E.F > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi...

ceylannur

Yeni Üyemiz
EDEB MAHALLİ

İslâm hükümlerine göre kadın ve erkeğin örtülmesi zorunlu yerleri Avret mahalli de denir Kur'an buyruğunca her müslüman edeb mahâllini örterek gizlemekle yükümlüdür Bununla birlikte kişinin başkasının edeb mâhalline bakması dâ haramdır İslâm, bu hükümleriyle toplumsal bozuluşun en büyük etkenlerinden birisi olan fuhuşa açılan kapıları kapatmış; insanın, özellikle kadının onurunu güvence altına almıştır
Edeb mahalli, insanın kadın ya da erkek oluşuna, karşısında yeralan insanın niteliğine göre değişir İslâm hukukçularına göre erkeğin edeb mahalli, göbek ile dizkapağı arasıdır Müslüman kadının müslüman kadına karşı edeb mahalli de yine göbek ile dizkapağı arasıdır Kadının erkeğe karşı edeb mahalli, Hanefi, Mâlikî ve İsnaşeriye ekollerine göre yüz ve elleri dışında bütün vücududur Şafii ve Hanbeli ekollerine göre ise kadının bütün vücudu istisnasız edeb mahallidir
Müslüman kadınların köleler ile müslüman olmayan kadınlar karşısındaki durumu da fıkıh ekollerine göre değişiklik göstermektedir Hanefi, Hanbeli ve İsnaaşeriye hukukçularına göre müslüman kadınlar için köleler de diğer yabancı erkekler gibidir Bu nedenle müslüman kadın köleler karşısında da tam tesettüre riayet etmesi gerekir Şafii ve Maliki hukukçularına göre ise kölelerin hanımlarının ziynetlerini görmesinde bir sakınca yoktur Selefe göre müslüman kadın için müslüman olmayan kadınlar da erkekler hükmündedir Buna karşılık er-Râzî gibi bazı bilginler müslüman olmayan kadınlarla müslüman kadınlar arasında bir fark kabul etmemektedirler Mevdûdî gibi bazı çağdaş bilginler ise selefin görüşünü tercih etmektedirler
Edeb mahallinin örtülmesi namazın da temel şartlarındandır Edeb mahalli tam olarak örtülmeden namaz kılınamaz Edeb mahallini örtse de, vücudun içini gösterecek nitelikteki giysiler namazı bozar, Namaz kılınırken herhangi bir nedenle edeb mahallinin dörtte bir bölümünün açılması durumunda namaz bozulur (Konunun ayrıntıları için ayrıca Avret, Tesettür ve Hicab maddelerine bakınız)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EDİLLE-İ ERBAA (DÖRT DELİL)

Dört delil: Kur'ân, Sünnet, İcmâ, Kıyas
Edille, delil kelimesinin çoğuludur Erbaa dört demektir "Dört delil" anlamına gelir Bu tâbir İslam hukukunda fıkhın dayandığı dört ana kaynağı ifade eder Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'tır
1) Kitap: Kur'ân-ı Kerîm'dir Hz Muhammed'e yüce Allah katından Cebrâil (as) vasıtasıyla 22 yıl, 2 ay ve 22 günde nâzil olmuştur Kur'ân, önceki semâvî kitaplar gibi yalnız inanç kitabı değil, hem inanç ve hem de insanlar arası münâsebetleri düzenleyen ve hayatı düzenleyici hükümleri kapsayan bir kitaptır Âyetlerde şöyle buyurulur: "Biz Kitap'ı sana her şeyi beyân için indirdik" (en-Nahl, 16/89) "Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik" (el-En'âm, 6/38) Kur'ân-ı Kerîm Hz Muhammed'e ilk defa tefekkür ve ibadet için gittiği Hıra mağarasında, Ramazan ayının Kadir gecesinde inmeye başlamıştır İlk inen âyetler: "Yaratan Rabbinin adıyla oku O, insanı alâk'tan (kan pıhtısı biçimindeki embriyodan) yarattı Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir İnsana bilmediğini O öğretti " (el-Alâk, 96/1-5) Son âyet ise Vedâ Haccı sırasında Zilhiccenin dokuzuncu günü inmiştir Bu âyet de şudur: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim Üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı verip ondan hoşnut oldum" (el-Mâide, 5/3) İbn Abbâs'a göre, Bakara Sûresinin 281'inci âyeti bundan daha sonra inmiştir
Kur'ân'ın ilk inen âyetlerinde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yeralır İnsanlar İslâm'a alıştıktan sonra helâl ve harama dâir âyetler inmiştir Âyetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine inmiştir Buna "Esbâb-ı nüzûl * (iniş sebebi)" denir Kur'ân nâzil oldukça Hz Peygamber, inen ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırırdı Hangi âyetin nereye yazılacağını söylerdi Âyetlerin tertibinin yazılışı sırasında Vahye dayanıldığında görüş birliği vardır Sûrelerin sıralanışının da Vahye dayandığı kuvvetli bir görüştür
2) Sünnet: Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir "Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazı geçirirse, hatırlayınca kılsın" (Ebû Dâvud, Salât, II; Dârimî, Salât, 26) hadisi sözlü sünnetin; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" (Buhâri, Ezan, 18, Edeb, 27, Ahad, I) hadisi fiili sünnetin; su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir sahabenin, namazdan sonra su bulduğu halde namazını iâde etmemesi ve Hz Peygamber'in onu tasvip etmesi takrîrî sünnetin örnekleridir Fıkıhta Kur'ân'dan sonra ikinci ana kaynağın Sünnet olduğunda görüş birliği vardır Sünnetin delil oluşu âyetlerle sâbittir Bazı âyetler şunlardır:
"Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi yasaklarsa, ondan da uzak durun" (el-Haşr, 59/7)
"Hayır, Rabbına andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp; verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan rıza ve teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65) ''Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur'' (en-Nisâ, 4/80) "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulû'l-emr'e) itâat edin" (en-Nisâ 4/59) ''Allah ve Rasûlü birşeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde muhayyerlik yoktur" (el-Ahzâb, 33/36)
Sünnet, Hz Peygamber'in Rabbinden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir Bu konuda âyette: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun " (el-Mâide, 5/67)
Kur'ân'ı Kerîm Hz Peygamber'in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir: "O, kendiliğinden konuşmamaktadır Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm, âyet, 3-4) Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir: ''Allah'a ve okuyup yazması olmayan (ûmmî) Peygamber'e ibâdet edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve Ona itâat edin ki hidâyete eresiniz'' (el-A'raf, 158)
Sünnetin Kur'ân'ı Kerîm karşısında üç fonksiyonu vardır Sünnet Kur'ân'ın müphem ve mücmel olan âyetlerini açıklar; umûmî hükümlerini tahsis eder; nâsih ve mensûh'u bildirir; Kur'ân'da asılları sâbit olan nasslara tamamlayıcı hükümler getirir; Kur'ân'da bulunmayan bir kısım hükümler koyar Kur'ân'daki namaz ve zekât emirlerinin edâ şeklinin sünnetle açıklanması; karısı zinâ eden ve bunu isbat edemeyen erkeğin mulâane yoluna gitmesi halinde evliliğin sonra ereceği hükmü ile ehlî eşeklerin ve yırtıcı kuşların etinin yenmesini yasaklayan hadisler bunun örnekleridir (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l Fıkh, s113, 114)
3) İcmâ: Sözlük anlamı; ittifak ve görüş birliği demektir Bir terim olarak; Hz Peygamber'den sonraki bir çağda İslâm müctehidlerinin, bir konu üzerinde ittifak edip aynı görüşü paylaşmalarıdır Bu târife göre icmâda şu şartların bulunması gerekir:
a) Müctehid olmayanların ittifakı, dini bir delil sayılmaz Müctehid; delillerden dinî hükümler çıkarma yeteneğine sahip olan kimsedir
b) Müctehidlerin ittifakı, dinî bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır Daha sonra görüş değiştirmekle icmâ bozulmaz İcmâ için müctehidlerin bir mecliste toplanması şart değildir Bütün dünyadaki İslâm bilginleri bir meselede görüş birliği etmekle icmâ oluşturulmuş olur
c) İcmâ, bir asırdaki bütün müctehidlerin ittifakı olduğundan, bir grup müctehidlerin ittifakı icmâ sayılmaz
d) Dinî yönü bulunmayan konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz Zaten İslâm'da dini ilgilendirmeyen bir mesele olmaz Dünyada meydana gelen her olayın dinî yönü vardır Ve İslâm her konuda hüküm koymuş her meseleye çözüm getirmiştir İşte bu şartlar yerine gelince icmâ bir delil olur Artık müslümanların bu meseleye uymaları gerekir
Ayette; "Kim kendisine hidâyet belli olduktan sonra, Rasûl'e karşı gelir, mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa ona döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız" (en-Nisâ, 4/115) buyurulur
İcmâ'ın bir delil olduğunu ifade eden hadisler de vardır: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" (Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 379) "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8) Hz Ömer'den şöyle nakledilmiştir: "Kim cennetin ortasında olmak yani oraya girmek istiyorsa, cemaatten ayrılmasın; çünkü şeytan boş kalan kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır" (İmam,Şâfii, er-Risâle, s474)
İcmâ; sarih, sükûtî ve meselenin belli bir kısmı üzerinde görüş birliği etmek üzere üçe ayrılır Sarih icmâ; her müctehidin icmâ konusu mesele üzerindeki görüşünü açıkça söylemiş olduğu icmâdır Sükuti icmâ; herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olan bir ilim adamı belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkid eden çıkmazsa buna sükûti icmâ denir
İmam Şafii ve bazı bilginler bunu delil saymaz Meselenin bir kısmı üzerinde icmâ'a gelince; meselâ miras konusunda sahâbiler, ölenin kardeşleriyle birlikte mirasa giren dedeşinin üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını, kimisi de mirasın tamamen dedeye kalacağını söylemiştir Burada dedenin her iki durumda da miktarı değişmekle birlikte mirasçı olacağı konusunda görüş birliği oluşmuştur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, s179)
4) Kıyas: Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak anlamına gelir Bir terim olarak; hakkında âyet ve Hadislerde bir hüküm gelmemiş olan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm gelmiş olan bir mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir Kur'ân ve hadiste bulunmayan yeni bir olay, Kur'ân ve hadisteki benzerleriyle karşılaştırılır Aralarında ortak benzerlik olunca birinin hükmü diğerine verilir Buna şarap örnek verilebilir Şarap Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanmıştır Ancak daha sonraki dönemlerde rakı, votka, şampanya, viski gibi değişik adlarda içkiler ortaya çıkmıştır Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de isim olarak zikredilmez Şarabın sarhoşluk verdiği için yasaklandığı, üzerinde düşünülünce anlaşılacağı gibi, çeşitli hadisler de bunu belirtmiştir Bu yeni içki çeşitleri de sarhoşluk verir Bu ortak özellikten dolayı şarabın hükmü kıyas yoluyla diğerlerine şamil olur
Kıyasın delil oluşu âyet ve hadislerle sâbittir Ayette; "Ey iman edenler Allah'a itâat edin, Peygamber'e itâat edin ve sizden buyruk sahiplerine itâat edin Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve Peygamber'e havale edin " (en-Nisâ, 4/59) buyurulur Birşeyi Allah'â ve Rasulüne havale etmek, ancak Kur'ân ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur Bu da kıyas demektir
Bazı sahâbîler, Ebû Bekir'e bey'at ederken, Peygamber (sas)'in Onu namaz için İmam olarak seçtiğini gözönüne almışlar ve hilâfeti, namaz imamlığına kıyas ederken; ''Peygamber, onu din işimizde İmam tâyin etmiştir Öyleyse biz onu, dünya işimizde niçin İmam tanımayalım'' (es-Serahsı, Usûl, II, 131, 132; İbn Kayyim el-Cevziye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Kahire, 1325-1326, I, 253)
Kıyas dört rükünden meydana gelir:
a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır b) Fer: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir
c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen şeydir
d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır Kıyasın dayanmış olduğu esası teşkil eder
İlletle hikmet birbirinden farklıdır Hikmet, hükme uygun bir vasıf olup, çoğu hallerde gerçekleşen mazbut ve mahdut olmayan bir şeydir Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hükümler hikmete değil, illete dayanırlar
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bazan kıyas nass'la çatışabilir Bu Kur'ân ile sünnetin âmm (umûmî) ifadeleri veya haber-i vâhid olduğu zaman meydana gelir Hanefilere göre âmm delâlet bakımından kesindir Kıyas ise nasıl olursa olsun zannîdir Ancak âmm herhangi bir delil ile tahsis edilirse zannı olur Çünkü âmm, tahsis edildikten sonra şâmil olduğu fertlerden bazısına delâlet etmez Bu yüzden Hanefiler, âmm'ın ilk tahsisten sonra artık kıyas ile de tahsis edileceğini söylerler Meselâ; "Bunlardan başkası size helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz Peygamber'in ittifakla kabul edilen "Kadın, erkek kardeşinin kızı ve bacısının kızı üzerine nikâh edilmez" (Buharı, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-39) hadisi ile tahsis edilmiştir Bu şekilde bir defa tahsise uğrayan bir âyet, zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir

__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)

Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları Edille, delil kelimesinin çoğuludur Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir

Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42) Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir
Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20)
Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51)

Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz peygamber (sas)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17) Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir Tedricî olarak indirilmiştir Bir harfini bile inkâr küfürdür Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92) Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz" Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir

Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır

Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin Bir şeyde anlasamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59)
Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler Amm zannederek hâs ile delil getirdiler Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler Sözün başını ve sonunu düşünmediler Onu kaynak edinip yollarını bilemediler Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev: İ Sarmış, İstanbul 1981, 176)
Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35)
Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar
Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir Yalnızca bir kanun kitabı değildir Üslûbu mu'cizdir Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir
Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır
Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı Hz Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi Hz Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı

Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır Hz Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) Hz Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir
Fiilî sünnet ise, Hz Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir Hz Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir
Takriri sünnet, Hz Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182) Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi
Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz Peygamber'in açıklamasıdır Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz Peygamber'in uygulamaya koymasıdır Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur Bir kısım müctehid Hz Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s91-92) Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b Hanbel, V, 53)
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk Hadis) Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır Bunlar reddedilemezler Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63) Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14) Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78 âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80) Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir Fakat makru' (okunmuş)dur Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: " Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s83)
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır
Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir Bunlar asl'dır
Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir "Ameller niyetlere göredir" gibi Bunları reddetmek fâsıklıktır
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir Bunun inkârı bid'at'tır
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113) İmam Şâfii ise, (ö204/819) sünneti yalnızca Hz Peygamber'in sünneti olarak alır Sahâbenin sünneti, Hz Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır İmam Şâfii de bu görüştedir Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır Rivâyetlere göre Cebrail (as) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34) Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz Peygamber'e öğretiyordu Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi Ehli sünnet, Şia'nın Hz Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür
Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır Katâde, İbn İshak'ı överken Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn)
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89) Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s124) Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır
<B>İcmâ '
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)

devam


</B>İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s34-35)

İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız Ve cehenneme sokarız Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir
İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir
İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir
Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s29-41) Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s50)
İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir
İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler İbrahim b Yesar en-Nazzâm (ö331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, age 182)
Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler

Kıyas
Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur
Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, age, s67; İ Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s21) İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b Amr'dan rivâyet etmişlerdir)
Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s66) Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, age, s19)
İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir
Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir
Kıyas aklı bir kaynaktır Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır Vahiy asrında (h 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz Ömer delillere katmıştır Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder
Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır Hz Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir
Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl h 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti İlk fıkıh medresesi Medine'deydi Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Ebû Bekir b Abdurrahman, Harice b Zeyd, Ubeydullah b Abdullah, Selman b Yesâr ile başlamıştır
Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler II ve III asırlar en parlak ilim asırları oldu Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır Şöyle ki:
İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi
İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider
İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır Ahmed b Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir
İmam Câfer es-Sâdık'a (ö147) göre sünnet, Hz Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder Kıyası reddeder ve delil saymaz
Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211) Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s375 vd) Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı II asır, tâbiîn devridir Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III ve IV yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi İstihsan, örf, maslahat vBulletin deliller çıktı Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi
mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN

Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller

Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında kullanılmıştır
Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir
1 Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını alır Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz Peygamber (sas)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi
b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur Cihad etmek Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere âit olur Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur Bir ibâdetin rükünleri ve şartları kabılinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine engel olur Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez Kasten terk halinde ayrıca günâha girme vardır Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi
2 Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir Vâcibin de kifâye olânı vardır Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek vacibtir Fakat herkese vâcib değildir Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:
"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz Peygamberdir Yani bunlar Hz Peygamber için farz hükmünde olur Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli görüştür Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd)
3 Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy Hz Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır
a) Müekked Sünnet: Hz Peygamber (sas)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir Terkedilmesinde "itâb" vardır Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi
b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz Peygamber'in çok defa edâ edip, bazan terkettikleri sünnet Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir
Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır
a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı olan sünnetleridir Terkeden kınanır Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi
b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz Peygamber (sas)'in sünnetlerine denir Bunları terkeden kınanmaz Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz Peygamber'in yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21)
Sünnet mutlak olarak kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını cemaatle kılmak gibi Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz
Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir
4 Müstehab: Buna mendub da denir Hz Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır
5 Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır Eşyada asıl olan mubahlıktır Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19) Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir Mübah ve meşrû' eş anlamlıdır
6 Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşrû denir Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir Harama, mahrem veya mahzur adı da verilir
Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi
7 Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek
Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû, haram demektir Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s4-12)
Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur
8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal eden kimsedir Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi
Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vâcibdir Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi)
"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara, 2/286)
İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır
Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır:
a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli bulunması gibi)
b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye Kamusu, I, 31)
Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi gerekmektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EĞLENCE VE CEVAZI Ibadet ve çalışma dışında kalan vakti, faydalı bir işle meşgul olarak geçirmek; ibadet ve çalışmak için yeni güç kazanmâk üzere gönlü dinlendirmek, hoş vâkit geçirmek
Dinimiz gâyesiz ve faydasız vakit geçirmeyi hoş görmemiştir "Boş vakit", değerlendirilmesi gereken en önemli nimetlerden sayılmıştır "Iki nimet vardır ki insanların çoğu bundan gâfildir: Sıhhat ve boş vakit"
Kur'ân-ı Kerîm'de çalışma dışında kalan vaktimizi ibadet ederek değerlendirmemiz tavsiye edilmiştir: "Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır" ; "Evet her güçlükle beraber bir kolaylık vardır"; "O halde (işlerinden) boşaldığın zaman uğraş, (ibadetle meşgul ol) yorul " (el-Inşirâh, 94/5-7)
"Manasız işler" (mâlâyâni) ile meşgul olan kimse dinimizde makbul sayılmaz: "Faydasız şeyleri terketmesi bir kimsenin iyi müslüman olduğunun alâmetlerindendir" (et-Tergib ve't-Terhib, IV/319) Boş vakitler muhakkak dünya ve âhirete faydalı olacak bir işle doldurulmalıdır
Hz Ömer (ra) şöyle derdi: "Ben sizden birisinin ne dünya işi ne de âhiret işiyle meşgul olmaksızın boş vakit geçirmesini hoş karşılamıyorum Herkes devamlı olarak faydalı bir işle uğraşsın; bir işi bitirdiği zaman başka bir işe başlasın"
"Eğlence" kelimesinin Arapça karşılığı olan "lehv"; âhiret amellerinden insanı alıkoyan eğlenceler demektir Kur'ân-ı Kerîm'de dünya hayatının ancak bir oyun ve eğlence (lehv) den ibaret olduğu bildirilmiştir
Âhiret amelleri; âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak, cehennem azâbından bizi koruyacak amellerdir: Helâli-haramı gözetmek, Allah'ın rızasını kazanmak için devamlı gayret içinde olmak; peygamberimizin şefâatine nâil olmak için onun sünnetine uymak; mü'minleri Allah için sevmek, kâfirlere Allah için düşman olmak; müslümanların güçlenmesi, düşmanlarına galip gelmesi için cihad etmek
Bütün bu işler ve müslümanların bugün içinde bulundukları zayıf durum çok çalışmayı gerektirmektedir Bunun için müslümanın boşa geçirecek hiç vakti yoktur
Allah, dünya ve içindekileri kulları için yaratmıştır Mü'min olsun olmasın bütün insanlar dünya nimetlerinden istifade ederler Mü'min olanlar bu nimetlere şükrederek âhiret hayatını da kazanmış olurlar Onun için iki dünya saâdeti mü'minler içindir: "Onlardan kimi de, ‚Rabbimiz bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver; bizi ateş azabından koru ‚ der" (el-Bakara, 2/201) Mü'min olmayanlar nimetin sahibini tanımadıkları için O'na şükretmezler; helâl-haram gözetmezler Onların âhiretten nasipleri yoktur: "Insanlardan kimi, Rabbimiz, bize dünyada ver, der; onun âhirette bir payı yoktur" (el-Bakara, 2/200) Onlara göre: "Bu dünyaya bir defa gelinir, herkes gönlünce yaşamalıdır; yemeli, içmeli, eğlenmeli, gülüp oynamalı zevk ve sefa etmelidir " Bunları Cenâb-ı Hak şöyle tasvir ediyor: "Inkâr edenler ise (dünya hayatından biraz) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler, (sonunda) yerleri ateştir"
Haram namına birşey tanımayan, dünya hayatını zevk ve eğlenceden ibaret gören bu felsefe (hedonizm, epikürcülük) mensupları herşeyin dünyada biteceğini söylerler: âhirete ve hesaba inanmazlar Onlara göre akıllılık, hayvanî bir hayat sürmektir:
"Iç bâde, güzel sev, var ise akl-ü şuûrun, Dünya var imiş ya yoğ imiş ne umurun"
Islâm herşeye bir ölçü koymuş ve Allah'ın koyduğu sınırlara uymanın insanı mutlu edeceğini bildirmiştir; nefs ve şehvet yolunda gitmenin, geçici zevklere dalmanın akıbeti pişmanlıktır "Kimi vicdâna dokundu kimi cism-ü câne, Zevk nâmına ne yaptımsa peşiman oldum "
Dünya nimetleri, bir bakıma insanı sıkıntıdan kurtarmak, eğlendirmek için yaratılmıştır Fakat bu "eğlenme"nin sınırlarını ve ölçülerini bilmek gerekir
Insan çalışarak dünya nimetlerinden faydalanır; mal ve evlât sahibi olur; "dünya hayatının süsü" olan mal ve çocuklarıyla meşgul olarak vaktini hoşça geçirmeğe çalışır: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür; bâki kalacak olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da, umutça da daha hayırlıdır" (el-Kehf, 18/46)
Allah (cc), yorgunluklarını gidermesi, gönüllerini eğlendirmeleri için kullarına birçok nimetler ihsan etmiştir: "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmedığınız nice şeyler yaratmaktadır" (en-Nahl, 16/8)
Aslında vücudu dinlendiren, gönlü huzura kavuşturan ve ruhları doyuran şey, ihlâslı olarak yapılan ibadettir: "Onlar ki, inanmışlardır ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşur; Iyi bilin ki ancak Allah'ı anmakla kalpler huzura kavuşur" (er-Râd 13/28) Hadis-i şerifte meşrû ve faydalı eğlence olarak dört husus bildirilmiştir; Atıcılık, binicilik, yüzücülük, aile ve çocuklarla eğlenme:
"Allah'ın zikri olmayan herşey ya (faydasız) eğlencedir veya vakti boşa geçirmektir Ancak şu dört şey bunlardan değildir: Insanın (atıcılık için) iki şey arasında yürümesi, atını terbiye etmesi, ehli ile oynaması ve yüzücülüğü öğrenmesi " Hz Ömer (ra), "Çocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı öğretiniz ve onlara sıçrayarak atlara binmeyi emrediniz" demiştir (Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 46)
Eğlence iki kısma ayrılır:

1 Meşrû (yasak olmayan; mübah) eğlenceler;
2 Gayrımeşrû (yasak) eğlenceler

"Eşyada asıl olan mübahlıktır" kuralına göre belirli sayıdaki haramların dışında kalan şeyler mübah (helâl)tır Harama düşme tehlikesi olursa, bazı "mübah"ların terkedilmesi de tavsiye edilmiştir
Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın kulları için helâl kıldığı süs ve eğlencelerin haram olmadığı bildirilmiştir: "Ey Âdemoğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü güzel elbiseler)inizi (üzerinize) alın; yiyin-için, fakat israf etmeyin; Çünkü O, israf edenleri sevmez "; "De ki: ‚Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?' De ki: ‚O, dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet günü de yalnız onlarındır ‚ Işte biz bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz" (el-A'raf, 7/31-32)
Meşrû Eğlenceler:
Peygamberimiz (sas)'in tatbikatıyla sâbit olan helâl eğlenceler şunlardır: Koşu, güreş, atıcılık, kılıç-mızrak oyunları, av

1 Koşu: Islâm, insanın beden ve ruh sağlığına faydalı olan spor çeşitlerini helâl kılmıştır Savaşa hazırlık maksadıyla yapılan eğitimler ve harp oyunları mübah olmanın ötesinde birer zarûrettir
Sahâbîler, Peygamberimizin huzurunda koşu müsâbakaları yapardı Peygamberimiz (sas) bizzat Hz Âişe (ra) ile yarışmış; bir defa kendisi yenmiş, bir seferinde de Hz Âişe Peygamberimizi geçmiştir
Peygamberimiz (sas) at yarışı yaptırmış ve galip gelene mükâfat vermiştir Yalnız bu, günümüzde yapıldığı gibi, her iki yarışmacının ortaya para koyup, kazananın hepsini alması şeklinde yapılan at yarışı değildir Bu şekilde yapılan at yarışı kumardır ve yasaklanmıştır Mübah olan at yarışında, mükâfâtı, kazanan yarışmacıya, ya yarışmacıların dışında üçüncü bir şahıs veya bir kurum verir veya yarışmacılardan yalnız birisi verir
2 Güreş: Hz Peygamber (sas), iyi bir pehlivan olan Rükâne ile güreşmiş ve onu yenmiştir
Bedeni eğiterek güçlendirmek ve bu maksatla spor yapmak gereklidır Çünkü nefis müdâfaasında ve Islâm diyarını savunmada, eğitilmiş güçlü bir bedenin hasmına, gâlip gelme şansı büyüktür Islâm, kuvvetli mü'minin, zayıf mü'minden hayırlı olduğunu bildirmiştir
3 Atıcılık: Atıcılık hem meşrû bir eğlence hem de savaşa hazırlık için bir eğitimdir Islâm, müslümanların düşmanları karşısında güçlü olmasına büyük önem ermiştir Kur'ân-ı Kerîm'de, "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurulmuştur Peygamberimiz (sas) burada geçen "kuvvet" sözünü "atmak" olarak tefsir etmiş ve; "Dikkat ediniz! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır kuvvet atmaktır! " (Müslim, Imâre, 167; Ebû Dâvûd, Cihad, 23; Ibn Mâce, Cihad, 19; Ahmed b Hanbel, IV, 157) buyurmuştur Yine, "Atıcılık üzerinde durunuz; çünkü o, hayırlı eğlencelerinizdendir" buyurmuştur
Atıcılığı öğrenmek için güvercin vBulletin hayvanları besleyip hedef olarak kullanmak yasaklanmıştır Abdullah b Ömer (ra) böyle yapan bir topluluk gördüğünde kendilerine, "Peygamber (sas) canlı bir şeyi vasıta yapanları lânetledi" demiştir Horoz döğüştürmek, deve ve boğa güreştirmek de yasaklânmıştır; çünkü bu, eğlence için hayvanlara işkence etmektir Câhiliye Arapları, iki koç veya iki boğayı ölünceye kadar döğüştürürler, kendileri de onları seyrederek gülüşürlerdi"
4 Kılıç-Mızrak Oyunları: Hz Peygamber (sas) Habeşlilerin Mescidi Nebevî'nin önünde kendi millî oyunları olan "şiş oyunu"nu oynamalarına ve Hz Âişe'nin onları seyretmesine müsaade etmiştir Hattâ, "Göreyim sizi ey Erfede oğulları!" diye onları teşvik etmiştir Peygamberimiz (sas) bu oyunlara engel olmak isteyen Hz Ömer (ra)'i de, "Bırak onları ey Ömer!" diye uyarmıştır
Peygamberimizin engin müsâmahalarıyla faydalı bir eğlence olan "kılıç oyunu" mescidde oynanmış, Hz Âişe vâlidemiz de bu oyunu seyretmiştir Hz Âişe (ranha) diyor ki: "Peygamber (sas) kendi örtüsüyle beni örttü ve kendim usanıncaya kadar mescidde oynayan Habeşlileri, eğlenceye meraklı genç bir kızın seyredebileceği kadar seyretmeme müsaade etti"
İslam'ın mübah saydığı eğlencelerin, oyunların hiçbirisinde hasmı yaralamak, ona eziyet vermek yoktur Çünkü insan hürmete lâyıktır Oyuncu, oyunun kurallarına göre gücünü ve zekasını kullanarak hasmını yenmeğe çalışır; bilerek rakibine zarar vermez
5 Avcılık: Avcılık da meşrû olan faydalı eğlencelerdendir Hem spor, hem eğlence; hem de kazanç yoludur Kur'ân'da bildirildiğine göre hacc ve umre için ihrâma girildiğinde av yapılması yasak olur (el-Mâide, 5/95-96) Ayrıca kutsallığından dolayı Mekke'de bulunan hayvanların avlanması yasaktır
Meşru Olmayan Eğlenceler:
1 Kumar ve şans oyunları: Içinde kumar* bulunan her oyun haramdır Kumar ise, oyuncuya mutlak bir şey kazandıran veya kaybettiren oyundur
Kumar olsun olmasın tavla oynamak haramdır: "Tavla oynayan, domuz etine ve kanına elini bulamış gibidir "; "Tavla oynayan, Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş sayılır' (et-Tâc, V/287)
Bazı âlimlere göre kumar karısınııyorsa tavla haram değil mekruh olur
Satrancın haram ve mekruh olduğu hakkında Islâm hukukçularının farklı görüşleri varsa da en doğrusu şu şartlar altında onun mübah olmasıdır:

a) Satranç yüzünden namazın vaktinden sonraya bırakılmaması;
b) Kendisine kumarın karısınıamış olması;
c) Oyuncunun oyun esnasında dilini kötü sözlerden sakındırması

Bu üç şart yerine getirilmezse satranç oyunu haram olur

2 Sinema-Televizyon:Sinema ve televizyon, eğitim ve eğlence aracıdır Iyi yolda kullanılırsa iyidir ve faydalıdır; kötü yolda kullanılırsa zararlıdır ve haramdır
Sinema ve televizyon programlarını seyretmek şu şartlarda mübah olur:

a) Programın Islâm inancına uygun olması; günahı teşvik eden, sapık düşünce ve emperyalist kültürü aşılayan, bâtıl inançlara yer veren filmleri seyretmek haramdır
b) Insanı dinî ve dünyevî görevlerinden alıkoymaması Film yüzünden farz namazlardan birisini geciktirmesi, bakıma muhtaç ebeveyninin hizmetini aksatmasına sebebiyet vermesi halinde haramdır
c) Program seyrederken yabancı (mahrem olmayan) kadınlarla bir arada bulunmak haramdır

3 Musikî-Şarkı-Türkü vBulletin: Haddi aşmadığı ve günaha sürüklemediği takdirde musîkî mübahtır Günümüzde mübah olan musikî çeşidi maalesef çok azdır Bugün yaygın olan; şehveti tahrik eden ve içinde müstehcen ifadelerin yeraldığı müziktir
Bayramlarda, düğünlerde meşrû ölçüler içerisinde eğlenmek Islâmî marşlar söylemek mübahtır Bir düğünde bulunan Hz Âişe (ranha)'ya Peygamberimiz (sas), "Beraberlerinde eğlence türünden ne vardı? Ensâr eğlenceyi severler" buyurmuştur
Hz Âişe (ranha) yakınlarından birisini bir Medine'li müslümanla evlendirdi Hz Peygamber (sas) geldi ve aralarında şu konuşma geçti:

Kızı gönderdiniz mi?
Evet
Beraberlerinde şarkıcı gönderdiniz mi?
Hayır
Medine'li müslümanların bir zevk tarafları vardır Beraberinde (size geldik, size geldik) diyecek birisini gönderseydiniz !

Gönlünce eğlendiği halde bir türlü tatmin olmayan günümüz insanı, yaratılış gayesine uygun olarak boş vakitlerini değerlendirmeli, kendisine faydalı eğlenceler bulmalıdır
İslam'ın hâkim olmadığı ortamlarda müslüman için en güzel zevkli ve meşru eğlence akîdesini öğrenmek ve kitlelere ulaştırmak için uğraşmaktır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ BEYT

Hz Peygamber (sas)'in ev halkı Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz Peygamber (sas)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır Bu anlamda ehl-i beyt; Hz Peygamber (sas) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir Şia'ya göre ise; Hz Peygamber (sas)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II 751-752; IV, 1873)

Rasûlullah (sas) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 323)
Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33) Rasûlullah (sas)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc İstanbul 1983, IV, 370) Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır İbn Abbâs, Urve b Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz Peygâmber (sâs)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir
Hz Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir
Enes b Mâlik'in rivâyetine göre: Hz Peygamber (sas), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz" demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:
''Rasûlullah (sas), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi Her birinin elini kendi eli içine almıştı İçeri girdi ve Hz Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti" Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir Hâdişlerde, Rasûlullah (sas)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz Âişe'nin, Hz Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (sas)'in hanımları da ev halkındandır Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz Âişe, Hz Enes, Hz Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz Peygamber'in buna ilâveten Hz Ali, Hz Fâtıma, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, age aynı yer)
Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468) Gâdir-i Hum'da Hz Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız" buyurduğu rivâyet edilmiştir Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr bk Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414)
Hadîsin Müslim'deki Zeyd b Erkam (ö68/687) rivâyeti şöyledir "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır) (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc M Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314) Zeyd b Erkâm, ayrıca Hz Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir Hz Peygamber (sas)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b Hanbel, V, 166) "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir" (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161) Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı Hz Peygamber (sas) atması için 'kaka kaka' dedi Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b Hanbel, I, 200)
Müctehidlerin Hz Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz Peygamber (sas)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir Hz Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733)
Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun Allah seni insanlardan korur Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir Dinleyiniz ve itâat ediniz Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir" Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide Sûresinin 67 âyeti Hz, Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115) Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir
Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz Ali'nin hilâfetidir Hasan el-Basrî'nin (ö110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz Ali'nin velâyeti konusunda Hz Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir Hz Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum) Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz Peygamber (sas)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167) Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307)
Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö114) Hz Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır
İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur İlmin kapısı olan Hz Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı Ebû Zerr, Mikdât b el-Esved, Câbir b Abdullah, Ubey b Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır Daha sonrâları Hz Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur
Hz Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır Hz Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz Biz ev halkıyız Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir"
Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz Ali, Hz Hasan Hz Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi Ehl-i beyt'in Hz Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir
Hz Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b Ali (169/785), Muhammed b Tabat (199/814), Muhammed b Süleyman (814), Zeyd b Musa el-Kâzım ve Ali b Muhammed, İbrahim b Musa, el-Hasan b Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b Yûsuf, Muhammed b Zeyd, Ahmed b Muhammed, Hasan b Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir
Hz Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b Musa el-Kazım, Muhammed b Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar Hz Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir
Hz Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ BİD'AT

Bid'at ehli, hevâ ehli, dalâlet ehli, şüpheler (şubûhât) ehli, tefrika ehli İlim ehline göre bunlar aynı şeyin değişik isimleridir Bunlar Kitap ve Sünnet'e ve Ümmetin, ashabın yolunu ve metodunu izleyen selefinin anlayışına aykırı görüşler ortaya koyan kimselerdir

İslâm dininde bid'at, Allah'ın ve Rasûlünün teşri' buyurmadığı, farz veya müstehap türünden olmayan, bunlarla ilgili olarak hiçbir şekilde emretmediği şeylerdir Ancak şer'î deliller ile bilinen hususlar ise, Allah'ın göndermiş olduğu dinin kapsamı içerisindedir Bu konudaki bir kısım emirlere dair ilim adamlarının farklı görüşleri durumu değiştirmez
Bid'at ehline "hevâ ehli" adı verilmeşinin izahı ile ilgili olarak İmam Ebu İshak İbrahim b Musa eş-Şâtıbî (v 791/1388) şunları söylemektedir: "Ehl-i Bid'at şer'î delilleri onlara ihtiyaç duyulan bir eda ve bu delilleri esas alan bir üslup ve yaklaşım ile ele almadılar Aksine hevalarım şer'î delillerin önüne geçirdiler, kendi görüşlerine itimad edip güvendiler Hatta şer'î delilleri ise bu esaslara göre ele alınıp değerlendirilecek bir mertebede gördüler" (el-İ'tisâm, II, 176)
Hevâ ise insanın sevmek veya nefret etmekten kaynaklanan eğilimleridir
"Sünnet ve hadis ehli dışında bütün fırkalar hadis imamlarından sahih olan bir görüş ile ayrılmış değillerdir Bununla birlikte bunların İslâm dininden hak olan bazı şeylere de sahip olmaları kaçınılmazdır İşte bundan dolayı şüphe sözkonusu olmuştur Yoksa katıksız bir bâtıl hakkında kimsenin şüphesi olmaz Bundan dolayı bid'at ehline "şüphe ehli" denilmiştir Ayrıca Onlar hakkında: "Onlar, hakkı batıla karıştıranlardır" denilmektedir" (Minhacü's Sünne, V, 167)
Dinde tefrikaya düşmek "bir tek fırkayı" fırkalara dönüştürür Onların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevâlarına uymalarıdır Dinden uzaklaşmalarıyla, hevaları da bölük bölük olmuş ve sonunda dağılmışlardır Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dinlerini fırka fırka edip gruplara ayrılan kimselerle senin hiçbir ilişkin yoktur" (el-En'âm, 6/ 1 59) Burada yüce Allah, Rasûlünü böyle kimselerden uzak tutmuştur Bunlar da bid'at ve dalâletlere gömülen Allah'ın ve Rasûlünün izin vermediği hususlara dair söz söyleyen kimselerdir
Kişiyi hevâ ehli arasına sokan bid'at ise sünneti bilen ilim adamlarınca meşhur olan görüşe göre Haricilerin, Rafızilerin, Kaderiyenin ve Mürcie'nin bidatleri gibi, kitap ve sünnete aykırı düşen bid'attır Allah Rasulü'nün sünnetini bilen âlimlerce dinden oldukları zaruri olarak bilinen hususlarda tartışmaya girişen bir kimse başkaları bu konuda şüphe etse yahut nefyetse dahi- aslı konularda muhalefet eden kimselerin bid'at sahibi olduğu hüküm üzerinde İslâm'ın ileri gelen âlimleri arasında ittifak vardır Meselâ; sünnet âlimlerince mütevatir olarak kabul edilen Rasûlullah (sas)'ın şefâatine, havzına, kebâir ehlinin ateşten çıkartılacağına dair hadisler ile yine onlarca mütevâtir kabul edilen sıfat ve kadere dair hadisler Cenâb-ı Allah'ın celâl ve azametine yakışır şekilde arşı üzerinde olduğuna dair hadisler ve buna benzer, Rasûlullah'ın sünnetlerini bilen ilim ehlinin ittifak ettikleri esaslar bu türdendir Hz Peygamber (sas)'den gelen ilmi bilen ilim adamlarının mütevâtir kabul edilen şuf'aya dair hüküm, davalıya yemin ettirmek, muhsan zâninin recm edilmesi, hırsızlıkta nisabın muteber kabul edilmesi gibi hususlar bu türdendir İşte bundan dolayı İslâm'ın önde gelen âlimleri bu gibi aslı meselelerde sünnet âlimlerine muhalefet edenlerin bid'atçi olacakları üzerinde ittifak etmişlerdir
Kişi, bid'at sahibi olan bir kimsenin bid'atini bizzat görür veya işitirse yahut da o kişinin bu bid'ate sahip olduğu yaygınlık kazanacak olursa bid'at ehlinden olmakla nitelendirilir ve cerh edilir Bu konuda görüş ayrılığı yoktur Bütün müslümanlar günümüzde de geçmiş asırlardan bu yana da Ömer b Abdülaziz, Hasan-ı Basri vBulletin ilim ve din ehli ancak yaygınlık kazanması ile bilinebilecek hususlar ile bid'at sahibini cerhetmişlerdir Aynı şekilde Haccac b Yusuf ve Gaylan el-Kaderi ile benzeri zulüm ve bid'at sahipleri hakkında haberlerin yaygınlık kazanmasından başka bir şekilde bilinemeyecek durumlarda da bid'at sahibi olduklarına şehâdet edilir Bu konudaki delil ise Enes b Mâlik (ra)'ın yaptığı şu rivayettir:
"Bir seferinde Rasûlullah (sas)'ın yanından bir cenaze götürüldü Yanında bulunanlar ondan hayırla söz etti Peygamber: 'Vacib oldu' dedi Daha sonra bir başka cenaze geçirildi Ondan kötülükle söz edildi Peygamber: 'Vacip oldu' dedi yine Bu sefer Ömer b Hattab: 'Vacib olan nedir?' diye sorunca Hz Peygamber: "Siz daha önce geçen hakkında güzel konuştunuz, iyilikle söz ettiniz o bakımdan cennet onun için vacip oldu Ötekinden kötülükle söz ettiniz, ona da cehennem vacip oldu Sizler Allah'ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz " (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)
Onun şahitliğinin veya velâyetinin reddedilmesi için fâsık olduğunu ortaya koymak böyledir Şayet maksat onun kötülüğünden sakınmak için uyarmak ise bundan daha da aşağı deliller ile yetinilir
Bid'atin mahzurlarına ve hoşa gitmeyen yanlarına dair söylenmiş sözlerin bir kısmını İmam Şâtibî şöylece dile getirmektedir:
"Bid'at ile birlikte namaz, oruç, sadaka vBulletin Allah'a yaklaştırıcı hiçbir ibadet kabul edilmez Bid'at sahibi ile birlikte oturup kalkan kimseden Allah'ın koruması kalkar ve o kişi kendi haline bırakılır Bid'at sahibinin yanına giden ona saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olur İslâm'ın aslını bozacak davranış ve anlayışta olan bid'at sahibi kimse lânetlik kabul edilir Bid'at sahibinin ibadeti kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz Düşmanlığın ve karşılıklı kinin kaynağı bid'at sahibidir Bid'at, Muhammed (sas)'in şefâatine engeldir Her bir bid'at bir sünneti ortadan kaldırır, o bid'at gereğince amel edenlerin günahı kadar da bid'atleri ortaya koyana da yazılı! Bid'at sahibine Allah gazab eder, onu zelil kılar Rasûlullah (sas)'in havzından uzaklaştırılır Dinden çıkan kâfirler arasında sayılacağından ve dünya hayatından ayrılırken, âkıbetinin kötü olacağından, âhirette yüzünün kararacağından ve cehennem ateşiyle azab göreceğinden korkulur Allah Rasûlü, bid'atçiden beri ve uzaktır Müslümanlar da ondan uzaklaşmıştır Dünya hayatındaki fitneden başka ahiret azabının da artacağından korkulur" (Şâtibî el-İ'tisâm, I, 106-107)
Bid'at sahibi kimselere uygulanacak ceza herhangi bir şekilde artırılması veya eksiltilmesi sözkonusu olmayacak şekilde tesbit edilmiş değildir Bu konuda müctehidler nass ile belirtilen bir takım bid'atler hakkındaki rivayetlerden hareketle görüşlerine göre bazı hükümler ortaya koymuştur Meselâ Haricilerin, öldürüleceğine dair haberler ile Ömer b el-Hattâb (ra)'ın Sâbi el-Irâkî hakkında söylediği rivayet edilen sözler bunlardandır Müctehidlerin bu konuda bazı görüşleri vardır
Bid'at sahibi irşâd edilir, öğretilir ve görüşlerine karşı deliller ortaya konulur Onunla konuşulmaz, selâm verilmez Beldesinden sürgün edilir Hallâc'ın öldürülmeden önce senelerce hapse atıldığı gibi hapse atılır Sakınmalarını sağlamak maksadıyla bid'atleri ilân edilir, yayılır Onlarla savaşılır Tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülür Genel olarak cerhedilir ve şehâdetleri rivayetleri herhangi bir şekilde kabul edilmez bu konuda etraflı görüşler vardır Hastalandıkları takdirde ziyaretlerine gidilmez Cenazelerinde bulunulmaz Ömer b el-Hattâb'ın Sabiğ'i vurduğu gibi vurulurlar
Delil ile kâfir oldukları ortada olanların tekfir edilmesi Meselâ eğer bid'at, İbâhiyye gibi açık bir küfrü gerektiriyorsa tekfir edilirler Vahdeti vücûd, hulûl ve ittihadı savunanlar da aynı gruba dahildir
Buna göre bizzat bid'atin durumunun farklılığınâ göre verilecek cezalar dâ farklılık arzeder Bu konuda bid'atin dinde fesat çıkartacak kadar büyük olması ile olmamasına dikkat edilir Bid'at sahibinin bunun açıkça ortaya koyup o bid'at ile tanınacak durumda olmasıyla olmaması, bid'atçinin propagandasını yapmasıyla yapmaması, açıktan açığa onu kabul edip uyması ile uymaması bu konuda insanlara karşı ayaklanmasıyla ayaklanmaması, bid'ât ile bilmediğinden dolayı amel edip etmemesi durumları nazarı itibara alınır
Bid'at ehlinin kullandıkları deliller ile bid'atlerin ortaya çıkış şekillerini şöyle özetlemek mümkündür:
1 Senedi oldukça zayıf ve Rasûlullah'a yalandan uydurulan hâdislere güvenmeleri ve bunları delil almaları: Hz Peygamber (sas)'ın cübbesi omuzlarından düşünceye kadar sema edip harekete gelmesini delil göstermeleri buna misaldır
2 Maksat ve mezheplerin uygun olmayan şekilde vârid olmuş olan hadisleri reddedip bunların akla uygun olmadığını ileri sürmeleri, kabır azabını inkâr edenler gibi
3 Allah ve Rasûlünden gelen buyrukları anlamak için gerekli olan Arap dili ilmine sahip olmamakla birlikte Arapça olan Kur'ân ve Sünnet hakkında zan ve tahminlere dayanarak söz söylemeleri ve böylelikle kendi anlayış ve kanaatlerini şerîatın önüne geçerek geçmiş ve ilimde derinlik sahibi olan "Râsihûn"a muhalefet etmeleri
4 Açık nasları bir kenara bırakarak muhkem nassların ışığında ele alınması gereken müteşabih naslara tâbi olmaları ve muhkem olanları da kalplerindeki eğrilik sebebiyle tevile kalkışmaları Meselâ taklid edici lâfızları tetkik etmeden mutlak lâfızları delil almak Tahsis edici lâfızları var mı yok mu düşünmeksizin umûmî lâfızları kabul etmek gibi Sahih hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile çelişki teşkil ettiğini veya bu Hadislerde çelişki olduğunu, akla aykırı olduğunu söylemeleri bid'atlere düşmelerinin sebepleri arasındadır
5 Delilleri yerli yerince kullanmamak Meselâ delilin herhangi bir illet sebebiyle bir hüküm hakkında vârid olmasına rağmen onların bu delili o hüküm hakkında değilmiş gibi ele almaları ve bu hükmün illetinden uzaklaştırarak her iki illetin de bir olduğu vehmini vermek suretiyle başka bir hükme tahvil etmeleri
6 Bid'at ehlinden bazı grupların şer'î açık hükümleri aklın kabul edemeyeceği şekilde tevil edip asıl maksat ve muradın bu olduğunu ileri sürmeleridir ve Arap dilinden anlaşılan manânın kasdedilmediğini söylemeleridir Bu tür şeyleri ise ancak geneliyle, özeliyle şerîatı iptal etmek isteyenler yaparlar Bunlar ise Bâtınî fırkalarından İsmailiye ve Nusayriye ile hulûl görüşlerini kabul edenlerdir
7 İmam ve şeyhlerin ta'ziminde aşırıya giderek onları hak etmedikleri makam ve mevkilere çıkartmak Meselâ filân kişinin Allah'ın en büyük velisi olduğunu ileri sürmeleri, yahut bunların fazilet itibariyle Peygamberle (sas) eşit olduğu, ancak onlara vahiy gelmediğini aradaki tek farkın bu olduğunu ileri sürmeleri, hattâ bazı hurafecilerin şeyhin kimi zaman bizzat tanrı olduğunu söylemeleri bu türdendir Meselâ Hallâc'ın mensupları onun hakkında bu tür iddialarda bulunmuşlardır Bazı Şiî grupların imamları masum kabul etmeleri, sûfilerin şeyhleri hakkındaki görüşleri bu türdendir
8 Âlim ve şeyhleri körü körüne taklit etmek ve bu konuda yine kör bir taassub ile onlara bağlanmak Bunların ileri sürdükleri en büyük delil ise şudur: "Biz, filan salih adamı gördük de, o da bize şunu yapmayın bunu yapın dedi" Hattâ kimileri: "Ben rüyamda peygamberi gördüm, bana şöyle dedi, şunu emretti" diye söyleyip buna dayanarak amel etmesi ve bazı şeyleri terketmesi Bunu yaparken de şeriatla bulunan sınırlardan yüz çevirir Bu ise apaçık bir sapıklıktır
9 Bid'at sebeplerinin en büyüğü olan sünneti iptal etmek: bid'atin başlangıcı zan ve hevâ ile sünneti eleştirmeye kalkışmaktır Zu'l-Huveysira'nın birtakım ganimetleri dağıttığı esnada Peygamber (sas)'in sünnetini tenkid ve ta'n ederek: "Allah'a yemin ederim bu paylaştırmada adalet gözetilmedi ve Allah'ın rızası nerededir de bulunmak istenmedi" (Buhâri, Humûs 19; Müslim, Zekât 140) sözünü söylemesi de bu türdendir Yine İblîs kendi görüş ve havâsını esas alarak Rabbi'nin emrine karşı çıkıp tenkid etmiştir Halbuki aslolan sünneti seniyeye tâbi ve teslim olmaktır Allah'tan gelmiş olan risâlete uymak ve ona teslim olmak işte budur
10 Sünneti, yani şeriâtı ve maksadlarını bilmemek Şeriatın gösterdiği yolu bilmeyen kimse onun yerine bid'atçilerin yolunu izler
I I Ashâb-ı kirâmı ve onlara tâbi olan selef-i sâlihin'i izlemeyi terketmek İmam Ahmed b Hanbel der ki: "Bize göre sünnetin esası Hz Peygamber (sas)'ın ashabının izlediği yola sıkı sıkıya yapışmak demektir"
12 Zındıklık ve ilhad Büyük bid'atin pek çoğunun menşei Râfizîlik bid'ati gibi ilahı sıfatları reddetmek ve bâtıl tasavvufa meyletmek gibi zındıklar olmuştur Velev ki bu bid'atler imân ve İslâm'a bağlı fakat şerîatı bilmediği için ve hevâsına bir dereceye kadar tâbi olduğu için iman ve İslam'a tâbi kimselere intikal etmiş olsun
13 Can ve mallar üzerinde egemen olan yöneticilerin şerîatı Muhammediye'den sapıp uzaklaşmaları Nitekim Ahmesli bir kadının: "Cahiliyyeden sonra yüce Allah'ın bize göndermiş olduğu bu doğru yol üzerinde biz ne kadar süre kalmaya devam edeceğiz?" şeklindeki sorusuna Hz Ebu Bekir: "Sizin yöneticileriniz şeriat üzerinde dosdoğru oldukları sürece" diye cevap vermiştir (Buhâri, Menâkibu'l Ensâr, 26) Ebûbekir es-Sıddık (ra)'ın bu sözleri söylemesinin sebebi şudur: Yöneticiler dosdoğru oldukları sürece insanlar da dosdoğru olurlar Hz Ali (ra)'ın halifeliğinin son dönemlerinde bid'atler zuhur etmeye başlamıştır ki, bu da Haricilik ve Rafızilik bid'atidir Bu bid'atler ise imâmet, hilâfet ve buna bağlı diğer İslâmî hükümlerle ilgilidir
Şunu söyleyebiliriz: İlim ehlinin doğru kabul edilen görüşlerine göre bid'at ehli gruplarını sayı olarak tam olarak tesbit etmek imkânsızdır Ancak bunların en ünlüleri şöyledir:
1 Hâricîler: Bunlar, İmam Ali (ra)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler (Ayrıca bk Hariciler, Hariciye mezhebi)
2 Râfîzîler: Bunların bid'atleri ise Hz Peygamber (sas)'ın Hz Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz Ebu Bekir (ra)'ın ve Hz Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir Daha sonraları bunlardan Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler
3 Kaderiye: Bunlar da Allah'ın kadım ilmini kabul etmezler Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler Ashâb döneminin sonlarında İbn Abbas ile Câbir b Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır
4 Cehmiyye: Cehm b Safvân'a uyan kimselerdir Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler Şanı yüce Allah'ın arsının üzerine yükseldiğini kabul etmezler Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vBulletin diğer sıfatlarını ederler Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır Cehmiyye II asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir
5 Mutezile: Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler Hz Peygamber (sas)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır
6 Mutasavvıflar: Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar Bu icmâ ile küfürdür Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır
7 Mezhebî taassub bid'ati: Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: İmam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir
Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (sas)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir Asıl Fırka-i Naciye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ DALÂLET

Doğru yoldan, sırat-ı müstakîmden, Hz Peygamber'in sünnet yolundan ayrılmış, bütün İslâm dışı din ve düşünce akımları
Doğru yoldan çıkıp kaybolmak anlamıyla kullanılan dâlle (yalın hali dalâle, dalâl), Kur'ân'da çeşitli kullanımlarla geçmektedir
Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 135) Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır (el-Fâtiha, 1/5-7; el-Enbiyâ, 9/159) Allâh, cemaatten ayrılmamayı emretmiş, dinde çekişenleri reddetmiştir Hz Peygamber (sas) dinde her yeni şeyin bid'at, her bid'atin de dalâlet olduğunu söylemiştir (İbn Mâce, Mukaddime, 46) Kur'ân'da hak ehli müminlere dalâlet ehli olan kâfirlerin nasıl karşı durdukları birçok âyetlerde anlatılır Hz Peygamber zamanında insanlar mümin, kâfir (müşrik) ve münâfık diye üç ayrı gruptu Müminler ehl-i İslâm, kâfirler ve münâfıklar ehl-i dalâlet olarak tanımlanmıştır Bunlar için Rasûlullah, "Ben onlardan uzağım, onlar da benden " buyurmuştur Bunlar ayrıca "siyah yüz sahipleri" diye tanımlanır (Âlu İmrân, 3/106) Onlar, müteşâbih âyetlere uyarlar (Âlu İmrân, 3/7) Ehl-i Sünnet âlimleri onları ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar), ehl-i İslâm'dan sapan sapık bid'at firkaları (Bâtınîlik, Dürzîlik, Hulûliye, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye, Neccâriye, Müşebbihe, Hàriciye, Keşfiyye, Habıtiyye, Bahâiye vBulletin ) şeklinde târif etmişlerdir
İslâm'da ehl-i dalâlet'in öncüleri; İslam şeriatının ahkâm ve akîdesini zedeleyen sapık yollar ve bid'atlere dalan Cehmiye, Mu'tezile ve filozoflardır Çağdaş dünyada dalâlet ehlinin tarifini belirlemek için Kur'an-ı Kerîm'deki dalâl ifadelerinin anlaşılması gerekmektedir
İman; doğru yola girmek,İslâm'a teslim olmak demektir Küfr ise imanın, ihtidânın karşıtıdır; doğru yoldan çıkıp kaybolmaktır Kur'an-ı Kerîm küfrü bu dalâl anlamında çeşitli kullanımlarla bize göstermektedir: "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl içindedir" (Yusuf, 12/8) âyetinde Hz Yâkub'un oğullarının, kardeşleri Yusuf'u kıskanmalarına ilişkin olarak; "Erkek onun aklını basından almış, doğrusu biz kendisini apaçık dalâl içerisinde görüyoruz dediler" (Yusuf, 12/30) âyetinde Mısır hükümdarına karşı şehirli kadınların sözü olarak; doğru yoldan ayrılmak manasını ahlâkı bağlamda kullanarak ele alınmaktadır
Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır: "her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar" (el-İsrâ, 17/15); "Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117); "Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175); "Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8); "Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164); "Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44); "Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167); "İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18)
Kâfirler de mü'minleri dalâlde olmakla suçlarlar!: "Ne zaman kendilerine bir uyarıcı gelse, kâfirler ona yalancı demekte ve şunu söylemektedirler: Allah birşeyi indirmemiştir, siz büyük dalâl içindesiniz" (el-Mülk, 67/9) Hz Peygamber ise şöyle cevap verir: "O merhametlidir Biz O'na inanır ve O'na bağlanırız ümitle Siz kimin gerçekten dalâl içerisinde olduğunu az zaman sonra öğreneceksiniz" (Muhammed, 47/29) Her ümmete hak yolu göstermek üzere peygamberler gönderilmiş ve genelde o ümmetlerin ileri gelenleri peygamberlere şöyle demişlerdir: "Doğrusu biz seni apaçık bir dalâl içerisinde görüyoruz" Meselâ Hz Nuh şöyle cevap vermiştir: "Ey milletim, bende dalâlet yok; ancak her bir yaratığın Rabbi olanın elçisiyim" (el-Ârâf, 7/59-61)
Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz: "Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12); "İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74)
Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar: "O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52)
Ve onların sonları, acıklı âkıbetleri için şöyle buyurulur: "Her kavimden elçiler yolladık; Allah'a kulluk edin, putlardan uzak durun diye Kimini Allah yola koydu ama onlardan bazıları dalâlete eğilimliydiler Gez, gör, yeryüzünü, bak iftiracıların sonu ne olmuş" (en-Nahl, 16/36)
Kalpleri katılaşanlar hakkında: "Yazıklar olsun kalbi Allah'ın zikredilişine karşı katı olanlara Bunlar açıkça dalâl içerisindedirler" (Zümer, 39/22)
Kötülük haksızlık yapanlar ile zâlimler de dalâlet ehlidir: "Vay haline o masum gündeki toplantıda iman etmeyenlere; kötü işleri isleyenler, bu gün apaçık dalâl içerisindedirler" (Meryem, 19/37-39; Ayr bk Lokman, 31/11)
Şüpheciler, Allah'tan ümit kesenler de aynı yoldadır: "İman edenler son vakitten yana korku içerisinde, onun hakikat olduğunun iyice farkındadırlar Evet, hakikaten o saatten yana kuşkuları bulunanlar derin bir dalâl içindedirler" (Es-Şûra, 42/18); "Rabbinin rahmetinden, yoldan ayrılanlardan (dâllune) başka kim ümit keser ki " (el-Hicr, 15/56)
Dâlla kelimesinin eşanlamlı kullanışları da aynı maksatla doğru yoldan sapanlar için zikredilmektedir: Gâviye, gevâ, gâvi gibi "Cennet müttakîlerin, cehennem ise gâvilerin yanına getirilecektir Orada birbirleriyle çekisip dururken cehennem ateşindeki kafirler, 'Allah'a yemin olsun, muhakkak sizi bütün varlıkların Rabbi ile eşit ilâhlar kılmakla apaçık dalâlde bulunmuşuz Gerçek su ki, bizi yoldan çıkaran günahkârlar oldu' diyecekler" (eş-şuarâ, 26/96-99)
İrşâd olunmak anlamındaki ihtidânın aksi itâatsizlik için: "Adam, ebediyet ağacının meyvesinden yiyerek Rabbine itâatsizlik etti ve yoldan uzaklaştı Ne var ki sonra Rabbi onu seçti, yeniden ona doğru döndü ve onu tekrar yolun doğrusu üzerine koydu" (Tâhâ, 20/121-122) âyetleri örnektir
Zâğâ fiili de yan dönmek, doğru yoldan sapmak anlamındadır: "Sana bazı âyetleri tek anlamlı, bazı âyetleri ise çok anlama gelebilecek o kitabı indirmiş olan O 'dur Kalplerinde zeyğ (sapma eğilimi) olanlar bu şüpheli kısma eğilirler; amaçları ihtilâf çıkarmaktır İlmen ehil olanlar ise şöyle der: 'Biz ona iman ediyoruz; hepsi Rabbimizdendir Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi döndürme" (Âlu İmrân, 3/7-8)
Emihe yahut Emehe fiili, gözleri kapalı ve kafası hangi yola gireceği konusunda tamamıyle karışmış olarak sonu belirsiz yollara düşme diye anlamlandırabileceğimiz, bu dünyada bir o yana bir bu yana giden, doğru istikamete de asla ulaşamayan kâfirlerin halini ifade için kullanılmıştır: "Doğrusu âhirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara yaptıkları işleri güzel göstermekteyiz ki, yolların karıştırsınlar" (en-Neml, 27/4)
Kayıtsızlık, dikkatsizlik anlamındaki gaflet de dalâle yakındır: Dalâl'ın dini kullanımdaki anlamının irşâd çizgisinden kopmak olmasına karşılık gafletin manası ona karşı tamamıyle kayıtsız kalmaktır: "Onlar sığır sürüsü gibidirler Hayır, daha da şaşkındırlar Bunlar, aldırışsızlardır" (el-A'raf, 7/179) Kur'an'a muhâtap olmayanları gâfiller olarak niteleyebiliriz: "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmeden önce sen de gâfillerdendin " (Yûsuf, 12/3); "Ey Muhammed bunu sana babalarının uyanmamış olması yüzünden kendileri de gaflete düşmüş olanları uyarmak için Kadir ve Rahîm olan vahyetmektedir" (Yâsin, 36/5-6)
Şu âyette de aldırmazlık, küfr zulüm ve şirk ile yakın alakalıdır: "Hak olan vaad (cehennem azâbı) yaklaştığı zaman, gör kâfîrlerin gözleri nasıl yuvalarından fırlayacak gibi bakar Vay başımıza gelenlere derler; biz, bundan yana vurdumduymaz, gaflet içinde idik; biz zâlimlerdik Doğrusu siz ve Allah'tan başka taptığınız ne varsa hepsi cehennem için yakacaktır şimdi gireceksiniz oraya" (el-Enbiyâ, 21/98)
"Allah, kâfirlere rehberlik etmez O onların kalplerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuştur Onlar aldırmazlar" (en-Nahl, 16/107-108) "Ey Muhammed onlara o üzücü günün haberini ilet ki, onlar gaflet içinde ve inanmaz iken son karar verilecektir" (Meryem, 19/39)
Hevâ ehli olarak dalâlet: "Ben sizin ahvânıza uyacak değilim Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50); "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77)
İnançsızlara ehl-i ehvâ denilmiştir İmam Eş'arî şöyle der: "Hakîkaten ayrılmış olan Mu'tezilileri ve Kaderîleri kendi ehvâları, önderlerine ve atalarına körü körüne itâate, Kur'an'ı da oldukça rastgele bir biçimde anlamaya itmiştir"
Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi asmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar" (el-Cin, 72/14-15) (Ayrıca bk Ehl-i Bid'at, Ehl-i Sünnet)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EHL-İ FETRET KİMDİR, BUNLAR HERHANGİ BİR ŞEYLE MÜKELLEF MİDİRLER? Bilindiği gibi peygamberimizden önceki peygamberlerin risaleti umumi değildi Bunun için, kendilerine peygamberlerin risaleti umumi değildi Bunun için, kedilerine peygamber gönderilmiş olan bir kavim ehl-i fetret olduğu gibi; risaleti umumi olan peygamberin gönderilmesinden sonra da tebellüğ etmemiş olan bir kavim veya bir kimse de ehl-i fetrettir Ehl-i fetret'in ibadet ve itaatla mükellef olmadığında ittifak vardır Çünkü ibadetten haberi olmayan ve nasıl ifa edileceğini bilmeyen bir kimse, nasıl onunla mükellef kılınacaktır Ama Allah'a iman etmek ile mükellef olup olmayacağı hususunda ihtilaf vardır Matüridilere göre, kainatta olan her şey Allah'ın varlığına ve birliğine delalaet ittiği veaklen bunu idrak etmek mümkün olduğu için, herkes her yerde ve her zamanda Allah'a iman etmekle mükelleftir Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır”(al-i imran,189)
Buna göre, cahiliyye devrinde yaşamış (peygamberin annesi ile babası dahil) ve ölmüş veya peygamberin bi'setine yetişmiş fakat iman etmemiş olan kimseler, ehl-i necat sayılmazlar
Eş'arilere göre ise, bunlar ibadet ve itaatla mükellef olmadıkları gibi Allah'a iman etmekle de mükellef değillerdir Çünkü Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
 
Üst Alt