M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
MALİKİLERE GÖRE AVRET
1-Namazda: Kadına göre de, erkeğe göre de namaz için avret, kaba ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır Her birinin hükmü de değişiktir: Erkeğe göre kaba (mugallaza) avret, sadece ön ve arka uzuvlardır Hafif avret ise, bunların dışında göbekle diz kapağı arasında kalan yerlerdir
Hür kadına göre kaba avret, baş, kol ve bacaklarla göğüs hariç bütün bedenidir Hafif avret ise göğüs, göğüsün arka hizası, boyun, baş, ayakların dizlerden aşağısıdır Yüz ve eller ise, hiçbir halde avret değildir
Buna göre, örtebilme imkânı varken, kaba avretinden birazı bile açık olarak namaz kılanın namazı bâtıl olur Hafif avreti açık olduğunda kılınan namazı ise,-her ne kadar buraları açmak haram ise de- bâtıl olmaz, fakat iâdesi müstehaptır
Örtünün ilk bakışta cildi göstermemesi şarttır Ancak dikkatli bakma halinde gösteriyorsa onunla namaz kılmak mekruhtur Vakit içinde iâdesi menduptur Fakat rüzgârın yapıştırması, ya da ıslaklık sebebiyle vücudu belli ediyorsa, zarar vermez
Başka elbise bulamadığı zaman, karanlığı elbise sayıp, karanlıkta namaz kılması vâciptir
2- Namaz dışında: Kadının, mahremi olan erkeklere göre avreti, baş, boyun, eller ve ayaklar dışındaki bütün bedenidir Dolayısıyla kadın, mahremine dahi memelerini, göğsünü ve bacaklarını gösteremez (el-Harasî, Âlâ Muhtasar-i Seydî Halil, I/248)
Kadının yâbancı erkeğe karşı avreti, elleri ve yüzü dışında bütün bedenidir Ancak evlâ olan, ta'mimdir (her yerini kapatmasıdır) Kâfir gelince, ona müslüman kadın, yüzü ve elleri dahil hiç bir yerine gösteremez (Hâsiyetü's-Şeyh Ali el-Adevî Âle'l-Harasî, (Harasî serhiyle beraber) I/347)
Kâfir kadınlara ise, hür ve müslüman kadın, sadece yüzünü ve iki elini gösterebilir Kendi câriyesine karşı avreti ise, müslüman kadına karşı olduğu gibi, diz kapağı ile göbeği arasında kalan kısmıdır Malıkî imamlarının çoğunluğunun görüşü budur Fakat şöyle söylemek daha güzeldir: Müslüman kadının kâfir kadına karşı avreti de, müslüman kadına karşı avreti gibidir Ancak onun yanında yüzünden ve ellerinden fazlasını açamaz Çünkü açmasının haram olması, oranın avret olmasını gerektirmez (Aynı kaynak) Kadının namaz dışında ve yalnız başına iken de mugallaza (kaba) avretini örtmesi -meleklerden ötürü- müstehaptır; ihtiyaç olmaksızın açmak mekruhtur (Narasî, I/248)Imam Mâlik: "Kadın, mahremi olmayan erkekler ve uşağıyla beraber yemek yiyebilir Kocasıyla beraber iken kocasının yemek yediği kimselerle yemek yiyebilir"der (Narasî, I/347)Erkeğin yabancı kadınlara göre avreti, baş, eller ve ayaklar dışındaki yerlerdir Kadının, yabancı erkeğin göğsüne, yanına (cenbine), sırtına, bacağına, lezzet korkusu olmasa bile bakması caiz değildir (Buğyetü's-Sâlik I/99, 100) Erkeğin erkeklere göre avreti ise, bazılarına göre ön ve arkadan ibarettir (Ibn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, I/404, Mısır) Hayatta iken kopan bir avret parçaya bakmak câizdir Öldükten sonra kopana bakmak ise, haramdırÇocuğun namaz dışındaki avreti, hallere göre değişir Erkek için 8 yaşın altındakilerin avreti yoktur Meselâ kadın onları çıplak yıkayabilir 9-12 yaş arasındakilerin (bakma olarak) her tarafına bakabılir, ama yıkayamaz13 yaştan yukarı olanlar, erkek hükmündedir Kızlar için 2 yaş 8 ayın altında olanlar için avret yoktur Üçten dört yaşa kadar olanların bakma açısından yine avreti yoktur Dokunma açısından kadın gibidirler 6 yaşındakiler yani müstehat olanlar ise, kadın hükmünü alırNamaz içinde erkek çocuğun avreti, ön ve arka ile uylukları, kız çocuğun avreti ise, göbekle diz kapağı arasıdır Ancak ebeveynin onlara örtünmelerini emretmeleri vâciptir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MARAZ-I MEVT (ÖLÜMCÜL HASTALIK)

İnsanın ölümüne sebep olan hastalık Böyle bir hastalık insanı zayıflatır, ona ölüm korkusu verir ve ölümüne sebep olur Maraz-ı mevte tutulan bir insanın hastalığıyla ölümü arasında sıhhat halinin olmaması lâzımdır Eğer hasta sıhhata kavuşursa, hastalığı maraz-ı mevt olmaktan çıkar Maraz-ı mevt'te olan kimsenin kendine ait bazı hukukî durumları vardır
Hasta, kendisinde sürekli olarak ölüm korkusunu hissetmelidir Bu hastalığın kabre götüreceği kanaati kendisinde hakim olmalıdır Maraz-ı mevt halinde bulunan bir hastanın bir yıl içinde vefat etmesi lâzımdır Böyle bir hastalığa mübtela olan erkekler dış işlerini, kadınlar iç işlerini yürütmekten aciz olmalıdırlar (Mecelle)
Böyle bir hastalığa tutulan, maraz-ı mevt halinde bulunan kimsenin hastalığını yatakta geçirmesiyle, ayakta geçirmesi arasında fark yoktur
Bu şartlara göre; yerinden kalkmakta güçlük çeken, oturarak namaz kılması mazur görülen zayıf hastanın hastalığı maraz-ı mevttir Hastalığın artması ve eksilmesi arasında bir fark yoktur Böyle bir hasta bir yıl içinde vefat ederse maraz-ı mevt sayılır Ölüm korkusu galib bir halde bulunan kimse maraz-ı mevt durumundadır Denizin şiddetli dalgaları arasında kalan, savaş halinde kendisini düşmanların ortasında bulunan bir kimse maraz-ı mevt kabul edilir
Hanbelilere göre; kısas için ölüme sevkedilenler, öldürülmesi âdet haline gelen esir ve mahpuslar, tauna tutulan hastalar, şiddetli deniz dalgaları arasında kalanlar, birbirine müsâvî iki topluluktan savaşa tutuşan kimseler maraz-ı mevt durumundadırlar
Maraz-ı mevt halinde bulunan bir kimse malının tamamını vakf ve hibe edebilir Bu durum mirasçısının olmaması halindedir Eğer mirasçı varsa, malının ancak üçte birini vakf ve hibe edebilir
Maraz-ı mevte mübtela olan insanın, kendi varislerinden birisine malını satabilmesi için, diğer varislerin buna rıza göstermesi gerekir
Maraz-ı mevt halinde bulunan bir insanın nikâhı ve ikrar edilen mehri muteberdir Maraz-ı mevt halindeki boşamalar da muteberdir Maraz-ı mevt halindeki bir insan bir şeyinin olmadığını ikrar etse, ölümünden sonra başka bir insanda malının bulunduğu anlaşılsa mirasçılar bu mala sahip olmak için dava açabilirler
Maraz-ı mevt halinde bulunan bir insan mirasçısı olmaması halinde malının tamamını başka birine hibe edebilir Maraz-ı mevt halindeki bir kadının ikrar yoluyla bütün malını kocasına, kocanın da bütün malını karısına vermesi halinde Beytü'l-mal bu malda hiçbir hak iddia edemez Mal kime verilmişse malın sahibi odur Sıhhat halinde, malının hepsini bir yabancıya satan ve parasını alan kimse bu durumu maraz-ı mevt halinde ikrar etse ve açıklasa satış muteber olur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MARGARİNLERDE VE ÖZELLİKLE DE SANA YAĞINDA DOMUZ YAĞI OLDUĞU SÖYLENİYOR NE YAPMALIYIZ? Allah'ın her haramında ve helâlinda hikmetler vardır Biz bunların bazısını anlayabiliriz; bazısını ise anlayamayız Bu yüzden özellikle gıdaların haram ve şüpheli olanlarından kaçınmak gerekir Çünkü alınan besinler insanların ruh yapılarına, manevi varlıklarına ve içalıcıları olan "Letâifine" iyi ya da kötü etki ederler, manevî duyarlılığının artmasına, ya da körelmesine sebep olurlar
Margarinler, asılları itibari ile sıvı nebâti (bitkisel) yağların bazı ameliyelerden geçirilerek dondurulmuş halleri olmakla pis, ya da yenilmesi câiz olmayan maddeler değillerdir Ancak özellikle Sana yağı konusunda ciddi şüpheler vardır Katkısında bol miktarda domuz yağı bulunduğuna dair yayınlar yapıldı ama, onu üretenlerin bunu yalanladıklarını görmedik Doğrusu öyle olduğunu da biz kesin bilemiyoruz: Ancak şüpheler bir hayli yüksek olduğu için de, biz özellikle sana yağı yemiyoruz Onlar tüketici olan bizlere bir saygı ifadesi olarak, inandırıcı bir yolla bu yağın katkı maddelerini açıklarlarsa, biz de temiz olduğuna kanaat edersek o zaman düşünürüz Vita yağı hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz Diğer margarinlere gelince, onlar hakkındaki şüpheler, belki yenmemelerini gerektirecek kadar değil, ama onların da temiz olduklarını - şahsen biz- kesin olarak bilemiyoruz Ama temiz olup olmamaları bir yana, bütün margarinlerin vücuda zararlı olduklarını tabipler söylüyorlar Zararlı olmalarının bir sebebi vücut ısısında erimemeleri (47oC) ve mideyi yormaları Tereyağı bulamayanlar için en iyisi zeytinyağı yemek O da olmazsa çiçek yağıyla idare ederiz Rasulüllah Efendimiz (sas) "Zeytinin yagını yiyin ve onunla yağlanın"(Tirmizî, at'ime 43; Ibn Mâce, at'ime 34; Dârimi, at'ime 20; Müsned NI/497) buyurmuşlardır Hem iç bünyeye hem de cilde faydalı olduğunu yine tabipler söylüyorlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MA'RUF/MÜNKER:

"Ma'ruf", tanımak, anlamına gelen "marifet" kökünden bir kelimedir Vicdanın, sağlam akılların ve şeriatın iyi dediği tanıdığı ve güzel kabul ettiği şeylere "ma'ruf" denir "Örf" kelimesi de buradan gelir ve âdet ve gelenekten bu noktada ayrılır Yani örf, şerîate uygun olarak alışıla gelen yaşayış tarzı demektir âdet ve gelenekler ise şeriata uygun olamayabilir"Münker" ise ma'rufun zıddıdır Şeriatın hoş bulmadığı ve tanımadığı şeyler demektir Bütün müslümanlar ma'rufu yaymak ve münkere engel olmakla görevlidirler
Hidâyet/Dalâlet: "Hidâyet" kelimesinin "Hediye" kelimesiyle akrabalığı vardır ve doğru yolu bulmak anlamındaki "he-dâ" fiilinden gelir Insanlar akıllarıyla, Allah'ın hediyesi olan doğru yolu düşünür ve iradelerini ona yönelme doğrultusunda kullanırlarsa, Allah da onlar için "Hidayet" i yani doğru yolda olma ve doğruya varma sonucunu yaratır Kur'ân-ı Kerîm'de "Hidâyet", biri, doğruya giden yolu gösterme, diğeri doğruya bizzat götürme ve ulaştırma olmak üzere iki anlamda kullanılmıştır Birinci anlamda insana, insan da hidayet edebilir Ikinci anlamda hidayet ise, sadece Allah'a aittir
"Dalâlet" ise hidâyetin tam zıddı olarak, yolunu şaşırma, yoldan çıkma, doğruyu bulamama anlamlarına gelir Insanlar Allah'ın hediyesi olan, yolundan yüz çevirir iradelerini yanlış yollara yöneltirlerse Allah da onlara gittikleri yolun meyvasını, yani dalâleti verir Kısaca hidâyeti de dalâleti de isteyen insan, fakat yaratan Allah'tır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MASADA YEMEK YEME Masada yemek yeme, koltukta oturma ve benzeri mobilyalar kullanmanın hükmü nedir?
Övünme, kibir ve iftihar için olmadıkça mubahtır, sakıncası yoktur Ancak Allah Rasûllü gibi sade yaşayıp yerde oturmak ve yerde yemek yemek müstehaptır ve bu gayeyle yapılırsa sevaptır, fazilettir Ancak bazı mubahların zamanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir Bir yanda yiyecek ekmek, örtünecek yorgan, ısınacak kömür bulamayan fukara, okul harcına, yurduna, kitabına, pasosuna verecek para bulamayan ve Allah için okuyan talebe varken, göz zevkini tatmin ve gösteriş için lüks perdeler, mobilyalar almak, insanda olsa olsa, ancak zayıf ve cılız bir imanın olduğunu gösterir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MASÂRİFÜZ-ZEKÂT(ZEKATIN VERİLECEĞİ YERLER) Zekâtın verileceği yerler Masarif, "masraf kelimesinin çoğuludur Zekât verilecek yerler, Kur'an-ı Kerim'de sekiz sınıf olarak açıklanmıştır:
"Zekâtlar Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, onu toplayan memurlara, kalpleri müslümanlığa ısındırılacaklara (müellefe-i kulûb) verilir, kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların, yolda kalanların uğrunda sarfedilir Allah bilendir, hakimdir" (et-Tevbe, 9(60) Buna göre zekâtın verilmesi gereken yerlerden ilk ikisi "fakirler" ve "miskinler"dir Zekâtın sarf yerleri arasında öncelikle bu iki sınıf insanın zikredilmiş olması, zekâtın farz oluşundaki hikmetin, özellikle fakirlik problemini ortadan kaldırmak olduğunu göstermektedir Mezheb imamlarının ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre fakir; geliri ihtiyaçlarını karşılamayan veya nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir Miskin ise; hiç bir geliri ve malı olmayan kimseye denir (el-Ceziri, el-Mezâhibü'l-Erbaa, I, 622 vd)
şu beş sınıf zengine zekât verilebilir:

a) Allah yolunda savaşanlar;
b) Yolda kalan ve böylece kendi beldesindeki serveti ile o anda bağlantısı kesilen muhtaç kimse;
c) Zekât memurluğu görevini üstlenen;
d) Borçlu kimse;
e) Yoksul komşusuna verdiği zekâtın, kendisine hediye olarak geri döndüğü kimse

Bu duruma göre, kendilerine zekât verilebilecek fakir ve miskinleri;

1- Malı ve kazancı olmayan kimseler, 2- Malı ve kazancı olup, bunlar kendisi ve ailesinin geçimine yetmeyen kimseler, 3- Geçimini yarı yarıya karşılayacak malı olup da geçim darlığı içinde bulunanlar, olmak üzere üç grupta toplayabiliriz (el-Fetâvâ'ı Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 187)
Zekâtın verileceği yerlerden üçüncüsü olarak,devlet tarafından, zekâtı toplayıp dağıtmakla görevli olarak kurulan teşkilatın her kademesinde çalışan zekât memurlarının Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş olması ve Hz Peygamberin de bu iş için gerektiği kadar memur kullanmış olması, zekâtı toplama ve dağıtma işinin, devletin görevleri arasında yer aldığını göstermektedir Ayrıca, memurların aldığı pay ücret niteliğinde olduğu için, zengin olmaları,bunu almalarına engel değildir Ücretlerinde asgarî geçim seviyesinden az olmaması gerekir Öte yandan, görevlilerin hediye kabul etmemeleri ve zekâtını veren mükelleflere de iyi davranmaları gereklidir (el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1400/1982, II, 44 el-Fetâvâ'ı Hindiyye, I, 188)
Zekât verilecek yerlerden dördüncüsü de müellefe-i kulûb yani kalbleri Islâma ısındırılmak istenen kimselerdir Müellefe-i kulûba zekât verme hükmü, Resulullah (sas)'in vefatından sonra, Hz Ebû Bekir devrinde gündeme gelmiş ve daha önce bu sınıftan zekât alan bazı kimseler halife'ye gelerek haklarının devam etmesini istemişlerdir Halife gerekli yazıyı hazırladıktan sonra, şûrâ üyesi olan Hz Ömer'e göndermiştir Ömer (ra), bu sınıfa zekât vermenin sebeplerini dikkate alarak, şartların değiştiğini, Islâm Devletinin ve müslüman toplumun zayıf olduğu dönemde verilen bu payın, verilmesine artık gerek kalmadığını söyledi Halife Ebû Bekir (ra) de aynı görüşe katılınca, bu sınıfa zekat verme uygulaması durduruldu Müellefe-i kulûba zekât vermenin illeti; dini güçlendirip yüce kılmaktır O devirde belirtilen illetin ortadan kalkması, hükmün sona ermesi niteliğindedir Uygulamanın Hz Ebû Bekir devrinde durdurulduğunda şüphe yoktur Ancak bu durdurma daha sonra aynı şartlar ve illet yeniden ortaya çıkarsa, bu sınıfa zekât verilmesine engel değildir Müellefe-i kulûbun müşrik olmayan fakirlerine ise her zaman zekât verilebilir Onlar ilk iki sınıf içinde değerlendirilebilir (bk el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, II, 44, 45;Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Istanbul 1984, II, 339 vd) Bazı fıkıh kaynaklarında, zekâtın verileceği yerler arasında müellefe-i kulûb zikredilmemiştir Bunun sebebi, Hz Ebû Bekir devrinde uygulamanın durdurulması olmalıdır Diğer yandan, müellefe-i kulûba zekât verme hükmünün, Hz Peygamber'in Muaz b Cebel'e zekâtı Yemen halkının zenginlerinden alıp, fakirlerine vermesini bildirdiği hadisle yahut illetin ortadan kalkması sebebiyle neshedildiği de söylenmiştir (Ibn Âbidin, age, II, 342; Mehmed Zihni Nimet-i Islâm, Istanbul, ty, s 583)
Günümüzde, kalpleri Islâma ısındırılmak istenen kişilere, gerek Islâm'a verecekleri zararı önlemek ve gerekse imanlarını güçlendirmek için zekâtın verilmesi, Islâm'ın yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı olabilir
Zekâtın devlet eliyle alınması halinde, müellefe-i kulûbla ilgili kararı ülke ve belde şartlarına devlet takdir eder
Kendilerine zekât verilmesi gereken diğer bir grup da kölelerdir Islâm, köleliği getirmemiş; mevcut olan uygulamayı ıslah etmiş, kölelere ileri derecede insanî haklar tanımış ve giderek bu müesseseyi ortadan kaldırmak için bir takım tedbirler öngörmüştür Işte bu tedbirlerden biride, zekât gelirlerinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için harcama yapılmasıdır Her nevi köle, âyetin kapsamına girmektedir Hanbelilere göre "köle" tâbirinin içine, henüz köle yapılmamış fakat yapılması mümkün olan müslüman esirler de girer Dolayısıyla böyle müslüman esirleri kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmak caizdir Öte yandan, bugün artık kölelik kalkmıştır Fakat harpler devam etmektedir Bu bakımdan müslüman esirleri esaretten kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmanın caiz olduğu görüşü ileri sürülmekte ve benimsenmektedir
Zekâtın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır Hanefîlere göre borçlu; borcu olan ve borcundan başka nisab miktarı mala sahip olmayan kimsedir Imam Malik, Şafiî ve Ahmed b Hanbel'e göre ise, borçlu; kendisi için veya toplum yararı için borçlanan kimse olmak üzere iki çeşittir Her iki gruba da, ihtiyaçlarını karşılayacak veya uğramış oldukları zarar ve ziyanı telâfi edecek kadar zekât verilebilir Başkaları adına borçlanan kimselerin aslında zengin olmaları, durumu değiştirmez Nitekim Ashab-ı Kiramdan Kabısa b Muhârık, böyle bir sebeple borçlanmış ve Rasûlüllah'a gelerek zekât fonundan talepte bulunmuştur Bunun üzerine Hz Peygamber: "Istemek ancak şu üç kimseye helâldir: 1- Başkasının bir işini namına angarya olarak yüklenen kimsenin verdiği kadar istemesi helâl olur, o miktarı alınca durur (Zengin olduğu için daha fazla almaz) 2- Başına gelen bir felaket yüzünden servetini kaybeden kimse, işini yoluna koyacak ve geçimini sağlayacak kadar isteyebilir Kendi kabilesinden aklı başında üç kişinin "filan yoksul düştü" diyebileceği kimse ihtiyacını giderecek kadar alabilir Ey Kabîsa! Bunlardan başkasının istemesi caiz değildir Alırsa haram yemiş olur" buyurmuştur (Müslim, Zekât, 109; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Nesâî, Zekât, 80, 86) Kur'an-ı Kerim'de yedinci sırada zekâtın Allah yolunda sarfedilmesi istenmiştir "Allah yolunda" ifâdesi ise şöyle açıklanmıştır: "Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah'a yaklaşma, O'nun rızasına erme amacıyla yapılan her ihlâslı amel "Allah yolunda"dır Ancak, bu ifade kayıtsız şartsız söylenince çoğu kere cihat anlaşılır" (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 145,156) Dört mezhebe göre de, İslam'ın muhafazası ve tebliği için yapılan savaş (cihat), kesin olarak "Allah yolunda" ifadesine dahildir Zekat bizzat cihada katılanlara verilir Ancak, âmme hizmeti için yapılan cami, okul, köprü ve hastane gibi yerlere verilmez Hanefîlere göre cihat edenin fakir olması da şarttır Her ne kadar ayette geçen "Allah yolunda" ifadesinden, daha çok cihat anlamı çıkarılmışsa da; cihatın yalnızca askerî savaşa mahsus olmadığı, fikrî, terbiyevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî çeşitlerinin de bulunduğu ileri sürülmüştür (el-Kardâvi, age, s 655-669) Nitekim Hadislerde, zalim sultanın karşısında hakkı söylemeye de "cihat" denilmiştir (Ebu Dâvud, Melâhim,18; Nesâî, Bey'at, 38) Aynı şekilde "Müşriklere karşı mal, can ve dilinizle cihat edin" buyurulmuştur (Ebû Dâvud, Cihâd, 5, 38, Fiten, 13; Nesâi, Zekât, 49, Cihâd, 7; Ahmed b Hanbel, Müsned,III, 13, 16) Ancak, cihatta hedefin mutlaka Islâmî olması da gereklidır Bir defasında Hz Peygamber'e "Cesaret olsun diye, yiğitlik olsun diye veya gösteriş için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır" diye sorulduğunda O, Allah'ın isminin en yüce olması için savaşan insan, işte o Allah yolundadır" buyurmuştur (Buhârî, Ilim, 45, Cihâd, 15; Müslim, Imâre,149-151)
Bu durumda, gayesi İslamın hâkimiyet ve ihyası, Islâm yurdunun muhafazası ve kurtarılması, Islâm'a yönelen her türlü tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî mücadele ve faaliyetler Allah yolunda" ifadesinin kapsamına girer Bu faaliyetler için zekât fonundan harcama yapılabilir (el-Kardâvi, age, s 655-669)
Zekâtın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır Islâm dini, rızık aramak, ilim tahsil etmek, Allah'ın yeryüzündeki yaratıklarını ibret gözüyle görmek, Allah yolunda cihad etmek ve İslam'ın beş temel esasından biri olan hacc ibadetini yerine getirmek gibi sebeplerle yolculuk yapılmasını teşvik etmiştir Bu gibi meşru gayeler uğrunda seyahat edilmesini teşvik eden Islâm, parasızlık sebebiyle yolda kalmış kimselere bunlar kendi memleketlerinde zengin bile olsalar zekâttan pay ayrılmasını emretmiş; zekâtın dışındaki kaynaklardan da yolculara yardım edilmesini istemiştir (el-Isrâ, 17/26; er-Rûm, 30/38; en-Nisâ, 4/36, el-Enfâl,8/41; el-Haşr, 59/7)
Böyle bir uygulamayı Islâm'ın dışında herhangi bir sistemde bulmak mümkün değildir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MA'SİYETE YARDIM ETMEK MA'SİYET OLDUĞUNA GÖRE ŞIRAYI FABRİKASINA SATMAK CAİZ MİDİR?
Şarabı yapan fabrika veya imalathane sahibi müslüman olduğu takdirde şırayı şarap yapmak üzere ona satmak dört mezhebe göre caiz değildir Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: İyilik ve takva üzere yardımlaşınız Günah ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayınız (KKerim, el-Maide suresi)
Ama müşteri müslüman olmazsa, İmam-ı A'zam'a göre ona satmak caizdir Çünkü ma'siyet bizzat şıra ile kaim değildir, yani şıra bilfiil müskir değildir Onun için ona satmakta beis yoktur Türkiye'de şarap fabrikasının sahibi şahıs değil, dini esaslara dayanmıyan laik devlet olduğu için İmam-ı A'zam'a göre devlete satmakta beis yoktur İmameyn ile diğer mezheplere göre alıcı müslüman bir kimsenin, müslüman olmasa da ona satmak haramdır (al-Durr al-Muhtar) Müftebih İmam-ı A'zam'ın görüşü değil, cumhurun görüşüdür Yine müslüman bir kimsenin, müslüman olmayan bir kimse için ücret mukabilinde şarap taşıması veya domuzları otlatması, İmam-ı A'zam'a göre caizdir İmameyne göre caiz değildir (al-Durr al Muhtar)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÂSUMİYET (İSMET) Suçsuz, günahsız, kabahatsiz, anlamına gelen bir terim Masumiyet, suçsuzluk demektir Ismet de bu anlamdadır
Allah Teâlâ'nın peygamberlerine en büyük lütuflarından biri ismet (masumluk)tur Ismet, peygamberlere mahsus bir sıfattır ki, bu ilâhî nimet ve ihsan sayesinde peygamberler her türlü günahları işlemekten değerlerini düşürecek fiillerden korunmuşlardır Ismet, peygamberlerin irade, ihtiyar ve kudretlerini gidermez Ihtiyar ve kudretleri baki kalmakla beraber, devamlı olarak günahtan kaçıp taatte olurlar
Şia'ya göre, peygamberlerin, doğumlarından itibaren; Mutezilenin çoğunluğuna göre, bulûğ çağından itibaren; Mutezileden Ebul-Hüzeyl (v 235/849) ve Ebu Ali el-Cübbâî (303/916) ite Ehl-i sünnet'in çoğunluğuna göre ise, peygamber olarak gönderildikten sonra masumiyetleri vaciptir
Peygamberlerin masumiyetlerini dört yönde incelemek mümkündür:
1- Inançta Ismet: Islâm ümmetinin hepsine göre; peygamberler küfür, şirk, dalâlet ve bid'atlardan masumdurlar Fakat Hariciler'in Ezârika kolu, peygamberlerin günah işlemelerini caiz görür Halbuki, onlarca günah işlemek küfürdür Bu fasit esaslarına binaen peygamberlerin kâfir olmalarını da caiz görmüş oluyorlar
Peygamberlerin masumiyeti konusunda aşırı bir şekilde titizlik gösteren Şia, takiyyeten küfür izhar etmelerini caiz görür
2- Tebliğde Ismet; Yine, Islâm ümmeti, peygamberlerin Allah'tan kullarına tebliğ ettikleri dinî hükümlerde yalan söylemekten ve tahrifatta bulunmaktan masum oldukları hususunda icma etmiştir Ne kasten ve ne de yanılarak bunu yapmalarını caiz gören olmamıştır
3- Dünya işleri ile ilgili fetvalarda masumiyetleri: Islâm ümmeti, peygamberlerin dünya işleri ile ilgili fetva ve içtihatlarında kasten hata etmelerinin caiz olmadığında icma etmiştir Yanılarak hata etmelerini ise, bazı âlimler câiz görmüş, bazıları ise caiz görmemiştir
4- Fiillerde Ismet; Peygamberlerin fiillerinde masum olup olmadıkları hakkında beş ayrı görüş vardır:

a) Haşviyye; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görür
b) Mutezilenin çoğu; peygamberlerin kasden büyük günahlarla, nefret edilen küçük günahları işlemelerini caiz görmezler; ancak nefret edilmeyen küçük günahları caiz görürler
c) Mutezile'den Ebu Ali el-Cubbaî (v 303/916) peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerinin caiz olmadığını, ancak, te'vilde hata etmelerinin caiz olduğunu söyler
d) Yine Mutezileden en-Nezzam (v 231/845) ve ona tabi olan bazı âlimler ise; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görmediği gibi te'vilde hata etmelerini de caiz görmez Sadece unutma ve yanılmalarını caiz görürler Peygamberlerin itap olmalarının da günah işlemelerinden değil, unutma ve yanılma sebebiyle olduğunu söylerler
e) Şia ise; peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfürden, büyük-küçük her türlü günahlardan, te'vilde hatadan, unutmak ve yanılmaktan masum olduklarını ileri sürer

Peygamberler, hiç bir zaman kasden herhangi bir günah işlememişlerdir Dünya işlerinde nadıren yanıldıkları olmuştur Daha önce doğrusunu öğrettikleri bazı din işlerinde yanılmanın hükmünü öğretmek için Allah tarafından unutturuldukları olmuştur Bu cümleden olarak Hz Peygamber (sas), bazı namazlarında yanılmıştır Gayet zeki ve uyanık olan peygamberin namazda yanılmış olması, yanılmanın hükmünü açıklamak gibi bir hikmete dayalı olmalıdır
Peygamberler melek değil beşerdirler Bu sebeple zelleleri ve hataları olabilir Zelleleri ise yüce makamlarına göredir Nadıren yanılma ve hata etmelerinin hikmeti beşer olduklarının isbatı içindir Tevbe ve istiğfarları ise; işledikleri günah için değil, ibadet için veya ümmetlerine öğretmek içindir
Hz Âdem'in yasak ağaçtan yemesi, yanılma neticesinde vuku bulmuştur Hz Musa'nın kıptiyi öldürmesi de hata eseri olmuştur Peygamberlerden başka masum kimse yoktur Çünkü Ismet, peygamberlere mahsus bir özelliktir
Melekler de peygamberler gibi masumdurlar
Allah (cc) bize, müminlerin ayıplarını araştırmamamızı, örtmemizi emrediyor O halde Allahın sevgili ve yüce elçileri olan peygamberlerin günahlarını araştırmak, günah işlediklerini iddia etmek doğru bir davranış olmayıp Islâm'da yasaklanmıştır
Hz Peygamber (sas)'e sonsuz bir güven duymak, O'na samimiyetle ve büyük bir sevgi ile bağlanmak, her şeyi ile onu örnek almak, kendi ayıplarımıza dönerek onları gidermeye çalışmak yegâne vazifemiz olmalıdır Kurtuluş yolu budur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MATEM

Ölen kimsenin veya kaybolan şeyin ardından üzülme ve ağlama, yaş, acı ve üzüntü
Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz, tırnaklarını kesmezdi Hatta bu devir Araplar arasında, ölümünden sonra kendisi için bağıra çağıra, iyiliklerinin sayılarak ağlanmasını vasiyet edenler bile vardı Böyle yas tutmayı Hz Peygamber (sas) yasaklamış, sadece ölenin hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, koca için de dört ay on gün bir nevi yas tutmayı meşru kılmıştır Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste şöyle buyurulur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç gün den fazla yas tutması helâl değildir Ancak kadın, kocasının ölümü halinde dört ay on gün matemini sürdürür" (Tecrid i Sarih Tercemesi IV, 363)
Ölüm büyük bir olaydır Böyle bir olaydan dolayı kişinin kederlenmesi, hüzünlenmesi normaldır Hatta dinimiz, sessizce ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi de makul görür Nitekim Hz Muhammed (sas) de oğlu İbrahim'in vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp gözyaşı dökmekle Allah'ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip- onunla azap edeceğini belirtmiş ve "Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmayla azap duyar" buyurmuşlardı (Buhârî, Cenâiz,42, 43)
Yine Peygamberimiz bir cenazede kabrin kenarına oturmuş, gözyaşları toprağa damlayacak derecede ağlamış, kızı Rukiyye'nin vefatında, yanında sessizce ağlayan Fâtıma'nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz Ömer bir cenazede ağlayan kadına bağırınca Hz Ömer'e "Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır" buyurarak sessizce ağlayanın serbest bırakılması gereğine işaret buyurmuştur (İbn Mâce, Zühd 19, Cenâiz, 53)
İslâm'da ta'ziyenin, yani başsağlığı dilemenin süresinin üç gündür ve üçüncü günden sonra taziye hoş görülmemiştir
Buna rağmen, Cahilî bir davranış biçimi olan matem, sonraki asırlarda önü alınamayan bir yayılma gösteren yerleşik bid'atlerden biri haline gelmiştir Hz Hüseyin'in 10 Muharrem 680 tarihinde Kerbela'da şehit edilişi Şiîlerce mezhebî bir alamet telâkki edilerek, her yıl düzenlenen matem merasimleriyle anılmaktadır 10 Muharrem günü meydanları dolduran binlerce genç-yaşlı şiî, bir ağızdan "Ya Hüseyin" diye haykırarak gözyaşı dökerken, başlarını yumruklamakta ve bedenlerini zincirlerle dövmektedirler Bu ve buna benzer davranış biçimlerinin Resulullah (sas)'in ortaya koyduğu ve uyulmasını istediği prensiplerle alakasının olmadığı ortadadır Yine günümüzde Resulullah (sas)' ın yasakladığı ölüler için tutulan matemler, dövünerek ve bağırarak ağlamalar, diğer müslümanlar arasında da yer etmiş bulunmaktadır
Ayrıca, çağdaş cahili ideoloji ve sistemlerin bir anlamda ilâhlaştırdıkları ölmüş kişiler için tuttukları matem türü vardır Devlet düzeyinde gerçekleştirilen bu matem tutma organızeleri sırasında belirli bir müddet hareketsiz ve dimdik bir şekilde yas tutulur, sirenler çalınır ve bayraklar yarıya indirilir Yine cenaze ve ölüm yıl dönümleri için düzenlenen matem merasimleri esnasında yas tutanlar, siyah renklere bürünürler Bu davranışların anlamsızlığı ve İslam öncesi cahiliyet yaşamının çağdaş dünyaya yansımalarından biri oluşu, müslümanların bu tür davranışlara karşı duyarlı olmalarını gerektirmektedir İslâm, ölümü mutlak anlamda üzücü bir olay görmediği ve Allah Teâlâ'nın herkes için takdir buyurduğu bir olay olarak telâkki ettiği için ölçüleri dışında; bir açıdan ölenlere tapınmaya kadar varan matem tutmalara izin vermemiştir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MATUH(BUNAK –BUNAMIŞ)

Bunak, bunamış Ateh kökünden türemiş arapça bir isim; aklın olayları doğru bir şekilde anlayıp idrak etmesine engel olan bir hastalık Buna dilimizde "bunaklık" veya "bunama" denir Bu hastalık, çoğunlukla yaşlılarda görülür Bunama ve akıl hastalığı İslâm hukukunda kişinin edâ ehliyetini etkileyen semavî arızalardandır Bunama ile akıl hastalığı arasındaki fark; birincide sükunet ve durgunluk; akıl hastalığında ise heyecan ve taşkınlık hakimdir Bazı İslâm hukukçuları, bunaklıkla akıl hastalığının aynı türden olduğunu, diğer bir deyişle, bunların aynı türün iki farklı mertebesi olduğunu ileri sürmüşlerdir Buna göre, aklından özürü bulunan bir kimse, eğer hiç bir şeyi düşünüp kavrayamayacak bir durumda ise ona "akıl hastası"; eğer bazı olaylara akıl erdirebiliyorsa; bazı sözleri akıl hastasının sözlerini andırmakla birlikte, bazı sözleri de normal insanların sözlerine benziyorsa "bunamış (matuh)" denilir Buna karşılık bazı hukukçular bu iki hastalık arasında fark görürler Bu görüşe göre bunak, gel-git akıllı kimsedir Temyiz gücünü kaybettiği zaman akıl hastası hükmünde olur ve edâ ehliyetini tamamen kaybeder Temyiz gücüne sahip olması durumunda, tıpkı mümeyyiz çocuk gibi "eksik ehliyetli" olur
Diğer yandan, İslâm hukukçularının büyük bir bölümü biraz daha farklı bir yol izleyerek, bunamış kimsenin ancak mümeyyiz olabileceğini, temyiz gücünü yitirdiğinde ise akıl hastasından hiç bir farkı kalmayacağını ifade etmişlerdir (Ebû Zehra, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, Kahire 1957, s 445-446)
Bunak, Mecelle'de, "anlayış ve kavrayışı az, sözü karışık ve kendini iyi idare edemeyen" kişi olarak tarif edilmiş (Mecelle, mad 945) ve matuh'un eda (fiil) ehliyeti açısından, mümeyyiz çocuk sayıldığı (Mecelle, mad 978) ve tıpkı mecnun ve çocuk gibi zaten ehliyeti kısıtlı (mahcur) olduğu (Mecelle, mad 957) ifade edilmiştir Bu itibarla bunamış kişiye bir kanuni temsilci tayin edileceğinden o, başkasına veli olamaz
Bu duruma göre, bunağın hukukî tasarrufları mümeyyiz küçükte olduğu gibi üç kısma ayrılır:
1) Matuh'un, hibeyi ve hediyeyi kabul etme gibi, kendisi hakkında sırf yarar olan ve zarara ihtimali bulunmayan tasarrufları Bunlar, matuh'un kanunî temsilcisinin izin ve icazeti olmadan da geçerli olur
2) Başkasına bir şey bağışlama gibi, kendisi hakkında sırf zarar olan tasarrufları Bunlar matuh'un kanunî temsilcisinin icazetiyle bile geçerli olmaz Bunağın boşaması da bu gruba girer (bk Buhâri, Talâk, II/VI,169)
3) Yarara ve zarara ihtimali bulunan, alım-satım, kira gibi akitleri matuh'un bu türden akitlerinin işlerlik kazanıp hüküm ve sonuçlarını meydana getirebilmesi, kanunî temsilcisinin icazetine bağlıdır Kanunî temsilci, icazet verip vermemekte serbest olup, icazet verirse akit muteber olur, vermezse batıl olur (Mecelle, mad 967, 978)
Bulûğdan sonra ateh'in bütün hükümler konusunda mümeyyiz çocuk hükmünde olduğu, ateh'in söz ve fiillerin sıhhatine engel teşkil etmediği, fakat sorumluluk yüklenmeye (uhde) mani olduğu kabul edilmekle beraber; tazmin yükümlülüğü açısından, matuh'un, istihlak ettiği malları tazminle mükellef tutulması "uhde" kapsamı dışında tutulmuştur Diğer bir ifadeyle, tazmin yükümlülüğü, failin kasd ve ihmalinden değil de zarara uğrayanın dokunulmazlığı ve korunması açısından gerekli olup cebren meşru kılındığı için, kişinin matuh olması, zayi ettiği başkasına ait malın dokunulmazlığını ortadan kaldırmaz Dolayısıyla matuh, fiilî tasarruflarından sorumludur (el-Habbâzî, Celaluddin Ebû Muhammed Ömer b Muhammed (ö 691/1292); el-Muğnî fi Usûli'l-Fıkh, Mekke 1983, s 372)
Diğer yandan matuh'un namaz vBulletin gibi bedenî ibadetlerle yükümlü olup olmadığı tartışılmakla birlikte, İslâm hukukçularının çoğunluğu, matuh'tan şer'î hitabın kaldırıldığını, dolayısıyla onun tıpkı akıl hastası gibi, bedenî ibadetlerle yükümlü olmadığını belirtmişlerdir
Matuh'un fiil ehliyeti kısıtlı olduğundan, suç işlediğinde, uygulanması failin kasd ve tecavüzüne bağlı olan kısas, el kesme, dayak gibi cezalar uygulanmasa da, hapis gibi tedbir amaçlı veya diyet gibi tazmin amaçlı cezalar uygulanabilir
 
Üst Alt