E.F > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi...

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ HADİS VE EHL-İ REY "Ehl" sahip ve taraftar anlamlarına geldiğinden "Ehl-i Hadis" hadis ehli, taraftarı, hadisçi; "Ehl-i rey" de, rey (yani ictihad) taraftan, yanlışı demek olurFıkıh literatüründe ise, insanların problemlerini halledip, dini hükümlerini bildirmede ictihada ve şahsi görüşe başvurmaktan sakınıp, bunda daha çok hadislerle yetinme yolunu tercih eden Islam alimlerine "Ehl-i Hadis"; Hadisi kabul etmekle beraber, insanların problemlerini çözmede daha çok şahsi görüş ve içtihadlarını kullanan Islam alimlerine de "Ehl-i rey" tabiri kullanıla gelmiştir Fıkıh tarihinde Hicaz Mektebi genellikle ehli hadisin temsilcileri, Irak Mektebi de ehl-i reyin temsilcileri olarak görülmüş, birincilerin imamı olarak Imam Malik, ikincilerin imamı olarak da Imam Ebu Hanife kabul edilmiştir Bu genel bir bakış açısıdır Yoksa, az sonra göreceğimiz gibi, Malik, rey ve ictihad kullandığı gibi, Ebu Hanifede hadis kullanmıştır Ayrıca bu mektepleşme onlarla kalmamış, daha sonralara doğru devam etmiştirAma bu ayrılma tabiidir Çünkü insanların karekterleri ile de alakalıdır ve tâ sahabeye dayanır Mesela Mu'az bin Cebel, Kitap ve sünnetle halledemeyeceği problemleri ictihadıyla (Reyi ile) çözeceğini söylediginde Resulullah'tan takdir görmüştürHz Ömer, Ebu Musa el-Eşarı'ye: "Kitap ve Sünnette bulunmayan meselelerde gönlüne (vicdanına ve reyine) kulak ver ve onları benzerlerine kıyasla" diye emir vererek reyin kullanılma yeri ve konularında susmayı ve görüş beyan etmeyi tercih edenler de vardır Bu, işaret ettiğimiz gibi, biraz da kişilerin mizacıyla, mesuliyet ve görev yüklenip yüklenmemeleriyle alakalıdır Mesuliyet yokken görüş beyan etmekten sakınan birisi, mesuliyet yüklenince buna mecbur kalabilir Aslında re'ysiz bir hadisçiliğin ve hadissiz bir reyciliğin olması da düşünülemez Çünkü "Rey" (ictihad) geniş anlamıyla hem nassı anlamayı, hem kıyas yapmayı, hem de nasların öyle ya da böyle delaleti olmayan yeni problemlere şeriatın ruhuna uygun hükümler istinbat etmeyi içine alır Buna göre ehli hadis de re'yin en azından iki ucuyla alâkalı demektir Kala kala bir ucu kalmış olur ki, işte ehli reyi, ehli hadisten ayıranda reyin o bir ucunda ehli hadise göre daha cesur olmaları ve onu öbürlerinden daha çok kullanmış olmalarıdırVakıa Irak Mektebi olarak bilinen ehl-i re'y hadisi diğerlerinden daha az kullanmışlardır Ama bunun makul sebepleri vardır:1 O bölgede her ne hikmetse Ibn Mesud gibi re'ye çokça başvuran sahabe üstadlık etmiş ve oradaki fıkıhçılar bu cesareti onlardan almışlardır2 Irak bölgesi tabii olarak, sünnet malzemesi konusunda Hicaz bölgesinden fakirdir Çünkü sünnetin nâkilleri olan sahabe ve tabiinin çoğu Hicaz bölgesindedir Ama buna rağmen Iraklılar da problemlerini halletmek ve hadislerin bıraktığı boşluğu ictihadla (rey) doldurmak zorunda idiler3 Irak, sapık mezheplerin ve batıl dinlerin çokça bulunduğu ve herkesin kendi görüşünü destekleyen hadisler uydurduğu karışık bir bölgedir Bu yüzden orada hadis çok ince eleklerden geçirilerek alınmış ve bu arada belki de gerçekten Resulullahın sözleri olan hadisler dahi, kesin kanaat oluşmadığı için terkedilmiştir Yoksa sabit sünnetle amel etmekte her iki mektep de ittifak halindedir Kaldı ki, Imam Malik de pek çok hadisi bazı sabit kurallara ve kesin esaslara uymadıkları için kabul etmemiştir4 Irak bölgesinin örfi ve yaşayış biçimi farklı idi Hüküm vermede örfe de itibar etme gereğiorada ictihadın çoğalmasına sebeb oldu5 Re'yi fazla kullanıp bunda maharet kazanmak Iraklıları "Farazi fıkıh" denen bir uygulamaya götürdü ve olmamış meseleleri de olması ihtimaline binaen hükme bağladıklarından re'y ürünü görüşler çogaldı Görüleceği üzere ortaya çıkan sonuç sudur:"Ehli rey ve ehli hadis, hadis yerine reyi kabul edenler çok ya da daha az kullanabilenler demektir Keza ehli hadis de reyi kabul etmeyenler demek değildir Ehli Rey sünnetle halledemedikleri konuları kıyası hafi ya da istihsanla halletme yoluna giderken, ehli hadis de istislah ve Medine ehlinin örfiyle halletmeye çalışmışlardır Isimleri değişik olsa da bu metodlar netice itibari ile reydir ve aynı kapıya çıkarlar Zaten ehli hadisin önderleri olan meşhur yedi Medine fakihinin beşi reycilikleriyle tanınırlarBilahere Ebu Hanife'nin talebeleri olan Imameyn daha çok hadis mütalaa imkanına sahip olmuşlar ve hadisi malzeme olarak daha çok kullanmışlardır Bu arada ehli hadis de -hadisler sabit, olaylar çoğalmakta olduğu için- re'yi daha çok kullanır olmuşlardır Imam Şafii de her iki mektepten etkilendigi için bir bakıma bu iki eğilimin bileşkesi olmuş ve her iki malzemeyi de eşit derecede kullanmıştır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHLÎ HAYVANLAR

Ehlî hayvanlar, ahırda, ağılda ve kümeste beslenen yırtıcı olmayan hayvanlardır; etinden, sütünden Yumurtasından deri ve yününden faydalanılır; yük taşıma, tarla sürme gibi değişik işlerde kullanılır

"Ehlî hayvan" karşılığında "yabânı (vahşî, yırtıcı) hayvan" tâbiri kullanılır Yabânı hayvanlar avlanarak, ehlî hayvanlar ise yetiştirilsek elde edilir
Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetinde ehlî hayvanlardan söz edilmiş, bu hayvanların, Allah'ın insanlara nimeti olduğu hatırlatılarak, şükretmeleri istenmiştir: "Bütün çiftleri yaratan ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar vareden o'dur Onların sırtına binesiniz sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinizin nimetini anasınız ve (şöyle) diyesiniz: 'Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)ın şânı yücedir, yoksa biz bunu (hizmetimize) yanaştıramazdık'' (ez-Zuhruf, 43/12-13)
Hayvanların insanlara "boyun eğdirildiği" ve faydaları Kur'an-ı Kerîm'de şöyle haber veriliyor: "Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık ta kendileri onlara mâlik olmaktadırlar Onları kendilerine boyun eğdirdik İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar Kendileri için onlarda daha birçok faydalar ve içecekler var Hâlâ şükretmiyorlar mı?'' (Yâsîn 36/7 1 -73)
İnsana hizmet için yaratılan, insanın her emrine uyan ehlî hayvanlar bu itâatkâr halleriyle bize şunu anlatmaktadırlar: "Ey insanoğlu, senden güçlü olduğumuz halde Allah bizi senin emrine verdi Onun için sana itâatsizlik etmiyoruz O halde sen de O'nun emrine gir, O'na itaatsizlik etme, şükret! "
Gerçekten de bu hayvanların varlığı, akıl taşıyan ve ahsen-i takvim (en güzel şekil) üzere yaratılan insanın şerefli mevkiini gözler önüne sermektedir; İnsan onlara binip istediği yöne sevk etsek, gideceği yere rahat bir şekilde gitmektedir:
"Biz Âdemoğullarına (güzel biçim mizaç ve aklî kabıliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik; onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık; onları güzel rızklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık'' (el-İsrâ, 17/70)
Her hayvanın ayrı özelliği ve ayrı görevi vardır: "Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı) kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin Şeytanın adımlarını izlemeyin (onun peşinden gitmeyin) Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır" (el-El'âm 6/142)
"Allah kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanlar yarattı Onlarda sizin için (sütleri, derileri tüyleri gibi daha birçok) faydalar var Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız" (el-Mü'min, 40/79-80)
İnsanların işlerini kolaylaştıran maddî faydaları yanında, hayvanların "süs" olma, eğlendirme-dinlendirme gibi mânevî faydaları da vardır: "Ve akşamleyin mera dan getirdiğiniz, sabahleyin mera ya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır (Onların gidiş-gelişleri, size ayrı bir güzellik ve zevk verir) Ağırlıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki (onlar olmasa) siz canlarınızın yarısı tüKerimeden oraya varamazdınız Doğrusu Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır" (en-Nahl 16/6-8)
"Ehl-î hayvanlar, koyun ile keçiden, sığır ile mandadan ve at ile deveden ibaret olmak üzere başlıca altı cinstir" (Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, 322) Köpek, kedi, at, eşek gibi hayvanlar da etleri yenmeyen ehlî hayvanlardandır
Dinimizde kurban ve zekât gibi mâlî ibadete konu olan ehlî hayvanlar "en'am" adı verilen deve, sığır-manda, koyun-keçidir Kur'an-ı Kerim'in altına sûresi "En'âm" adını taşımaktadır Bu sûrenin 136 138 ve 139 âyetlerinde Arapların hayvanlara uyguladıkları bazı gelenekler kınanmıştır: Câhiliye Araplarından bazıları, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını "şu Allah'ın payı şu da tanrılarımızın payı" diye bölüştürürler; eğer Allah'ın hakkından putun hakkına birşey geçerse onu öyle bırakırlar, putun hakkından Allah için ayrılan tarafa birşey geçerse onu alıp tekrar putun hakkına katarlar ve, "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derlerdi
İslâm hukukunda ehlî hayvanlarla ilgili olarak bazı hükümler mevcuttur Bu hükümler şu başlıklar altında toplanabilir:
1) Hayvan haklarına riâyet etmek: Allah'ın yarattığı can taşıyan varlıklara işkence etmek haramdır Peygamberimiz (sas), "Kim bir canlıya işkence ederse ve tevbe etmezse, Allah kıyamet gününde ona aynı şekilde azâb eder" (et-Terğib ve't-Terhib, II, 282) buyurmuştur
Ehlî hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini zamanında vermek, tımarlarını yapmak gerekir Hayvanın sahibi onları fazla yoramaz gereksiz yere dövemez Her cinsi, hangi hizmet için yaratılmışsa, o hizmette kullanmalıdır Meselâ sığır hayvanları arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırılmak için yaratılmıştır, bunlara binilemez, sırtlarına yük yükletilemez"
2) Hayvan Kesimi (Zebh) - Kurban Dinimizde hayvanlar; "etleri yenen ve yenmeyenler olmak üzere iki kısma ayrılır Deve, sığır, koyun gibi ehl; hayvanlarla, tavuk, kaz, ördek gibi kümes hayvanlarının eti yenir Ancak bu hayvanların etlerinin helâl olması için; bıçak gibi kesici bir âletle kesilmesi, kesilirken de Allah adının anılması, "Bismillah Allah'u Ekber" denilmesi gerekir Kur'an'da bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Biz o kurbanlık develeri de size Allah'ın (dininin) işaretlerinden yaptık Onlarda sizin için hayır vardır Onlar, ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın adını anın (da kesin)" (el-Hacc, 22/36)
Allah adını anmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır: "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin! Çünkü o(nu yemek), yoldan çıkmadır Şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için fısıldar (telkinde bulunur)lar Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de ortak koşanlar (gibi olur)sunuz" (el-En'âm, 6/121)
Temiz ve helâl olan bir hayvana âit yedi şeyi yemek haramdır:
Akan kan (el-Mâide 5/3), tenasül uzvu, husyeler, bez, bevl torbası, öd
Kurban, Allah rızası için ehlî hayvanlardan deve, sığır ve koyunun kesilmesidir Kurban Bayramı günlerinde (Zilhicce'nin 10 11 ve 12 günleri) gücü yeten kimselere kurban kesmek vâcibdir Bir koyun veya keçi yalnız bir kisi için kurban olabilir Bir deve veya sığırı ise bir kişi kesebileceği gibi en çok yedi kişi birlikte de kesebilir Tavuk-horoz gibi kümes hayvanlarından kurban olmaz
Bir kurban, âdâbına uygun olarak şu şekilde kesilir: Hayvan, kesileceği yere eziyet vermeden götürülür; kıbleye karşı yatırılır; ''Bismillah Allahüekber" denilir ve "İnne salâtı ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillahi Rabbilâlemin lâ şerîke leh: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir O'nun ortağı yoktur" (el-En'âm, 161-162) âyeti okunur Fazla acı çekmemesi için keskin bir bıçak ile kesilir, tamamen canı çıktıktan sonra derisi yüzülmeye başlanır "Allah her şeyde güzelliği emreder: Öldürdüğünüz zaman öldürmeyi güzel yapın Kestiğiniz zaman kesmeyi güzel yapın Bıçağınızı keskinleştirin, hayvanı eziyet vermeden güzelce yatırın " Çabalaması sona ermedikçe hayvanın başını koparmayın ve yüzmeyin" (et-Terğib ve't-Terhîb, II, 279)
"Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır Onların karınlarından fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz (en-Nahl, 16/66)
"Allah size, evlerinizden oturulacak bir yer yaptı ve size hayvan derilerinden, göç gününüzde (yolculukta) ve ikamet gününüzde (oturma zamanlarınızda) kolayca kullanacağınız hafif evler (çadırlar, portatif evler) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (kullanacağınız) giyilecek, döşenecek eşya ve geçimlik (ticaret malı) yaptı " (en-Nahl, 1 6/80)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ KİTAP

İslâm literatüründe yahudiler ve hristiyanlar için kullanılan bir tâbir, kitab ehli

Kur'ân-ı Kerîm, birçok yerde yahudiler ve hristiyanlardan, ehl-i kitap diye bahseder; Hadislerde de bu tâbir sık sık kullanılmıştır Böylece vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebûr ve İncil'e sahip bulunan yahudiler ve hristiyanlar, bu kitaplar tahrif edilmiş olmasına rağmen, müşriklerden ayırdedilmiş ve kendilerine farklı bir statü tanınmıştır
İslâm ahkâmına göre, İslâm idâresini kabul edip bağlandıktan sonra ehl-i kitaba ibadetlerini serbestçe yapabilme hürriyeti tanınır Antlaşma şartlarını tamamen yerine getirmeleri ve âdil ölçülerde kendilerine konan cizyeyi (baş vergisini) ödemeleri hâlinde İslâm idâreşinin himâyesinde olup can ve nal güvenlikleri sağlanır
Bu hususlara muhâlif davranan müslümanlar, büyük bir günâh işlemiş sayılırlar Hz Peygamber ve Râşid Halifeler döneminden itibaren tüm âdil İslâm idârelerinde ehl-i kitaba bu hakların eksiksiz verildiği, antlaşma metinlerine bu hususların hassâsiyetle yazıldığı ve uygulanmasında büyük titizlik gösterildiği, tarihî bir gerçektir Bu hassâsiyet, Peygamber efendimizin, "Bir zımmîye zulmedenin kıyâmet gününde hasmı benim!" hadislerinde en güzel şekliyle ifadesini bulmuştur (Ebû Dâvûd, İmâret, 33; ayrıca bkz Ebû Dâvûd, Cihad 153) Sefere çıkan ordu komutanlarına ve valilere halifeler tarafından verilen tâlimâtlarda, muâhedûn, ehlü'z-zimme veya zimmîler sıfatıyla ehl-i kitabın haklarına riâyet etmeleri, kendilerine ibadet hürriyeti verilmesi ve insânı muâmelede bulunulması sıkı sıkıya emredilmiştir İmâm Ebû Yûsuf'un Kitâbü'l-Harâc'ı, Ebû Ubeyd Kasım b Sellâm'ın Kitâbü'l-Emvâl'ı ve diğer İslâm hukukçularının kaynak eserleri bu tâlimatları ile ehl-i kitaba uygulanacak ahkâm ve verilecek haklar konusunda geniş bilgiler ihtivâ ederler
İlk halifeler döneminde ehl-i kitabın, Arap Yarımadası'ndan sürülüp çıkarılması, Hz Peygamber'in, "Arap Yarımadası'nda iki din birarada bulunmayacaktır" (Muvatta', Medine, 18,19) şeklindeki bir hadisine dayandırılırsa da bunun yanında ehl-i kitabın, antlaşma şartlarına uymamaları ve huzursuzluk çıkarmalarının da bu uygulamaya esas teşkil ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir
Hz Peygamber'in, yahudi ve hristiyan olmadıkları halde Hecer ve Bahreyn'deki İranlılardan cizye almış olması, ilk dönemlerde mecûsîlerin de ehl-i kitap adı ile anılmalarına değilse bile, ehl-i kitaba uygulanan ahkâm ile muâmele görmelerine yol açmıştır Ayrıca Arap Yarımadası'nın dışında kalan bölgelerde yahûdilik ve hristiyanlıktan başka dinlere mensup olanların ehl-i kitaba tanınan haklara sahip olup olamayacakları hususu, İslâm âlimlerince farklı şekillerde yorumlanmıştır Bu sebeple İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde Arap Yarımadası'nın dışındaki putperestlerden ve diğer din mensuplarından da cizye* alınıp kendilerine ehl-i kitab gibi muâmele edildiği olmuştur Ancak bu husus, ehl-i kitab tâbirinin zamanla anlam değiştirdiği ve şümûlünün genişletildiği manasına gelmez
Kur'an; yahudi ve hristiyanlar gibi, -sonradan bozulmuş da olsa-, bir hak dine inananların yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır:
"Bugün size temiz ve faydalı şeyler helâl kılındı Kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5)
Bu âyetin manası genel olup, domuz, şarap, içki, ölü hayvan gibi aslı haram olan yiyeceklerin dışında kalanları içine alır
Yahudi ve hristiyanlar dışında kalanlar müşrik hükmünde olup, kestikleri yenmez Yahudi ve hristiyanların kesim şekli kendi dinlerinin kabûl ettiği bir şekilde oluyorsa, böyle kesilen hayvanlar yenir; dinlerinin kabûl etmediği bir kesme ve öldürme şekliyle öldürülmüşse, böyle hayvanların etleri yenilmez
İslâm, müslüman bir erkeğin kâfir veya müşrik bir kadınla evlenmesine izin vermezken, kitap ehlinden olan, yani yahudi veya hristiyan bir kadına evlenmesine izin vermiştir Çünkü bunların dini, aslı bozulmuş olsa da semâvî bir dindir Bu konuda Kur'an'ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir Mehirlerini verdiğiniz takdirde, iman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zina etmemek ve gizli dost tutmamak şartıyla size helaldır" (Maide 5/5)
Bu, kitap ehline İslâm'ın bir müsâmahasıdır Kitâbî kadınlarla evlenmek bir ruhsattır, azîmet değildir Yani aslolan, müslüman bir erkeğin kitâbî kadınla evlenmesi değil, evlenebilir olmasıdır Fakat müslüman bir kadın, yahudi ve hristiyan da olsa gayr-i müslim bir erkekle evlenemez, bu haramdır Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, müslüman bir erkek için mümin bir kadın şüphesiz, kitâbî bir kadından daha iyidir Doğacak neslin inanç, terbiye ve yetiştirilmesinde tehlike görülürse kitâbî kadınlarla evlenilmemelidir Müslümanların azınlık durumunda olduğu memleketlerde müslüman nüfusun artması, kitâbî erkeklerle evlenemeyeceklerinden müslüman kızların açıkta kalmaması için, kitâbî kadınlarla evlenebilme hükmünün geçici olarak kısıtlanması da mümkündür
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HLİ KITABIN İŞİNDE ÇALIŞMAK Genel anlamda yani gayrı müslimin müslümanı tahkir ve tezlili sözkonusu olmadığı zaman ve mekanda, müslümanın ücretle herhangi bir zimmiye çalışması caizdir Hz Ali, kuyudan çektigi her kova karşılığında bir hurmaya bir Yahudiye çalışmış, aldığını Rasulüllah (sav)'a getirmiş ve o da bundan yemiştir Ensardan olan bir başka sahabî aynı şekilde çalışmış; aldığını Rasulüllah (sav)'a getirmiş o da bunu inkâr buyurmamıştır (bk Tirniizî, kiyâme 34; Ibni Mâce, ruhûn 6) Çünkü bunda müslümanı küçük düşürücü bir durum yoktur Ama birgün, bir ay vBulletin süreli ve bağlayıcı bir iş akdi ile çalışmasına gelince; bu noktada Islâm hukukçuları farklı görüştedirler Bazılar: Bu sahih olmaz, çünkü bunda kâfirin müslümana hakimiyeti ve onu satın almış gibi küçük düşürmesi sözkonusudur, derler Bazılar da: Sahih olur, çünkü bu kendi iradesi ile bir ücret karşılığında çalışmadır Onun mülkiyetine geçmekten ziyade, kendi zimmetinde çalışmaya benzer Çünkü malik olmak, ona her bakımdan sahip olmak demektir diye düşünürler Ibn Kudame'ye göre bu ikinci görüş daha isabetlidir (Ibn Kudâme, Mugnî, IV/294) Doğrusu da budur Çünkü bir saatlik çalışmada da hakimiyet sözkonusu olabilir Bir aylık, bir yıllık ilh çalışma ile bir anlık çalışma arasında sadece süre farkı vardır
Bu açıdan bugün Avrupa'da ve benzeri yerlerde çalışan müslümanları düşünürsek, çoğunluğu itibari ile oralarda çalışmaları her iki görüşe göre de gayrı sahihtir Çünkü hem belli bir süre bağlayıcı iş akdi imzalamaları, hem de gerek yaptırılan iş, gerekse davranış bakımından tahkir ve ihanete (horlanmaya) uğramaları sözkonusudur Belli bir statü kazanarak bu iki kötü durumdan kurtulanların çalışması ise, birinci görüşe göre yine gayrı sahih, ikinci görüşe göre sahihtir Ama hiç bir surette mekruhluktan kurtulamaz Ayrıca Islâm fıkıhçıları bu hükümlere, müslümanın bir Islâm ülkesindeki zimmîlere çalışması açısından bakarak varmışlardır: Yoksa "küffar diyarına" (darü'lharbe) gitme ve orada ikâmet etme konusunda ayrıca yasaklar vardır
Müslümanın zimmiye, onun özel hizmetinde çalışması caiz değildir Bu, Ahmed b Hanbel'in görüşüdür O, ama ona belirli bir işi yapmak üzere çalışması ise caizdir, der Imam Şafii'nin iki görüşünden biri de budur Onun, özel hizmeti de caizdir, görüşü de vardır Bu konuda Hanbelîlerin izahı şudur: Bu durum, müslümanın kâfire bağımlı (mahpus) olmasını ve şahsiyetinin rencide edilmesini (izlâlini) gerektiren bir akiddir Onun hizmetinde çalışması, ona satılması gibi bir şeydir Ama onun belirli bir işini ücretle yapması caizdir Delilleri ise yukarıda geçen Hz Ali ve Ensarı hadisleridir (Ibn Kudâme, age, V/554)
Yukarıda da işaret edildiği gibi ve aynı delillerden ötürü, Islâm ülkesinde ve küçük düşülme sözkonusu olmadığı durumlarda müslümanın zimmîlere ücretle çalışmasının caiz olduğu konusundâ farklı görüş yoktur (agk) Hatta havra ya da kilise inşa ve tamirinde çalışmasında dahi "beis", yoktur, buradan alacağı ücret helâldir Çünkü amelin bizzat kendisinde bir masiyet bulunmamaktadır (Kâdihan, NI/426; Hindiye, IV/450 (Muhit'ten); Cezirî, NI/125)
Ne var ki çalışabilmesinin caiz ve mümkün olması, bunun iyi bir şey olduğunu da göstermez Zaten "beis yoktur" tabiri fıkıhta, yapılmasa daha iyi olur anlamında kullanılır Bunun içindir ki: "Bir müslüman her gün beş dirhem karşılığında nâkus (çan) çalmak üzere bir hiristiyanla iş anlaşması yapsa, bir dirhem alacağı bir başka iş daha bulsa, Ibrahim b Yusuf diyor ki, nâkus çalması uygun olmaz, rızkını öbüründen aramalıdır" (Kâdihan, NI/404, 426)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İI KİTABIN KESTİĞİ HAYVANLARIN ETİ MÜBAH MIDIR? "Bir müslümanın kestiği hayvanın eti helal olduğu gibi; bir kitabı (hıristiyan veya yahudi ) nin de kestiği hayvanın eti helaldır" Bu husus, kitap, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabittir Buna ilave edilecek pek bir şey yoktur Yalnız, şu hususlara değinmek istiyorum:

1- Kesim işinin dört rüknünden biri olan "kesen" kimse için üç şart gereklidır:

a- Müslüman veya kitabı (yahudi veya hıristiyan)olması,
b- Kesilen hayvan av ise, kesenin ihramda olmaması,
c- Kesenin akıllı olması

Buna göre, makina ile yapılacak kesimin durumu helal mıdır, haram mıdır? Üzerinde durulması gerekir Ahmed el-şerabasi, "Yes'eluneke Ani'd Dini ve'l Hayatı" adlı eserinde, "makina ile yapılan kesimin helal olduğunu" söylüyorsa da, fıkhı dayanağı yoktur, yalnız şahsi görüşüdür Böyle önemli mes'eleler için şahsi görüş bir çözüm getirmez
İslam'ı yaşayan ve bilen İslam ülkelerinin temsilcileri, bu gibi konularda bir araya gelip mes'elelere çözüm getirmek gayesiyle Kur'an, sünnet ve İslam'ın koyduğu kaidelerin ışığı altında fikir teatisinde bulunup (görüş alış-veriş yaparak) işi bir karara bağlamaları gerekkir Her dört hak mezhebin de fıkıh kitapları bu konuda, "kesenin müslüman veya kitabı olmasının gerektiğini" beyan ediyorlar Böyle olmadığı takdirde, kesilen hayvanın eti haramdır
Bu hükme göre, kesilecek hayvanı kesime götüren ceryan şeridi ve kesim ameliyyesini icra eden de ceryanlı makina olursa, "kesenin müslüman veya kitabı olması" şartı nerede kalır?

2- Şafii mezhebine göre, "kitabı olan kimsenin beni İsrail'den olmadığı takdirde uzak dedelerinin İncil'in nesih ve tahrifinden evvel mensup oldukları dine intisab etmiş bulunmalarının bilinmesi şarttır" (el-Minhac (Siracü'l Vehhac'la braber)) Aksi takdirde, onun tarafından (böyle olmayan bir kitabının) kesimi haramdır

Bu durumda, Avrupa hıristiyanlarının dinlerine intisab tarihi belli olmadığı için, Şafii mezhebine göre kestikleri haramdır ve Şafii olan kimsenin onların kestiklerini yemesi caiz değildir

3- Aslen hıristiyan olup sonra komünistleşerek semavi dinleri inkar eden Bulgaristan gibi ülkelerde vaki olan hayvan kesiminin helal olduğunu söylemek mümkün değildir Çünkü kesimi yaptıran, hiçbir dine inanmayan bir idaredir Bu itibarla, komünist ülkelerde yapılan hayvan kesimi ayrı, hür olarak yaşanılan (demakrasi idareli) başka bir kitabı ülkede yapılan hayvan kesimi farklıdır

Ancak bu tür ülkelerde, "İslami kurallara uygun bir şekilde, müslümanlar veya kitabiler tarafından kesim icra edildiğine dair dinsiz bir kimse de olsa haber verirse o takdirde helal olur"
Netice olarak: Ehli kitabın kestikleri hayvanın eti helaldır; Fakat yine de, durum böyle olmakla beraber, "müslüman olan kimse, besmele ile ve müslüman bir el ile kesilen hayvanın etini yemeli ve şüpheli yiyeceklerden kaçınmalıdır"
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHLİ KİTAPLA EVLENMEK Bakara suresi 221 ayetinin bir bölümünün meali şöyle dir: "(Ey mü'minler) müşrik kadınlarla, onlar imana gelmedikçe evlenmeyin Müşrik erkeklere de, onlar imana gelmedikçe (mü'min kadınları) nikahlamayın Onlar sizi cehennem'e çağırırlar" Bazılarına göre Yahudi ve Hiristiyanlar (ehli kitap) müşrik sayılmadığından, bazılarına göre onlar da müşrik olmakla beraber, evlenme konusunda daha sonra gelen Mâide suresi 5 ayeti ile bu ayetin kapsamından (umumundan) çıkarıldıkları için onların kadınları ile evlenmek caizdir ve bunda selefin hemen hemen ittifakı (icma) vardır Hatta Hz Osman, Talha, Huzeyfe gibi, kitabî kadınlarla evlenmiş sahabîler de mevcuttur (bk Cessâs, N/16)
Ancak çocukların terbiyesinde ortaya çıkacak risklerden dolayı bunu da mekruh görenler, harp halinde olunanlarla evlenmenin hiç helâl olmadığını söyleyenler de vardır (bk Cessâs, N/17; Kurtubî, III/67, 69) Mecusî, putperest ve ateistlerin kadınları ile evlenmek ise ittifakla caiz değildir ve sözü geçen Bakara 221 ayeti ile evlenilmesi yasak edilenler arasında bunların bulunduğu konusunda kimsenin şüphesi yok gibidir (bk Cessâs, N/16; Kurtubi, NI/70) Rasûlüllah Efendimiz (sav)'in mecusiler hakkında "Karılarını nikahlamaksızın, boğazladıklarını da yemeksizin onlara ehli kitaba davrandığınız gibi davranın" (Râzî, VI/58; Hadis diğer kaynaklarda sadece " Onlara ehli kitap gibi muamele edin" şeklindedir bk Muvatta, zekât 42; Bâcî, el-Müntekâ, N/173; Beyhakî, S kubra, IX/189; el-Hindî, Kenz, IV/502 (Ibn Ebî Şeybe'den)) buyurması, hem ehli kitabın karılarının alınabileceğini, hem de mecusilerin karılarının alınamayacağını gösterir
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHLİ KİTAPLA YEMEK YEMEK:
Yemek konusunda "ehli kitap", yani Yahudi ve Hiristiyan olan gayrı müslimlerle diğerleri, yani ateistler, mecusiler, putperestler vBulletin gayri müslimler birbirlerinden biraz farklıdırlar: Ehli kitap olan Yahudi ve Hiristiyanların, yenmesi haram olan bir hayvan ya da madde olmadıktan sonra kestikleri ve pişirdikleri yenir Yahudilik ve Hiristiyanlık esaslarına inanmış iseler şu andaki Yahudi ve Hiristiyanlar da ehli kitaptırlar Hatta Mesih ve Uzeyir adına kesmiş olsalar bile kestikleri yenir denmiştir (Kurtubî VI/76; Cessâs, NI/322/6) Bu itibarla günümüzde uluslararası uçak yolculugu yapma durumunda olan müslümanlar, uçağın müslümanlara özel menüsü yoksa, Yahudilere özel menüsünü isteyebilirler Fakat daha ihtiyatli görüş, nasıl kestikleri bilinmiyorsa yenmesini, Mesih adına vBulletin diye kestikleri ve pis olduğu bilinenlerin caiz olmamasıdır Genel olarak yemeklerinin yenmesinin ise mekruh olduğudur (bk Elmalılı, Hindiye, V/347) Ehli kitap olmayan gayrı müslimlerin kestiği yenmez Ama boğazlama gibi olmayıp, dinden dine değişmeyen ekmek; yemek, kızartma, meyve vBulletin şeyleri, eğer başka bir haram madde ihtiva etmiyorlarsa yenir (Kurtubî, VI/77) Ancak bazılar bundan sadece onların peynirlerini-hınzır kursağı ile mayalanmış olması halinde-istisna etmişlerdir (Kurtubî, VI/78)
Kâfirin her türlüsünün yaptığı ya da kullândığı kaplarla, yıkadıktan sonra, altından, gümüşten ve hınzır derisinden de değillerse yemede ve içmede mahzur yoktur Ancak toprak cinsinden olan kaplarını, eğer kullanmışlarsa, takvaya uygun olan kullanmamaktır Çünkü onlar müslümanlarca pis sayılan şeyleri yerler ve içerler Toprak ve çömlek cinsi, kapların çekme özelliği olduğundan içine konan pis şeyleri emmiş olabilirler (agk) Ama bu tür kaplar boş olarak yakılırsa, Allah'u a'lem, temizlenmiş olurlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ SÂLİB Ehl-i Kitâb'tan hiristiyanlar, Haçlılar
Arapça Sâlib kelimesi "haç" (istavroz, çarmıh) demektir Ehl-i sâlîb, Haçlılar için kullanılır Haç, Hristiyanlığın sembolü olan ve Hz Isa (as)'ın gerildiğine inandıkları birbirini dikey kesen iki çizgidir
Mukaddes şehir Kudüs İslam'ın hâkimiyetindeyken onu müslümanlardan almak için Papa'nın teşvikiyle Avrupalı hükümdarların ortak Hıristiyan ordularının askerlerine, elbiselerinin üstüne büyük kırmızı haçlar diktirdiklerinden dolayı "Haçlılar" (Ehl-i Sâlîb, Celibâ, Croises) denilmiş, ve bunların sekizbüyük seferle (H 5-7/M11-13 yüzyıl) Kudüs'e saldırmalarına "Haçlı Seferleri" (Ehl-i Sâlîb Muhârebeleri) adı verilmiştir 1096-1270 yılları arasında 174 yıl süren bu seferler birçok can ve mal kaybına sebep olmuş, ancak sonuçta kutsal topraklar müslümanların elinde kalmıştır Avrupa askerî tarihi açısından başarısız sayılan Haçlı seferlerinde iki büyük din karşılaşmış, savaşlarda Hıristiyan vahşetine karşı Türkler büyük kahramanlıklar göstermişler, Salahaddin Eyyubi büyük bir Islâm mücâhidi olarak tarihe geçmiş, Akkâ savaşı, gemicilik sanatının ilerlemesi, hristiyanların müslümanlardan birçok bilgiyi Avrupa'ya taşımaları gibi sonuçlara yol açmıştır Insanlık tarihinde din savaşlarının en büyüğü olan "Haçlı Seferleri" İslam'ın, ilâ'yı kelimetullah amacıyla, Hristiyanlığın altta iktisadı-sosyal sebepler yatan kutsal savaş adı altındaki saldırısına karşı Islâm topraklarını müdafaasıdır Ehl-i Sâlîb, müslümanların Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen ehl-i kitaba ilişkin âyetlerde açıklandığı şekliyle kendilerine en yakın olan bir tevhid dininin muharref savunucularının din adına yahudileri katletmeye başlamalarıyla ve Kudüs'ü fethetmek gayeleri ile de Islâm'la çarpışması sonucunda yenilmiş, 13 yüzyıldan sonra 20 yüzyıla kadar ehl-i sâlîb ile ehl-i hilal (Islâm) arasında yüzyıllarca savaşlar yapılmıştır
Ehl-i Sâlîb'in, seferler sırasında tüm Anadolu'da vahşet sahnesi bırakmasına rağmen, müslümanlar onlara karşı merhametli olmuştur Bu yüzden birçok "Haçlı askeri" seferlerde müslüman olmuştur Birinci Haçlı seferini düzenleyen keşiş Pierr L'Erminete'nin hıristiyan hacılarına zulmedildiği yalanını söylemesi üzerine Papa II Urbain 488/1095 yılında Fransa'nın Clermont şehrinde din adamları ve komutanları toplamış Hristiyanları Kudüs'ü "kâfirlerden" kurtarmaya çağırmış, yüzbinlerce hristiyan ehl-i sâlîb bu emre uymuştur Papa, her gönüllünün sağl kolu üzerine bir haç asmış ve böylece haç, savaşların sembolü olmuştur Bütün derebeylik Avrupa'sı bu "kutsal savaş" çağrısıyla birleşmiştir Batı Avrupa'da da Islam Hristiyanlık çatışması, Ispanya'da devam etmiştir
Birinci haçlı seferinde ehl-i sâlîb, ayaktakımı çapulculardan oluşan yüzbinlerce inananın zalımce saldırısı ile Kudüs'ü istilâ etmiş, şehirde katliâm yapmışlar ve Kudüs Krallığı'nı kurmuşlardır Haçlı teşkılatı, Saint Şövalyeleri'nin ortaya çıkışı da bu sırada olmuştur Ikinci savaşta müslümanlar galip gelmişler, üçüncüsünde Filistin'in batısını Selahaddin Eyyûbî kurtarmış, dördüncü seferde haçlılar kutsal savaşı amacından saptırarak dünya çıkarları için yapmışlar, hattâ Kudüs'ü bırakıp Kostantiniyye ve Mısır'a yönelmişlerdir
Haçlı seferlerinin dünya tarihinde önemli sonuçları olmuştur Bunlardan, Islâm-Hristiyanlık ilişkileri ile ilgili olanların başında her iki medeniyetin birbirine kültür alış-verişine vesile olması gelir Avrupa'ya müslüman dünya yoluyla birçok mal gittiği gibi, Kur'an-ı, Kerîm Latince'ye tercüme edilmiş Avrupalılar dünyaya açılmış, kilise ve Papalık, derebeylik kurumunda, iktisâdi düzende değişim meydana gelmiştir (Ayrıca bk HAÇLILAR)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ SÜNNET Hz Peygamber (sas)'in sünnetine ve ashâbının (ra) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk Hz Peygamber (sas)'in sünnetine tâbi olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir
"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır Sünnet; Hz Peygamber (sas)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir Islâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akideşinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir Insanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47) Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u Imrân, 3/137) "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43) Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana Islâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır
Sünnet: Islâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir Islâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz Peygamberin sünnetidir Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmedığınız nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151) Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir
Kur'an farzı, vâcibi tayın etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar Işte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5)
Hz Peygamber (sas), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarınıı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, Ibn Mâce, Mukaddime, 1) Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur Kur'an bize yeterlidir düşünceşiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir Hz Peygamber (sas) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b Hanbel, IV, 131)
Imrân b Husayn (ra), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır" Abdullah b Mesud (ra) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar Abdullah b Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız" (el-Haşr, 59/7; Abdullah b Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s54)
Hz Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir "Içinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5)
Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "Ilk iman eden, en ön safta bulunan muhacırlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu Onlar da Allah'dan razı oldular Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır Işte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100) Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz Hz Peygamber (sas) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1) Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor
Hz Peygamber (sas), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır" Başka bir hadis-i şerifte Hz Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7) Hz Peygamber (sas)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir Hz Peygamber (sas) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir Hz Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez Ihtilâf gördüğünüz zaman size ‚sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (Ibn Mâce Fiten 8) Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakım metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419)
Hz Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir Abdullah b Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (ra)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7) Imâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7) Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir Nitekim Hz Peygamber (sas) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez Allah'ın rahmet eli cemaâtledir Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur
Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47)
Islâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz Hasan (ra)'ın hilafeti Hz Muaviye (ra)'a devretmesi yılında olmuştur Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir Müslümanlar Hz Peygamber (sas) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler Ancak Hz Osman'ın şehid edilmesi (ö35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu Hz Ali ile Hz Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve Islâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere Islâmî nassların mütekabıliyet meselesi tartışmaları başladı Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b Ömer (ra) (74/693); Ibrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve Imam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır Devrının siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk Buhâri, Ahâd, I; Müslim, Imâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,Ibn Mace, Cihad, 40; A b Hanbel, Müsned, I, 94, 409) Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201) Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ SÜNNET
devam

Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (sas)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir Sonraki dönemlerde Islâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, Islâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (Ibn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303) Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir
Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-Istikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b Sirın (ö110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandı (ö373/898)'dir Terim hicrî II asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz Peygamber (sas)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır (Ibn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir
Hz Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır Bütün hepsi cehennemliktir Ancak bir fırka kurtulur O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî Iman, 18; Ibn Mace, Fiten, 17; Ahmed b Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430) Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der Bu hadisi Hz Peygamber (sas)'den on sahabı rivâyet etmiştir Hz Ebû Bekr, Hz Ömer (ranhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s89) Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır Hz Peygamber (sas) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5) Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır Toplam yetmişiki fırKadir (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s40 43) Bid'at; Peygamber (sas)'den naklı meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katıhükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar
Hz Ebû Bekr ve Ömer (ranhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz Hz Ali (ra)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabır azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (Ibn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561) Itikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir Fıkhı bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir Fakat itikadı meselelerde bu hüküm geçerli değildir Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez Ibn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: Itikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklıd etmeksizin her mükellefe inanılması vacipolan meselelerdir Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadım olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmedığının iddia edilmesi gibi (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,) Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir Bid'at ehline benzemek câiz değildir Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklıd etmek uygun değildir (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472)
Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: Ilk çıkışları Hz Ali (ra)'ın hilâfeti dönemindedir
Şehristâni (549/1154) Islâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, age, 1, 15)
Ibn Hazm ise, (ö457/1065),Islâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (Ibn Hazm, el-Fısal, II, 113)
Hz Ali (ra)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli Ibn Sebe'nin tahriki ile, Hz Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır
Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah Ibn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez Ibn Sebe' Yemenli bir yahudidir Islâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri Islâm'a sokmaya çalışmıştır Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa Islâm'a sokan bu şahıstır Şîâ âlimleri de, Ibn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır
Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Islâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir Hasanü'l-Basrî (110/128) Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır Ehl-i sünnet akîdeşinin esaslarını ortaya koyması yönüyle Imam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler
Islâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal şartların da rolü olmuştur Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur
Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarıh ve sahih akıldır Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir
Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe aklı yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (Izmirli Ismail Hakkı, Yeni Ilmî Kelâm, s97)
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta Imam Eş'ârî, Imam Mâturîdî olmak üzere, Imam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve Ibn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir
Kısaca ehl-i sünnet:
Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir Meselâ Imam Malık: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "Istivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218) Imam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi
Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm Ilmi, 146)
Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Malıki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, Imamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Imam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır
Ibni Teymiyye ile Ibnü'l-Kayyim el-Cevazıyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır Islâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler
Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekizzümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,
2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,
3- Muhaddisler,
4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,
5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,
6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,
7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,
8- Ehl-i sünnet akîdeşinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s313-318; Bekir Topaloğlu, age, s109-110)

Islâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslam'ın hayata tatbikidir
Itikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur Ümmet-i Muhammed (sas)'in ana özelliği, itidaldır Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "Işte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143)
Câbir b Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "Işte bu, Allah'ın yoludur" Daha sonra o çizginin sağlına ve soluna da çizgiler çizdi "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur Öyleyse ona uyun Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (Ibn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/435) Hz Peygamber (sas) burada dinde sağla sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir
Imam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsızlıkle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur Işte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye vs gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588)
 
Üst Alt