BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Tarihe yön veren liderler ve insanlar - Gregor Mendel

10. Gregor Mendel

22 Temmuz 1822 tarihinde, Habsburg hanedanlığına bağlı Silezya eyaletindeki Hyncice (Heizendorf) köyünde yaşayan çiftçi Anton Mendel ve karısı Rosine'in bir erkek çocukları oldu. Ona Johann adını verdiler. Tek erkek çocuk olan Johann, ileride kalıtım biliminin öncüsü olan bir botanikçi, doğa bilgini ve din adamı Gregor Mendel olacak ve Mendel Kalıtım Yasaları ile genetik bilimini yeni bir boyuta taşıyacaktı.

Anton Mendel, oğlu dünyaya geldiği sıralar küçük bir toprak parçasını ekip biçiyor, kendi ağaçlarında meyve yetiştiriyor ve arıcılık yapıyordu. Johann da küçük yaşta bahçe işleriyle ilgilenmeye başlamıştı.

Ülkenin birçok kentinde henüz okul yokken Hyncice'de bir köy okulu vardı ve Johann, yaşı gelir gelmez okula başlamıştı. Okulunun en temel ilkesi şuydu;

"Para ve mülk elimden alınabilir ama bilimsel bilgiye sahip olma sanatı, asla."

Bu okulda öğrenciler aynı zamanda meyve ağaçlarından binlerce tohum toplayarak nesli iyileştirecek fideler elde etmek üzerine görevlendiriliyor, bunlar üzerinde dersler görüyorlardı. Böyle bir ortamda yetişen Johann, çoktan botaniğe merak salmıştı ama onu asıl heyecanlandıran ve meraklandıran şey, aynı bitkinin farklı renkte veya şekilde türlerinin olmasıydı. Bunu gözlemledikçe Johann'ın botaniğe olan ilgisi artmaya başlamıştı. Öğretmenleri, Johann'ın ilgisini ve zekasını fark edince, onun Lipnik'te (Leipnik) daha iyi bir okula gönderilmesini sağladılar. Johann orada da çok başarılı olunca bir sonraki yıl Opava'da daha ileri düzeydeki Gymnasium'a (lise dengi bir okul) gönderildi.

Mendel'i Gymnasium'a göndermek, ailesi için bir hayli zor oldu. Borçları vardı ve okulun masrafını ödeyemiyorlardı. Ama Mendel'in başarısı ailesini ikna etmişti ve babası, yaşlanmış olmasına rağmen, oğlunun tarlada çalışmasını istemek yerine kendisi çalışmaya devam ederek Johann'ın eğitimine daha fazla katkı sağlamaya çalıştı. Johann, kendi harçlığını çıkarmak için arkadaşlarına özel ders bile vermeye başlamıştı.

Mendel'in Gymnasium'daki eğitimi 6 yıl sürdü. Gymnasium'dayken yazdığı bazı dizeler ise bugün hala elimizde. Mendel bu satırlarda, yazıya dökülmüş sözün gücünden övgüyle söz ediyor ve bilimsel bilginin dünyayı boş inançtan kurtaracağı inancını dile getiriyor.

18 yaşında mezun olan Mendel eğitimini devam ettirmek istiyordu, bunun üzerine 1841 yılında Olomouc'taki Felsefe Enstitüsü'ne yazıldı ama parasal sıkıntı çektiği için zorlanıyordu. Ders verecek öğrenci de bulamamıştı. Kendisi hakkında üçüncü tekil kişi adılıyla yazdığı dizelerde şunları anlatmıştı;

"Bu baskıya daha fazla dayanması artık imkansız hale gelmişti. Bu yüzden, felsefe eğitimini tamamladığında, kendisini bu ağır varoluş mücadelesinden kurtaracak bir sığınak bulmak zorunda hissetti. Başvurusu üzerine 1843 yılında Brno'daki Augustinusçu Aziz Thomas manastırına kabul edildi."

Mendel 7 Eylül 1843 tarihinde, 21 yaşındayken rahip adayı olarak manastıra girdi ve geleneğe uygun olarak kendine yeni bir ad seçti: Gregor. Bugün de onu bu adla tanıyoruz. Kendini dine adamanın bazı işleri yoluna sokacağına dair umudu vardı.

Günümüzde çoğu kişi, rahip olarak manastıra giren birinin dünya işlerinden elini eteğini çektiğine inanır. Oysa Mendel, doğa bilimleriyle daha yakından ilgilenmeye başladı. Çünkü bu manastır doğa bilimlerine gereken önemi veriyor, tüm imkanları sağlayabiliyordu. Manastırdaki ilk yılında üstlerinin istekleri doğrultusunda klasik dersleri okudu. Daha sonra zamanının çoğunu doğa bilimlerine ayırma fırsatı buldu. Bu alana, tanıdıkça daha da derinleşen bir ilgi duyduğunu söylüyordu.

Öğretmen olmak istediği için devletin sınavlarına girme kararı almıştı ama yeterince teorik eğitim alamamıştı. Bu sebeple sınavı geçmesi zor oldu. Girdiği sınavın birinde jeolojiyle ilgili bir yazı yazmış, ancak önemli konuları yeterince ayrıntılı anlatmadığı için reddedilmişti. Charles Darwin'in evrim kuramını ortaya atmadan 8 yıl önce yazdığı bu yazıda dünyanın ilk zamanları hakkında şunları yazmıştı;

"Bitkiler ve hayvanlar çoğaldı, yaşam çeşitlendi; ilk canlıların bir kısmı yenilere ve daha kusursuz olanlara yer açılması için yok oldular." Bir başka yerde de; "Ateşi yanmaya ve atmosferi hareket etmeye devam ettiği sürece yaratılışın tarihi de sona ermeyecektir." şeklinde anlatıyordu.

Mendel devletin öğretmenlik sınavını geçememişti ama başrahip ona tekrardan bir fırsat sunmak için, onu Viyana Üniversitesi'ne gönderdi. Başrahip, Mendel hakkında bir mektubunda şunları yazmıştı; "Peder Gregor Mendel'in cemaat rahibi olarak çalışmaya uygun olmadığı anlaşılmakla birlikte, kendisi doğa bilimleri alanında olağandışı zihinsel yeteneğe sahip ve dikkat çekici düzeyde çalışkan olduğunu göstermiştir. Bu alandaki övgüye değer bilgisi Kont Baumgartner tarafından da fark edilmiştir. Ancak bu yeteneklerinin tam anlamıyla gelişebilmesi için, öğrenimi açısından bütün fırsatlara kavuşabileceği Viyana'ya gönderilmesi gerekli ve uygun görülmüştür."

Mendel üniversitede, bitki fizyolojisi ve hücre bilim konularında uzman olan bilim insanlarıyla tanışma fırsatı yakaladı. Sonraki yıllar uzun uzun yazıştığı Karl Nageli'yi de bu sıralar tanımıştı. Mendel hakkında bildiğimiz bilgilerin en büyük kaynağı bu yazışmalardır. Mendel bu dönemle aynı zamanda fizik profesörü ve Doppler Etkisi'nin kaşifi Christian Doppler ile de tanıştı. Doppler ve Fizik Enstitüsü'ndeki diğer öğretmenlerle olan tanışıklığı onun doğa olaylarının matematiksel analiziyle de tanışmasını sağladı.

Mendel'in bitki melezleme deneylerini başlattığı bahçe bezelyesi, Pisum Sativum.
Mendel'in bitki melezleme deneylerini başlattığı bahçe bezelyesi, Pisum Sativum.
Mendel'in Bilimsel Çalışmaları

Mendel, Viyana Üniversitesi'nde eğitimini sürdürürken bitki melezleme çalışmalarına başlamıştı. "Başlangıçta, tartışmalı sonuçlara varmak istemiyorsak bu çeşit deneylerde kullanacağımız bitki grubunu çok dikkatli seçmeliyiz" diye yazmıştı. Araştırmalarına çok önemli bir bulguyla başlamış ve ondan yararlanmıştı. Bu bulgu, bitkilerin de bir cinsiyeti olduğuydu. O zamana kadar insanlar, bitkilerde üreme ve çiçeklenmenin kendiliğinden olduğunu düşünüyordu. Mendel öğrencilerine bu olayı anlattığında bazıları kıkırdardı. O ise, "Aptalca davranmayın, bunlar son derece doğal şeyler" derdi.

Mendel araştırmasının amacını açıklamak istiyordu. Daha sonraları bu amacı şu şekilde belirtti; "Özelliklerin bir kuşaktan diğerine nasıl geçtiğini kesin olarak belirlemek." Bunun, organik varlıkların gelişim tarihi açısından asla küçümsenmemesi gereken bir soru olduğunu yazmıştı.

İlk deneylerinde seçtiği bitkiler Pisum cinsinden bezelye çeşitleriydi. Bu seçiminin sebepleri; Pisum'dan birbirinden rahatlıkla ayırt edilebilen kısır olmayan melezler elde edilebilmesi, bu bitkide çapraz döllenmenin kolaylıkla önlenebilmesi ve hem bahçede hem de serada kolaylıkla yetiştirilebilmesiydi. Ayrıca çok hızlı yetişen bir bitki türüydü.

Mendel, deneylerinde iki alışılmadık yaklaşım benimsedi. Öncelikle, bitkileri, araştırdığı özelliklerin sabit olduğundan, yani kuşaktan kuşağa geçtiğinden emin olmak için iki yıl süreyle sınadı. Daha önce melezleme deneyleri yapan botanikçiler böylesi süreklilik testleri uygulamamıştı. İkincisi, Mendel özellikleri kuşaklar boyu değişmeden kalan sabit melezlerle, atasal özelliklerin bazı kuşaklarda değişiklik gösterdiği değişken melezleri birbirinden özenle ayırıyordu.

Mendel, Pisum bitkisinin değişik soylarının 7 özelliğini araştırdı. Bunlar arasında çiçeklerin sap üzerindeki konumu, sap boyları arasındaki farklılıklar, olgunlaşmamış kapçığın rengi, olgun tanenin biçimi ve tohum kabuğunun rengi vardı. En çok dikkat çeken çalışması, tanenin biçimi üzerindeki çalışmaları oldu.

Klasik bir deneyde Mendel, düzgün yuvarlak taneleri olan bir Pisum'u buruşuk taneli bir çeşitle çaprazladı. İlk kuşak ürünün (F1) tamamı düzgün taneliydi. Mendel ardından bu düzgün bezelyeleri tohum olarak kullandı ve bunlardan yetişen (F2) kuşağı bitkilerini inceledi. Sonuç olarak 5474 düzgün tane ile 1850 buruşuk tane elde etti. Bu yaklaşık olarak üçte birlik bir orandı. Mendel F2 kuşağının tohumlarını ektiğinde buruşuk tanelerden yetişen bitkilerin tamamının buruşuk olduğunu gördü. Düzgün tanelerden yetişenlerin ise üçte biri düzgün taneli, geriye kalan üçte ikisi buruşuk taneliydi. Bunların oranı da ilki gibi 3'e 1 şeklindeydi. Mendel her seferinde dikkate değer ölçüde benzer sonuçlar elde ediyordu.

Buraya kadar, Mendel'in çalışmalarının farklı bir yanı yoktu. Mendel'in asıl önemli çalışması bu bulguları matematiksel olarak analiz edip, yazıya dökebilmesi olmuştu. İşte tam bu noktada, Gregor Mendel genetik biliminin temelini atmıştı!

Düzgün tane özelliğine Mendel, "baskın olan" dedi. Bu terim sonra "dominant, baskın" olarak değişti. Pisum bitkisinin F1 kuşağında kaybolan ancak sonraki kuşaklarda yeniden ortaya çıkan buruşuk tane özelliğine ise "çekinik" dedi. Mendel, baskın özelliği büyük harfle, A şeklinde gösterdi. Çekinik özelliği de küçük a ile gösterdi. Böylece, iki baskın öğesi olan AA, bir baskın öğesi olan Aa, iki çekinik öğesi olan da aa şeklinde gösteriliyordu. Genetikçiler bugün de bu gösterimi kullanır.

Düzgün ve buruşuk taneli iki Pisum çeşidinin çaprazlanması. Melez bitkilerin hepsi düzgün taneli ancak bunlar birbiri ile çaprazlandığında ortaya çıkan düzgün ve buruşuk taneli bitkilerin oranı 3'e 1.
Düzgün ve buruşuk taneli iki Pisum çeşidinin çaprazlanması. Melez bitkilerin hepsi düzgün taneli ancak bunlar birbiri ile çaprazlandığında ortaya çıkan düzgün ve buruşuk taneli bitkilerin oranı 3'e 1.
Mendel Genetik Yasaları

Mendel deneyler sonucunda anne babaların ve döllerin her farklı özelliğinin ayrı ayrı öğeler tarafından belirlendiğini buldu. Bugün bunlara "gen" diyoruz. Her özellik için belirli bir öğe vardı. Bu saptama Birinci Mendel Yasası'nı, yani Ayrışma İlkesi'ni oluşturdu.

Mendel'in vardığı bir başka sonuç, genlerin ayrı ayrı, birbirini etkilemeden bir kuşaktan sonraki kuşağa aktarılıyor oluşuydu. Bu olgu da "Bağımsız Kalıtım Yasası" olarak, İkinci Mendel Yasasını oluşturdu.

"Melez bir bitkideki her bir farklı özellik, anne baba bitkilerdeki diğer tüm farklılıklardan bağımsızdır" diyordu. Örneğin; saç rengiyle ilgili gen ile göz rengiyle ilgili gen birbirinden bağımsız olarak sonraki kuşağa aktarılır.

Bu yasa daha sonra Amerikalı biyolog Thomas Hunt Morgan'ın gen bağlantısı (likaj) adı verilen olguyu keşfetmesi sonucunda geliştirildi ve iki ya da daha çok genin, aynı kromozomun (genleri taşıyan hücre yapısının) üzerinde birbirine çok yakın yer alması durumunda gen bağlantısının ortaya çıkabileceği ve yakın genlerin birlikte alınabileceği sonucu ortaya çıktı.

Mendel'in elde ettiği üçüncü sonuç, bir ögenin her zaman bir diğerine baskın olduğuydu. Göz rengi gibi atadan alınan bir özellik, biri anneden biri babadan gelen o özellikle ilgili iki genin etkileşimiyle belirleniyordu. Baskın olan gen, kendini dış görünüşte gösteriyordu.

Mendel'in bulgularını şu şekilde özetleyebiliriz;

- Kalıtım yoluyla geçen her özellik bir gen tarafından belirlenir. Belirli bir özellikle ilgili farklı genler "allel" olarak adlandırılır. Örneğin; göz rengini belirleyen gen için anneden mavi göz alleli, babadan kahverengi göz alleli alınabilir. Baskın olan allel, gene baskın olarak etki eder ve yavrunun bu özelliği taşımasını sağlar.

- Her birey, bitki veya hayvan; her özellik için birini annesinden ve birini babasından aldığı iki dizi gene sahiptir.

- Genler, mutasyona uğramadığı sürece bir sonraki kuşağa olduğu gibi aktarılır. Her kuşağın özellikleri önceki kuşağın gen bileşimlerinin karışarak yeniden düzenlenmesi sonucu oluşur.

- Gen allelleri baskın ya da çekinik olabilir. Bir özellikle ilgili iki baskın allel ya da tek baskın allel alan bireyde o baskın özellik ortaya çıkacaktır. Çekinik bir özelliğin ortaya çıkması için bireyin iki çekinik allel alması gerekir çünkü ortamdaki baskın allel, çekinik özelliğin hükmetmesine izin vermeyecektir. Çekinik özellik ancak ve ancak sadece çekinik allelerin bulunması durumunda ortaya çıkabilir.

Mendel bitkilerle deneyler yaparken bir yandan da öğretmen ve manastırın aktif bir üyesi olarak görevlerini yürütüyordu. Başrahip Napp'in ölümünden sonra başrahip oldu. Son yıllarını Viyana'daki yeni hükümetle arasında sürüp giden anlaşmazlık yüzünden sıkıntılı geçirdi. Yıllardır çektiği böbrek rahatsızlığı da 1883'de şiddetlenmişti. Sonbaharda, manastırın bahçesine çıkamaz hale gelmişti. 20 Aralık'ta meteoroloji dersi verdiği eski bir öğrencisine yazdığı mektupla meteorolojik gözlemlerini sürdüremediğini belirterek şunları yazmıştı;

"Bu dünyada bir daha görüşmemiz mümkün görünmediğinden, sana elveda demek istiyor ve meteoroloji tanrılarından seni kutsamalarını diliyorum."

Mendel'in durumu 4 Ocak 1884 günü ağırlaştı ve iki gün sonra sabahın erken saatlerinde öldü. Ölüm sebebi ise kronik böbrek iltihabı ve aşırı kalp büyümesi olarak kayda geçmişti.

Yerel gazetede Mendel için yayımlanan taziye yazısında şöyle deniyordu;

"Ölümüyle yoksullar bir yardımseverden, insanlık da sıcak bir dost doğa bilimlerine düşkün ve örnek bir rahip olan soylu kişilikli bir adamdan yoksun kaldı."
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Tarihe yön veren liderler ve insanlar - Büyük İskender

Büyük İskender
Büyük İskender
11. Büyük İskender

Kim demiş girdiği tüm savaşları kazanacak, o zaman bilinen dünyanın yarısını fethedecek (istila edecek), Persleri yerle yeksan edecek komutanın uzun boylu olması gerektiğini! Adam 1 metre 50 santimmiş. Biz de bu boyu küçük, şanı büyük komutanı bir analım istedik. Tamam, sonuçta Makedon değiliz, kalkıp da “Hey gidi İskender, şanlı tarihimizin büyük kumandanı” diyecek halimiz yok. Ama adam, çok uzun süreli olamasa da, devasa bir toprak parçasını tek çatı altında birleştirmesinden dolayı böyle bir listeyle anılmayı hak ediyor.

Büyük komutan, II. Aleksandros (Megas Alexandros) M.Ö.356 yılının 20 Temmuz günü, bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan Pella’da doğdu. Makedonya kralı II. Philip’in oğlu olan İskender, Türk tarih literatüründe İskender Rumî ya da Makedonyalı İskender olarak da bilinir. M.Ö. 336-M.Ö. 323 yılları arasında Makedonya’ya krallık yapan İskender, tarihin gördüğü en büyük imparatorlardan biri kabul edilir. Doğduğu gün odanın penceresine iki kartal konduğu, göktaşı yağmuru olduğu ve Artemis Tapınağı’nın yıkıldığı rivayet edilir.

İyi bir öğrenim gördü


Öğrenmeye her zaman açık olan İskender, Aristoteles gibi isimlerden eğitim aldı. İskender Aşil’i (Akhilleus) idol olarak görüyordu, kibirli ve gururluydu. Arkadaşlık ilişkilerine çok önem verirdi. Babası Philip gibi sert, geçimsiz birisi değildi, dolayısıyla hiç kimse İskender’in o istila senin bu istila benim koşturacağını tahmin etmedi. Babası Philip koruması tarafından öldürülünce taht İskender’e kaldı. İskender, kendisinden beklenmedik bir şekilde, başa geçer geçmez bazı devlet adamlarını öldürttü, ayaklanma çıkan yerlerde (mesela Thebes’te) binlerce kişiyi katletti.

Perslere karşı tüm şehirlerden destek istedi

Ayaklanmaları bastırıp yerini sağlamlaştırdıktan sonra, tüm Yunan şehirlerinden kendisine destek olmalarını istedi. Halka, onları büyük Pers işgalinden kurtaracağına dair söz veren İskender, eski Yunan sitelerine ve kültürüne yeniden sahip olacaklarını da söyledi. Persler o yıllarda, Orta Asya ile Balkanlar arasındaki çok büyük bir coğrafyada -tam tabiriyle- istedikleri gibi at koşturuyorlardı.

Dönüş yolunda fetih üstüne fetih

Tahta çıktığında, Trakya, Thebes, İlirya ve Teselya’da kargaşa hakimdi. İskender’in ilk işi bu duruma müdahale etmek oldu. İlk olarak Teselya’daki karışıklığı giderdi, ardından diğer tüm Yunan devletlerindeki sorunları çözdü. Bu gelişmeler üzerine Corinth’te (ya da Korent) toplanan kongre, Asya’nın zapt edilmesine yönelik plan için, İskender’e başkumandanlık görevi verdi. M.Ö. 335’te Makedonya’ya dönüş yolundayken Trakya’ya girdi. Triballeri yenip Tuna Nehri’nin diğer tarafındaki Getaları ezdi. Ardından Makedonya’yı istila eden (ya da etmek için uğraşan) İliryalılar’ı darmadağın etti. Bu çatışmalar sırasında öldüğüne dair söylenti yayılınca Atina’da bir ayaklanma çıktı. Askerleri ile günde 25-30 kilometre yol kat ederek Yunanistan’a girdi ve Tebai’yi yerle bir etti (Sadece tapınaklara ve şair Pindaros’un evine dokunmadığı söylenir). Sonu 6 bin ölü, binlerce satılık köle. Bu gözdağından sonra tüm Yunan devletleri –Sparta hariç- Makedonya’nın büyüklüğünü kabul etmek zorunda kaldı.

Büyük  iskender  Asya Seferinde
Büyük iskender Asya Seferinde
Asya seferi için hazırlıklara başlıyor

Tahta oturduğundan beri en büyük hedefi Pers İmparatorluğu’nu ele geçirmekti ve halkına da böyle bir söz vermişti. Bulunduğu coğrafyada barışı sağlayınca Asya seferi için hazırlıklara girişti. Zira krallığın borçları vardı ve ordusunu beslemek için kaynak bulması gerekiyordu. Bu ve benzeri sebeplerle M.Ö. 334’te 35 bin askerle harekete geçti. Bu seferde İskender’e mühendisler, mimarlar, bilimadamları ve tarihçiler de eşlik ediyordu. Perslerle karşılaşmadan önce Aşil’in mezarını ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında, şans getirmesi için Aşil’in kalkanını aldığı da söylenir hatta.

Pers ordusuyla ilk savaş Çanakkale’de

Pers ordularıyla ilk olarak Granikos’ta (Bugün Çanakkale’nin Biga ilçesinde bulunan bir akarsu) karşı karşıya geldiler. Buradaki çarpışmada İskender III. Darius’u yendi ve böylece Anadolu’daki Pers hakimiyeti zayıflamaya başladı. Milet ve Halikarnassos kentlerinin direnişini kırdı ve yöneticilerinin teslim olmasını sağladı. M.Ö. 333 kışına kadar Batı Anadolu’nun tamamı İskender’in eline geçmişti. İskender ele geçirdiği yerlerdeki tiranları sürerek buralarda demokrasinin hakim olmasına ön ayak oldu, ama kentleri de doğrudan kendine bağlamayı ihmal etmedi.
Güneye ilerlerken Gordion Düğümü’nü kesti

333 yılı baharında Perge’ye ulaşmıştı İskender. Tam bu kısımda bir söylence devreye giriyor. Bu söylenceye göre İskender Frigya’dan geçerken, Asya’ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion Düğümü’nü kesti. Sonra Ankry’a (bildiğiniz Ankara), oradan da Kapadokya ve Kilikya üzerinden güneye indi. Misis Köprüsü’nden geçip (İskenderun yakınlarındaki) Miryandros (Myriandros) dolaylarında karargâh kurdu.

Perslerle ikinci çarpışma: İssos (İssus)

İskender karargâhını kurduğunda, Pers İmparatoru III. Darius da Pinaros Çayı (bugünkü Deliçay) kıyısında savaş düzeni almıştı. M.Ö. 333 sonbaharında İssos’ta (Dörtyol-Erzin arasında yer alır) yaşanan savaş, Darius’un kesin yenilgisiyle sonuçlandı. Darius o kadar çaresiz bir duruma düştü ki, ailesini bile savaş meydanında bırakıp kaçtı.

Durmuyor, ilerlemeyi sürdürüyor Büyük İskender

İskender, zafer sonrasında Persleri donanmasız ve üssüz bırakmak için Suriye ve Fenike’ye doğru ilerlemesini sürdürdü. Önüne çıkan tüm Pers kentlerini kolaylıkla almasına karşın, Tiros’ta (bugünkü Sur kenti) çok sert bir direnişle karşılaştı. Tiros, İskender’in bütün kuşatma taktiklerine rağmen direndi, hem de 6-7 ay boyunca. Sonunda M.Ö. 332’nin Temmuz ayında Tiros da düştü. Tiros halkı bu direnişin bedelini çok ağır ödedi. Tüm kent İskender’in askerleri tarafından yağmalandı, kentteki tüm erkekler öldürüldü, tüm kadın ve çocuklar da köle olarak satıldı.

Darius’tan barış teklifi

Tiros kuşatması sürerken Darius barış teklifinde bulundu. İskender de, kendisini Asya’nın efendisi olarak tanıması şartıyla teklifi kabul edeceğini bildirdi. Darius da 10 bin talent fidye ödemeyi ve Fırat Nehri’nin batısında kalan toprakları İskender’e bırakmayı teklif etti. Tam da bu süreçte, komutan Parmenion’un “İskender’in yerinde ben olsam kabul ederdim” dediği, İskender’in de buna karşılık “Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim” şeklinde karşılık verdiği anlatılagelir.

İskenderiye
İskenderiye
Kendi adıyla şehir kurdurdu: Alexandreya (İskenderiye)

Suriye’yi Parmenion’a emanet eden İskender daha da güneye ilerleyerek Gazze’ye vardı. Burada da direnişle karşılaştı. Bu direnişi de iki ay gibi bir sürede kırdıktan sonra, Kasım 332’de Mısır’a girdi ve burada, Perslerin baskısından bıkan, dolayısıyla da onu kurtarıcı olarak gören halkın sevinç gösterileriyle karşılandı. Bir kış boyunca Mısır’da yönetim düzenlemesi yaptı, Alexandreya (İskenderiye) kentini kurdurdu. Mısırlı yöneticiler atadı ama orduyu Makedonyalıların komutasına verdi. Mısır’ın da ele geçirilmesiyle birlikte İskender Doğu Akdeniz’de kesin denetim sağlamış oldu. Büyük komutan, o fetih benim bu fetih senin koşadursun, Siva’da ünlü bir kahinin İskender’i Zeus’un oğlu ilan etmesiyle birlikte, İskender’in halkın gözündeki yeri imparatorluktan tanrılığa yükseldi.
Darius inat ediyor: Gaugamela Savaşı

İskender Suriye’ye de bir satrap (bir çeşit vali) atadıktan sonra Mezopotamya’ya ilerledi. Ninive’yle Arbela (Erbil) arasında Darius’la yeniden karşı karşıya geldi. Yenilgilere doymayan Darius bu savaşta da İskender’in gücü karşısında ezildi (ki Darius’un İskender’in 40 bin kişilik ordusuna karşı yaklaşık 300 bin kişilik bir orduyu yönettiği söylenir) ve kaçmak zorunda kaldı. İskender güneye inerek Babil’i aldı ve Zagros Dağları’nı aşarak İran’ın iç kısımlarına yöneldi. Kserkses’in (Xerxes) Yunanistan’da yaptıklarına bir misilleme olarak, onun Persepolis’teki sarayını törenler eşliğinde yaktı. İskender’in Persepolis’te bir kütüphaneyi yaktığı da söylenir. Zira vakti zamanında hocası Aristotoles’e “Bir ülkeyi tamamen yok edebilmek için ne yapmak gerekir?” diye sorduğu, hocadan da “Kütüphaneleri yakmalısın” cevabını aldığı yazılagelir.

Amacı “Asya’nın Efendisi” olmak

M.Ö. 330’da Media’ya girdi ve başkent Ekbatana’yı aldı. Asya’nın efendisi olmak için yanıp tutuşması, onu daha da doğuya yöneltti. Kısa sürede önce Hazar kıyılarına, sonra da Afganistan’ın içlerine ulaştı. Bu duruma gelinceye kadar geçen süreçte, oluşturduğu yeni sistem eski komutanlarını rahatsız ediyordu. Anlaşmazlıklar derinleşince İskender Parmenion’u kendisine suikast düzenlemekle suçladı ve hem onu hem de oğlunu öldürttü. Kuzeye doğru ilerlemesi sürerken Baktria’nın satrabı Bessus ayaklandı. Bu ayaklanmayı da bastırdı. Siri Derya’ya (Seyhun Nehri) doğru ilerledi ve burada İskitler’le karşı karşıya geldi. İskitlerin ve diğer göçebe halkların sert direnişini ancak M.Ö. 328’in sonbaharında bastırabildi.

İktidarın insanı getireceği son nokta: Despotluk

İskender, Pers topraklarının havasını soluya soluya giderek doğulu bir diktatöre dönüştü. İçinden geldiği kültürde olmayan gelenekleri benimsemeye ve uygulatmaya başladı. Bir komploya karıştığını düşündüğü tarihçi Kallisthenes’i hapse attırdı. Bu durum İskender’in, dönemin bilgin ve filozoflarının desteğini kaybetmesine sebep oldu.

Sırada Hindistan var


İskender ele geçirdiği topraklardan yeni askerler topladı ve yepyeni bir ordu kurdu. Bu yeni orduyla Hindistan’a doğru ilerlemeye başladı. M.Ö. 326 yılının baharında İndus Nehri yakınındaki Taksila’ya girdi. Hydaspes ve Akesines arasındaki bölgeye hükmeden hükümdar Poros’u yendi. Bu başarıya binaen Aleksandreia Nikaia ve Boukephalia (İskender’in çok sevdiği ölen atı Bukefalos adına) kentlerini kurdu. Daha da ilerlemeye başlamıştı ki ordusunun ayaklanmak üzere olduğunu duydu ve geri dönmeye karar verdi.

Fethettiği yerler
Fethettiği yerler
Dünyanın fatihi beklenmedik bir şekilde ölüyor

Hindistan’la deniz bağlantısı kurmak için Arabistan kıyılarına sefer hazırlıklarına başladı. Ayrıca Babil’de sulama kanalları yaptırmayı ve yeni kentler kurmayı planlıyordu ki uzun, içkili bir eğlencenin ardından hasta düştü. M.Ö. 323 yılında, henüz 33 yaşındayken öldü. Ölümünün sorumlusu olarak “akçöpleme” denilen bir bitki görülür. İskender’in hastalandıktan sonra bu bitkiyi ilaç olarak kullanmaya başladığı, bir an önce iyileşmek için de dozu fazla kaçırdığı ve bunun da ölümüne sebep olduğu söylenir (bir diğer söylenti de zehirlendiği yönündedir). 12 yıllık iktidarında imparatorluk topraklarını Yunanistan’dan Hindistan’a kadar genişletti. Ölümünden sonra 200 yıl kadar varlığını sürdüren Makedonya Krallığı, Roma’nın karşısında geriledi ve M.Ö. 149’da Roma’nın bir eyaleti haline geldi. Ölmesine yakın kendisine sorulan “Bu kadar büyük bir imparatorluğu kime bırakıyorsun” sorusuna, “En güçlünüze” diye cevap verdiği söylenir.

Bukefalos (Bucephalus) İskender’in atının adı. Hikâyesi bile var. Tesalyalı Philonikos’un Philip’e (İskender’in babası) hediye olarak getirdiği vahşi bir at İskender’in gözüne çarpıyor. At çok vahşi olduğu için üstüne bir Allah’ın kulu binemiyor. İskender bu ata göz koyuyor ve babasından atı istiyor. Babası da atın çok huysuz ve vahşi olduğunu, kendisine başka bir at seçmesini söylüyor. İskender ille de o atı istiyor ve atın kendi gölgesinden korktuğunu fark ediyor. Atı güneşe doğru çeviriyor ve kulağına bir şeyler fısıldıyor. Sonra da üzerine biniyor ve Hydaspes Savaşı’nda ölene kadar da Bukefalos’un üzerinden hiç inmiyor. İskender ve Bukefalos ile ilgili anlatılagelen hikâye bu. Hatta bu olay üzerine (Plutarkos’un aktardığına göre) babasının İskender’e “Git kendine başka bir memleket ara oğlum. Burası senin için çok küçük” dediği söylenir.

“Gölge etme, başka ihsan istemem” sözünü en az 1 milyon kere duymuş, geyiğine de olsa bir yerlerde kullanmışsınızdır. Hah, işte o söz filozof Diyojen’e aittir. Corinth’e geldiğinde kendisini ziyarete gelen İskender “Dile benden ne dilersen” demiştir Diyojen’e. Fıçıda kedisiyle köpeğiyle yaşamaktan gayet bahtiyar Diyojen de lafını esirgememiş “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyerek yapıştırmıştır cevabı. İskender de dost sohbetlerinde “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” demiştir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Tarihe yön veren liderler ve insanlar - Alexander Graham Bell

Alexander Graham Bell
Alexander Graham Bell
12. Alexander Graham Bell

Alexander Graham Bell, 3 Mart 1847’de İskoçya’nın başkenti Edinburgh’da doğdu. Annesi doğuştan sağır olan Bell’in dedesi ve babası da yıllarını işitme engellilere adamıştı. Özellikle babası, işitme engellilere duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı.

Graham Bell, belki de bu sebeple küçük yaştan itibaren, daha sonradan çok işine yarayacak olan ses ve sesin iletimi konusunda epey bilgiye sahip oldu. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada’ya yerleşti. Babasının ölümünden sonra, onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell, ABD’ye gitti. Burada bir süre işitme engellilere dil öğretmeni yetiştiren bir okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.

Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere’de eline geçen Alman Hermann von Helmholtz adlı bilim adamının işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabileceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı.

Bu sırada, başka bilim insanları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu. Elisha Gray, bunlardan biriydi. İngiltere’den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi bölümünde profesörlüğe getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine avukat Gardiner Greene Hubbard yardım elini uzattı.

Alexander Graham Bell Telefonla  konuşurken
Alexander Graham Bell Telefonla konuşurken
Bell ve Watson, 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak, ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Elisha Gray, telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yapsa da, Bell’e 7 Mart günü istediği patent verildi. Atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü ve Watson’u yardıma çağırdı:

“Bay Watson, buraya gelin, sizi görmek istiyorum.”

Bell, yardımcısını çağırırken farkında olmadan, 141 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson, Bell’in sesini telefondan duydu. ABD’nin 100’üncü kuruluş yıldönümüne denk gelen bu buluşu, ona düzenlenen Yüz Yıl Sergisi’nde birçok ödül kazandırdı. Bell, bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbard ailesinin kızı Mabel ile bir yıl sonra evlendi.

Eşi dört yaşından beri işitme engelliydi. Bell öğrencisi olarak tanıdığı ve daha sonra evlendiği Mabel’e derin bir sevgi duydu. Artan ününe karşın hiçbir zaman ne eşini ne de işitme engellileri göz ardı etmedi. Eşine yazdığı bir mektupta “Eşin, hangi noktaya çıkarsa çıksın, ne denli zengin olursa olsun, emin ol işitme engellileri ve onların sorunlarını her zaman düşünecektir” diye yazmıştır.

1881 tarihinde Bell’in eşi Mabel, bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Bebek nefes almakta zorlanıyordu ve doğumundan birkaç saat sonra öldü. Bell aynı solunum sorunuyla karşılaşabilecek hastalar için bir şeyler yapmaya karar verdi. Yapay solunum makinesinin öncüsü olan, akciğerlere hava girip çıkmasını sağlayan, metal vakumlu bir gömlek tasarladı. Bedene iyice oturan gömleği, elle çalıştırılan bir körüğe bağlanmıştı. Körük pompalanarak gömleğin içindeki hava basıncını değiştirebiliyordu. Bu şekilde, hastanın göğsü önce sıkıştırılıp sonra serbest bırakılacak, bunun sonucunda hastanın düzenli nefes alması sağlanacaktı.

Bell telefonu geliştirme sürecinde en büyük ilerlemelerden birini, kulak zarının, kulaktaki kemikler üzerindeki hareketini, ağır bir telefon diyaframının mıknatıslanmış bir çelik parçasının üzerindeki hareketiyle karşılaştırdığı zaman elde etti. Bell, insan kulağına ilişkin bilgilerini telefona uyarladı. Telefon vericisi, konuşan iki kişinin sözlerini kısa süreli elektriksel uyaranlar olarak gönderen elektrikli bir kulak gibidir. Ancak, bu elektriksel uyaranlar, kulaktan farklı olarak, sinirler değil, teller üzerinden gönderilir. Telefon alıcısı da elektrikli bir ağza benzer. Alıcının elektromıknatısından geçen akım, diyaframın titreşmesine yol açar. Bu titreşimler de dinleyen kişinin kula zarına çarparak zarı titreştirir. Dinleyen kişinin kulağı, bu titreşimleri hattın diğer ucundaki kişinin çıkardığı sesler olarak algılar.

İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray’a karşı hukuk savaşı verdi. 4 yıl sonra, 1880 yılında Bell’e yardım eden Tainer ile radyofon adını verdikleri aleti denedi. Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell’e telefonla seslendi:

“Bay Bell. Bay Bell. Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın.”

Bell şapkasını salladığında artık telefon, doğumunun ardından emeklemeye başladı.

1880’de, dünyaya gelen Helen Keller on dokuz aylık olduğunda ateşli bir hastalık geçirir ve görme, konuşma, işitme yetilerini tamamen kaybeder. Helen’in doktoru, aileye Alexander Graham Bell’in, telefonu icat ettikten sonra, kendisini işitme engelli çocukların rehabilitasyonuna adadığını, onunla görüşmelerinin çocuğun gelişimi açısından farklı umutlar yaratabileceğini söyler. Bell, aileyi eğitmen Anne Sullivan ile tanıştırır. Anne Sulivan, Helen’e okuma yazmayı ve çok kısıtlı da olsa konuşmayı öğretir. Gelişimi öyle hızlı olur ki yüksek öğrenim bile görür. Beş dil öğrenen çeşitli sporlarla ilgilenen, iyi bir satranç oyuncusu olan Helen ve öğretmeni Anne Sullivan, engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak, onların sorunlarına dikkat çekmek için pek çok önemli projeyi hayata geçirdiği gibi, aktivist olarak kadın hakları, işçi hakları ve sosyalizmle ilgili konuşmalar yapar.

Bell, yalnızca telefonun patentini almadı, o çok yönlü bir araştırmacı ve mucitti. Kendi geliştirdiği fonograf için bir, hava araçları için beş, hidro uçaklar için dört ve selenyum piller için de iki patent aldı. Bell, aşırı büyük üç boyutlu kutu uçurtmaları kullanarak insan taşımayı başarmış ve bu çalışmaları sadece denemelerini yaptığı istasyonunda bulunan nehri, kıyıdan kıyıya geçmek için kullanmıştır. Öteki buluşları arasında gramofon plaklarında balmumu kullanılması, insan vücuduna giren madeni cisimlerin yerini, elektrikle tespit etmeye yarayan yöntem sayılabilir. Buluşlarından kazandığı parayı Sağırlar Kurumu’na harcadı. Fransa hükümeti tarafından insanlığa hizmetlerinden ötürü, Onur Ödülü ve para ödülü verildi. Verilen parayı Washington’da işitme engelliler için Volta Enstitüsü’nü kurmakta kullandı.

Bell,“Büyük keşifler ve buluşlar her zaman küçük şeylerin gözlemlenmesinden doğar” diyerek hayatının her döneminde verimli yaşamış biriydi.“Düşündüklerimin hepsini tamamlayabilmek için daha uzun yıllar yaşamak istiyorum” diyen Alexander Graham Bell, 2 Ağustos 1922’de hayata gözlerini yumdu.

Öldüğünde ona duyulan büyük saygı nedeniyle soyadından yola çıkılarak telefonu simgelemek için kırmızı çan resimleri kullanıldı, ses düzeyini belirlemek için kullanılan ilk birime bel denildi.

Alexander Graham Bell’in karton bir plakaya yüklediği ses kaydı. 15 Nisan 1885 tarihli karton plak, 2011 yılında dijital ortama aktarıldı. Smithsonian Enstitüsü tarafından son düzenlenmesi yapılan ses kaydında Graham Bell’in “Bu kaydın tanığı olarak, benim sesimi duyun, Alexander Graham Bell” dediği anlaşılıyor.

 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Tarihe yön veren liderler ve insanlar - Napolyon Bonapart

Napolyon Bonapart
Napolyon Bonapart
13. Napolyon Bonapart (1769 - 1821 )

1803’te ABD Başkanı Thomas Jefferson’a Louisiana bölgesini hektarı üç centten 15 milyon dolara sattı. Satışla ABD’nin toprakları iki katına çıktı. Peki Napolyon Bonapart'ın hayatındaki önemli olaylar nelerdir? İşte detaylar

Asıl adı ‘Napoleon di Buonaparte’ olan Napolyon Bonapart, 15 Ağustos 1769’da İtalyan kökenli küçük soylu bir ailenin çocuğu olarak Korsika Adası’nın Ajaccio şehrinde doğdu. Avukat Carlo Buonaparte ile Laetitia Ramolino’nun sekiz çocuğundan ikincisidir. 1779’da Fransa’daki Brienne Askeri Okulu’na parasız yatılı olarak başladı. Matematikteki başarısı sayesinde 1784’te Paris’teki askeri akademiye kabul edildi. Bu okuldan 1785 yılında topçu subayı olarak mezun oldu. Aynı yıl içerisinde babasını ölmesiyle ailesinin geçimini sağlamak durumunda kaldı. 1789’daki Fransız Devrimi’ni destekledi ve doğum yeri Korsika’ya yayılması için çalıştı. Napolyon Bonapart, 1793 Tulon Ayaklanması sırasında asker olarak ön plana çıktı.

Kral taraftarı Tulon halkı devrim yönetimine karşı ayaklanarak İngilizlerden yardım istedi, İngilizler gelip Tulon Limanı’nı kuşattı. Bonapart tarafından hazırlanan plan sayesinde İngilizler kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldılar. Bu başarısı üzerine Bonapart henüz 24 yaşındayken generalliğe terfi ettirildi. 1794’te İtalya’daki topçu birliklerinin komutanlığına getirildi. Bu sırada, Kamu Selamet Komitesi Başkanı Maximilien Robespierre idaresindeki on aylık ‘Terör Dönemi’ 1794’ün Temmuz ayında sona erdi ve Robespierre kardeşler idam edildi. Napolyon, Augustin Robespierre ile ilişkisi nedeniyle yeni yönetim tarafından şüpheli görüldü ve tutuklandı. Kısa bir süre Antibes Kalesi’nde tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Paris’e döndükten sonra yönetimi ele alan Ulusal Konvansiyon’a karşı hareketi bastırmak için Paul François Barras ile Lazare Carnot’un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni bir anayasanın ve Direktuvarlık’ın doğmasına yol açtı. Napolyon 1796’da İtalya’daki Fransız kuvvetlerine başkomutan oldu.

Bu arada General de Beauharnais’in dul karısı olan büyük aşkı Josephine ile evlendi. 1796’nın Nisan ayında ilk İtalya seferine çıktı. Stratejik ustalığın bir şaheseri sayılan İtalya seferi büyük başarı ile sonuçlandı. Avusturya ile girişilen savaşta sırasıyla Millesimo, Mondovi, Lodi, Castiglione, Arcole, Rivoli Meydan Savaşlarında üst üste düşmanı bozguna uğrattı. Sayıca az olan kuvvetleriyle düşmanın pek üstün kuvvetlerine karşı kazandığı bu başarılar Avrupa’da şaşkınlık uyandırdı. 18 Ekim 1797’de imzalanan Campo Formio Antlaşması ile Venedik Avusturya’ya bırakılıyor, karşılığında da Belçika ve İyon Adaları alınıyordu.

Antlaşmayla Venedik Cumhuriyeti tarihten silindi. Dalmaçya kıyıları ile Adige’ye kadar olan Venedik topraklarını almakla Avusturya Adriyatik Denizi’ ne çıkıyordu.

Yedi Ada’yı alan Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ile komşu oluyordu. Bu önemli siyasi olayla Fransa Avusturya’ya gücünü göstermiş, Napolyon da İtalya’daki Fransız yönetimini kabul ettirmiş oluyordu. Bir savaşı kazanmak için ne gerekir sorusuna ‘para, para, para’ yanıtını vermiştir. 1798 yılında Direktuvar yönetimi tarafından Napolyon’un İngiltere’yi kuşatması istendi. Ancak İngilizleri kendi topraklarında yenmek mümkün görünmüyordu. Napolyon, Mısır ve doğu ticaret yollarını ele geçirmek üzere 1798’de Mısır seferine çıktı, Piramitler Muharebesi’nde Osmanlı-Memluk ordusunu yendikten sonra Mısır’ı ele geçirdi. Suriye’yi alıp oradan ya İstanbul’a ya da Hindistan’a yürümek isteyen General Bonaparte, Akka’da Cezzar Ahmet Paşa’ya yenildi. Kahire’ye geçen Bonapart, 1 Ağustos 1799 tarihinde Abukir Muharebesi’nde Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Mısır’da istediklerini tam olarak gerçekleştiremeyen Napolyon, kısa bir süre sonra Fransa’daki siyasi bunalımı haber aldı ve 3 bin Fransız askerini Mısır’da bırakarak Fransa’ya döndü.

Darbeyle İktidarı Aldı

Napolyon 1799’da askeri bir hükümet darbesiyle Direktuvarlık yönetimine son verdi ve Paris’te iktidarı eline geçirdi. 10 yıl boyunca kendisini Fransa’nın başına geçiren ‘Birinci Konsül’ unvanını aldı. Böylece Napolyon’un diktatörlük dönemi başlamış oldu. 1800’de Kuzey İtalya’da Marengo Meydan Savaşı’nda Fransa’nın azılı düşmanı Avusturya ordusunu yendi. Bu dönemde bir dizi reform gerçekleştirdi. 1800’de Fransa Merkez Bankası’nı (Banque de France) kurdu. Maliyeyi düzeltti. Üniversiteleri çağın ihtiyacına uygun şekilde düzenledi. İdari alanda bazı reformlar gerçekleştirerek valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı; mahkemeleri ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi. ‘Legion d’Honneur’ nişanını çıkardı. 1802’de ulusal bir referandum düzenlendi ve halka Napolyon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayıp onaylamadıkları soruldu. Yüzde 99’luk bir onayla ‘Ömür Boyunca Konsül’ ilan edildi.

İmparator Napolyon

18 Mayıs 1804’te kendisini ‘Fransa İmparatoru’ ilan ettirdi, Papa VII. Pius’un elinden taç giydi. Böylece ‘I. Napolyon’ unvanını alan Bonapart, agresif bir savaş stratejisine yönelerek yayılma siyasetine başladı. Eski rejimin kurumlarını canlandırıp aile çevresine unvanlar ve rütbeler dağıtarak yeni bir soylu sınıfı ve saray yaşamı yarattı; kurduğu yeni rejim bir monarşi görünümünü aldı. 21 Mart 1804’de yürürlüğe giren Fransız Medeni Kanunu’nu hazırlattı. Ertesi yıl kendisini ‘İtalya Kralı’ ilan etti. İtalya Cumhuriyeti’nin yerini alan İtalya Krallığı’nın özerk yönetim biçimini daha da sınırladı. Ülkeyi kral naibi olarak üvey oğlu Eugène de Beauharnais’nin yönetimine bıraktı.

Fetih Yılları


İngiltere 1805’te Fransa’ya karşı Avusturya, Rusya, İsveç ve iki Sicilya’yı birleştirerek üçüncü bir koalisyon kurdu. Ekim ayında Fransız-İspanyol birleşik donanmasının Trafalgar Deniz Savaşı’nda İngiliz donanması karşısında yenilmesi üzerine Napolyon, İngiltere yerine onun müttefiklerini hedef aldı. Fransız ordusunu Manş kıyılarından Orta Avrupa’ya yürüten Napolyon, Ulm ve Austerlitz zaferleriyle Avusturya ve Napoli’yi savaş dışı bıraktı. Bourbonlardan alınan Napoli Krallığı’nın başına ağabeyi Joseph Bonapart’ı getirdi. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun 1806’da dağılmasına yol açtı. İngiltere ve Rusya ile dördüncü koalisyonu kuran Prusya’yı Jena-Auerstedt Muharebesi’nde yenilgiye uğrattı. 1807 kışında başlattığı Polonya seferi sırasında Eylau’da Ruslara karşı başarısızlığa uğradı ancak birkaç ay sonra Friedland’daki savaşı kazandı.

Çar I. Aleksandr ile Tilsit’te yaptığı görüşme sonucu Rusya ile bir antlaşma imzaladı. Batı ve Orta Avrupa’nın tartışmasız tek egemeni durumuna geldi. 1807’de Etrurya’yı topraklarına kattı, 1808’de Papalık Devletleri’ni işgal etti, Portekiz’i fethetti, İspanya’ya el koydu. 1808’de İspanya’da IV. Carlos ile VII. Ferdinand’ı tahttan uzaklaştırıp yerine Napoli’den çağırdığı ağabeyi Joseph’i getirdi. Ancak 2 Mayıs 1808’de Madrid halkı ayaklanınca İngiltere ordusu bunu fırsat bilerek saldırıya geçti. Fransız Generali Junato Dupont’un teslim olması, imparatorluğun saygınlığını önemli ölçüde sarstı. Ordusuyla İspanya üzerine yürüdü, düşmanlarını dağıttı ve 4 Aralık 1808 Madrid’i yeniden ele geçirdi. Avusturya ve İngiltere 1809’da beşinci koalisyonu kurdu. Nisan 1809’da Bavyera’yı işgal eden Avusturya Arşidükü Karl’ın ordusunun üzerine yürümek zorunda kaldı. Wagram’daki kanlı savaştan sonra barışa zorladığı Avusturya ile ekimde Schönbrunn Antlaşması’nı imzalayarak Dalmaçya kıyılarını İlirya Eyaleti adıyla topraklarına kattı.

Vâris sahibi olma amacıyla yeniden evlenmeye karar vererek Josephine’i boşadı ve Nisan 1810’da Avusturya imparatorunun kızı Arşidüşes Marie-Louise ile evlendi. 1811’de çocukları II. Napolyon dünyaya geldi. Doğar doğmaz ‘Roma Kralı’ ilan edildi. Yaklaşık 700 bin kişiden oluşan ‘Büyük Ordu’ denen ordusuyla 1812’de Rusya seferine çıktı. Borodino Meydan Savaşı’nda Rus ordusunu yok ettikten sonra Moskova’ya girdi. Ancak Ruslar geri çekilirken geçtikleri her yeri yakmışlardı. Napolyon açlık tehlikesi yüzünden kışın Rusya’dan çıkmak zorunda kaldı. Yolda ordusu fena halde hırpalandı. Napolyon soğuktan, hastalıktan, çete savaşlarından kuvvetlerinin büyük bölümünü kaybetti. General Malet’nin kendisine yönelik darbe planını öğrenince Paris’e dönüşünü hızlandırdı ve Malet’yi idam ettirdi.

Fetihlerden Sürgüne…

Olağanüstü bir hızla örgütlediği 400 bin kişilik yeni ordusu, Şubat-Mart 1813’te Fransa’ya karşı altıncı koalisyonu kurmuş olan Rusya, Prusya, İsveç ve İngiltere orduları karşısında Mayıs ve Haziran aylarında bir dizi zafer elde etti. Ancak Ekim ayındaki Leipzig Savaşı’nda, Avusturya’nın da katıldığı altıncı koalisyonun kendisininkinden iki kat daha fazla olan güçleri karşısında ağır bir yenilgiye uğrayarak tüm Alman topraklarından çekildi. Hollanda ve Almanya devletleri ayaklanırken İspanya, Fransa egemenliğinden çıktı. 31 Mart 1814’te Müttefik orduları Paris’e girdi. Napolyon’un eski dışişleri bakanlarından Charles Maurice de Talleyrand’ın kurduğu geçici hükümet şehrin anahtarını Çar I. Aleksandr’a verdi. Napolyon Nisan ayında Elba Adası’na sürüldü. Bourbon Hanedanı’nın yeniden tahta çıkması ve monarşi yönetimine dönülmesi kabul edildi. XVIII. Louis 3 Mayıs 1814’te törenlerle karşılandığı Paris’te tahta çıktı. Napolyon bu ilk sürgünde ancak 10 ay kaldı, 26 Şubat 1815’te adadan kaçarak Fransa’ya gitti. Paris’e gelip tahta geçti.

Gelişme üzerine XVIII. Louis kaçmak zorunda kaldı. Napolyon, müttefiklere baş eğdirmek üzere harekete geçti, 18 Haziran 1815’te Belçika’da Waterloo Meydan Savaşı’nda İngiliz-Prusya kuvvetlerine yenildi. Paris’e gitti. Tahtı bırakması için zorlandı.

İngilizler tarafından Saint Helena Adası’na sürüldü ve altı yıllık acıklı bir esaretten sonra 1821’de 52 yaşında öldü. 1840’ta külleri törenle Fransa’ya getirildi ve Paris’te Invalides’e gömüldü.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Tarihe yön veren liderler ve insanlar - Adolf Hitler

Adolf Hitler
Adolf Hitler
14. Adolf Hitler ( 1889 - 1945 )

Adolf Hitler 20 Nisan 1889 tarihinde Avusturya'da doğdu. Bilinenin aksine kendisi Alman değil, bir Avurturyalıdır. Hitler eğitim hayatı boyunca oldukça başarısızdı. Bu nedenle ressam olabilmek Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına girdi ancak kazanamadı. 1912 yılında Almanya'nın Münih şehrine taşındı. I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine gönüllü olarak orduya yazıldı. Almanların aldığı büyük yenilginin ardından arkadaşlarıyla bir araya gelerek Alman İşçi Partisi'ni kurdu ve başına geçti.

Daha sonra partinin ismini değiştirerek Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi adını verdi. Üyelerine ise kısaca Nazi denildi. Lider olarak kendisine Führer lakabını verdi. Burada aldığı kararlar neticesinde hükümeti devirmek için girişimde bulundu. Fakat bu teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Olayın ardından Adolf Hitler yaklanarak 10 ay hapse mahkum edildi. 1930 Eylül ayında yapılan seçimlerde Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi seçimleri kazanarak iş başına geldi. Ülke genelinde yaptığı hizmetlerle Almanya büyük bir kalkınma yaşayarak zenginleşti. 1932 yılında Hitler, Şansölye (Cumhurbaşkanı) seçildi. Daha sonra siyasi rakiplerini hızla ortadan kaldırarak ülkenin tek adamı oldu.

Gizli olarak Alman ordusunu silahlandırarak bir anda Avrupa'nın üstüne bir karabulut gibi çöktü. Başlattığı II. Dünya Savaşı 65 milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlandı. Adolf Hitler'in en büyük ve en trajik hatası şüphesiz ki Rusya'ya savaş açması oldu. Birçok cephede savaşan Alman askerleri arada kaldı. Savaşın gidişatının Alman aleyhine döndüğünü gören ve yakalanacağını anlayan Hitler. 30 Nisan 1945 yılında eşi Eva Braun'la birlikte intihar etti. Ölümünde önce komutanlarına verdiği emirle cesedinin yakılmasını emretti. Bunun sebebi Rus ordusu tarafından ele geçirilip, teşhir edilmek istememesiydi.

Adolf Hitler ölmeden önce iki vasiyetname yazdırmıştır. Bunlardan biri özel diğeri ise siyasidir. Hitler'in siyasi vasiyetnamesi bir öfke çığlığıdır. Yazdıklarına göre: Almanya bütün milletler için bir zehir gibi tehlikeli olan Yahudileri ve Bolşevizm'i kovalamaktan asla vazgeçmemelidir.

Almanya'nın geleceğini tartışmasız bu olgu belirleyecektir. Hitler, savaşa girmekte kesinlikle haklı olduğunu savunuyor ve yenilgiden korkak yalancı, basiretsiz komutanları sorumlu tutuyordu. Özel Vasiyetinde ise, tüm hayatı boyunca topladığı sanat eserleriyle doğduğu şehir olan Linz'de bir müze kurulmasını istedi. Tüm şahsi mallarını partiye eğer parti kalmamışsa devlete bıraktığını söylüyordu.

ADOLF HİTLER HAKKINDA BİLİNMEYENLER

- Adolf Hitler 4 yaşındayken, bir rahip tarafından boğulmaktan kurtarıldı. Bu yüzden küçüklüğünde bir rahip olmak istiyordu.

- Hitler ailesi, zamanında ekonomik sıkıntıları olduğu için onlardan ücret almayan Yahudi bir aile doktoruna sahipti. Hitler başa geçince ona koruma verdi ve onu "asil Yahudi" olarak adlandırdı

- Hitler'in ilk aşkı bir Yahudi'ydi. Ancak hiç bir zaman cesaretini toplayıp ona bu hislerini açıklayamadı.

- Birinci Dünya Savaşı sırasında bir İngiliz asker, yaralı bir Alman askerin hayatını bağışladı. Fakat bu hayatında yaptığı en büyük trajik hayatıydı. Çünkü o asker Adolf Hitler'di.

- Hitler tarihte halk için sigaraya karşı hareket başlatan ilk liderdir.

- Hitler bir vejetaryen idi ve hayvanların kesilmesini zorlaştıran yasalar çıkarttı.

- Hitler 1939 yılında Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmiştir.

Adolf Hitler'in Ölüm Tarihi ve Sebebi Kesin Olarak Belirlendi!

Rus Devlet Arşivi'ndeki kayıtları analiz eden Fransız bilim insanları; eldeki kanıtların, Adolf Hitler'in 1945 yılında siyanür ve başından aldığı kurşun neticesinde öldüğü yönündeki söylentileri doğruladığını vurguladı.

'European Journal of Internal Medicine' dergisinde yayımlanan araştırmada; Fransız bilim insanları, İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanyası'nın başında bulunan Adolf Hitler'in ölüm yılının 1945, nedeninin ise siyanür ve başına isabet eden mermi olduğunu kesin biçimde kanıtladıklarını belirttiler.

2000 yılında, Rusya'nın başkenti Moskova'da sergilenen; Hitler'in, üzerinde dişlerin de olduğu çene kemiğini inceleyen bilim insanları, elde edilen verilerin Nazi liderinin Berlin düşmeden birkaç gün evvel, yani 30 Nisan 1945 tarihinde öldüğünü ortaya koyduğunu söylediler.

Adolf Hitler ( 1889 - 1945 )
Adolf Hitler ( 1889 - 1945 )
Söz konusu kalıntılar daha önce de incelenmiş, fakat parça alınmasına müsaade edilmemişti. Bu defa, araştırmacıların kalıntılardan aldıkları parçaları elektron mikroskobunda analiz etmesine imkan tanındı.

İncelemeler, Adolf Hitler'e ait olduğu belirlenen dişlerde beyaz tartar bulunduğunu ve vejetaryen olduğu için et lifi izine rastlanmadığını ortaya çıkardı.

Dişlerde barut artığı izine de rastlanmadı. Bu da, Hitler'in silahını ağzına sokarak kendini vurduğu iddialarını çürütüyor. Çalışmada, aynı zamanda, Adolf Hitler'in takma dişleri üzerinde, siyanür ve diş metalleri arasındaki kimyasal reaksiyonun göstergesi olarak mavi kalıntılar tespit edildi.

Bilim insanları, Hitler'in Moskova'daki Devlet Arşivleri'nde saklanan kafatası parçasını da analiz etti ve kafatası parçasının sol kısmındaki deliğe bir merminin sebep olduğuna işaret etti.

Tarihçiler, Adolf Hitler'in, Rus ordusu Berlin'e girmek üzereyken yeraltı sığınağında kısa zaman önce evlendiği Eva Braun ile birlikte intihar ettiğine inanıyor. Hitler'in cesedinin sığınak yakınlarında Nazi subayları tarafından yakıldığı, diş ve kafatası parçaları gibi kalıntıların ise daha sonra Ruslar tarafından ele geçirilerek Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin'in emriyle Moskova'ya götürüldüğü iddia ediliyor.

Ayrıca, ölümünün ardından, Adolf Hitler'in kaçtığına ve hala hayatta olduğuna ilişkin de pek çok komplo teorisi ortaya atılmıştı.

CIA, Meğer Hitler’in Ölüp Ölmediğini Soruşturuyormuş!

Başkanlık döneminde ülkesinin kalkınmasını sağlayan ABD Başkanı John F. Kennedy 1963 yılında suikaste kurban gitmiş ve halkını yasa boğmuştu. ABD’nin Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA, başkanın ölümü ardından geniş bir soruşturma başlatmış ve suikastin perde arkasını aydınlatmaya çalışmıştı. Kennedy suikastiyle ilgili olan ve yakın zamanda halka açılan belgeler arasında Adolf Hitler ile ilgili bir soruşturmanın da detaylarına ulaşıldı: Acaba Hitler hayatta mıydı?

Belgelerin arasında bulunan istihbarat notu, Hitler’in ölümüne dair şüpheleri alevlendirecek cinsten. 3 Ekim 1955 tarihli belgede kod adı “Cimelody-3” olan bir CIA ajanının ifadeleri var. Soruşturma yürütülürken aynı zamanda ajanın yakın bir arkadaşı olan muhbirin verdiği bilgiler kafaları karıştırıyor. Çünkü kendisi Hitler’in aslında intihar etmediğini ve Kolombiya’ya geçip Philip Citroen adındaki bir Nazi subayıyla temas kurmaya devam ettiğini belirtiyor.

İddialara  göre fotoğraftaki Adolf, adını sonradan değiştiren Hitler’in ta kendisi  ve yanındaki de muhbir Philip Citroen
İddialara göre fotoğraftaki Adolf, adını sonradan değiştiren Hitler’in ta kendisi ve yanındaki de muhbir Philip Citroen
Citroen, bilgileri CIA ajanına veren muhbire göre Hitler’i takip eden Almanların Kolombiya’nın Tunja kentine kadar geldiklerini ve onu Führer diye çağırıp Nazi selamı verdiklerini belirtiyor. Ayrıca Hitler’in soyadını değiştirerek tam adını “'Adolf Schrittelmayor” olarak kullandığı da belirtiliyor.

Hatta bu isme sahip birinin Hitler’e fazlasıyla benzeyen bir fotoğrafı da belgeler arasında yer alıyor.

İddialara göre fotoğraftaki Adolf, adını sonradan değiştiren Hitler’in ta kendisi ve yanındaki de muhbir Philip Citroen

Diğer bilgiler arasında Hitler’in 1955 yılında Arjantin’e gitmek üzere Kolombiya’dan ayrıldığı belirtiliyor. Belgeleri gündeme getiren haber ajansı Newsweek, CIA’nın bir dönem Hitler’in ölümüyle ilgili ciddi soruşturmalar yürüttüğünü belirtiyor.

Tarihçilere ve gerçekliği kabul edilen belgelere göre Adolf Hitler, II. Dünya Savaşı sonrasında, 30 Nisan 1945’te siyanür içerek intihar etti. Berlin’e yaklaşan Sovyet ordusu ve aldığı yenilgi kendisine ağır gelmişti.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Tarihe yön veren liderler ve insanlar - Cengiz Han

Cengiz Han
Cengiz Han
15. Cengiz Han ( 1155 - 1227 )

Cengiz Han İmparatorluğu (Türk-Moğol İmparatorluğu)

İmparatorluğun kurucusu Cengiz Han’ın asıl adı Temuçin’dir. 1155 yılında doğan Temuçin, babası Yesügey Bahadır’ı küçük yaşta kaybetti. Yavaş yavaş kabilesini toparlayan Temuçin, Kirayit hükümdarı Tuğrul Han’ın hizmetine girerek hasmı Camoka’yı yendi (1201). Ancak Tuğrul Han’a sığınan Camoka, Tuğrul Han’ın Temuçin’le arasını açtı. Bunun sonucu olarak çıkan savaşta Temuçin, Kirayitler’i yenerek hükümdarı da öldürdü. Daha sonra diğer bir Moğol kabilesi olan Naymanlar üzerine yürüyerek onları da egemenliği altına aldı. Bu başarılardan sonra 1206’da toplanan kurultay kendisine Cengiz unvanını verdi.

Karluk ve Uygur Türkleri’ni de egemenliği altına alan Cengiz Han Çin seferi hazırlığına başladı. Bu sırada Çin’de Kin Sülalesi hâkim bulunuyordu. Çin’in vergi isteğini hakaret kabul eden Cengiz Han, Çin Seddi’ni aşarak dört kol hâlinde Çin’i istila etti. Pekin’i alan Moğol orduları Çin Denizi’ne kadar her tarafı yakıp yıktılar (1216). Karakurum’a dönüşü sırasında Çin’in bütün zenginliklerini beraberinde götüren Cengiz Han daha sonra Karakıtaylar Devleti’ne de son verdi. Batıdaki Harezmşahlar’ın gücünden çekinen Cengiz Han başlangıçta antlaşma yaparak bu devletle dostluk kurdu. Ancak bu dostluk Harezmşahlar’ın uzak görüşlü olmayışları sebebiyle kısa zamanda bozuldu. Karakurum’dan gelen zengin bir Moğol kervanı, Harezmşahlar’ın Otrar Valisi tarafından ele geçirilerek malları gasp edildi, tüccarlar ise Harezmşah Alâaddin’in emriyle öldürüldü. Moğollar bunu protesto için bir elçilik heyeti gönderdiler. Bu defa da Harezmşah Sultanı bu elçilik heyetinin reisini öldürttüğü gibi diğer elçilik heyetinin sakallarını kestirdi. Bu hakaretler karşısında Cengiz Han büyük bir ordu ile Harezm ülkesine yürüdü. Harezmşah Sultanı Alâaddin Muhammed, Cengiz karşısında ağır bir yenilgiye uğradı ve ülkesini kaybetti. Oğlu Celâleddin Harezmşah, İndüs yakınlarında Moğollar’a karşı tekrar bir ordu toplayarak geldiyse de o da tutunamadı ve ülkeyi terk ederek İran içlerine oradan Doğu Anadolu bölgesine geldi. Kıpçak Bozkırı ve İran’ın büyük bir bölümünü fetheden Cengiz Han 1227 yılında öldü.

Cengiz Han’dan sonra vasiyeti gereği Kurultay Ögedey’i Cengiz İmparatorluğu’nun başına Kağan seçti. Ögedey’den sonra Küyük, Mengü ve Kubilay Kağanlar işbaşına geçtiler. Bu dönemde Cengiz İmparatorluğu Çin Denizi’nden Baltık Denizi’ne kadar bütün Avrasya kıtasını ele geçirdi. Kubilay Kağan, Çin’deki merkezinden ayrılmadı. Kubilay Han’la beraber imparatorluk dörde ayrıldı ve ayrı ayrı devletler ortaya çıktı.

Çin-Moğol İmparatorluğu

Başkent Pekin olmak üzere Kubilay Kağan tarafından kurulmuştur. Çin tarihlerinde bu sülaleye Yüen Soyu denilmekte olup 1369 yılına kadar Çin’e hâkim olmuşlardır.

Çağatay Hanlığı


XIV. yüzyılın başlarında Çağatay soyundan Duva’nın Kağanlığı ile bu devlet kuruldu. Timur dönemine yakın zamanlarda Hanların otoriteleri kalmadı. Bunlara bağlı emîrler, Hanlar adına devleti idare ettiler.

İlhanlı Devleti


Hülegü Han tarafından kuruldu. 1258 yılında Bağdat’ı zapt ederek Abbasî Halifeliği’ni yıkan Hülegü bu arada Batınî Tarikatı’nı da tamamen ortadan kaldırdı. Gazan Han zamanında Müslümanlığı kabul eden ilhanlılar XIV. yüzyılın ortalarına doğru zayıfladılar. İlhanlı topraklarında sırasıyla Çobanoğulları, Celâyiroğulları ve Muzafferoğulları gibi devletler kuruldu.

Altınordu Hanlığı

Cuci’nin oğlu Batu Han (1236-1255) tarafından kurulan bu devlet Berke Han zamanında İslâmiyet’i kabul etti. İslâmiyet Özbek Han zamanında (1312-1340) bütün Altınordu’ya tamamen yerleşti. Başlangıçta Timur’un yardımıyla başa geçen Toktamış Han (1391-1398) daha sonra Timur’la bozuştu. Yapılan savaşı kaybeden Toktamış’tan sonra devlet parçalandı ve çeşitli Hanlıklara ayrıldı.
 
Üst Alt