cevaplaşmada, işaret ve ilhamlarıyla şekillenmede kalplere sağlıklı bir metod gösteren duyguları barındıran bir tablodur. Böylece açık kainat kitabından, Allah'a, yarattıklarına bağlı mümin insan için bir "marifet" kitabı meydana getirmektedir.

Butasvir öncelikle kalbin "Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar." Allah'ın zikrine ve O'na ibadet etmeye yönelişi ile göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün ardarda gelişini düşünmeyi birleştirmektedir. Böylece bu, tefekkürü ibadet konumuna getirir ve onu zikir sahnesinin bir parçası kabul eder. İkihareketin arasının birleştirilmesiyle iki önemli gerçeğe işaret edilmiş oluyor.

Birincisi, Allah'ın yarattıklarını düşünmek, açık evren kitabını incelemek ve evreni harekete geçiren ve bu kitabın sayfalarını değiştiren yüce Allah'ın yaratıcı elini araştırmanın, samimi bir ibadet ve içtenlikli bir zikir olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun ve sünnetlerini; güçleri, potansiyelleri ile sır ve enerjilerini araştıran varlık bilimleri, şu evrenin yaratıcısını düşünüp O'nun üstünlük ve lütfunu kavrayacak düzeye ulaşsalardı; hemen şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye ve O'na dua etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle istikamet bulur ve Allah'a yönelirdi. Ancak materyalist kafir eğilim, evrenle yaratıcısının, varlık bilimleriyle ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını kesmektedir. Bu yüzden -Allah'ın insana en güzel bağışı olan- bilim, kâfirler tarafından insana musallat olan zorba bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa düşürmektedir.

İkincisi, Allah'ın evrendeki işaretleri, O'nu zikreden ve O'na kullukta bulunandan başkasına ilham verici gerçeklikleriyle görünmeyeceklerdi.

Göklerin ve yerin yaratılışını, gece ve gündüzün değişimini düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken Allah'ı ananların bakışlarına;

göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı ve bunun ötesinde onların kurtuluş, iyilik ve esenliğe ulaştırıcı ilahi metoda bağlı oldukları gerçeğidir. Dünya hayatının görüntüsüyle yetinip -bu iman bağı olmaksızın- varlık alemindeki bazı güçlerin sırrına ulaşanlara gelince, onlar ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve kendilerini mahvetmektedirler.. Hayatlarını uğursuz bir cehenneme ve boğucu bunalımlara dönüştürmektedirler. Bu halleriyle de giderek Allah'ın öfkesine ve azabına düçar olurlar.

Bunlar, Kur'an'ın "akıl sahipleri"nin karşılayış, karşılık veriş ve bağlılık kurma anı için çizdiği şu surenin sunduğu birbirinden ayrılmaz iki durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve araştırmayı somutlaştırdığı gibi kalbin arılığını, ruhun berraklığını, idrakin açıklığı ve algılamaya hazırlanışını da somutlaştıran bir andır.

Bu bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de buluşma ve karşılaşma anıdır. Bu anda en büyük varlık işaretlerini kavrama yeteneğinin bulunması yalnızca göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmenin gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların gereksiz yahut boş yaratılmadığını kavratması garip değildir. Bu yüzden doğrudan doğruya buluşma anına geçiliyor:

"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin..."

Bu evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere yarattın. Çünkü temeli haktır. Konumu ve aslı haktır. Kuşkusuz şu evrenin bir gerçekliği vardır. Bazı filozofların dediği gibi, "yokluk" değildir. Bir kanuna güre hareket etmektedir. Başıboşluğa bırakılmış değildir. Bir amaca göre hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş değildir. Varlığı, hareketi ve amacı bakımından batılın bulaşmadığı Hakk'a tabidir.

Bu kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmekten "akıl sahipleri"nin kalplerine gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını evrenin planındaki temel gerçekle şekillendirmekte, dillerini de bu evreni boşuna yaratmaktan yüce Allah'ı tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa bırakmaktadır.

"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin."

Sonra varlık alemindeki dokunuşlarla, ilhamlar karşısındaki ruhsal hareketler ardarda sıralanmaktadır.

"...bizi Cehennem azabından koru... Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."

Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki hakkı kavrama ile ateş korkusuyla yapılan ürkek ve titrek duadan kaynaklanan ürperti arasındaki vicdanî ilişki nedir?

Kuşkusuz evrenin özünde ve görünüşündeki hakkın anlamı -akıl sahipleri yanında- burada bir ölçünün, planın, hikmet ve amacın ve şu gezegendeki insan hayatının ötesinde bir hak ve adaletin varlığıdır.. O halde insanların yaptıklarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılması kaçınılmazdır. İçinde hak, adalet ve cezanın gerçekleştiği bu yurttan başka bir yurdun varlığı da zorunludur.

Bu, fıtrat ve açıklık mantığından bir zincirdir ve akıl sahiplerinin duyularında halkaları böylesine seri yer almaktadır. Birdenbire hayallerinde ateşin şeklini görmeleri ve ondan koruması için Allah'a dua etmeleri bu yüzdendir. Bu aynı zamanda varlıkta gizli gerçeği kavramakla birlikte ilk akla gelen duygudur da. Ve bu kesin görüş sahibi olan "akıl sahipleri"nde meydana gelen bilinç dalgalanmalarına olağanüstü bir dikkat çekmedir. Daha sonra dillerinden; bu uzun, mütevazi, ürkek, titrek, tevbekâr, tatlı nağmeli, kafiyeli, ahenkli, söz ve nağmelerinden bir çöl ılıklığı yükselen dua dökülmektedir.

Ateşten koruması için Rabblerine yöneldiklerinde duydukları bu ilk ürpertinin önünde durmak lazam. Yani şu sözlere dikkat etmek gerekir:

"Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin.. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."

Bu da gösteriyor ki; ateşten korkmaları -herşeyden önce- ateş ehline isabet eden utançtan korkmalarından kaynaklanmaktadır. Kendilerini saran bu ilk ürperti, ateş ehline isabet eden alçaklıktan duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun en büyük nedeni Allah'a karşı duyulan hayadır. Ateşin yakması konusunda ona karşı son derece duyarlıdırlar. Ayrıca bu, Allah'a karşı hiç kimsenin yardımının söz konusu olmayacağına ve zalimler için bir yardımcının bulunmayacağına olan güçlü bilinçten de kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi ve uzun duaya devam ediyoruz:

"Ey Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın' diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al."

Kalpler açılmıştır. Çağrıyı algılar algılamaz karşılık verir. Bu derece şiddetli bir duyarlılık uyanır içlerinde. İlk söz ettikleri şey de; eksiklikleri, günahları ve isyanları olur. Günahlarını bağışlaması, kötülüklerini örtmesi ve iyilerle beraber canlarını alması için Rabblerine yönelirler..

Duadaki bu ihtiyaç gölgesi, nefsin; şehvetleri, günah ve hatalarıyla girişilen kapsamlı savaşta, istiğfara, günah ve masiyetten arınmaya yönelmek hususundaki surenin tüm gölgeleriyle bir uyum oluşturmaktadır.. Bu alanda girişilen savaşta kazanılan zafer, öncelikle Allah ve iman düşmanlarıyla girişilen meydan savaşındaki zaferi doğurmaktadır. Surenin tümü uyum ve gölgeleriyle eksiksiz ve tertipli bir bütünlüktür.

Bu duanın sonunu; Allah'a yöneliş, O'na ümit bağlamak, O'na dayanmak ve O'nun, sözüne bağlılığından yardım istemek oluşturmaktadır:

"Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından, vaadettiğini bize ver. Kıyamet günü bizi perişan etme. Kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."

Resullerin bildirdiği Allah'ın vaadinin gerçekleşmesini istemek, sözünden dönmeyen Allah'ın sözüne bağlanmak ve kıyamet günü rezil olmaktan kurtaracağını ümit etmek bu duada duyulan ilk ürpertiyle birleşmek ve rezil olmaktan duyulan şiddetli korkuya ve bu korkunun, duanın başında ve sonunda hatırlanma ve belirtilme gereğine işaret etmektedir. Ayrıca, bu kalplerin duyarlılığına, inceliğine, berraklığına, Allah'tan duydukları korku ve hayalarına da işaret etmektedir.

Bütünüyle dua, evrenin ilhamlarının ve evrende gizli gerçeğin nağmelerinin sağlıklı ve açık kalplerde meydana getirdiği doğru ve derin tepkiyi somutlaştırmaktadır.

Edebî güzellik ve tarzdaki uygunluk açısından şu dua karşısında bir daha durmak zorundayız.

Kur'an surelerinden herbirinin ayetlerinin belirgin kafiyeleri vardır. Kur'an kafiyeleri şiirlerdeki gibi aynı harften meydana gelmez. Aksine benzeşen ahenklerden oluşurlar. Örneğin: 1-Bâsır, Hâkim, Mübîn, Mürîb, 2-Elbâb, Ebsâr, Ennâr, Karâr, 3-Hafiyyâ, Şakiyyâ, Şarkiyyâ, Şey'â vs. gibi.

Birinci bölümdeki kafiyeler genellikle herhangi bir hüküm bildirirken kullanılır. İkinciler, dua yerlerinde üçüncüler de kıssa ve hikayede kullanılırlar. Âl-i İmran suresinde, genellikle, birinci tür kafiyeler kullanılmıştır. İki yerin dışında bu kural değişmemiştir. Birinci değişiklik; içinde dua bulunan surenin baş tarafında, ikincisi de burada, bu yeni duada söz konusu olmaktadır.

Bu da Kur'an'ın ifade tarzındaki eşsiz ve edebi uygunluklarındandır. Bu uzatmalar duaya; yakıcı bir yumuşaklık, istek, yöneliş ve yakarış atmosferine uygun bir ses güzelliği katmaktadır.

Burada bir başka edebi sanat göze çarpmaktadır. Bu sahnenin, yani gök ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün değişimini düşünüp inceleme sahnesinin sunuluşuna, ağır ağır söylenen, uzun nağmeli, derin vurgulu ve mütevazi dua uygun düşmektedir. Bu yüzden sahnenin sunuluşunun; sinirler, kulaklar ve hayallerdeki duygu ve etkisi uzun sürmektedir. İçindeki tevazu, nağme, yöneliş ve ürperti sayesinde vicdanları etkilemektedir.

Burada sahne Kur'an'ın ifade tarzının hedeflerinden birini gerçekleştirecek şekilde ibare ve nağmesiyle birlikte uzamakta ve onun sanatsal çizgilerinden birini gerçekleştirmektedir. Ardından ayetler, bu yakarışa verilen cevap ve karşılıkla sürüp gitmektedir.
 

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
195- Rabbleri onlara cevap verdi ki; "Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır.

196- Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın.

197- Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!

198- Fakat Rabblerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar Allah'ın konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi kullara yönelik mükafatı daha hayırlıdır.
Bu ifade, ruhsal ve bilinçsel açıdan durumun gerektirdiklerine ve konumun istediklerine uygun olan Kur'an'ın ifade tarzının sanatsal çizgisiyle uyuşan ayrıntılı bir karşılık ve uzun bir ifadedir.

Ardından, bu ilahi karşılığın içeriği ile ilahî metodun tabiatına ve özelliklerine, sonra da İslâmî eğitim metodunun tabiatına ve özelliklerine yönelik işaretlerini özetleyelim.

Kuşkusuz, "akıl sahipleri", göklerin ve yerin yaratılışını düşünen; gece ve gündüzün değişimini inceleyen; açık evren kitabını algılayan; fıtratları, evrende gizli gerçeğin ilhamlarına karşılık veren; böylece şu mütevazi, ürpertici uzun ve derin duayla Rabblerine yönelen, sonra da samimi ve sevimli duaları üzerine Rahman ve Rahîm olan Rabblerinden karşılık gören kimselerdir.

Ancak gördükleri karşılık neydi?

Kuşkusuz duanın kabulü ile onların şu ilahi metodun temellerine ve yükümlülüklerine yöneltilişleri aynı anda olmuştur:

"Rabbleri onlara cevap verdi ki; `Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam."

Sırf tefekkür ve inceleme, yalnızca huşû ve ürperti... Kötülükleri örtmesi, rezil olmaktan ve ateşe düşmekten kurtarması için Allah'a yöneliş yetmez. "Amel" gereklidir. Bu algılamadan, bu karşılık vermeden ve ürpertiden ve somutlaşan duyarlılıktan kaynaklanan olumlu bir amel. Bu ameli İslâm; düşünme, inceleme, zikir, istiğfar, Allah'tan korkma ve O'na ümitle yönelme gibi ibadet olarak nitelemektedir. İslâm'ın nitelediği amel bu ibadetin beklenen pratik bir sonucudur. Cinsiyet farklılığından kaynaklanan ayrılığı göz önünde bulundurmadan erkek-kadın herkesten kabul ettiği amel budur. Çünkü insanlık noktasında hepsi eşittirler. -bazısı bazısından olmaları nedeniyle- Ölçüde de eşittirler.

Sonra bu amelin ayrıntılarından; bu akidenin can ve,mala getirdiği yükümlülükler gibi, metodun tabiatı, egemen olacağı yerin niteliği, yolun ve içindeki engeller ile dikenlerin mahiyeti, engelleri aşmanın, dikenleri kırmanın, temiz bitkilerin yetişebilmesi için toprağı hazırlamanın...

Fedakârlıklar ve sonuçlar ne kadar ağır olursa olsun onu yeryüzünde yerleştirmenin zorunluluğu da anlaşılmaktadır. "Buna göre göç edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kùsurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır."

Bu, imana çağrılan ve ilk defa Kur'an'la muhatap olanların tablosudur. Mekke'den hicret edenlerin, akideleri uğrunda yurtlarından çıkarılanların başka hiçbir amaç için değil sırf O'nun yolunda işkence görenlerin, savaşıp öldürüldükleri... Yani; ancak bu akideye içtenlikle inanan herkesin, her yerde ve her zamanki tablosudur. -Hangisi olursa olsun- kendisine zıt bir bölgede gelişen -hangisi olursa olsun- karşı çıkan bir kavmin arasında yaşayan ve kendisine karşı göğüslerin daraldığı, arzu ve şehvetlerin incindiği, bu yüzden işkence ve koğuşturmaya maruz kalan ve ilk etapta taraftarları da zayıf bırakılmış bir azınlık olan davanın tablosudur. Sonra, bunca işkenceye ve koğuşturmaya rağmen -yeşermesi kaçınılmaz olan- bitki yeşerir.. Giderek direnecek ve kendini savunacak bir konuma gelir. Böylece savaş ve öldürmeler başlar. İşte kötülüklerin örtülmesi, mükâfat ve sevap bu meşakkatli ve acı çabadan sonra gelmektedir..

Yol budur. Yüce Allah'ın gerçekleşmesini, hayatın pratiğinde, beşeri çabaya ve Allah için, O'nun yolunda cihad eden müminlerin sarf ettikleri çabaya bağlı kıldığı Rabbanî metodun yolu budur..

Bu metodun tabiatı, temelleri ve yükümlülükleri budur.. Sonra bu metodun eğitim, direktif verme ve Allah'ın yarattıklarını düşünüp incelemekten doğan vicdani etkilenme aşamasından, Allah'ın istediği metodu gerçekleştirmek için bu etkilenmeye uygun müsbet amel aşamasına geçişi sağlamadaki yöntemi de budur.

Sonra ayet-i kerime, yeryüzü malı ve nimetlerinde kafirler, isyancılar ve Allah'ın metoduna karşı çıkanlar için gizli bulunan fitneye pratik bir dikkat çekmektedir. Bu; malın, gerçek ölçüsüne ve gerçek değerine dikkat çekmektedir. Tâ ki taraftarlarına; işkence, yurtlarından çıkarılma, öldürülme ve savaş gibi zorluklara maruz kalan müminler için bir fitne olmasın.

"Kâfirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın." "Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!"

"Fakat Rabblerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar Allah'ın konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi kullara yönelik mükâfatı daha hayırlıdır."

Kafirlerin şehirlerde gezip dolaşması, nimet ve zenginliğin, mülk ve iktidarın görüntüsüdür. Bu kalplerde karşı konulmayı gerektiren ve etki bırakan bir görüntüdür. Çünkü onlar; zorluk, yoksulluk, işkence emek sarf etmek, koğuşturma ve cihadın zorluklarına katlanırken ve bütün bunlar da son derece meşakkatli ve korkunç zorluklar iken, batıl taraftarlarının nimetler içinde mal mülkten yararlanması mümin kalplerde de etki bırakır.. Bu durum, hakkı ve taraftarlarını bu şekilde zorluklara düçar olmuş, batıl ve taraftarlarını da refah ve saadet içinde gören ve herşeyden habersiz halk yığınlarının kalbini de etkiler. Ayrıca sapıklık ve batıl taraftarlarının kendilerini de etkiler. Böylece sapıklıkları, azgınlıkları, şer ve fesat içindeki inatları artar..

İşte aşağıda buna değinilmektedir:

"Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezmeleri sakın seni aldatmasın."

"Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!"

Az bir geçim... Yok olup giden... Ama sürekli ve kalıcı olarak dönecekleri yer; Cehennem'dir. Ne kötü barınak...

Geçip giden zorluk ve meşakkat karşısında_ da, Cennetler, sonsuzluk ve Allah'ın ikramı yer almaktadır.

"...Altlarından ırmaklar akan Cennetler"... "...Orada süresiz kalacaklardır"..: "...Bu Allah tarafından bir ağırlanmadır"... "...Allah'ın iyi kullara yönelik mükafatı daha hayırlıdır."

Kişi, bu nasibi bir kefeye diğerini de bir kefeye koysa Allah'ın katındakilerin iyiler için daha hayırlı olduğundan şüphe duymaz. Bu ölçüye göre, müttakilerin kefesinin kafirlerinkine tercih edilmesi hususunda kalplerde kuşku kalmaz. Akıllı birinin "akıl sahipleri"nin kendileri için seçtikleri payı seçmek için tereddüt etmesi mümkün değildir.

Yüce Allah, bu nizama alıştırmak, İslâm düşüncesinin temel değerlerini yerleştirmek noktasında, müminlere her zaman zaferi, düşmanlarını kahretmeyi, onları yeryüzüne yerleştirmeyi ve bu hayatla ilgili herhangi bir şeyi vaad etmiyor. Düşmanlarıyla karşılaştıklarında dostlarına yardım edeceğine dair takdirini de vaad etmiyor.

Burada onlara bir tek şeyi, Allah katında bulunan nimetleri vaadediyor. Bu davada asıl olan da budur. Burası, şu akidenin öngördüğü hareket noktasıdır. Bütün hedeflerden, amaçlardan, her türlü eğilimden mutlak soyutlanma... -Hatta, akidesinin ve Allah'ın sözünün galip gelmesi ve O'nun düşmanlarının kahrolması hususundaki arzularından- evet yüce Allah, müminlerin bu arzularından da soyutlanmalarını, işlerini O'na dayandırmalarını velev ki kendilerinde olmasa bile kalplerini bu eğilimden kurtarmalarını dilemektedir.

Yüce Allah'ın bahşettiği, vaadettiği ve yerine getirmelerini istediği yalnızca bu akidedir... Karşılığında dünya malı, zafer, galibiyet, hakimiyet ve üstünlük gibi şeyler vaad etmeksizin... Herşeyi orada beklemek sadece.

Sonra zafer, egemenlik ve üstünlük gerçekleşiyor. Ancak bu, Allah'ın verdiği sözde yer almamıştır. Akidleşmenin bir parçası değildir. Akidde dünya karşılığından herhangi birşey yer almamıştır. Sadece görevi yerine getirme, bağlılık, bağış ve imtihan...

Dâva Mekke'den kovulmuşken biat buna göre gerçekleşmişti. Alış-veriş bunun üzerine yapılmıştı. Bu şekilde soyutlanmadıkları ve bu derece bağlanmadıkları sürece yüce Allah, müslümanlara zafer, hakimiyet ve üstünlük bahşetmiyor, yeryüzünün idaresini, beşeriyetin önderliğini onlara teslim etmiyor.

Muhammed b. Kâb el-Kurezî ve diğerleri şöyle rivayet ediyorlar: Abdullah bin Revaha (Allah O'ndan razı olsun) Akabe gecesinde (Evs ve Hazreç ileri gelenleri Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerine hicret etmesi için O'na biat ederlerken) Resulullah'a şöyle dedi: "Rabb'in ve kendin için dilediğin şartı koş". Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim için; O'na kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum " Abdullah: "Peki bunu yaptığımızda bize ne var?" deyince Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) O'na: "Cennet!.." buyurdu, bunun üzerine; `Kârlı alış-veriş ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz' dediler."

İşte böyle... Kârlı bir alış-veriş, ne bozarız ne de bozulmasını isteriz.. Kuşkusuz onlar, bunu iki kişi arasında gerçekleştirilen bir alış-veriş olarak algılamış, onunla yetinmiş, sözleşmeyi sürdürmüşlerdi... Pazarlık yapmaları bu yüzdendi...

Yüce Allah, yeryüzünün idaresini önderlik öncülüğünü ellerine vermeyi ve tüm eğilimlerinden, arzu ve şehvetlerinden hatta yüklendikleri dava, gerçekleştirdikleri metod ve uğrunda öldükleri akideye özgü amellerinden tam anlamıyla soyutlandıktan sonra, o büyük emaneti teslim etmeyi takdir buyurduğu kitleyi işte böyle eğitiyordu. Çünkü ruhunda kendisi için bir arzu ya da top yekün Allah'a teslim olmakla bağdaşmayan bir kalıntı barındıran kişiye bu büyük emanetin yüklenmesi doğru değildir. ("Ey müminler, bütün varlığınızla İslâm'a (barışa) giriniz." ayetinin tefsirine bakınız, Bakara suresi; 208, Fi Zılâl)

Surenin bitiminden önce ayetlerin akışı ehl-i kitaba dönmekte ve aralarında müslümanlar gibi inanan bir grubun olduğunu bildirmektedir. Onlar da İslâm kervanına katılıyor, onlar gibi hareket ediyorlar, mükâfatları da elbette onlar gibi olacaktır.
 

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
199- Kuşkusuz kitap ehlinden Allah'a size indirilen ve kendilerine indirilmiş olan mesaja, Allah korkusu içinde, inananlar, Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmayanlar vardır. Bunlar Rabbleri katında ödüllerini alacaklardır. Hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek çabuktur.
Bu, ehl-i kitapla son hesaplaşmadır. Surenin geçen birçok bölümünde onlardaki gruplardan ve konumlarından söz edilmişti. İman sahasında dua ve karşılık sahnesinde aynı şekilde ehl-i kitaptan bazı kimselerin sonuna kadar yolu takip ettikleri anlatılmıştı. Onlar, kitapların tümüne inanıyorlar.

Allah ve Resullerinin arasını ayırmadıkları gibi Resullerinden hiçbirini de ayırmazlar. Daha önce kendilerine ve müslümanlara indirilene inanırlar. Bu da iman kervanına yakınlık ve sevgiyle bakan, akidenin stratejisini Allah'a ulaştırıcı olarak gören ve Allah'ın metodunu evrensel birliği ve bütünlüğüyle ele alan bu akidenin bir özelliğidir. Burada ehl-i kitaptan mümin olanların, Allah'a karşı duydukları huşû ve O'nun ayetlerini az bir değere satmama özellikleri öne çıkmaktadır. Bunun nedeni de onları, ehl-i kitabın kibir, Allah'a karşı hayasızlık, adi hayat metaını elde etmek uğruna yalan düzmek ve Allah'ın ayetlerini gizlemek olan temel özelliklerinden ve onların saflarından ayırmaktır. Onlara da Allah, katında müminlere ayırdığı ecri vaad etmektedir. Ve Allah kendisiyle alış-veriş yapanların ücretini geciktirmez.

"...hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek çabuktur." Ardından, yüce Allah'ın iman edenlere yönelik çağrısındaki son ifade... Metodun gerektirdiği ağırlıkları ve yolun şartlarını özetlemesi yer almaktadır.
 

romeo

Yeni Üyemiz
AYET-İ KERiME
200- Ey müminler, sabırlı olunuz, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakınız, sürekli savaşa hazırlıklı olunuz ve Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz.
Bu iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır. Kendilerine bu ağır yükü yükleyen, davet ve sorumluluk için eğiten, yerde onurlandırdığı gibi gökte de onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla yapılan bir çağrı...

"Ey müminler..."

Sabretmeleri, sabırda yarışmaları, hazırlıklı olmaları ve Allah'tan korkmaları için, onlara çağrı yapılmaktadır.

Surenin akışı, sabır ve takvayı bolca işlemektedir. Bazan ayrı ayrı bazan da birlikte zikretmektedir. Aynı şekilde surenin akışı, dayanmaya, cihat etmeye, hileleri bertaraf etmeye, yenilgi ve kargaşa çığırtkanlıklarına kulak vermemeye yönelik çağrılan da içermektedir. Bu yüzden sure, sabretmeye, sabırda yarışmaya, hazırlıklı olmaya ve Allah'tan korkmaya çağırmakla son bulmaktadır. Bu da surenin bütünlüğüne uygun bir sonuç olmaktadır.

Bu davada sabır, yol azığıdır. Çünkü yol uzun ve meşakkatlidir. Cezalar ve dikenlerle kuşatılmıştır. Kan, ceset, işkence, imtihanla doludur. Birçok şeye karşı sabretmek gereklidir. Nefsin şehvet ve arzularına, eğilim ve kibirlerine, zaaf ve eksikliklerine, acelecilik ve bıkkınlığına karşı sabır...

İnsanların şehvetlerine, eksikliklerine, zaaf ve bilgisizliklerine, kötü düşüncelerine, bozuk tabiatlarına, bencilliklerine, kibirliliklerine, kaypaklıklarına ve sonuç için aceleci olmalarına karşı sabır... Batılın saldırganlığına, tabutların küstahlığına, kötülüğün kabarıklığına, şehvetin yaygınlığına, gurur ve tekebbürün azgınlığına karşı sabır... Öte yandan yardımcıların azlığına, destekçilerin zayıflığına, yolun uzunluğuna, zorluk ve sıkıntı anında şeytanın vesveselerine karşı sabır... Bütün bunlara karşı cihadın sürekliliğine ve nefislerde meydana getirdiği, acı, kin, öfke ve sıkıntı gibi çeşitli tepkilere...

Kimi zaman hayırda güven zayıflığına, kimi zaman insan fıtratındaki ümit eksikliğine, kimi zaman da usanç, sıkıntı, karamsarlık ve ümitsizliğe karşı sabır... Bütün bunlardan sonra da, güç, zafer ve galibiyet anında nefsi zapt etmeye, kibirlenmeden, intikam almaya yeltenmeden, bir hak olan kısası haksızlığa dönüştürmeden, bolluğu tevazu ve şükürle karşılamaya, bollukta da darlıkta da Allah'a bağlı kalma, O'nun çizdiği kaderine teslim olma,, güven bağlılık ve huşû içinde her işi O'na havale etme hususunda sabır...

Bütün bunlara ve bu uzun yolun yolcusunun yol boyunca karşılaşacağı ve kelimelerin yetersiz kaldığı daha nicesine karşı sabır. Çünkü kelimeler bu zorlukların gerçek anlamlarım aktaramazlar. Yolun meşakkatlerini çeken, heyecan, tecrübe ve acılarını tadan kavrayabilir bunu ancak.

İman edenler bu hakiki anlamın birçok yönünü tatmışlardır. Bu çağrının tadını da en iyi onlar bilir. Yüce Allah'ın uygulamalarını ve istediği sabrın anlamını çok iyi bilirler.

"Musabere" -sabırda yarışma- "Sabır" kelimesinin kökünün "mufaele" -işdeş- kipidir. Bütün bu duygularını sabırda yarışması, müminlerin sabrını kırmaya çalışan düşmanların sabırda yarışması... Evet onların ve bunların sabırda yarışması, sürüp giden cihadda müminlerin sabrını tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı ve daha güçlü kılar. Kalplerißin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve insanların en kötüsü olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir yarıştır. Düşmanlarıyla kendileri arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya karşı savunma, çalışmaya karşı çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki. Yarışmanın gayesi de düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır. Batıl ısrar ediyorsa, sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve yolunu sürdürmede daha sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı olma cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da asla onları korkutamaz.

Bu dava insanları, pratik bir hayat metoduyla yüzyüze getirmektedir. Mallarına, hayat ve yaşayışlarına hükmettiği gibi vicdanlarına da hükmeden bir metod... İyi, adil ve dosdoğru bir metod... Ancak kötülük; iyi, adil ve dosdoğru metoddan rahatsız olur. Batıl; iyiliği, adaleti ve doğruluğu sevmez.

Tuğyan; adalete, eşitliğe ve şerefliliğe teslim olmaz. Bu yüzden kötülük, batıl ve azgınlığın taraftarları bu davaya karşı çıkmaya başlıyorlar... Sömürü ve çıkarlarından vazgeçmek istemeyen sömürgeci ve çıkarcılar, tuğyan ve büyüklük taslamaktan geçemeyen tağut ve müstekbirler ile başıboşluk ve şehvetlerden ayrılmak istemeyen ahmak beyinsizler bu hak davaya savaş açıyorlar. İşte bütün bunlara karşı cihad etmek kaçınılmazdır. Sabretmek ve sabırda yarışmak zorunludur. Hazırlıklı ve tetikte olmak gereklidir. Ta ki müslüman ümmet, her yerde ve her soyda süren düşmanlarından gafil olmasın...

İşte bu davanın tâbiatı, işte davanın yolu... Kuşkusuz bu dava haksızlık yapmak istemez. Ancak, yeryüzüne köklü metodunun ve sağlam düzeninin yerleşmesini ister. Her zaman bu metod ve düzenden hoşlanmayanları, yoluna güç ve hile ile dikilenleri, başına türlü dolaplar açmak için fırsat kollayanları, kendisine karşı elleriyle, kalpleriyle ve dilleriyle savaşanları bulacaktır kuşkusuz. Bütün yükümlülükleriyle birlikte savaşı kabullenmekten başka seçeneği yoktur. Sürekli hazırlık ve tetikte olması, bir an bile gafil olup uyumaması gereklidir.

Tàkva... Tàkva, bütün bunlara eşlik eder... Çünkü o, vicdanda uyarıcı bir bekçi fonksiyonunu icra ederek onu gafil olmaktan, zaaftan, haksızlık yapmaktan, şurada veya burada yoldan çıkmaktan korumaktadır.

Yolun meşakkatlerine katlanan ve çeşitli durum ve onlarda baş gösteren, sürekli çelişen, çoğalan ve kaynayan tepkileri tedavi etmek durumunda olanlardan başkası bu uyarıcı bekçiye olan ihtiyacı kavrayamaz.

Bu, birçok duygulu sahneyi içeren surenin son melodisidir. Sure bütün bunların ve genelde davanın gerektirdiği yükümlülüklerin toplamından meydana gelmektedir. Bu yüzden yüce Allah, bu uzun yarışın sonucunu ve bu yarıştaki başarıyı ona bağlamaktadır.

"...kurtuluşa eresiniz."
DİKKAT
Ve kuşkusuz yüce Allah en doğrusunu söyler.
 
Üst Alt