BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Suikast, bilinen en eski terörist taktiğidir ve günümüzde de sıkça başvurulmaktadır. Toplumda kargaşa çıkarmak ve devletin yabancı devletler karşısında güvenliğini tehlikeye düşürmek amacıyla devlet büyüklerine, siyasi ve askeri liderlere veya toplumca sevilen kişilere yöneltilen silahlı saldırılardır. Suikastlar, ihtilale ilişkin nedenlerden, ekonomik nedenlerden, ideolojik nedenlerden, psikolojik nedenlerden, kişisel nedenlerden, para ve menfaate dayanan nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Suikast nedir? Tarihteki  Suikastler
Suikast nedir? Tarihteki Suikastler
Suikastlar için, genel olarak, binaların giriş çıkışları, otoya biniş ve iniş anı, gidiş geliş güzergahları, araçların durduğu noktalar, tören ve merasim alanları uygun noktalardır.

Suikastlarda, her türlü ateşli ve ateşsiz silahlar. patlayıcı maddeler, model uçaklar kullanıldığı gibi, zehirli hayvanlar (akrep-yılan) ve kimyasal maddeler (zehir-asit) de suikast aleti/silahı olarak kullanılır.

Suikastlara taraftar olan terörist gruplara ETA (Easkedi Ta Askatasune), İRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu), Kaddafi’nin desteklediği uluslararası terörist gruplar ile Orta ve Güney Amerika’daki çeşitli terörist gruplar örnek verilebilir. Suikastlarda hedefler genellikle tahmin edilebilir ve olaydan sonra teröristlerce olay üstlenilir. Suikastlar genel olarak hükümet yetkilileri ve görevlilerine, şirket yöneticilerine, polis/asker ve koruma görevlilerine yönelmektedir. Suikastlarda teröristler basit, dinamik, çabuk, ve halk üzerinde etki bırakacak şekilde taktik kullanırlar.

Suikast, bilinen en eski terörist taktiğidir ve günümüzde de sıkça başvurulmaktadır. Toplumda kargaşa çıkarmak ve devletin yabancı devletler karşısında güvenliğini tehlikeye düşürmek amacıyla devlet büyüklerine, siyasi ve askeri liderlere veya toplumca sevilen kişilere yöneltilen silahlı saldırılardır.

Suikastlar, ihtilale ilişkin nedenlerden, ekonomik nedenlerden, ideolojik nedenlerden, psikolojik nedenlerden, kişisel nedenlerden, para ve menfaate dayanan nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Suikastlar için, genel olarak, binaların giriş çıkışları, otoya biniş ve iniş anı, gidiş geliş güzergahları, araçların durduğu noktalar, tören ve merasim alanları uygun noktalardır.Suikastlarda, her türlü ateşli ve ateşsiz silahlar. patlayıcı maddeler, model uçaklar kullanıldığı gibi, zehirli hayvanlar (akrep-yılan) ve kimyasal maddeler (zehir-asit) de suikast aleti/silahı olarak kullanılır. Suikastlara taraftar olan terörist gruplara ETA (Easkedi Ta Askatasune), İRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu), Kaddafi’nin desteklediği uluslararası terörist gruplar ile Orta ve Güney Amerika’daki çeşitli terörist gruplar örnek verilebilir. Suikastlarda hedefler genellikle tahmin edilebilir ve olaydan sonra teröristlerce olay üstlenilir. Suikastlar genel olarak hükümet yetkilileri ve görevlilerine, şirket yöneticilerine, polis/asker ve koruma görevlilerine yönelmektedir. Suikastlarda teröristler basit, dinamik, çabuk, ve halk üzerinde etki bırakacak şekilde taktik kullanırlar.

Tüm başarılı insanlar bir yerde ve bir nokta kimi insanların çıkarlarına ters düştükleri için suikaste kurban gitmişlerdir. Bu listemizde ise bahsi geçen insanların uğradıkları suikastleri inceleyeceğiz.

İşte bazılarının işine gelmediği için suikaste kurban gitmiş o isimler...

Martin Luther King
Martin Luther King
1- Martin Luther King Suikasti

1929 Yılında Atlanta'da doğan Martin Luther King'in öbür Amerikan zenci önderleri arasında özel bir yeri vardı. Amerikan zencilerini uygarca bir yaşayış düzeyine kavuşturmak ve ırk ayırımına son vermek için, şiddet yöntemlerine başvurmaktan kaçınıyordu. Onu en çok etkileyenlerden biri Gandi'ydi. Martin Luther King de, Gandi gibi, şiddete kaçmayan direnme yöntemiyle başarıya ulaşacağına inanıyordu. Gandi, tek kurşun sıkmadan koca İngiltere'yi dize getirip, ülkesini bağımsızlığa kavuşturmamış mıydı? Amerikan zencileri de aynı yoldan eşitliğe kavuşabilirler, ikinci sınıf yurttaş olmaktan kurtulabilirlerdi.

Martin Luther King, öldürüldüğü güne kadar, bu inancına bağlı olarak, birçok eylemler düzenledi, başarılar kazandı ve bu insancıl, barışsever tutumu nedeniyle 1964 yılında Nobel Barış Ödülünü aldı.

Ne var ki, şiddetten yana olmayan, sorunların kan dökülmeden çözümlenmesini öneren Martin Luther King, kendisi gibi düşünmeyen bir beyaz Amerikalının kurşununa hedef olarak can verdi...

1968 yılında, Memphis şehrindeki temizlik işçileri greve başlamışlardı. Şehirde yaşayanların yüzde kırkı zenciydi ve temizlik işi gibi "aşağılık" bir meslekte çalışanların yüzde doksan beşi de kara renkli kişilerdi. Grevciler, Martin Luther King'i yardımlarına çağırmışlar, o da seve seve ırktaşlarının yanına koşmuş, gösteriler ve yürüyüşler düzenlemeye başlamıştı.

Grevin ve gösterilerin sürüp gittiği sırada, 4 Nisan 1968 perşembe günü, Memphis'e sivri burunlu, uzun boylu yabancı bir beyaz geldi. Öğleden sonra saat 15,30'da Bayan Bessie Brewer'in pansiyonuna giren bu adam, adının John Willard olduğunu söyleyerek bir haftalık kira karşılığı sekiz buçuk doları peşin olarak ödedi. Daha sonra Bayan Bessie Brewer, yüzüne pek dikkatle bakmadığı bu adam için şöyle diyecekti.

"Yüzüne pek iyi bakmadım, fakat bir tek şeyi hatırlıyorum; pek aptalca bir gülümseyişi vardı..."

Pansiyon defterine adını John Willard olarak yazdıran adam, 5 numaralı odaya çıktı. Buradan, Martin Luther King'in kaldığı Lormine Moteli olduğu gibi görülüyordu, özellikle motelin 306 numaralı odasına girip çıkanları... Bu, Martin Luther King'in odasıydı.

Grev 12 Şubatta başlamıştı. 1300 temizlik işçisi, sendikalarının belediyece tanınmasını ve ücretlerinin saat başına 60 sentlik bir zam görmesini istiyordu. Görevine 1 Ocakta başlamış olan Belediye Başkanı Henry Loeb'se, bu istekleri kabul etmemekte direniyordu. Loeb, temizlik işçilerinin istekleri yerine getirilirse, geri kalan belediye memurlarının da greve gideceğinden korkuyordu. İtfaiyeciler, polisler ve hastane görevlileri de daha fazla para isteyecek olursa, Belediye ya ücretleri yükseltecek ya da hizmetlerin aksamasını göze alacaktı.

Grev giderek bir ırk çatışmasına dönüşmüştü. Zenci temizlik işçileri, belediyenin grev karşısındaki uzlaşmaz tutumunu ırk ayırımının yeni bir belirtisi sayıyorlardı. Memphis'te zencilerin iş bulmakta güçlük çektiklerini, daha düşük ücretlerle çalıştıklarını, gerektiğinde işten ilk çıkarılanların yine zenciler olduğunu ileri sürüyorlardı.

Çöp yığınları büyüdükçe sinirler geriliyor, tedirginlik artıyordu. Gece yarısı olaylar çıkıyor, şehrin orta yerindeki dükkânların vitrinleri parçalanıyordu. İtfaiyeciler, sahte yangın ihbarlarına koşarken, taşan çöp tenekeleri ateşe veriliyordu. Memphis, Mississippi nehrinin, kıyısında, bir dinamit fıçısı gibiydi; her dakika patlayabilirdi.

Şehrin din adamlarının çağrısı üzerine, Dr. Martin Luther King, grevcilerin bir toplantısında konuşmak üzere Memphis'e geldi. Medeni Haklar savunucularının en ünlüsü olan bu Güneyli rahip kendini, A.B.D.'de yaşayan talihsiz, yoksul insanları daha iyi bir hayata kavuşturmaya adamıştı. Dr. King, Memphis'te 12 bin zenciye seslendiği konuşmasında, grevcilerden cesaretlerini kaybetmemelerini istedi. "Fedakârlık yapmadan hiç bir şey elde edilemez," diyordu bu konuşmasında.

Bütün şehri kapsayacak bir günlük bir iş boykotu yapılmasını önerdi. Aynı zamanda. Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğinin "S.C.L.C." para yardımında bulunacağı hususunda söz vererek, iş boykotunun yapılacağı gün, göstericilerin başında bulunmak üzere Memphis'e döneceğini de sözlerine ekledi.

Grevciler, bu yeni destekten cesaret bulmuşlardı. Zenci dinleyiciler en çok gene rahibin şu sözleriyle coşmuşlardı:

"Boykotun sonucu, sesinizin artık duyulması olacak, Memphis'te o gün hayat duracaktır."

Konuşmanın yapıldığı alan, "evet" ve "âmin" sesleriyle çınlıyordu.

28 Mart günü, Dr. King, Beale sokağındaki gösteride 6 bin kişinin başında yürüdü. Yürüyüş sakin başlamıştı. Göstericiler Dr. King'in ardı sıra sessiz ve ağır başlı bir biçimde yürüyorlardı. Birden, yaşları 13-20 arasında değişen 150 kadar zenci genç yürüyüşten koparak, vitrinleri kırmaya, dükkânları yağmalamaya, ateşe vermeye, polislere saldırmaya başladılar. Göz açıp kapayana kadar olaylar çığırından çıkmıştı.

Yardımcıları, Dr. King'i bu durum karşısında hemen oradan uzaklaştırdılar. Memphis polisi, duruma hâkim olmak için, gaz bombası ve cop kullanmaya başlamıştı. Olayların daha da büyümesini önlemek isteyen Tennessee Valisi, eyalet askerlerini ve dört bin ulusal muhafızı Memphis'e yolladı. Sabaha kadar 300 zenci tutuklanmış, 60 kişi yaralanmış, bir dükkânı yağmalarken polis tarafından kurşunlanan 16 yaşında bir zenci çocuk da ölmüştü.

Dr. King başarısızlığa uğradığına inanıyordu: Şiddet aleyhtarı felsefesi Memphisli zenciler tarafından reddedilmişti. Bir daha dönmemek üzere şehirden ayrılmayı düşünüyordu. Fakat, Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğindeki taraftarları, olayları küçük bir grubun çıkardığına onu inandırdıklarından, bir yürüyüş daha düzenlemeye karar verdi:

"Barışçı yollardan protesto, Memphis'te hüküm sandalyesinde oturmaktadır." diyordu.

Gerçekten de öyleydi. Beyazlar King'i artık toplulukları denetleyememekle suçluyorlardı. Zenci ırkçılar da King'in başının dertte oluşuna seviniyorlardı. Bunlar, zencilerin eşitliğinin barışçı yollardan sağlanamayacağını kesinlikle ileri sürüyorlardı.

Dr. King beyaz ve siyah muhaliflerinin yanıldığını ispatlaması gerektiğine inanıyordu. Yardımcılarından, yeni bir yürüyüş için hazırlık yapılmasını istedi.

İlk yürüyüş sırasında olayları başlatan gençlerin bağlı oldukları çeteyle görüşülerek, çocuklardan yeni yürüyüşte olay çıkarmayacaklarına dair söz alındı. King, yeni yürüyüşten önce, bir dizi toplantı düzenlemeye karar verdi. 3 Nisanda Mason Street kilisesinde yapılan ilk toplantıda Dr. King, iki bin ateşli taraftarına seslendi. Değişikliklerin yavaş yavaş getirilmesini isteyenlerin yanında, hemen eyleme geçilmesini isteyen aşırıları da toplantıya çekmesini bilmişti. Memphisli bir rahip tek bir vücut haline gelmiş topluluğa bakarak, bir başka din adamına şu sözleri fısıldıyordu:

"Tanrım, King bizi kurtarmak için gönderdiğin önderdir."

King, konuşmasında şöyle diyordu:

"Çağımızda ve günümüzde temel sorun, şiddet ile barışçı yollar arasında bir seçim yapmak değildir, çünkü ya barışçı yolları seçeriz, ya da hep birlikte yok oluruz."

Ertesi gün, yani 4 Nisan 1968 perşembe günü, Dr. King ve yardımcıları, o akşam yapılacak ikinci toplantı üzerinde konuştular. Onlar görüşmelerini sürdürürken, adını John Willard olarak yazdıran adam, tuttuğu odada birasını yudumluyordu. Bir saat kadar odasında kaldıktan sonra, dışarıya çıkıp arabasına gitti. Pansiyona, elinde çocukların, spor araç ve gereçlerini koymakta kullandıkları türden mavi el çantasıyla döndü. Öbür kolunun altında, uzağa ateş edebilen 30,06 çapında, dürbünlü bir hava tüfeği taşıyordu.

"Aptal gülümseyişli adam..." merdivenleri tırmanıp odasına çıktı. Saat beşe geliyordu. Saat altıya 3 kala, Dr. King moteldeki odasının balkonuna çıkmıştı. Günün yorgunluğunu çıkarmak için yemekten önce biraz hava almak istiyordu.

Motelin karşısında, Bayan Besste Brewer'in pansiyonunda, tüfekli adam banyoya girmiş, kapıyı kilitlemişti. Tüfeği pencerenin pervazına dayadı. Lorraine Motelinin balkonuyla aralarında yalnız altmış beş metre vardı.

Dr. King, balkonun yeşil parmaklığına yaslanmış, aşağıda, motelin park yerinde duran şoförü ve arkadaşlarıyla konuşuyordu. Yardımcılarından rahip Jesse Jackson , King'i o geceki toplantıda çalacak olan müzisyen Ben Branch'ie tanıştırdı. Dr. King, müzisyene:

"Aziz Tanrım ilâhisini mutlaka çalın bu akşam, güzel olsun hem..." diyordu.

Bessie Brewer'in banyosundaki adam, tüfeği omzuna götürerek dürbünü hedefine göre ayarladı.

King doğrulmuş, odasına dönmek üzere geri dönmüştü. Pansiyon'daki adam, derin bir nefes aldı. Saat altıyı bir geçiyordu.

Dr. King'in balkonun beton tabanına düştüğünü görmeyenler, bir donanma fişeği patlatıldığını sanmışlardı.

Kurşun, Dr. King'in ensesini ve çenesini parçalayıp geçmişti. Katil, ikinci kurşuna gerek kalmadığını anlayarak silahını bir kutuya koydu. Çantasını kaptığı gibi pansiyondan fırladı. İçinde tüfek bulunan kutuyu ve çantasını kaldırıma attıktan sonra ortadan kayboldu.

King'in yardımcıları ve motelde bulunanlar, hemen ikinci kattaki balkona koştular. Yardım gelinceye kadar rahip Jackson, King'in başını dizine koydu. Adalet Bakanlığında görevli bir beyaz, odasından kapıp getirdiği bir havluyla yarayı temizlemeye çalışıyordu.

Arkadaşlarından Rahip Ralph Abernathy, yaralının kurtarılamayacağını anlamıştı. King'in yanında diz çöktüğünde gözleri dolu doluydu. Boğuk bir sesle:

"Martin!.. Martin!.." diye inliyordu.

Cankurtaran, ölmek üzere olan Dr. King'i yakındaki St. Joseph's Hastanesinin ilk yardım bölümüne getirdiğinde, saat altıyı on altı geçiyordu.

Elli dakika sonra Dr. Martin Luther King ölmüştü.

Onun ölümü, Amerika'da, büyük şiddet hareketlerinin başlamasına yol açtı. Şiddetten yana olan zenci önderi Stokely Carmichael, şöyle haykırıyordu:

"Evlerinize gidin ve silahlarınızı alın!.. Beyaz adam geldiğinde, amacı sizleri öldürmek olacaktır. Sokaklarda, artık hiç bir siyahın kanını görmek istemiyorum. Onun için diyorum ki, evinize gidip silahlanın!.."

Başkanlığa Demokrat Partiden adaylığını koymak için kampanya açmış bulunan Senatör Robert Kennedy, olayı duyduğunda İndianapolis'teydi. Şehrin zenci mahallesine giden Robert Kennedy, şöyle konuştu:

"Size verilecek çok acıklı bir haberim var; Martin Luther King bu akşam öldürüldü. Aranızda bulunan siyahlara sesleniyorum: Eğer böyle bir davranışın insafsızlığı karşısında içinizde doğan nefret ve kızgınlıkla bütün beyazları suçlamaya kalkışırsanız, hatırlayın ki ben de aynı tür duygularla doluyum. Benim de ağabeyim öldürülmüştü... Hem de bir beyaz tarafından." (Bilindiği gibi, Robert Kennedy de, Martin Luther Kıng'ten tam dört ay sonra, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'te Ambassador Hotelde Filistinli bir Arap olan Sirhan tarafından öldürüldü.)
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Suikast nedir? Tarihteki önemli Suikastler - Rasputin Suikasti

Rasputin
Rasputin
2- Rasputin Suikasti

Grigori Rasputin, cinsel hayata düşkünlüğüyle ve doğaüstü önsezileriyle çarlık Rusya'sının en önemli kişilerinden birisiydi.

Rasputin, 22 Ocak 1869'da, Ural Dağları’nın yakınındaki Pokrovskoye köyünde doğdu. Babası Jefim Jakoviç ve annesi Anna Wasiljevna, çiftçilik yapıyorlardı. Pokrovskoye köyünün önde gelen şahıslarından sayılan bu aile, kendilerine ait topraklara sahipti.

Rasputin 1886 ile 1901 yılları arasında 15 sene boyunca Rusya’da gezip her yerde vaazlar verdi. Yunanistan’da bulunan Athos Dağı’na kadar gitti. 1905'te St. Petersburg’da Rasputin’in de katıldığı büyük bir dini toplantı yapıldı. Rasputin, orada Johann Von Kronstadt gibi saygın din adamlarıyla tanıştı ve kısa zaman içinde ünü yayıldı. Kendisine Çar’ın sarayına kadar bütün kapılar açılmıştı.

Rasputin'in Azizliği

1907 yılında Çar’ın oğlu Alexei hemofili hastalığına yakalanmıştı. Doktorlar, iç kanamalarını durduramayınca artık tıbbın çare olmadığını ve Alexei'nin yakın zamanda öleceğini bildirdiler. Bu durumun üzerine Çariçe, ermişliği ile günden güne meşhur olan Rasputin’i, saraya çağırdı. Rasputin, küçük Alexei’in iç ve dış kanamalarını bir iki dakika içerisinde dua ederek ve elleriyle dokunarak inanılmaz şekilde durdurdu. Bunda, muhtemelen hipnotizma konusundaki bilgisi etkili oldu.
Rasputin o günden itibaren çar ailesi için çok önemli bir şahıs oldu. Rasputin bu tedavilerini ölüm yılı olan 1916'ya kadar sürdürdü.
Rasputin'in Saray Dönemleri

Çar, orduların başına, cepheye gitmişti. Bu dönemde Rasputin diğer hanedan mensupları ile birlikte sarayda bulunmaktaydı. Çariçe Alexandra Fyodorovna ile ülkenin yönetiminde söz sahibi olmaya başlamıştı. Çar, doğrudan eşinden aldığı mektuplarla ülkeyi ve savaşları yönlendiriyordu. Haneden üyeleri bu durumdan iyice rahatsız olmaya başlamışlardı çünkü Rasputin'in keyfine diyecek yoktu. Cinselliğe düşkünlüğüyle bilinen Rasputin kızlarla bolca vakit geçiriyor sarayda keyif sürüyordu. Bu durum önce sarayda daha sonra da halk arasında yaygın söylentilere ve tepkilere, moral bozukluklarına yol açıyordu. Hanedan mensupları Rasputin’i ortadan kaldırmak için planlar yapılmaya başlamışı. Felix Yussupov adındaki tatar hanedan mensubu bir prens bu işe ön ayak oldu ve diğer komplocu arkadaşları ile beraber bir plan kurdular.

Rasputin'in Ölü Bedeni,Alnındaki Kurşun Deliği Belli Oluyor
Rasputin'in Ölü Bedeni,Alnındaki Kurşun Deliği Belli Oluyor
Suikast

Plan, sarayda verilen bir yemek daveti ile başladı. Yussupov ve Rasputin beraber yemeğe giderken Yussupov, Raputin'i sohbet etmek amacı ile bir odaya aldı. Burada, önceden siyanürle hazırlanmış kurabiyeler bulunmaktaydı. Kurabiye içerisindeki zehir dozu bir insanı öldürecek miktardaydı. Garanti olsun diye şarabın da içine siyanür konulmuştu. Rasputin, iki kurabiye yedi ve şaraptan da bir bardak içti. Zaman geçti fakat Rasputin'de herhangi bir etki görülmüyordu. Yussupov paniğe kapıldı ve arkadaşlarının yanına gitmek üzere odadan çıktı. Planın işe yaramadığını söyledi. Bunun üzerine Yussupov'a bir silah temin edildi. Yussupov, Rasputin’in yanına geri döndü ve silahını bir el ateşledi. Rasputin yere yığılmıştı. Yussupov başarının verdiği onurla arkadaşlarının yanına gitti ve işi başardığını söyledi. Arkadaşı ona bir bardak şarap verdi ve işin sona ermesini kutlayalım dedi. Ancak o esnada Yussupov’un içerisinde bir endişe oluştu, sonra tekrar yerde yatan Rasputin’in yanına gitti. Rasputin, yeşil gözleri ile Yussupova baktı bir şeyler söylemeye çalıştı. O esnada odaya giren Yussupov’un arkadaşı kendi silahı ile Rasputin’e ateş etti. Silahtan çıkan kurşun Rasputin’nin sırtının alt kesimine girerek böbreğine saplandı. Öldüğünü düşündükleri Rasputin’i bir çarşafa sararak dışarda beklemekte olan araca doğru taşımaya başladılar. Arabada bekleyen İngiliz ajanı Rayner kapıyı açmak için dışarı çıktı. O esnada Rasputin’den bir hırıltı geldi, bir hareket oldu. İngiliz Rayner Rasputin'in ölmediğini anladı ve Rasputin’i alnın tam ortasından vurdu. Rasputin’in bedenini araca yerleştirdiler ve buzlarla kaplı Neva nehrine attılar. Rasputin’in cesedi ancak 14 saat sonra bulunabildi.

Rasputin bu şekilde tarihe ölmeyen adam olarak geçti.

Rasputin'in Son Mektubu

"Rasputin’in ölümünden sonra sekreteri Simonoviç, Rasputin’in yazdığı son mektupta şunların söylendiğini belirtmiştir. "1 Ocak’tan önce öldürüleceğim, eğer soylular tarafından öldürülürsem, soyluların tümü Rusya’dan ayrılacak, Rusya'da kardeş kardeşi öldürecek ve 25 yıl içinde Rusya’da bir tek bile soylu kalmayacak. Ulu Çar! Eğer ölümümde sizin de parmağınız varsa, ailenizden hiç kimse, çocuklarınız dahil iki yıldan fazla yaşamayacak ve Rus halkı tarafından öldürülecektir”

Rasputin'in 1916 yılının Aralık ayında öldürüldüğünü, 1917'de Bolşeviklerin yönetimi ele geçirdiğini, Sovyet Rusya'nın oluştuğunu ve Rusya'ya komünizmin geldiğini, soyluların ortadan kalktığını, kardeşin kardeşi öldürdüğünü göz önünde bulundurursak. Rasputin'in söylediklerinin hemen hemen hepsinin gerçekleşmiştir. Rasputin'in gayet gizemli bir karakter olduğunu açıkça söyleyebiliriz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
John F Kennedy Suikasti

3- John F Kennedy Suikasti

22 Kasım 1963 cuma günü, saat 12.30 sularında tüm dünyanın gözleri önünde hala cevaplanmayan sorularla trajik olay gerçekleşti. Film karesi gibi akıllara kazınan Jacqueline Kennedy'nin pembe Chanel elbisesi, üstü açık bir araba ve silah sesleri...

Dallas'ta konvoy arasında eşi Jacqueline Kennedy ile üstü açık bir arabada ilerleyip halkı selamlar iken aniden ateş açıldı. Kennedy, nokta atışlarla ensesine ve başına isabet eden iki kurşunla vuruldu. Amerikanın 35. başkanı Parkland Hastanesi'ne götürülürken yolda hayatını kaybetti.

John Ford Kennedy
John Ford Kennedy
Cinayeti işlediği gösterilen 24 yaşındaki Dallaslı Lee Harvey Oswald ise aynı gün yakalandı ve iki gün sonra bir gece kulübünün sahibi olan Jack Ruby tarafından Dallas polis müdürlüğünün önünde yine tüm dünyanın gözleri önünde öldürüldü.

Olaylar ilginç gidiyordu.. Ve olayın komplo teorilerine her gün bir yenisi işleniyordu.

Suikast ile ilgili en önemli ayrıntı ise, ilk atış ile son atış arasında yaklaşık 5,6 saniye bulunması. Öyle ki FBI ajanlarının hiçbirisi nişan almaksızın bile bu başarıyla ateş etme eylemini gösterememiştir.

Suikastte kullanılan silah, en son olarak 1945 yılında üretilen, mermilerin hazneye tek tek sürüldüğü İtalyan yapımı bir Manlicher Carcano (dürbünlü tüfek) Yani Üç merminin bu kadar kısa bir sürede ayrı ayrı sürülmesi ve nişan alınması neredeyse imkansız.

Kennedy süikastının nedeni olarak Amerika'nın derin devletinden İsrail'in mason örgütlerine kadar pek çok siyasi analiz gösterilsede magazinsel olarak en ilgi çekeni, Marilyn Monroe ile olan ilişkisi.

Öyle ki Marilyn Monroe'nun kuşkulu ölümü dahi Kennedy'e dayanan bir suikast olarak gösterilir.

Bir başka ilginç konu ise JFK’nin yakın akrabalarının da ölümünün normal yollarla gerçekleşmemiş olması. Kuşku dolu uçak kazaları ve intiharlar...

Öyle ki, toplumda "Kennedy laneti" deyimi kullanılmaya başlanmış. Hala komplo teorilerin devam ettiği Kennedy suikastı sırlarıyla birlikte üzerine çekilen filmler ve kitaplar ile sorularını koruyor.

Tarih : 22 Kasım 1963 Cuma
Saat : 12.30
Yer: Teksas ,Dallas
Olay: John Fitzgerald Kennedy Suikasti
Cinayetin Sorumlusu: 24 yaşındaki Dallaslı Lee Harvey Oswald
Cinayet Aleti: İtalyan yapımı olan Manlicher Carcano (dürbünlü tüfek)
Suikast şüphelileri:
1) John F. Kennedy İsrail’in nükleer programına ters düştüğü için İsrail tarafından öldürülmüştür.
2) Suikast, Pentagon,FBI,CIA ve Gizli Operasyonlar birimlerinin ortak bir suikastidir. Jim Garrison suikast ile birlikte başkan yardımcısı göreve atanacaktır ve bu sebeple hükümete gizli bir darbe yapılmıştır.

Kennedy, 22 Kasım 1963 cuma günü, saat ile 12.30 sularında eşiyle üstü açık bir arabada Dallas'taki bir konvoyun arasında ilerlerken ateş açıldı. Kennedy, ensesine ve başına isabet eden iki kurşunla Parkland Hastanesi'ne götürülürken yolda hayatını kaybetti. Vali Connally ise ağır yaralanmasına karşın kurtarıldı. Aynı gün Başkan Yardımcısı Johnson, yemin ederek ABD başkanlığını üstlendi.

Suikastin yaşandığı gün, cinayetin sorumlusu olarak yakalanan 24 yaşındaki Dallaslı Lee Harvey Oswald de iki gün sonra bir gece kulübünün sahibi olan Jack Ruby tarafından Dallas polis müdürlüğünün önünde öldürüldü.

Başkan Kennedy Arabanın Arka Koltuğunda Vurulmuş Halde Yatıyor
Başkan Kennedy Arabanın Arka Koltuğunda Vurulmuş Halde Yatıyor
J.F. Kennedy’in suikasti, Zapruder adlı bir şahıs tarafından kameraya alınmıştır. Olaya ait, tüm soruşturmaların ana inceleme dayanağı bu görüntülerdir. Kennedy üstü açık araba ile halkı selamlar iken ilk kurşun ensesinin altından girip kravat düğümünden çıkmış ikinci mermi Dallas Valisi Connaly i sırtından ağır yaralamış üçüncü ve ölümcül darbe Kennedy nin kafasının üst bölümünü parçalamıştır. O şekilde araç doğrudan hastaneye yönlenmiş ancak Kennedy tüm çabalara karşın kurtarılamamıştır. İlginç olan bir durum da şudur; İlk atış ile son atış arasında yaklaşık 5,6 saniye bulunmaktadır. Olayı araştıran FBI ajanlarının hiçbirisi nişan almaksızın bile benzer şekilde ateş etme başarısını gösterememiştir. Suikastte kullanılan silah, en son olarak 1945 yılında üretilmiştir. Mermiler hazneye tek tek sürülür. Üç merminin bu kadar kısa bir sürede ayrı ayrı sürülmesi ve nişan alınması şaşırtıcı bir olaydır.

Kennedy Neden Öldürüldü?

ABD'nin Siyonistlere karşı çıkan tek Başkanı John Fitzgerald Kennedy, İsrail Başbakanı Ben Gurion'a, İsrail'de yapılmakta olan Dimona Nükleer Santrali'ne, İsrail'in Ortadoğu politikasına, Siyonist silah tüccarlarına, mason danışmanlarına, Amerika'daki Yahudi lobisine, lobinin en güçlü ismi Rockefeller'a ve masonik örgütlere ters düşmüştü.

Kennedy'nin 1963 yılında Texas'ta öldürülmesinin ardından kurulan ve Warren Komisyonu olarak bilinen Senato Özel Soruşturma Komisyonu, cinayeti tek başına hareket eden Lee Harvey Oswald'ın işlediği sonucuna varmıştı. Ancak hem cinayetin sorumlusu olarak gösterilen Oswald'ın hem de henüz mahkeme önüne çıkmadan onu öldüren Jack Ruby'nin ve olaya adı karışan bazı kişilerin kuşkulu biçimde öldürülmeleri, öte yandan soruşturmanın yürütülmesindeki bazı kuşkulu noktalar, ABD kamuoyunda birçok spekülasyona yol açmıştı.

ABD'nin o zamanki başkan yardımcısı olan Lyndon B. Johnson, yemin ederek Kennedy'nin yerine 36. başkan olarak göreve başladı. Kennedy'ye yapılan bu suikastin arkasında İsrail olduğu iddiaları vardır. Bunun nedeni ise Kennedy'nin İsrail'in nükleer programına karşı çıkmasıdır.Mordehay Vanunu isimli İsrailli bir nükleer tesis işçisi, yaptığı açıklamada "Amerikalı denetçiler tesislere geldiğinde silahlar özel yapım duvarlara saklandı" demiştir. Bu açıklama üzerine büyük tehditler alan Vanunu bir daha bu konu hakkında açıklama yapmamıştır. Bununla birlikte Kennedy suikasti sorumlusunun bir İsrail milliyetçisi tarafından öldürülmesi bu işin arkasında Mossad'ın olabileceği şüphelerini artırmaktadır. Çünkü Kennedy'nin İsrail'in nükleer programını eleştirmesi ve ona destek çıkmaması bu suikastin başlangıç noktası olabilir. Doğaldır ki bütün bunlar kanıtlanamamış varsayımlardan ibarettir.

Kennedy'nin katili Lee Harvey Oswald, ifadesi alınmadan önce bir bar işletmecisi olan Polonya Yahudisi Jack Ruby tarafından onlarca CIA ve FBI ajanının önünde öldürülürken
Kennedy'nin katili Lee Harvey Oswald, ifadesi alınmadan önce bir bar işletmecisi olan Polonya Yahudisi Jack Ruby tarafından onlarca CIA ve FBI ajanının önünde öldürülürken
Bir diğer iddia da bölge savcısı Jim Garrison'ın ortaya attığı Pentagon,FBI,CIA ve Gizli Operasyonlar birimlerinin ortak bir suikast planladığıdır. Jim Garrison suikast ile birlikte başkan yardımcısının göreve atanması sebebi ile hükümete gizli bir darbe yapıldığını iddia etmiştir. Suikastde 3 nişancının olduğu iddia etmiş ve Clay Shaw adlı işadamının suikastde parmağı olduğu gerekçesiyle sanık olarak göstermiştir. Fakat gerek delillerin kaybolması, gerek olay gününde görgü tanıklarının çoğunun ifadelerinin kayıt altına alınmaması ve ulusal arşivdeki delillerin ulusal güvenlik sebebi ile gösterilmemesi yüzünden Clay Shaw suçsuz bulunmuştur.

1963'te Gizli Operasyonlar Şefi olan Richard Helms, Clay Shaw'un CIA için çalıştığını 1979'da kabul etmiştir. Meclisin Suikast Araştırmaları Komitesinin dosyaları, 2029 yılına kadar mühür altında olacaktır.

ABD'nin o zamanki başkan yardımcısı olan Lyndon B. Johnson, yemin ederek Kennedy'nin yerine 36. başkan olarak göreve başladı. Kennedy'ye yapılan bu suikastin arkasında İsrail olduğu iddiaları vardır. Bunun nedeni ise Kennedy'nin İsrail'in nükleer programına karşı çıkmasıdır.Mordehay Vanunu isimli İsrailli bir nükleer tesis işçisi, yaptığı açıklamada "Amerikalı denetçiler tesislere geldiğinde silahlar özel yapım duvarlara saklandı" demiştir. Bu açıklama üzerine büyük tehditler alan Vanunu bir daha bu konu hakkında açıklama yapmamıştır. Bununla birlikte Kennedy suikasti sorumlusunun bir İsrail milliyetçisi tarafından öldürülmesi bu işin arkasında Mossad'ın olabileceği şüphelerini artırmaktadır. Çünkü Kennedy'nin İsrail'in nükleer programını eleştirmesi ve ona destek çıkmaması bu suikastin başlangıç noktası olabilir. Doğaldır ki bütün bunlar kanıtlanamamış varsayımlardan ibarettir.

Kennedy'nin İsrail Başbakanına Gönderdiği Mektup


" Sevgili ve Sayın Başbakan,

İsrail Başbakanı olarak yüklenmiş olduğunuz sorumluluklardan dolayı sizi tekrar tekrar tebrik etmekten şahsım adına büyük bir mutluluk duyuyorum. Yeni görevlerinizde dostluğumuz ve en iyi dileklerimiz sizinle birliktedir. Bu görevlerinizden biri nedeniyledir ki, şu an size böyle bir mektup yazıyorum. İsrail’in Dimona’daki nükleer tesisine Amerikan ziyaretlerine ilişkin Başbakan Ben-Gurion ile yaptığım fikir alışverişinden eminim haberdarsınızdır. Başbakan bana daha yeni, 27 Mayıs’ta (bir mektup) yazmıştı. Onun sözleri, çözümü benim hükümetim kadar sizin hükümetiniz için de kolay olmayan bir problem konusunda taşıdığı derin hassasiyeti yansıtıyordu. Önceki Başbakan’ın Dimona’nın sadece barışçıl amaçlara hasredileceğine dair yaptığı güçlü vurguyu ve Dimona’ya düzenli denetimler hususunda İsrail’in izin vermedeki gönüllülüğünü memnuniyetle karşılamıştık. Görevinizi üstlenir üstlenmez sizin sırtınızdaki yükü ağırlaştırmaktan dolayı rahatsızlık duyduğumu dile getirmek isterim, fakat kendimi, bu ziyaretlerin programlanmasını ve içerigine dair Sayın Ben-Gurion’un 27 Mayıs tarihli mektubundan hasıl olan ilave durumları bir an evvel sizinle ele almak zorunda hissettim.

Eminim, uluslararası şartlar gereği bu denetimlerin kısa aralıklarla yapılması ve böylece Dimona projesi üzerindeki tüm kuşkuların ortadan kaldırılması konusundaki görüşlerimize siz de katılacaksınız. Sayın Ben-Gurion ‘a da yazdığım gibi, İsrail’in nükleer sahadaki araştırmalarına dair, hayati önem taşıyan bu konuda doğru ve eksiksiz bilgi elde edemezsek bu durumda hükümetimin Israil’e olan taahhüdü ve Israil’i desteklemesi ciddi şekilde tehlikeye girebilir.

Bu sebeple bilim adamlarımızdan, denetimler için sizce ve bizce önerilen alternatif zaman çizelgelerini gözden geçirmelerini istedim. İsrail’in amaçları, makul kuşkuların ötesinde bir şeffaflığa sahip olmak durumunda ise, inanıyorum ki en iyi zaman çizelgesi bu yaz başı bir ziyaret, bir diğeri 1964 Haziranında ve sonrakiler altı aylık aralar ile gerçekleşmek üzere programlanan bir zaman çizelgesi, ortak amacımıza en iyi hizmet edecek olan program olacaktır. Bu takvimin sizin için, Sayın Ben-Gurion’un 27 Mayıs tarihli mektubunda sunduğu programın ayarlanmasından daha fazla bir zorluğa sebep olmayacağından eminim. (Amerikalı) Bilim adamlarımızın Dimona (nükleer) tesislerinin tüm alanlarını ve örneğin yakıt üretim birimleri ya da plütonyum ayrıştırma ünitesi gibi bu komleksle ilgili her hangi bir bölümü incelemeleri ve tam bir inceleme için yeterli zaman verilmesi zorunludur. Ve anladığım kadarıyla, Sayın Ben-Gurion’un mektubu da bu görüşle aynı çizgidedir.

Bu konunun, Israil’in gelecekteki menfaatleri ve ABD için olduğu kadar uluslararası bakımdan da hayati önem taşıdığını takdir ettiğinizi bilerek, üzerinde titizlikle durduğumuz bu ricamızı gönül rızasıyla dikkate alacağınızdan eminim.

İçtenlikle

JOHN F. KENNEDY "
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
John Lennon Suikasti

John Lennon
John Lennon
4- John Lennon Suikasti

John Lennon cinayeti, tüm dünyayı derinden sarsan olayların arasında yer alır. Gelin bu üzücü vakaya biraz yakından bakalım. New York’un batısında, 72. Cadde’de, daha gökdelenlerin inşa edilmediği devirden kalma görkemli bir bina vardır: Dakota Apartmanı. New York’taki her gotik yapı gibi, bunun da hakkında türlü söylentiler çıkartılmıştır. Lafı uzatmadan söyleyelim: Bu bina hayaletleriyle ünlüdür. Belki de bu yüzden olacak, bu apartmanda en ufak bir dairenin fiyatı üç milyon dolardan başlar.

Hayaletleri bir yana bırakırsak, Dakota Apartmanı’nın sakinleri de genellikle ünlü kişilerdir. Aktörler, müzisyenler, orkestra şefleri, modacılar Central Park’ın burnunun dibindeki bu dairelerden birinde oturmak için kesenin ağzını açmaktan kaçınmazlar.

John Lennon cinayeti ne zaman işlendi?

Dakota Apartmanı, 8 Aralık 1980 günü, yalnız bazı Newyorklularca değil, bütün dünya tarafından bilinen bir apartman oldu. O gün binanın önünde tam giriş kapısının önünde bir cinayet işlendi. Katil sıradan biriydi. Kimsenin tanımadığı dengesiz bir fanatik. Öldürülen ise, o sıralarda dünyanın en popüler müzisyeni olan, kimilerince bir dahi olarak kabul edilen, Beatles’in bir numarası John Lennon‘dı.

O gün, Jon Lennon, karısı Yoko Ono ve beş yaşındaki oğulları Sean ile birlikte RKO daki bir mülakata katılmışlardı. Oldukça geç bir saatte evlerine döndüler. Dakota Apartmanı’nın önüne geldiklerinde onları kalabalık bir hayran kitlesi bekliyordu. Teksaslı fanatik Mark David Chapman da onların arasındaydı. Sabah da Lennonlar evden ayrılırken John Lennon‘a yaklaşmış ve son albümünü imzalatmıştı.

Teksaslı bu kez de aynı şeyi yaptı. Hatta Lennon onu görünce tanıdı, gülümsedi ve ardından beş el silah sesi duyuldu. Yoko Ono çığlıklar atarak “John vuruldu!…” diye bağırdı. Kurşunlardan beşi ünlü müzisyene isabet etmiş, biri ise ıskalamıştı.

Apartmanın güvenlik elemanları hemen duruma müdahale ettiler. Polis çabucak geldi, saldırgan yakalandı. Ambulansa binene kadar John Lennon‘ın bilinci yerindeydi. Bunu anlamak için kendisine isminin ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermişti. “Ben John Lennon. Beatles’ın John Lennon’ı.”

John Lennon cinayeti, ABD’de Kennedy Suikastinden Sonraki En Büyük Şok

Ambülans ve peşindekiler 59. Cadde’deki Rooswelt Hastanesi’ne gittiler. Derhal acil servise alınan Lennon’a bakan doktor birkaç dakika sonra Yoko Ono’ya kötü haberi verdi. John Lennon aldığı kurşun yaraları nedeniyle hayatını kaybetmişti.

Haber önce ABD kamu oyuna bir bomba gibi düştü. ABC Televizyonu, ilk kez çok önemli bir maç yayınını keserek haberi verdi. Ülkede Başkan Kennedy suikastinden bu yana en büyük şok yaşanıyordu.

Lennon Lennon, ölümüyle bütün dünyayı sarsmakta gecikmedi. Barış yanlıları en büyük destekçilerini kaybetmişlerdi. Müzikseverler yastaydı. Özellikle Beatles hayranları, efsane grubun bir daha artık asla bir araya gelemeyeceği gerçeğini görerek kahrolmuşlardı.

Katil hala hapiste. Her iki yılda bir (yasa nedeniyle), yüksek mahkemeye başvurarak şartlı tahliyesini istiyor. Bugüne kadar hepsi reddedildi. Bu, bundan sonra da reddedileceği anlamına gelmiyor ne yazık ki.

John Lennon Vurulurken

Katil Onları gördü. Arkasından yaklaştı.
Tetiğe beş kez asıldı; dört mermi hedefini buldu. Bütün dünyaya “Hayal et” diyen efsane şarkıcı yere serilmişti. Başı karısının elleri arasında kalmıştı.

Vuran, “Kafamın içinde bir ses, ‘Yap bunu, yap bunu’ diye bağırıp duruyordu” diyecekti. Öldürdükten sonra, elinde bir kitap, oracıkta kalmış, sayfaları çeviriyordu: Kitap J.D.Salinger’in çok sayıda dilde 100 milyona yakın satmış 1951 tarihli romanı, “Çavdar Tarlası Çocukları -The Catcher in the Rye” adlı gençlik bunalım ve isyanlarının klasiğiydi.

John Lenon kariyerinde yeniden yükselmeye başladığı bir dönemde, Beatles hayranı olduğunu iddia eden ve akli dengesi yerinde olmadığı öne sürülen Mark David Chapman tarafından, 8 Aralık 1980’de New York’ta kaldığı otelin önünde öldürüldü.

Bir İngiliz olmasına rağmen New York aşığı olan ve orada hayatını sürdüren Lennon, Nixon yönetimi sırasında ulusal tehlike olarak hedef gösterilmiş ve sınırdışı edilmek istenmişti. Çünkü Lennon, insanları yazdığı ve bestelediği parçalarıyla; katıldığı televizyon programlarında cesur, özgür açıklamalarıyla; peşinde dolanan kameralara verdiği zekice cevaplarıyla ve yaratıcı eylemleriyle her daim barışa çağırıyor, Vietnam Savaşı’nı sorgulatıyordu. Bunu o kadar başarılı yapıyordu ki kitleleri mıknatıs gibi kendine çekiyordu.

Hırçın zamanlarında zeki insanı acılarla dolu olarak betimlemişti. “Cehalet mutluluk aslında, yani eğer hiçbir şey bilmiyorsan acı da duymazsın. Üstün zeka acıdır. Acı verir insana”.
8 Aralık 1980 akşama doğru, Mark David Chapman, John’la kayıt stüdyosuna gitmek için apartmandan çıkarken karşılaştı. Lennon’ın Double fantasy albümü yanındaydı ve imzasını istedi. Chapman günün geri kalanını oralarda geçirdi. Central Park’ın yakınındaki havai fişek gösterisi kapıcının ve oradan geçenlerin dikkatini dağıtmıştı bu arada.

Akşamın ilerleyen saatlerinde evlerine döndüler. Arabadan önce Yoko çıktı. Yoko apartmana girerken ardından John. Chapman orada beklemekteydi. John, binanın kapısını açmak için yeltenmişti ki, Chapman ardından seslendi: “Mr. Lennon!” John döndüğünde Chapman, bir görgü tanığının deyimiyle dövüş pozisyonu alarak çömeldi ve 5 el ateş etti. Biri ıskaladı. 4’ü John’un sırtına ve omuzuna isabet etti.

Yüzde 80 oranında kan kaybeden John, acil servisteki bütün çabalara rağmen 40 yaşında hayatını kaybetti. Ortada hiçbir neden yokken, sadece bir akıl hastası yüzünden John Lennon ölmüştü. Üstelik bir aile babası ve artık aşırı uçlarda gezinmeyen, oldukça sakin ve değişmiş bir John Lennon. Belki de kimilerinin işine gelmemişti akıllı bir John Lennon.

Ölümünün ardından, ölümüne dair çok şey söylendi, komplo teorileri kuruldu. “John Lennon’u kim öldürdü?” kitabını yazan İngiliz hukukçu ve gazeteci Fenton Bressler, kimi tanıklıklara ve belgelere dayanarak şu iddiada bulundu:”Katil Mark David Chapman, hayalkırıklığına uğramış eski bir fanatik hayran değil; beynine kumanda edilen bir tetikçidir.”

Meşhur Time dergisinin kapağında yazan şeydi aslında olan. Müzik ölmüştü. Vurulmadan önce, aynı gün, Lennon’un son sözlerinden biri şu olmuştu:
“Ölmediğim sürece devam edeceğim.” Devam edeceklerinden biri, epeydir kimliğinin asli parçası olan siyasi tavrıydı. Dünyadaki şiddete karşı olan “barış” mücadelesi.

“Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana ‘Büyüyünce ne olmak istiyorsun?’ diye sordular. Ben de onlara ‘Mutlu olmak istiyorum’ diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, asıl onların hayatı anlamadıklarını söyledim.”
Öldürülen efsanevi müzisyen John Lennon’ın eşi Yoko Ono, kocasının kanlı gözlüğünün fotoğrafını Twitter’dan paylaşarak silahsızlanma mesajı verdi ardından.
Fotoğrafın altına “John Lennon 8 Aralık 1980'de öldüğünden bu yana ABD’de silahla 1.057.000'den fazla kişi vurularak öldürüldü. Hep beraber, birleşelim ve Amerika’ya barışı getirelim” diye yazdı.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Abdi İpekçi Suikasti

Abdi İpekçi
Abdi İpekçi
5- Abdi İpekçi Suikasti

Abdi İpekçi, 9 Ağustos 1929 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Cevat Bey, annesi ise Vesime Hanım’dı. İlkokulu evlerinin karşısındaki Işık İlkokulu’nda okudu. Küçük yaşta iki ablasını kaybetti.

İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne kaydolan İpekçi buradan 1948 yılında mezun oldu. Okul yıllığında kendisiyle yapılan söyleşide gelecek hak*kındaki projeniz nedir sorusuna, “Matbaacılıkta inkılap yapıp memlektimizde baskı tekniğini ve sanatını Avrupa ayarına yükseltmeyi; çeşitli konularda yayın yaparak siyaset, fikir ve sanat alemin*de hareket yaratmayı düşünüyorum” diye cevap vermişti.

Gazeteci olmaz bundan

Liseden sonra hukuk fakültesinde öğrenimini sürdüren İpekçi gazeteci olmak istiyordu. Amcasının yakın arkadaşı olan, Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’la görüşerek Vatan gazetesinde çalışmaya başladı. Fakat buradaki çalışması 15 gün sürdü. Yalman’ın amcasına, “Gazeteci olmaz bundan, siz bunu tüccar yapın” dediğini öğrendi.

Kore’de yapılan askerlik

Bu sözler onu yıldırmadı, onun için gazetecilik bir tutkuydu. Daha sonra Yeni Sabah gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladı. 1949’da Yeni İstanbul gazetesine geçti. Ardından İstanbul Ekspres’te Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Askerliğini Kore’de yedek subay çevirmen olarak yaptı.

Askerden dönen İpekçi, 1954 yılında Milliyet gazetesinde çalışmaya başladı. Önce Yazı İşleri Müdürü, ardından Genel Yayın Yönetmeni oldu. Abdi İpekçi’nin yönetimindeki Milliyet, her geçen gün tirajını arttırıyordu. 1956 yılında Sibel İpekçi ile evlendi.

2000 yılını görmek istiyorum


Abdi İpekçi, yine okul yıllığında sorulan “Kaç ya*şına kadar yaşamayı istersiniz” sorusuna da “2000 senesini görmeyi çok istiyorum” cevabını vermişti. Ne var ki İpekçi, 1979 Şubatında Teşvikiyedeki evinin önünde, otomobilinin içinde silahlı saldırıya uğrayarak ölecekti.

Abdi İpekçi Milliyet gazetesine basın dünyasında önemli bir yer kazandırırken çeşitli suçlamalara da maruz kalıyordu. 1970’li yıl*larda kendisini yıpratmak isteyenler, İpekçi’nin “Dönme” olduğunu gündeme getiriyorlardı sık sık…

“Dönme” de ne demek?

Galatasaray Lisesinden arkadaşı gazeteci Or*han Karaveli, “dönme” suçlamasının daha lise yıllarında gündeme geldiğini belirterek bir anısını aktarıyor:

Müdür yardımcısı rahmetli Ferruhzat Turaç yanımdan geçerken klasik sert dönüşünü yapmış ve, “Maşallah, Abdi ile pek kaynaştınız” demişti. Şaşırmıştım;

-Ne olmuş kaynaşmışsak?
-Onun dönme olduğunu bilmiyor musun?

Allah Allah! Dönme de ne demekti? 15 yaşındaydım ve bu söz*cüğün ne anlama geldiğini henüz bilmiyordum. Oturup araştırmış ve Galatasaray gibi, insanların kökeni üzerinde durulduğuna o za*mana kadar hiç rastlamadığım örnek bir eğitim yuvasında böyle bir öğretmenin barınabiliyor olmasına hayret etmiştim.

Abdi Üpekçi suikast araştırması
Abdi Üpekçi suikast araştırması
Arabasının içinde vurulan gazeteci

1970’li yıllardaki anarşi ve terörün önlenmesi için iktidarla muhalefet liderleri arasında da yapıcı bir diyalog kurulmasından yana olan, devlet yönetiminde partizanlığın ve duygusallığın yerini akılcı, çağdaş, ılımlı bir uygulamanın almasını isteyen İpekçi, 1 Şubat 1979 gecesi ne yazık ki İstanbul Maçkadaki evinin yakınlarında arabasında iken Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü.

Gıyabında idam cezası

Mehmet Ali Ağca, İpekçi suikastinden idamla yargılanırken 1979 yılında ülkenin en iyi korunan askeri cezaevlerinden biri olan Maltepe Askeri Cezaevi‘nden kaçırıldı ve Bulgaristan’a geçti. Gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.

13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul‘e de suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca 2000 yılında İtalyadaki aftan sonra Türkiye’ye iade edildi.

Mehmet Ali Ağca
Mehmet Ali Ağca
Ve idamdan on yıl hapse

Mehmet Ali Ağca’nın İpekçi cinayetinden aldığı ölüm cezası 1991 yılında yürürlüğe konulan İnfaz Yasası gereği 10 yıl hapse çevrildi. Başka suçlardan da cezası olan Ağca, 18 Ocak 2010 tarihinde cezasını tamamlayıp (!) hapisten çıktı.

1980 yılında Abdi İpekçi anısına, Türkiye ile Yunanistan’da ortak bir çalışma çerçevesinde, iki yılda bir verilmek üzere Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü konuldu.

İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Yedikule Zindanları civarında bulunan spor salonuna da Abdi İpekçi Spor Salonu ismi verildi.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Mahatma Gandhi Suikasti

Gandhi ve eşi Kasturba, 1915
Gandhi ve eşi Kasturba, 1915
6- Mahatma Gandhi Suikasti

Kendin için bir şey yapmayacaksan kim yapacak? Başkası için bir şey yapmayacaksan var olmanın anlamı ne? Şimdi yapmayacaksan ne zaman? (Mahatma Gandhi)

2 Ekim 1869’da Katyavar bölgesi, Porbandar kentinde Mohandas Karamçand Gandhi, Bania Kastı’nın (tüccar ve süt ürünleri çiftçilerinin kastı) bir ferdi olarak dünyaya gelir. 13 yaşında, kendisiyle aynı yaştaki Kasturba Makhanji ile evlenir, bir aile dostunun önerisi üzerine hukuk eğitimi için İngiltere’ye gider. Et yemeyen Vişnu mezhebinden olan dindar annesinin öne sürdüğü ete, kadına ve şaraba el sürmeyeceğine dair şartları kabul ederek yeni hayatına doğru yola çıkar.

1887’de Londra’dadır artık. Hukuk eğitiminin yanı sıra bir centilmen olmak için çaba gösteren Gandhi, o dönemin moda merkezi Bond Caddesi’nde diktirdiği kıyafetler, şapkalar, keman ve dans dersleri alarak üç ay gibi kısa bir sürede İngiliz’e dönüşerek özüne yabancılaşan bir Asyalı gibi davransa da bununla ilgili olarak “Giyside özen ve sıkıntılı aylar baki kaldı, ancak o andan itibaren öğrenci oldum” diyerek bu yapay özentiye son verir. Bu yıllarda birçok derneğe üye olur, tüm dinleri inceler. İncil ve Kuran-ı Kerim’i okumaları arasına alır. 1891’de öğrenimini tamamlayıp Hindistan’a döner.

Gandhi, ülkesinde avukatlık yapmaya başlar. Ancak davasını üstleneceği bir tek müvekkil dahi bulamaz. Deneyimsiz oluşu ilk davasında telaşa kapılmasına ve davayı bir arkadaşına emanet etmesine yol açar. Kendisi de başarısız bir avukat olduğunu söylemekten çekinmez. Oysa o olağanüstü bir ikna gücüne sahip, kelimeleri özenle seçen birisidir, bunu kendisinin kaleme aldığı biyografisinin sayfalarında görmek mümkün. Gelecekte herhangi bir davayı takip etme cesareti olmadıkça bu işi yapmayacağına karar verir. Bu karardan sonra 1893’te o dönem İngiltere’nin bir parçası olan Güney Afrika’da avukatlık yapmaya başlar.
Gandhi, Güney Afrika’da Hindistanlılara uygulanan ırkçı politikalara maruz kalır.

Gandhi Güney Afrika’da, 1913
Gandhi Güney Afrika’da, 1913
Birinci mevki bileti olmasına rağmen üçüncü mevkiye geçmediği için trenden atılır, yoluna at arabası ile devam ederken Avrupalı bir yolcuya yer açmak için arabanın dışında basamak üzerinde yolculuk etmeyi reddettiği için sürücü tarafından dövülür. Sosyal haksızlıklar karşısında bilinçlenmesine neden olan bu olaylar hayatında bir dönüm noktası olur. Kendi söylemiyle sivil itaatsizliği fiilen o tarihten itibaren başlar. Aslında Gandhi Londra yıllarında Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik adlı yazısını (aslında bir nutuktur) okuması ile bu fikirle tanışır. Gandhi aynı zamanda iyi bir Tolstoy okurudur. Onun bir Hindu’ya mektubunu Gujarati diline çevirir . Gandhi o yıllarda Tolstoy’la mektuplaşmaktadır. Tolstoy’un, çok önemsediği Henry David Thoreau’nun bu eserini okumasını şiddetle tavsiye ettiği söylenir ki zaten pasif direniş fikrini savunan Tolstoy ile Thoreau’nun fikirleri birbirine çok benzemektedir.

Gandhi, bir yıllığına geldiği Güney Afrika’da yirmi bir yıl kalır. Siyahlara ve Hindistanlılara uygulanan ırk ayrımcı politikalar, Londra’da şekillenmeye başlayan sosyal ve politik bilincini burada somutlaştırır. 1894’te kurduğu Natal Hint Kongresi sayesinde Güney Afrika’daki Hindistanlıları ortak bir siyasi gücün arkasında toplar. 1903’te Indian Opinion (Hintlinin Kanısı) adlı gazeteyi çıkarmaya başlar. Gazetede kötü yönetimlere karşı koyma gerekliliği üzerine yazı yazan Gandhi, yasalara karşı doğrudan harekete geçer, kitle tutuklamalarına yol açması için yasaları bilerek çiğner. O yıllarda Asyalı göçmenlerin Güney Afrika’dan sınırdan izinsiz geçişi yasaktı, cezası hapisti. Gandhi binlerce taraftarını sınırdan izinsiz geçmeye teşvik etti, insanlar sınırdan çıkıyor ve tekrar giriyordu, sonra hapse atılıyorlardı. Gandhi’nin Tolstoy’a karşı sevgi ve saygısı o kadar belirgindir ki, bu insanların çoluk çocuğu perişan olmasın diye oluşturduğu yardımlaşma kamp ve barınaklarına Tolstoy Çiftlikleri adını verir. Öyle bir an gelir ki hapishanelerde yer kalmaz ve hükümet kanunu iptal etmek zorunda kalır.

Gandhi’nin 5 çocuğu olur, birisi bebekken ölür.
Gandhi’nin 5 çocuğu olur, birisi bebekken ölür.
Adaletsiz vergilendirilmeye, geçiş izni yasasına, oy verme ve grev haklarının engellenmesine karşı Satyagraha adını verdiği bir hareket başlatır. Gazetesinde bu harekete uygun bir isim önerecek olana küçük bir ödül vereceğini ilan eden Gandhi, İngilizce pasif direniş kelimesinin manasını dar bulur, bunun nefret mefhumu ya da şiddet şeklinde anlaşılması endişesini taşıdığını, oysa Hindistanlılara ait bu hareketin bu kavramlardan büyük ve içeriğinin farklı olduğunu anlatmak adına farklı bir isim arayışında olduklarını açıklar. Sanskritçe bir sözcük olan Satyagraha sözlük anlamı olarak hakikate tutunmak demektir, bu yüzden hakikatin gücü anlamına gelir. Hakikat ise ruhi ve manevidir. Bu yüzden, Satyagraha ruhi güç olarak bilinir.

Güney Afrika’da Satyagraha mücadelesinin ilk denemelerini tamamladığına inanan Gandhi, Hint yarımadası siyasetinde önemli bir lider olan Gopal Krishna Gokhale’nin önerisi üzerine 1914’te üzerinde halkının giydiği yerel giysisi (Dhoti) ve ayağında sandaletleriyle Hindistan’a geri döner. Hindistanlıların Bapu (baba) diye hitap ettiği Gandhi’ye yüce ruh anlamına gelen Mahatma sıfatını arkadaşı Rabindranath Tagore’nin yakıştırdığı söylenir.

Gandhi, Hindistan’a döner dönmez bağımsızlık mücadelesine katılır. Hindistan Ulusal Kongresi’nin önemli liderlerinden biri olur. Kast sisteminin neden olduğu ayrımcılığı son vermek, kadınlara özgürlüklerini sağlamak, halkın sırtındaki ağır vergi yükünü azaltmak, işçilerin, köylülerin yoksulluğunu gidermek uğruna defalarca hapse girer, açlık grevleri yapar. 1930’da düzenlediği Tuz Yürüyüşü ise onun uluslararası alanda tanınmasını sağlayan en önemli sivil itaatsizlik eylemidir.

O dönemde Hindistan’ı istila etmiş İngiliz yönetimi, kazançlı bir tekel oluşturmak amacıyla Hindistanlılara tuz yapımını yasaklayınca, 12 Mart’ta beyaz giysileri içinde Gandhi ve 78 yoldaşı ünlü Tuz Yürüyüşü’ne başlar. Yürüyüşte kadın yoktu, çünkü Gandhi, kadınların varlığının İngilizleri şiddete başvurmaktan alıkoyacağını, dolayısıyla kışkırtma işinin başarıya ulaşamayacağını düşünüyordu. Ahmedabad yakınlarından yola çıkan heyete yolda katılan binlerce kişi Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi köyüne kadar olan 388 kilometrelik mesafeyi çıplak ayakla 24 günde kat eder.

Gandhi, 6 Nisan sabahı İngiliz polislerinin şaşkın bakışları arasında denize yürür ve çamura karışmış bir topak tuzu avuçlarına alarak tatlı suda yıkar. Böylece ünlü Tuz Yasası’nı ihlal etmiş olur. Ardından Gandhi’nin çağrısına uyan binlerce köylü deniz kıyılarına akın ederek tuz çıkarmaya başlar. Gandhi ve 60 bin eylemci hapse atılır, ancak yasa da işlemez hale getirilir.

Birçok kez tutuklanıp serbest bırakılan Gandhi, ünlü açlık grevlerini yapmış, hemen hemen her eylemini de bir siyasi zaferle noktalamıştır. Gandhi’nin önderliğinde Thoreau’nun sivil itaatsizlik yöntemini kullanan Hindistan, 1947’de bağımsızlığına kavuşmuştur.

Gandhi de eleştirilere maruz kalmıştır. 1906’da Güney Afrika’dayken, İngiliz sömürgeciliğine direnen Zulu’ların isyanı sırasında gazetesinde Hindistanlılar’ın İngilizler’den yana savaşa katılmaları gerektiğini yazar. Böylece, İngilizler’in Hint kökenli askerlere rütbe vermesiyle vatandaşlık hakları kazanabileceklerini düşünüyordu. Bu gerçekleşmedi, çünkü İngilizler Hindistanlılar’ın sadece sedye taşıyıcılığı yapması koşuluyla kabul edecekti.

I. Dünya Savaşı sırasında, Satyagraha (Gandhi’nin pasif direniş programı) doktrinini formüle ettikten birkaç yıl sonra, emperyalist bir savaşta Gandhi Hindistanlıları İngiliz Ordusu’na katılmaya ve onların yanında savaşmaya çağırır.

Gandhi’nin doğum günü olan 2 Ekim Hindistan’da Gandhi Jayanti olarak kutlanan ulusal bir bayramdır. 2 Ekim ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun oybirliğiyle Dünya Şiddete Hayır Günü olarak kabul edilmiştir. Büyük Britanya’da da birçok Gandhi heykeli bulunmaktadır. En dikkat çekeni hukuk okuduğu University College London’ın yakınında Londra’nın Tavistock Meydanı’ndaki heykeldir. 30 Ocak Birleşik Krallık’ta Ulusal Gandhi’yi Anma Günü olarak kutlanır.

Gandhi 1940
Gandhi 1940
Fakat bazı İngiliz yazarlar kitaplarında onu farklı bir kişilik olarak tanıtmaya çalışmışlardır. Robert Payne, 1969’da yazdığı The Life and Death of Mahatma Gandhi kitabında özetle onun kötü bir baba, eleştirilere karşı katı, otoriter birisi olduğunu yazar. Tanrı arayışı ve dünyevi gücü, egemenliği arasında savaş halinde, zıtlıkları kendi içinde birbirine karışmış, bazen kendisi de Mahatmalığına inanan (ki bu belki de en tehlikeli düşüncesiydi) biri olarak anlatır.

Gandhi’nin bazı sözlerini okuyalım.

“Kötülükler üzerine düşünmeye başlarsam deliririm ve Hindistan’a hizmet edemez hale gelirim. Hiç düşmanım olmadığını varsaymaya başlasam, kendi hatalarımı dünyaya açık etsem ve diğerlerinin hatalarına gözlerimi yumsam ne olur ki?”
“Göze göz ilkesi, tüm Dünya’yı kör eder.”
“Uğrunda ölmeyi göze alacağım birçok dava var, ama uğrunda öldüreceğim hiçbir dava yoktur.”
“Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür…
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür…
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür…
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür…
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür…
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür…”
“Her sabah kalktığımda kendi kendime şöyle söz veririm; dünya üzerinde vicdanımdan başka hiç kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim. Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar ederse, onu mevcudiyetimle karşılayacağım.”
“Umutsuzluğa kapıldığımda tarihi düşünürüm gerçeğin ve sevginin daima galip geldiğini hatırlarım. Her zaman zalimler ve caniler olmuştur. Bir süre için yenilmez görünebilirler, ama sonunda hep yenilirler. Her zaman bunu düşün.”

Birkaç kez suikast teşebbüsüne uğrar, hatta fanatik bir Müslüman tarafından öldürülmeye çalışıldığında ondan davacı olmaz. 30 Ocak 1948’de ise dua toplantısı için Birla House’un bahçesine çıkar, kalabalığın arasından Nathuram Godse adında radikal milliyetçi bir Hindistanlı tarafından gerçekleştirilen suikastla hayatını kaybeder.

Mumbai’deki Mani Bhavan, Hint ulusunun babası olarak bilinen Mahatma Gandhi’nin 1917-1934 yılları arasında yaşadığı evidir, günümüzde Gandhi Müzesi olarak bilinir. Hindistan’ın özgürlük hareketiyle ilgili birçok radikal kararı bu evde aldığı söylenen Gandhi’nin şahsi eşyaları, fotoğrafları ve onu anlatan kitapların sergilendiği müze, Hindistan’ın yakın tarihine de ışık tutuyor.

Mahatma Gandhi’nin her gün söylediği dua :


“Tanrım!
Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek için ve zayıfların alkışını ve sevgisini kazanmak için ve yalan söylememek için bana yardım et.
Eğer bana para verirsen mutluluğumu alma ve eğer bana güçler verirsen muhakeme yeteneğimi çıkarma. Eğer başarı verirsen alçak gönüllüğü çıkarma. Eğer bana alçak gönüllüğü verirsen saygınlığımı çıkarma. Görünenin diğer yüzünü tanımama yardım et. Benim düşüncelerime katılmıyor diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak, onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme. Kendimi sever gibi diğerlerini de sevmeyi ve diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi de yargılamayı öğret bana. Başarılı olduğum zaman sarhoşluğuma izin verme. Ne de başarısız olursam olayım, umutsuzluğa düşmeme izin verme. Daha ziyade, başarısızlığı başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla. Hoşgörünün, güçlerin en büyüğü olduğunu ve intikam arzusunun zayıflığın ilk görünüşü olduğunu öğret bana. Eğer paradan yoksun bırakırsan, bana umudu bırak. Ve eğer beni başarıdan yoksun bırakırsan, başarısızlığı yenebilmek için irade gücünü bırak bana . Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan, inancın lütfunu bana bırak. Eğer insanlara zarar verirsem, özür dileme gücünü ver bana .
Ve eğer insanlar bana zarar verirse, affetme ve merhamet gücünü ver bana.
Tanrım! Eğer ben seni unutursam sen beni unutma.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Malcolm X Suikasti

Malcolm X
Malcolm X
7- Malcolm X Suikasti


Malcolm X diğer adı El-Hacı Malik El-Şahbaz, 1925-1965 yılları arasında yaşamış, Amerikalı siyahi müslüman liderdir. Tarihteki en etkili Afroamerikanlardan biri olarak gösterilen Malcolm, başlattığı mücadele ve etkili konuşmalarıyla yalnızca siyahların ve Müslümanların değil bütün dünyanın ilgisini uyandırmayı başarmıştı.

19 Mayıs 1925’te Omaha’da (Nebraska) doğdu. Asıl adı Malcolm Little’dir. Zencilerin Amerika Birleşik Devletleri’nde özgürlüklerine kavuşamayacaklarına ve dolayısıyla Afrika’ya geri dönmeleri gerektiğine inanan Reverend Earl Little adlı bir Baptist rahibinin oğludur. Dört kardeşi beyazlarca öldürülen babası 1931’de fâili meçhul bir cinayet sonucu hayatını kaybedince Malcolm ve bir kısmı üvey olan yedi kardeşi Refah Kurumu tarafından çeşitli ailelerin yanına yerleştirildi, annesi de akıl hastahanesine yatırıldı. On üç yaşında iken Islahevi Okulu’na gönderilen Malcolm’un “beyaz adam”la ilgili olumsuz düşünceleri burada oluşmaya başladı. Beyaz insanlarla ilişkileri Refah Kurumu görevlileri ve mahalleden tanıdığı birkaç beyaz çocukla sınırlı olmakla birlikte yaşadığı bazı olaylar bu düşüncelerini keskinleştirdi.

OKUL YILLARI

Evlatlık olarak Massachusetts’ta bir ailenin yanına verilen Malcolm, burada ilkokulu bitirdi ve liseye gitti. Lise yıllarında sınıfında birinci olmasına rağmen avukat olmak istediğini duyan hocası tarafından “bunlar bir siyahi için gerçekçi olmayan hayaller” söylenen sözler üzerine okulu bıraktı. Okulu bırakıp küçük yaşta çalışmaya başlayan Malcolm, kendini bir müddet sonra Harlem’de buldu ve gençlik yıllarında birçok suça dahil oldu. 1946 yılının şubatında 20 yaşındayken hırsızlıktan yakalandı ve 10 yıl hapse mahkum edildi.

HAPİS YILLARI VE ELİJAH MUHAMMED İLE TANIŞMASI

Islahevi Okulu’ndan ayrıldıktan sonra Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına giden Malcolm konser salonunda ayakkabı boyacılığı, müşterileri zenci olan bir lokantada garsonluk yaparken gece hayatıyla tanıştı. On altı yaşında Boston-New York arasında çalışan trenlerde sandviç satmaya başladı; New York’a gidip geldikçe zencilerin yaşadığı Harlem’i tanıdı.

Harlem’de çalışmaya başladığı barda kendisini uyuşturucu ve kadın ticaretinden antika eşya hırsızlığına kadar giden kirli bir hayatın içinde buldu. 1946’da hırsızlıktan hapse mahkûm oldu. Charlestown Eyalet Hapishanesi’nde iki yıl yatıp ardından Concord Hapishanesi’ne nakledildi.

Bu dönemde zenci milliyetçiliğini savunan ve hatta Tanrı’nın da zenci olduğunu söyleyen Elijah Muhammed’in görüşlerini benimseyerek hepsi onun anlattığı çerçevede müslüman olan kardeşlerinden bazılarıyla görüşmeye ve mektuplaşmaya başladı. 1948’in sonlarında nakledildiği Norfolk Hapishanesi’nde kardeşleri aracılığıyla Elijah Muhammed’le de mektuplaştı. Hıristiyanlık’tan başka din tanımayan ve beyaz adamın dini olarak gördüğü bu dinden nefret eden Malcolm’un beyaz adama duyduğu kin ve düşmanlık onun Elijah’nın görüşlerini benimsemesini kolaylaştırdı.

CESUR BİR HATİP

Malcolm 1952’de hapisten çıkınca Elijah Muhammed’in kurduğu Nation of Islam hareketine katıldı. Enerjisi, teşkilâtçılığı ve harekete bağlılığı ile dikkat çekince Elijah onu teşkilât faaliyetleri için çeşitli yerlerde, son olarak da Harlem’de görevlendirdi. 1952 yılına kadar Little, bu tarihten itibaren davasının isimsiz bir hizmetkârı olduğunu simgeleyen X soyadını kullanmaya başlayan Malcolm büyük değer verdiği Elijah Muhammed’in konuşan ağzı haline geldi. Şeytan diye tanımlanan “beyaz adam”dan kurtulmayı amaçlayan, sözünü sakınmayan, korkusuz, hararetli bir hatip olarak zenci yerleşimlerini faaliyete geçirdi. Zenci ırkçılığına dayanan hareketin etkin bir savunucusu oldu. Ocak 1958’de Nation of Islam’a bağlı olan Betty ile evlendi. Ondan isimleri Batılılar’a karşı duyduğu kinin izlerini taşıyanAtilla, Kubilay, İlyas ve Cemile adlı dört çocuğu doğdu.

Malcolm ile Elijah arasındaki sıcak ilişki sonraki yıllarda giderek bozulmaya başladı. Malcolm’un yükselen grafiği Elijah Muhammed’i korkuturken Malcolm, Elijah Muhammed’in özel hayatını sorgulamaya girişti. İki eski sekreterinin, çocuklarının babası olduğu iddiasıyla Elijah aleyhine nafaka davası açması onu Malcolm’un gözünden iyice düşürdü. Elijah’nın Kennedy suikastı üzerine (Kasım 1963) Malcolm’a doksan gün süreyle konuşma yasağı koyması gerginliği arttırdı. Gerginliğin asıl sebebinin Elijah’nın, hareketin Malcolm tarafından militan bir karaktere dönüştürülmesinden kaygı duyması olduğu da öne sürülmektedir (Breitman, s. 7). Basında konuşmalarının şiddet içerdiği gerekçesiyle Malcolm aleyhinde yazıların çıkması onun zenciler üzerindeki etkisini azaltmadı, aksine Amerika’da bir isyan başlatabilecek ya da bastırabilecek tek zenci olarak görülmeye başlandı (Haley, s. 610).

HACCA GİDİŞİ VE İSLAM KARDEŞLİĞİ ANLAYIŞI

Mart 1964’te Elijah Muhammed ve Nation of Islam hareketinden ayrılan Malcolm artık yerinin Elijah’nın yanı değil zenci yerleşimler olduğuna karar verdi. Bu dönemde İslâm anlayışı değişmeye başladı, beyaz adamın şeytan olduğu görüşünden vazgeçti. Müslüman ülkelerin diplomatlarıyla görüşerek İslâmiyet hakkında bilgiler aldı. Öteden beri aklında olan Afrika ile köklerin korunmasını, ilişkilerin canlı tutulmasını savunan Afro-Amerikan tezini canlandırmak ve hacca gitmek amacıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı.

Mekke’de dünyanın her tarafından gelen farklı ırklardan müslümanlarla tanıştı ve ırk ayırımına dayanmayan bir din anlayışına ulaştı. Tanıştığı kişiler arasında övgüyle bahsettiği parlamenter Kasım Gülek de vardır (a.g.e., s. 657, 659). Malcolm hayatının bu döneminde el-Hâc Mâlik eş-Şahbâz adını kullanmaya başladı. Güney Asya’dan Amerika’ya gelen müslümanların Farsça’da “doğan” anlamına gelen, mecazen“yiğit, yüksek görüşlü ve himmet sahibi” anlamındaki şâhbâz ile (şehbâz) ilişkilendirdikleri bu soyadının aslında Amerikan zencilerinin atalarının mensup olduğu ve Arapça “şa‘bu izz” (yüce kavim) terkibinden bozulmayla Şabaz şeklinde telaffuz edilen bir kabile adına dayandığı belirtilmektedir (Yahya Monastra, XXXII/1 [1993], s. 73-76).

ŞEHADETE UZANAN BİR YOL

Mekke’den Amerika’daki bir arkadaşına yazdığı mektupta Hz. İbrâhim’in, Hz. Muhammed’in ve diğer bütün peygamberlerin mekânı olan kutsal topraklarda bütün ırk ve renklerden insanlarda gördüğü kardeşlik ruhunu, konuk severliği anlatan ve her renkten insanın gösterdiği bu cana yakınlık karşısında büyülendiğini, Amerika’nın ırk problemini ortadan kaldıran İslâm’ı anlamasının şart olduğunu söyleyen Mâlik eş-Şahbâz, Amerika’ya dönünce gerçek anlamda siyah-beyaz kardeşliğini esas alan bir toplum meydana getirmeyi amaçlayan Muslim Mosque (Mart 1964) ve Organization of Afro-American Unity (Haziran 1964) adlı teşkilâtları kurdu. Fakat kısa bir müddet sonra kendisine ve ailesine yönelik tehditler almaya başladı, evi kundaklandı.

Bu gelişmelerden fazla yaşatılmayacağını hisseden Malcolm, o sıralarda kendisiyle sürekli görüşerek biyografisini yazmakta olan Alex Haley’e kitabı yayımlanmış olarak okumaya ömrünün yetmeyeceğini söylemiş ve bir süre sonra 21 Şubat 1965’te Harlem’de konuşma yaparken öldürülmüştür. Suikast bir muamma olarak kalmakla birlikte üzerinde en fazla konuşulan ihtimal Elijah Muhammed ve Central Intelligence Agency (CIA) iş birliğiyle gerçekleştirilmiş olduğudur.

Müslümanlar, özgürlükçüler, insan hakları savunucuları, sosyalistler ve daha birçok grup kendilerinde Malcolm X ile özdeşleştirecekleri bir yan bulmuşlardır.

TRT DİYANET TARAFINDAN HAZIRLANAN MALKOLM X BELGESELİ

 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Abraham Lincoln Suikasti

Abraham Lincoln
Abraham Lincoln
8- Abraham Lincoln Suikasti

Abraham Lincoln kimdir ?

Abraham Lincoln Amerikalı siyasetçi, devlet başkanı, hukukçu (1809 - 1865). Amerika Birleşik Devletleri'nin 16. başkanı ve Cumhuriyetçi Parti`nin ilk başkanıdır. Lincoln, Amerikan İç Savaşı`nda Amerika Konfedere Devletleri`ne karşı büyük bir galibiyet elde etti. Ülkenin birliğini korudu ve köleliği bitirdi. Lincoln, suikaste sonucu ölen ilk ABD başkanı oldu.

Abraham Lincoln, 12 Şubat 1809 tarihinde, Thomas Lincoln ile Nancy Lincoln adında iki eğitimsiz çiftin çocukları olarak dünyaya geldi. 1818;de, Lincoln 9 yaşındayken, annesi Nancy Lincoln süt hastalığından (34) öldü. Kısa bir süre sonra Thomas lincoln, Saraha Bush Johnston adında bir kadınla evlendi. Lincoln, ekonomik nedenlerden dolayı 18 ay kadar örgün eğitim alabildi. Doymak bilmeyen okuma isteğiyle kendi kendisini eğitti. Amerikan ve İngiliz tarihiyle ilgili birçok kitap okudu.Lincoln, aynı zamanda bir güreşçi ve ağaç kesme konusunda yetenekliydi. 1,93 m boya sahipti ve yaşına göre çok güçlüydü.

4 Kasım,1842 tarihinde Lincoln, Mary Todd ile evlendi. Robert Todd Lincoln, 1 Ağustos,1843 yılında Springfiled`da doğdu. Onun tek yetişkin yaşa gelebilen oğlu Robert, Harvard Koleji`ne gitti. Diğer çocukları ise genç yaşta öldüler. Edward Baker Lincoln, 10 Mart,1846 tarihinde doğdu ve 1 Şubat, 1850 tarihinde ise öldü. William Lincoln ise 21 Aralık, 1850 yılında doğdu. 20 Şubat,1862`de Washington D.C`da Lincoln başkanken öldü. Thomas Lincoln ise 4 Nisan,1853`te doğdu, 16 temmmuz,1871 yılında Chicago`da öldü.

Sangamon nehrindeki gemi trafiğini üstlendi. Daha sonra Kara Şahin Savaşı sırasında milis kuvvetlere kaptanlık yaptı. 1834 yılında, devlet meclisi seçimini kazandı Sir William Blackstone'un İngiltere'nin hukuk sistemini anlattığı, "Commentaries on the Laws of England" adlı kitabı okudu ve hukuk öğretmeye başladı. Bu yıllarda çok başarılı bir avukat oldu. Lincoln, 1841 yılında Whig Partisi`ne William Herndon ile birlikte girdi. Lincoln, 1847 yılında Birleşik Devletler Temsilciler Meclisi`ne seçildi. Amerika – Meksika savaşı sırasında Başkan James K. Polk`a yaptığı eleştiriler fazla dikkat çekmesine neden oldu. 1848 yılında “Savaşın gereksiz ve anayasaya aykırı olarak başkan James K. Polk tarafından başlatıldığı” söylemini içeren bir metin oylamaında 81 demokrata karşı mağlup olan 82 Whig üyesi arasında yer aldı.

1861 yılında ABD Başkanı olarak göreve başlayan Lincoln, ilk olarak köleliği kaldırma sözü verdiği için köleliğin kaldırıldığını açıkladı. Ama 19. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgelerinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ve tarıma dayanan bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken işgücü Afrika'dan kaçırılıp getirilen siyah ırktan oluşan kölelerden sağlanmaktaydı. ABD'nin diğer bölgelerinde ekonomi sanayiye yönelmiş ve kölelik ortadan kalkmıştı. ABD'nin batı kesiminde hala yeni eyaletler kurulmaya devam ediyor ve bu yeni eyaletlerin çoğunda kölelik yasaklanıyordu. Bu ortamda güney eyaletleri köleliğin eninde sonunda güneyde de yasaklanacağından endişelenmekteydiler. Bu da güneyin yaşam tarzını kökünden tehdit ediyordu. Köleliği kaldırmaya söz vererek seçime katılan başkan adayı Abraham Lincoln, seçimi kazanınca güneyli 7 eyalet (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) yeni başkanın köleliği kaldıracağına kesin gözle bakarak hemen ABD'den bağımsızlığını ilan ettiler. Bu eyaletler Jefferson Davis'in başkanlığı altında Amerika Konfedere Devletleri adı altında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra buna 4 eyalet (Virjinya, Arkansas, North Carolina ve Tennessee) daha katıldı. Bu toplam 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli union "birlik" tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi.

Abraham Lincoln
Abraham Lincoln
1860 başkanlık seçimi

Lincoln`ün son çekilen fotoğrafıLincoln, savaşın ancak dikkatli ve hatasız bir şekilde kontrol altına alınmasıyla, birliğin bozulmasının önüne geçileceğini düşünüyordu. Ancak bu düşüncesinin karşısındaki tek zorluk savaş değildi. Muharebe meydanlarında sergilenen çabanın yanı sıra, özellikle senatodaki kendi kabinesinin ve radikal Cumhuriyetçilerin muhalefetiyle de başa çıkmak gerekiyordu. Ayrıca, eşi hakkında çıkan dedikodular nedeniyle, eşinin erkek kardeşleri de Lincoln'e cephe alarak, konfederasyon ordusuna geçmişti. Tüm bunlar Lincoln'ün yüksek konumu gereği taşıdığı sorumlukların bir karşılığıydı. Ancak 1862'nin Şubat ayında 12 yaşındaki oğlu Willie'yi kaybetti.

Amerikan İç Savaşı'nın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Her iki taraftan da birçok kayıplar oldu ve her iki taraf da zaman zaman askeri başarılar elde etse de baskın çıkamadı. 1863 yılının Temmuz ayında gerçekleşen Gettysburg Savaşı önemli bir dönüm noktası oldu. Güneyden 75 bin, kuzeyden 82 bin askerin katıldığı bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler ama kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. En sonunda 9 Nisan 1865 tarihinde kuzey orduları güneyli ünlü komutan Robert Edward Lee'nin ordularını birkaç koldan sardılar ve teslim olmaya mecbur bıraktılar.

Aynı yılın Haziran ayında geri kalan bütün güney askerleri de silahlarını bırakarak teslim oldular ve Amerikan İç Savaşı kuzeyin zaferiyle sona erdi. Savaş bitince Abraham Lincoln Güney'i sömürmek yerine onları kalkındırmak için çok sayıda karşılıksız borç teklif etti 1863'te, birlik kuvvetlerinin Gettysburg, Vicksburg ve Chattanooga'yı ele geçirmesiyle birlikte, savaşın sonlarına gelinmeye başlandı. Çünkü zafer, büyük ölçüde Kuzeyli birlik kuvvetleri tarafında görünüyordu. 9 Nisan 1865'te ise, General Robert E.Lee'nin konferede eyaletler ordusunun Appomatto'ta kuşatılmasıyla, güney teslim oldu ve savaş böylece sona erdi.

John Wilkes Booth, aşırı güneyli taraftarı olan bir aktördü. Lincoln`ü öldürmek için suikast planı yaptı. Booth`un asıl amacı Lincoln`ü kaçırmaktı ama sonradan planını suikaste çevirdi. Booth, 14 Nisan 1865 tarihinde, Washington, D.C.'deki Ford Tiyatrosu'nda gösterilen "Our American Cousin" (Amerikalı Kuzenimiz) adlı bir temsile katılan Lincoln`ü locadan bir delik açarak önce izledi. Daha sonra oyunun en komik anında Lincoln`ü başından vurarak yaraladı. Lincoln ertesi sabah hayatını kaybetti. Aynı gece, başkan yardımcısı Andrew Johnson ve Dışişleri bakanı William H. Seward da suikaste uğramış; ancak kurtulmuşlardı. Lincoln, en büyük ABD başkanlarından biri olarak kabul edilir. Günümüzde Lincoln';ün resmi, 5 Dolarlık banknotların ve 1 sentlik madeni paraların üzerinde yer almaktadır.

SUİKAST

Amerika Birleşik Devletlerinin 16. Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln’ün çocukluğu yoksulluk içinde geçmiş, doğru dürüst okula bile gidememişti. Küçük yaşta babasıyla birlikte ormanlarda kereste biçmiş, nehir gemilerinde çalışmış, bir kürk tüccarının kâtipliğini yapmıştı. 1818 yılında, İndiana’yı kasıp kavuran bir salgın hastalık sırasında, baba-oğul bütün bir sonbahar mevsimi boyunca tabut yapıp sattılar!..

Böylesine yoksulluk içinde geçen çocukluk ve gençlik günleri, Abraham Lincoln’ün kendi kendini yetiştirip 1834'te avukat, 1860'ta da A.B.D. Cumhurbaşkanı olmasını engelleyemedi.

Köleliğe karşıydı Lincoln. Yetişme biçiminin onun bu düşünüşünde büyük etkisi olmuştu. Beyaz Amerikalının zencilere uyguladığı insanlık dışı tutum, Abraham Lincoln’ün üzerinde çocukluğundan beri derin izler bırakmıştı. Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, köleliği kaldırmanın çok zor olduğunu biliyor, hiç olmazsa daha da yayılmasını önlemeyi düşünüyordu.

Abraham Lincoln
Abraham Lincoln
Abraham Lincoln’ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Güney Eyaletlerinde ayaklanmanın başlaması için sanki bir işaret oldu. 1861 şubatında, Güney Carolina ve onu izleyen 10 eyalet Birleşik Devletlerden ayrılarak aralarında bir Konfederasyon kurdular. Başkenti Richmond olan bu devletin anayasasında şöyle bir madde yer alıyordu :

“Zenci, beyaz insanla hiç bir zaman eşit haklara sahip olamaz, kölelik, yani beyaz ırka boyun eğmek; zencinin olağan bir durumudur…”

Öte yandan Abraham Lincoln, 4 mart 1861'de verdiği bir söylevle :

“Hiç bir eyaletin, öbürlerinin onayı olmadan Birlik’ten ayrılamayacağını..” ileri sürüyordu.

Güneylilerin buna verdikleri karşılık, 12 Eylül 1861'de Charleston limanındaki Sumter kalesini topa tutmak biçiminde oldu. Bu iç savaş demekti.

Dört yıl süren iç savaşın sonlarına doğru. Cumhurbaşkanlığı süresi dolduğundan, yapılan seçimlerde yeniden adaylığını koydu ve kazandı. Abraham Lincoln bu haberi soğukkanlılıkla karşılamış ve:

“Amerikan halkı, dereden geçerken at değiştirmenin doğru olmadığına inandığı için, seçimlere katıldım…” demişti.

14 mart 1865'te, ikinci defa Beyaz Saray’a giderken Başkan Lincoln halka verdiği demeçte şöyle diyordu :

“Hiç kimseye karşı kin beslemeden, Tanrı’nın bize doğru yolu göstermek için verdiği güce dayanarak, yaraları sarmaya, savaşın güçlüklerini yüklenenlerin dul eşleriyle yetimlerini düşünmeye ve giriştiğimiz bu işi tamamlamaya çalışalım ki; kendi aramızda ve dünya uluslarıyla barışı gerçekleştirebilelim…”

Lincoln’ün bu konuşmasından bir ay sonra, 9 Nisan 1865'te Güney orduları komutanı General Lee, Appomotox şehrinde kılıcını Birleşik Devletler başkomutanı General Grant’a teslim ediyordu… 13 Nisan perşembe günü de Washington, Güney’in teslim olmasını kutlamak için baştan aşağı donanmıştı.

14 Nisan 1865 cuma gününü Beyaz Saray’da çalışmakla geçiren Abraham Lincoln, akşam biraz eğlenebilmek için, Ford Tiyatrosunda, sahnenin hemen yanındaki locada “Amerikalı Yeğenimiz” adlı oyunu seyrediyordu. Locada Lincoln’-den başka Clara Harris adında bir bayan konuğu ve koruyucusu binbaşı Rathbone bulunuyordu. Bu sırada tiyatronun oyuncularından John Wilkes Booth, locanın önüne gelmiş, günlerdir inceden inceye hazırlanan planı uygulamaya başlamıştı.

Booth, aşırı bir Güneyliydi. Dolayısıyla Abraham Lincoln’ün amansız düşmanıydı. Birkaç hafta önce Cumhurbaşkanının tiyatroya geleceğini öğrenince, hazırlıklarına hız vermiş, oyunu tekrar tekrar seyretmiş, halkın özellikle hangi sahneye güldüğüne dikkat etmişti. Daha sonra Lincoln’ün oturacağı locanın kapısında, içeriyi görebilmesine yardım edecek küçük bir delik açmıştı!..

Suç ortaklarıyla da görüşerek, sonunda her şeyin hazır olduğunu bildirdi. O gece tiyatroya giderken şöyle diyordu:

“Sahneden ayrıldığım zaman, Amerika’nın en ünlü adamı olacağım!.”

Booth, locanın önüne gelince, küçük delikten içeri baktı. Lincoln ve yanındakiler kendilerini oyuna kaptırmışlardı. Halkın en çok güldüğü bölüme gelindiğinde, kapıyı açarak locaya girdi. Seyircilerin kahkahalarını bastıran bir patlama sesi duyuldu ve Abraham Lincoln’ün başı göğsüne düştü!.. Binbaşı, bundan sonra kendini toplayıp suikastçının üzerine atıldıysa da, Booth bu sefer de bıçağını kullanarak onu yere serdi ve locadan sahneye atlayarak, ne olduğunu anlayamayan halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçtı..

Aynı gece Dışişleri Bakanı Sward, evinde dev yapılı bir adamın saldırısına uğruyordu. Adam, Sward’ı boğarken, karısının, oğlunun ve hizmetçisinin yetişmesi üzerine kaçmak zorunda kaldı. Yine o gece, başka bir ziyaretçi, Başkan Yardımcısı Johnson’ın evi önünde dolaşıyordu. Fakat içeriye girmeye cesaret edemedi.

Bir gece içinde Amerika Birleşik Devletleri’ni yöneten üç kişi yok edilmek istenmiş, fakat ancak Booth suikast planını gerçekleştirebilmişti. Ağır yaralanan Lincoln, ertesi gün öldü.

Washington’dan kaçmayı başaran Booth, günlerce sonra izi bulunarak, bir çiftlikte sarıldı. Yanında bulunan suç ortaklarından biri teslim oldu, Booth ise intihar etti. Böylece katil, ancak 96 yıl sonra bir rastlantı sonucu ortaya çıkacak sırrını da mezara götürmüştü. Yakalanan öteki suikastçılar da askeri mahkemede yargılandıktan sonra asıldılar. Bunların bir tanesi de kadındı!..

1961 yılında Philadelphia’da eski kitap satan dükkânlardan birinde bulunan askerlikle ilgili kitabın içindeki şifreli mesaj, Lincoln’a yapılan suikastın karanlıkta kalmış noktalarını aydınlığa kavuşturdu. Doksan altı yıl bir kıyıda unutulup kalan kitap, uzmanlarca incelenince, mesajın uydurma olmadığı ve 1868'de sayfalar arasına yazıldığı kabul edildi.

Aceleyle yazıldığı anlaşılan cümleler, Abraham Lincoln’ün hükümetinde Savunma Bakanı olan Edwin M. Stanton’ın gizli güvenlik şefi Tuğgeneral C. Baker’a aitti. Baker da 1868 yılında esrarlı bir biçimde, bazılarına göre arsenikle öldürülmüş, bu satırları da ölümünden beş ay önce kitabın içine yazmıştı.

General yazısında, üç kere öldürülmek istendiğini, sürekli olarak izlendiğini belirtiyor ve şu cümleyi kullanıyordu:

“Yeni Roma’da üç adam yürüyordu; biri Yahuda (Hz. İsa’yı ele verip onun çarmıha gerilmesine sebep olan on iki Havari’den biri) ikincisi Brütüs ve bir de casus… Casus bendim; C. Baker. Yahuda, vurulan adam ölmek üzereyken, onun yanına giderek aslında nefret ettiği adama saygı gösterisinde bulundu. Adam ölünce de şöyle dedi: “Şimdi tarih ona, ulus bana sahip..”

Bu şifreli yazı, Lincoln’ü öldürten adamın Savunma Bakanı Edwin M. Stanton olduğunu ortaya çıkarıyordu. Yazıda sözü edilen Yeni Roma: Washington, Yahuda: Stanton, Brütüs: oyuncu Brooth ve casus da kendisinin belirttiği gibi General Baker’dı… Gerçekten de Savunma Bakanı Stanton, Lincoln ölmek üzereyken, yatağının başucundaydı. Ve öldüğünde :

“O artık tarihin malı oldu…” demişti.

Şifre, bu cümleyi tamamlıyor ve Bakan’ın amacını açıklıyordu. Aynı gece içinde Lincoln’la birlikte yardımcısı Johnson ve Dışişleri Bakanı Sward’ın öldürülmesi, Stanton’un Birleşik Devletlerin bir numaralı adamı olmasını sağlayacaktı.

Lincoln’ün oğlu Todd, 1926 yılında ölmeden az önce bir dostuna, babasının evrakı arasında bulunan bazı belgeleri kimseye göstermeden yaktığını söylemiş ve nedeni sorulduğunda:

“Belgelerden, babamın yardımcılarından birinin ona ihanet ettiği anlaşılıyordu. Bu yüzden bu belgelerin ortadan kaldırılmasının doğru olacağını düşündüm.” karşılığını vermişti…
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Rıdvan İsmail Paşa Suikasti

Rıdvan İsmail Paşa
Rıdvan İsmail Paşa
9- Rıdvan İsmail Paşa Suikasti

Hava her zamankinden daha puslu, gökyüzü yaklaşmakta olan bir fırtınanın habercisi gibi kurşuni bulutlarla kaplanmıştı. Yıldız Hamidiye Camii’nde devlet ricali ile birlikte Sultan Abdülhamid’in Cuma selamlığına katılmış, namazı takiben camiden ayrılarak önce “Tarz-ı Nevin” istimbotuyla Haydarpaşa’ya geçmiş ve sonra da Göztepe’deki konağına gitmek üzere banliyö treninin vükela vagonuna binmişti...

Tren Feneryolu’ndan sonraki dik rampada, az önce Kızıltoprak çıkışı başlayan ve tek tük atıştıran yağmur tanelerinin etkisiyle kayganlaşan rayları biraz zorlanarak çıkmış ve saat 18:10’da iki katlı ahşap eski Göztepe istasyonuna varmıştı.

Aynı vagonda beraberce yolculuk yaptığı paşalarla vedalaşarak trenden inmiş, perondan caddeye kadar olan 30 metrelik mesafeyi yürüyerek geçmiş, caddenin karşısında bugün kendi adıyla anılan sokağın köşesinde bekleyen faytonuna binmek üzere birkaç adım atmıştı ki, trenden inen kalabalığın arasından çıkan dört kişi tarafından çapraz ateş altına alınmış, sırtındaki sırmalı redingotu, başındaki kırmızı fesi, göğsündeki nişanları ve hiç beklemediği bu durum karşısında büyüyen göz bebekleriyle, yediği sekiz kurşun heybetli vücudunu kendi çevresinde döndürmüş, yaralarından fışkıran kanın, bakımlı ve görkemli giysilerinin üzerinden hızla akarak rugan ayakkabılarının dibinde bir anda oluşturduğu gölcüğün ortasında yığılıp kalmıştı.

Tam o anda insanların çığlıklarını bastıran bir çatırtı ile birlikte, gökyüzünün kurşuni karanlığını yırtan bir şimşek çakmış, saçak altlarında, bodrum pencerelerinin kuytularında hayvanlar bile korkudan zıplamış, dört bir yana dağılmıştı.

Bir gün öncesinde insanın kemiklerini ısıtan o güneşli, baharı müjdeleyen ılık hava, yerini adeta herkesi titreten ve anında donduran bir kara kışa bırakmıştı. Yağmurun hızlanan ıslak ve soğuk damlalarının altında alelacele yakındaki bir eczaneye taşınarak, müdahele edilmeye çalışılan maktul, on dakika içerisinde vefat etmişti. Şiddetini arttıran yağmurun sokakta oluşturduğu küçük derecik kısa sürede, on dakika öncesinde dökülen kanların oluşturduğu küçük gölcüğü yıkamış, akıtıp götürmüş, ancak şahitlerin belleklerinde o korkunç manzara kazınıp kalmıştı...

Kimsenin müdahale etmeye fırsat bulamadığı, zoraki seyirci kaldığı bu cinayette, çarşı esnafının, alış veriş yapan Göztepeli hanımların ve çocukların, faytoncuların, trenden inip evinin yolunu tutan yolcuların şaşkın bakışları arasında, uğradığı suikast sonucu on dakika içerisinde kanlar içerisinde hayatını kaybeden kişi, sıradan bir İstanbul beyefendisi değildi;

Merhum, 15 sene, 5 ay, 19 gün
İstanbul’a hizmet etmiş,
Dersaâdet’in 29.ncu Belediye Başkanı
ve Valisi,
Sultan II. Abdülhamid’in Şehremini,
Rıdvan İsmail Paşa’ydı...

Katiller, şaşkınlıktan donup kalmış zoraki seyirci kalabalığı yarıp, ellerinde mırî (beylik) tabancalarıyla faytona atlayıp karakola gitmiş, Şehremini Rıdvan İsmail Paşa’yı bilerek, isteyerek ve tasarlayarak öldürdüklerini zapta geçirtmiş, geldikleri gibi, suç aletleri olan silahları da ellerinde tekrar faytona atlayarak, Selimiye Kışlası’na doğru yollanmışlardı. Selimiye Kışlası Komutanı Ali Şamil Paşa (Topal Paşa) Bedirhan Bey’in oğluydu ve Abdürrezzak Efendi’nin de amcası. Katiller o gece Kışlada hapsedilmişler ancak sabah Abdürrezzak Efendi’nin amcasına baskısı sonucu serbest bırakılmışlardı. Katillerin yakalama kararı çıktığında onları kolladığı ve sakladığı düşünülen Abdürrezzak Efendi, sorgulandığında katilleri kolladığını inkar etmiş ancak konağında yapılan aramada, suçlulara ait üç adet revolver (toplu tabanca) ve bir hançer paketlenmiş olarak yatak odasında ele geçirilmişti.

12 Ağustos 1856’da İstanbul’da doğmuş olan maktul, öldürüldüğünde henüz 50 yaşında olan Rıdvan İsmail Paşa’ydı, failler ise meçhul değil malumdu; 22 yaşlarındaki ikisi, Bitlisli Abdullah bin Mehmet, nam-ı diğer Esad bin Sadullah olan Vanlı Mehmet; diğer ikisi ise, 33 yaşındaki Vanlı Ahmed bin Mehmet ile 35 yaşındaki nam-ı diğer Abdullah bin Tatar olan Hakkârili Emin’di. Ortak noktaları Kürt olmalarıydı.

Olayın herkesin bilgisi dahilinde, hatta Sultan II. Abdülhamid’in kulağına gidecek kadar açık ve aleni bir şekilde geliştiği ve uzun süren bu husumetin sonucunda çeteye yakışır bir şekilde kanla noktalandığı, ertesi gün tüm gece aralıksız olarak devam eden şiddetli yağmur kesilip, tekrar güneş yüzünü gösterdiğinde, tüm berraklığı ile aydınlanmış, ancak yağmur tüm kirleri temizleyememişti.

Fail-i malum cinayetin ardında, o dört kişiyi azmettirenin hatta bizzat görevlendirenin, Bedirhanoğlu aşiretinden olduğu ortaya çıkmıştı. Bedirhanîlerden Abdürrezzak Efendi... Sultan II. Abdülhamid’in Mabeyn Mütercimi ve Şuray-i Devlet Azası Abdürrezzak Bey...
tb
31 Mart 1906 (18 Mart 1322) tarihli İkdam gazetesi,cinayet ile ilgili olarak şu ayrıntıları veriyordu;
“Cinayetin Abdürrezzak denilen alçak ve melun şahsın, merhum Rıdvan Paşa’ya beslediği devamlı düşmanlık zorlamasıyla yaptığı domuzcasına teşvikler neticesi olduğu ve caniler tutulup koruma altında merkeze götürülürken Ali Şamil nankörü Kurbağalıdere köprüsü üzerinde bunların önüne çıkarak, görev başında bulunan zabıta memurlarına söverek tehdit eder şekilde:

‘Bunlar tütün kaçakçısıdır’ diyerek ellerini çözdürüp sigara ikram etmiş ve canileri alıp evvelâ Kadıköy Nizamiye Karakolhânesi’ne, sonra da Selimiye Kışlası’na götürmüştür.”

Bedirhanîlerin atası, Bedirhan Bey (1803-1868 Şam),1845 yılında Osmanlı Devleti’ne başkaldırarak Cizre merkezli Bothan bölgesinde hükümet kurmuş, kendi adına para bile bastırmıştı. Ancak Bothan Emirliği 1847 yılında tasfiye edilmiş, Sultan II. Abdülhamid, uzlaşma vaadiyle Bedirhan Bey’i İstanbul’a çağırmış, gözaltına aldırmış, bir ordu göndererek Bedirhan birliklerini yenilgiye uğratmış ve Bedirhan aşeritine mensup herkesi İstanbul’a getirtmişti.

Ali Şamil Paşa
Ali Şamil Paşa
Sultan II. Abdülhamit tarafından on karısı ve kırk oğlu ile idareten İstanbul’a getirilen Bedirhan Bey’in oğullarının en küçüğü olan Ali Şamil Bey, mevleviliği ile tanınan Nizami Ailesi’nin o sıralarda on beş yaşında olan kızları Berdifem Hanım’la evlenmiş, Nizami Ailesi’nin Mor Salkimlı Ev’ine iç güveysi olarak girmiş ve Mahmure isimli bir de kızları olmuştu.

Ali Şamil Paşa’nın kardeşleri sürekli olarak Mor Salkımlı Ev’e misafir gelir, içki içer ve bu muhafazakar evin manevi huzurunu bozar, çok azıtınca da bellerinden çıkarttıkları tabancaları ile gelişi güzel ateş ederlermiş.

Evin büyükbabası bu duruma daha fazla tahammül edememiş ve Mahmure henüz 2 yaşındayken kızı Berfidem’i Ali Şamil Paşa’dan boşamıştı. Berfidem hanım daha sonra aslen Kemah’lı Bursa, Yanya ve Antalya Reji Müdürlükleri de yapmış olan batı hayranı İttihat ve Terakki’ci Mehmet Edip Bey’le evlendirilmiş ve bu evlilikten de Halide Edip doğmuştu. Berfidem hanım Halide daha küçükken tüberkülozdan genç yaşta vefat etmiş, Halide’yi haminnesi Eyüp Sultanlı Nakiye hanım büyütmüştü.

Halide Edip, 1882’de dünyaya geldiği ve çocukluğundan 1918 yılına, 36 yaşına kadar çeşitli dönemlerinde yaşadığı Beşiktaş Serencebey’deki aile evi ile ilgili anılarını “Mor Salkımlı Ev” başlığı altındaki toplamış, 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde tefrika edilmiş, 1963 yılında ölümünden kısa bir süre önce de kitap olarak basılmıştı.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Uğur Mumcu Suikasti

Uğur Mumcu
Uğur Mumcu
10- Uğur Mumcu Suikasti

"Ortadoğu, emperyalizmin kol gezdiği, terör örgütleriyle çeşitli istihbarat örgütlerinin kanlı ve kirli oyunlar oynadığı karanlık bir dipsiz kuyudur. Bu karanlık ve dipsiz kuyuda cinayetler birbirini izler. Halk deyişi ile Ortadoğu'da 'Kimin eli kimin cebindedir' bilinmez. Kim, kimi, neden öldürüyor? Bu soruların yanıtlarını anında bulmanın olanağı da yoktur. Olaylar yıllar sonra aydınlanır. O da bir kısmı."

Uğur Mumcu, Musa Anter'in 20 Eylül 1992'de öldürülmesinden sonra kaleme aldığı "Dipsiz Kuyu" başlıklı yazısında bunları yazıyordu.

Suikastın üzerinden 25 yıl geçmesine ve adli zaman aşımına 5 yıl gibi kısa süre kalmasına karşın ne yazık ki 24 Ocak 1993'teki Uğur Mumcu Suikastı, diğer suikastlar ve birçok kanlı eylem gibi hâlâ aydınlanmadı.

Ben, UMUT (Uğur Mumcu Uzun Takip) Operasyonu'nu başından bu yana takip eden bir gazeteciyim. Keşke yetkililer, bu operasyona böylesine fiyakalı akrostiş bir isim vermeyi akıl edene kadar suikastı aydınlatma cesaretini gösterebilselerdi.

Operasyon çerçevesinde birçok insan yakalandı. Kimisi masum olduğunu söyledi, kimisi de poliste-savcılıkta ikrarda bulundu, Pişmanlık Yasası'ndan faydalanmak istedi. Mahkeme safhasındaysa emniyette işkence altında ifade verdiklerini, suçsuz olduklarını ve olaylarla hiçbir bağlantılarının olmadığını söylediler.

Birçoğu "zanlı" diye tutuklandı, yargılandı, serbest kaldı…Tetikçilerin bir kısmı yakalanmış olabilir. Ama bu durum hiçbir zaman suikastın aydınlandığı anlamına gelmez ki…

Soruları soracak yetkili bile yok

Bırakın suikastın aydınlanmasını, tam çeyrek asırdır ortada kalan soruları soracak yetkili bile bulamıyorsunuz. Adli süreç de devam ediyor. Ama bu sürecin başlangıcında ve hemen sonrasında da neler yaşandığı bütünüyle kamuoyuna pek açıklanmadı.

Birçok insan bazen hedef şaşırtmak için bazen de kendi ideolojik düşünceleri doğrultusunda iddialar ortaya attı. Hem de ne iddialar. "Bu iddialar havada uçuştu" dersek abartmamış oluruz. Ancak şu ana kadar bu iddialardan hiçbirisi ne elle tutuldu, ne gözle görüldü.

Uğur Mumcu'nun katillerinin yakalandığının resmi olarak açıklandığı UMUT Operasyonu'nun başlamasından tam 3 ay sonra, bu operasyonun nasıl fiyasko olduğunu ortaya çıkardığımda kimse bana inanmak istememişti.

Oysa ben bu bilgileri operasyondan bir numaralı seviyede sorumlu olan en üst yetkili olan dönemin Ankara Emniyet Müdürü rahmetli Kemal İskender'den almıştım.

Hemen sonrasında da dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ve Emniyet Genel Müdürü Turan Genç bu haberimi teyit etmişlerdi.

'Fiyasko' operasyon

UMUT Operasyonu'nun "fiyasko" olduğu, katil diye yakalandığı resmen açıklanan iki zanlının yer göstermede yanıldıkları, birbirini tanımadıklarından anlaşılacaktı.

Nitekim daha sonra başka 2 kişi, suikastı gerçekleştirenler olarak yakalanacaktı.

Ardından da asıl failinin ise yurt dışına kaçtığı ya da kaçırıldığı belirlenecekti ama hiçbir zaman kamuoyu Uğur Mumcu Suikastı operasyonunda tatmin edici bir yanıt alamayacaktı. Nasıl alsın ki?

Aslında, bu soruyu sormadan önce yani Uğur Mumcu Suikastına gelene kadar Türkiye'de 1988 yılından 1999 yılına kadar bir seri suikastlar zincirini hatırlamamız gerekiyor.

Özellikle Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı'nın karakteristik özelliğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Bu kişilerin hepsi özgür düşünceyi savunan laik aydınlar ve bilim insanlarıydı.

En önemli ve en kırılgan suikast

Şüphesiz Uğur Mumcu Suikastı bu cinayetlerin en önemlisi ve en kırılgan olanıydı. Çünkü Uğur Mumcu, ulaştığı belgeleri açıklayabilen, ülkede ve bölgede yaşanan olaylar hakkında analitik bir çözümlemeyle doğru tespitler yapabilen cesur bir gazeteciydi.

Bu tespitlerden de birçok odak noktası rahatsızlık duyuyordu. Bu suikastların bir diğer önemli karakteristik özelliğinin de Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yaşam biçimini değiştirmek ve korkunun egemenliğini yaratmak olduğu gün gibi ortadaydı.

Suikastın üzerinden tam 25 yıl geçti...

Ne o dönemde var olan Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısının hazırladığı iddianame, ne de sonradan ortaya atılan başka başka iddialar.... Hiçbirisi Uğur Mumcu Suikastı sonrasında yürütülen soruşturmada bu kadar çok konuşulmadı, üzerinde düşünülmedi, soru işareti oluşturmadı. Hâlâ da konuşuluyor, hâlâ da çözülmeyi bekliyor.

'Bir tuğla çekersem duvar yıkılır'

Hatta DGM Cumhuriyet Savcısı Ülkü Çoşkun'un, "Bu işi devlet yaptırmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür" sözleri bile "tuğla açıklaması"nın yanında sönük kaldı.

Bu, Uğur Mumcu Suikastının "Pandora kutusu" olarak nitelendirilen ve bu soruşturmanın en çarpıcı gelişmesi olarak kabul edilen; sonradan Adalet Bakanlığı da yapan Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürlüğü'ne atandıktan sonra Mumcu ailesini ziyaretinde Güldal Mumcu'yla görüşmesi sırasında kullandığı bir ifadeydi.

Her ne kadar sonradan bu sözleri reddetse de kamuoyunu ikna edemeyen Ağar, soruşturmanın önünde tuğla tuğla duvar örüldüğünü söylediğinde kendisine "Bir tuğla çekin, gerçekler ortaya çıksın" diyen Güldal Mumcu'ya "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır" yanıtını vermişti.

O dönemin koşullarında haydi tuğlayı kimse çekemiyordu, o duvarın altında kalacak olanlar pek bir fazlaydı. Herkes korkuyordu, bu aşikârdı. Bunu anlıyordum.

O tuğlayı çekmekten korkan insanların, hep birlikte o duvarın altında kalacak olanların o "duvar"ı devlet olarak algılanmasını ve bu bahaneye sığındıklarını da anlıyordum.

Peki, neden şimdi o tuğlaya dokunulmuyor?

Dokunulmadığı zaman o duvarı "devlet" olarak nitelendirenlerin yerli işbirlikçileriyle kurulan uluslararası patentli fırınlarda pişirilen ekmeklere yağ sürüldüğü bilinmiyor mu?

Böylesine tuğlalardan inşa edilmiş duvarlardan devlet olur mu? Devlet böyle bir töhmet altında nasıl kalabilir?

İşte bunu anlayamıyorum. Herkes unutabilir hatırlatayım: Uğur Mumcu Suikastını çözmek, dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in deyimiyle, "devletin namus borcuydu".

Eğer bu ülkenin geleceğine güvenle bakılması isteniyorsa, geçmişteki bu suikastların ve kanlı eylemlerin de karanlıkta kalan yönlerinin bir an önce ortaya çıkarılması, gerçek faillerinin bir an önce tespit edilerek açıklanması gerekir.

Bu suikastlar, her zaman gündemdeki yerini koruyacaktır.

Yoksa o duvar her zaman karşınıza çıkar, o tuğla da…
 
Üst Alt