M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAĞSÛBUN MİNH(MALI ELİNDEN ZOR KULLANILARAK ALINAN KİMSE)
Elinde veya tasarrufunda bulunan bir malı başkası tarafından zor kullanılarak açıkça alınan kimse
Kur'an'da konuya ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir: Bir de aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin, halkın mallarından bir kısmını bile bile günahı mucip (gerektiren) suretlerle yemek için o malları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin " (el-Bakara, 2/188)
Bir başka âyette ise; "Ey iman edenler! Mallarınızı haksız ve bâtıl sebeplerle aranızda yemeyiniz Ancak aranızda gönül hoşluğu ile yaptığınız ticarî anlaşmalar başka Bir de (haram yiyerek) kendi kendinizi mahvetmeyiniz Hiç şüphesiz Allah sizi çok esirgeyicidir" (en-Nisâ, 4/29)
Islâm dini batıl ve haksız yollarla kazanç sağlamayı tarafların karşılıklı rızasına dayalı olsa bile meşrû kabul etmez Islâm mal kazanma, ticaret yapına ve servet biriktirme hususunda insanlığın yararına olmak üzere belli ölçü ve sınırlar getirmiştir
Hatta Hz Peygamber (sas), Veda Haccı hutbesinde: "Ey insanlar! Müminler ancak kardeştirler, kişiye kardeşinin malı ancak gönül hoşluğu ile helâl olur" buyurmak suretiyle İslamın bu konudaki tavrını ortaya koymuştur
Islâm hukuku malı elinden güç kullanarak alınan kişi ile ilgili olmak üzere şu hükümleri getirmiştir:
1- Mağsûbun minhin elinde iken hasıl olan artışlar, gasptan sonra tazmin ettirilir Binaenaleyh bunlar gâsıbın haksız fiili ve kusuru olmaksızın bite telef (yok) olunca gasbedenin bunların değerini tazmin etmesi gerekir
Meselâ; bir kimse üzümleri olgunlaşmış bir bağı üzümleriyle birlikte gasbetse, bu üzümler hakkında da gasp hükmü cereyan etmiş sayılır
2 Mağsûbun minh, telef olan veya telef edilen malın bir kısmını gasıba, bir kısmını da ikinci gasıba tazmin ettirebilir Bu konuda seçimlik hakka sahiptir Gasbedilen bir malı mağsûbun minhe vermek üzere gasıbın elinden zor ve şiddete baş vurmak suretiyle alan şahıs da gasbeden hükmündedir
3 Mağsûbun minh temyiz gücüne sahip bir çocuksa, malın ona geri verilmesi halinde, malı koruyabilecek durumda olması gerekir Aksi halde bu geri verme geçerli olmaz Gayrı mümeyyiz çocuğa yapılacak geri verme Islâmî ise, gasbedeni tazminat yükümlülüğünden kurtaramaz
4 Gasbedilenin geri verilmesi ile ilgili tüm masraflar gasıba aittir
5 Gasbedilen malın malıki ortada bulunmadığı için, gasbeden kimse malı hâkime teslim etmek istese, hâkim malın kaybolacağından korkarsa gerekli tedbirleri alır(Ö Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, VII, 345 vd Ayrıca bk "Gasb" maddesi)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAHKEME
Islâm'da mahkemelerin ortaya çıkışı, Medine'ye hicret ile başlamaktadır Mekke döneminde müslümanlar, siyasî bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde bir yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir Adlî düzenin kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddî iktidar, Medine'ye hicretten sonra bir Islâm devletinin kurulmasıyla elde edilmişti Medine'de devlet başkanı, aynı zamanda kaza organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar, kaza fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilâf ve davalar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu Resulullah (sas), toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu
Islâm devletinin toprakları genişleyince Resulullah (sas), sahabilerden bir kısmını kadı tayın ederek ihtiyaç olan bölgelere gönderdi Medine'de de kazaî ve adlî işlerin artmasıyla birlikte Resulullah (sas), hâkimlik yetkilerinden bir kısmını başkalarına devretmek zorunda kaldı Kendisi sadece temyiz makamı olarak yetki kullanmakla yetindi
Islâm hukukunda mahkemeler, tek hâkim sistemi ile çalıştıklarından dolayı hâkimlerin görevleri oldukça ağırdır Bunun için, kadılar davaları çözüme kavuştururken müftî ve âlimlerden istifade ederlerdi Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan kimselerin önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı yoktu
Islâm'da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet gösterdiklerinden, verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece bozulması veya yeniden görüşülmesi söz konusu değildir Temyiz makamı alt mahkemenin verdiği kararları sadece şekil yönünden tetkik edebilir Davanın görülmesinde usul yönünden bir eksiklik mevcut değilse, kararı aynen onaylamak durumundadır Resulullah (sas), verilen kararları sadece bu açıdan incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde hareket etmişlerdir Hz Ömer ve Hz Osman (ra), hilâfetleri sırasında her hac mevsimi Mekke'de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her tarafında kadıların verdiği kazaî kararlara yapılan itirazları temyizen incelerlerdi Hz Ömer (ra), ölüm kararlarını bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu
Peygamber (sas) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekan yoktu O, camide, pazarda, evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz ettirirdi Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat tayın etme âdeti de yoktu Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı
Peygamber (sas) zamanında vilayet kadıları için yetki açısından bir sınırlama mevcut değildi Kadılar bölgeleri dahilinde hukuk ve ceza davalarının tamamının muhatabı idiler Ancak, görev sahaları belirli sınırlarla tahdit edilmişti Bir kadı yalnızca kendi yetki bölgesinde faaliyet gösterebilir ve atandıkları bölge dışında kalan bir yerdeki adlî meselelerle ilgilenemezdi Aynı zamanda bir şehre aynı tür davalara bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi Bazı hukukçular, görev sahaları belirlenmek şartıyla, bunun sahih olacağı görüşünü benimsemişlerdir
Hz Ömer (ra), kadılık bölgelerinde, bakacakları dava çeşitlerini belirtip birden fazla kadı tayın ederek bir taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini hafifletme yoluna gitmişti Dava türlerinin ayırımı Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir
Islâm toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle müslümanlar arasındaki ihtilâfları çözmek ve davalara bakmak selâhiyeti Islâm mahkemelerine aittir Gayrımüslimler, müslümanları ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında çözebilirler Ancak kendi rızaları ile Islâm mahkemelerine müracaat ettiklerinde dava Islâm mahkemeşinin yetki alanı içine girer ve verdiği kararlar bağlayıcı olur
Islâm mahkemelerinde yargılamalar, muayyen prensipler çerçevesinde olur Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi ve hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz Peygamber'in sünnetinde net bir şekilde gösterilmiştir
Buna göre davacı mahkemede iddiasını delillerle ispat etmek zorundadır Davalıya da yemin ettirilir (Tirmizi, Ahkâm, 12; Müslim Akdiye, 1)
Hâkimler davayı, davacının getirdiği deliller çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar Hâkimin dava hakkındaki şahsî bilgisi ve kanaati vereceği hükme bir mesned teşkil etmez
Hâkim, muhakeme esnasında taraflara eşit davranmak zorundadır Rasulullah (sas), tarafların hiç bir tesir altında kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini ortaya koyabilmeleri için hâkimlerin taraflara bakışında, konuşmasında ve her çeşit hal ve hareketinde eşit davranılması gerektiğini bildirmiştir Resulullah (sas), yargılama esnasında tarafları, rahat davranabilmeleri için yere oturturdu (Ebu Davud, Akdiye, 8)
Hâkimin, yalnızca bir tarafın delillerini dinleyip, diğer tarafın kendini savunmasına fırsat vermeden hüküm vermesi yasaktır Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şayet hâkimler, insanlara, tek taraflı beyan ve iddialara dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza davaları) ve şahısların Malları (hukuk davaları) üzerinde, doğru ve adıl olmayan hükümler verilirdi" (Ahmed Ibn Hanbel, Müsned, Nşr A Muhammed Şakir, Mısır 1958 No 3188, 3292) Diğer bir hadiste de Hz Ali (ra) den yargılamanın şekli hakkında Resulullah (sas)'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Iki taraf senin karşında yer alınca, birini olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden aralarında hükmetme! Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini sana gösteren bir yol olacaktır" (Tirmizi, Ahkâm, 5; Ebu Davud, Akdiye, 6)
Davacının iddiasının dikkate alınabilmesi için en az iki şahit getirmesi gereklidır: "Erkeklerinizden iki de şahit tutun Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden kendine güvendığınız bir erkek ve iki kadın yeter" (el-Bakara, 2/282) Ancak Resulullah (sas), iddia sahibinin yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm vermiştir (Müslim, Akdiye; Ebû Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkâm, 13) Buna göre iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile birlikte tek şahitle hüküm verilir
Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi için namuslu ve adıl olmaları şart koşulmuştur: Içinizden adâlet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit tutun" (et-Talâk, 65/2)
Davalarda şahitlikte bulunanların durumları, mahkemece tahkik edilip güvenilirlik ve adıllikleri komşularından soruşturularak, tesbit edilir Istilahta buna tezkiye denmektedir (bk Tezkiye mad) Ilk zamanlarda hakimler bu soruşturmayı açıktan açığa yapmakta idiler Ancak kadı Şureyh, bu soruşturmayı gizlice yaptıran ilk kimse olmuştur Ayrıca şahitlerin birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip şehadette bulunacakları şey hakkında birbirlerinin ağzından bir şey almamaları için de ilk defa şahitlerden ayrı ayrı ifade alma usulu Hz Ali (ra) tarafından getirilmiştir
Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden bütün unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı şu kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur'an b) Sünnet c) Bu ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye, 11) Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir
eş-Şa'bî, Hz Ömer'in hilâfeti zamanında kadılık yapan Şureyh'den, kendisine Hz Ömer (ra)'ın şöyle talımat verdiği nakletmektedir: "Allah'ın Kitabı'nda bulduğun şey ile hükmet! Allah'ın Kitabı'nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde Allah'ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet Resulullah'ın kararlarının tamamında bir şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve ilim ehline danış" (Ibn Kayyım el-Cevzî, I'lamul-Muvekkı'in, Mısır, ty, I, 97)
Hukuk davalarında, hakkıihlâl edilen kimse şikayette bulunmadıkça, olay başkaları tarafından bildirilse bile mahkeme harekete geçmez ve hakkıçiğnenen kimse dava açmaya zorlanmaz Ceza davalarında ise durum farklıdır Hakkıihlâl edilen kimse dava açmasa bile, olaydan haberdar edilmesi durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme davası açar
Had gerektiren olayların dışında kalan davalar, hak sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer Bir takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas olarak Islâm toplum düzenine karşı işlenmiş olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz edilir Zina, hırsızlık, içki vs suçlar bu kabıldendir
Islâm hukukunda genel anlamda bir af söz konusu olmadığı gibi, devlet de hakkıihlâl edilen kimseye rağmen suçlan affetme salâhiyetine sahip değildir
Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en önemli görevlerinden birisidir Davayı kaybeden tarafın karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması durumunda, hâkim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine verir
Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı ve kazaî salâhiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını çözümlettirebilirler Islâm hukuk ıstılahında bu yönteme "tahkim" (hakem tayın etme) denilmektedir
Peygamber (sas), harp esirlerini, katılleri, cinayet zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri hapsediyordu Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir yapı yoktu Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde hapsediliyorlardı Ilk defa, hapishane olarak kullanılmak üzere hususi bir bina yaptıran Hz Ali (ra) olmuştur Islâm hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu olmamıştır Islâm'da hapishaneler, hakların sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını önlemek için kullanılmaktadır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİR GRUP GENÇ KIZ, TURİSTİK BİR GAYE İLE, MESELA KIBRIS'A GİDEBİLİRLER Mİ? İÇLERİNDEN BİRİNİN YANINDA MAHREMİNİN BULUNMASI DİĞERLERİ İÇİN DE YETERLİ OLMAZ MI?
Konu, kadının yanında mahremi yokken sefer süresi kadar yolculuğa çıkıp çıkamayacağı ile ilgilidir Kur'an-ı Kerim'de bu konuda bir açıklık yoktur Hadislerde ise bol ve detaylı bilgi mevcuttur Mesele Islam fıkhına da bu hadislerle yansır Rasulüllah Efendimiz (sas) "Allah'a ve Âhiret gününe inanan bir kadının, yanında mahremi olmaksızın üç gecelik bir yola sefere çıkması helâl değildir" buyurmuşlardır(Müslim, hacc 74)
Bu süre bazı rivayetlerde: "Iki gün, bir gece, üç günün üzerinde, bir gün, bir gün bir gece, iki gece, bir berid (yarım gün)" şeklinde değişik zikredilir(bk Azîm-âbâdi, Avnü'1-Ma'bûd V/149; Halil Ahmed, Bezlü'1-mechûd VNI(302; Sübkî, el-Menhel X/267) Hanefiler "üç günlük yol" diye sınırlayan rivâyeti almışlar ve sefer süresi olarak da bunu görmüşlerdir Bu durumda Hanefilere göre, kadın küffar diyarından Islam ülkesine hicret etmek hariç, ne maksatla olursa olsun, sefer müddeti bir yola; yanında mahremi olmaksızın gidemez Hac ve Umre dışındaki her türlü "sefer" için bütün alimler aynı görüştedirler(bk Davudoğlu VN/83) Aralarındaki ihtilaf sadece "sefer" müddetinin ne kadar olduğu konusundadır
Hac konusuna gelince: "Beytullah'ı haccetmek, ona yol bulabilenler için, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" (3/97) ayetine dayanarak Şafiîler ve Mâlikîler, birden çok güvenilir kadın arkadaş bulan kadın da ona "yol bulmuş" demektir Öyleyse böyle olan kadına da hacc farz olur ve mahremi olmasa dahi gitmesi gerekir demişlerdir Onlara göre umrede vacip olduğu için, aynı durumdaki kadın umreye de gitmek zorundadır Farz olan haccını ve umresini yapmış olan kadın ise, ne hacca ne de başka bir "sefere" mahremsiz gidemez Nevevi ye göre Şafiîlerde de sahih olan görüş budur
Durum böyle olmakla beraber bazı Şâfiî âlimler; kadının mahremsiz sefere çıkmamasının sebebi (illeti) emniyetsizliktir Emniyet kadınlarla dahi elde edilirse, kadın yanında mahremi yokken de onlarla yolculuğa çıkabılir, demişlerdir Ancak söz konusu Hadislerden böyle bir sonuca varmak hiç mümkün değildir Diğer mezhepler (cumhur) bunu böyle kabul etmedikleri gibi; Şâfiî mezhebindeki sahih görüşe göre de bu böyle değildir Yani:
I- Kadın farz olan haccına Şâfiî mezhebine göre, yanında mahremi yokken güvenilir kadınlarla gidebilir Hanefi bir kadının bu konuda Şâfiî mezhebini taklid ederek mahremsiz hacca ya da umreye gitmesi hoş değildir, çünkü bunda bir zaruret yoktur Ama taklid eder ve giderse haccı olmuş olur
2- Bir defa haccetmiş olan bir kadının yanında mahremi yokken, sefer müddeti yoldan, artık hiç bir mezhebe göre haccetmesi mümkün değildir Giderse günah işlemiş olur Umre de aynıdır

3- Hac ve umre dışında bir maksatla kadın, hiç bir mezhebe göre mahremsiz olarak "sefere" çıkamaz Beraberinde güvenilir kadın arkadaşlarının bulunması bir şey ifade etmez Bundan da sadece "dar-i harpteki" bir kadının "dâr-ı Islâma" hicreti istisna edilir O, mahremi bulunmasa dahi, orada durmaz ve Islâm ülkesine göç eder
Hal böyle olunca, turistik vBulletin gayelerle, genç ya da yaşlı kadınların, sefer müddeti yolculuğa çıkması meşru olmaz Sebep olanlar, mes'ûl olur Ancak "seferi", mesafe değil de "mu'tat vasıta" ile süre olarak izah eden Elmalılı ve başkalarına göre , otobüsle onsekizsaatlık yolun altında kalan mesafeler sefer sayılmayacağından, Şâfiîlerdeki bu zayıf fetvadan belki sadece oralarda yararlanılabilir Meselâ -hoş olmamakla beraber- Bursa'dan Istanbul'a bir kadın grubu: Burası Hanefilerdeki bazı izahlara göre sefer değildir, "sefer" diyenler olsa bile bazı Şâfiîler kadının güvenilir kadınlarla da "sefere" çıkabileceğini söylemişler Öyleyse biz de gidebiliriz, derlerse, zayıf da olsa bir ipe tutunmuş olurlar (Allahu a'lem)( Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bk Hattâb es-Sübkî el-Menhel X/264-68· Davudoğlu VN/81-84; Halil Ahmed, age VNI/302-305; Azımâbâdî, age V/148-154; el-Menbecî, el-Lübâb I/436-38; Sevkânî, es-Seyl N/161; Vehbe ez-Zuhaylî NI/36) Ama iyi olanı yapmış olmazlar
Sözkonusu hadîslerde, öyle ya da böyle ayırmaksızın herhangi bir kadının (mutlak olarak) mahremsiz yolculuğa çıkmaması istenir, ama Kâdi Iyâz ve bazılarından nakledildiğine göre bu yasak, genç kadınlar içindir Kendilerine karşı arzu duyulmayacak yaşlı kadınlar ise, kocaları ve mahremleri yokken de her türlü sefere çıkabilirler (Azımâbâdî, age V/153: Halbuki yine "Kâdî Iyâz'in beyanına göre, ulema kadının hacla umreden başka seferlere mahremsiz çıkamayacağına ittifak etmişlerdir" (Davudoğlu VN/38)) Hattâ bu hükmün dayanağının (illetinin) "emniyet" olduğunu, bu temin edildikten sonra, ne ile temin edilmiş olursa olsun, kadının mahremsiz de yolculuk yapabileceğini söyleyen eski ve yeni görüşler de vardır(Bu görüşler ve kime ait oldukları konusunda bk el-Bâcî, el-Müntekâ NI/82; Azimabâdi, age V/150) Ancak ne sözkonusu Hadislerde hükmün dayanagının (illetinin) emniyet olduğuna bir işaret vardır, ne de, öyle kabul edilse dahi, bugünkü şartlarda yolculuk yapan kadının mahremsiz emniyette olacağı söylenebilir Nevevi'nin de dediği gibi "her düşene bir kapan bulunur"(bk Davudoğlu VN/83) Dolayısı ile kadının yaşlı olması da bu hükmü değiştirmez Bu tür görüş sahipleri, bir de Rasulüllah'ın (sas) vefatından sonra, onun hanımlarının Osmân b Affân ve Abdunahman b Avf gibi sahâbîlerle hacca gittiklerini delil gösterirler ama, bu da hükmü değiştirmez; çünkü Rasulüllah'ın hanımları "mü'minlerin anneleri" olmakla, onlar onların mahremi olmuş olurlar (Es-Sübkî age X/268; Davudoğlu VN/84)
Bu konudaki "mahrem" den maksat ise: "mubah olan bir yolla nikâhı kendisine ebediyyen haram olan erkek"tir "Ebediyyen haram olma" şartıyla kadının, meselâ kızkardeşinin kocası, kendisinin mahremi olmadığı anlaşılır "Mubah bir yolla nikâhının haram olması" şartı ise, mesela zina yoluyla doğacak hürmet-i musâharenin, yolculuk için mahremlik oluşturmayacağını anlatır(bk Halîl Ahmed age VNI/302; Alî Kârî age 37 )
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÂ-İ MUKAYYED(MUTLAK SULAR)

İçilmesi veya temizlik için kullanılması kayıt altına alınmış su İslâm fıkhında su denildiği zaman, içilmesi veya temizlikte kullanılması caiz olan temiz sıvı kastedilir ki, buna "mutlak su" denir Yaratıldıkları vasıf üzere bulunan yağmur, kar, dolu, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu suları bu niteliktedir
Kur'ân-ı Kerim'de bütün suların ilk kaynağı olan yağmur suyunun temizliğine şöyle işaret edilir: "Biz gökten tertemiz bir su indirdik" (el-Furkan, 25/48) Yeryüzünde canlıların ihtiyacını karşılayacak ölçüde suyun bulunduğu ayetlerde şöyle belirlenir: "Biz gökten belli ölçüde su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk Şüphesiz biz onu gidermeye de kadiriz" (el-Mü'minûn, 23/18) "(Biz gökten suyu), ölü bir yere hayat verelim ve yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım, diye (indirdik)" (el-Furkan, 25/49) Hz Peygamber, Medîne kuyularının suyu ile abdest almış ve su hakkında şöyle buyurmuştur: "Su temizleyicidir Tadını, rengini veya kokusunu değiştiren birşey kendisine karışmadıkça, hiç bir şey suyu pis hale getirmez" (Ebû Dâvud, Tahâre, 34; Tirmizî, Tahâre, 49; Nesaî, Miyâh,1, 2; İbn Mâce, Tahâre, 76; Ahmed b Hanbel, I, 235, 284, 308, III, 16, 31, 86, VI, 172, 330;el-Mevsılî, el-İhtiyâr, y ve ty, I, 14)
Mutlak su, dışarıdan katı veya sıvı bir maddenin karışmasıyla, yaratılmış olduğu özelliğini kaybederek, mukayyed su halini alır Bunlar, kendilerine karışan maddeye göre bir sıfat eklenerek yeni bir ad alırlar Gül suyu, çiçek suyu, üzüm, erik ve et suları gibi
Mukayyed sular da ikiye ayrılır:
1) Aslî olanlar: Kavun, karpuz, asma, gül suları ve benzeri
2) Gayri aslî olanlar: Aslında mutlak su iken bir arızadan dolayı mukayyed olan sulardır İçine düşen yaprakların çürümesi ile tabiatı olan incelik ve akıcılık özelliğini kaybederek bozulan su gibi İçinde nohut, mercimek gibi temiz bir şeyin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybetmiş bulunan su da mukayyed su sayılır (M Zihni,Nimeti İslâm, I, 13)
İçine karışan mukayyed bir su ile üç özellikten, yani renk, koku ve tadından birini veya ikisini kaybeden mutlak bir su da mukayyed sayılır Şöyle ki; mutlak bir suya süt gibi renk ve taddan ibaret iki vasfı olan veya karpuz suyu gibi taddan ibaret bir vasfı bulunan bir sıvı karışıp kendisinde bu vasıflardan yalnız birisi ortaya çıksa veya sirke gibi renk, tad ve koku olarak üç vasfı bulunan bir sıvı karışıp da bu vasıflardan ikisi belirse, artık böyle bir mutlak su mukayyed hale gelmiş olur
Bir mutlak su yosun tutsa veya uzun süre geçmesiyle özelliği bozulsa veya içine, tadını değiştirmeyecek miktarda sabun, zağferan, toprak veya toprak gibi temiz ve katı şeyler düşse veya içinde mısır, nohut gibi şeyler ıslatılsa mutlak olmaktan çıkmaz; isterse rengi, kokusu ve lezzeti bozulmuş olsun Ancak böyle bir sebeple tabiatını kaybetmiş, yani inceliği ve akıcılığı kalmamış olursa artık bir mukayyed su halini alır (M Zihni, age, s, 14)
Mukayyed suların hükümlerine gelince; bu sularla abdest ve gusül alınamaz Yani bunlarla hükmî necaset giderilemez Çünkü İslâm'da bu çeşit temizlikler için mutlak su kullanılması gerekli kılınmıştır
Mukayyed suların bir kısmı içilebilir ve yemeklerde kullanılabilir Bunların yağlı ve yapışkan olmayan, sıkmakla akıp gidecek halde bulunan kısmıyla hakikî pislikler yıkanıp giderilebilir Meselâ, maddî, necaset; yağmur, dere, deniz, pınar, kuyu sularıyla giderilebileceği gibi, çiçek sularıyla, meyve ve sebzelerden çıkarılan sularla, içinde nohut, mercimek gibi şeyler ıslatılmış olan sularla da giderilebilir Fakat temiz olmayan sularla, yağlı ve yapışkan sıvılarla veya içine karışan herhangi bir şeyden dolayı incelik ve akıcılığını kaybetmiş sularla pislik giderilemez
Mutlak sular gibi mukayyed sular da içlerine düşecek pis şeylerden dolayı temizliklerini kaybederler Bu durumdaki mukayyed bir su ne hükmî; ne de hakikî bir pisliği gideremez (Semerkandî, Tuhfetü'l-Fukahâ, I, 111; el-Mergınâni, el-Hidâye, I,17,19; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, İstanbul 1393/1973, I, 16-21, 41-45; el-Fetâvâ'l-Hâniyye (Hindiyye kenarında), İstanbul 1393/1973, I, 3-5, 18 vd),
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÂ-İ MÜSTA'MEL(ÖZELLİĞİNİ KAYBETMİŞ SULAR)

İslâm hukuku açısından sular; biri mutlak, diğeri mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır Mutlak su, aslî özelliğini kaybetmemiş olan yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu sularıdır Bunlardan her birine "mutlak su" denir Mukayyed su ise; kendisine herhangi bir maddenin karışmasıyla renk, koku, tad gibi aslî özelliklerinden birini veya bir kaçını kaybetmiş ve hususî bir ad almış olan sulardır Gül suyu, çiçek suyu, meyva suyu, et suyu gibi Bunlardan her birine de "mukayyed su" denir
Mutlak sular, hem temiz hem de temizleyici olup olmama yönünden beş kısma ayrılmıştır İşte bunlardan biri de, sözlük anlamı itibâriyle kullanılmış su demek olan "mâ-i müsta'mel'dir Abdest almak veya gusletmek gibi mânevi bir pisliği gidermek, herhangi bir farzı yerine getirmek veya sevap kazanmak niyetiyle insan bedeninde veya bir uzvunda kullanılan sular, kullanılmış su hükmündedir Keza abdesti olan bir kimsenin sırf sevap kazanmak amacıyla başka bir mecliste veya bir ibadet yaptıktan sonra aynı mecliste tekrar abdest aldığı su da böyledir Aynı şekilde, yemeklerden önce ve sonra Hz Peygamber'in sünnetine riayet etmek amacıyla elleri yıkamada kullanılan su da bu gruba girer
Kullanılmış su, İslâm hukuku açısından temiz olup maddi pislikleri gidermede kullanılırsa da; abdest almada, gusülde ve diğer mânevi kirleri gidermede kullanılamaz Buna göre, abdest alırken veya guslederken insan bedenine dokunarak akan suları biriktirip de onunla tekrar abdest almak veya gusletmek caiz değildir Yine, bu tür suları içmek, hamurlu işlerde vs kullanmak tenzihen mekruhtur Ancak, bedenden sıçrayan bu sular, dokundukları şeyleri veya abdestten sonra kurulanmak için kullanılan havluyu pisletmezler Buna rağmen, abdest alırken sıçrayan sulardan sakınmak, kalb huzuru ve gönül rahatlığı açısından daha iyidir
Kullanılmış suyun temiz olup temizleyici olmaması İmam Muhammed'e göredir İmam A'zam ile İmam Ebu Yusuf'a göre bu çeşit sular pis sayılır İmam Mâlik ile İmam Şafiînin bir görüşüne göre de kullanılmış su, hem temiz hem de temizleyicidir Fakat tekrar kullanılması mekruhtur (bk es-Serahsî, Kitâbü'l-Mebsût, 1, 52-53; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, I, 83; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s 49-50; Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, s 12)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAKYAJ (SÜSLENME VE KOKULANMA):
1- Süslenme
Güzel olanı sevme ve güzel görünmeye çalışma duygusu da insanın fıtratında, yaratılış hamurunda bulunan doğal bir durumdur İslâm ise fıtrat dinidir Fitrat dininin, fıtratta bulunan duyguları yasaklaması ve köreltmesi değil, fıtrata uygun biçim de ayarlaması ve düzenlemesi beklenir Öyleyse süslenmenin fıtrata uygun olanı normal, fıtratı bozanı, ya da gayesinden uzaklaştıranı anormaldır Ya da biri helâl, öbürü haramdır
Başta da söylediğimiz gibi, tabiatta herşey çift olarak yaratılmıştır Allah'tan başka herşey çifttir Çiftler ise bir bütünün yarım parçaları demektir Bir araya gelince bütünü oluştururlar Artı ve eksi elektrik taşıyan kablolar birleşince enerji oluşur, lamba yanar; ütü ısınır Kadın ile erkek normal yollarla bir araya gelince birbirlerini tamamlarlar Huzur ve sükun oluşur Elektrikte olduğu gibi meyva ve sonuç doğar Demek ki, bu bütünün oluşması istenen bir şeydir İstenen bir şey için gerekli olan şeyler de istenmiş demektir İste normal ölçüleriyle süslenme ve kokulanma, bu bütünün tutmasını sağlayan ara yapıştırıcılardandır ve tabiî ölçülerinde kaldığı sürece tabiîdir
Yalnız kadın süsünü yabancılara göstermemekle emrolunmustur (Nûr (24) 31) Öyleyse süslenecegi yer evidir
Kadının tabiî güzelliklerini koruması, pasaklı olmaması süslenmede ilk ve tabiî olan görevidir Çünkü kadının süslenmemesine ihtiyaç olmayabilir ama pasaklı olmaması sürekli bir ihtiyaçtır Bu, kocasını haramdan korumanın birinci şartıdır Konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
Kadını süslenmeye iten iki ana sebep vardır:

1 Kadının yaratılışında olan süslenme tutkusu,
2 Kendisi dışında onu süslenmeye zorlayan güçler

Kadınlar bakmaktan çok bakılmayı seven edilgen varlıklar oldukları için, onların büyük bir ekseriyeti cicilibicili giymeyi, süslenip-püslenmeyi sever Böyle olan, kadınların süslenmesine engel olmak, onlara vücutlarının ihtiyacı olan, meselâ C vitaminini vermemek gibi olur Böyle olan bir kadına süslenmenin değil, süsünü yabancılara göstermesinin anlamsızlığını ve zararlarını öğretmek gerekir Bunu dışarıya taşıran duygunun marazî ve psikolojik bir yetersizlik olduğunu anlatmak gerekir Böyle olan kadının kocası da süslenmesini istiyorsa ne âlâ, bu tutkusunu kocasına karşı gerçekleştiriverir Kocası süslenmesinden hiçbir zevk almıyorsa, onun süslenmesine bütün bütün engel olmak değil, yabancılara göstermemesini sağlamakla yetinmelidir Unutmamalıdır ki, Allah kadınlara hitaben: "Süslerini göstermesinler gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar Kalplerinde hastalık olanların hastalığın depreştirmemek için seslerini kadınsı kadınsı inceltmesinler Cahiliyyet dönemi kadınları gibi, süslü-püslü, kırıladöküle gezmesinler buyurur (Ahzâb (33) 32) Bu âyetler bir yönüyle, kadının tabiî olarak süslenmiş olduğunu anlatır Çünkü varolan bir şeyin gösterilmemesi istenir Ama bir yönden de insan için Mevlâsının emirlerine uyarak arzularına sınır getirmesi ona her türlü zevkten daha aziz gelmelidir Peygamberimiz de, "erkeklerin görecegi şekilde süslenerek ve koku sürünerek çıkan kadının, evine dönünceye kadar Allah'ın gazabı altında olduğunu" haber verir (Bu konudaki hadîsler için bk Hindî age XVI/381 vd)
Kadının süslenmesi kendi arzusundan değil de, bir dış isteğe dayanırsa, bu da helâl, ya da haram olabilir Süslenmesini kocasından başka birisi istiyorsa bu anlamsızdır ve haramdır Eğer kocası istiyorsa meşru çerçeve içerisinde bu, helâl olması bir yana, aynı zamanda bir görev ve zorunluluktur Kocanın, karısının süsleninesini istemesi, cinsel arzu ve dikkatlerini onda toplaması ve harama bakmak istememesi anlamına geldiğinden, bu iyi bir davranıştır, kadının da bunu fırsat bilmesi ve kocasının gözüne girmesi gerekir Onun bunu, iyi duygularla yapması kendisine ibadet sevabı kazandıracaktır Hattâ bu noktada bazı islâm bilginleri, kocası süslenmesini isterken, süslenmemekte ısrar eden kadının kocasının, başka yolla ikna edememesi halinde dövmesinin câiz olduğunu bile söylemişlerdir (Halebî, Münyetü'I-musallî 395) Ancak bu, kadını dövmeyi yasaklayan hadislere zittir
Ama eğer kocası, kendisi için değil de, kârısının başkaları için ve sokağa çıkarken süslenmesini istiyorsa bu, kendi erkekliğini yeterli bulmama biçiminde, psikolojik cinsel bir hastalıktir, marazî bir tatmin arama yoludur ve haramdır Maddî bir tedavi yolu da yoktur Acı da olsa İslam'ın ilâçlarını kullanması ve haramlara karşı perhiz uygulaması gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAKYAJ
Sadece kocasına göstermek üzere kadının makyaj yapması, bir müddet sonra da yüzünü yıkayıp temizlenmesi halinde ne derece günaha girmiş olur?
Namahreme göstermemek şartıyla süslenmenin günahı değil sevabı vardır Çünkü kadının görevlerinden biri de kocası için süslenmektir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAKYAJ VE KOZMETİKLER
Islâm'da "Gaye, vasıtayı meşru kılmaz" şeklinde bir kural vardır Yani varmak istediğimiz meşru bir hedefe, hangi yolla olursa olsun değil, yine meşru bir yolla gitmek zorundayız Kadın için süslenme eğer meşru ise, bunu hem meşru araçlarla, hem meşru biçimde yapacak, hem de meşru biçimde kullanacaktırSüslenmeyi kocası için yapacaksa ve kullanacağı kozmetik ilaçlarda haram madde katkısı yoksa bu mübah hatta kocasının gönlünü yaptığı için sevaptırAma makyaj ve süslenmeyi başkaları adına yaparsa bu yanlış bir hareket olacaktırVe caiz değildir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÂL-İ DIMÂR(SAHİBİNİN GERİ ALAMIYACAĞI MALLAR)

İnsan tabiatının kendisine meylettiği ve ihtiyaç zamanı için biriktirdiği şeylere "mal" denir Bunlar toplanıp saklanabilen şeyler olup, menkul ve gayrimenkul, mütekavvim ve gayri mütekavvim gibi kısımlara ayrılır Dımâr sözlükte; kayıp olan şey, yerine getirilmeyen va'd, vadesi belirsiz alacak, ödenmesi umulmayan alacak anlamlarına gelir Mâl-i dımâr bir fıkıh terimi olarak; bir kimsenin mâlik olduğu halde yararlanması mümkün olmayan, başka bir deyimle elinden çıkıp, dış görünüş bakımından, artık geri dönmesi umulmayan mal, demektir Bu gibi mallara zekât gerekmez Bunlar bu durumda "nâmî" sayılmadıkları için zekâta tabi olmazlar İnkâr edilen ve ispatı mümkün olmayan para alacakları, gaspedilmiş olup geri alınması umulmayan mallar, denize düşüp çıkarılması mümkün görülmeyen mallar, toprağa gömülüp yeri unutulan nakitler ve kaybolmuş olan benzeri mallar bu niteliktedir Bu kabılden bir mal daha sonra ele geçse, nisap miktarına ulaşırsa ve zekâta tabi mallardan ise, elde edildiği tarihten itibaren bir yıl sonunda zekâtları gerekli olur
Meselâ, yıllarca inkâr edildiği ve bir belge ile ispat edilemediği için alınamayan bir alacak, daha sonra ikrar veya bir delil ile sabit olup tahsil edilse, geçmiş yıllar için zekât gerekmez Tahsil edildiği tarihte bu kimsenin başka malı varsa ona eklenerek değerlendirilir Aksi halde zekât yükümlülüğü bir yıl geçince söz konusu olur İmam Züfer ve İmam Şafiî'ye göre bu gibi mallara, mülkiyet devam ettiği için geçmiş yılların zekâtı da gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ÇOCUĞUN (MÜMEYYİZ)MÂLİ TASARRUFLARI 1-Sırf Menfaatine Olanlar
Hibe, sadaka ve kendisine yapılan vasiyeti kabul gibi onun sırf fayda ve menfaatine olan tasarruflar veli veya vasînin iznine bağlı olmaksızın sahihtir Zira velî ve vasî daima çocuğun maslahatını gözetmekle memurdur Ücret karşılığı yaptığı bir işi bitirdiğinde velisi izin vermese de istihsanen buna hak kazanır (Zeydan, age, s 97: Hudarî Bek, Usûlü'l-Fıkh, Kahire 1389/1969, s 93-94; M Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire 1377/1958, s 265; Hüseyin b Halef el-Cübûrı, Avârızu'l-Ehliyye, Mekke 1408/1988, s 141)
2Sırf Zararına Olan Tasarruflar
Çocuğun mülkiyetinden karşılıksız olarak bir şeyin çıkmasına yolaçan hibe, vakf, boşama, kölesini azad, parasını borç vermek, vBulletin gibi sırf zararına olan tasarrufları, velî ve vasîsi izin vermiş bile olsa, sahih değildir Veli ve vasî, çocuk yerine bu tasarruflarda bulunamayacaklarından bunlara izin de veremezler Çünkü velilik küçüğün himayesi ve menfaatlerinin korunması esasına dayanır Bizzat bu tasarruflarda bulunmak veya bunlara izin vermek, çocuğu himaye ve gözetme değildir (Zeydan, age, s 97; M Hudarî Bek, age, s 94; M Ebû Zehra, age, s 265)
Ancak bazı alimler, mümeyyiz çocuğun malını, kayb olmaktan korumak amacıyla kadı'nın birisine borç olarak vermesini bundan istisna etmişlerdir (Hüseyin b Halef el-Cübûrî, age, s 142)
Eğer velî çocuğa daha baştan bu tasarruflarda bulunmak üzere izin vermiş ise yeni bir izne gerek kalmaksızın bu tasarruflar sahih ve geçerlidir Böyle çocuğa me'zûn denir (Hüseyin b Halef el-Cübûrî, age, s144-145; Zeydan, age, s 98)
3Nitelik açısından faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterebilen tasarruflar
Bu konuya alış-veriş, kira, nikâh ve diğer malı muameleler gibi tasarrufları örnek verebiliriz Bu tasarrufların kâr veya zarar getirmeleri ihtimalı vardır Mümeyyiz çocuğun bu tasarruflarda bulunması halinde çocuk asıl olarak eda ehliyetine sahib bulunduğundan tasarrufları sahih olur Ancak bu tasarruflar, çocuğun ehliyeti eksik olduğundan velîsinin iznini gerektirir Velî izin verirse, mümeyyizin ehliyetindeki bu noksanlık tamamlanmış olur ve tasarruf tam ehliyet sahibince yapılmış sayılır (Zeydan, age, s 97-98; M Ebû Zehra, age, s 265)
Tasarrufun faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterir cinsten olup olmamasında dikkate alınan şey, tasarrufun çeşidi ve tabiatıdır Çocuğun yaptığı tasarrufun gerçekten ona fayda temin edip etmediği dikkate alınmaz Meselâ çocuk kendine ait bir malı değerinden daha yüksek bir fiyata satmış olsa, bu satış velının iznine bağlıdır Çünkü alış-veriş, tabiatı icabı faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterir (Zeydan, age, s 98, dipnot: 1)
II- Allah Hakları
Kötülüğe ihtimalı olmayan şey iyidir; iman gibi Iyıliğe ihtimalı olmayan şey de, kötüdür; küfür gibi Yahud da bu ikisi arasındadır; bedenî ibadetler gibi Iyi olan ne zaman meydana gelirse gelsin, sahih olur Çünkü bu sırf faydadır Ikincisi yani küfür ise uhrevî hükümler bakımından sahihtir Dünyevî hüküm ve muâmeleye gelince Imam Azam ve Imam Muhammed'e göre bu bakımdan da sahihtir Bunun neticesinde, küfre düşen mümeyyiz, mürted sayılır; nikâhı feshedilir ve kendisine diğer hükümler tatbik edilir Imam Ebû Yusuf'a göre ise bu, sırf zarar olduğu için muteber değildir (H Karaman, Fıkıh Usûlü, Istanbul 1982, s 201; M Hudarî Bek, Usûlü'l fıkh, Kahire 1389/1969, s 92-94; M Ebû Zehra, age, s 265)
Şafiî mezhebi ve fukahanın çoğunluğuna göre, çocuğun Islâm'ı kabul veya reddetmesine itibar yoktur Çünkü mümeyyiz de olsa onun aklı, inançların dayandığı delilleri anlayacak kadar güçlü değildir Bu sebeple o, iman ve inkârdan sorumlu değildir (M Ebû Zehra, age, s 266)
 
Üst Alt