Maide Suresi ( ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR )

bedirhan.

Aktif Üyemiz
NAKM bir şeyden hoşlanmamaktır ki, nimetin zıddı ve azab demek olan "nikmet" bundan veya bu mânâ ondan alınmıştı. Bu âyette pek güzel bir "kıyas-ı muhassem" (ikilem) vardır. Yani ey kitap ehli, sizin bizden hoşlanmamanız, bizi ayıplamanız, dinimizi beğenmemeniz, başka bir şeyden değil, ancak iki sebepten dolayıdır: Birisi, bizim Allah'a ve Allah tarafından bize, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa'ya indirilen şeriat ve yola, Kitap ve Sünnete ve bundan önce geçen peygamberlere indirilmiş olan kitaplara ve bu arada Tevrat ve İncil'e de iman etmemiz; diğeri de sizin çoğunuzun fâsık olmasıdır. İşte bizi beğenmemenize ve bize kızmanıza bu iki şeyden başka sebep yoktur. Bizim imanımız sizden geniş ve sizin esaslarınızı da içine almaktadır. Sizin ise hem iman sahanız ve vicdanınız dar, hem de çoğunuz fâsık ve vicdansız. Şüphe yok ki, birincisi olan iman ve vicdan genişliği ayıplanacak bir şey değil, takdir edilmesi gereken bir haktır. Şu halde sizin bizden hoşlanmamanızın tek sebebi fâsıklığınız ve vicdansızlığınızdır. Gerçekte dar kafalılar yüksek kafalıları, vicdansızlar vicdanlıları, günahkârlar doğruları sevmezler ve onları rahatsız etmek için ellerinden geleni yaparlar. Ellerinden gelirse bir yudum suda boğmak isterler. Büyüklerin kıymeti de bunlara tahammül etmek ve mücahede eylemektir. Demek oluyor ki bu âyet, kitap ehline cevap verirken, ilk önce müslümanlara bir derstir. Çünkü müslümanlar toplum olarak bu cevabı verebilmek için, bu geniş ve kuvvetli imana sahip olması ve çoğunluğun günahkâr olmaması lazım gelir. Yoksa yahudilerin ve hıristiyanların günahlarına iştirak edip de onlara kendini beğendirmeye çalışmak veya onlara galip gelme ümidini beslemek hem hakka iftira ve hem kendini rezil etmektir.
60- "Nebe'", mühim haber demektir. Buradaki ism-i işaretin muşârun'ileyhi hakkında ve şerriyyet (şerlik, kötülük) hususunda söz edilmiştir. Bir rivayete göre yahudilerden bir kısmı gelmişler, Resulullah'a dinini sormuşlar, Resulullah "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında ayırım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız" (Bakara, 2/136) diye cevap vermiş. İsa'yı işittikleri zaman, "Biz, sizin dininizden daha kötü dini bilmiyoruz" demişler. Bu âyet bunun üzerine inmiş. Şu halde bunlar dine "şer" (kötü) dediklerinden dolayı, "Sizin şer dediğinizden daha kötüsünü size haber vereyim ki, o sizin din adını verdiğiniz kendi halinizdir." mânâsına mücârat yoluyla şer denilmiş ve de ayıplanan dine işarettir denilmiş ise de, biz bu iniş sebebine karşı çıkmamakla beraber şu mânâyı daha açık buluyoruz: Ey Muhammed, o kitap ehline şöyle de: Daha kötüsünü çok önemli bir şekilde haber vereyim mi? İşte Allah'ın lanetlediği (Bkz: Bakara, 5/13) ve kendilerine gazab ettiği, ve kendilerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı, ve bir de tağuta tapan, tağuta kulluk eden kimseler. işte bunlar mevkice daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış kimselerdir.
"Kırade" (maymunlar) ve "hanâzir" (domuzlar) yapılanların, yani görünüş ve manevî bakımlarından mesih (çirkin bir şekle giriş) denilen, bu hale getirilenlerin "ashâb-ı sebt" (cumartesi günü ehli) olduğu, bunların gençlerinin maymun, ihtiyarlarının da domuz kılığına konulmuş bulunduğu söyleniyor ki, geçmiş ümmetlerde ve özellikle İsrailoğulları'nda böyle mesh (başka bir hayvan kılığına çevrilme) ler bilinmektedir. Hıristiyanlarda da İsa'nın sofra arkadaşları hakkında mesih rivayet edilmiştir. Bunun için bazı tefsirciler, kırade (maymun) cumartesi ehli; hanâzir (domuzlar), İsa'nın sofra arkadaşlarıdır, demişlerdir ki, Bakara sûresinde ashâb-ı sebt hakkında yalnız "Aşağılık maymunlar olun" (Bakara, 2/65) buyurulduğuna göre bu daha uygun olsa gerektir. İnsanların böyle hayvan hâline konulmasına "mesih" denilir ki, ya yalnız manevî veyahut hem sûrî (görünüş itibariyle) ve hem manevî olmak üzere iki türlüdür: Manevî mesih ahlâkî düşüklük doğuran değişme; sûrî ve manevî mesih de ahlâkî düşüklükle beraber hayatı düşüklük doğuran değişimdir ki, buna "hakiki mesh" de denir. Memsûh olanlar (değişime uğrayanlar) da üreme (tenâsül) olmaz. Şu halde, "maymun ve domuz oldular" demek, "hayvan cinslerinden maymun ve domuz üremesi yapan bir çeşit oldular" demek değil, tamamı sefalet içinde tükenmeye ve sonuçsuzluğa mahkum oldular demektir. Bununla birlikte insanın maymundan genesation (doğma, doğum) yoluyla tekamül ettiğini iddia edenlerin yine insanın da doğum yoluyla maymuna döneceğini bir kanun gibi düşünmeleri gerekir. Ve bu âyet bunlara da bir cevap ve inzar (korkutmay)ı içerir. Âyette, lanetten gadab (kızmay)e, kızmadan mesh (hayvana döndürmey)e, mesihden tağuta ibadet (şeytana kulluğ)e doğru giden beyan silsilesi gösteriyor ki, bunların hepsinin toplamı değil, her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde en aşağısı lanet, en yukarısı da şeytana tapmaktır. Demek ki şeytana tapmak, bunların hepsini gerekli kılan bir şer başlangıcıdır. Bunlar önce melûn olur, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılırlar. İkinci olarak uzaklaştırılmakla kalmaz Allah'ın gazabı başlarına çöker, elemler ve belalar içinde kıvranırlar. Üçüncü olarak maymun gibi bir insan taklitçisi, kararsız, değişken, sahtekâr, bir bakıma zeki, insanın her yaptığını derhal taklit eder, fakat gerçekte ne yaptığını bilmez, taklid derdiyle her felakete atılır, sevkedilir, gayet çirkin, suratsız bir maskaralık örneği veya domuz gibi canavar, boynu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her kötülüğü yapar, her pisliği yer, derisi bile debâğat (tabaklama) kabul etmez, çirkin, nefret edilen, kahredilmiş bir cinayet ve alçaklık timsali olur giderler. (Tağutun mânâsı için Bakara sûresinin 256. âyetine bkz.) "Tağut'a taptı". "Abede = " fiil-i mazi olarak veya 'ye mâtuf olup demektir. Fakat Hamze kırâetinde = bâ'nın zammı (ötrüsü) ile ve = te'nin cerri (esresi) ile izafî terkip (isim tamlaması) olarak şeklinde okunur ki, bu şekilde de "kırade" ve "hanâzir"e mâtûftur. "yekuz" vezninde sıfattır.
61-Bunlar, ey müminler size geldikleri zaman "inandık" derler, inanmış görünürler, halbuki kâfir girer, kâfir çıkarlar. Gönüllerinde ne küfürler, ne fesatlar gizlerler ve düşünmezler ki, bu gizledikleri küfür ve münafıklıktan Allah gafil değil, onları kendilerinden daha çok bilir.
62-Ey Muhammed veya ey muhatap bunların hepsi değil, fakat çoğunu görürsün ki günah, düşmanlık, haramı yemek, bu üçüne devamlı koşarlar, atılırlar ki yalancılık, küfürbazlık etmek, zulmetmek düşmanlığın; rüşvet de suht (haram)ın en açık misallerindendir. (Bkz: Mâide, 5/42) Bu yaptıkları amel ne kadar kötüdür.
63- Rabbânîler yani başlarında rabbânîlik iddiasında bulunan âmirleri, politikacıları ve ahbâr denilen âlimleri bunları yalan söylemekten ve haram yemekten yasaklasalar ya! Fakat yasaklamıyorlar, en az susmakla olsun destekliyorlar. Her halde bu işledikleri çok fena bir sanat. Demek ki bunlar bunu sanat edinmişler, çok çirkin bir siyaset sanatına düşmüşlerdir. Ve bütün sorumluluğun esası bunlardadır. Ve halkın ahlâkını, dinini bozan bunlardır. Tağut bunların içindedir. Ve anlaşılıyor ki, zâhitlerin sorumluluğu, âlimlerden daha öncedir. Âlimler demişlerdir ki, Kur'ân'da âlimleri tevbih eden (azarlayan) âyetler içinde en şiddetlisi, en korkuncu budur. İbnü Mubârek hazretleri de bu âyetin içeriğini şu beytiyle ifade etmiştir.
64-"Dini en çok bozanlar melikler, kötü bilginler (hahamlar) ve din adamları (papazlar) dır." Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, sıkıdır, dediler. Bu söz, mahcûr (kullanılmaktan menedilmiş)dur, bağlıdır, dilediği gibi tasarrufa yetkili değildir, her istediğini yapamaz ve şu halde istediği gibi infak ve ihsan da edemez, dardır, bol rızık veremez demek olduğu gibi, eli sıkıdır, tabiatında cimrilik ve tutmak vardır, vermek istemez, isteyemez demek de olabilir. Yani ya doğrudan doğruya cömertliğin inkârı veya kudretin inkârı ile beraber cömertliğin inkârından kinayedir. Arap dilinde "gulliyet" deyimi, cimrilik ve pintilikten; "bast-ı yed" de el açıklığı gibi cömertlik ve keremden kinaye olur. Ve onun için hakikaten el bulunmayan yerde de kullanılır. Dilimizde "eli bağlı" demek, "el darlığı" gibi bir darlık, fakirlik veya aciz olma ve engel mânâsı ifade eder. El sıkılığı ise, esasen yine darlıktan alınmış olmakla beraber bu mânâ düşünülmeksizin servet ve kudreti de varken doğrudan doğruya cimrilik ve yaratılıştan pintiliği ifade eder. Çünkü kinâyeler, ya bir mertebe veya mertebelerle gerekli yerlerde kullanmak demektir. Arapça "gulliyet" ise, her iki mânâya müsaittir. Nitekim "Elini boynuna asıp bağlama" (İsrâ, 17/29) âyetinde el sıkılığı de de el bağlılığı 'zaruret' ve sıkıntılı mânâsınadır. Yahudiler derken, eli, hem bağlı, hem sıkı mânâsını kastetmişler ki, cevapta "hayır, onun eli açıktır, dilediğine infak eder" buyurulmuş, hem kudret ve hem tam irade ile cömertlik isbat olunmuştur. Şu halde yahudilerin bu sözü, "Allah her istediğini yapamaz ve her istediğini veremez, onun için bol bol rızık da veremez, yoksa yahudilere hiç darlık çektirmez, her şeyi ihsan ederdi" meâlinde olduğu anlaşılıyor.
İbnü Abbas, İkrime ve Dahhâk demişlerdir ki, önce bolluk ve ucuzluk içinde bulunan ve hatta bulundukları yerlerde halkın en zengini olan yahudilerin sonradan Allah'a isyanları yüzünden darlığa ve sıkıntıya düşmüş olmalarından dolayı, bu sözü Finhas b. Azura söylemiş ve bu âyet bu sebeple inmiştir. Mukâtil ise İbnü Suriye ve Azir b. Ebî Azir'in de Finhas ile beraber olduklarını ve hatta istikraz (ödünç para alma) âyetlerine karşı, "Muhakkak Allah fakirdir, biz ise zenginiz" (Âl-i İmran, 3/181) dedikleri gibi Bühtünnassar ve hıristiyanlar tarafından Beyt-i Makdis'in tahribi olaylarına da: "Eğer Allah'ın eli bağlı olmasaydı bunları bizden men ederdi" dediklerini riva-yet etmiştir. Yahudilerin bu sözü Resululllah'ın ashâbının çok fakirlik ve ihtiyaç içinde bulundukları sırada: "Muhammed'in Allah'ı fakir, eli bağlıdır, onun için onları sıkıntıdan kurtaramıyor" şeklinde müslümanlarla alay etmek için söylemiş olmaları ihtimali de söylenmiştir. Âyette bunun zâhitlerin ve bilginlerin sanatlarını kınamanın hemen akabinde söylenmiş olması sebebiyle sözün gelişi (siyakı) bize şunu işaret ediyor ki, bu sözün yahudilerin bilginleri tarafından söylenmiş olması itibariyle hepsine nisbet edilmiştir. Ve demek oluyor ki, bu söz yahudilerin inanç ve ahlâklarıyla ilgili bir düstur mahiyetinde özetlenmiş ve herkesin anlayabileceği bir ifade ile anlatılmıştır. Buna göre bunda başlıca iki mesele vardır: Birisi, sonraki yahudilerin Allah'ın hakkındaki felsefi görüşleri; diğeri de buna bağlı olarak ahlâk ve iktisatta tutturdukları cimrilik ve pintilik düsturları ki, bunlar yukarda anılan kötülüklerin sebeplerinden en önemlisini teşkil eder. Demek oluyor ki, yahudi bilginleri sonradan tabiat (huy) ve icab (gerekircilik) nazariye (görüş)sine saparak Allah Teâlâ'nın tam mânâsıyla istediğini yapabilen (fâil-i muhtar) olmadığı ve ilâhî kudret ve iradenin tabiat kanunları ile bağımlı ve mahdut olup onun üstüne çıkamayacağı, diğer deyimle Allah kâinatı yarattıktan sonra artık dinlenmeye çekilip hüküm ve kudretini "biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" dedikleri gibi, yarattıklarına tevdi etmiş olmakla, onlara dilediği gibi sevap veremeyeceği ve ceza yapamayacağı ve bu şekilde eli bağlanmış, lutuf ve ihsanı gayet daralmış olduğu ve böylece yahudilerin bunu böyle bilip gereğince her hususta cimrilik ve pintiliği iktisat kanunu edinmeleri gerektiği fikrine düşmüşler ve bu fikir altında Allah'ın hem rahmetinden ümitsiz ve hem gazabından emin olarak o fena sanata girmişler, kısacası "Allah'ın eli bağlıdır" demişler. Kendi elleri bağlanmış da öyle söylemişler ve söyledikleriyle lanetlenmişlerdir. Elleri bağlansın ve sözleriyle lanet olunsunlar!. Bu kısım, ya bu sözlerinin sebep ve sonuçlarını haber vermek veya bu sebeple aleyhlerine dua etmeyi öğreten ve telkin eden bir inşa (dilek)dır.
Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. Yed-i cemâli (cemâl eli) de açık, yed-i celâli (celâl eli) de. Hâşâ o cimri değil, mutlak cömerttir, âciz değil, mutlak kâdir (güçlü)dir. Nasıl dilerse öyle verir, isterse verir, isterse vermez; isterse az verir, isterse çok; isterse hesap ile verir, isterse hesapsız; isterse sebep ile verir, isterse sebepsiz; hem zengin, kerim, hem mutlak kâdir; hem isteğini yapan, hem mutlak rızık vericidir. Ne vermeye mecburdur ne vermemeye; ne vermekle zenginliği tükenir, ne vermemekle cimri olması gerekir. Ne kudretini kanıtlayacak bir güç vardır, ne de iradesini yasaklayacak bir kanun. Kudretleri sınırlayan kayıtlar, iradeleri zorlayan kanunlar Allah üzerinde değil, ancak ve ancak yaratıklar üzerinde hâkimdir. Onların sınırlarından çıkmaya yol bulamayacak olanlar yaratıcı değil, yaratık olanlardır. (Bu konuda Bakara 2/212; Al-i İmrân, 3/26-27; Nûr, 24/38; İsrâ', 17/30; Sebe', 34/36; Zümer, 39/52; Şûrâ, 42/12, 27; Talâk, 65/2-3; Zâriyât, 51/58 âyetlerinin tefsirine bkz.)
TENBİH: Biraz önce işaret ettiğimiz üzere dilimizde "filanın eli açık" denildiği zaman bilinir ki bu tabirlerde "el" kelimesinin müfred (tekil) olarak bir mânâsı kastedilmez ve "eli açık" terkibi bütünüyle bir kelime gibi mânâsından mecaz, daha doğrusu kinâye olur. Hakiki mânâ mümkün olsa bile düşünülmez. Sahî, cömert olan kimsenin iyilik etme ve verme sırasında daima elini uzatıp açmakta ve herkes ondan alacağını almakta olması gibi esasa ait kullanmaya sebep olan gerekli şey kimsenin hatırına gelmez. Hatta o derecedeki bazan hakiki mânâ mümkün bile olmaz. Mesela iki kolu dibinden kesilmiş olan bir kimse bile gerçekte cömert olursa ona "eli açık" denir. İşte Arapçada "eli açıktır" da tıpkı böyledir. "İki eli açıktır" ise bunun tekit ile mubalağasıdır ki, kendisinde cimrilikten asla eser olmayıp devamlı ve son derece vergili olduğunu ifade eder. Ve bunlarda "yed" (el) kelimesinin ne tekil ne tesniyesi (ikili)nde özel bir mânâ asla kastedilmiş veya düşünülmüş değildir. Ve bunun Arap dilinde birçok misalleri vardır. Mesela: "İki elin açılması koruya bol bir yağmur verdi. Dereleri ve tepeleri de onun nimetine şükretti." diyen şairin derelerinin, tepelerinin feryadını şükredilmiş kılan kuvvetli bir yağmuru koruya ihsan eden tabirinde asla "el" tasavvur etmeyip, sırf nimeti yaymayı kasteddiği şüphesizdir. Aynı şekilde Lebid: "Soğuğun yuları poyrazın elinde olunca rüzgar sabahı bir ağırlık görür." diye soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgar sabahı, mücerred (soyut) bir temsilî istiâre ile poyrazın tesirini ve soğuğun şiddetini anlatmıştır. Demek ki "rüzgar gibi el" tasavvuru, mümkün olmayan şeylere bile dilde el isnadı ve hatta müfret bir mânâ kastedilmeyerek isnadı pek çoktur. İşte yüksek nazmında da mânâsıyla cömertliği tekit edilmiş yüksek kudret ve kâmil irade kastedilmiş olduğundan "yed"in ne hakiki, ne hakiki olmayan hiçbir mânâsı düşünülmeyerek tamlamanın toplamından kinayeye ait bir mânâ kastedildiğinde tereddüde yer yoktur. Ancak bundan "yed"in bilinen mânâsı düşünülmeksizin (Allah'ın eli) denilmesinin yasaklanmış olmayıp caiz ve meşru olduğu anlaşılır. Hakikatte Allah'a "el" nisbet eden birçok âyet ve hadis vardır ki, bunların bazısı, sayı beyan olunmaksızın "Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." (Feth, 48/10), âyeti ve "Allah'ın eli toplumla beraberdir.", hadisi gibi mutlaktır. Bu âyet, aynı şekilde "(Allah) dedi ki: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimde) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?' (Sâd, 38/75) âyeti "Allah'ın iki eli de sağdır." hadisi gibi bazısında "iki yed" (iki el) zikredilmiştir. Bazısında da çoğul gelmiştir "Ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık" (Yasîn, 36/71) âyeti gibi. Bunlardan ise bir akaid (inanç) meselesi hasıl olmuştur. Selef âlimleri demişlerdir ki, "Kur'ân'da Allah'a yed (el) isnat edilmiş olduğu ve "Zatına benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 42/11) gereğince yedullah (Allah'ın eli)ın bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da akıl ve nakil gereğince bilindiği için, biz 'Allah'ın yedi (eli) vardır' diye iman eder ve hakikatini Allah'ın ilmine bırakırız, yorumuna kalkışmayız...". Yani bunu müteşabihlerden tanımışlar ve "O (Kur'ân)ın tevilini ancak Allah bilir" (Âli İmrân, 3/7) demişlerdir. Fakat sonradan bazı Mücessime mezhebinde olanlar ortaya çıktığı için, Kelam âlimleri bunların muhkem âyetlere göre her birini makamına uygun bir mânâ ile yorum ve izahını caiz görmüşlerdir.
Arap dilinde (el) kelimesi çeşitli şekillerde kullanılagelmiştir:
1. Bilinen özel uzvun ismi ki kâh bileğe ve kâh koltuğa kadar söylenir.
2. Nimet mânâsınadır ki çoğulunda kullanılır. "Yanımda filanın nimeti çoğaldı." "Filanın bende bir nimeti var ki onun üzerine kendisine teşekkür ediyorum." denilir. Dilimizde bu mânâ pek bilinmemektedir. Fakat "efendim elinizin altında yaşıyayım" denildiği zaman da nimetiniz ve yardımınız sayesinde demek olur.
3. Kuvvet ve kudret mânâsınadır. Nitekim "kuvvetlerin ve akılların sahibi" diye tefsir edilmiştir. Sîbeveyh'in naklettiği üzere araplar derler ki, maksat tam kudreti inkâr etmektir. Yani "Senin buna pek kudretin yoktur" demektir. Dilimizde de bu mânâ çok bilinir. Mesela "El, elden üstündür arşa varıncaya kadar" denilir ki, "Kudret, kudretten üstündür, ancak Allah'ın kudretinin üstünde hiçbir kudret yoktur" demektir. Aynı şekilde, "Filanın bunda eli var, yahut parmağı var" denildiği zaman da tesiri, etkisi var demektir ki, bu da kudret mânâsına aynı köktendir. Bu cümleden olmak üzere dilimizde "el", âlet ve iş yapma aracı mânâsına da kullanılır, "Bu işte filanın eli filandır; filan, filanın eli ayağıdır" denildiği zaman bu mânâ kastedilir. Bu kullanma şekli, Arapça'da da yok değildir.
4. "Mülk" mânâsınadır. "Şu arazi filanın yedindedir" denilir ki, mülkiyeti altında veya tasarrufundadır, demek olur. Nitekim "Nikah bağı elinde bulunan erkek" (Bakara, 2/237) demek, nikahı akdetmek selahiyetine sahip olan demektir.
5. Yardımın ve özelleştirmenin şiddeti mânâsınadır ki, "Ben bunu elimle yaptım" demek, "kendim yaptım" demek olduğu gibi, "İtina ettim, çok özel şekilde önem verdim, şu halde bence büyük bir kıymeti vardır" demek de olur. Âdem hakkında "Kendi iki elimle yarattığım" (Sâd, 38/75) buyurulması bu cihetle bir özel şerefi beyandır.
İşte Allah Teâlâ'ya nisbet edilen "yed" de birincideki mânâdan başka hepsi için düşünülmesi mümkündür. Ebu'l- Hasen el-Eş'arî (Allah ona rahmet eylesin) bazı sözlerinde demiştir ki, "Yedullah (Allah'ın eli), zâtullah (Allah'ın zâtı) ile kâim bir sıfattır ki kudretten başkadır. Ve ıstıfa (seçme) yoluyla tekvin (yaratma) bunun şanındandır". Fakat Eş'arî'nin, tekvîn sıfatını kudret sıfatına dönüştürdüğüne göre böyle demesi, yed (el) mutlak kudret değil, bir özel kudrettir mânâsına kabul edilebilir. Âlimlerin çoğu da Allah Teâlâ hakkında yed (el)in, kudretten veya nimetten ibaret olduğunu söylemişlerdir. Fakat "hayır, onun iki eli açıktır" da bu konuların cereyan etmesine hiç de lüzum yoktur. Zira bu, yahudilerin kinayesine yine kinâye ile - bilindiği üzere- bir cevap olduğu için, bunun yorumu bilinemeyecek olan müteşabihlerden olmadığı ve şu halde buradaki "yed" (el) den bu mânâların hiçbiri düşünülmeyerek cömertlik ve kudretin doğrudan doğruya tamlamadan kinâî mânâ olmak üzere anlaşıldığı unutulmamalıdır. Ve bundan dolayı burada, "Allah'ın iki kudreti ne demektir? " diye bir soruya da yer yoktur. Çünkü tesniye (ikil), yukarda hatırlatıldığı üzere, cümlenin mânâsına göre sırf mubâlâğa ve tekit içindir. Bununla beraber "Allah'ın iki eli de sağdır." hadisinde olduğu gibi burada da "yed" (el)in kinâyeden vazgeçerek mânâsını düşünmek gerekirse iki "yed"in biri "açık el", biri de "kapalı el" olmak üzere ilâhî kudretin cemâl ve celâli durumlarını anlamak gerekir. Nitekim celâl eserini göstermek üzere buyuruluyor ki: Ve her halde Rabbinden sana indirilen bu Kur'ân âyetleri o yahudilerden birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır. Bundan sonra bunlar tağutluk (şeytanlık)ta daha ileri gideceklerdir. Çünkü laneti haketmiş olanlar "Allah onların kalblerini temizlemeyi istemedi." (Mâide, 5/41) hükmüne mahkum olmuş zalimlerdir. Kur'ân'ın fiilî hidayeti ise muttakiler ve müminler içindir. "Muttakiler için yol göstericidir" (Bakara, 2/2); "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir." (Bakara, 2/26); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. (Ama Kur'ân) zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsrâ', 17/82). Fakat bunların küfür ve taşkınlığından endişeye de yer yoktur. Çünkü "biz onların arasına, kıyamete kadar düşmanlık ve kin atmışız" dır. Bunun için "ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür." Şu halde bunlar hiç bir zaman hakiki bir kuvvet ve üstünlük bulamazlar. Yeryüzünde daima fesat çıkarmaya çalışır dururlar. Allah ise fesatçıları sevmez, fesatçılığa koşanların cezasını verir. Ve vermek için yed-i kudreti (kudret eli) bağlı değildir. Onlara lanet eder, sıkıştırır ve azab eder de eder. Bununla beraber yed-i rahmeti (rahmet eli) de bağlı değildir.
65-Bunun için Kitap ehli fesatçılığa koşmaktan tevbekâr olup iman etseler ve layıkıyla korunsalar, fesattan sakınıp rahmet eline talip olsalardı, bütün kötülüklerini - istedikleri gibi- kendilerinden muhakkak örter, onları ebedî nimet cennetlerine koyar mesut ederdik.
66- Bunlar iman edip Tevrat ve İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen diğer kitapları ve âyetleri ikame etseler, yani her türlü tahriften uzak olarak gözlerinin önüne dikip hiç birinden nasiplerini unutmaksızın bunların içermiş olduğu ilâhî anlaşmaları yerine getirseler ve bu şekilde muttakî olsalardı -ki o zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğine iman etmiş olacaklardı- bu takdirde hem üstlerinden ve hem ayaklarının altından yiyecekler, her taraflarından Allah'ın nimetine garkolacaklardı da, sıkıntılar içinde kalıp cimrilik ve pintilik derdiyle "Allah'ın eli bağlıdır" demeyecekler, lanet ve gazaba layık olmayacaklar, hem ahiret ve hem dünya saadetine ereceklerdi. Bunlara Tevrat ve İncil'den başka "kendilerine Rablerinden indirilen" den maksad, diğer peygamberlere inmiş olan Şa'ya Kitabı, Habbuk Kitabı, Dâniyel Kitabı gibi Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderileceğinin müjdeleriyle dolu bulunan kitaplar ve Kur'ân'da bu âyetler gibi kitap ehline hitap ederek indirilen âyetlerdir. in birçok mânâlara ihtimâli vardır:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Birincisi: Yalnız alt - üst değil, her yönde bolluktan kinâyedir ki; hiçbir yönden yoksulluk görmeyecek, baştan ayağa nimete gark olarak devamlı nimetleneceklerdi demek olur.
İkincisi: Yukarıdan yemek, yağmur ve diğerleri gibi gökten gelenlerden istifade etmek; ayak altından yemek yeryüzüne ait mahsullerden faydalanmaktır.
Üçüncüsü: Yukardan yemek, ağaçların meyvelerine; aşağıdan yemek de ekilmiş olanlara işaret olabilir.
Dördüncüsü: Yukardan yemek, çalışmaksızın ihsan olunacak Rabbânî mevhibeler (bağışlar); ayaklarının altından yemek de çalışıp çabalamakla kazanılacak nimetleri ifade eder.
Beşincisi: Üstten yemek, devletin elde ettiği ve bölüştürdüğü genel menfaatlere; alttan yemek de şahsî teşebbüs ile olan ferdî üretime delalet edebilir.
Altıncısı: "ahitleri ifâ edin" emrini yerine getirip, size nimetimi tamamladım" hitabıyla ve "üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın" uyarmasına muhatap olan müslümanların, o zaman zaruretten kurtularak nâil oldukları saadet haline işaretle, bu saadetten mahrum kalanların gıbta (imrenme)larını harekete geçirme mânâsı düşünülebilir.
Yedincisi: Bunlardan başka ahiretteki naîm cennetlerinin nimetlenme şeklini de bir tasvirdir.
Fakat bunlar, böyle iman ve ittikâ ile bunları hakkıyla yerine getirmediler içlerinde muktesid, yani mutedil (orta yolu tutan) bir ümmet, bir toplum var, fakat az. Halbuki onların çoğu -yukarda gördüğünüz üzere- ne fena şeyler, ne çirkin işler yapıyorlar!.. Şu halde toplumun tümüne azınlığın celbedebileceği saadeti, çoğunluğun celbettiği felaket yok ediyor.
"Bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize ulaşır)" (Enfal, 8/25) âyetinin delaleti ortaya çıkıyor. Hepsinde eli açıklık yerine, pintilik vuku buluyor. O halde bu azınlık, o çoğunluktan her yönden ilgisini kesmelidir ki, bu ortaklıktan kurtulmuş olsunlar. Kısaca Allah'ın rahmet eli de açıktır, gazap eli de. Ve bütün bu rahmet ve gazap hükümleri başka hiç bir zorlayıcı şart olmaksızın sırf Allah'ın sübhânî iradesidir. Ve bunlara mahkum olan Allah değil, kullardır. Bununla beraber kullar da istemekte serbesttir. Şu halde kullar bunun hangisini ister ve hangisinin yoluna koşarsa ona ulaşır. Rahmet eline koşan onu daima açık, dilediği gibi rahmet saçıyor bulur. Gazap eline koşan da onun daima açık, dilediği gibi gazap saçıyor bulur. İkisi de sağ, ikisi de kuvvetlidir.
İKTİSAD : Lugatte "işte ölçülü olma" demektir ki "kasd" den alınmıştır. çünkü istediğini iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden doğru bir şekilde kasteder. İstediğinin yerini ve mevkisini bilemeyen ise şaşkınlık içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple iktisad, maksada sebep olan amel (iş) demek olmuştur. Maliyeye ait işlerdeki iktisadın da esası budur. Buradaki "ümmet-i mukteside (orta yollu, ölçülü ümmet) hakkında tefsirciler iki görüş naklediyorlar:
Birine göre maksad, yahudilerden Abdullah b. Selâm, hıristiyanlardan Necâşî gibi kitap ehli arasından Resulullah'a iman edenlerdir. Diğerine göre de "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder" (Âl-i İmran, 3/75) âyetinin delaleti üzere kitap ehli içinde kendi dinlerinde adaletli ve doğru olan ve Resulullah'a iman etmemiş olmakla beraber şiddetli inat ve kızgınlığı bulunmayıp, ölçülü ve tarafsız bulunan kimselerdir ki, öncekiler de bu gibilerden ortaya çıkar. Bizce de açık olan ikincisidir. Zira öncekine göre kevn-i sâbık (geçmiş oluş) la mecaza yüklenmiş olması gerekecektir.
67-Şimdi ey o Kitap ehlinin kitaplarında müjdelenmiş olan ve onların iman etmeleri gereken Resulüm Muhammed! Sen onlar içinde orta yolu tutanların azlığına ve fâsıkların çokluğuna bakma ve o fâsık ve fesatçıların çoğu sana bir zarar yapabileceklerinden korkma da Rabbından sana indirilenin -acı tatlı- hepsini tebliğ et.
Rivayet ediliyor ki Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ beni peygamberlik göreviyle gönderdi. Bundan dolayı çok sıkıldım ve görüyorum ki insanlar beni yalanlıyorlar. Yahudiler, hıristiyanlar, Kureyşliler korkutuyorlar. Ne zaman ki Allah, 'Peygamberlik görevlerini tamamen tebliğ etmezsen seni cezalandırırım.' dedi, korku da tamamen ortadan kalktı". Eğer böyle yapmazsan, yani sana tebliğ edilmek için indirilenleri tebliğ etmezsen Allah'ın peygamberlik görevini, elçiliğini ifâ etmemiş olursun. Nâfi kırâetinde, çoğul olarak şeklinde okunduğuna göre, Allah'ın elçilik görevlerini tamamen yerine getirmemiş, vazifeni yapmamış olursun. Allah ise seni insanlardan tamamen koruyacak. Çünkü muhakkak ki Allah kâfirler gürûhunu gayelerine ulaştırmayacak, sana karşı herhangi bir sû-i kast yapmaya kalkışacak olanların herhalde kâfirlerden olacağında şüphe yoktur. Şu halde Allah seni -her halde- insanlardan korur ve muhafaza eder. Fakat hiçbir kimseyi Allah'ın azabından koruyacak bir muhafız yoktur.
68-Onun için peygamberlik görevini tamamen yerine getir ve hiç kimseden çekinmeyerek de ki: ey kitap ehli, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz, yani diyânetiniz yok, din adını verdiğiniz, gittiğiniz yol hiçbir şey değildir. Tâ ki Tevrat'ı ve İncil'i ve rabbinizden size indirilenlerin hepsini -ki Kur'ân ve Kur'ân'ın bu âyeti de bu cümledendir- ikame edesiniz, bunlara hakkıyle riayet edesiniz. Mukaddem (önce gelen)i, sonra gelenin tasdikinden geçirerek toplamının sonucuna göre Allah'ın ahidlerini ve sözleşmelerini tanıyıp yerine getiresiniz. İşte o zaman bir şey üzerinde bulunmuş, bir dine sahip olmuş olursunuz. Yoksa bu gidişiniz dinsizlikten, yolsuzluktan başka bir şey değildir. Ey Muhammed, bunu hiç sakınmadan söyle ve bununla beraber emin ol ki Rabb'inden sana indirilen ve hak olduğunda hiç şüphe bulunmayan bu âyet de onların çoğunun -bu cümleden olarak bilgin ve reislerinin- taşkınlık ve küfürlerini artıracaktır. Fakat bundan dolayı kâfirler gürûhuna karşı gam yeme (üzülme). Ve bu hak tebliğ, içlerinde bir azınlık da olsa hakkı tanımak kabiliyetinde bulunan orta ümmete faydalı olabilir. Çünkü:
69- Şunda şüphe yoktur ki bütün iman edenler, yani münafıklar da dahil olmak üzere görünüşte iman etmiş olan, müslüman adını taşıyanlar, yahudi olanlar, aynı şekilde sâbiîler (yıldızlara tapanlar) hıristiyanlar, bütün bunlardan, her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman edip imanının gereğine yaraşır güzel işler yaparsa, bunlara ne bir korku vardır, ne de bunlar üzülürler. Görülüyor ki bir benzeri Bakara sûresinde geçen bu âyette önce iman edenler ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler diye dört sınıf zikredilmiş ve bu şekilde yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler, müminlere karşılık ve şu halde müminden başka olarak gösterilmiş ve sonra Allah'a ve ahirete iman edip güzel amel yapanların korku ve hüzünden kesin olarak âzâde olacakları da müjdelenmiştir. Bundan ise bu vaad ve müjdenin bu dört sınıftan ancak müminlere mahsus olduğu ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler bu üçünün bu müjdeden hariç bulundukları ve bununla beraber bunlar da iman ederlerse müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları ve şu halde bunların da ümitsiz olmayıp hemen tevbekâr olarak iman ve güzel amel yapmaya girişmelerinin lüzumu anlaşılacağı açıktır. Zira "mümin ve mümin olmayan her kim mümin ise bahtiyardır" denilince bu bahtiyarlık mümine tahsis edilmiş ve mümin olmayan istisna edilmiş olur. Ve "mümin ve mümin olmayan her kim mümin olursa bahtiyar olur" denildiği zaman da mümin olmayana iman teklif edilmiş ve bu şart ile ona da bahtiyarlık vaadolunmuş olur. İşte bu âyetin gayet açık ve âşikâr olan mânâsı ve sevkedildiği yönü (mâ sîka lehi) budur. Ve bunun içindir ki, yukarda olduğu gibi, bundan sonraki âyetlerde de bu üç sınıfın küfürleri ve iman kabiliyetleri açıklanmıştır. Bundan başka müminlerin, önce yahudi, hıristiyan ve sâbiîler ile bir tarzda zikredilip bir araya getirilip de sonradan hepsine birden "Allah'a, ahiret gününe inanan" diye şartlı kazıyye (önerme) ile hükmolunmasında başka nükteler de vardır:
Birinci olarak, müminlere de gösteriliyor ki ahirette korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, yalnız zahirî (açıktan) iman ile hasıl olmaz. Müslümanlık zahiren mümin görünmekten ibaret değildir. Zahirî bir müslümanlığın, yahudilik, hıristiyanlık ve sâbiîlikten büyük bir farkı yoktur. Korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, dıştan ve içten tekit edilmiş, artırılmış hakiki bir iman ve bununla beraber salih amele bağlanmıştır. Hakiki iman olmadan güzel amel, dünya için faydalı olsa bile ahiret için faydalı olmaz. Sonra, güzel amel olmadan sadece hakiki iman mümkün ise de kamil (tam) olmaz; ebedî azabtan kurtarsa bile, mutlak korku ve hüzünden kurtarmaz. Çünkü âsî müminlere de azab vardır. Ve en azından muhtemeldir. Şu halde dinin kesin müjdesi hakiki iman ile güzel amelin birleşmesindedir. Gerçek imanın ilk esası Allah'a ve ahiret sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak inanmaktır. Ve yukardan beri anlaşıldığı üzere Allah'a gerçekten inanmak da Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği her şeye, her doğruya, her hükme gönderdiği ve inzal ettiği şekilde inanmakla mümkün olur ki, bu indirilenler zaman zaman artar ve gelişir ve Allah'a ciddi olarak inanan hepsine inanır. Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve amel edip edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle etmeyenlerin hesabı görülüp mükafat ve cezalarının verileceğine ciddî bir şekilde inanmaktır. Nitekim Bakara sûresinin başında "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (Bakara, 2/4) ve Nisâ sûresinde "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (Nisâ', 4/136) buyurulmuştur. Salih (güzel) amele gelince, bu da Allah'a ve ahirete imanın gereğine göre ve Allah'ın indirdiği ve gönderdiği delillere ve hükümlere, haber vermeye ve isteğe uygun olarak tam ihlas (samimiyet )ve hüsn-i niyyet (iyi niyet) ile Allah'ın hoşnut olacağı güzel ameller yapmaktır. Bunun içindir ki bundan önceki âyette buyurulmuş ve yalnız Tevrat ve İncil'in ikamesi (hükümlerinin yerine getirilmesi) bile bu konuda yeterli olmadığı ve Allah tarafından bütün indirilenlerin yerine getirilmesi istendiği anlaşılmıştı. Şu halde, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar" âyetinin mazmûnunun sonucu,
"Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbının yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 2/112) âyetinin içerdiği mânânın aynıdır. Ve nitekim Bakara sûresinin âyeti bu mânâ ile özetlenmiştir.
İkinci olarak gösteriliyor ki, Allah'ın hükümlerinde dünyaya ve ahirete ait iki değer ve bunlar da biri zahirî (açık) ve siyasî, biri de hakikî ve tam mânâsıyla dinî iki manzara vardır ki, birisi "muhakkak iman edenler", diğeri de "kim Allah'a inanırsa" ile ifade edilmiştir. Zahirî ve siyasî görüş açısından İslâm hükmü altında müslüman ve gayri müslim toplanır. Bu yönden zahirî müminlerin, yahudi, hıristiyan ve sâbiîlerden büyük bir farkları yoktur. İslâm siyasetinde her biri mensûb oldukları dinleriyle tanınır, din hürriyetlerine riayet edilir, o dâirede özel varlıkları gözetilir, müslüman olmaları için zorlanmaz, inançlarına karışılmaz, kendi dinleriyle başbaşa bırakılırlar. Din açısından her biri inançlarına göre Tevrat ehli Tevrat'a; İncil ehli incil'e; öbürleri de itikatlarına bırakılır, müslüman da müslümanlığına sevkedilir. Ahkam (hükümler) ve dünyaya ait muameleler açısından ise hepsi "Bizim lehimize olan onların da lehine, aleyhimize olan da onların aleyhinedir" sözünün delaleti üzere hukuk ve görevlerde eşit ve aynı anayasaya tâbi tutulur. Bundan dolayı vazifesine riayet eden bu mümin olmayan kişi, bir mümin gibi veya ondan daha çok dünyaya ait hazzı (nasibi) alabilir. Şu halde İslâm'ın vaad ettiği mutlak saadet yalnız bu yönden değil, ahiret ve akıbet (sonuç) itibariyledir. Çünkü sonunda kendini tamamen kurtaracak, korku ve hüzünden kurtulacak olanlar zâhir (dış)i ve bâtın (içi)ı mükemmel gerçek mümin ve müslüman olanlardır. Ve işte zahire göre eşitlik, hakikat ve akıbete göre farklılık ifade eden bu nokta İslâm hükmü altında bulunan yahudi, hıristiyan ve sâbiîlere dünyada müslümanlarla beraber eşitlik, adalet, hürriyet vaadiyle bir müjdeyi ve görünüşte müslümanlara bir inzar (korkutmay)ı ve gerçek müslümanlara da bir mutlak müjdeyi içine alır. Ve şu halde âyetin birinci kısmı İslâm şeriatının dünyaya ait hükümlerini özetleyen siyasî ve sosyal bir değeri, ikinci kısmı da tam mânâsıyla dinî hükmü özetleyen mutlak bir değeri göstermekte ve o siyaseti, böyle hakikî bir imanın devam edeceğini göstermektedir. Bakara sûresinde İslâm devletinin tamamen kurulmadan önce "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım" (Bakara, 2/40) emrine uygun olarak yapılan bu vaad ve müjde Mekke'nin fethi ile İslâm devletinin tamamen kurulmasından sonra, bu Mâide sûresi âyetiyle "akitleri yerine getirin" emrine ekli olarak sözlü ve fiilî olarak tekit ve tesbit edilmiştir. Ve bu tekit ve kararlaşmadan başka iki âyet arasında esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Gerçi Bakara sûresi âyetindeki "Rableri katında onların mükafatı vardır." (Bakara, 2/62) kısmı burada zikredilmemiştir. Fakat "onlara ne bir korku vardır, ne de üzülürler." bunu gerektirdiğinden öncekindeki açıklamaya dayanarak burada icaz olunması (kısaca anlatılması) ayrı bir mânâ ifade etmez. Bir de orada atf-ı müfred kabilinden "yâ" ile mansûb ve "nesarâ"dan sonra geldiği halde, burada "kezâlik" (aynı şekilde) meâlinde atf-ı cümle takdirinde "vâv" ile merfû, "nesârâ"dan önce zikrolunmuştur. Bu da gibi bir i'râb farkından ibarettir ki, kelimenin esas mânâsında bir farkı gerektirici değildir. Şu halde "sâbiîn" ne ise "sabiûn" da odur. İkisi de sâbiîler demektir. Bundan nihayet sâbiîlerin yahudi ve hıristiyanlar arasında sebatsız bir halde bulunduklarına veya hıristiyanlarda da bir çeşit sâbiîlik bulunduğuna bir işaret olabilir. Fakat bundan dolayı bu iki cümlenin veya âyetin mânâlarında ve hükümlerinde bir fark da lazım gelmez.
Bu açıklama ve hatırlatmaya sebep şudur:
Kur'ân'ın Fransızca tercemesinde Kazimireski bu i'rab farkı yerine bir nisbet (ölçü) farkı koyarak Bakara sûresi âyetindeki çoğulunu "sabeinler= les sabeites" diye ve bu "Mâide" âyetindeki çoğulunu da "sabeenler=les sabeens" diye terceme ederek iki âyeti farklı gibi ifade etmiş ve sonra dipnotunda "Sabiîler müteassıb (tutucu) hıristiyanlardır ki bunları yıldızlara tapan ve şu halde müşrik olan sabiînlerle karıştırmamak gerekir." diye bir de hatırlatma yapmıştır. Gerçi ilerde göreceğimiz üzere sâbiîn adı altında biri kitap ehli, biri müşrik iki sınıf bulunduğu da zikredilmiş olduğuna göre, bu hatırlatma pek esassız değilse de bununla sâbiîni sâbiûndan başka göstermek ve âyetlerden her birini, birine tahsis ederek ayırmak ve terceme etmek doğru değildir. Öncekindeki yahudi ve hıristiyanlar ile ikincisindeki yahudi ve hıristiyan da fark aramak doğru olmadığı gibi, sâbiîn ile sâbiûn da öyledir. Nikah, kurban meseleleri gibi fer'i hükümlere göre kitap ehli ve müşrik ayırımının bir hükmü, bir faydası olabilirse de asıl imana davet eden ve imanın şartlarıyla ilgili bulunan bu gibi âyetlerde bu farkın ve bu hatırlatmanın hükmü yoktur. Çünkü kitap ehli olanlar iman edince kabul edilecek de müşrikler iman ederse reddolunacak değildir. Zira "Her kim Allah'a ve ahirete hakikaten iman eder ve samimiyetle çalışırsa onlara korku ve hüzün yoktur" hüküm cümlesi öyle bir genellemedir ki, zikredilen dört sınıftan başka olmak üzere tasavvur olunabilecek dinli, dinsiz, mecusî, zındık ve diğerleri herhangi bir sınıf ve herhangi bir ferdin iman ettikleri ve güzel amel yaptıları takdirde aynı hükümde dahil olacaklarını beyan etmiştir. Bununla beraber anılan ayırım büsbütün asılsız olmadığı gibi, iki sınıf yine bir hükümde birleşmiş olmak itibariyle iki âyeti birbirine çarpıştıracak çirkin bir hata da değildir. Nihayet her âyetten bağımsız ve birbirini tekit ve onaylama olmak üzere anlaşılacak olan bir mânâyı iki âyet toplamından müşterek olarak ve tekitsiz anlatmak istemiştir. "Zeyd okursa mesut olur, Amr okursa mesut olur" demekle, "Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar, evet Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar" demek arasında bir taaruz (zıtlaşma) bulunmadığı gibi hükümde bir fark da yoktur. Fakat Frenkler bakınız bunu nasıl kötüye kullanmışlardır.
Fransızca "Kur'ân Analyse" (tahlil edilmiş Kur'ân) adında bir eser vardır ki, bunda Fransızlar tarafından Kur'ân'ın Kazimireski tercemesi esas alınarak sûreler, âyetler çeşitli ve birçok konulara göre tahlil edilerek ve bölünerek parçalanmış ve altlarına ara sıra müsteşrikler tarafından bir takım notlarda konulmuş ve mukaddimesinde bu kitabı tertipten maksad müslümanlar üzerine memur olacak Fransızlara müslümanları kitaplarıyla kandırabilmeleri için, Kur'ân'ın içeriğini öğretmek ve özellikle Cezayir müslümanları üzerinde Fransız siyasetine bir hizmet etmek olduğu da açıklanmıştır. Bu eserde bu iki âyet "tolerans" yani musamaha konusu altında toplanmış ve altına şöyle bir dipnot eklenerek denilmiştir ki:
"Eski müslüman müctehitleri bu Bakara sûresi âyetini, beşinci sûre olan Mâide âyeti ile neshedilmiş (kaldırılmış) olmasını istiyorlar. Bu ise mezhep tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır. O birisi, yani Bakara sûresi âyeti, gibi diğer âyet de tolerans hususunda daha yüksek bir ruh ile ispat ediyorlar ki, en az dinî olduğu kadar siyasî bir zat olan Hazreti Muhammed şartların, zamanların, mekanların ve durumların gerekli sonuçlarına uyuyordu. Onun hadisini açıkladıklarını ve anlattıklarını iddia eden ilk müctehidler ise, müminlerin askerî başarılarıyla heyecanlanarak Kur'ân'ın insânî olan verilerini, (mebâdi-i mevhûbesi) ilk verilerini unuttular. Fakat hayli zamandan beri Batı'nın her şeyde kazanmış olduğu üstünlük, İslâm'ın en büyük siyasi mahfillerindeki gururları özel bir şekilde sûkûnete kavuşturdu. Şüphesiz ki diğer imamlar, yani kanun babaları gelecek bu işi tamamlayacaktır..." Böyle demiş ve nihayet: "şimdi Fransa'da yeni bir mezhep kurulmasına girişilmiştir ki, mevcut olan esaslı üç mezhepten daha az ortodoks olmayacaktır" diye bir fıkra da ilave yapılmıştır.
Müslümanları gayret ve ictihad (çalışmay)a sevkeden, fakat müslümanlık için değil, yeni Fransız mezhebine simsarlık etmek için sevketmek isteyen ve siyasî gayelerle kaynaşan bu sözler Frenk eserleriyle meşgul olan heveskâr (hevesli) ve gafil gençler üzerinde yanlış kanaatlar bırakmış olduğu için, biz burada tefsir açısından biraz daha bahsi uzatmak mecburiyetinde bulunuyoruz.
Önce şunu hatırlatalım ki, ne eski, ne yeni, ne müctehid, ne de müctehid olmayan İslâm bilginleri yanında bu iki âyetten birinin birisiyle veya diğer bir âyetle mensuh olmasını isteyen veya tasavvur eden hiçbir kimse yoktur ve olma ihtimali de yoktur. Birçok yerlerde açıkladığımız üzere bütün müctehid imamlar ve önceki sonraki bütün müslüman âlimler şunda ittifak etmişlerdir ki, iman ve itikad (inanç) meseleleri gibi dinin esaslarında ve verdiği haberlerinde nesih mümkün ve düşünülmüş değildir. Bu noktada İslâm ve Kur'ân, kendinden öncesini neshedici değil, tasdik edici, teyit edici ve düzelticidir. Evet, nesih de bir gerçek, bir kanundur. Neshi inkâr etmek, yaratılışdaki değişimleri inkâr etmek veya âlemde değişimlerin kanunsuzluğunu iddia etmek gibi bir bilgisizlikten başka bir şey değildir. Neshi inkâr etmek isteyenler şunu düşünmelidir ki, eğer Allah Teâlâ'nın yaratma ve emrinde bir nesih kanunu olmasaydı âlemde ne bir değişme olur, ne de akidlerde, anlaşmalarda ve konmuş kanunlarda insanlar arası feshetme ve ilka (kaldırma) muamelelerine imkan bulunurdu. Fakat şunu da bilmeli ki neshin konusu, ilgilendiği şey, ancak zaman ve mekanın değişmesi, durumların ve menfaatlerin farklılığı ile ilgili olan fer'î hükümler olabilir. Geçmiş dinlerde ve İslâm'ın başlangıcında mensuh olduğu açıklanan hükümler de hep bu cümleden olanlardır. Yoksa ezeli hakikatlarda ameli değil, yalnız ilmi istenen ve hatta zamanla ilgili olan doğru haberlerde de nesih olamaz. Her zaman hak ve sabit olan din ve iman esasları, bütün Allah'dan gönderilmiş dinlerde aynı olmak üzere saklanır, muhafaza edilir. Gerek bilgisizlikten ve gerek şeytanlıktan doğmuş olarak tahrif sûretiyle girmiş olan batıl inançlar ve fâsid fikirler ise, esasta olsun, füru'da olsun daima red ve iptal edilir. Bahis konumuz olan iki âyet ise fürûattan değil, en yüksek iman esaslarındandır. "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, işte bunlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." düsturu, bir ezelî gerçektir. Ve bunu kabül ve tatbik etmeyen hiçbir din, hak din değildir. Muhammed Aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği bu gerçek, Musa'nın da, İsa'nın da ve bütün peygamberlerin de tebliğ ettikleri bir hakikattır. Gerek geçmiş ümmetlerde ve gerek şimdiki ümmetlerde hakikî müminler bu esasa uymuş olanlardır. Gerçekten müslüman ve sonunda da mesud olacak olanlar bunlardır. yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîler bu gerçeğe ciddî olarak iman ile uymadıkları ve bunu tatbik etmedikleri andan itibaren kâfir olmuşlardır ve bütün münafıklar da böyledir. Aynı şekilde buna imanı olup da tatbik etmeyen fâsıklar da korku ve hüzünden kat'î şekilde uzak kalamayacaklardır. Bundan sonra her kim bu gerçeğe ciddî olarak iman eder, sonuna kadar bağlanırsa, hiç şüphesiz hakikî mümin olur. Geçmişteki bütün kötülükleri silinir, o mesutlar zümresine girer. Şu halde en yüksek iman esaslarından bulunan böyle hakikatler nesih konusundan muhakkak hariçtir. Ve bunlarda mensuhluğu söyleyen veya arzu eden müslüman düşünülemez. Eski yeni bütün İslâm âlimleri bu noktada ittifak ettikleri halde Frenklerin "Eski müslüman müctehidleri birinci âyetin bu âyet ile neshedilmiş olmasını istiyorlar." sözü açık bir yalan ve açıktan açığa bir iftiradır. Ve bütün esası böyle bir iftiradan ibaret olan diğer sözlerin durumu da bundan bellidir. Hem de bu iftira, kasıtlı değilse, pek cahilcedir. Çünkü nesih, nefy ve isbat (olumluluk ve olumsuzluk) ile zıtlaşan iki kanunun önce gelenine sonra geleniyle son veren bir değiştirme beyanıdır. Bu âyetler ise sayılan sınıflar, bu cümleden olarak "sâbiin" ve "sâbiûn", gerek birbirinin aynı olsun ve gerek Kazımireski'nin zannettiği gibi farklı bulunsun, hükme gelince ikisinde de birbirinin aynı olan hükmünden ibarettir. Burada nesih mümkün farzedilse bile ortada iki hüküm yoktur ki nesihten bahsedilsin. Ne, neyi neshedecek? yine ile mi neshedilmiş olacak? Şu halde bu şekilde bir nesih iftirasına kalkışmak, aynı zamanda bir bilgisizlik ilan etmektir. Fakat bunu yapan müslüman müctehidleri değil, onlara hücum etmek için iftiradan başka çare bulamayan ve yeni Fransız mezhebine davete çalışan o Frenk doktorlarının kendileri olmuştur. Bu ise siyaset tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır. Batının son zamanlardaki ihtilal üstünlüğüyle coşarak gururlarını ilan edenlerin, gibi ilâhî prensiplere sarılan ve haktan başka bir şey düşünmeyen ilk müslüman müctehidlerini, "müminlerin zaferleriyle coşmuş olarak insanî prensipleri unuttular" diye kendilerine kıyas ederek insanlık dışı bir duygu ile tasavvur etmeleri de garip bir iftiradır. Müminlerin zaferleriyle coşmuş olmak insanlığı unutmak ise, mümin olmayanların üstünlükleriyle gururlanmak da insanî bir şey olmayacaktır.
İkincisi, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî hükümleri mabudluğu tebliğ ederken âleme en yüksek bir siyaset dersi öğretmiş olduğu ve şartların, zamanların, zeminlerin ve durumların gereğine uygun amelî hükümleri de tebliğ ve icra buyurduğu şüphesizdir. Ve zaten nesih meseleleri de bu gibi hükümlerdedir. Bu da İslâm dininin her zaman ve mekanda herkes için prensipler koyan bir hak din olması sebeplerinden biridir. Fakat bu gibi değişen hükümler fer'îdir. Bunların başında usûl (esaslar) denilen sabit hükümler vardır. Ve bunların ikisi de hak kanundur. Bu şekildedir ki İslâm dini hem koruma, hem değişme kanununu içerir. Neshi inkâr edenler, dini yalnız bir koruma kanunu olmak üzere düşünürler. Ve bunun için değişme ve inkılâb noktalarında dinsiz kalırlar. Din ile siyasetin birleşmiyeceğini sanırlar. Dini inkâr edenler de koruma kanununu ve sabit hükümleri inkâr ederler. Her açıdan nesih ve değişim içinde yürümek ve sabit bir hak fikir duymamak isterler. Halbuki En'âm sûresinde geleceği üzere âlemin cereyanı ve özellikle beşer hayatı "Sizin için bir kalış süresi ve kalacak bir yer vardır." (En'âm, 6/98) hükmü gereğince, bir taraftan istikra (kalma) ve koruma, bir taraftan bırakma ve değişme nizamları içinde yürür. Bunların biri illet ve sebebin bâki kalmasıyla sebat ve devama; biri de gelişme ve ıstıfa (seçim) ile olgunlaşmaya bakıcıdır. Bunun için koruma kanununa dayanmayan din, din değildir. Değişim kanununu ihtiva etmeyen din de, kamil ve genel değildir. Ve İslâm dini her ikisini içine alır. Ve şüphe yok ki koruma ve sabit kalma aslın, değişime ve inkılâb fer'in vasfıdır. İnanacağım, iman ve itikad edeceğim, dayanacağım prensip, herhalde sabit olmalıdır. Çeşitli zaman ve mekanda, çeşitli şartlar ve durumlar altındaki değişmelerine göre icra ve tatbik edeceğim ölçüler de değişimi mümkün şeyler olmalıdır. Şu halde şunu asla unutmamak gerekir ki, Muhammedî siyaset dinde ve hakkın hükümlerinde hakim değil, din ve hakkın hükümleri Muhammedî siyasetle beraber bütün Muhammedî varlıkta hakimdir. Bunun için Hz. Muhammed dinî olduğu kadar politik değil, siyasetiyle, hayatıyla ve bütün varlık ve insanlığıyla Hakkın emrine bakışını çevirmiş dinî bir zat, bir Allah elçisi idi. Şartların gereğine uygun hükümlerle hareket ettiği zamanlarda da o, şartlara ve çevreye değil, onları ona emreden Allah Teâlâ'nın emirlerine ve sabit (değişmez) hükümlerine uyuyordu ki, bahis konumuz olan iki âyet de işte bu değişmez hükümlerden ve bu esaslardan umuma karşı Allah'a iman ve uyma gereğini haber veren hükmünde şartların ve durumların gereklerine uyma yönünü isbat edecek hiçbir delalet yoktur. Tersine yalnız hakka ittiba ve sayılan sınıflara karşı koyma vardır. "Kur'ân Analyse" yazarları bu âyetleri parçalamayıp da Kur'ân'daki tertiplerine göre alt ve üstleriyle göstermiş olsalardı, belki bu kadar saptırıcı sözler söylemeye cesaret edemezlerdi. Bu cümleden olarak bu âyetin üstündeki iki âyet o kadar açık bir şekilde isbat eder ki, Peygamber bu âyetleri çevresindeki insanların pek çok muhalefet ve karşı çıkmalarına rağmen yalnız Allah'ın emrine ittiba ve sırf Allah'ın korumasına dayanarak tebliğ etmiştir. Gerek Bakara sûresi âyetinin üst tarafı okunur ve gerek "Ey inananlar, sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın" (Mâide, 5/57) âyetinden buraya kadar gelen ve daha gelecek olan âyetlere dikkat edilirse Kur'ân'ın bunlara ne güzel cevaplar vermiş ve ne açık irşadlarda bulunmuş olduğu görülür. (Bak. Bakara, 2/42; Nisâ, 4/46; Mâide, 5/59, 62, 63, 64)
Bununla beraber biz bu satırları haksız yere İslâm aleyhine çalışan Fransızlara karşı değil; İslâm için hakkıyla çalışmayan, Allah'ını, Peygamber'ini dinini, diyanetini, Kitabını, ahiretini unutup vazifesini yapmayan, kendinden geçmiş, bilgisizlik ve düşüklük içinde şeytanlara kul olmak vaziyetine düşmüş müslüman kalıntılarına sonlarını göstermek için yazıyoruz. Anlaşıldı ki Allah Teâlâ Kur'ân'ında zahirî (görünürde) müminleri, yahudi ve hıristiyan, sâbiîn gibi karşıtlarıyla bir ölçüde saymış ve kesin vaadini Allah'a ve ahirete gerçekten iman edip güzel amel işleyen hakikî müminlere tahsis etmiştir. Batı ve doğu değişir, bu kanun değişmez. Demek iş, mümin görünmekte değil, kâmil mümin olmakta ve bu iman ile çalışıp son zaferi kazanmaktadır. İman ve İslâm hiç bir zaman mağlub olmaz, burhan (delil) onundur. Fakat eksik ve fasık müminlerdir ki ona mağlubiyet lekesi sürerler.
Şimdi bu tartışmaya sebep olan "sâbiîn" kelimesine gelelim:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
"es- SÂBİÎN" : Kırâetlerin çoğunda "hemze" ile (yukarda yazıldığı gibi), Nâfi ve Ebu Ca'fer kırâetlerinde de "hemze"siz "es-sâbîn", "es-sâbûn" okunur ki bunda ya "hemze"nin "yâ"ye kalbi (dönüştürülmesi) ile veya aslında "hemze"siz olarak "sâbî"nin çoğulu olmak üzere iki vecih (şekil) düşünülmüştür.
Arapça hemze ile vezninde meşhur bir dinden diğer bir dine çıkana denilir. "Kâmus"ta der ki, "dininden başka bir dine çıktı" "yıldızlar doğuş yerinden çıktı" demektir. İbnü Esir de "Minhâc"ında der ki: Bir kimse dininden başka bir dine çıktığı zaman denilir. Kureyş, İslâm dinine girenlere yerinde "masbû", müslümanlara "subat" derlerdi ki "kâdî, kudât" gibi "sâbi "nin çoğuludur. "Sâbi'" ise gençlik, cahillik sevdasıyla bir şeye meyletmek ve sevmek mânâsına "sabv = " ve "sabve= "den ism-i fâildir ki "hevâî" ve "aşüfte" demek gibidir. Bundan başka "sâbiîn" in muhaffefi de olur. Fahruddin er-Râzî demiştir ki, "Hemze ile kırâet (okumak), mânâyı açıklamaya daha yakındır. Çünkü ilim ehli 'O, dinden, diğer dine çıkandır' demişlerdir". Ebu Hayyân'ın ifadesine göre de "o, meşhur bir dinden, diğer dine çıkandır". İşte bu mânâ, kelimenin tam Arapça olan mânâsıdır. Tam Arapça olan bu mânâya göre "sâbiîn" ve "sâbiûn", "İslâm, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden hariç olanlar" mânâsına bir genellemeyi ifade etmiş olur ki, "müminler, yahudiler, hıristiyanlar ve diğerleri" demek gibidir.
Sonra, sâbie, sâbiîn, sâbiûn veya sâbîn ve sâbûn, eski bir din veya özel mezhebe mensup olan bir gruba, bir millete isim olarak söylenir ki, bu mânâca kelimenin aslı Arapça olup olmadığı hakkında ihtilaf edilmiştir. Arapça olduğuna göre zikredilen "sâbî" mânâlarının birinden alınmıştır. Arapça olmayıp Süryâni gibi diğer bir dilden alınmış olduğuna göre ise aslı sâbidir. Şit Aleyhisselâm'ın ikinci oğlu veya İdris Aleyhisselâm'ın oğlu olduğu iddia edilmiştir. Bu ihtilafın özetine göre anlaşılıyor ki bunlar kendilerine sâbiy demişlerdir. Arap da gerek bunlara ve gerek benzerlerine sapık veya "yıldıza tapan" mânâsına sâbiî veya sâbî demişlerdir.
Bunlar kimlerdir? Ve bu nasıl bir mezhep veya dindir? "Kâmus"ta: "Sâbiûn Nûh Aleyhisselâm'ın dini üzere bulunduklarını zannederler ve kıbleleri gündüzün yarısı sırasında kuzey rüzgarının estiği yerdir" diyor. "Tehzib" de ise: "Sâbiûn bir kavimdir ki, dinleri Hıristiyan dinine benzer. Ancak kıbleleri güney rüzgarının estiği yerdir. Ve Nûh Aleyhisselâm'ın dininde olduklarını söylerler". deniliyor. Tefsircilerin açıklamalarının özetine göre bunlar, yahudi ile hıristiyan veya yahudi ile mecûsî veya hıristiyan ile mecûsî dinleri arasında bir gruptur ki, hem kitap ehli denebilecek yönleri veya sınıfı, hem de müşrik veya putperest denecek yönleri veya sınıfı vardır. Dinlerinin aslının, İdris veya Nuh Peygamberlerin dini olduğu da söylenmiş; esasında meleklere veya yıldızlara taptıkları ve puta tapıcılar oldukları da söylenmiştir. Anlaşılıyor ki sâbiîlik esas itibariyle Allah'dan gönderilmiş olması düşünülen ve fakat zamanın geçmesiyle felsefî ve siyasî etkiler altında birçok sapmalar ve değişmelere maruz olarak bir gizlilik veya batınîlik kazanmış eski bir mezhebdir. Ve en az bunları ilk sâbiîler ve son sâbiîler olmak üzere düşünerek, yerine göre aralarındaki müşterek ve farklı yönleri bulunabilecektir. Tarihî bakış açısından ilk sâbiîler; Hind'de ve eski Mısırlılarda, Süryânîler ve Gıldânîlerde az çok bir fark ile devam etmiş bir mezhebtir. Ve bununla beraber bu mezhebi en çok temsil edenler Süryânî ve Gıldânîlerdir. Eski Yunan ve Rum dinleri de bunların bir yansımasıdır. Son sâbiîler de İsrailoğulları, İran, Yunan, Roma ve diğerleri gibi çeşitli kültür ve medeniyetler altında kalmış olan Süryânî ve Gıldânî kalıntılarıdır ki, bunlardan geri kalanları el-Cezire ve Musul taraflarındaki Nabatîler olmuştur. Abbasiler devrinide Yunan eserlerini Arapça'ya terceme eden Sâbit b. Kurre gibi filozof ve mütercimler bunlardan idi. da: "Ebu'l- Hasen Sâbit b. Kurre el- Harrânî, Harran'da oturan sâbi'eden idi. Mezhebiyle ilgili vergiler, farzlar ve sünnetlere dair; ölülerin kefenlenmesi ve defnedilmesine, inançlarına, temizlik ve pisliğe dair risaleleri vardır. Oğlu Sinan b. Sâbit, Hürmüs'ün "Nevâmis"ini Arapçaya çevirmiştir. Ve deniliyor ki, "sâbiûn"un nisbeti (sâb) adır. Bu da İdris aleyhisselâmın oğlu (Tât) dır diye zikredilmiştir.
Şihâbuddin Ahmed b. Fazlullah el-Ömerî "Mesâlikü'l- Ebsâr" ında ve Ebu'l-Fidâ Tarihi'nde, Ebu'l-İsâ el-Mağribi'nin kitabında nakledildiğine göre, "Süryân ümmeti, ümmetlerin ilkidir. Ve bunların milletleri sâbiîn milletidir. Bunlar dinlerini Şit ve İdris Peygamberlerden aldıklarını söylerler. Şit'e yakıştırdıkları bir kitapları vardır, buna "Suhuf-i Şit" (Şit'in sayfaları) derler. Bunda kerem (cömertlik), şecaat, doğruluk, yakına taraftarlık gibi ahlâki güzellikler ve iyilikler zikredilmiş ve emredilmiş, kötülükler zikrolunup bunlardan çekinilmesi emrolunmuştur. Sâbiîlerin bir takım ibadetleri de vardır. Bu cümleden olarak yedi vakit namazları vardır ki beş vakti müslümanlarınkine uyar. Altıncısı kuşluk, yedincisi de gecenin tam altıncı saatindedir. Namazları niyet ve bir de başka bir şey karıştırılmamak itibariyle müslüman namazına benzer. Rükûsuz ve secdesiz cenaze namazları da vardır. Otuz veya yirmidokuz gün oruç da tutarlar. Oruç ve fıtırlarında hilale riayet ederlerdi. O şekilde ki fıtırlarında güneş, hamel (kuzu) burcuna girmiş bulunurdu ve gecenin son dörtte birinden güneşin kursu (yüzü) batıncaya kadar oruç tutarlardı ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın) denilen yıldızların şerefli evlerine inişlerinde bir takım bayramları vardır. Ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın), Zühal (Satürn), Müşte-ri (Jupiter), Mirrih (Merih), Zühre (Venüs), Utarit (Merkür) tir. Mekke'nin Beyti (Kâ'be)ne de hürmet ederler. Fakat Harran üzerinde bir yerleri vardır ki oraya haccederler ve Mısır ehramlarına da hürmet ederler. Ve bunların biri Şit b. Âdem'in kabri, diğer biri Uhnuh'un (İdris'in) kabri, biri de nisbet olundukları Sabi b. İdris'in kabri olduğu kanaatindedirler. Ve güneşin şeref burcuna giriş gününe hürmet ederler. İbnü Hazm demiştir ki, sâbîlerin mensub oldukları din, dinlerin en eskisi ve bir zamana kadar dünyada galip olanıdır. Nihayet birtakım dinde olmayan yeni icatlar ortaya çıkardılar ve bunun üzerine Cenâb-ı Allah bunlara Hz. İbrahim'i gönderdi".
Şehristânî "el-Milel ve'n- Nihal"inde dinler tarihi açısından der ki: İbrahim Aleyhisselâm zamanında bütün insan grupları iki sınıfa dönüşmüş bulunuyordu: Sâbie, Hunefa. Sâbie, biz Allah'ı tanımada; Allah'a itaati, emirlerini ve hükümlerini tanımakta bir aracıya muhtacız. Fakat o aracının ruhânî olması gerekir. Çünkü ruhânîler mukaddes, temiz ve Rablerin Rabbine yakındırlar. Cismânîler ise bizim gibi yerler, içerler ve bizim gibi beşere itaat ederseniz zararda kalırsınız derlerdi. Hunefa (hanifler) de biz beşer; bilgi ve itaatde beşer cinsinden bir aracıya muhtacız. Bir beşer ki temizlik ve masumlukta, teyid (doğrulama) ve hikmette derecesi, mücerred (soyut) ruhaniyetten daha yüksek olsun. Beşer olması durumuyla bize benzeyen, ruhaniyeti yönüyle bizden üstün bulunsun da ruhaniyeti tarafıyla vahy olsun, beşeriyeti tarafıyla da insan türüne telkin etsin. Derlerdi ki, Kur'ân'da: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (İsrâ', 17/93), "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor" (Kehf- 18/110) âyetleri bu mânâya işarettir. Fakat yalnız ruhânî elçiyi benimsemek isteyen sâbie, sırf ruhâniyette sıkışıp kalmaya, doğrudan doğruya kendi zatlarına yakınlaşarak onlardan bizzat (aracısız) almalarda bulunmaya da çare bulamadılar. Böylece bir kısmı tuttular rûhanilerin heykellerine sığınarak bunlardan yardım dilenmeye kalktılar ki, bu heykeller yedi gezegen ve bazı sâbitlerdir. Bu şekilde Rum sâbiesinin sığınağı gezegenler, Hind sâbiesinin sığınağı da sâbitler oldu. Bir çoğu da heykellerden şahıslara; yani o yıldızların Rum'da tabiatları, Hind'de seçkinleri dikkat nazarına alınarak görünüş şekillerine göre yapılan müşahhas (somut) resimlerine tenezzül ettiler. Mücerret (soyut) ruhâniyet tutuculuğu böyle tersine dönüp, ruh sahibi olan beşerin kendini unutarak ruhsuz cisimler önünde boyun eğmesine dönüştü ve bu ruhâniyetin temsili sayıldı. Bunlar düşünemiyorlardı ki, bu temsillerin, dolaylı olarak delalet ettiği, mücerret (soyut) rûhâniyet değil, nihayet beşerî rûhâniyetin bir temsili oluyordu. Fark edemiyorlardı ki bu temsiller, yıldızlardan ve onların rûhânilerinden önce bir beşerî ruhun yanlış tasavvurlarını, meyletmelerini ve sapıklıklarını ifade ederler. İşte bunlardan ashâb-ı heyâkil (heykelciler) denilen önceki grup "yıldızlara tapanlar", ashâb-ı eşhas (şahıscılar) denilen ikinci grup da "puta tapanlar" dır. İbrahim Aleyhisselâm her iki fırkayı, sözlü ve fiilî olarak kırmak suretiyle kolaylık ve müsamaha ile bir büyük millet ve büyük şeriat olan ve kıymetli din ve doğru yol bulunan "hanif"liği yerleştirdi ve yaydı. Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı. Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en dikkate şâyân olan nokta şudur ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir. Bunun için Kur'ân'da anıldığı her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak zikredilmiştir. "İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31).
Sâbîilik ilk zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri, kişisel baskıları ve hissî temayülleri peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek insanlık ve azimlikten tiksinip bir takım sınırlar ve aklî hükümler kabul etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid edilmiş kanunlardan almakla beraber görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a tahsis etmişler ve aradıklarını yerde ve insanlıkta değil, gökte ve gök cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen) kabul eden ilk sâbiedirler. Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için, felsefe tarihine göre şöyle bir özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini inceleyip tartışarak der ki: İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u, ne de makul (düşünülen şey)u kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı hissedileni kabul eder, düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı hissedileni de, düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler. Bunlar Dehrî filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve hükümleri de kabul eder, Allah'dan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul etmezler, bunlar Sâbiedirler. Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat ve İslâm'ı da kabul eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler, bunlar yahudi ve hıristiyandırlar. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar da müslümandırlar. Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere karşı olan bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur. Sâbie ve Hanifler: İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi. Sabve, başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken, hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir ki Sâbie adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve, insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi, Sâbie mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere uymak ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir iş değil, insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak için aracılar ve münanesebetler arar. Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar. Ve kendilerini sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim olan beşerlikten mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin iktisab (kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir iktisab(kazanç)a davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat (yaratılış) olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus (hissedilen) ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri vardır. Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir makul, gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve kuruntudur. Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça, mahsus (gözle görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul (akla uygunluk), ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur. Ne mahsus (görülen) tamamen makule dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak temsil etmek üzere hakka dönüştürülür. Aynı şekilde mutlak etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete; cisim ruhtan etkilendiği gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim arasında karşılıklı bir etki ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ikisinin arasında bulunur. Hakikî fail (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin eseri, ne de cisim ruhun eseridir. İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların değil, maddenin ve maddeden olanların da yaratıcısı ve yapıcısıdır. Aynı şekilde hayır (iyilik) ve kemal (olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus değildir. Şer (kötülük) ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de vardır. Öyle olmasaydı rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik karşılığında şeytanlık olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin başlangıcı değildir. Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde bulunamaz. Şu halde rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri ve Allah'a yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü mücerred rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer, meleğin emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması için soyut rûhâniyetin aracılığı zaruri değildir. Allah'dan insanlara ve insanlardan Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de Allah'ındır. Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın tayin ettiği, Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel (terkedilmiş) dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir.
Yaratılışı bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie bu noktada orta yoldan çıkmış, "hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla hissedilen (mahsus)i makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye, insandan melek yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd (sıyrılma)ü toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna göre rûhaniyet tutuculuğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden yardım istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk ve şirk içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar alarak ruhâniyet ashabı, yahut meleklere tapanlar olmak üzere başlamış; heykel ashabı yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta karar etmiş ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye adıyla iki esas mezhebe ayrılmıştır.
Ashâb-ı ruhâniyyat (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur. Buna göre "rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır. Bunların mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma) kusurlarından uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun yüksek huzuruna erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında yakınları (mukarrabîn'i) olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz olarak (cevheren), fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan ruhânîlerdir. Cevher (öz) açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes, cesede ait güçlerden uzak, mekana ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden münezzeh (kusursuz)dirler. Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme ve yüceltme üzerinedir. "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler" (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve bunlara tevekkül eder dayanırız. Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında aracılarımız, şefaatçılarımız bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların ilâhıdır. Şu halde bizim görevimiz nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istiyelim ve durumlarımızı kendilerine sunalım ve bütün işlerimizde onlara âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da bizi ve kendilerini yaratana ve rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve süsleme ise ancak bizim çalışmamızla ve kendimize hakim olmamızla, nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek rûhâniyet yönünden yardım istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazlarla, bol sadaka vermekle, yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek, buhurlarla, tütsülerle tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır. Bu şekilde nefislerimizde aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir ki, o zaman biz de tıpkı vahy aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız. Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde emsalimiz, surette şekillerimiz, maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden yerler içtiğimizden içerler, şekilde bize benzerler, biz onlara niçin itaat edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini söylemektedir.
Fiil açısından rûhânîler, yaratma ve icatta, işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları bir başlangıçta olgunluğa yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan kuvvet dilenir ve düşkün varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş dereceleri vardır.
Birinci olarak, yıldızları idare eden, bu cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde tedbir ve idare eden rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların heykelleridir. Her rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i vardır. Ve o rûhâninin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. O, o heykelin rabbi, idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar, unsurlara anneler ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu heykellerde ve unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde özel bir miktarda tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları hasıl olur da buna uyarak cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler üzerine de, bitki ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri biner ve bu etkiler, bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î rûhânîden cûz'î olarak sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek, her bir damlasıyla de bir melek vardır.
İkinci olarak, gökle yer arasındaki boşlukta ortaya çıkan ulvî eserlerin idarecileri olan rûhâniler vardır ki, yağmur, kar, dolu, rüzgar gibi yerden çıkıp inen eserler, yıldırımlar, kıvılcımlar, gök gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi gökten inmekle boşlukta ortaya çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular, buharlar ve diğerleri gibi yerde meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.
Üçüncü olarak, bütün varlıklarda geçici olan aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki yaygın hidayet bunlarla idare olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet ve hidayettten uzak hiçbir varlık görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.
Hâl açısından rûhânilerin durumları, rablerin rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet, rahat ve sevinç olduğu da gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve takdis, temcid ve tehlîldir. Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta olup, sevinç ve lezzetinden hiç biri durumunu değiştirmez. Kimi Allah'dan korktuğu için gözünü açmaz, kimi bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz, kimi hareketli sükûnsuz, kimi kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik âleminde rûhânîdir. "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır. Hanifler ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın saltanatının delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri) itibariyle emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve bütün bunların bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve bilgi ile bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas itibariyle o mümtaz beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini ve herhalde insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin daha yüsek olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün olmakla beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde her beşer ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer türünün daha yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye değer sevinç ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine varamayacağını ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve dayanma ile mümkün olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında yaratma ve emir ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin sonlu olacağını ve şu halde zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı birleyerek beşerin bütün dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış iki şahit olarak delalet ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Hak Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve en yüksek vasıta ve önderlerini de ruhâniyet ve cismaniyeti içine alan beşer türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler, resûller ve onların vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan buyurduğu bu nimete, bu doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini anlatmışlardır.
Şehristâni önce Sâbiîleri rûhaniyet taassubu ile hareket eden Ruhâniyet ashâbı içinde özetleyip son Sâbiîlerin felsefelerine göre Hanifler ile Sâbiîlerin bu konuda birçok münakaşa ve atışmalarını uzun uzadıya anlatarak muhakeme yaptıktan sonra en esaslı gruplarını ayrıntılarıyla anlatarak der ki:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Ashâb-ı heyakil (Heykeller ashabı): İnsan bir aracıya muhtaç olunca ona yönelmenin ve yaklaşmanın mümkün olması ve kendisinden istifade edilebilmesi için, bu aracının görülür bir şey olması gerekeceğini hisseden rûhaniyet sahipleri, ilk önce "yedi gezegen" den ibaret olan heykellere sığınmışlar ve buna göre önce bunların evlerini ve manzaralarını; ikinci olarak doğuş ve batış yerlerini; üçüncü olarak huylarıyla ilgili, uygun ve uygun olmayan şekillerde bitişmelerini; dördüncü olarak buna göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini; beşinci olarak yine bunun gibi sûretlerin ve şahısların, iklimlerin ve memleketlerin takdirini öğrenmeye çalışmışlar ve bunun üzerine mühürler yapmışlar, azanın adıyla bir takım havass, efsûn, dua bellemişler ve her yıldıza -mesela Zühâl'e cumartesi gibi- bir gün ayırmışlar ve ilk saatine riayet etmişler ve onun şekline ve durumuna göre yapılmış mührünü kullanmışlar, ona mahsus elbise giymişler, ona özgü dualarla ondan istenecek dileklerini istemişler ve her birine böyle gün ve saat tayin etmişler ve bunlara erbâb (rabler), âlihe (ilâhlar); Allah Teâlâ'ya da rablerin rabbi, ilâhların ilâhı demişler; içlerinden bir kısımları da Güneş'i ilâhların ilâhı ve rablerin rabbi saymışlar ve bu şekilde heykellere, rûhânîlere yaklaşmak için, rûhânîlere de yaratıcı Allah'a yaklaşmak için ibadet etmişler. Çünkü heykellerin bedenlerinin rûhâniyet olduğuna inanmışlardır. Ve sonra yıldızların iş ve tesirleri esası üzerine tertip edilmiş bir takım acaib hileler ve sanatlar çıkarmışlardır ki, bunlara "tılsım" adı verilir. Kitaplarında yazılmış olan o tılsımlar ve sihir, kehanet ve tencim (yıldız falcılığı), tahtim (mühür basma), ta'zim (büyükleme), suver (şekiller) bunların hepsi onların bilimlerindendir. İşte bunlara "heykel ashabı" ve "yıldızlara tapanlar" denir.
Ashâb-ı eşhasa (Şahıslar ashabına) gelince: Bunlar da ashab-ı heyâkil gibi aracının gerekliliğine ve rûhâniyetin bu aracı vesileler olduğuna; fakat onların gözle görülmedikleri ve dillerle hitap edilmedikleri için kendilerine yaklaşmak ancak heykellerine yaklaşmakla olabileceğini söylemekle beraber, heykellerin de bazı zaman görünüp, bazı zaman da görünmediklerinden dolayı, onlara yaklaşmanın da saf ve devamlı olamayacağına ve böylece heykellere yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir takım şekiller ve şahıslar gerekli olduğuna hükmederek yedi heykelden her birinin heykele ait misalinde bir takım müşahhas (somut) putlar edinmişler ve her birinde o heykelin özel cevherine riayet ederek yine yıldızlar esası üzere bunlara tapmaya ve bunlarla yıldızlara ve onlarla rûhânîlere ve onlarla Allah'a yaklaşacaklarına inanmışlardı. Ve bunlara "semâvî ilâhlar" karşılığında "ilâhlar" demişlerdir ki, işte bu Ashâb-ı eşhas, "puta tapıcılar" cümlesindendir. Yukarda gösterildiği üzere İbrahim Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman Sâbiîler böyle Ashâb-ı heyakil ve Ashâb-ı es'nam (putlar) olmak üzere iki sınıf bulunuyorlardı. Hazreti İbrahim hak olan Hanifliğe davet etti. "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve artık ben müşriklerden değilim" (En'âm, 6/79) diye, Hanifler mezhebini ikrar , Sâbie mezhebini de iptal etti. Fıtratın Haniflikten ibaret ve temizliğin bunda bulunduğunu, fıtrattan kastedilen tevhide şahitlik ve kurtuluşun buna bağlı olduğunu, şeriatlerin ve hükümlerin bu şahitliğe birer şeriat ve yol olup, nebilerin ve resullerin bunları yerleştirmek ve takdir için gönderildiğini, fâtiha (giriş) ve hâtim (bitiş)in, başlangıç ve kemalin bu şerîatlar ve yolları özetleme ve yazmaya bağlandığını ve kıymetli dinin ve doğru yolun bundan ibaret olduğunu açıklamıştır. Ve Allah Teâlâ peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya da "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın fıtratı değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız ona yönelin ve O'ndan korkun. Namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Onlar) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanındakiyle sevinmektedir" (Rûm, 30/30-32) buyurmuştur.
Hızbâniye, Sâbie'den bir topluluktur ki, yaratıcı Allah'ın hem tek, hem çok olduğuna kânidirler. Derler ki, zâtında, evvelinde, aslında, ezelde tekdir. Fakat şahıslarla kendi gözünde çoğalır ve bu şahıslar yedi idareci (müdebbir), bir de âlim, faziletli olan hayırlı yeryüzü şahıslarıdır ki, ilk ve bir olan, bunlarla ortaya çıkar ve şahıslarıyle şahıslanır. Ve bu çoğalma, onun zatındaki birliğini iptal etmez. O, feleği (yörüngeyi) ve yörüngedeki bütün gök cisimlerini, yıldızları yaratmış ve onları bu âlemin idarecileri kılmıştır. Bunlar, âbâ (babalar, ana unsurlar), mürekkebât mevâlid (doğurucu bileşikler)dirler. Babalar, diri ve nâtık (konuşan)dırlar. Eserlerini, unsurlara emanet ederler. Unsurlar da o eserleri rahimlerine kabul ederler ve bundan doğumlar olur. Ve sonra vâlidelerden bazan öyle saf ve kâmil yetenek, kusursuz biz mizac ile bir bileşik şahıs raslayıverir ki, ilâh bununla âlemde şahıslanır. Sonra tabiat-ı kül meskûn ilkimlerden her birinde her otuzaltı bin dörtyüz yirmi beş sene başında insan ve diğer hayvan cinslerinin her türünden erkek dişi bir çift yaratır ve o tür o müddetde bâki kalır. O devir tamam olunca o cinslerin nesli ve üremesi kesilir; yeni bir devir, insanı, hayvanları, bitkileriyle yeni bir karn (asır- devir) başlar. Ve dehr (zaman) ebedî olarak böyle gider. Ve işte peygamberler dilindeki vaad edilen kıyamet budur. Yoksa bu dünya evinden başka ahiret evi yoktur. Ölen dirilmez, kabre giren tekrar dirilmez derler. "Siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman size, mutlaka (yeniden hayata) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?. Heyhat, o size vaad edilen şey ne kadar uzak". (Mü'minûn, 23/35-36) bunların sözüdür. Tenâsüh, hulûl davaları bunlardan çıkmıştır. Tenâsüh, sonsuza kadar devirlerin tekrar etmesi, hulûl de anıldığı üzere ilâhın bir şahısta sahışlanmasıdır ki, şahsın mizacının yeteneğine göre bazan tam zatının hulûlü (girmes)yle, bazan da zatından bir cüz'ün hulûlüyle olduğunu söylerler. Ve çoğunlukla demişlerdir ki, bu şahıslanma semâvî heykellerin hepsiyle birdendir. O, tekdir. Ancak teker teker her birinde fiili, ondaki eserleri ve onunla şahıslanması kadar açık olur. Şu halde yedi heykel onun yedi uzvu ve bizim yedi uzvumuz onun yedi heykelidir ki, o bunlarla görünür de bizim dilimizle söyler, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir, ellerimizle alır ve genişletir, ayaklarımızla gider gelir ve uzuvlarımızla işler ve tesir eder. Ve bunların zannınca şerleri, hataları, gübreleri, pis böcekleri, yılanları, akrepleri yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz; bunların hepsi yıldızların saadet ve uğursuzlukla bitişmesinden, unsurların saflık ve üzüntülerle birleşmesinden zorunlu olarak veya tesadüfen vâki olur.
Hırıbbâniyye'ye gelince: Bunlar sözlerini, "Azimun, Hürmüs, A'yânâ, Evazi" adıyla dört peygambere nisbet ederler ve içlerinde Eflâtun'un anası tarafından dedesi Solün'e de nisbet eden ve bunun peygamber olduğunu iddia edenler de vardır." Evazi bize soğanı, cirris balığını, baklayı haram etti" derler. Genelde Sâbie üç namaz kılarlar, cünüblükten ve bir de ölüye dokunmaktan dolayı yıkanırlar. Domuz, deve, köpek ve pençesi bulunan kuşlar ve güvercin yemeyi haram bilirler. Sünnet olmaktan, içkide sarhoş olmaktan yasaklarlar. Evlendirmede velî ve şahidlerin bulunmasını emrederler. Hâkimin hükmü (kararı) olmaksızın boşanmayı caiz görmezler. İki kadınla evlenmeyi de caiz görmezler.
Sâbie'nin, aklî, rûhânî cevherler adına ve yıldızların semâvî şekilleri üzerine bina ettikleri heykellere gelince: Bu cümleden olarak ilk illet (illet-i ûlâ) heykeli, bunun gerisinde akıl heykeli, zaruret heykeli, nefis heykeli. Bunlar yuvarlak şekildedirler. Zuhal heykeli altıgen, Müşteri heykeli üçgen, Merih heykeli dikdörtgen, Şems (Güneş) heykeli kare, Zühre heykeli karenin karnında üçgen, Utarit heykeli dikdörtgenin karnında üçgen, Kamer (Ay) heykeli sekizgendir.
Yukarda işaret edildiği üzere "sabit yıldızlar"ı, esas kabul eden ve yıldızların kararlarını onların seçkin (havass) lerine dayandıran Sâbie de vardır ki Hind ve Arap Sâbieleri bunlardandır. Sâbie filozofları Âzimun'dan şunu nakletmişlerdir ki, ilk mebâdî (başlangıçlar) beştir: "Allah Teâlâ, akıl, nefs, mekan ve halâ (boşluk)dır. Ve bileşiklerin varlığı bunlardan sonradır". Fakat Hürmüs'ten nakledilen böyle değildir. Hürmüs demiştir ki: "Yaratılışı bakımından faziletli, mayası mahmud (öğülmüş), âdeti merzî (razı olunmuş), sonu ümitli kişinin ilk vazifesi Allah Teâlâ'yı büyüklemek ve onun bilgisine şükretmektir. Bundan sonra da üzerinde namusun yerini itiraf etmekle taat hakkı, sultanın nasihat etme ve uyma hakkı, nefsinin çalışmak ve saadet kapısını açmada başlama ve alışkanlık hakkı ve özünün kendilerine sevgi ve bol bol vermeye koşmakla tahlil (helal kılma) hakkı vardır ki, bu esasları sağlamlaştırdıktan sonra herkesten ezayı defetmek ve güzel ahlâk ile güzel geçinmekten başka bir şey kalmaz". Görülüyor ki Hürmüs tamamen Hanifler'in esasını anlatmış, Allah'ı büyüklemeden sonra namus deyimiyle peygamberliği ifade etmiş ve peygambere itaatı ve yerinin itirafını Allah'ı bilmeye yaklaştırmış ve burada rûhânîleri büyüklemeyi zikretmiş, sonunda da güzel ahlâkı göstermiştir. Hürmüs'ten Hanifler mezhebini anlatan daha başka hikmetler de nakletmişlerdir.
Sâbie'nin farklı vasıfları şu dört hususta özetlenir:
1- Aslında Allah'dan indirilmiş olan bir dinden alınma ve sapma.
2- Rûhâniyet taassubu (tutuculuğu), diğer deyişle meleklere tapma.
3- Yıldızlara tapma.
4- Putlara tapma.
Bu dörtten rûhâniyet tutuculuğu, meleklere tapma en mühim esas ve buna bağlı olarak yıldızlara tapma en açık vasıfları olduğu ve putlara tapmanın bu iki ruh hâlinden doğduğu anlaşılıyor. Şu vasıflar altında mutlak Hind Sâbielerinin Buda'larını, Çin'in Konfüçyüs'lerini, son zamanların "espirtizm" ve "spiritüalizm", "idealizm" dedikleri mezheplerin ve hıristiyanların Entüzyast fırkalarının aslını içine alır. Bilhassa Hızbâniyye ise "panteizm", "panteist" kelimelerinin karşıtı demektir. Hulûl (ruhun başka cisme girmesi), Allah'ın cihanın canı, âlemin ruhu olması inancı, eski Yunan ve Roma dinleri, ilâhların doğması ve doğurması fikirleri Sâbie'nin bu Hızbâniyye mezhebine aittir. Hıristiyanların da rûhâniyetçilikle Mesih'in ilâhlığı davasında bunlara benzerliği vardır. Şer meselesinde de Hızbâniyye, Mecûsilikle ilgilidir. Hırıbbâniyye ise Hızbâniyye kadar ileri gitmemiş, az çok bazı peygamberlerin izini takip etmiştir Âzimun'un hazreti Şit, Hürmüs'ün Hazreti İdris olduğunu söylemişler, Hazreti Nûh'u da öne sürmüşlerdir ki (A'yânâ) dedikleri de bu olsa gerektir. Ve bu kısım Sâbie'de bir "kitap ehli" durumu da yok değildir. Bu noktada Fahreddin Râzî de demiştir ki: "Yıldızlar hakkındaki görüşleri iki şekilde düşünülebilir. Birisi yıldızlara hiçbir tesir isnat etmiyerek yalnız Allah'a ibadet için birer kıble inancıyla yönelmeleridir ki, bu şekilde müşrik değillerdir. Diğeri de, Allah Teâlâ'nın âlemi yarattıktan sonra, onun tedbir ve idaresini yıldızlara vermiş olduğu ve buna göre Allah'ın yıldızlar üzerinde, yıldızların da bu süflî (düşük) âlemde etkili birer rab oldukları inancıyla tapmalarıdır ki, bu Gıldâniler'e nisbet edilen görüştür. Ve bunlar müşriktirler." İşte mutlak Sâbie bir taraftan mutlak müşrik, bir taraftan da bir kitap ehli manzarası arzettiklerinden tâbiîler ve fakihler de son Sâbie'ye şer'an yahudi ve hıristiyan gibi kitap ehli gözüyle mi, yoksa müşrik gözüyle mi muamele edileceğinden bahsetmişler, bazısı "kitap ehli" gibidir, kestikleri yenir, kadınları ile evlenilir demişlerdir. Bazıları da müşrik ve mecûsi gibidirler, kestikleri yenmez, kadınları ile de evlenilmez demişlerdir. İmam-ı Âzam'dan kitap ehli oldukları, İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) den kitap ehli olmadıkları rivayet edilmiştir. Ebu'l-Hasen el- Kerhî demiştir ki: İmam-ı Âzam katında kitap ehli olan Sâbiîler Mesih dinine geçmiş olan bir kavimdir ki İncil okurlar. Fakat yıldızlara tapan Sâbiîler yani Harran bölgesindekiler ne İmam-ı Âzam, ne İmameyn hiçbirinin katında kitap ehli değildirler. Ebu Bekir er-Râzi "Ahkâm-ı Kur'ân"ında bunu naklettikten sonra der ki: Şu zamanda Sâbiîler ismiyle bilinenlerde kitap ehli yoktur. Yani Harrân civarında bulunanların, gerekse Vâsıt çevresindeki Betaih kısımlarında bulunanların aslında milletleri birdir. Hepsinin de inançlarının aslı yedi yıldızı büyüklemek ve tapmak, onları ilâh kabul etmektir. Bunlar aslında puta tapıcıdırlar. Fakat Fürs'un Irak iklimine üstün geldiği ve Sâbiîler hükümeti (ki Nabat idiler)ni ortadan kaldırdığı zamandan beri bunlar açıktan putlara tapmaya cesaret edemez oldular. Çünkü Fürs'ler onları bundan men etmişlerdi. Aynı şekilde Rumlar, Şamlılar ve Cezire'liler Sâbiî idiler. Konstantin Hıristiyan olunca bunları kılıç ile Hıristiyanlığa sevketti. Ve o zamandan itibaren puta tapma battı ve bunlar görünürde Hıristiyanların içine karıştılar, fakat çoğu puta tapıcılığını gizleyerek eski mezheplerinde kaldılar. İslâm dini ortaya çıkınca da hıristiyan cümlesinden olarak İslâm zamanına dahil oldular. Müslümanlar bunlarla sĞ hıristiyanlar arasını ayırmadılar. Çünkü bunlar putlara taptıklarını gizliyorlar ve asıl inançlarını açıklamıyorlardı. Gerçekte bunlar inançlarını gizlemekte en mahir kimselerdir. Çocuklarının akıllarının esmeye başladığından itibaren dinlerini gizlemeleri hususunda da birçok işleri ve hileleri vardır. İsmâîliyye, mezhep gizlemeyi bunlardan almıştır .Ve davetlerinin en sonu da bunların mezhebine dayanır. Hepsinin aslı "yedi yıldız"ı ilâhlar kabul edip tapmak ve onların isimlerine göre putlar edinmektir. Bu hususta aralarında değişiklik yoktur. Harran bölgesinde bulunanlarla Bataih yöresinde bulunanlar arasındaki değişiklik, ancak şeriatlerinden bazı şeylerdedir. Ve bunlarda kitap ehli yoktur.
Ebu Bekir er-Râzî, Mâide sûresinde bu izahları verdikten ve ikisi arasında bir müşterek asıl gösterdikten sonra Berâe sûresinde de demiştir ki: Sâbiîler iki kısımdır. Birisi Kesker ve Bataih yörelerinde bulunanlardır. Bize ulaştığına göre, bunlar din işlerinin pek çoğunda hıristiyanlara aykırı olmakla beraber, Hıristiyanlıktan bir sınıftırlar. Zira hıristiyanların Merkûniyye, Arsosiyye, Mârûniyye gibi böyle birçok grupları vardır ki, Nastûrıyye, Melkiyye, Yakubiyye adındaki üç mezhebin üçü de onlardan yüz çevirirler ve onları haram kılarlar. Bu mezhep de Yahya b. Zekeriyya'ya ve Şit'e bağlanıyorlar. Allah Teâlâ'nın Şit b. Âdem'e Yahya b. Zekeriya'ya indirdiği kitaplardır diye bazı kitaplara da sahip çıkmaya çalışıyorlar. Ve hıristiyanlar bunlara Yuhannasiyye (Senjan hıristiyanları, yani Yahyaviyye) adını veriyorlar. Ve işte İmam-ı Âzam'ın kitap ehlinden saydığı, kestiklerinin yenmesini ve kadınlarıyla evlenilmesini mubah gördüğü Sâbiîler bu kısımdır. Kendilerine Sâbiîler adını veren bir mezhep daha vardır ki, peygamberlerden hiçbirine intisap etmezler. İlâhî kitaplardan hiçbirine sahip çıkmaları yoktur. Bunlar kitap ehli değildirler. Ve böyle bir mezhebin kestiklerinin yenmiyeceğinde ve kadınlarının nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilaf yoktur.
Her iki âyette Kur'ân, Sâbiîleri, yahudi ve hıristiyanlar gibi müminlere karşı zikretmekle, bunların da mümin olmadıklarına işaret etmiştir. Fakat Kitap ehli olup olmadıklarına gelince: Kitap ehli siyakında anılmış olmalarına ve yahudi ile hıristiyanlar arasında deveran ettirilmelerine göre kitap ehli değilse de mecusî gibi ve hatta onları da içine alabilecek bir şekilde -şöyle böyle ikisi ortası- bir kitap ehli şüphesinde bulunduklarında bir îmâ (işaret) yapmış olmakla beraber "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi." (En'âm, 6/156) âyetinin gösterdiği üzere Kur'ân'da müslümanlardan önce kitap ehli denilişi yahudi ve hıristiyanlara mahsus olduğundan ve her iki âyette "Sâbiîn" ve "Sâbiûn", yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredilmiş bulunduğundan, âyetlerin zahiri (görünüşü) bunların kitap ehli olmadığını göstermektedir. Âlimlerin anılan görüş ayrılığı da gerçekte bu adı taşıyanlar içinde yahudi veya hıristiyanlardan sayılanlar bulunup bulunmadığını tayin ve tetkik etme meselesinden doğmuştur.
Şunu hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, Nasara (Hıristiyan) ismi bütün hıristiyan fırkalarını içine almış olduğundan hıristiyanların, Yuhannasiyye, (Senjan hıristiyanları) dedikleri Sâbiîn grubu hıristiyanlardan sayılan bir mezhep olunca, elbet bunlar da hıristiyan ismi altında dahildirler. Ve şu halde yahudi ve hıristiyanlardan başka zikredilen Sâbiîn'in bunlardan başka olan Sâbiûn'a sarfedilmiş olması gerekir. Buna göre Kasımireski madem bunların tutucu hıristiyanlar olduğunu kabul etmiş ve hatırlatmıştır. O halde bu hatırlatmayı yaparken bunları her iki âyette Hıristiyan adı altında düşünmek ve Nesara denildikten sonra Sâbeit denilmesinin mânâsı kalmayacağını düşünmek ve Nesara'dan sonra zikredilen Sâbiîn'i de Sâbiûn gibi "sabeen" diye terceme etmek ve Frenkleri şüpheye düşürmemek gerekirdi. Frenklerin de bu açık hatayı anlamaları ve bundan dolayı İslâm müctehidlerine insanlık dışı bir hisle dil uzatmamaları lazım gelirdi. Ve açıklandığı üzere Sâbie'ye karşılık ruhâniyet ve cismaniyetin birleşmesi noktasında yürüyen ve bu şekilde insanî kıymeti, insana ait fıtratı Allah'dan sonra her şeyin üstünde yükselmesi ve olgunlaşmasını mümkün gören Hanifliğin en yüksek, en olgun görünüşü olan İslâm dinini hak ve insanlık adına bütün insanlara tavsiye edecek yerde politik gayelerle onun aleyhinde söz söylememek gerekirdi.
Özet olarak hakikat şudur ki: Müslüman, yahudi, hıristiyan ve sâbiî, bu dört sınıf içinde ve hatta bunların dışında her kim gerek devam ve sebat, gerek bundan böyle tevbe ve iyilik ile "kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse" şartını hâiz ve bu vasfa ciddi olarak ve tam mânâsıyla sahip olursa, bunlara korku ve hüzün yoktur. Her lekeden, noksandan uzak bir gerçek kurtuluş kesindir. Ve bu şekilde ilâhî rahmet yolu herkese açıktır.
Şüphe yok ki Allah'a iman, Allah'dan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmektir. Bunun gereği olan ahirete iman ise gelecekte muhakkak bir sorumluluk gününün geleceğini ve her amelin iyi veya kötü cezasının verileceğini itiraf ve tasdik etmektir. Bu imana yaraşan amel de yaşadığı zamana kadar Allah'dan gelmiş olan emir ve yasakları hakkıyla yerine getirip, gereğince güzel ve faydalı işler yapmak, kötülükten kaçıp iyiliklere koşmaktır. Ve işte böyle olanların o sorumluluk günü her çeşit korku ve elemden kurtulacakları, esenlik ve hakiki saadete erecekleri muhakkaktır. Bu kanun her zaman için haktır. Dün de hak, bugün de hak, yarın da haktır. Hem herkes ve her toplum için de haktır. Müslüman içinde hak, yahudi için de hak, hıristiyanlar için de hak, hatta sâbiîler için bile haktır. Evvel ve âhir (önce ve sonra) hiçbir din, hiçbir şeriat, tasavvur olunamaz ki bunu bir yol olarak kabul etmesin ve bunun tersini iddia edebilsin. yahudi ve hıristiyanların bu hak kanuna ilerden beri ne derece uygun olduklarına ve olabileceklerine gelince:
70- Kasem olsun ki biz bu iman esası üzere İsrailoğularından söz aldık ve onlara birçok peygamberler gönderdik. Fakat onlara nefislerinin hoşlanmayacağı bir hak emir ile her ne zaman bir peygamber geldiyse, o gelen peygamberlerden bir kısmını -verdikleri iman sözleşmesine rağmen- yalanladılar. Bir kısmını da öldürüyorlardı. Verdikleri söz gereğince Allah'a iman edip, güzel amel şöyle dursun, tersine Allah'ın gönderdiği peygamberleri yalanlayıp ve hatta öldürüyorlardı.
71- Ve bu yalanlama veya öldürmede bir fitne yani kendileri için bir bela ve musibet olmayacağını zannettiler. Yahut Ebu Amr, Hamze, Kisâî, Yakub, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde ref' ile okunduğuna göre: "Ve zannettiler ki kesinlikle bir fitne olmaz". Eğer bunların ahirete, sorumluluğa imanları olsaydı böyle zannetmeyeceklerdi. Halbuki böyle zannettiler de kör ve sağır oldular. Hak delilleri görmez, hak sözü işitmez oldular. Sonra Allah kendilerine tevbe nasip etti, tevbe ettiler. Allah da kabul etti.. Sonra yine kör, sağır oldular, fakat hepsi değil içlerinden birçoğu böyle oldular ve öyle yaptılar. Şu halde geçmişte bunların çoğunun "kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse" âyetinin delaletinde dahil olmadıkları muhakkak. Allah ise sadece geçmişteki işlediklerini değil, bundan böyle ne yapacaklarını da bilir. Ve amellerine göre cezalarını verecektir. Bunun için "(Ey Muhammed) Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kâfirler toplumu için üzülme" (Mâide, 5/68) buyurmuştur.
72-Hıristiyanlara gelince, Mesih kendisi: "Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, ancak onu ibadete layık tanıyınız. Zira her kim Allah'a ortak koşarsa Allah onu cennetinden mahrum eder, sığınağı ateş olur, zalimlere yardımcılar da yoktur" demiş olduğu halde: "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten ibarettir" diyenler, kasem olsun ki muhakkak kâfir oldular. Yukarda bu iddianın hadd-i zatında küfür olduğu gösterilmiş idi. Burada ise özellikle Hz. İsa'ya iman ve onu büyükleme adına söylenmiş olan bu sözün onu yalanlamak ve davetine karşı çıkmak olduğu da anlatılmıştır. hıristiyanların ellerindeki İnciller'de bile Hz. Mesih'in bu sözü zikredilmiştir. "Ey Mamûdiyye oğulları toplumu, yahut ey gençler toplumu, bizimle kalkınız, babama ve babanıza, ilâhım ve ilâhınıza, kurtarıcım ve kurtarıcınıza...". (Âl-i İmran, 3/45. âyetin tefsirine bkz.)
73-Evet; Vâhid, yani vâhdâniyet (birlik)le sıfatlanmış ve ortaklığı kabulden uzak bir ilâhtan başka hakikatte ibadete layık olabilecek hiçbir ilâh, hiçbir mabud (ibadet edilen) mevcut olmadığı halde üç ilâh varsayıp da, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler, kasem olsun ki muhakkak küfrettiler. Bir hayli tefsirci yani "üç ilâhın biri" demek olduğunu söylemişler ve bazıları özellikle "üçüncü" mânâsına tertip kastedilmediğini de açıklamışlardır. Çünkü Arap dilinde "sâni, sâlis, râbi diye ism-i fail vezninde olan adet isimleri, bir sayı ismi, bir de şibh-i fiil (fiilimsi) olan ism-i fâil olmak üzere kullanılır. İsm-i fail olunca, sâni vâhid, sâlisü isneyn, râbiu selâse.. gibi bir derece aşağısına muzaf kılınarak onun dışındaki dereceyi gösterir ki, değiştirme ifade eder. " Biri ikiliyen, ikiyi üçleyen, üçü dörtleyen" demek olur. Diğerinde ise yalnız kendi hali kastedilir. gibi aynı sayıya muzaf kılınır ve "üçün biri demek olur" diye Nahv kitaplarında açıklanmıştır. Şu halde: "Allah, sâlisü selâsedir" diyenler: "İlâh üçtür. Fakat Allah birdir, bu üçün biridir" demiş oluyorlar. Bu takdirde ekânim-i selâse (üç asıllar) adıyla baba, Rûhu'l-Kudüs, oğul yahut bazı görüşe göre, baba, ana, oğul diye üç ilâh sayan hıristiyanlar, Allah dedikleri zaman bu üç arasında hiçbir tertip itibar etmiyerek kapalı bir şekilde genelde birini kastederler demek olur. Bu ise Rûhu'l-Rudüse ve oğula da muhtemel olmakla beraber, daha çok "baba"da akla gelen bir fikir zannedilir. Ve bu şekilde (üçün biri) diyenler "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Mesih'dir" diyenlerden başkası olması gerekir. Bunun içindir ki önceki âyet Yâkûbiyye, bu da Melkânî ve Nestûriyye kısımları hakkında olduğunu söylemişlerdir. Hakikatte küfür olması için (üçün biri) demek de yeterlidir. Ve hıristiyanlardan hikaye olmayan ilâhî sözü de özellikle bu noktaya işaret eder. Sonra hıristiyanların "üç asıl"da eşitlik iddiasına da uygundur. Fakat biz, "sâlisü selâse" deyiminin, "ehadü selâse" deyimine mutlaka mürâdif (anlamdaş) olduğunu kabul edemeyeceğiz. "Sâlisü selâse", üçün içinde üçüncü derecede bulunan biri mânâsına "ehadü selâse" demektir ki ehastır. Bunda da herhalde derece muteberdir. Şu kadar ki bu derece sabit olmak şart olmayıp itibârî (saymaca) de olabilir. Birinci herhangi birisinden itibar edilebilirse, üçüncü yine ikinciden sonra gelir. "Sâlisü selâse" diyen, yalnızca "üçün biri" dememiş, "üçün üçüncüsü" demiştir. Gerçi sabit bir tertip kastedilmediğine göre bu üçüncü, her birini ihtimaline alabilirse de üçüncü üçüncüdür. Şu halde "ehadü selâse" (üçün biri) denilmeyip de, "sâlisü selâse" (üçün üçüncüsü) denilmesi her halde dikkat çekicidir. Ve doğrusu bu görüş , teslis (üçlemey)i kabullenen bütün hıristiyan fırkalarının inancıdır. Burada hıristiyanların üçlemesinin bütün mahiyeti yer almıştır: Sâlisü selâse: Bu bize gösteriyor ki hıristiyanlar üçleme (teslis) ile "Allah üçtür" demiyor, "ilâh üçtür" diyor ve Allah'ı bu üçün üçüncüsü sayıyor. Yani üç ilâhın üçünü de saymadan "Allah" demiş olmuyor. Onun nazarında cevher ve ûlûhiyetin tabiatı birdir, fakat şahıs üçtür. Ekânîm-i selâse (üç esas)nin her biri bir ilâhtır. Baba ilâh, Rûhu'l- Kudüs ilâh, oğlu ilâhtır. Ve bu cihetle üçü eşittir. Bununla birlikte hiç bir tertip de yok değildir. Aralarında itibari de olsa bir tertip vardır. Daha doğrusu baba, oğul kelimeleri, hadd-i zatında birer dereceye işaret eder ve bir tabiî tertibi de gösterirler. Gerçi herhangi birinden saymaya başlanabilir. Fakat genellikle babadan başlanır. Nitekim ilk İznik konsilinin inancında Yesu Mesih hakkında, "babasının cevherinden, hak ilâhtan bir hak ilâh olan tek oğul" denilmiş olması, tabîî bir tertibin ifadesidir. Tek başına düşünülen baba bir ilâh, Ruhu'l-Kudüs bir ilâh, oğul bir ilâh sayılır. Ancak üçü birden düşünüldükleri mertebededir ki Allah denilmiş olur. Bununla üç basit (yalın), bir de mürekkeb (bileşik) olmak üzere dört ilâh farzettikleri de sanılmamalıdır. Zira üçün herhalde üçüncüsü olan birinde birleştiğini tasavvur ederler ki "râbiu selâle" (dördü üçleyen) demezler de "sâlisü selâse" (üçün üçüncüsü) derler. Nitekim bir, iki, üç diye sayıldığı zaman bir birinci, iki ikinci, üç üçüncüdür ve aynı zamanda bir sayıdır ki birle iki bundan birleşmiştir. Bu üçüncü sayı, ikiyi üçleyen bir değildir. Birinci olan bir, ikinci olan ve bir sayı teşkil eden iki de değildir, hepsidir. Ve aynı zamanda üçüncüdür. Yoksa bir, iki, üçün toplamı olan altı sayısı gibi dördüncü bir sayı değildir. İşte hıristiyanların üçleme inancı da hem üç hem birdir. Ve bu, bir râbiu selâse (dördü üçleyen) değil, sâlisü selâse (üçün üçüncüsü)dir. Üç ilâhı, üçüncüsü olan birinde birleştirirler. Bu üçüncüden maksadın "oğul" olduğu da ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Fakat genelde bunu, açıklamıyor görünürler de râbiu selâse (üçün dördüncüsü) demezler, "üçün üçüncüsü" derler; fakat üçü sayıp birleştirmeden kelimenin oğulda cesetlendiğine itibar etmeden "evvel = bir Allah" demiş olmazlar. Şu halde bunlara göre "baba" bazı deyime göre "vücûd" hadd-i zatında bir ilâhtır. Fakat Allah değil, Allah'ın babasıdır. Aynı şekilde Rûhu'l-Kudüs ve bazı deyime göre hayat, hadd-i zatında bir ilâhtır. Fakat Allah değil, Allah'ın kelimesi veya ruhudur. Aynı şekilde "oğul" veya "kelime" ve bazı deyime göre ilim de kendi zatında bir ilâhtır. Ve babasının cevherinden, ruhundan oğludur. Babadan ve ruhtan ayrı gibi düşünüldüğü derecede henüz Allah değil, Allah'ın oğlu veya kelimedir. Ancak "baba"nın cevheriyle, ruhuyla, kelimesiyle olan oğuldan cesetlendiği düşünüldüğü andadır ki üçü bir Mesih olmuş ve Allah düşünülmüş olur. Nitekim İznik konsili, "Bir zaman var idi ki Allah'ın oğlu yoktu." diyenleri kâfir kabul etmişti. Çünkü kanaatlarında oğuldan önce ilâh varsa bile henüz Allah yok idi. Demek ki hıristiyanlığın üçlemesi açıktan açığa "Allah üçtür" demek olmadığı gibi mutlak olarak "üçün biri" demek de değildir. "İlâhlar üçtür, Allah ise bunların içinde üçün üçüncüsüdür" demektir. Bu da "Allah, Mesih'tir" demektir. Bunun içindir ki hıristiyanlar "İlâh üçtür" dedikleri halde "Allah'dan başka ilâh yoktur" da derler ve bunu "Mesih'den başka ilâh yoktur" demeye eşit tutarlar. "İlâh üçtür" demekle beraber, Mesih'in dışında hiç bir ilâh tanımazlar. Şu halde "üçün üçüncüsü" mânâ bakımından Meryem oğlu İsa'dan eam (daha genel) gibi görünürse de hıristiyanların inancında - araştırma gereği- eşittirler. "Allah, üçün üçüncüsüdür" demek "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" demenin diğer bir ifadesidir. Bunu iyi düşünebilmek için "ilâh" kelimesi ile "Allah" kelimesinin mânâlarındaki mazmûn ve şümul (içeriğ)ü iyi gözetmek gerekir. Fâtiha sûresinde açıkladığımız üzere cins isim olduğundan, mânâsına göre, fazla sayıda sayılabilir. Fakat (Allah) özel isim olduğundan ancak tek olarak düşünülebilir. (Allah), hadd-i zatında, hakkıyle mabud (ibadet olunan) ve kendinden üstünü tasavvur edilemeyen (tek ekmel= eksiksiz)dir. Ve şu halde gerçekte ilâh odur. Fakat "ilâh" ve "mabud" kelimesi izafi (değişken) olarak da düşünülür. Ve bunun için Allah'tan başkasına da söylenir. Ve herhangi bir kimsenin en çok saygı duyduğu, kulluk arzusu duyduğu ne ise o onun ilâhıdır. Fakat, bu batıl ve geçici de olabilir. O zaman ona, "onun ilâhı" denilir de "Allah'ı" denemez. Hatta izafetle, (tamlamayla) "Felanın Allah'ı" demek dil bakımından bile caiz değildir. Allah muzaf (tamlanan) olmaz, muzafın ileyh (tamlayan) olur. "Benim Allah'ım" demek, "benim ilâhım" demek olabilir. Allah ismini bilmeyen veya anlamayan, kullanmayan ve ancak "Mabud, Rab, Tanrı, Diyö, İlâh.." gibi, ilâh mânâsına olan cins ismi kelimeleri kullanan dillerle bu farkı anlatabilmek mümkün değildir. Mesela Fransızcada "Diyö üçtür, Diyö birdir" denilmekle bu mânâ ifade edilemez. Bu noktada hıristiyanlar, "Allah" ismi yerine, Meryemin'in oğlu İsa'nın lakabı olan "Mesih" vasfını, "ehad-i ekmel" (eksiksiz tek) in bir ifadesi olmak üzere almışlardır. Bunun için kanaatlarında "ilâh üçtür, fakat Mesih birdir." Her biri bir ilâh farzedilen ekânîm-i selâse (üç esas)de Yesu yalnız oğuldur. Fakat (Yesu' Mesih) hepsidir. Baba ve kelime ve oğul kendi zatlarında farklı oldukları halde (Yesu' Mesih) de birbirlerini tasdik ederler ve "tek kusursuz= en mükemmel tek" bu sayılır. Bundan dolayıdır ki hıristiyanlar, Yesu Mesih'ten önce âlemlerin kelime ile yaratılmış olduğunu ve her şeyin yaratıcı ve sahibi bir "baba ilâh" bulunduğunu kabul etmekle beraber, henüz âlemlerin sağlam olmayıp, bu sağlamlığın cesetlenmesi "kelime" üzerine Yesû-i Mesih eliyle meydana geldiğini ilk İznik konsilinden beri inançlarının başına yazmışlardır. Demek ki bunlara göre "üçlü esas", birinci ve ikincisiyle değil, üçüncüsüyle en mükemmeldir. Üçünün oluşturduğu tek ilâh ve en mükemmel, tek baba değil, Ruhu'l-Kudüs değil, hepsi olan Yesû-i Mesih'tir, üçün üçüncüsüdür. Buna göre bunların nazarında bir olan Allah mutlak üçün biri değil, üçün üçüncüsüdür, kelimenin cesetlendiği Mesih'tir.
"Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür" demek, hem selâse (üç) kelimesi, hem de sâlis (üçüncü) kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür. Birisi gerçekten bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde, üç ilâh farzetmek ve bunların her birine "hak ilâh" demektir ki katıksız şirktir. Birin hakkı olan ilâhlığı onunla beraber ikiye daha vermektir, yalandır, zulümdür. Allah'ın hakkını inkârdır. "Allah üç" demek gibi bir çelişkidir. Birisi de bu şirk ve çoğalma içinde yalan bir tevhid davasıyla Allah'ı bu üçün üçüncüsünü farzetmek, Allah'tan başkasına Allah demektir ki, bu da Allah'ı ve Allah'ın önceliğini inkâr etmektir. Halbuki Allah Teâlâ "yok" demekle yok olmayacağı ve yalan inanç ile hak ve hakikat değişmeyeceği için, bu da hadd-i zatında diğer bir şirktir. Ve gerçekte hıristiyanlığın üçlemesinin böyle biri şirk, biri tevhid görünen iki yüzü vardır ki, hakikatte ikisi de şirktir. Ve bu şirk aslında Allah'ın önceliğini inkâr etmeyen ve bununla birlikte açıktan şirk iddia eden açık müşriklerin şirkinden daha ileri gitmiş olmakla beraber, onlarınki kadar açık değil kaçamaklıdır. Gerçeği ise her şüpheden uzak olarak kesin bilgi ile söylemek gerektiğinden bu hıristiyanların müşrikliği şüpheli olursa da, bu Teslis (üçleme) davası ile kâfir olduklarında asla şüphe yoktur. Ve işte Allah Teâlâ:
"Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur..." âyetiyle teslis inancında olan bütün hıristiyanların iddia ettikleri üçlemenin bütün içyüzünü " üçün üçüncüsü" diye iki kelimede özetlemekle her iki yönden küfürlerini yemin ve tekit ile açıklamıştır. Gerçi Allah Teâlâ bunların Hz. İsa'ya dost olmadıklarını tamamen anlatmak üzere böyle diyenlerin hıristiyanlar olduklarını zikretmemiştir. Fakat "üçün üçüncüsüdür" diyenler deyiminin de ekânîm-i selâse (üç esas)ye kâni olan hıristiyan mezheplerinin hepsini içine aldığı açıktır. Bunda yalnız "Melkânî" denilen Katolik ve Ortadokslarla Nastûrîler değil, Yâkûbîler, diğer deyimle Monofizitler de dahildirler. Hatta bir zamanlar mevcut olup, sonradan tamamen kaybolmuş olan ve "üç esas"ı baba, ana, oğul diye sayan Berberânîler de dahildirler. Yukarda da açıklandığı üzere "Muhakkak Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir" diyenler de Yakûbiyyeye tahsis edilmiş değildir. Gerçek sonuç (üçün üçüncüsü) demek de "o, Meryem'in oğlu Mesihtir" demenin diğer bir deyimidir. Bu iki deyim, biri tevhid şeklinde şirk, biri de şirk içinde tevhid iddia eden hıristiyan üçlemelerinin her iki şekilde içyüzünü ve küfür olduğunu söylemektedir. Şu halde bunlar da hak dinin birinci esası olan "Allah'a iman eden" şartına haiz değillerdir.
74- Ve eğer bu söyledikleri sözlerden vazgeçmezler, vazgeçip şirk şüphesinden uzak bir tevhid ile Allah'a iman etmezlerse içlerinden böyle kâfir kalanlara elbette ve elbette elîm (acıklı) bir azap dokunacaktır. Bunlar bundan böyle bu inkârlardan vazgeçip Allah'a tevbe ve istiğfar etmezler mi? Halbuki Allah gafûr, rahîmdir, tevbe ve istiğfar ederlerse affeder ve kendilerini lutuf ve rahmetiyle mesut eder. Anlaşılıyor ki, hıristiyanlar, yahudiler kadar inkârcı değildirler. İçlerinde tevbe ve istigfar ile imana gelmek kabiliyetinde bulunanlar onlardan çoktur. Hakikaten bir sayfa sonra bu cüzün sonu ile yedinci cüzün başında bu mânâ açıklanacaktır. Bunun için bunlar, tevbe ve istiğfara teşvik edildikten sonra, delilli yolda hakkı araştırmakla aydınlatılmaları için buyuruluyor ki:
75- Meryem'in oğlu Mesih başka bir şey değil, ancak bir Resul (peygamber) dür. İlâh değil, ancak Allah'ın delil ve ferman ile gönderdiği bir elçi, bir tebliğci, bir peygamberdir. Hem ilk olarak gelmiş bir peygamber de değil, ondan önce bir çok peygamberler gelip geçmiştir ki Allah Teâlâ Mesih'e verdiği delillerine ve seçkin özelliklerin benzerlerini daha önce onlara vermiş ve onlar bu özellikleri ve farklı delilleri ile ancak peygamberliklerini isbat etmişler ve sonra da geldikleri gibi durmayıp geçmiş gitmişlerdir. Mesela Allah Mesih'in eliyle ölüye can verdiyse ondan önce Musa'nın elinde asâya can vermiş ve onu koşan bir ejderhayapmıştı ki, bu daha şaşırtıcıdır. Allah Mesih'i babasız yaratmış ise, daha önce Âdem'i babasız ve anasız yarattı ki, bu daha gariptir.
İşte Meryem'in oğlu İsa, geçmişte kendisinin olgunluklarına iştirak etmiş bu kadar denkleri ve benzerleri geçen ve onlar gibi gelip geçeceği açık bulunan bir peygamber. Anası da sıddıka (doğru), yani doğruluk ve sadakatten ayrılmayan, Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden diğer kadınlar gibi özünde, sözünde, işinde gayet doğru bir kadındır. Bundan başka ana oğul ikisi de yemek yerlerdi. Kendi nefislerinde yokluk, eksiklik içinde kalır, dışardan gıda almaya muhtaç olurlar. Nefes alıp vermek, dolup boşalmak ihtiyacından kurtulamazlardı ki, hayvanların mahkum olduğu bir ihtiyaç ve zarûrettir. Herhangi bir ihtiyaç ile muhtaç olanlara ilâh demek ise "muhtaç değil" demektir, yalandır, çelişkidir. Şu halde sadece yemek yediklerinden belli ki, ne Mesih ilâhtır, ne de anası. Görülüyor ki burada ilâh olmanın bir gerektiricisi, bir de muhalifi bakımından çok açık iki delil gösterilmiştir ki, hem istintâcî (sonuç almaya ait), hem istikrâî (bilgi edinmeye dair) özellikleri taşımaktadır:
Birinci olarak: İlâh olmayı gerektiren kemâl açısından bakıldığı zaman Mesih'in ve anasının çok yüksek kemâlleri, ortaklığı kabul eden ve hatta bizzat emsal (eş ve örnek)leri ve benzerleri geçmiş bulunan bir kemâldir. Böyle bir kemâl ise benzersiz bir kemâli gerektiren ilâhlık hakkını gerektirmez. Ancak örneklerinin ve benzerlerinin hükmünü bağışlar ki, o da Mesih hakkında peygamberlik, anası hakkında sahâbiliktir. Diğer taraftan ilâhlığa uymayan noksanlar açısından bakıldığı zaman Mesih'in ve anasının kemâlleri, gelip geçici imkanı ve son bulmayı inkâr değil, geçmiş örnekleriyle onu teyit ve ispat eden ve bundan dolayı bir noksan ile beraber bulunan bir kemâldir. Bu ise, varlığı vacib ve bâkî olan Allah'a uygun ilâhlık hakkına aykırıdır.
İkinci olarak: Geçmişteki peygamberler geçmemiş, Mesih ilk peygamber ve anası ilk Sıddîka (doğru kadın) olmuş olsaydı, hakkıyla ilâh anlamını idrak eden her akıl sahibi Mesih'i ve anasını kendi şahıslarıyla düşünür ve ilâh olamayacaklarını kesin olarak anlardı. Çünkü anası da, oğlu da yiyorlar, içiyorlar, bütün hayvanlarda bulunan bir ihtiyaçtan uzak kalamıyorlardı. Ve elbette bunun gereklerinden olan dışarı çıkarmaya da mecbur bulunuyorlardı. Şu halde başka bir delil aramaya lüzum kalmadan her selim akıl kaçınılmaz bir şekilde anlar ki, diğer kemâllerine rağmen böyle bir beşerî ve hayvanî ihtiyaç ile bizzat muhtaç olan herhangi bir varlık hak ilâh olamaz. Çünkü hak ilâh, hadd-i zatında her türlü ümit ve korkuya merci, her kemâle bütün kemâliyle sahip, her türlü ihtiyaç ve noksandan uzak, mutlak gani, mutlak kendisine muhtaç olunan varlık demektir.
Ey Muhammed bak, biz onlara hak âyetleri ve delilleri nasıl, ne güzel, ne açık beyan ediyoruz sonra da bak onlar nasıl veya nereden çevriliyorlar. Bu açık gerçeklerden ne fena saptırılıyor da asıl ve esası yok batıl sevdalar peşinde dolaştırılıyorlar. Hemzenin fethiyle kalb ve sarf, yani döndürüp çevirmek demektir.
Ey Muhammed!
Meâli şerifi:
76- De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah işitendir, bilendir".
76-Yukardaki ayette bulunan istidlâl (delil ile sonuç çıkarma)ler, "ortak ve benzeri bulunan ilâh olamaz, gelip geçici olması mümkün olan ilâh olamaz, muhtaç olan ilâh olamaz" diye birer kübrâ (büyük önerme)ya bağlı bulunuyordu ki, bu büyük önermeler "hak ilâh" anlamının kendi içinde bulunan ve matematiğe ait hükümler gibi mücerred (soyut) bir tahlil (analiz) ile belli, ilk tahlilî hükümler oldukları için dürülmüşlerdi. Ve gösterildiği şekilde mantıkî anlatımının özetleri şu oluyordu:
1- Mesih ve anası ortağı ve benzeri bulunan kimselerdir "küçük önerme", belli ki ortağı ve benzeri bulunanlar ilâh olamazlar "büyük önerme". Şu halde ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.
2- Mesih ve anası, benzerleri delaletiyle gelip geçici olmaları mümkündür. Belli ki gelip geçici olması mümkün olanlar ilâh olamazlar. Şu halde, ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.
3- Mesih ve anası yemek yer birer muhtaç idiler. Belli ki muhtaç olan ilâh olamaz. Şu halde ne Mesih, ne anası ilâh olamazlar.
İşte bu âyet ilk önce mabudun en açık bir özelliğini göstermek, "aciz olan mabud olamaz" diye bir genel kazıyye (önerme-hüküm) ile o üç büyük önermeye açık bir uyarma yapmış ve onların apaçıklıklarını idrak edemiyecek olanlara daha genel ve daha açık bir büyük önerme (kübra) ile hakikati açıklayıvermiştir. Yani ortağı ve benzeri bulunan herhangi bir şey onun özelliğine sahip olamayacağından gerçekte bir acizdir. Aynı şekilde gelip geçici olması mümkün olan, gerçekte bir acizdir; muhtaç olan hadd-i zatında bir acizdir. Aciz olan ise mabud olamaz. Çünkü mabud hiç bir şekilde acizliği ve noksanı mümkün olmayan ve düşünülmeyen her şeye gücü yeten ve mutlak en büyük demektir. Bir de "yemek yerlerdi" buyurulmasına karşı sâbiîler ve putperestler tarafından, "O halde yemek içmek ihtiyacı bulunmayan meleklere ve cansız heykellere tapmak akla uygun olacaktır." diye bir kuruntu ortaya atabilirler. Bu yönden de bu âyet, bu kuruntu ve muğalâta (yanıltmaca)nın da kökünü kesmek için meselenin acizlik ve kudret, menfaat ve zarar meselesi olduğunu ve bu mânânın esas itibariyle hepsinde eşit bulunduğunu anlatmış ve bununla beraber Sâbiîliğin ve putlara tapmanın daha düşük bir durumda olduğunu da anlatarak, onlara taş atmak (tarîz) ve hıristiyanları korkutmak ile demiştir ki: "Ey hıristiyanlar siz, sâbiîler ve puta tapanlar gibi, Allah'ı bırakıp da O'na karşı ne zarar, ne fayda hiçbir şey yapamayacak olan acizlere mabud der, ibadet mi edersiniz? Halbuki Allah size her menfaat ve zararı yapmaya gücü yettiği gibi işiten ve bilendir de. Gizli, açık her sözü işitir. Açıktaki fiiller şöyle dursun, kalplerdeki inançları, niyetleri bile bilir. Bu yüksek kudret karşısında Allah'a ortak koşmanın, o acizlere mabud demenin, ibadet etmenin ne büyük inkâr, ne kadar tehlikeli olduğunu düşünmez misiniz? İşte sizin Mesih'e ilâh ve mabud demenizin bundan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Mesih, her ne zarar, her ne menfaat yapabilirse kendi zatından malik olarak değil, Allah'ın ihsan etmesi ve vermesiyle yapabilir. Sonra ne Allah'ın verebileceği belalar ve musibetler kadar zarara, ne de Allah'ın ihsan edebileceği sıhhat ve genişlik, hayır ve saadet kadar menfaate hiçbir zaman sahip olamaz. Çünkü Allah bizzat zengin, bizzat güçlüdür. Mesih ise bizzat fakir, bizzat güçsüzdür. Her neye sahip ise hepsi Allah'tan ve Allah'ındır. Allah'ın karşısında Mesih bir lokmaya muhtaç, mutlak âcizdir. Mesih'in karşısında Allah, her şeyi veren mutlak güçlüdür. Allah'ın bütün kemali kendinden, Mesih'in ise nesi varsa Allah'dan. Bu böyle iken Allah'ın kemalini Mesih'e, Mesih'in aczini Allah'a isnat edip de Allah yerine Mesih'e ibadet etmek ne cüret, ne cehalet, ne anlayışsızlıktır? Ne kadar zıddına bir hakkı, doğruyu değiştirmek, ne büyük bir iftira ve beyinsizliktir?
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i şerifi
77- De ki: "Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın".
78- İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve Meryem'in oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi.
79- Onlar, yaptıkları kötülüklerden vazgeçmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi.
80- Onlardan birçoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür! Allah onlara gazabetmiştir. Onlar ebedî olarak azap içinde kalacaklardır.
81- Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanmış olsalardı, kâfirleri dost tutmazlardı. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
77-Ey Muhammed de ki: Ey kitap ehli ve özellikle ey hıristiyanlar, dininizde haksız yere gulüv etmeyin (aşırı gitmeyiniz). Gulüv, esasında oku ileriye atmaktır. Bundan, herhangi bir şeyin kadrini ve menzilini geçmek ve sınırını aşıp ileriye gitmek mânâsında genişçe kullanılmıştır. Buradan anlaşılıyor ki dinin sınırı haktır. Ve kitap ehlinin bulundukları dinde hak da vardır, batıl da. Aynı şekilde dinde aşırılık iki çeşittir: Birisi haklı gulüv, diğeri haksız gulüvdür. Haklı aşırılık, dinin hakikatlerini inceden inceye araştırmak ve inceliklerini arayıp taramak ve tetkik etmek, delillerini ve burhanlarını elde etmek suretiyle hükümlerini tam bir dikkatle tatbik etmektir ki, buna selabet, ittika, vera, ictihad, mücâhede, gayret ve dînî hamiyet de denilir. Âyet bunu yasaklamamış belki desteklemiştir. Hak olan hususlarda ne kadar ileri gidilse ifrat (aşırı) ve taassub (tutuculuk) sayılmaz. Diğeri ise batıl ve haksız olan gulüvdür ki, bu delillere göz yumup, şüpheler arkasına düşerek ifrat (aşırı) veya tefrit (tersine aşırı) ile hakkın hududunu geçmek ve açık olan hakkı teslim etmeyip tersini benimsemektir ki, buna da taassup (tutuculuk) ve bilgisizliği koruma denilir. Âyet, "haksız yere" diye işte bu çeşit aşırılığı yasaklamıştır. Yani dinde hedefimiz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrîte sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Haksızlık yapmayınız, haksız şeylerde ısrar etmeyiniz. Ey hıristiyanlar, siz Mesih'in hak olan peygamberliğini ileri geçip de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız. Ey yahudiler, siz de onun peygamberlik ve nebîliğini inkâr etmeyiniz. Kıymet ve değerini düşünüp de Allah'ın lütfettiği hakkına tecavüz etmeyiniz. Ve bundan önce, yani Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesinden önce dininizden muhakkak sapmış, sapıklığa düşmüş, birçoklarını da sapıtmış ve sonra Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile gösterilmiş olan doğru yoldan yan çizmiş bir kavmin, yani selef (geçmiş)lerinizin arzularına uymayınız. Onları taklit edip arkalarından gitmeyiniz. Görülüyor ki bu âyette, bunların "sonra bak onlar nereden çevriliyorlar?" yeti delaletince nasıl ve nereden çevrilip hak âyetlerden saptırıldıklarının bir açıklaması vardır:
1- Esasen dinlerinde hakkı, hedef edinmemeleridir.
2- Bu sebeple haksız yere aşırı gitmeleri ve tutuculuk etmeleri,
3- Geçmişlerini körü körüne taklit etmeleri,
4- İnsani hevâ ve heveslerine, meyillerine uymaları ki, birincisinin de sebebini teşkil eder. Ve işte iman ile küfrün, hak din ile batıl dinin başlangıç farkı budur. Hak ilâha kulluk, nefsin arzusuna kulluk ki, zamanımızda "hislerine tabi olma" diye söylenir. Demek ki Mesih'e ilâh diyenler, araştırıldığında Mesih'e değil, yalnız kendi arzularına kulluk edenlerdir. Buna karşılık Mesih'e saldıranlar da yine kendi isteklerine kulluk edenlerdir. Şu halde Mesih'e ilâh diyen hıristiyanlar, yahudilerin zıddına gitmiş görünmekle beraber boş isteklere uymak, hissilik ve tutuculuk arkasında koşmak bakımından yahudilerin yoluna gitmişler ve onlara tâbi olmuşlardır.
78-İşte böyle sapan ve sapıtan kimselerin arzularına uymayınız ve bu seslenişe karşı da haksız aşırılık edip, " bizim geçmişlerimizde böyle kimseler yoktur" demeyiniz. Çünkü İsrailoğulları'ndan küfredenlere hem Davud'un lisanı, hem de Meryem'in oğlu İsa'nın lisanı ile lanet edildi. Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, Davud'un lisanı ile lanet sebt ashabına (yahudilere), İsa'nın dili ile lanet mâide ashâbına (hıristiyanlara) olunmuştu. Eyle ahalisi cumartesi günü zulmettikleri zaman Davud Aleyhisselam onlara lanet etmiş, maymunlara dönmüşler (Ârâf sûresine bkz.), sofra ashabı da bu sûrenin sonuna doğru geleceği üzere "maide" (sofra)nin inmesinden ve ondan faydalandıktan sonra nankörlük etmişler, İsa Aleyhisselam da beddua ve lanet etmiş, domuzlara dönmüşler. Bu lanet bu nankörlerin isyan etmeleri ve tecavüz eder olmaları sebebiyle idi.
79-Yani yaptıkları bir kötülükten birbirlerini yasaklamazlardı. Vallahi ne kötü yapıyorlardı. Madem ki lanetinin sebebi, isyanları ve hakka tecavüzü alışkanlık haline getirmeleri idi. Demek oluyor ki, bunlardan sonra isyan, tecavüz ve haksız yere aşırılık edenler de tıpkı onlar gibi Davud ve İsa'nın dilleri ile lanetlenmişlerdir.
80-Ey kendisine hitap edilen! Şimdi din ve iman iddiasında bulunan bu kitap ehlinden birçoğunu görürsün ki, Allah'ın Resulü'ne ve müminlere kinlerinden dolayı, kâfirlerle (yani müşriklerle) pek âlâ dostluk ediyorlar, müşriklerden tarafa oluyorlar, onların dostluğu arkasına düşüyorlar. Vallahi nefisleri kendileri için kıyamet gününe ne kötü şey takdim etti ki şudur: Allah kendilerine kızdı ve ebedî azaptadırlar. Çünkü Allah'a da imanları yok, o Peygamber'e de.
81- Eğer bunlar Allah'a ve o Peygamber'e ve O'na indirilene iman etselerdi, Allah'ın ve Peygamber'in düşmanı olan o kâfirleri dost tutmazlar, yakınları olarak tanımazlardı. Ve fakat bunların çoğu dinden çıkmış fasıklardır. Geçmişte "Allah'a, ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen kimseler" (Mâide, 5/69) olmadıkları gibi, bu gün de değildirler, bundan sonra olmaları da uzaktır. Tersine taşkınlık ve düşmanlıklarını artıracaklardır. Müminlerden hoşlanmamaları, İslâm dini ile alay etmeleri de bundandır. Bunun için inananlar bunları dost bilmemeli ve bunlar gibi olmamalıdırlar. Allah'ın lutfettiği İslâm nimetini unutmamalı, nankörlük etmemeli, anlaşmalarını bozmamalı, ahitlerini, akidlerini yerine getirmeli, güzel amel yapmalı. "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler." (Nisâ, 4/135) olmalıdırlar.
Görülüyor ki bu âyetin kavramı, önce bunlarda şartının halen de faydasını açıklıyor ve fasılası (âyet sonu) ile ta yukardaki (Mâide, 5/59) fasılası (âyet sonu)nı tekit ediyor ve o âyeti hatırlatıyor ve oradan daha üst tarafına doğru geri baktırıyor. Demek ki burada sûrenin başına kadar gerisin geri bir mülâhaza daha yapılacak ve tekrar dönülüp sonrasına devam edilecektir. Dikkate şayandır ki yukarda çoğunun fasık olduğu söylendiği halde burada da "kesîr" (çok) tabir edilmiş, yani birçoğu denilmiştir. Gerçi "ekser" e de "kesîr" denilebilirse de, "onların çoğu" ile "onlardan bir çoğu" yani çoğu ile birçoğu deyimleri arasında fark da vardır. Bu fark bize şu iki mânâdan birini hatırlatır.
1. Demek ki ikinci fısk (günah, isyan) birinciden daha şiddetlidir. Çoğunluğun günahkârlığı, itaatsızlık mânâsına fısktır ki inançsız (itikadsız) olup olmamaktan daha geneldir. Çoğunluğun Kitap ehli olmaktan çıkmasını gerektirmez. Bir çoğunun fıskı (isyanı) ise bütün bütün küfür ve azgınlık ile kitap ehli olmaktan çıkma ve dinden dönme mânâsına bir fısktır ki diğerinden daha şiddetli bir şerdir.
2. Her ikisinde fısk aynı mânâya olmakla beraber, demek ki İslâm dininin yayılması ve bu Kur'ân'a ait seslenişin tesirinin feyzi ile kitap ehlinin çoğunluğunun isyanı azalmış "Fakat onlardan çoğu fasıklar" olarak kalmışlar. Fakat bu çoğunluğun fıskı "Ey Muhammed! Rabb'inden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artırır." (Mâide, 5/64) âyeti delaletinde keyfiyet itibariyle eski çoğunluğun fıskından çok fazla, çok şiddetli olmuştur. Gerçekte İslâm dininin yayılması ilk önce bütün kitapları ve dinleri içine alan yeni bir kitap etrafında toplanan salih ve doğru yeni bir ümmet, yeni bir kitap ehli teşkil etmiştir. İkinci olarak, genellikle kitap ehli üzerinde bir düzelme hissi uyandırmış. Üçüncü olarak, kitap ehlinin mümin ve doğru azınlığı İslâm'a girmiş, diğer taraftan fasık çoğunluğu kalmıştır. Sonra bu fasık çoğunluğun birçoğu da müslüman olmamakla beraber az çok bir düzelme uyanışı ile İslâm tabiyyetine girmiş, İslâm'ın zimmeti (koruması)ni kabul etmiş ve bu şekilde eski günahlarının birçoğundan vazgeçmiştir. Bu şekilde fasık (günahkâr) çoğunluk azalmış, fakat buna karşılık birçoğu da hakkı büsbütün unutmuş öfke ve taassub (tutuculuğ)a sarılmış, küfür ve zulmünü artırdıkça artırmış, her kötülüğü desteklemiş, İslâm'a düşmanlıkta müşriklerle beraber olmuş ve hatta daha ileri gitmiş, Davud ve İsa dili ile lanetlenen melunlar derecesine düşmüştür. Şu halde başlangıçta "Muhakkak sizin çoğunuz fasıktır" hitabına layık olan kitap ehli sayı bakımından eski haline göre "Fakat onlardan birçoğu fasıktır" kalmış ve fakat keyfiyet bakımından "Allah kendilerine kızdı ve ebedî olarak azaptadırlar." "Allah katında yeri itibariyle bundan daha kötü." (Mâide, 5/60) olmuşlardır. Demek ki müslümanlar iman sözleşmesine ve iyiliğe gereği gibi uymakta devam ettikçe ve hayır yapmada yarışmak sûretiyle mücâhedeye gayret ettikçe kötülük azalacak, âlemin düzelmesi artacak, herkes "onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de" sırrına kavuşmakla mesut olacaklar. Bunun tersi bir durumda müslümanların hali de kitap ehlinin haline dönecek, fasıklara mahkum olup onların sürüklediği azaba düşeceklerdir.
Bu açıklamalardan ve kötülüğün azalmasından anlaşıldı ki, kitap ehli içinden önce fasıkların pek çoğuna, sonra da fasıkların çoğuna karşılık olan birer kısım vardır ki haksız aşırılık ve taassubtan sakınır, orta yolu tutar bir mûtedil ümmettirler. Bunların bir kısmı fasıkların çoğuna katılmamış, önce ve sonra iman ve iyi hallerini muhafaza etmişler, Musa'ya olduğu gibi İsa'ya, İsa'ya olduğu gibi son peygamber Hz. Muhammed'e de iman etmişlerdir. Bunların hallerinde bir fark varsa önce o Peygamber, o hak ruh gelecek diye iman ederken, gelince de geldi diye iman etmiş ve geçmişte indirilmiş kitaplar ile beraber bunlara katılan yeni kitapları da doğrulamış olmalarından ibarettir. Diğer kısım ise önce fasıkların çoğundan oldukları halde sonradan uyanmış, tevbe eder olmuş ve diğerlerine katılarak fasıkların çoğunun karşısında yer almışlardır veya alacaklardır ki, işte bunlar "Allah'a ve ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen"dirler.
Acaba bunlar içinde yahudi ve hıristiyanlar da aynı oranda mıdırlar, yoksa farklı mıdırlar? Bu bakış açısından yahudi ile hıristiyanları mukayeseye gelince: Hakikatte bunların ikisinin de çoğu fasıktırlar, fasıklar da müminleri sevmezler, düşmanlık ederler. Bununla beraber hepsinin düşmanlık dereceleri ve sevme kabiliyetleri de eşit değildir.
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
82- İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.
83- Peygamber'e indirilen (Kur'ân)i dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: " Ey Rabb'imiz iman ettik, bizi de şahitlerden yaz" derler.
84-"Hem biz Rabb'imizin bizi iyi kişilerle birlikte (cennete) sokmasını arzulayıp dururken, neden Allah'a ve hak olarak bize gelen şeylere inanmayalım!".
85-Böyle demeleri sebebiyle Allah onları altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükafatlandırmıştır. Orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte iyilik yapanların mükafatı budur.
86-İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar da cehennem ehlidir.
82- Gerek yahudi ve hıristiyan kitap ehli, gerekse bunların dışında bütün kâfir olan insanlar içinde müminlere düşmanlık etmede en şiddetlisini -kasem olsun ki- yahudiler ve müşrik (Allah'a eş, ortak katan)leri bulacaksın. İman sahiplerine, düşmanlığın şiddeti açısından yahudileri müşriklerin de önünde göreceksin. Demek ki bunlar imandan uzaktırlar, fasıkların çoğunluğu bunlarda daha fazladır. Çünkü bunların dünyaya hırsı hepsinden çoktur. "Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan daha tutkunu bulacaksın" (Bakara, 2/96). Çünkü bunların kalpleri kasvetlidir. "Biz onların kalblerini katılaştırdık.." (Mâide, 5/13) Arzuları üzerine düşkünlükleri, fesat çıkarmaya meyilleri, Hakk'a karşı kibir ve inatları pek kuvvetlidir. Peygamberleri yalanlama ve öldürmede , isyan ve ihtilal yapmada alışkanlıkları pek çoktur.
Ve yine kasem (yemin) olsun ki bütün bu insanların müminlere sevgice en yakınını "biz nesaray (hıristiyanlar)ız" diyenleri bulacaksın. Gerçi bunlar da genelde mümin değildir. Ve müminlere düşmanlık bunlarda da vardır. Fakat cins cinse mukayese edildiği zaman öbürlerinin düşmanlıkta şiddeti çok, bunların da müminleri sevebilmek kabiliyeti fazladır. Yani onların sevme ihtimalleri büsbütün yok değil, fakat bunların sevmesi daha çok düşünülebilir ve daha çok yakın ihtimaldir. Bunlarda iman kabiliyeti, iman ehli sevgisi diğerlerinden fazla bulunur. Bunların daha yakın bulunması şu sebepledir ki, bunlardan kıssisler, yani ilim ve ibadetle meşgul olan keşişler, ve rahipler, yani ahiret korkusuyla manastırlarda nefislerini ezen, ibadetle meşgul olan dünyayı terketmişler vardır. Bir de bunlar kibirli değildirler. Mütevazi (alçak gönüllü) ve cana yakındırlar. Bu iki sebeple müminleri sevebilmeleri daha çok düşünülebilir. Ve buna göre kulaklarına söz girme ve anladıkları zaman hakkı kabul etme ihtimalleri fazladır.
KISSÎS: Gece bir şeyi taleb etme ve inceleme mânâsına "kasse"den mübâlağa siğası (kipi)dır. İlim ve dini incelemeleri itibarıyla hıristiyan reislerinden olan bilginlere ve ibadetle meşgul olanlara da "kass" ve "kıssis" denilmiştir. İbnü Zeyd'in açıklamasına göre "kıssis", rahiplerin başı demektir. İbnü Atiyye, aslı Arapça olmayıp Arapçalaşmış olduğunu; Kutrub da, aslı Rumca olup bilgin demek olduğunu söylemişlerdir ki, "Kamus" mütercimi de "keşiş olacaktır" diyor. "Rağıb"ın "Müfredât"ında da açıklandığı üzere "ruhbân" kelimesi "rehbet" kökünden "rahib"in çoğuludur. "Su'büm' gibi müfret (tekil) olarak kullanıldığında zikredilmiştir ki, o zaman çoğulu "rehabîn" ve "rehâbine" gelir.
"Rehbet", ızdırab ile korkup çekinmektir. "Terahhüb", manastırda ibadet etmektir ki, rehbetin kullanılması demektir. "Rehbâniyyet" de fazla korkup çekinmekten dolayı ibadete tahammül etmede aşırılık ve ifrat etmektir. Eski hıristiyanlarda et yememek savm-ı visâl (kavuşma orucu) tutmak, nefislerine eziyet etmek için boyunlarına zincir takmak ve hatta kendilerini iğdiş etmek derecesine varanlar olmuştur ki, bunlar nefs ile mücadele ederek aşırı isteklerini kaldırmak, nefsi sabır ve tahammül ile itaate alıştırmak ve hıristiyanların deyimince doğuştan olan günah ile günahkâr olan nefsi temizleyip kutsayarak Allah'ın rızasını celbetmek (çekmek) gibi maksatları içine alan bir hareket ise de, gerçekte "haksız yere dininizde aşırı gitmeyin" hükmünde dahil olan doğuştan olmayan aşırılık ve şiddet cümlesindendir. hıristiyanlar, güya Hazreti Yahya ve İsa peygamberlerin hayat-ı tecerrüdlerini (her şeyden ellerini eteklerini çekmiş bir hayat sürmelerini ileri götürmek ve bu şekilde Allah'ın rızasına ermek maksadıyla bu ruhbanlık tarzını din reisleri hakkında bir kesin görev koymuş iseler de Hadid sûresinde "Arkalarından Meryem'in oğlu İsa'yı da gönderdik. Ona İncil'i verdik. Ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet duygusu koyduk. İcad ettikleri ruhbanlığı biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için onu icad ettiler, fakat ona layıkıyle de uymadılar" (Hadid, 57/27) âyetinde hatırlatıldığı üzere buna hakkıyle riayet edememişler ve meşru olandan kaçarken meşru olmayan durumlara düşmüşlerdir. Ve bunun için "İslâm'da ruhbanlık yok" tur. Ve böyle olduğu bu âyetlerin arkasından anlatılacaktır. Fakat her çeşit kötü ahlâkın başı olan dünya hırsı ve şehvetlere uyma taşkınlığı ile bunun tamamen zıddı demek olan ruhbaniyet karşılaştırıldığı zaman, herhalde dünya ihtiyaçlarına karşı ruhbanlık mücadelesinin bir fazilet olduğu da inkâr edilemez. Çünkü dünya sevgisi bütün hataların başıdır. Bir millet içinde böyle ciddi bir rehbet (korku) ile son derece dindar ve ibadete sarılmışcasına bir tecerrüd (Allah'dan başka her şeyden elini, eteğini çekmek), sabır ve tahammül hayatı takip edebilenler, o millette ölçülü olma hissi uyandırabilecek bir ıslah örneği olmaktan uzak kalmazlar. İşte bundan dolayıdır ki, doğru bir şekilde ilim ve amele ilgi gösteren keşişler ve dünyaya ait arzulardan soyunmaya çalışan rahiplerin varlıkları hıristiyanların kibirlerini kıran ve müminlerin sevgilerinin yakınlaşmasına sebep olan menkibelerinden sayılmıştır. Yoksa ruhbanlık adı altında dünya peşinde koşanların, helali yasaklayıp harama göz yumanların, din ve dünyaya zararlı, "Ve onlardan çoğunun fasık" (Hadid, 57/27) olduklarında şüphe yoktur. Nitekim Hadid sûresinde "Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmışlardır". (Hadid, 57/27) buyurulmuştur. Kısacası âyet bize gösteriyor ki, ilim ve âlimleri sevmek, ahiret düşüncesi, akibet endişesi, aynı şekilde alçak gönüllülük, isterse kâfir olsun, hadd-i zatında beğenilen, en faydalı, en güzel yakınlaşma sebepleri cümlesindendir. Ve bu sebepledir ki hıristiyanlar, müslümanlara sevgi açısından daha yakın bir vaziyettedir. Bundan dolayı bu ahlâkî durumlar mevcut oldukça hıristiyanlarda iman etme kabiliyeti daha fazladır. Ve bunlardan ciddi olarak imana gelenler yahudilerden daha çok olmuştur.
Bu şekilde bunlar kibirsiz ve müminlere sevgi bakımından diğerlerinden daha yakın bulunduğu gibi, içlerinde bizzat iman eden ve edecek olan ince kalbli, Hakk'ı bilen müminlerin de bulunduğunu ispat ile iman ehline hitabı nakletmek için şöyle buyuruluyor:
83- Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı dinledikleri zaman da, gözlerini görürsün tanıdıkları ve bir kısmını bilmiş oldukları haktan dolayı duygulanmış ve etkilenmiş olarak coşar, göz yaşlarından dolar dolar taşar, gözleri dolarak derler ki: Ey Rabb'imiz biz, bu indirdiğin hakka ve gönderdiğin Peygamber'e kayıtsız ve şartsız, iman ettik. Sen bizi de onun ümmeti olan şâhitler ile beraber yaz. Yani bunlar hitaplarında "Ruhu'l-Hakk" (Hakk'ın ruhu) olan o âhir zaman Peygamberinin geleceğini bilirler. Ve "iman ederiz gelecektir", diye inanırlar. Onun gönderilmesine arzu duyarlar, beklerler. Kur'ân'ı dinledikleri zaman da Hakk'a karşı kibirleri olmadığı ve kalblerinde incelik ve ihlâs, o şevk ve bekleyiş mevcut olduğu için Hakk'ı tanırlar, tesirinin feyzini duyarlar. Gözlerine yaşlar dolar, o Hakk'ın Resulünün gönderilmiş, gelmiş olduğunu anlarlar. Gıyâbî (gaybe ait) olan imanları şühûda (görünüre) çevrilir. Başlangıçta "iman ederiz gelecektir" derken, bu defa "geldi iman ettik" derler. Şühûd ve şehâdet ehli olan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.
84-Kendi nefislerine, yahut itiraz edenlere karşı bu iman ve itikatlarını teyit ve ispat için şunu da söylerler: Biz Allah'a ve bize hak olarak her ne gelmişse ona niçin, ne sebep, ne hak, ne mazeretle iman etmeyeceğiz. Halbuki Rabbimizin bizi de salihler topluluğuyla beraber aynı yere koymasını ister ve bunu çok arzularız. Şu halde inanmamaya hiçbir sebep olmadıktan başka, salihler zümresinin sonuç ve takdirlerine iştirak etme istek ve arzusu gibi, inanmayı gerektiren yüksek bir sebep ve çağırıcı da vardır.
85-İşte onlar Kur'ân'ı dinledikleri zaman hakkı tanıyıp böyle derler ve derken gözleri yaşlarla dolar taşar. Şu halde Allah da onlara iman ve ihlâs (samimiyet)la söyledikleri bu sözleri sebebiyle altlarından ırmaklar akan cennetleri sevap ve mükafat olarak vermiştir, orada ebedî olarak kalacaklardır. Muhsinlerin, yani güzel bakış, iyi niyet ve iyi amel, sahiplerinin, diğer deyimle yaptıkları işi en güzel şekilde yapmayı alışkanlık edenlerin mükafatı da budur.
Rivayet ediliyor ki, bu dört âyet Necâşî ve ashab (arkadaşlar)ı hakkında inmiştir İlk Muhacirlerin Habeşistan'a göç ettikleri zaman Mekke müşrikleri arkalarından bir grup insan göndermiş ve Necâşî'yi aleyhlerinde tahrik ve teşvik ederek onlara baskı yaptırmak ve perişan ettirmek istemişlerdi. Bunun üzerine Necâşî, ileri gelen keşişler ve rahipler ile bir toplantı yapmış ve müslümanlarla müşrikleri de oraya davet etmiş idi. Bu mecliste toplandıkları zaman Necâşî müslümanlara seslenerek: "Kitabınızda Hz. Meryem'in zikri (anılışı) var mıdır?" diye sormuş, Ca'fer b. Ebî Tâlib hazretleri de: "Evet, onun adına mensub (nisbet edilen) bir sûre vardır." demiş, "İşte Meryem oğlu İsa budur." (Meryem, 19/34) âyetine kadar bu sûre ile "Musa'nın haberi sana geldi mi?" (20/9) âyetine kadar Tâhâ sûresini okumuş ve bundan dolayı Necâşi ağlamış idi. Sonra Necâşi Medine'ye Peygamber'imize yetmiş kişilik bir grup göndermiş, Resulullah (s.a.v.) da onlara Yâsîn sûresini okumuş, aynı şekilde bunlarda ağlamışlar ve iman etmişlerdi.
Bu âyetler de bunların hallerini tasvir ederek nazil olmuştur. Bunun için bazı tefsirciler bu âyetlerin hükmü bunlara ve düşmanlığın şiddeti meselesinin de Peygamber'in zamanında bulunan Medine yahudilerine mahsus olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat âyetin zahiri âmm olduğundan tefsircilerin pekçoğu her iki kavmin cins cins mukayeselerini gösterdiğini açıklamışlardır. Gerçekte Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi yahudilerden de bu şekilde imana gelenler bulunmuş ise de bunlar nadir, hıristiyanlardan imana gelenler ise ilerden beri çok bulunduğundan, herhalde iman kabiliyetinin ve sevgi yakınlığının hıristiyanlarda daha çok olduğu gösterilmiştir.
86-Muhsin (iyilik yapan)ler böyle, bunlara karşılık "İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar da cehennem ehlidir". hıristiyanların İslâm'a yakınlık ve kabullenmelerine işaret eden bu açıklamada hıristiyanlar önce içlerinde keşişler ve rahipler bulunmakla öğüldüğü, ruhbanlığın mânası da dünya lezzetlerinden ve güzelliklerinden bütün bütün kesilme ve çekinme demek olduğu için, bundan müslümanların ruhbanlığa teşviki mânâsının anlaşılmaması ve İslâm'da ruhbanlığın bulunmadığının anlatılması için burada yine sûrenin başındaki akid (anlaşma)lerin yerine getirilmesi, helal ve haram hükümlerine sözü nakletmekle müminlere seslenilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i şerifi
87- Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram saymayın. Ve aşırı da gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.
88- Allah'ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yeyin ve inandığınız Allah'tan korkun.
89- Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar. Bozulan yeminin keffareti (cezası), ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek yahut da bir köle azad etmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizi bozmanın cezası budur. Yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, şükredesiniz.
87- Allah'ın size helal kıldığı nimetlerin hoş, lezzetli olanlarını haram kılmayınız. Yani onlardan kendinizi tesebbüben (sebep olmak sûretiyle) veya mübâşereten (doğrudan doğruya haram saymak sûretiyle) mahrum etmeyiniz. Önce yahudiler gibi akidleri yerine getirmemek ve anlaşmayı unutup bozmak sûretiyle o nimetlerin kesilmesine sebep olmayınız. İkinci olarak hıristiyanlar gibi ilâhî akitlere uymayan akitler yaparak, aşırılığı ve şiddeti benimseyerek Allah'ın size, "Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Ve inananlardan namuslu hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın namuslu bir biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir" diye helal ve mubah kıldığı güzel nimetlerden kendinizi menetmeyiniz. Hakkın sınırlarıne, ilâhî akitlerin hükümlerine de tecavüz etmeyiniz (geçmeyiniz). Önce helale haram demeyiniz, ikinci olarak o hoş ve temiz nimetleri kesib de başkasının hakkına yeltenmek sûretiyle haram yapmayınız, üçüncü olarak helal şekilde kazandığınız nimetlere de hakiki ihtiyaçtan çok hırs ve düşkünlük ile atılıp israf etmeyiniz ve yalnız şehvetler peşinde dolaşmayınız, gerek nefsin ve gerek başkasının hakkını gözeterek ölçülü ve iktisad ile hareket ediniz. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez, bu muhakkaktır.
88-Hasılı, helali haram, haramı helal yapmayınız da, Allah'ın size rızık olarak verdiği nimetlerden helal, hoş ve temiz olarak yiyiniz. Ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz, azarlamasından korkunuz da ifrat (aşırılık) ve tefrit (ihmalkârlık)ten çekininiz.
Ne Allah'ın nimetlerini beğenmemek, onlardan kaçınmak gibi nankörlük, ne de bu dünya nimetlerini son gaye zannedip Allah'dan ve ahiretten gaflet ederek hırsın ve şehvetin esiri olunuz.
Rivayet ediliyor ki, bir gün Resulullah (s.a.v.) ashâbına kıyameti anlatmış ve son derecede inzar (korkutma)da bulunmuştu. Ashâb-ı kirâm bundan etkilenip duyguları incelerek Osman b. Maz'ûn'un evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı yememeğe, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye, dünyayı terketmeye, eski çul, paçavra giyip yeryüzünde seyahat etmeye ve erkekliklerini kesmeye ittifakla karar vermişler. Derhal bu haber Resulullah'a erişmiş, bundan dolayı onlara: "Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde bir hakkı vardır. Şu halde oruç tutunuz, iftar da ediniz, namaz kılınız ,uyku da uyuyunuz; ben namaz kılarım, uyku da uyurum, oruç tutarım, iftar da ederim, et de yerim, yağ da yerim, kadınlara da yaklaşırım. "Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir" buyurmuş, bu âyetler inmiştir. Yine rivayet ediliyor ki, Resulullah tavuk ve palûze yerdi, tatlı ve bal hoşuna giderdi ve buyurdu ki "Mümin tatlıdır, halâveti, tatlılığı sever." İbnü Mes'ud hazretlerinden nakledilmiştir ki, bir zat ona: "Ben döşeği kendime haram ettim" demiş, o da bu âyeti okumuş: "Döşeğine yat ve yeminine keffaret ver" diye cevap vermiştir. Hasenü'l- Basrî hazretlerinden nakledilmiştir ki, "Bir gün yemeğe davet edilmiş, beraberinde Ferkad Sebhî ve arkadaşları da varmış, sofraya oturmuşlar, yağlı tavuklar, tatlı ve diğerleri türlü türlü yemekler var. Ferkad bir kenara çekilmiş, Hasenü'l- Basrî de: "Oruçlu mu?" diye sormuş, "Hayır, böyle çeşitli yiyecekleri mekruh görür" demişler. Bunun üzerine Hasenü'l- Basrî Ferkad'e dönmüş: "Ey Ferkadcik demiş, sen hâlis tereyağı ve buğday özü ile lüab-ı nahli, yani balı bir müslüman ayıplar fikrinde mi bulunuyorsun?" demiştir. Yine adı geçen Hasenü'l- Basrî'ye: "Falan zat palûze yemiyor, şükrünü edâ edemem diyor" demişler. "Soğuk su içiyor mu?" diye sormuş, "evet" demişler. Buyurmuş ki:" O halde bu adam cahil, Allah Teâlâ'nın ona soğuk sudaki nimetinin palûzeden daha çok olduğunu bilmiyor".
89-Şimdi burada bir müşkil (mesele, problem) vardır. "Akidleri yerine getirin." emri, bütün akid (anlaşma) leri içine alır ve şüphe yok ki, yeminler de bu akidlerde dahil idi. Burada da "Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram saymayın" buyurulmuştur. Şu halde bir kimse her hangi bir sebeple yemin eder ve bu yemin ile bir helali kendine haram etmiş olursa ne yapacak? Zira yemininde dursa "haram saymayın" anlaşmasını bozmuş olacak. Yemininde durmasa yemin akdini yerine getirmemiş olacak. İşte bu müşkülü halletmek için buyuruluyor ki: Allah, yeminleriniz içinde lağv olan kasem (yemin)lerle sizi sorumlu tutmaz. O, bir akid değildir. Yemin-i lağvin tarif ve tefsiri Bakara sûresinde geçmişti. (Bakara, 2/225) Ve fakat akdetmiş olduğunuz, yani "şöyle yapacağım, böyle yapacağım, yahut şöyle olursa şöyle edeceğim" şeklinde gelecekle ilgili olmak üzere kendinizi bağladığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bunlara "yemin-i mün'akide" (mün'akide yemin) denir. Mesela "Vallahi evlenmiyeceğim, vallahi karıma yaklaşmayacağım, vallahi yarın oruç tutacağım, yahut vallahi sigara içmiyeceğim" gibi yeminler mün'akidedirler. Bu gibi yeminler birer akid oldukları için yerine getirilmeleri lazım gelir. Getirilmezse Allah muâheze eder (cezalandırır). Bunlar ise iki türlüdür. Birisi günah olmayan bir şeye yemindir ki, bunun bozulması asla caiz değildir, büyük günahtır. Diğeri günah olan bir şeye yemindir ki, bunda sebat etmek bozmaktan daha günahtır. Ve bunun için ehven-i şerreyn (iki şerden daha hafifi) seçilip "Kim birşeye yemin eder sonra ondan başka daha hayırlısını görürse yemininin keffaretini versin, sonra o daha hayırlı olanı yapsın" hadis-i şerifi delaletince yeminin bozulması tercih edilir ve keffaret (dünyevî ceza) verilir ki, bu keffaret, hem yeminin bozulmasının bir cezası ve muahezesi, hem de ahirete ait cezadan kurtuluş için bir ibadettir. Bununla beraber keffaretin lüzumu yalnız bu kısma mahsus değildir. Öncekinde de vacibtir. Çünkü bozulması caiz ve daha uygun olan bir yemin akdinin bozulmasından dolayı muaheze demek olan keffaret (ceza) vacib olunca, bozulması asla caiz olmayan yeminin bozulmasından dolayı bu muahezenin öncelikle farz olacağı açıktır. Bu şekilde bütün keffaretlerde hem ceza, hem de ibadet mânâsı vardır. Ve herhangi bir mün'akide yemin bozulduğu zaman da dünyada bir keffaret ile cezalandırılır. Ve bu keffaret ile yukardaki müşkil (problem) halledilir.
Şimdi yemini bozmanın keffareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin çeşit ve miktarında orta bir şekilde on fakiri bir gün doyurmaktır. Bu iki şekilde olur: Birisi bir akşam, bir de sabah çağırıp yemek yedirerek karınlarını doyurmaktır ki, buna ibâha denilir. Diğeri de akşam sabah doyuracak kadar ellerine bir şey vermektir ki, buna da temlik ismi verilir. İmam-ı Âzam Ebu Hanife'ye göre bunun ölçüsü her fakir için bir fıtra (fitre) gibi buğdaydan yarım sâ (sâ = 2.917 kg. hububat ölçüsü), diğerlerinden bir sâ' dır. İmam Şâfiî'ye göre bir "müd" (1 müd = 832 gr.) dür. Yeminin keffareti ya böyle on fakiri doyurmak, yahut on fakirin kisveleridir. Kisve, dinen örtülmesi gereken yerleri örtecek bir elbise demektir. Bir rivayete göre de bir "sevb-i câm" (bütün bir takım elbise)dır. Veyahut bir rakabe, bir köle veya cariye insan azad etmek (hürriyetine kavuşturmak)tir. İmam Şâfiî, adam öldürme keffaretine kıyas ederek, bunun da mümin olmasını şart kılmış ise de, Hanefî imamları, adam öldürme keffaretinden başkasında, nassın (dînî delilin) görünüşüne (zahirine) göre müslüman olmayan köleyi de yeterli görmüşlerdir. Sözün kısası yeminin keffaretinde bu üçten biri vacibdir, tayininde ise mükellef serbesttir. Buna göre her kim bunlardan birini bulamaz, vermeye gücü yetmezse onun keffareti de üç gün oruçtur. İbnü Mes'ud Mushafında olduğundan bu üç günün fasılasız (ara vermeksizin) birbiri ardınca tutulması da vacibtir. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin keffareti budur. Bozulduğu zaman bu keffareti yerine getiriniz. Ve yeminlerinizi muhafaza ediniz. Yani önce her şeye yemin etmeyiniz. İkinci olarak, yemininizin şeklini iyi belleyiniz, ihmal ederek unutmayınız. Üçüncü olarak, günah olmayan ve bir hayrı yasaklamayan yeminlerde gücünüz yettiği kadar sebat ediniz, bozmayınız. Dördüncü olarak, bozduğunuz takdirde keffaretini de vererek yeminin şanını koruyunuz. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ve gelecekte daha beyan edecektir ki, şükredesiniz.
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
90 - Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.
91 - Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?
92 - Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Kötülüklerden sakının. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki, Peygamber'imize düşen sadece apaçık tebliğdir.
93- İman edip salih amel işleyenler, Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, salih amel işlemeye devam ettikleri, sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah'tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe, daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever.
90- Ey iman edenler! Helâl olan güzel şeyleri haram etmediğiniz gibi, haram olan pisliklerden de iyi sakınınız. Bu cümleden olarak muhakkak ki hamr, yani sarhoş edici şeyler ve meysir, yani piyango ve kumar (Bakara Sûresi 2/219. âyetin tefsirine bkz.) ensâb yani tapılmak için dikilmiş taş vesâir putlar, kumar ve piyango kalemleri, okları, zarları, bütün bunlar başka bir şey değil, ancak birer ricstir, aklınızın tiksineceği, iğreneceği pis, murdar bir şeydir, şeytanın işlerindendir. Şeytanın işi, şeytanın teşvikidir. O halde bu pislikten çekininiz, uzak durunuz ki kurtuluşa eresiniz.
Bu âyet, müskirât (şarhos edici şeyler)ın yasaklanması ve haram edilmesi hakkında üçüncü ve son olarak nazil olan âyettir ki birincisi Nisâ Sûresindeki "Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın." (Nisâ, 4/43) ikincisi de Bakara sûresindeki "Senden içki ve kumarı sorarlar. De ki: Onun ikisinde büyük bir günah vardır." (Bakara, 2/219) âyeti idi. (Oraya bkz.) Allah Teâlâ bu âyette içki ve kumarın haramlığını çeşitli yönleriyle tekit etmiştir. Birinci olarak cümlenin başı ile başlanmış; ikinci olarak putlar ve fal okları ile beraber zikredilerek, "Şarap içen puta tapan gibidir" hadis-i şerifi delaletince puta tapıcılık kabilinden gösterilmiş; üçüncü olarak "pislik" adı verilmiş; dördüncü olarak başlı başına şer veya galip olduğuna tenbih edilerek "şeytanın işlerinden" buyurulmuş; beşinci olarak bizzat kendilerinden çekinilmesi emredilmiş; altıncı olarak, bu çekinme, kurtuluş ümidine bir sebep yapılmıştır.
91-Yedinci olarak da bu beyandan asıl maksad, içki ve kumarın haram kılındığını hatırlatan ve bunların haram kılınmasını gerektiren dine, dünyaya ait kötülük ve veballerini anlatmış ve şeytanın işini açıklayarak buyurulmuştur ki: İçki ve kumarda şeytanın gayesi, başka değil, ancak aranıza kin ve düşmanlık düşürmek ve sizi Allah'ı anmak ve yadetmekten, namazdan menetmektir. Ki bir defa bunlar olduktan sonra artık her günah, her cinayet işlenir, ne din kalır, ne iman, ne dünya kalır ne ahiret. Sekizinci olarak, bütün haram olma sebepleri açıklandıktan sonra itaat sözü alınmak üzere soru takriri ile anlaşmayı belgelemek için buyuruluyor ki: Artık siz şimdi bu yasaklamayı kabul ettiniz ve içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz değil mi? Bunun üzerine Hz. Ömer'in ne söylediği Bakara sûresinde geçmiş idi.
92- Dokuzuncu olarak genelde itaati belgelemek ve tekid edilerek muhalefetten sakındırmak sûretiyle buyuruluyor ki: Vazgeçiniz ve Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e de itaat ediniz, ve karşı gelmekten çekininiz. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız biliniz ki, bizim Resulümüzün üzerine ait olan vazife açık bir tebliğden ibarettir ki, O da onu işte yapmıştır. Ondan ötesinin sorumluluğu ve zararı ona değil, sırf sizin kendinize aittir.
93-Rivayet ediliyor ki, içkiyi haram kılan âyet nazil olduktan sonra ashab, "Ey Allah'ın Resulü, ya bundan önce vefat eden ve şarap içmiş bulunan kardeşlerimizin ahirette hali ne olacak? " demişler, şu âyet nazil olmuş: İman edip salih, iyi işler yapanlar haramdan sakınıp iman etmekte ve güzel ameller yapmakta ciddi olarak, dış görünüş ve içyüzü bakımından sebat ettikleri sonra yine haram kılınandan sakınıp iman ettikleri sonra ittikada, kötülüklerden sakınmakta devam edip ihsan (iyilik) yaptıkları, güzel güzel ameller araştırarak onlarla güzelce meşgul oldukları takdirde, geçmişte tattıkları, yani yasaktan önce içtikleri içkide günah yoktur. Bunlar "ihsan mertebesi"ndedirler. Ve Allah iyilik yapanları sever, onları cezalandırmaz. Şu halde, kurtuluş ve saadetin gayesi ruhbanlıkta değil, bu şartlar altında iyilik yapmaktadır.
Görülüyor ki, bu âyette iman ve güzel amel iki defa ve takva üç mertebe olarak zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine gelmiştir ki, takvanın bu üç defa zikri, çeşitli vecihlere ve takva mertebelerine işarettir. Birinci olarak, geçmiş, şimdi, gelecek, üç zamana işarettir. İkinci olarak üç hâle işarettir ki, birincisi insanın kendisiyle yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takva ve iman, ikincisi kendisiyle insanlar arasında takva ve iman, üçüncüsü kendisiyle Allah arasında takva ve imandır. Bunun için üçüncüsünde iman, ihsana tebdil edilmiş, Peygamberimiz (s.a.v.)'in "İhsan, senin Allah'a, onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, muhakkak ki o seni görüyor" tarifine işaret buyurulmuştur. Üçüncü olarak, Bakara sûresinin başında açıklandığı üzere başlangıç, orta ve nihayet olmak üzere takvanın üç derecesi bulunduğuna işarettir. Dördüncü olarak, sakınılacak şeylerin derecelerine işarettir. Çünkü önce azabdan sakınmak için haramı terk, ikincisi harama düşmemek için şüpheleri terk, üçüncüsü nefsi noksandan korumak, tabiat ve alışkanlık kirlerinden temizlemek için bazı mubah şeyleri terketmek gerektir. Nitekim bu noktaya yukardaki "Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri siz haram etmeyiniz." (Mâide, 5/87) ilâhî sözünde de bir işaret vardır. Zira "Güzel şeyler size helal kılındı." (Mâide, 5/4) âyeti delaletince helal kılınanlar zaten tayyibât (güzel şeyler) olduğu halde, helallerin tayyibât (güzeller)ı "Allah'ın helal kıldığı güzel şeyler." buyurulması "tayyibâtın tayyibâtı" (güzellerin güzelleri) meâlini ifade eder ki, bu da kıymetsiz olan mubahlardan bir çekinmeyi içine alır.
İçki (şarap), kumar ve diğerleri gibi daima haram olanlardan başka, bir de geçici ve sırf ibadet etme ve terbiye hikmetiyle yasaklanan ve haram edilenler vardır ki, buna da sûrenin başında "İhramda iken avı helal saymamak şartıyla" (Mâide, 5/1) kaydıyla işaret buyurulmuş idi. Şimdi buna dikkat çekerek buyuruluyor ki:
Meâl-i şerifi
94- Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki, gizlide kendisinden korkanları meydana çıkarsın. Kim bundan sonra saldırıda bulunursa onun için acı bir azab vardır.
94-Bu âyet Hudeybiye senesi nazil olmuş ve bu imtihan o sene vuku bulmuştur. Resulullah (s.a.v.), Ten'ûm denilen yere vardıklarında av hayvanları (âhû ve diğer çeşitli vahşi yaratıklar) müminlerin etrafına fazlasıyla dolmuş, yüklerinin aralarına varıncaya kadar sokulmuş, mızraklarını dürtseler yetişecek ve elleriyle tutsalar tutulabilecek derecede yaklaşmışlardı. Halbuki müminlerin hepsi ve bir rivayette bazısı ihramlı olmakla, bunlara el uzatmaktan yasaklanmış olduklarından, bu hâl onlar için önlerine gelen ve hırslarını gıcıklayan bir dünya nimetine karşı ondan meneden Allah'ın emrine uyma derecelerini gösterecek, yani Allah'tan korkanla korkmayanları ayıracak bir deneme olmuştur. Gerçekte içki ve kumar gibi doğrudan doğruya zarar olduklarından dolayı haram kılınan şeylerde Allah'ın emrine uymak nisbeten çok kolaydır. Fakat bu gibi sebep ve hikmeti açık ve bilinen şeylerde emir veya yasağa uymada nefsin zarar ve çıkarı bulunduğundan, Allah sevgisi veya Allah korkusu hâlis ve samimi olamaz. Bunlar Allah için değil, nefis için tapınma demektir. "O kimseler ki gayba inanırlar" (Bakara, 2/3); "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını verir" (Bakara, 2/207); "Her kim iyilik yaparak kendini Allah'a teslim ederse..." (Bakara, 2/112) âyetleri gereğince tam ihlas ve teslim olma ise, yaptığını sırf Allah için, Allah rızası için yapmaktadır. Tevhid, ancak bundadır. Bu ise bütün nefse ait isteklerden sıyrılmaya bağlıdır. Bu da nefsin, zarar veya menfaati açık olmayan, diğer bir deyişle açıkta mânâsı makul bir sebep ve hikmeti görünmeyip, bütün hikmeti yalnız Allah'ın emrine itaatten ve O'nun rızasına uymaktan ibaret olan ve bundan dolayı görünüşte faydasız ve zararlı görünse bile yerine getirilmesi gereken, kısaca Allah ve Allah'ın rızasının herşeyin ve her menfaatin başı olması iman ve itikadıyla yapılan amellerle ortaya çıkar ki, bunlara ibadetle ilgili işler denilir. Ve bizzat hayır olan ihsan (iyilik) ancak bununla ortaya çıkar. Ve insan nefsin şirkinden ancak bununla kurtulur. Yoksa insanın kalbinde kendine tapmak hissi silinmemiş ve gerçekten "Allah'dan başka ilâh yoktur" denilmemiş olur. Ve Allah'ın dışında kendi iyilik ve çıkarını düşünmek iddiasında bulunanlar da, hakikatte hayır ve menfaat düşünmemiş olurlar. Bunun içindir ki, mesela sarhoş edici şeyleri Allah'ın yasakladığı ve haram ettiği için değil, sırf kendilerine zarar olduğu için terkedenler, bu terkedişlerinden dolayı dünyada o zarardan kendilerini kurtarsalar bile, ahirette bundan dolayı bir sevaba nail olamazlar. Zira onu Allah rızası için terketmemişlerdir. Ve yine bunun içindir ki, namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerin, nefsinize şu şu faydaları vardır gibi nefisle ilgili bir maksatla değil, sırf Allah rızası için ve Allah'ın emri olduğu için, yalnız bir ibadet etme fikriyle ve sırf Allah'a yaklaşmak için samimi ve ihlaslı olarak ibadet niyetiyle yapılması gerekir. Ve öyle olmadıkça makbul olmaz. Çünkü o zaman Allah'a değil, nefse ibadet edilmiş olur. Nefis ise hangi arzuları üstün gelirse onun peşinde koşar. Böyle demek, bunların hadd-i zatında hiçbir faydası yok demek değil, tersine faydaları ve menfaatları sayılamayacak ve tayin edilemeyecek kadar genel ve sonsuz demektir. Fakat Allah ve Allah'ın rızası kavramına göre "umûmî" ve "sonsuz" kelimeleri bile ufak olduğundan, ibadette nefsine az-çok bir mabudluk hissesi düşüncesi vermekten uzak olmayan genel menfaatler ve sonsuzluk fikirlerinden de sıyrılarak Allah sevgisini ve Allah korkusunu her menfaat ve zarardan öne almak, ancak ve ancak Allah'ı ve Allah'ın emrini düşünmek aslî bir şarttır. İşte birtakım helalleri geçici olarak haram ve yasak etmek demek olan ihram da Allah'ı böyle halis bir niyyet ile tanıyıp tanımayanları ayırdedecek soyut bir ibadet hikmetiyle emredilmiştir ki, bunlarla insanların fazilet terbiyeleri kemâle erecek, Allah için dindar olanlarla, dünya ve nefisleri için dindar olanlar ayrılacaktır. Fakat bilinmektedir ki, elde bulunmayan bir nimetten vazgeçmekle, nimetin karşısında nefsi menetmek arasında fark vardır. Birincisi kolay, ikincisi zordur. Mesela dağ başında kalmış bir kimsenin açlığa sabrederek Allah'a ibadet etmesiyle, kurulmuş bir sofranın karşısında açlığa sabrederek ibadet etmesi arasındaki fark düşünülsün. Elbette öncekinde fazilet mânâsı az, ikincisinde ise çoktur. Birincide başarılı olanların çoğu ikincide olamaz. Ruhbanlık terbiyesiyle İslâm terbiyesinin arasındaki fark da bu misalden ortaya çıkar. Bu âyette Allah Teâlâ ihrâmın hikmetini göstermek üzere müminleri böyle bir denemeye tâbi tutacağını açıklayarak buyurmuştur ki:
Ey inananlar, elbette Allah sizi av cinsinden bir şeyle -yani can ve bilfiil elde bulunan mal feda etmek kadar zor ve büyük değil, oldukça kolay bir şeyle - deneyecek, öyle bir şey veya o şekilde bir av ki elleriniz ve mızraklarınız onu yakalayıverecek bir halde, yani av hayvanları o kadar çok olacak ve yanınıza o kadar yakın sokulacak ki ellerinizle tutsanız tutulabilecek ve mızraklarınızla dürtseniz erişilebilecek bir vaziyette bulunacak, bu hâl içinde siz ise ihramda ve avdan yasaklanmış olacaksınız. Bu da sizin nimetler karşısında Allah'ı ne kadar saydığınızı ve emirlerini ne kadar tanıdığınızı ve O'nun azabından ne kadar korktuğunuzu isbat edecek bir imtihan olacaktır. Herhalde Allah sizi böyle bir şey ile imtihan edecek ki, Allah kendisi gıyabında tanıyıp azabından korkanları bilsin. Yani başkalarından ayırıp meydana çıkarsın da ilerde kendilerine nice nice büyük nimetler verilecek ve büyük büyük ilâhî emanetlere ehil olacak kimselerin ehliyetlerini ortaya çıkarsın ve tahakkuk ettirsin. Şu halde bu denemeden ve Allah'ın haber verdiği bu av imtihanının tahakkukundan sonra her kim sınırı aşar, yasaklandığı şeye elini sunarsa, ona acıklı bir azab vardır. Böyleleri geleceğin büyük nimetlerinden mahrum olduktan başka, dünya ve ahirette acıklı bir azap da göreceklerdir. Zira böyle bir durumda kendini tutamayan ve Allah'ın hükmüne riayet edemeyenler, nefislerin daha çok meyledici ve daha çok hırslı olacakları şeylere karşı nasıl sabredebilirler? Ve öyle büyük nimetlerin emanetlerini nasıl edâ ederler? Ve o halde böyle kimseler canların, ırzların, hazinelerin, Allah'ın hakları (hukûkullah) ve kulların haklarının başına geçmek ehliyet ve selahiyetini nasıl yüklenebilirler?
Görülüyor ki, bu âyet ihramdaki ibadet hikmetini açıklamak için müminlere ileride yönelecek büyük ilâhî nimetleri av şeklinde bir öncü misal teşkil eden olağanüstü bir bolluğun vuku bulacağını haber vermiş ve bununla müminlerin en büyük ilâhî emanetlere ehliyet temin edecek bir deneme ve düzeltmeden geçirileceklerini hatırlatmış ve iman ehline büyük bir ders ve yüksek bir fazilet terbiyesi veren bir mucizeye işaret etmiştir. Şu halde müminin öyle bir fazilet ile yükselmesi gerekir ki, her zaman haram ve çirkin olan şeyler şöyle dursun, aslı helal olan her türlü nimetler etraflarına saçılmış, önlerine konulmuş olsa bile, Allah'ın izni ve şer'î cevazı olmadan onlara el uzatmayacak, haksız, selâhiyetsiz (yetkisiz) hiçbir şeye dokunmayacak, kendine sahip, nefsine mâlik, eğilimlerine hâkim, Allah'ın emirlerine bağlı olacak. Bu şekilde her türlü emanetlere yetkili, ahlâkî bir fazilet ile başkalarından ayrılacaktır. Hudeybiye senesi müslümanlar böyle bir imtihan ve ıslah ile seçilmiş ve Hudeybiye barışının kendisi de bu imtihanın başka bir şekilde tekit ve teyidi olmuş ve bundan sonra İslâm sofrası gelişmiş de gelişmiştir. Ve ihrâm işte böyle bir seçim hikmetiyle meşru kılınmıştır. Bu hikmetden dolayı:
Meâl-i şerifi
95- Ey iman edenler, ihramlı iken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır ki, Kâbe'ye ulaşacak bir kurban olmak üzere buna yine içinizden iki adaletli kişi hükmeder; yahut (ceza olmak üzere) bir keffarettir ki, ya o nisbette fakirleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de bu suçu tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır. Allah damia gâliptir, intikam sahibidir.
96 - Size ve yolculara yiyecek olmak üzere, deniz avı ve onu yemek helal kılındı. Kara avı ise, ihramlı olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun.
97 - Allah, Kâbe'yi, o Beyt-i haram'ı, haram ayı, kurbanı ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir nizam kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bildiğini ve Allah'ın herşeyi hakkıyle bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.
98 - İyi bilin ki Allah, hem cezası çok şiddetli olandır, hem de çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
99 - Peygamber'in üzerine düşen sadece duyurmadır. Allah, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.
100- De ki:"Pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz, pis olanın çokluğu hoşuna gitse bile". Ey selim akıl sahipleri Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.
95- "Siz ihramlı iken av hayvanını öldürmeyin.." Hurum kelimesi "haram"n çoğuludur ki, muhrim, yani gerek Harem'de ve gerek Harem dışında olsun ihramda bulunan kimse demektir. Ve Harem'de bulunup da ihramda olmayan da bu hükümdedir. Sayd, av demektir. Eti yenene de, yenmeyene de söylenir. Fakat örfte daha çok eti yenenlerde yaygındır. Burada da lâm-ı ahd (ahd lâmı) veya mutlakın kemâline sarfı ile murad budur. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Beş şey Harem dışında da Harem'de de öldürülür: Çaylak, karga, akrep -ve bir rivayette yılan- fare, kuduz köpek." buyurulması da bunu teyit etmektedir ve kuduz köpek kavramında insana saldıran diğer yırtıcı hayvanların öldürülmesinin caiz olduğuna da uyarma vardır.
Hasılı ey müminler, siz ihramda iken avı öldürmeyiniz. İçinizden her kim kasden, yani ihramda olduğunu ve avı öldürmenin kendisine haram olduğunu bilerek avı kasden öldürürse, öldürdüğü ava denk hayvanlardan deve, sığır, davardan bir ceza gerekir. Yani onun ona denk olduğu, yalnız kendi ölçünüzle değil, ilim ehli makamında itimada şâyan iki doğru kimsenin takdiriyle tayin edilir. Ve bu ceza Kâbe'ye varacak bir kurbanlık deve olmak üzere lazım gelir. İhramda avı öldürmenin cezası ya bu veya fakirlerin yiyeceği bir keffaret, veya bunun dengi oruçtur. Hakem aracılığıyla avın kıymeti takdir edilir. Bununla ya Kâbe'ye varacak bir kurbanlık deve alınır veya yiyecek alınıp her fakire yarım sa' (1 sa' = 2.917 kg) olmak üzere fakirlere verilir. Veyahut her yarım sa' yerine bir oruç tutulur. Bu üçü arasında seçmeli bir ceza vacib olur ki ihramdayken avı öldüren kimse yaptığı işin vebalini, ağırlığını tatsın. Âyetin zahirine göre avı öldürmek istiyerek olmayıp, hata ve unutmak şeklinde olursa ceza gerekmiyecek sanılabilir. Fakat mefhûm-i muhalifin muteber olmadığının da unutulmaması gerekir. Hz. Ömer'den, İbnü Abbas'dan, Tavûs'tan, Hasen'den, İbrâhim Nahaî'den, Zührî'den rivayete göre hata ve unutmada da bu ceza vardır. Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları da buna kâni olmuşlardır. Sonra ihramlının avladığı veya kestiği, her ne şekilde olursa olsun, Hanefi ve Mâliki mezheblerince ölü hayvan hükmündedir, kesilmiş temiz değildir; ne kendisi yiyebilir, ne başkası. Fakat İmam Şâfiî, "kesilmiş temizdir, başkası yiyebilir" demiştir. "Allah geçmişi affetmiştir. Kim tekrar bu yasağa uymazsa Allah ondan intikamını alır. Allah daima gâliptir, intikam sahibidir."
96- Size her çeşit deniz avı ve yiyeceği, yani yenebilecek şeylerinden yemek, gerek mukîm (yolcu olmayan) lerin ve gerekse yolcuların yemesi ve istifadesi için her zaman helal kılındı. Ki taze taze tutar veya kurutur, tuzlar, hazar (yolculuk dışın)da veya yolculukta yer veya ticaretle faydalanırsınız. Kara avı da ihramda bulunduğunuz müddetçe size haram kılındı. Dikkate şayandır ki kara avında: "ve onun yiyeceği" buyurulmamıştır. Demekki ihramda bulunan kimse kara avı avlayamaz ve aynı şekilde hayvan da kesemez. Fakat ihramda bulunmayan kimsenin avladığı avdan ve kestiği hayvandan yiyebilir. Şu kadar ki, avlanması veya kesilmesi kendi tarafından emredilmiş veya gösterilmiş olmasın. Deniz avına gelince, başka zaman olduğu gibi, ihramda dahi hem avlanması, hem yemesi mutlak olarak helaldir. İmam Şâfiî "Denizin suyu temiz ve temizleyicidir, ölüsü helaldir" hadis-i şerifi ile de delil getirerek gerek balık cinsinden olsun, gerek olmasın denizden avlanan her hayvanın helal olduğunu söylemiş ise de en çok bilinen balıktır. Balık kesilmeden yendiği için ölü tabir olunmuştur. Yoksa kendi kendine denizde ölen hayvan, balık da olsa, yenmez. Rivayet edildiğine göre bu âyet Benî Müdlic hakkında nazil olmuştur. Bunlar deniz sahillerine inerlerdi, suyun çekilmesiyle kenarda kalan balıkları sormuşlardı. "Bahr"den maksad, bütün geniş ve çok sulardır ki, nehirleri, gölleri, dereleri, büyük havuzları ve kaynakları da içine alır. Hepsinin hükmü birdir. Ancak bazı bilginler "bahir"den maksad, bilindiği üzere denizdir, âyetin nüzul (iniş) sebebi de buna delalet eder, diğerleri buna katılmıştır, demişlerdir. İşte deniz avı ve yiyeceği böyle her zaman helal ve mubah, fakat ihramda veya Harem'de bulunulduğu müddetçe kara avı haramdır. En sonunda toplanıp kendisine varacağınız, huzurunda haşrolacağınız Allah'tan korkun da haramdan, hürmetsizlikten sakının.
97- Allah, Beyt-i haram olan (gayet muhterem ve her şekilde hürmeti vacib bulunan) Kâbe'yi insanların ayakta durmalarına vesile kıldı. Halk bununla tutunur kalkınır, din ve dünyaları bununla ayaktadır. Dünya ve ahiretlerinde kalkınmalarının sebebidir, korkanlar buraya sığınır, zayıflar burada eminlik bulur. Hacılar ve ziyaretçiler buraya gelir, namaz kılanlar buraya döner. "Nerede olursanız olun Allah hepinizi bir araya toplayacaktır." (Bakara, 2/148) âyetinin sırrı bununla açık olur. Haccın yerine getirildiği haram ayı, kurbanlığı ve gerdanlıkları da böyle yaptı, bütün bunları insanların maddî, mânevî hayatlarının kalkınma vesilesi kıldı. Allah'ın bunları böyle yapması şunu bilmeniz içindir, ki hiç şüphesiz ki Allah göklerde her ne var ve yerde her ne varsa hepsini bilir. Ve hiç şüphe yok ki Allah her şeyi tamamiyle bilir. Ve bu ibadetlerin vukuundan önce zararları defeden ve gerekli menfaatleri celbeden hükümlerin konması, insan hayatının böyle birtakım açık ve kapalı hikmetleri içine alan gizli hükümler ve intizamlı düzenle ayakta durması, Allah Teâlâ'nın hikmetine ve noksansız ilmine delildir. Şu halde bunu kısaca bilesiniz ve bunların açık hikmeti sizin eksik ilim ve kısa aklınızla kavranılabilmekten çok yüksek olduğunu anlayasınız da bu ibadetlerin, bu haram ve helal etmelerin gizli hikmetlerini ve sırlarını Allah'ın ilmine bırakıp, gerekleriyle amel edesiniz.
98- İyi biliniz ki, Allah'ın azabının çok şiddetli olduğu muhakkak. Bununla beraber, Allah'ın gafûr (affedici), rahîm (merhametli) olduğu da muhakkak. Bunun için Allah'ın hükümlerine ve dinin korunmasını gerekli kıldığı hususlara iyi dikkat etmeli ve bunları yalnız azab korkusuyla değil, hem yüksek bir korku ve haşyet, hem de yüksek bir bağışlanma ümidi ve rahmet aşkı ile tatbik ve icra etmelidir.
99-*} Elçinin, Peygamber'in görevi tebliğden ibarettir. İşte o da bunu fazlasıyla yapmıştır. Artık sizin için hiçbir şekilde mazeret göstermeye ve Peygamber'den başka şeyler istemeye hak yoktur. Ve ancak o her şeyi bilen Allah bilir, siz ne açıklayıp ne gizliyorsunuz, dışınızı da bilir, içinizi de". Şu halde tasdik etme ve yalanlamanızda, fiil ve amellerinizde, maksat ve fikirlerinizde ona göre ihlas ve samimiyetle hareket ediniz.
100-Ey Resul de ki: Ey söyleneni anlayan akıllı kişi, şahıslarda, amellerde, mallarda, kısaca herhangi bir şeyde çirkinin çokluğu, kötünün çokluğu hoşunuza gitse bile, hiçbir zaman çirkin ile güzel, iyi ile kötü, pis ile temiz denk olamaz. İyilik kötülük, pislik temizlik sade bir anlayış meselesi değil, gerçekte bir mânâyı içerir. Gerçi dünyada çirkin güzelden daha çok, daha fazla bulunabilir. Mesela boncuk elmastan, bakır altından, ısırgan dikeni gülden, karga bülbülden, hayvan insandan, cahil bilginden, kâfir müminden, günahkâr günahsızdan, hasılı kötü iyiden daha çok bulunur ve daha çabuk yetişir. Ve birtakım kimseler kemmiyyet (nicelik) den daha çok memnun olduklarından dolayı haram helal, iyi kötü demez, kötüleri toplar ve çokluğu ile öğünür, sevinirler. Halbuki gerçekte iyi iyi, kötü kötüdür. Pis pis, temiz temizdir. Yüz okka kokmuş kurtlu et yığmadan ise, bir okkacık tertemiz ekmeğe sahip olmak elbette daha iyidir. Şu halde ey akıl sahipleri, Allah'dan korkun da çok olan çirkinlere talip olacağınıza, isterse az olsun iyilere ve temizlere talip olunuz ki kurtulabilesiniz. Her halde kıymet verme çokluğa değil, temizliğe ve iyiliğedir.
Bu âyetin nüzul sebebi, sûrenin başında "Allah'ın (ibadetine delalet eden) alâmetlerine saygısızlık etmeyin." âyetinde geçtiği üzere Hutam b. Dubey'a el-Bekrî olayı olmuştur. Bir de bir kimse: "Benim ticaretim şarap satmaktı, ben bundan birçok servet kazandım, bu maldan Allah'a ibadet olan ameller yaparsam faydası olur mu?" diye Resulullah'a sormuş Peygamberimiz de: "Sen onu hacca veya cihada veya sadakaya da sarfetsen Allah katında bir sinek kanadına değmez, muhakkakki Allah iyi ve güzelden başkasını kabul etmez" buyurmuş ve bir rivayette bu âyet bunun hakkında inmiştir.
Şimdi akıl sahipleri, az olsa bile, daima iyiyi tercih etmek gerektiği gibi, faydasız, mânâsız, münasebetsiz, neticesi zararlı dedikodudan, asılsız çirkin şeylerden de sakınmak lazımdır. Bunun için:
Meâl-i şerifi
101- Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur'ân indirilirken sorarsanız size açıklanır. Halbuki Allah onlardan geçmiştir. Allah çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.
102- Sizden önce gelen bir kavim bunları sormuştu da sonra inkâr etmişti.
103- Allah, ne "bahîre"yi, ne "sâibe"yi, ne "vesile"yi ve ne de "hâm"ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez.
104- Onlara: " Allah'ın indirdiği (kitabı)ne ve peygamber'e gelin" dendiği zaman:" Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsa da mı?
101-102- Ey iman edenler, bir takım şeyler vardır ki size açıklanır ve beyan edilirse gücünüze gider, üzülmenizi gerektirir, böyle olması düşünülen şeylerden soru sormayınız. Çünkü cevabında kederlenirsiniz. Akıllı olanlar ise kendi üzülmesine sebep olacak şeyi yapmaz. Ve eğer Kur'ân'ın indirildiği sırada, yani vahy zamanında böyle şeylerden soru sorarsanız. Size onlar açıklanır, cevabı verilir, bundan dolayı da kederlenmeniz muhakkak olur. Bunun için Peygamber'e bunları sormayınız. Onlar öyle şeylerdir ki Allah bunlardan sizi affetmiş, sorumlu tutmamıştır. Malûm ya Allah gafûrdur, halîmdir. Birçok şeyleri affeder. Bunun için geçen geçti, Allah affetti, fakat bir daha böyle bir şey yapmayınız.
Anlaşılıyor ki bunlar, haber verilmesi ve açıklanması sahiplerini rezil edecek olan gizli sırlar veya sorulması edepsizlik ve terbiyesizlik olan münasebetsiz, faydasız veya mânâsız, şeyler kabilinden haberlere ilişik sorular, yahut derinleştirilmesi, güç yetiştirilemeyecek birtakım meşakkatli teklifleri gerektirecek duyulmamış, işitilmemiş şeylerle ilgili sorulardır. Nitekim Hz. Ali'den rivayet olunduğu üzere "İnsanlar üzerine o Beyt'i haccetmeleri, Allah'ın bir hakkıdır" (Âl-i İmrân, 3/97) âyeti nazil olduğu zaman Resulullah bir hutbe okumuş, Allah Teâlâ'ya hamd ve senadan sonra, "Allah üzerinize haccı farz kıldı" buyurmuştur. Esed oğulları'ndan Ukâşe b. Mihsan ve bir rivayette Süraka b. Mâlik de: "Her sene mi ey Allah'ın resulü?" dedi. Resulullah cevap vermedi, o da üç kere tekrar etti,bunun üzerine, "Hayır, fakat 'evet' demeyeceğime nasıl emîn oldun, vallahi 'evet' desem vacib olacaktı, vacib olsaydı dayanamayacaktınız, terkederseniz de kâfir olacaktınız. Şu halde benim sizi terkettiğim müddetçe siz de beni terkediniz, sizden öncekiler hep çok soru sormaktan ve peygamberlerine karşı ihtilâf etmekten yok oldular. Bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar tutunuz. Bir şeyden yasakladığım zaman da çekininiz" buyurdu. Aynı şekilde Hz. Enes ve Ebu Hüreyre'den rivayet edildiği üzere, "İnsanlar, Resulullah'a birçok şeyler sormuşlar, hatta ısrar ve direnme derecesine varmışlardı. Bir gün Resulullah kızgın bir şekilde hutbeye çıktı, Allah'a hamd ve senâdan sonra:' Sorunuz, Allah'a yemin ederim ki şu makamda bulunduğum müddetçe her ne sorarsanız açıklayacağım' buyurdu. Ashâb-ı kirâm başlarına bir tehlike gelmek üzere bulunduğundan korktular. Enes (r.a.) demiştir ki, 'Sağıma, soluma baktım, herkes başına elbisesini çekmiş ağlıyordu. Kureyş'ten Beni Sehm'den Abdullah b. Huzafe denilen adam ki, erkeklerle bir münâkaşa ettiği zaman babasından başkasına nisbet edilirdi. Kalktı: "Ey Allah'ın Nebisi, benim babam kim?" dedi. Peygamberimiz de: "Baban, Huzafe b. Kays ez- Zührî'dir" buyurdu. Diğer biri de kalktı: "Benim babam nerede?" dedi, "ateştedir" buyurdu. Sonra Hz. Ömer (r.a.) kalktı: "Biz, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, Resul ve Nebi olarak Muhammed Aleyhisselâm'a razı olduk, biz fitnelerden Allah'a sığınırız, henüz bir cahillikten ve şirkten yeni kurtulduk. Şu halde bizi affet ey Allah'ın Resulü" dedi, Resulullah'ın kızgınlığı da yatıştı'. Ki bu âyetlerin nüzul sebebi bu olaylar olduğu rivayet edilmiştir.
Ey müminler, sizden önce bir kavim böyle meseleler sordular da, sonra bu sebeple kâfir oldular. İsrâiloğulları, peygamberlerine birtakım şeyler sorarlar, sonra tutmazlar, terkederler, yok olurlardı. Bundan dolayı müminler bu kâfirler gibi olmamalı, onların mesleğine sarılmamalı, aynı şekilde cahiliyye uydurması asılsız, çirkin şeylerden de vazgeçmelidirler.
103- Allah, ne bahîre ve sâibe, ne vasîle, ne hâm, hiçbirini meşrû kılmamıştır. Allah'ın şeriatınde bunların aslı yoktur. Cehalet devri halkı, bir dişi deve beş kere doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını yararlar ve salıverirlerdi. Artık onu ne sağarlar, ne binerler, ne kullanırlardı ki "bahîre" budur. İkinci olarak: Bir adam, başına bir dert geldiği ve mesela hasta olduğu zaman, "İyileşirsem devem sâibe olsun" diye adar ve bahire gibi salıverir, ondan faydalanmayı haram ederdi. Üçüncü olarak: Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Eğer ikisini birden doğurursa, "kardeşine ulaştı" derler. Bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi ki, vasile de budur. Dördüncü olarak: Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa, onun sırtını haram sayarlar ve hiçbir sudan ve otlaktan menetmezler, "onun sırtı yasaklandı" derlerdi ki "hâmî", "hâm" da budur. Bunlar Hakk'ın meşrû kıldığı şey değil, ve fakat kâfir olanlar Allah'a karşı din, şeriat adına böyle yalan uydurur, iftira ederler. Tefsirciler demişlerdir ki: Amr b. Lûhayyi'l-Huzaî Mekke'ye hükümdar olmuştu. İsmail dinini ilk önce değiştiren de bu idi. Putlar yaptırmış ve diktirmiş, bahire, sâibe, vasîle, hâm âdetlerini koymuştur. Bunun hakkında Peygamberimiz: "Ben onu ateşte gördüm, cehennem ehlini 'bağırsak kokusu' ile incitiyordu" buyurmuştur ki "aksâb" bağırsaklar demektir. İşte kâfirlerin ileri gelen seçkinleri, reisleri böyle yalan ve batıl şeyler uydurarak halkı sapıtırlar ve peygamberleri de kendileri gibi hesap ederek Allah'a iftira ederler. Ve bu kâfirlerin çoğunun, özellikle cahil halkının akılları da ermez, onlara uyar giderler.
104- Bir de bunlara Allah'ın indirdiği hak şerîate ve Peygamber'e geliniz, denildiği zaman, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Körü körüne onları, o kâfirce âdeti taklit ederler. Hayret, ataları hiçbir şey bilmez ve doğru yola gitmez olsalar bile mi? Yani âdete itibar etmek, atalara, geçmişlere hürmet etmekle onlara uymak gerçi genelde yasaklanmış değil, birçok durumlarda gereklidir bile, fakat bu uymanın cahillik ve sapıklığa değil, ilim ve hidayete sarfedilmiş olması lazım gelir. Uyma ve taklit etme, yalnız ilmi olana bile değil, ancak doğru yolda olan ilmi ile âmil kimseye olmalıdır. Daha doğrusu âlimin şahsına değil, onun hak olan ilminedir. Örf ve âdet de makul ve meşru olmak şartıyla kıymetlidir. Zira haktan başkasına uyan muhakkak zarar eder. Bunun için siz o kâfirlere bakmayınız da:
Meâl-i şerifi:
105- Ey inananlar, kendinize dikkat edin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde doğru yoldan sapanlar size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Yaptıklarınızı size O haber verecektir.
105-Burada kelimesi zarf değil, "üzerinize gereklidir" mânâsına ism-i fiil (fiil ismi) dir.
Müminler kâfirlerin hallerine bakarlar, emir ve yasak dinlemez, sapıklık içinde yüzdüklerini görürler, bunlara acıyarak iman etmelerini temenni ederlerdi. Bu sebeple bu âyet nazil olmuş ve buyurulmuştur ki:
Ey iman edenler! Siz ancak kendinize bakınız, genelde hepiniz kendi şahıslarınızı, kendi millet ve toplumunuzun iyiliğine önem veriniz, önce kendinizi düzeltmeye uğraşınız. Çünkü siz, ferd ve toplum olarak hepiniz hidayette bulunur, doğru yolu tutarsanız, sapıklıkta kalanlar size zarar vermez. Bundan, "hiç kimse kimseye karışmasın, herkes kendi nefsinde bir yalnız hayatı yaşasın" gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır. Bilinmektedir ki doğru yolda olmanın, doğru yolu tutmanın esaslarından biri de, gücü yettiği kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. "İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmrân, 3/104); "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz" (Âl-i İmrân, 3/110) âyetleri yukarda geçmişti. Aynı şekilde bir hadis-i şerifte de: "Sizden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle değiştirsin, ve eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü etmezse kalbiyle değiştirsin" buyurulmuştur. Hz. Sıddîk (Ebu Bekir) (r.a.)den de rivayet edilmiştir ki, bir gün minberde, şöyle demiştir: Ey insanlar, siz bu âyeti okur ve konusunun dışına kor, ne olduğunu bilmezsiniz. Ben Resulullah'dan işittim, diyordu ki: İnsanlar bir kötülüğü görürler de değiştirmezlerse, Allah Teâlâ genelde hepsine azab eder. Şu halde iyiliği emrediniz ve kötülüğü men ediniz, âyetini yanlış anlayarak aldanıp da herbiriniz: "Neme lazım, ben kendime bakarım" demesin. Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, yahut Allah sizin üzerinize şer olanlarınızı kullanır da onlar size en kötü azapları getirirler, sonra iyileriniz dua eder de kabul edilmez." Yine Peygamberimizden şu hadis rivayet edilmiştir ki: "Hiç bir kavim yoktur ki, içlerinde kötülük işlensin veya fenalık yol alsın ve onlar onu değiştirmesin ve reddetmesinler de onların hepsine cezaları umûmileştirmek Allaha hak olmasın olmaz. Herhalde genel cezayı hakeder, sonra da duaları kabul olmaz". "Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz." (Enfâl, 8/25) âyet-i kerimesi bunu anlatmaktadır. Şu halde bu âyeti sırf ferdî bir mânâda almamalı, den ferdî nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan bir mânâ anlamalıdır. Yani her ferd, kendi ferdliğinde vazifesini bilir ve yapar. Müslüman sosyal toplumu da bütün işleri itibariyle toplum halinde iyilik üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis ferdliğinde, sosyal nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin, müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez. Yoksa "Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar" deyip de toplum işlerinin işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler, kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı, herhalde sorumlu olur, zarar görürler. Bununla beraber âyet bize asıl şunu da gösteriyor ki, kurtuluş ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler doğrulunca toplum da doğrulmuş olur. Toplumu ıslah ve tazim etmek isteyen kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye önce kendi şahıslarından başlamalıdırlar. Her fert, hak yolunu tutup kendini bizzat düzeltince, başkasına örnek olması, kurtuluş ve hidayetinin diğerlerine bulaşması nisbeten kolay olur. Ferdî nefis böyle olduğu gibi, sosyal nefis de böyledir. Nefsinde kendi işleri hasta, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir toplum da diğer bir toplumu düzeltemez, başkalarını ıslah etmek veya onların zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet ilk önce kendi iç işlerini düzeltmeli ve nizama sokmalı, kendi yolunu doğrultmalıdır. Bunun için müminler de başkalarından önce kendilerini düzeltmeli ve kendi iç işlerini ıslaha dikkat etmelidirler. Bunu yaptılar mı, diğer bozuk olan bireylerin ve toplumların sapıklıklarından rahatsız ve sorumlu olmazlar. Onların zarar ve sorumlulukları sırf kendilerine ait kalır. Bundan dolayı sapıklara bakmayın da önce kendinize dikkat ediniz. Zira her kim, hangi birey veya hangi toplum olursa olsun. Sonunda hepinizin dönüş yeri ancak Allah'adır. Mümin ve kâfir, salih, fâsık, doğru ve eğri hepiniz sonuçta Allah'a gidecek, Allah'ın huzuruna varacaksınız ve Ondan başka bir dönüş yeri bulamayacaksınız. O da, o zaman size her ne yaptınızsa hepsini haber verecek, ona göre muamele edecektir; kâr mı, zarar mı ettiniz, o zaman anlaşılacaktır. Şu halde doğru yol ancak Allah'ın yolu, Allah'ın rızası yoludur. Akıllı olan, önce ve sonra, bundan ayrılmaması gerekir. Her kim olursa olsun ölümden, ahiretten, Allah'tan kurtuluşa imkan yoktur.
Ölüm ve ahireti hatırlatan bu noktada ölüm olayı ile ilgili dünyaya ait bir hükmü tebliğ ile nefislerin muhafazasından sonra, hukuk ve malların muhafazasının da vacib olduğunu anlatmak ve bu şekilde "nefislerinize dikkat ediniz" emrinin son nefeste bile toplumdan ayrılamayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i şerifi
106- Ey iman edenler! İçinizden birine ölüm (emareleri) geldiği zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şahitliğin hükmü, kendi içinizden iki adaletli şahit, yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, ölüm (emareleri de) size gelip çatmışsa, sizden olmayan diğer iki şahit tutmaktır. Eğer (bunlardan) şüpheye düşerseniz, namazdan sonra onları alıkorsunuz. Onlar da Allah'a şöyle yemin ederler: "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz".
107- Eğer o iki şahidin bir günah işledikleri anlaşılırsa ölene daha yakın olan hak sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler ve: "Bizim şahitliğimiz, önceki iki kişinin şahitliğinden daha doğrudur. Biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi halde biz de zalimlerden olurduk" diye Allah'a yemin ederler.
108- İşte bu, şahitliklerini gerektiği gibi yapmaları, yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah, doğru yoldan çıkan bir topluluğu hidayete erdirmez.
106-Bu âyetin nüzul sebebi: Temim-i Dârî ve kardeşi Adî ve beraberlerinde Amr b. el- Âs'ın azatlısı Büdeyl üçü ticaret için Şam'a çıkmışlardı. Büdeyl, müslüman muhacir; diğer iki kardeş de henüz hıristiyanmışlar. Şam'a vardıklarında Büdeyl hastalanmış ve yanında nesi varsa hepsini güzelce bir defter yapıp bir sayfaya yazmış, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına yerleştirmiş, sonra onlara döndükleri zaman bu mallarını ailesine teslim edivermelerini vasiyet etmiş ve ölmüş. Onlar da o malların içinden üçyüz miskal miktarında altın ile işlenmiş bir gümüş kabı almışlar, geri kalan eşyayı döndüklerinde Büdeyl'in ailesine teslim etmişler. Bunlar da eşyayı araştırdıklarında defteri bulmuşlar, o gümüş kabın da yazılmış olduğunu görmüşler, Temim ile Adiyy'e, "Bu kab nerede?" diye sormuşlar, "Bilmiyoruz, bize teslim ettiğini size verdik" demişler. Bunun üzerine Resulullah'ın huzurunda muhakeme olunmuşlar, bu"Ey iman edenler" âyeti indirilmiş. Bundan dolayı Resulullah, Temim ile Adiyy'i ikindi namazından sonra minberin yanında, kendilerine teslim edilen eşyadan hiçbir şeye hainlik etmediklerine ve gizlemediklerine dair "Kendisinden başka ilâh olmayan" Allah'a kasem ile yemin ettirmiş, onlar da yemin ettiklerinden yollarını boşaltmış. Sonra o gümüş kab bunlardan satın alan müşterinin elinde Mekke'de bulunmuş, Sehm oğulları bunu haber alınca Adıyy ile Temim'den yine istemişler, bu defa da her ikisi: "Biz bunu Büdeyl'den satın almıştık" demişler, buna karşı: "Biz size Büdeyl eşyasından hiçbir şey sattı mı, diye sormadık mı? O zaman siz hayır demediniz miydi" dediklerinde: "Evet ama bizim delilimiz yoktu, bunun için ikrar etmek istemedik" dediklerinden tekrar Resulullah huzurunda muhakeme olmuşlar, bunun üzerine de âyeti inmiş, Amr b. Âs ile Muttalib b. Ebi Vedâ'a kalkmışlar, yemin etmişler ve kabı almışlardır . Çünkü satın alma iddiası ispat edilemediğinden yemin bunlara dönmüştür. Bu âyet, Kur'ân'ın i'râbı, mânâsı, hükmü itibariyle en müşkil âyetlerinden olduğu söylenmiştir.
Ey iman edenler! Emrolunduğunuz şeylerden biri de herhangi birinize ölüm göründüğü zaman, vasiyet zamanı aranızdaki şahitliktir. O zaman vasiyet etmek gerek olduğu gibi, şahit de getirmeli, şahitler de bunu muhafaza edip gereği halinde güzelce yerine getirmelidirler. Şahitlik edecek olanlar sizden, yani akraba ve teallukatınızdan ve müminlerden iki adalet sahibi yahut gayrınızdan, müslüman olmayanlardan iki kişidir. Fakat bu diğer iki kişinin şahitliği ancak yolculukta bulunursunuz da ölüm musibeti başınıza gelirse o takdirdedir. Çünkü o zaman kendinizden kimse bulmak mümkün olmaz da zaruret tahakkuk edebilir. Bu ikisini namazdan sonra -özellikle ikindi namazından sonra- alıkorsunuz. Yani durdurursunuz da kendilerinden şüphelenir, kuşkulanırsanız Allah'a "bu yemin karşılığında hiçbir bedel almayız, yani yemininizi bedele satarak, şuna buna tamah ederek yalan yere yemin etmeyiz. Çıkarına yemin edeceğimiz kimse yakınlarımızdan olsa yine etmeyiz. Allah'ın şahitliğini, yani Allah'ın bildiği ve doğruca yerine getirilmesini emrettiği şahitliği gizlemeyiz de. o takdirde bizim, herhalde günahkârlardan olduğumuzda şüphe yoktur" diye yemin ederler.
Burada dikkate değer iki mesele vardır ki, birisi müslümanın bulunamayacağı zaruret halinde müslüman olmayanın şahit tutulması ve şahitliği; diğeri de şahitlere yemin verilebilmesi meselesidir. Fakihlerin çoğunluğuna göre akrabanızdan ve kabilenizden, de kabilenizden olmayan müminlerden demektir. Akraba, ölünün durumlarına daha vakıf ve diğerlerinden daha şefkatli olacağı için vasiyete, öncelikle hısım ve akrabadan, yolculuk gibi bunların bulunamadığı durumlarda da yabancılardan şahit getirmek daha uygun olduğu gösterilmiştir. İbnü Abbas, Ebu Mûsâ el-Eş'arî, Saîd b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Şürayh, Mücâhid ve İbnü Cüreyc'den nakledildiğine göre, bir insan gurbette bulunur ve vasiyetine şahit getirecek müslüman bulamazsa, hıristiyan, yahudi, mecusi, putperest veya herhangi bir kâfir olursa olsun şahit getirebilir ve şahitlikleri kabul edilebilir. Ve bu şekilden başkasında kâfirin mümin aleyhine şahitliği caiz olmaz. Müslümanlardan, müslüman olmayanlardan demektir. İmam Şâfiî demiştir ki: Müslümanlardan bir adam gurbette hastalanmış, vasiyetine şahit getirecek bulamamış, kitap ehlinden iki adamı şahit getirmiş idi. Kûfe'ye geldiler, vali bulunan Ebu Musa el-Eş'ari'ye vardılar, olayı haber verdiler. O adamın terekesini (ölünün bıraktığı malını) ve vasiyetini takdim ettiler. Ebu Musa: "Bu iş bir defa Resulullah zamanında vâki olmuş, o zamandan beri vuku bulmamıştı" dedi ve ikisini de Kûfe mescidinde ikindi namazından sonra "yalan söylemediklerine, değiştirme ve bozmadıklarına dair Allah'a yemin verdi ve şahitliklerini kabul etti". Bu görüşü kabul edenlerin bir kısmı, bu hükmün muhkem ve bâkî (devamlı) olduğunu, bir kısmı da mensûh (hükmünün kalkmış) olduğunu söylemişlerdir. Cessas Ebu Bekr Râzî "Ahkâm-ı Kur'ân"ında der ki: "Bu âyetin zahiri, müslümanın yolculuktaki vasiyetine zimmî (İslâm devletine tâbi olan kitap ehli)nin şahitliğinin caiz olmasını gerektirir. Yani ün gayr-i müslimler demek olduğu ve bunun da zimmet ehline sarfedilmesi açıktır".
Vasiyette satın alma veya borcu ikrar veya bir şeyi vasıyyet veya hîbe veya sadaka herhangisi bulunursa bulunsun, ölüm hastalığında aktedildiği zaman vasiyet ismi hepsini içine alır. Allah Teâlâ seferde olmak üzere vasiyet esnasında bunların şahitliğine izin vermiş ve vasiyeti tahsis etmemiştir. Vasiyet esnasında ise borcu veya aynı (taşınabilen kıymetli eşya) ikrar veya başka şeyler olabilir. Âyet bunları ayırmamıştır. Fakat Bakara sûresindeki "Müdâyene" âyetinin (Bakara, 2/282) Kur'ân'ın en son nâzil olan âyetlerinden olduğu kesin olarak rivayet edilmiştir. Gerçi bazıları Mâide sûresinin de son inen sûrelerden olduğunu rivayet etmişlerse de bu, her âyetinin değil, sûre itibariyle kısmen son inenlerden olduğunu ifade edebilir. Müdâyene (borç) âyetinde ise gerek vasiyet ve gerek diğerlerine ve gerek hazar (evde oturmay)a ve gerek yolculuğa, şâmil olmak üzere müminler zararına şâhitlik ehliyeti, "Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun." (Bakara, 2/282); "Razı olduğunuz şahitlerden" (Bakara- 2/282) diye müslümanlara tahsis edildiği için müslaman olmayanın ikamet halinde, yolculuğunda ve vasiyette müslüman üzerine şahitliğinin caiz olmasına dair hükmün kalkmış olmasını içine alır. Fakat şu da unutulmaladır ki bu Mâide sûresi âyeti, zimmî (İslâm tebeasındaki kitap ehli)nin yolculukta müslümanın vasiyetine şahitlik etmesinin caiz olduğunu ifade ederken, zimmînin vasiyetine de şahitliğin caiz olduğuna delalet eder. Ve sonra müslümanın vasiyetine şahitliğin caiz olması müdâyene âyeti ile neshedildiği zaman da zimmînin vasiyeti zimmîye gerek yolcu olmadan ve gerekse yolculuğunda şahitliğin caiz olması hükmü bâki kalmış olur. Bundan başka bu Mâide âyeti şuna da delalet eder ki iki vasî (vasiyeti yerine getirmeye memur olan kişi)nin, ölünün vasiyetine şahitliği caizdir. Bunların ölüden bir şey satın alma davaları delilsiz kabul edilmez. Söz, yeminle beraber veresenindir. Yani bahis konusu olan neshin bu noktalara şümûlü yoktur. Gerçi Kâdî Beydâvî, " akraba (yakınlar) demektir, bunu 'zimmet ehli' diye tefsir edenler ise mensûh demişlerdir. Çünkü zimmînin müslüman aleyhine şahitliği ittifakla kabul değildir" demişse de Fahreddin Râzî ihtilaflı olduğunu göstermiştir. Ve hatta mensûh değildir diyenlerin görüşünü altı şekil ile düzelterek, tercih yolunda söz söylemiştir. Birinci olarak: Hitap, bütün müminleredir. Şu halde, "sizden olmayan iki kişi" bütün müminlerden başkası demek olur. İkincisi: Bunların şahitliği "eğer yolculukta iseniz" diye yolculuk ile kayda bağlanmıştır. Eğer bunlar müslüman olsalardı şahit olmalarını istemenin caiz oluşunun yolculukla şartlanmaması gerekirdi. Çünkü müslümanın şahitliği yolcu olmadan da, yolculukta da caizdir. Üçüncüsü: Yemin ettirme meselesi de bunların müslüman olmadıklarına bir karine demektir. Dördüncüsü: Rivayet edilen nüzul sebebi iki hıristiyanın müslüman olan Büdeyl üzerine şahitliği hakkındadır. Bütün bunlar Ebu Bekr Râzî'nin dediği gibi âyetin görünüşü müslüman olmayan hakkında olmasını gerektirir. Beşincisi: Ebu Musa el-Eş'arî'nin yukarda nakledilen hükmü ashabdan kimse tarafından reddedilmemiş olduğuna göre bir icma demektir. Altıncısı: Mesele, müslümanlardan, şahitlik yaptıracak kimsenin bulunamayacağı gurbet haline ait olduğu için bir zaruret meselesidir. "Zaruretler, mahzurları mubah kılar" . Bir gurbette bulunan ve eceli yaklaşan bir müslüman şahitlik yaptıracak müslüman bulamaz ve bu halde kâfirlerin de şahitliği makbul olamazsa birçok mühim şeylerini kaybetmeye mahkum olur. Belki zekat, keffaret borçları vardır. Ve belki yanında emanetler ve üzerinde başka borçlar vardır. Şu halde erkeklerin bilemediği hususlarda, zaruretten dolayı, yalnız kadınların şahitliği caiz olduğu gibi bunda da olmalıdır demiş ve neshi uzak bulmuştur. Hakikatte Mâide sûresi, Kur'ân'ın son nazil olan sûrelerindendir. Bundan mensûh (hükmü kaldırılmış âyet) yoktur. Veya ikiden fazla mensuh yoktur rivayetlerini dikkat nazarına almamak sûretiyle, zaruret sebebiyle caiz görülmüş olan hususlarda da nesih tasavvur olunmaması gerekir. (Bu konuda İbni Kayyim el-Cevzî'nin "Siyâset-i şer'iyyeden turuk-ı hükmiyye" adlı eserinde de geniş bilgi vardır).
Şahit ve yemin ettirme meselesine gelince: "Allah'a şahitlik ederim" demek esasen bir yemin mânâsını içerir. Sonra şahidin, adaletli ve doğru kimse olması gerekir. Şu halde şahide bir daha yemin ettirmek, hem onu hakîr görme ve eza etme mânâsını içine alır, hem de yemini tekrar ettirmek sûretiyle bir ifrat (aşırılık) ve görevi kötüye kullanmadır. Bunun için müctehid imamların çoğuna göre şahide yemin vermek meşrû değildir. Her yemin ettirmenin vacib olmadığı hakkında ittifak vardır. Bu âyette ise "eğer şübhelenirseniz" kaydıyle şüphe halinde şahide yemin ettirmek, hem de vakit ve keyfiyette tağliz (kabalık etme) suretiyle yemin ettirme gereği gösterilmiştir. Gerçi bundan bu vacib olmanın anıldığı üzere müslaman olmayan şahitler hakkında olduğu anlaşılıyor. Fakat aynı zamanda bundan müslüman olan şahitler hakkında da şüphe edildiği zaman yemin ettirmenin caiz olduğu delalet sûretiyle anlaşılır. Hz. Ali'nin şahit ve rivayet edeni töhmet halinde yemin ettirdiği de nakledilmiştir. Bundan dolayı ahlâkın bozulduğu ve ahlâksızlığın çoğaldığı zamanlarda ve özellikle şahitliğin yemin demek olduğunu bilmiyerek şahitliğe gelenlerin yemin ettirilmesi caiz olmalıdır.
107- Bundan sonra, yani hükümden sonra bu iki şahidin günaha müstehak oldukları, yani gerçeği bozmak gibi bir günah işledikleri anlaşılırsa o zaman o iki şahidin veya vasî (vasiyeti yerine getirmekle görevlendirile)nin yerlerine en uygun ve öncelikli olan bu iki şahidin veya vasînin aleyhlerinde günaha müstehak oldukları, yani haklarına tecavüz ettikleri kimselerden diğer iki şahid getirilir. Hafs rivayetinde malum sîgasıyle okunur, bunun fâili olur. Diğer kırâetlerin hepsinde ise meçhul sîgasıyle okunur. Sonra diğerlerinde yine okumakla beraber Âsım'dan Ebu Bekr, aynı şekilde Hamze ve Yakub kırâetlerinde okunur. Şu halde okunduğuna göre mânâ: "Müstehakkun aleyh olanlardan, yani haklarına tecavüz edilmiş bulunanlardan diğer iki şahit öbürlerinin yerine gelir. O zaman bu iki (şahit) daha layık ve daha haklıdır" demek olur ki, bu şekilde takdirinde haber veya den bedel olur. 'nin çoğulu olan kırâetlerine göre mânâ ise: "Önceki haklarına tecavüz edilmiş olanlardan diğer iki öbürlerinin yerine geçer" demektir ki hepsinin meâli birdir. Ve kastedilen o iki şahidin veya vasînin karşısında davacı olan varisler demektir. İlk önce önceki iki kişi vasî veya vasiyet sahibi olduklarında yeminleriyle sözleri makbul idi, sonra, yani hükümden sonra muteber bir delil ile hainliklerine dair bilgi edinilince bu defa söz ve yemin önce aleyhine hüküm verilen ve bu defa inkârcı olan ve durumun açıklanmasını iddia eden varislere yönelecek ve onların yerine bunlar geçecektir. Şu halde varislerin bu defa da- bilinen mânâsıyla - şahid durumunda bulunmadıkları bellidir. O halde bunların iki olması şart olmayıp, bir de olsa hükmün yine böyle olması gerekir. Bundan dolayı "diğer iki kişi" buyurulması, şahidde olduğu gibi tek kişiden mutlaka ihtiraz (kaçınma) için değil, birinci olarak nüzul sebebine göre vukûîdir. İkinci olarak, meselede önceki şahitlerin vasî bulunmaları takdiri de âyetin ifade ettiği manalar cümlesindendir. Vasîlerin hainlikleri ortaya çıktığı takdirde ise görevden alınmalarıyla yerlerine diğerlerinin tayini gerekir. Şu halde ölen tarafından "tercih edilen vasî " olarak tayin edilmiş olan iki kişinin evvela inanılır olmak üzere, yeminleriyle sözleri tasdik olunduktan sonra hainlikleri öğrenilirse, görevden alınmalarıyla yerlerine aynı sayıda vârislerden iki kişinin tayini hususuna da işaret buyurulmak üzere "diğer iki kişi o iki kişinin yerine geçerler" buyurulmuştur. Bunun içindir ki, tercihli vasînin hainliği iddia edildiği zaman, eğer borç dâvası ise duruşmanın bitmesiyle hainliğin sabit olmasından sonra ve fakat ayn (taşınabilir mal) davası ise duruşmanın devam edebilmesi için, ilk önce vasînin görevden alınması ile işten el çektirilmesinin gereği ve duruşmadan sonra hainlik sabit olmayıp şüphe kalktığı takdirde hâkim tarafından tekrar atanabileceği Hanefî fıkıh kitaplarında ittifakla açıklanmıştır.
Bunlardan başka bu âyet şunu da gösteriyor ki, "hükümden sonra def (bir davayı müdafaa için açılan başka bir davâ) mesmû'dur (dinlenir)", "kesinlik kazanan bir hükümden sonra yeni deliller ortaya çıkarsa muhâkeme (duruşma) tekrar edilir". Hasılı bu iki âyet, şahitlik, vasiyet, yemin, delillerin tercihi meseleleri itibariyle birçok hukûkî esasları içeren çok açık ve vecîz birer asıldır.
Bu şekilde iki tarafın durumları değişir, öncekilerin yerine karşıt taraftan ikisi geçer ve bu defa yemin bunlara yönelir de onlar müdafa için açtıkları davayı ispat edemedikleri surette bunlar Allah'a yemin ederiz ki bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha hak, daha doğrudur. Ve biz bu şahitliğimizde hakka tecavüz etmedik. Çünkü tecavüz ettiğimiz takdirde muhakkak zalimlerden olduğumuzda şüphe yoktur diye yemin ederler, yeminleriyle sözleri tasdik olunur. Buradaki "bizim şahitliğimiz"den kastedilen, "Onlardan (eşlerine zina suçu atanlardan) her birinin şahitliği, dört defa Allah'a yemin edip şahitlik etmektir" (Nûr, 24/6) âyetinde olduğu gibi yemin etmek demek olduğu beyan olunuyor. Esasen şahitlik, görmeye dayanan bir bilgi ile şüphesiz doğruyu haber vermek demek olduğundan başkası aleyhinde şahitliğe hem "Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18); "Kendiniz zararına da olsa, yalnız Allah için şahitler olunuz" (Nisâ, 4/135) âyetlerindeki gibi hem ikrara, hem de yemine yani kasem ile tekit ve takviye edilen habere de denir ve vasiyet mânâsına da gelir. Şu halde burada "yemin" ile tefsir edilmesinden "yemine yemin" gibi iki kere kasem mânâsı anlaşılmamalıdır. Maksad, "Bizim kesin ilmimizi ifade eden haberimiz, sözümüz" demek olduğu açıktır.
108- Bu zikrolunan hüküm veya bu yemin verme şahitlerin layıkı vechile, yani yüklendikleri üzere, olduğu gibi şahitlik etmelerine, veyahut yeminlerinden sonra yeminler davacılara red olunmaktan, yani bu şekilde kendilerinin yalanları meydana çıkarak rezil olmaktan korkmalarına daha yakındır. Yemini tekit etmede ahiret korkusu, yemini reddetmede de dünya korkusu şer'î hikmetleri vardır. Bu iki korkunun birleşmesi de şahitliği hakkıyle yerine getirmeye en çok sevkedecek olan sebeptir. Bunu böyle biliniz. Ve Allah'tan korkunuz , ve (Allah'ın tavsiye ettiği hükümleri) dinleyiniz, uyunuz. Eğer korkmaz, sakınmaz ve dinlemezseniz, fasık olursunuz. Allah ise isyankârlar gürûhunu doğru yola çıkarmaz.
Meâli şerifi
109- Allah, Resulleri topladığı gün:" Size ne cevap verildi? "der. "Bizim bilgimiz yok" derler, "gizlileri bilen yalnız sensin, sen!".
109- Bu "yevm" kelimesi, deki "Allah" lafzından bedeldir. Yani Allah'dan, Allah'ın o gününden korkunuz ki o gün Allah bütün peygamberleri toplayacak da ne gibi cevapla cevaplandınız, ne ile, hangi şekilde karşılandınız, kabul edildiniz? diyecektir. Onlar da ne diyecekler bilir misin Ya Rab, senin ilmine göre bizim hiç ilmimiz yoktur. Muhakkak ki, gayb (gizli)'leri layıkıyla bilen sen, ancak sensin. Yani ümmetlerimizin içlerinde gizlediklerini, arkamızdan neler yaptıklarını ancak sen bilirsin, açıkta bize gösterdiklerini de sen bizden daha iyi bilirsin, diyecekler. Böyle diyecekleri Allah'ın ilminde kesindir. Yahut dünyada böyle dediler, ahirette de diyecekler, şefaat etmeye kalkışmak şöyle dursun, işi tamamen Allah'ın ilmine havale etmek sûretiyle kapalı bir şekilde bir çeşit şikayet bile ettiler ve edecekler de "Yapmış olduklarınızı size haber verecek." (Mâide, 5/105) âyetinin sırrı bütün dehşetiyle ortaya çıkacaktır.
Hasılı Allah o gün genellikle peygamberlere ümmetlerinin cevap verme şekillerini soracak; onları, onların aleyhinde şahit tutup konuşturacak, onlar da tamamen Allah'ın ilmine havale edecekler, Allah da her peygambere verdiği âyetleri, delilleri ve bunlara karşı ümmetlerinin aldıkları durumu, gelecekte olduğu üzere, birer birer sayarak iyi cevapta bulunmayanları azarlayacaktır. İşte bu mânâyı ifade etmeye birer birer her peygambere ve ümmetine karşı yapılacak sayım ve tehdit şeklini göstermek üzere peygamberler yanında en çok aşırılığa ve gevşekliğe maruz kalan Hz. İsa örnek olarak şöyle tasvir olunuyor:
O gün, o dem ki:
Meâl-i Şerifi
110 - Allah şöyle diyecektir: "Ey Meryemoğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Rûhu'l-Kudüs (Cebrâil) ile desteklemiştim. Beşikteyken ve kemâle ermişken insanlarla konuşuyordun. Sana yazıyı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. İznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapmış ve ona üflemiştin, o da iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştirmiştin. Ölüleri iznimle (hayata) çıkarmıştın. İsrailoğulları'na âyetlerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: "Bu ancak apaçık bir sihirdir" dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.
111- Hani Havarilere: " Bana ve Resulüme iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da: "İman ettik, bizim şüphesiz müslümanlar olduğumuza şahit ol" demişlerdi.
110- Durum gereği gelecek zaman kipiyle "diyecek" şeklinde buyurulması lazım gelirken, bunun mazi (geçmiş zaman) kipiyle "dedi" buyurulmasında iki nükte vardır, birisi, bilindiği üzere ilerde bu hitabın vâki olması kesin olduğundan dolayı gelecek, vâki olmuş şeklinde tasvir edilmiştir.
Nitekim dilimizde de: "Şöyle dediği zaman ne yaparsın?" denildiği zaman, gelecekten geçmiş zaman kipiyle söylenmiş olur- ki böyle diyeceği muhakkaktır- "derse ne yaparsın?" demek olur. Biri de, Allah'ın kelâmının ezeli olduğuna ve Allah'a nisbet edilen fiillerde zaman kavramı olmadığına ve buna göre o gün ahiretteki bu hitabın bir kelâm başlangıcı değil, ezelî olan ilâhî kelâmın muhataba zuhur ve tecelli ile ilgisi olacağına tenbihtir. Yani Allah'ın şöyle dediği günden sakınınız ki: Ey Meryemoğlu İsa, benim sana ve annene olan nimetimi hatırla. O zaman ki, nimetimi ki hani ben seni Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) ile teyit ve takviye etmiştim. Hıristiyanlar, Ruhu'l-Kudüs'e iki şekilde inanırlar: Birisi, İsa'nın Meryem'den doğum ve cesetlenmesine başlangıç olan Ruhu'l-Kudüs ki, buna yalnız Ruhu'l-Kudüs derler. İslâm inancında bu Cebrail Aleyhisselâm'dır. Biri de âhir zamanda çıkacak olan Ruhu'l-Kudüs'tür ki, hıristiyanlar buna Ruhu'l-Hak olan Ruhu'l-Kudüs derler. Bu bir Hâtemü'l-Enbiya (peygamberlerin sonuncusu) inancıdır. Fakat hıristiyanlar bunun Muhammedî hakikat olduğunu kabul etmemektedirler. Doğrusu Ruhu'l-Kudüs zatı itibarıyla birdir ki ülü'l-azm peygamberlere inmiş olan Cebrail Aleyhisselâm'dır. İndirilmesi ve ilgisi itibariyle de bir çok isimlerle anılır. Mesela daha çok soyut ve Ruhaniyet hayatı yaşayan, yahudilerin iftiralarından uzak ve temiz olan Hz. İsa'ya iniş ve tecellisi itibariyle Ruhu'l- Kudüs ve hakikat hayatı yaşayan Hz. Muhammed'e iniş ve tecellisi bakımından da Ruhu'l-Hak (Hakkın Ruhu), Ruhu'l-Emin (Emin Ruh, Nur-i Muhammedî (Muhammedî nur) ve genel olarak da Ruhullah da denir. Şu halde Hz. İsa'ya "Seni Ruhu'l-Kudüs ile teyid ettim" hitabı, birinci olarak ve bizzat Cibril ile teyidi ifade etmekle beraber, arkasından yine Cibril'in inmesi ve Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile de teyidine bir işareti içerir. Ve mânâ şu demek olur:" Ey Meryemoğlu İsa, seni Ruhu'l-Kudüs ile, senden sonra Muhammed'i de Ruhu'l-Hak ve Ruhu'l- Emin olarak tecelli eden Cibrîl ile teyit ettim, günahtan temizlenmiş, güçlü bir ruhî hayata erişmiş ve dini ihya eden etkili bir kelâm ile takviye ettim. Sen hem beşikte çocukken ve hem yetişmiş adamken insanlarla konuşuyordun. "Ben Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi" (Meryem, 19/30) diyordun. Ve o zamanki nimetimi ki hani sana kitabet (yazı yazma), hikmet, Tevrat ve İncil öğretmiştim. Ve o zamanki nimetimi ki, hani sen çamurdan kuş şekli gibi bir şey yapıyordun ve bunu kendine has olan kudretinle değil benim iznimle, irademle yapıyordun, yapıyordun da içine üflüyordun. O şekil de benim iznimle bir kuş oluyordu. Ve yine benim iznimle körü ve abraş (alacalı)ı iyi ediyordun. Ve o zamanki nimetimi ki, hani ölüleri yine benim iznimle diriltip kabirlerinden çıkarıyordun. Ve o zamanki nimetimi ki hani senden İsrailoğulları'nı defetmiş, seni öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmıştım. O zamanki sen onlara, yukarda anlatıldığı üzere, deliller ile gelmiştin de o İsrailoğulları'nın kâfir olanları: "Bu açık bir sihirden başka bir şey değil" demişlerdi.
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
111-Ey İsa, sen bu nimetlere eriştin ve bu delillere karşı böyle bir küfür ile karşılandın, bundan başka o zamanki nimetimi de hatırla ki, hani ben Havârîlere: "Bana ve Resulüme iman ediniz" diye vahy göndermiştim, yani sana ve diğer peygamberlere vahyettiğim kitaplar ile emretmiştim; yahut kalblerine böyle ilham etmiştim, onlar da iman ettik ve şahit ol, biz hiç kuşkusuz müslümanız, yani imanımızda samimiyiz, dediler. Önceki kâfirlere karşı bir kısım da seni ve Allah'ın emrini böyle bir iman, İslâm ve ihlâsa şahit getirme sözüyle karşıladılar. İşte ey müminler, Allah'ın İsa'ya böyle dediği ve böyle bir bir nimetlerini sayarak kâfirleri tehdit ettiği ve müminleri tasdik edip heyecanlandırdığı günden; bütün peygamberlere ve ümmetlerine yaptıklarını böyle birer birer haber vereceği günden korkun ve korunun.
Dikkat etmek gerekir ki bu âyetler Hz. İsa'ya hitab ederek değil, ahirette ona olacak hitabı hikaye ederek Muhammed ümmetine hitaptır. Çünkü "Allah'tan korkun" emrine bağlıdır. Havârîlerin müslüman olduklarına şahit getirdikleri bu noktada onların da hallerini tasvir ve yadetmek için herkesin şahidi olan Resulullah'a üslûb değişikliği ve umûma hitabı andırır bir beyan lehçesi ve iltifat ile buyuruluyor ki:
Ey Muhammed, sen burada şunu hatırla ve hatırlat:
Meâl-i Şerifi
112- Havariler:" Ey Meryemoğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" dediler. İsa da: "İnanıyorsanız Allah'tan korkun" dedi.
113- Havâriler: "İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bunu bizzat görenlerden olalım" dediler.
114- Meryemoğlu İsa da: "Allah'ım, Rabbımız, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki, bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en hayırlısısın!" dedi.
115- Allah buyurdu ki:" Ben onu size indireceğim. Fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, ben ona âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azabı yaparım".
112- O zaman havariler, ey Meryemoğlu İsa dediler, Rabbin bizim üzerimize gökten bir sofra indirebilir mi? Bu deyim, dış görünüşüne göre Allah'ın kudretinden bir şüphedir. Bu da havarilerin gerçekten samimiyetle iman etmemiş olduklarını ifade eder. o halde, ya o zaman imanları daha tahkik ve bilgi üzere değildi veyahut "gücü yeter mi?"den kastedilen mânâ başkadır. Nitekim bazı tefsirciler demişlerdir ki, burada istitâat (güç yetme) den maksat, güç yetmeyi gerektiren değil, hikmet ve iradeyi gerektiren istitâattır. Yani "Gökten bize bir sofra indirmek Rabbinin hikmet ve iradesine uygun olabilir mi?" demektir. Süddî gibi diğer bazı tefsirciler ise "duayı kabul etme" ve "cevap verme" gibi, 'nun mânâsına geldiği, yani "Gökten bir sofra indirmek isteğine Rabbın rıza gösterir mi?". Kısaca "istersen indirir mi?" demek olduğunu söylemişlerdir. Kisâî kırâetinde okunur ki: "Gökten bize sofra indirmesini Rabbinden istiyebilir misin?" demek olur. Bu şekilde önceki mahsur varid olmaz. Bununla beraber, her ne olursa olsun, bu soruda bir olağanüstü, bir mucize isteği vardır. Halbuki mucizeler gaye değil, delillerdir. Mümin ise medlul (delil getirilmiş olan)a iman etmiştir. Bunun için mucize istemek küfrün şiarıdır. Hakk'ın gücünü deneme sevdasıdır. Bir de olağanüstü ve mucize talebinde ısrar etmek, onu umumî bir âdet ve tabiat gibi tek düzeye giden bir şey saymaktır. Bu ise bir çelişkidir. Şu halde müminin mucize isteğinde ısrar etmesi asla caiz olamayacağı gibi, mucize istiyor gibi görünmesi bile, imanında bir şüpheye işaret edeceği için edepsizliktir.
İşte bu gibi hikmetlerden dolayı İsa dedi ki: Eğer siz gerçekten mümin iseniz Allah'dan korkunuz. Böyle bir istekte bulunmayınız. Yani Allah'ın kudretinde ve benim peygamberliğimin doğruluğunda şüpheye işaret edecek ve sizi iman ve ihlâs iddianızda, şüpheli gösterecek söz kullanmayınız diye menetti ki, bu yasaklama ve hatırlatmada ne büyük bir incelik ve ne büyük bir terbiyeyi içine almış bulunduğunu iyi düşünmeli.
113- Havârîler özür dileme makamında maksatlarını ve samimiyetlerini açıklamakla "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın da senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik edenlerden olalım" dediler.
114-Bu açıklama üzerine Meryemoğlu İsa -bunların maksatlarındaki meşruluğu görerek bu arzudan vazgeçemiyeceklerini anlayıp tam anlamında delil getirmeyi arzu ederek- Allah'a dua edip şöyle dedi: Ey rabbimiz olan yüce Allah, bize gökten (yüksekten) bir sofra indir. Öyle bir sofra ki, o, yani onun indiği gün, bize, bizden öncekilere ve sonrakilere bir bayram, ve senden bir âyet -senin tam kudretine ve benim peygamberliğimin doğruluğuna delalet eden bir delil- olsun. Bize böyle bir sofra indir. Ve ondan bizi rızıklandır. Ki rızık verenlerin en hayırlısı sensin. Çünkü Allah rızkın hem yaratıcısı, hem de -karşılıksız olarak- vericisidir. Ne kadar dikkate şâyandır ki, Havârîler sofrayı isteyip maksatlarını anlatırken yemeği öne almışlar ve diğer dinî ve Ruhânî maksatlarını geriye bırakmışlardı. Halbuki Hz. İsa dini maksatları öne almış ve yeme maksadını hem geriye bırakmış, hem de rızık olmakla ifade etmiş ve sonra rızıkta kalmayıp rızkı veren Allah'a geçmiş ve onu ululamış ve onu yüceltmekle şükrünü de arzetmiştir. Bunlar düşünülünce ruhların derecelerindeki mertebeler ne büyük bir fark ile ortaya çıkmış oluyor.
115-Bu dua ve niyaza karşı Allah Teâlâ muhakkak ben onu size indiririm. Bir çok defalar indiririm, bu kolay; fakat bundan sonra da sizden her kim küfrederse, herhalde ona öyle bir azab ile azabederim ki öyle bir azabı âlemlerden hiç birine yapmam, buyurdu.
Şimdi bu sofra indi mi, inmedi mi? Bu konuda tefsirciler arasında üç rivayet vardır:
1- Çoğunluğun rivayetine göre iki bulut arasında kırmızı bir sofra indi. İnerken bakıyorlardı. Geldi ta önlerine düştü. Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm ağladı, "Allah'ım, beni şükredenlerden kıl; Allah'ım, bunu bir rahmet kıl, bir işkence ve ceza kılma" diye dua etti. Kalktı abdest alıp namaz kıldı, yine ağladı. Sonra örtüsünü açtı ve "Rızık verenlerin en hayırlısı olan Allah'ın adıyla başlarım" dedi. Ne baksınlar, kızarmış, pulsuz ve kılçıksız yağ akıyor bir balık. Baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke ve etrafında pırasadan başka her türlü sebze ve beş yufka ki birinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde tereyağı, dördüncüsünde peynir, beşincisinde pastırma. Şem'ûn: "Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceklerinden mi, ahiret yiyeceklerinden mi?" dedi. O da: "İkisinden de değil ve fakat Allah Teâlâ'nın kudretiyle yarattığı bir şey, dua ettiğiniz şeyi yiyiniz ve şükrediniz ki, Allah size devam ettirir ve lutuf ve kereminden daha da artırır" dedi. "Ey Ruhullah, bu mucizeden bize bir mucize daha göstersen!" dediler. Bundan dolayı: "Ey balık, Allah'ın izniyle, diril" dedi, balık da deprendi, sonra: "dön önceki haline" dedi, döndü yine kebap oldu. Bundan sonra sofra uçtu, sonra da isyan edenler oldu, maymun ve domuza çevrildiler. İndiği gün bir pazar günü imiş, hıristiyanlar o günü bayram edinmişlerdir.
2- Diğer bir rivayete göre sofra kırk gün, gün aşırı iniyordu; fakirler, zenginler, zayıflar, küçük, büyük toplanıp yiyorlardı. Zeval gölgesi dönünce uçar giderdi ve arkasından gölgesine bakarlardı, bundan hangi bir fakir yediyse ömür boyunca zengin olmuş ve hangi bir hasta yediyse şifa bulmuş ve bir daha hastalanmamıştı. Sonra Allah Teâlâ: "Soframı zenginlere ve sağlamlara değil, fakirlere ve hastalara tahsis et" diye vahyetti, bunun üzerine insanlar ıztırab ve ihtilale düştü ve bundan dolayı seksenüç kişi maymun ve domuza çevrildi.
3- Bir de denilmiştir ki, Allah sofrayı indirmeyi o şart ile vaadedince istiğfar ettiler, "Böyle bir tehlikeyi arzu etmeyiz" dediler, bundan dolayı inmedi.
Kâdî Beydâvî bu üç rivayeti zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Mücahid'den: 'Bu bir atasözüdür ki, Allah Teâlâ bunu mucize isteğinde ısrar edenler için söylemiştir', diye nakledilmiştir. Bazı mutasavvıflardan da: 'Burada sofra, bilgilerin hakikatlerinden ibarettir. Çünkü yiyecekler, bedenin gıdası olduğu gibi, bilgilerin gerçekleri (veya gerçek bilgiler) de Ruhun gıdasıdır', diye nakledilmiştir. Bu durum şöyle düşünülebilir ki, bunlar henüz öğrenmeye yetenekleri olmayan birtakım gerçeklere rağbet etmişler, İsa Aleyhisselâm da: 'Eğer siz imanı kazandınızsa takvayı kullanınız ki bunları öğrenebilesiniz' demiş, onlar ise sorudan vazgeçmemişler, üzerine düşmüşler, ısrarlarından dolayı o da istemiş, Allah Teâlâ bunun inmesinin kolay olduğunu ve fakat sonucunun tehlikeli ve korkunç bulunduğunu anlatmıştır. Zira manevî yola girene makamından daha yüksek bir makam açıldığı zaman ona tahammül edememesi ve bundan dolayı istikrar (kararlılık) bulamayıp bu yüzden büyük sapıklıklara düşmesi ihtimali çok düşünülebilir". Şihâb'ın dediği gibi, Kâdî Beydâvî'nin bu ilavesini âyetin bir tefsiri olmak üzere değil, bir işârî mânâ olmak üzere kaydetmelidir. Bununla bu kıssanın Resulullah'a ve müminlere hatırlatma hikmeti de açıklanmış oluyor. Demek ki İsa'nın sofrası, İslâm sofrası için bir ibret örneği olmaktan çok, bir ibret meselidir. Küfrün ve nimeti inkârın azabı yalnız ahirette değil, dünyada da büyüktür. Nimet ne kadar büyük, ne kadar olağanüstü ise küfür ve inkârın azabı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevali de o ölçüde acı olur. "Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendin" (Mâide, 5/3) buyurulduğu gün müslümanlara ihsan edilmiş olan sofranın gerek hoşluğu ve gerek lütfedilme şekli bakımından İsa'nın sofrasından ne kadar büyük bir devlet olduğunu düşünmeli de, buna karşı küfür ve inkârın nasıl bir azaba layık olacağını anlamalıdır.
Bu şekilde Mâide sûresinin içeriğinin bir özeti demek olan bu hatırlatma yapıldıktan sonra, yine ahireti hatırlatmaya devam ile yukardaki kıssasına atfedilerek ve "Allah'tan korkun ve iyi dinleyin." emri altında müminlere seslenilerek şöyle buyuruluyor:
Meâl-i Şerifi
116- Ve Allah demişti ki: "Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insanlara: 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki tanrı edinin' dedin?". "Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan birşeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen!".
117- "Ben onlara sadece, senin bana emrettiklerini söyledim. Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a kulluk edin, dedim. Aralarında olduğum müddetçe onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen herşeyi görensin.
118- "Eğer onlara azab edersen, onlar senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin".
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
116- O insanlara, "beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilâh ediniz" diye sen mi söyledin? Bunun, ne müthiş bir azarlama hitabı olduğunu düşünmeli ve Hz. İsa'nın ilâhlık makamına karşı nasıl bir acizlik ve kulluk mevkiinde bulunduğunu anlamalıdır. Şüphe yok ki bu azarlamanın asıl hedefi şimdi açığa çıkacağı üzere bizzat Hz. İsa değil, onu ilâh edinen üçlü tanrı inanışı sahipleridir. Fakat onların Hz. İsa'yı büyükleme adına taşkınlık ettikleri küfrün ona Allah'ın huzurunda nasıl bir sorumluluk yöneltmiş olduğunu ve bundan dolayı o kâfirlerin Allah'ın katında nasıl bir azarlanma ve azab edilme mevkiinde bulunduklarını düşünmelidir. Bu âyetten anlaşılıyor ki, Allah'tan başka İsa'yı ilâh edinenler bulunduğu gibi, annesi Hz. Meryem'i de ilâh kabul edenler varmış. Acaba bunlar kimlerdir? Âyet bu yönü açıklamamıştır. Bununla beraber açıktır ki, bu da -olsa olsa- hıristiyanlar arasında bulunacaktır. Gerçi hıristiyanlar tarafından mezheplerince Hz. Meryem'in üçlemeye sokulmadığı ve bundan dolayı ona oğlu İsa gibi ilâh denmediği ileri sürülerek bu âyete itiraz edilmek istenilmiştir. Fakat birinci olarak, İbnü Hazm'ın "Fisâl"inde zikrettiği üzere hıristiyanlardan "Berberâniyye" fırkası vardı ki, bunlar İsa'ya da, anasına da ilâh diyorlardı. Bu mezhep sonra bitmiş kalmamıştır. Demek ki bunlar üçlemeyi, baba, ana, oğul diye sayıyorlardı. Ve halk nazarında üçlemenin açık şekli de budur. İkinci olarak, hıristiyanların üçleme inancı birlik değilse, hulûl (ruhun başka bir şeye girmesi) inancından ayrı değildir. İsa'da ilâhî bir tabiat veya İsa'nın bir cüz'ünü ilâh farzederek onu tam bir ilâh edinenler Meryem'in de hamileliği esnasında o ilâhî cüz'ü taşıyan ve bundan dolayı bir ilâh olduğu inancından - ister istemez- uzak değildirler. Sonra kiliselerinde ve evlerinde Hz. İsa gibi Hz. Meryem'in de resimlerine karşı vaziyetleri, ibadet durumundan başka bir şey değildir. Bu bakımdan âyetin mânâsı yalnız "Berberânîler"i değil, diğerlerini de içine alır. Üçüncü olarak, böyle bir itiraz, âyetin mânâsındaki azarlama hitabını ve sorumluluğun dehşetini düşünmemek ve hesaba katmamaktan ileri gelmektedir. Zira azarlamanın asıl şiddeti, İsa'nın ilâh kabul edilmesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü sorumluluk hitabı, "Ey Meryemoğlu İsa" diye doğrudan doğruya ona yöneltilmiştir. Buna karşı Hz. İsa'nın "Ey Rabbim, annemi demedim ama beni (kendimi) dedim" diyebileceğini farzetmek ve bundan dolayı İsa'ya ilâh demekte ısrar ettikleri halde, annesine ilâh dememekle bu dehşetli sorumluluğun azabını hafifletecekleri zannında bulunmak ne büyük sapıklık olduğunu hatırlatmaya bile gerek yoktur. Ve işte bu küfürlerdir ki Hz. İsa'yı Allah'ın huzurunda böyle korkunç bir sorumlu mevkide bulundurmuştur. İsa bu sorumluluğu kabul eder sanmasınlar, o bu soruya cevap olarak ne dedi ve ne diyecek bilir misiniz?
İsa muhakkak diyecek ki, seni sana layık paklıkta tenzih ederim, ilâhî paklığına sığınır ve öyle haksız ve yakışıksız bir sözden uzak olmayı dilerim, hâşâ ey Rabbim! bana, hak ve layık olmayan sözü söylemem bana yakışmaz, buna ilmini şahit getiririm. Eğer ben onu söylemiş olsaydım, elbette sen onu bilirdin. Çünkü sen benim dışım, açıklayıp ilân ettiklerim şöyle dursun, nefsimde gizlediğim, gönlümden geçirdiğim şeyleri de bilirsin. Ben ise senin nefsindekini, ilminde gizlediğin bilgileri bilmem. Şu halde söylemediğimi bildiğin halde, bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini de bilmem. Çünkü bütün gaybları tamamıyla bilen "allâmû'l-ğuyub" sen, ancak sensin.
117-Tam paklık ve yüksek ululama ile İsa o müthiş soruya karşı böyle ince bir edebî kulluk içinde, delalet bakımından nefy ile tekit edilmiş ve delilli bir şekilde cevap verdikten sonra, o isnadı açıkça reddederek diyecek ki: Ben onlara başka bir şey söylemedim, ancak bana emrettiğin emrini söyledim. Hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, ancak onu ibadete layık tanıyınız, dedim. (Âl-i İmran, 3/50-51. âyetlerin tefsirine bkz.) İçlerinde bulunduğum müddetçe de kendilerine şahit oldum. Şu halde bu müddet içerisinde çıkar ve zararları hususunda kabul edip etmediklerine şahitlik edebilirim. Fakat ne zaman ki sen beni vefat ettirdin, içlerinden aldın, kaldırdın. "Ben seni öldüreceğim, bana yükselteceğim" (Âl-i İmran, 3/55) vaadini yerine getirdin, o andan itibaren üzerlerine kontrolcü, gözcü ancak sen oldun, ve sen herşeye şahitsin, önüne de şahit, sonuna da şahitsin.
118-Şimdi eğer onlara azab edersen şüphe yok ki onlar kulların, kölelerin, mülk senin, hak senin, adalet senindir. Ve eğer bağışlarsan, şüphesiz ki sen gâlipsin ve hikmet sahibisin, aziz ve hakîm ancak sensin. Şu halde ne azab etmende bir haksızlık, ne bağışlamanda bir düşüklük, bir isabetsizlik düşünülebilir. Ne istersen yaparsın, ne yaparsan aynen hikmet ve sevap olur; yüce şeref senin, yüksek hikmet senindir. Ne hükmüne karışılabilir, ne de hikmetine itiraz edilebilir. Her korkunun kaynağı sen, her ümidin merci'i yine sensin. Hâsılı ilâhlık ve hükümranlık ancak senindir. Tek ilâh ancak sensin.
İşte ey müminler, İsa'nın Allah'ın huzurunda tam teslimiyet, sadakat ve ihlâs ile böyle dediği ve bütün peygamberlerin de bu tarz üzere ilim ve Allah'ın hükmüne dayanmayı emrettiği o toplanma gününden ve sorulardan korkunuz ve o kıyamet gününün tek sahibi olan Allah'tan korkmak sûretiyle sakınınız ve Allah'ın emirlerini dinleyiniz.
Fakat bu hatırlatmalar üzerine: Mademki Allah Teâlâ herkese karşı böyle azap etmeye ve bağışlamaya - mutlak olarak- kâdirdir. Bundan onu menedecek hiçbir kuvvet, hiçbir hüküm de tasavvur edilemez. O halde kâfirlere affı, müminlere azab etmesi de mümkün demektir. O halde Allah'tan korkup korkmamanın, emrini dinleyip dinlememenin hükmü eşit olmaz mı? Dünyada misalleri görüle geldiği gibi Allah o gün de kâfirleri nimetlenmiş, müminleri de acı çeken kılarsa ve mesela sadakatle kulluk eden İsa'yı cezalandırıp da ona ilâh diyen kâfirleri bağışlayacak olursa, bu hatırlatmalardan ne fayda hasıl olacak? diye bir kuruntu hatıra gelebilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın mutlak kudretiyle beraber, ilâhî ahlâkın hikmetini isbat ve Allah üzerine görev (vücüb alallah) olmamakla beraber, Allah'ın emriyle kullara vacib olma (Vucub anillâh) nın sabit olduğunu açıklamak sûretiyle, böyle bir kuruntuyu defetmek ve o müthiş soru karşısında Hz. İsa'da ve diğer peygamberler zümresi ve sıddîklarda meydana gelen korku heyecanını yoketmek için, hükmü yürütmeyi haber verme şeklinde bir vaad veya hükmü yürütmenin vaadi şeklinde bir inşâ (dilek kipi) olmak üzere şu ilâhî hüküm tebliğ olunuyor ki:
Meâl-i şerifi
119- Allah buyurdu ki: "Bu, sadıklara doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır". Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.
120- Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan herşeyin mülkü Allah'ındır. O herşeye kâdirdir.
119-*} O aziz ve hakîm ve mutlak hâkim olan Allah Teâlâ muhakkak buyuracak ki işte bu korkunç gün doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Nâfi' kırâetinde nasb ile okunduğuna göre: Allah buyurdu ki, bu soru ve cevap doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündedir. O gün vâki olacaktır. Dünyada sözleşmelerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren doğrulara Allah öyle vaad eder ve müjdeler ki, onların doğruluk ve samimiyetleri kıyamet günü olan o korkunç toplanma ve sorgu gününde herhalde kendilerine faydalı olacak. Hem dünyadaki gibi kederler ve gamlarla karışık bir fayda değil, her türlü korku ve hüzünden uzak bir fayda ile faydalı olacaktır. Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. O sadıklar orada ebedî olarak kalacaklar. Allah onlardan ezelî rızası ile hoşnut olup rızasına erdirmiş, onlar da dünyada Allah'tan razı olmuş, sırf Allah'ın rızası uğrunda koşmuş oldukları gibi, bugün tamamen rıdvanın zevkine ermiş bulunacaklar; hem hoşnut, hem kendilerinden hoşnut olunmuş olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş bundan, bu rıdvandan ibarettir. Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızadır, ebedî olarak Allah'ın rızası ile kulun rızasının toplamı demek olan bu rızanın üstünde ne bir murad tasavvur olunabilir, ne de bir zevk.
120-Ve bu büyük zafer Allah'tan başkasında değil, Allah'ın rızasında ve ancak O'na sadakat ve ihlastadır. Çünkü o bütün göklerin, yerin ve ihtivâ ettiklerinin mülk ve saltanatı ancak Allah'ındır. Bununla beraber, O Allah her şeye de tam kudretle kâdirdir. Bütün bu âlemde ve âlemin bölümlerinde dilediği gibi tasarruf ve saltanat icra etmeye kâdir olduğu gibi, daha başka âlemler yapmaya da gücü yeter. Bunun için Allah'ın dışında herhangi bir şeyin ve herhangi bir kimsenin rızasına ermenin kıymeti yoktur. O, bugün zevk ise yarın acıdır. Ebedî olarak faydalı olacak olan doğruluk ve samimiyet ancak Allah'a olan sadakat ve ihlâstır.
Şu halde ey müminler, yahudi ve hıristiyanlar gibi antlaşmalarınızı bozmayınız, sırf Allah rızası için akitlerinizi yerine getirmekle doğruluk ve samimiyetinizi isbat ediniz de bu büyük kurtuluşa ve bu ilâhî rızaya eriniz. Asıl ilâhî sofra bu, asıl bayram işte o gündür .Ve hiç şüphe yok ki Allah her şeye kâdir olduğu gibi, buna da kâdirdir.
Şimdi Mâide Sûresi bununla son buluyor ve bunu "Allah'a hamdolsun" teşekkürü ile En'âm Sûresi takip ediyor.
 
Üst Alt