En'am Suresi ( ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR )

bedirhan.

Aktif Üyemiz
91-*} Allah'ı hakkıyle takdir etmediler, celâl ve cemâl sıfatlarını layıkıyla tanımadılar. Her şeye gücünün yettiğine, rahmân ve rahîm olduğuna iman etmediler, nimet ve rahmetinin kadrini bilmediler, hukukuna riayet, ilâhlık şanına hürmet etmediler, hasılı takdirsizlik ve nankörlük yaptılar. Çünkü, Allah insanlara hiçbir şey inzal etmedi, dediler. Böyle demekle yalnız insanlık hakkında bir takdirsizlik değil, Allah hakkında takdirsizlik ettiler, insanlara Allah'ın en büyük rahmet ve nimeti olan vahyi, peygamber göndermeyi mutlak bir şekilde inkâr etmek küstahlığında bulundular, Sâbîliğe saptılar ve öyle bir şekilde saptılar ki hissedileni ve makûl olanı tanımayan sofestaîlerin ve beşeri ilâh tanımak istiyenlerin: "Allah, biz insanların işine karışmaz" dedikleri gibi, Allah'ın beşere indirdiği hiçbir şey yokmuş veya beşerde her ne varsa Allah'tan başkası tarafından veya beşerin kendisinden imiş gibi söz ettiler. Şüphe yok ki bu gibi çirkin söz söylemeye cür'et etmek bir nankörlük huyundan, bu da nankörlüğün kötülüğünü ve Allah'ın büyüklük ve kudretini takdir edememekten ileri gelen, çirkin bir cahillik ve ahlâksızlıktır. Allah dediği zaman ne dediğini bilmeyen, bu büyük ismin ne kadar sonsuz bir kudret ve kemal ifade ettiğini gereği gibi düşünmeyenlerdir ki böyle cüretlerde bulunurlar. "Allah, beşere bir şey indirmedi" sözü, bir müşrik sözü olduğu ve yukardan beri anlaşılageldiği üzere Mekke müşriklerinin de bu fikirde bulunduğu açıktır. Fakat bunu Medine'de yahudilerin hahambaşılarından Mâlik b. Sayf'ın söylemiş olmasıdır ki bu âyetin inmesine sebep olmuştur. Şöyle ki:
Mâlik b. Sayf, iri ve şişman bir adammış. Resulullah'ın yanına gelmiş, konuşurken Resulullah kendisine: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah'a and vererek soruyorum, 'Allah şişman bilgine buğzeder' diye Tevrat'ta buluyorsun değil mi? Halbuki sen şişman bilginsin, Yahudilerin yedirdiği şeylerden şişmanlamışsın" buyurmuş. Orada bulunanlar gülmüşler, Malik b. Sayf kızmış, Hz. Ömer'e dönüp: "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" demiş, Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkârda mubâlâğa etmek için, öfkesinden müşrikler gibi hepsini inkâr edivermiş. Sonra bu sözünden dolayı yahudiler tutmuşlar kendisini başkanlıktan indirip yerine Kâb b. Eşref'i geçirmişler. Bu âyetin, nüzul sebebinde meşhur olan çoğunluk görüşü budur. Bundan dolayıdır ki sûrenin başında açıklandığı üzere bu âyet, bu sûrenin Medine'de sonradan inmiş olan birkaç âyeti cümlesinden olduğu rivayet edilmiştir. Gerçekte yukardan beri sözün geliş şekli, müşriklere karşı olduğu halde, burada yahudi de ilave edilerek buyuruluyor ki:
Öyle diyen takdirsizlere karşı de ki: Musa'nın insanlar için bir nur olarak, bir hidayet olarak getirdiği kitabı (yani Tevrât'ı) kim inzal etti? O nur ve hidayet ki siz onu kırtaslar yapıyorsunuz, aydınlanıp amel edecek yerde parça parça kağıtlara koyuyor, kuru evrak haline getiriyorsunuz, bunları meydana çıkarıp gösteri yapıyor ve bir çoğunu gizliyorsunuz. Yani gizliyor ve bozuyorsunuz, meydana koyduklarınızla da amel etmiyor, kalbinize koymuyorsunuz. Fakat İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde gâib (üçüncü şahıs) kipiyle okunur ki, "onu kağıtlar yapıyorlar, istediklerini meydana çıkarıp, bir çoğunu gizliyorlar" demektir. Bunda yahudilerden hitap (ikinci şahıs) ile değil, gıyab (üçüncü şahıs) ile tâbir buyurulmuştur. Eğer öbür kırâet olmasaydı, bu âyetin de Mekke'de ve müşrikler sebebiyle inmiş olduğuna hükmedilebilirdi. Ancak bu şekilde Tevrat'ın inzalinin ve yahudilerin durumlarının müşriklere karşı nasıl bir çelişki maddesi olarak söylenilebileceği sorusu vârid olurdu. Fakat bunun da sebebi yok değildir. Çünkü Mekke müşriklerine göre de Musa'ya Tevrat'ın inişi ve yahudilerin durumu, herkesçe bilinmekteydi. Onun için "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk." diyorlardı. Şu halde bu iki kırâetin toplamı bize, şunu ifade eder ki, âyetin inmesinde hem yahudilerin, hem müşriklerin sebep olmaları vardır. Her ikisi de Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr için "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" demişlerdir. Fakat esas nüzul sebebi yahudinin söylemesi olmuş ve sözlerinin çelişki maddesi önce Tevrat ve takdirsizliklerinin misali de ona karşı aldıkları vaziyet ile gösterilmiştir Bundan başka daha genel olmak ve Kur'ân'a da temas etmek üzere buyuruluyor ki:
Bir de size, ne kendinizin, ne atalarınızın bilmediğiniz ilimler öğretildi. Şu halde, bunları size indiren, öğreten hakiki öğretici kim? Ey Muhammed, o takdirsizler buna ne derlerse desinler, sen Allah'dır, de. Sonra onları bırak, daldıkları bâtıl içinde oynaya dursunlar.
92- Bu Kur'ân da, bizim indirdiğimiz öyle bir kitaptır ki, mübarektir. Feyzi, cihanı tutacaktır. Önündekini tasdik edici, teyid edici ve iyiyi kötüden ayırıcıdır. Ondaki nûr ve hidayet bunun tasdikinden geçerek artacak, kuvvetlenecek ve gelişecektir. Biz onu bunun için (yani âlemleri hatırlatmak, bereket ve tasdik için) ve bir de Ümmü'l-Kurâ'y (şehirlerin anasın)ı ve bütün çevresindeki kimseleri uyarasın diye indirdik. Ve ahirete iman eden, sonlarını kurtarmak isteyenlerdir ki buna iman ederler, ve bunlar namazları üzerinde koruyucu kesilirler. Bütün şehirlerin anası, merkezi demek olan (Ümmü'l-kurâ) Mekke'nin bir ismidir ki cihanın merkezi, bütün yaratılmışların kıblesi demek gibidir. Uyarma, Mekke'nin kendisine değil, halkına olacağı bilindiğinden mânâ, mecaz veya mecaz isnadı suretiyle "Ümmü'l-kurâ halkı" demektir. da buna karinedir. Şüphe yok ki "Mekke" denilmeyip de "Ümmü'l-kurâ" denilmesi, Mekke'yi âlemdeki bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir. Ve bundan dolayı de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer çevresinde bulunanların hepsi demek olur. Bununla beraber "Ümmü'l-kurâ" merkezlik mânâsı dikkat nazarına alınmaksızın "Mekke" demek gibi düşünülürse, 'dan Mekke çevresi, Mekke civarı, bundan da nihayet Arap Yarımadası düşünülür. Bu ihtimale göre Kur'ân'ın nüzul hikmeti yalnızca Mekke ve Arap Yarımadası halkının uyarılmasına mahsusmuş gibi bir kuruntu akla gelebileceğinden "Mekke ve etrafını uyarman için" buyurulmadığı gibi, "Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" de buyurulmayıp atıf vâvı ile "ve Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" buyurulmuş ve bununla Kur'ân'ın nüzulünün, Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğinin yalnız Arap milletini uyarma hikmetine mahsus olmadığı ve bir âyet yukarısındaki "O Kur'ân, âlemler için ancak bir uyarmadır" mânâsıyla, bereketlerinin kapsamının genişliğinden gaflet etmemek gerektiği ve özellikle "Ey Muhammed! Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik" (Sebe', 34/28) âyetinin kapsamı anlatılmıştır. Fakat gariptir ki bütün bunlara karşı yahudilerden bir grup, bu "ve Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" âyet-i kerimesinden Hz.Muhammed (s.a.v)in yalnız Araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu delil getirmeye kalkışmışlar, yani onun peygamberliğini itiraf etmekle beraber her millete değil, Araplara mahsus bir peygamber olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunlar yahudilerden "İseviyye mezhebi" adıyla anılırlar ki, bugün aydın geçinen avrupalılardan bir kısmının Arap olmayan müslümanlar arasında bu yahudi fırkasının mezhebini ve politikasını yaymaya çalıştıklarını görüyoruz. Beşerde vuku bulmuş bir iş olan peygamberliği inkâr etmenin, Allah'ı gereği gibi takdir etmemekten doğan bir cüret, bir nankörlük ve herhangi bir peygamberin peygamberliğini ve herhangi bir kitabın inmesini kabul ettikten sonra bütün peygamberleri ve kitapları tasdik ve teyid eden ve onlardan daha açık ve daha feyizli olarak indirilmiş bulunan mübarek Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın nebîliğini inkâr etmenin ise bundan başka açık bir çelişki olduğu anlatılmakla peygamberlik işi tespit ve teyid ediliyor. Ve peygamberlik meselesinin Allah'ın sıfatları meselesinin bir dalı olduğunu, irfan ve ahlâk, sorumluluk duygusu ve âkıbet endişesi ile ilgisini tesbit ettikten sonra, Allah'a yalan isnad eden, yalan yere peygamberlik iddia eden veya Allah'a, Peygamber'e rekabet etmeye kalkışan iftiracılar, yalancılar, sahtekârlar ve haddini bilmezler hakkında korkutma ve uyarma olarak da şöyle buyuruluyor :
93-94- Ve kimdir o kimseden daha zalim ki, Allah'a yalan iftira etmiştir. Mesela yalancı Müseyleme (Müseylemetû'l-kezzab) ve Esved Ansî gibi, "Allah beni peygamber gönderdi" diye yalandan peygamberlik iddia etmeye veya Amr b. Luhay ve benzerleri gibi kendi kendine din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmış veya herhangi bir şekilde Allah'a karşı yalan uydurmuş, Allah'a ilgisi caiz ve layık olmayan bir şey isnat etmiş, veya kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, bana vahyedildi, demiştir. Özetle ya herhangi bir şekilde bir yalan iftira etmiş veya özellikle vahy iddiasıyla iftira etmiştir. Diğer bir mânâ ile: "Bana vahyolundu, ona hiçbir şey vahyolunmadı" demiş, kendine vahiy iddia etmiş ve Peygamber'e vahyi inkâr etmiştir. Yalanın iki büyük çeşidini toplamış, yoğa var, vara yok diye kat kat büyük bir yalan söylemiş demek olur. Ve o kimseden ki, Allah'ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim, demiştir. Allah ile rekabete, Kur'ân'ın benzerini yazmaya, Peygamber'le boy ölçüşmeye kalkışmıştı. Nitekim Tâif'li Nadr b. Haris ve yardakları, "Eğer istesek bunun (Kur'ân'ın) aynısını biz de söyleriz" (Enfâl, 8/31) demişler, "Ekin ekenlere, ekmek yapanlara, pişiriş pişirenlere, lokma edenlere kasem olsun" diye saçmalar söylemişlerdir. Ve işte şu zikrolunan misaller bu âyetin nüzulüne sebep olmuşlardır ki, bunların bazısı Mekke'de, bazısı Medine'de vaki olmuş bulunduğundan bu âyetin de Mekke olaylarına da işaret ederek Medine'de indiği rivayet edilmiştir.
Ey muhatap sen bir görsen bütün bu zalimlerin gamerât-ı mevte düştükleri, ölümün pençelerine geçip şiddetten şiddete atıldıkları, ve melekler ellerini uzatarak, haydi bakalım canlarınızı çıkarın, yahut kendinizi kurtarın. Bugün siz hakaret ve zillet azabıyla cezalanacaksınız, çünkü Allah'a karşı doğru olmayanı söylüyordunuz, ve ayetlerine karşı kibirleniyordunuz. Gururunuza yediremiyor, onlara imandan, düşünmeden kaçınıyordunuz, ve gördünüz ya ey zalimler bugün, bize ilk defa sizi yarattığımız gibi teker teker, yalnız başınıza geldiniz, ve size verdiğimiz şeylerin hepsini arkanızda bıraktınız. O şefaatçilerinizi de sizinle beraber görmüyoruz. Onları ki siz, kendinizde ortakdırlar diye sanmıştınız. Varlığınız üzerinde bunların ilâhlık hissesine sahip birtakım ortaklar olduklarını ve Allah'a karşı size şefaat edeceklerini sanıyordunuz. Artık aranızda ebedî kesilme vâki oldu. Nâfi', Hafs, Kisâi, Ebu Ca'fer'den başkasının kırâetinde nûn'un ötresiyle okunduğuna göre, artık aranız sonsuza dek açıldı, bütün ilişkiler kesildi, tarumar oldu, ve zannettiğiniz o hayaller, o kuruntular sizden kaybolup gitti, diye tarafımızdan hitap tebliğ edildiği zaman görsen!.. Neler olacaktır neler!...
Bunları gözönüne getirmeli de Allah'a karşı haksızlıkta, takdirsizlikte bulunmamalıdır. Gerçekte:
Meâl-i Şerifi:
95- Şüphesiz ki taneleri ve çekirdekleri yaran Allah'tır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkaran O'dur. İşte Allah budur. O halde nasıl yüz çevirirsiniz?
96- Karanlığı yarıp tanyerini ağartan O'dur. Geceyi, dinlenmek için; Güneş'i, Ay'ı (vakitlerinizi) hesaplamak için yaratmıştır. İşte bu, her şeye galip gelen ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
97- Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için yaratan O'dur. Şüphesiz biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
98- Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sonra sizin için bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Biz âyetlerimizi, anlayan bir toplum için apaçık beyan ettik.
99- Gökten suyu indiren O'dur. Onunla her çeşit bitkiyi çıkardık, o bitkiden bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar (bahçeleri) çıkarıyoruz. (Bunların) kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerinin olgunlaşmasına bakın! Bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.
100- Onlar, Allah'a cinlerden de ortak koştular. Halbuki onları yaratan O'dur. Bilgileri olmadan O'na oğullar, kızlar uydurdular. O'nun şânı onların uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.
101- Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, herşeyi bilendir.
95- Kelimesi İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde ism-i fâil sîgasıyla şeklinde okunur.
Allah, taneleri ve çekirdekleri yarandır. Ölüden diri çıkarır, ve diriden ölü çıkarandır, işte Allah budur. Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur yaratıcı ve yoktan var edicidir.
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
FALK , yarmak, çatlatmaktır. HABB "habbe"nin; NEVÂ da çekirdek demek olan "nevât" ın çoğulu yerinde cins ismidir. Habb, tane, ot tohumlarına; nevât, çekirdek de ağaç tohumlarına delalet eder. Bununla beraber ot ve ağaç ikisi de bitkisel olduğundan, nevâtı tanenin içindeki bitkisel maya gibi düşünmek mânâ bakımından daha uygun olacaktır ki, bir tanenin içindeki öz, bu maya, bir hurma veya üzüm tanesinin içindeki çekirdek gibidir. Buna nevât kelimesinin küçültülmüşü olarak "nüveyye" de denilir ki Fransızların "nuvoyya" deyimi bundan alınmış görünür. Bakınız bir tane, bir çekirdek bir yere düşer, bir müddet geçirince Allah o tane, o çekirdek içinden bir hareket, bir basınç, bir filizlenme meydana getirir, onu altından, üstünden yarar, çatlatır; sükûn halini, hareket haline; bitişme halini, ayrılma haline çevirir, Üstteki çatlaktan bir çenekli veya iki çenekliler olarak havaya yükselen ağaç, altındaki çatlaktan toprağa geçen ve saçak denilen ağaç çıkar ve o tane, o çekirdek, önce böyle biri yukarı yükselen, biri aşağıya inen iki çeşit tabiatta bulunan iki ağacın bitişme sebebi olur. Parmakla eziliverecek kadar ince ve yumuşak olan o saçaklar, sert çuvaldızların, sivri bıçakların nüfuz edemeyeceği derecede sert olan yerleri ve bazı zaman kaskatı taşları bile çatlatır, aralarına girer ve sonra bir bitki, bir ağaç üzerinde o kadar şaşırtıcı ve mükemmel bir şekilde çeşitli tabiatlar kazanır ve bu çeşitli tabiatların hepsi öyle bir ahenk ve nizam ile işler, çalışır ki acaiblik ve inceliklerinin açıklama ve izahı tükenmez. Bir tabiattan yarılıp çıkan kabuk, ağaç, öz, damar, kök, gövde, dallar, yapraklar, çiçekler, ışıklar bu çeşitli tabiatların her biri bütün tabiat kuvvetleri üzerinde hüküm ve tesir icra eden ve sanat ve güç açıklayan yaratıcı kudretin aciz bırakan delillerinden olan birer âlemdirler. Bunları daha geniş bir zevk ile seyretmek istiyenler bitkilerin anatomisini, dokularını, uzvî maksatlarını incelesinler ve mutalaa etsinler. Sonra çatlaktan çatlağa, fıtrattan fıtrata geçen, sıfatları, özellikleri, renkleri, şekilleri, tadları, tabiatları çeşitli olan bu farklı cisimlerin ortak mesaîlerinden aslî gaye olan meyve doğar. Bir tane veya bir çekirdek yerine kat kat kutular, kaplar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her biri olgunlaşınca yeni bir âlem olmak için bittiği yerden kopar, topraklara katılmak üzere yere atılır. Çıkış yeri bir ve tabiatın, yıldızların, mevsimlerin, unsurların tesirleri, şartları eşit olduğu halde bir taneden, bir çekirdekten bu kadar çeşitli cisimler ve tabiatların çatlayıp çıkması, tabiatların ve unsurların değil, hikmet sahibi merhametli, güçlü ve dilediğini yapan, varlığı kendinden olan Allah'ın takdir ve tedbirinin eseri olduğunda şüphe yoktur. Toprakta çekirdekten bunları bitirip çıkaran yaratıcı kudret ne ise, yine toprakta bunlardan çekirdeği bitiren yaratıcı kudret de odur. Gerek taneyi, çekirdeği yararak bitki ve ağaçlar çıkarmak ve gerek bir yarılmadan tane, çekirdek yaratmak, her iki mânâsıyla "taneyi ve çekirdeği yaran" O'dur. Şu halde doğrudan doğruya topraktan tane ve çekirdeği yaratıp çıkaran da O'dur. O, böyle ölüden diri çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O'dur. Ve bu mânâ hayvanlarda daha derin ve daha büyük şümûl ve güzellik ile açıktır. İşte Allah bu yarma ve fıtratı yapan, ölüden diri ve diriden ölü çıkaran ve tabiatlar üzerinde hakim olan mutlak güçlü, dilediğini yapandır. Şu halde ondan nasıl çevrilir de başkasına taparsınız? Yahut O'ndan, O'nun hükmünün ve kudretinin tesirinden nerede kurtulacaksınız? Gerek hayatta olun, gerek ölümde; gerek hayvanlara karışın, gerek otlara; gerek yere geçin, gerek göğe çıkın; gerek karanlıkta bulunun gerek aydınlıkta; hasılı hiçbir halde, hiçbir noktada onun elinden kurtulamazsınız.
96-Zira sabahı çatlatan; karanlıkları yarıp sabah yapan, aydınlığı aksettirip tan attıran O'dur. O geceyi dinlenme yeri yapan; dinlenecek, istirahat edecek bir sükûnet okyanusu, Güneş ve Ay'ı da hesap yapmıştır. (Âsım, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'den başka imamlar okunur). Yokluk karanlığını yarıp tan attırarak yoğu var eden ve ufku, sabah ve güzellikle açıp vücuda, hayata uyanıklık, hareket ve faaliyet veren ve geceleyin bunları gizliyerek heyecanlarını teskin etmek ve yorgunlukları dinlendirmek için bir sükûn perdesi çeken yine O'dur. Gündüzün alameti olan Güneş ve gecenin alameti olan Ay bunların yapıcısı ve âmili değil, hesap vasıtalarıdır. Hepsi hesaplı yapılmıştır. Ve insanlar faaliyet ve sükûnlarının hesabını vermekle mükellef bulunduklarından, Allah Teâlâ miktarlarını ve sayılarını tayin ve tahsis ederek hesabı da yaratmış, Güneş ve Ay'ı bu hareket ve sükûnun hesabına birer alamet yapmıştır. bütün bunlar, bu çatlamalar, bu yapıcılar, bu hesaplar o aziz ve alîmin takdiridir. Ne hesapsız, takdirsiz, gelişi güzel, keyfe göre oluvermiş bir tesadüftür, ne de yaptığını bilmeyen kör bir tabiatın birbirini takip etmesidir. Böyle bir varlık ve yokluk, karanlık ve aydınlık, hareket ve sükûn gibi ikisi de bir yere gelmek ihtimali bulunmayan çeşitli ve çelişkili tabiatların her birine birer belli ölçüyü tahsis ederek birer sınır koyup, sonsuz ihtilaflarına rağmen hepsini bir telif ve terkib nizamı içinde kesin bir hesap ile yürütmek, elbette hiçbir tabiata boyun eğmeyen eşsiz bir üstünlüğün ve kudretin, gizli ve açığı gören, bilen, sonsuz bir güçlü ilmin sahibi olan bir aziz ve bilenin açık eseri ve güzel yapısıdır. Şu halde o yaratıcı ve var edici olan Allah yalnız kâdir (güçlü) değil, ortak ve benzeri yok bir üstün ve bilgindir de. Bunu hesaba almayıp da ondan yüz çevirmek ve onun izzeti altında ve ilminde bulunan tabiat veya hayata veya astronomiye ait güçlere bağlanıp tapmak ve sonra onun hesabından kurtulmak nasıl mümkün olur? Halbuki:
97- O hem öyle bir Allah'tır ki, sizi yıldızlar için değil, yıldızları sizin için, yani kara ve denizin karanlıklarında bunlarla doğru yolu bulasınız, bunların delaletiyle hedefinizi, yönlerinizi ve kıblenizi, maddî manevî yolunuzu doğrultasınız diye yapmıştır. Şu halde bunlar size ilgileri bakımından üzerinizde hakim ve idareci birer mabud değil, menfaatlerinize hizmet veren birer hidayet fanûs (cam kap)u ve rahmet alametleridirler. Şüphe yok ki biz bilgi sahibi olanlar için bu âyetleri açıkladık. Birinci olarak gökteki yıldızlar gibi nokta nokta ayırt edilerek veciz bir şekilde çoklukla zikir ve beyan edilen bu âyetler herkese hidayet olmakla beraber öyle ilmî noktalardır ki bunlardan ilim ehli olanlar, bilmek şanından bulunanlar istifade ederler. İkinci olarak bunların hilkat kitabında, toprak ve denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda, hava boşluğu ve astronomide o kadar çok tafsilatı vardır ki, bunlardan faydalanmak da ilim ehli olanlara, ilmî kabiliyeti bulunanlara mahsustur. Bundan dolayı müslümanlar, bu prensipleri esas kabul ederek Botanik, Zooloji, Aritmatik, Astronomi, Meteoroloji, Gökbilim, Matematik ilimlerini öğrenmeye çalışmalıdırlar. Hasılı bu Kur'ân âyetleri o kadar geniş bilimleri içerirler ki bunun açıklama ve tafsîlinde "De ki: Rabb'imin sözlerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, bir aynı da ona ilave edilse Rabb'imin sözleri bitmeden, denizler tükenirdi" (Kehf, 18/109) âyetinin hükmü geçerlidir.
98- Yine o öyle bir Allah'tır ki sizi başlangıçta bir nefisten yarattı. Bir candan, bir Âdem'den neş'et ettirdi, üretti. (Nisâ sûresinin başına bak.) sonra bir müstekar (karar yeri) ve müstevda (emanet yeri) var. Çeşit çeşit.
MÜSTEKARR ve MÜSTEVDA, istikrar (yerleşme) ve istîda (emanet bırakma) mânâsına mimli masdar veya yerleşme yeri veya emanet yeri mânâsına yer ismi olur. Yani hepiniz bir nefisten meydana gelmiş olduğunuz halde her birinizin bir istikrar haliniz, bir istîda haliniz var. Sırt omurgasından rahime, rahimden dünyaya, dünyadan kabre, kâh yerleşme, kâh emanet olarak bırakılma, iki nöbetleşen hâl içindesiniz; yahut kiminiz istikrar yeri, kiminiz istîda yeri, bazınız erkek, bazınız dişi. Yahut kiminizin yerleşme yeriniz, kiminizin emanet bırakma yeri var; bazınız döl sahibi, bazınız rahim sahibi; bazınızın karargâhı, evi, vatanı var, bazınız gurbette, yolculukta veya göçebe. (İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde kaf'ın esresiziyle ism-i fail olarak okunur ki bu şekilde ism-i mef'ûldur. İstikrar lazım olduğunda ism-i mef'ûl olamaz. Fakat istîdâ iki mef'ûlüne ta'diye eder ki birisi emanet bırakılan şey, diğeri de kendine emanet edilen şeydir. Ve bunun ikisine de "müstevda" denilir ve burada birincisidir . Şu halde bu kırâete göre mânâ: Hepiniz bir nefisten meydana getirilmiş olduğunuz halde kiminiz yerleşmiş bulunuyor, istikrar halinde; kiminiz de henüz emanet halinde. Yani kiminiz henüz çıkış yeri olan sulb (bel omurgasın)dan ayrılmamış orada duruyor; kiminiz rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor. Diğer bir mânâ ile: Kiminiz, rahimde yerleşmiş; kiminiz henüz sulbde emanet bulunuyor. Yahut kiminiz bilfiil yaratılmış; kiminiz de henüz kuvve (his=duygu) halinde. Yahut kiminiz kararını bulmuş, erginlik ve kemaline ermiş, kiminiz de henüz velayet ve vesayet altında. Yahut kiminiz yerleşmiş; medeni veya ikamet eden; kiminiz yolcu veya gezegen nihayet bir kısmı ölmüş, bir kısmı dünyada. Hasılı kaynak bir, oluş çeşitli, yapıcı ve durumlar, birbirini takib etme de ve değişim içinde hem birlik, hem halinde değişik de değişik! Şu halde normal bir bakış açısıyla bakıldığı zaman ilim ve fenin en büyük kanunu olan tabiatın muntazam bir şekilde birbirini takip etmesi kaidesi gereğince bu çeşitlenme ve değişmenin olamaması ve bu neş'etin bulunamaması gerekirdi. Eğer bu olaylar olmasaydı da mesele tabiat itibariyle teorik olarak düşünülseydi, bu meydana gelmelere mümkün olmayan bir çelişki gözüyle bakılması lazım gelirdi. Halbuki âleme göre bile, tek kaynaktan çok ürün ve birbirine uymayan şeyin meydana gelmesi olağan bir iştir. Ve olay, olaydır. Demek ki olayın sebebi, madde ve kaynağın tabiatı değil, yaratıcıdır. Maddeye ve kaynağın tabiatına eklenen her hadisede yeni bir yaratma vardır. Yani maddesiz icat etme gibi zât ve yaratıcının sıfatından başka hiçbir şarta dayanmayan bir yolun icadı, bununla beraber bu icadı, geçmiş icada uydurarak ve bağlayarak onu büyüten ve artıran bir takdir ve bir güzel sanat vardır. Maddeyi kendi tabiatında devam ettirmeyip de yarmak ve ona onda bulunmayan bir çeşitlenme ve değişim vererek tekden çok, uyandan uymayan ve uymayandan uyan çıkararak birçok dallar ve çeşitli şubeler meydana getirmekte de ilk maddeyi yoktan icat etme gibi madde ve maddenin tabiatı dışından gelen açık bir yaratma ve tesir, yaratıcının varlığına, ilim ve kudretine delalet eden bir güzel sanat okunur ki, bunun delalet çeşitleri tabiatın mânâsı olan istikrar ve birbirini takip etmenin zıddı olup, onu tamamen veya kısmen değiştiren yeniliklerin, değişimlerin varlığıdır. Her istîdâ (emanet bırakma), her yenilik, her sonradan oluş, her ârız oluşlar, her değişim bir yaratma delili ve bunun için de her devamlılık, her birbirini takip etme, her uygunluk, her nizâm, bir sanat delili'dir. "Bir"in çok, değişkenin uygun olması bir çelişki olduğu halde, "bir"den çok, uygundan değişken yapılması ancak yaratma ve meydana getirme ile mümkün olur. Bazıları yoktan ebediyi yaratmayı illet (sebep) ve tezâyüf-i illiyet (sebebin daralması) kâidesine zıt zannederler. Tabiate göre bir de yoktan yaratmak, yokluğun sebebi mânâsına tefsir edilmesine göre bu zan doğrudur. Çünkü yokluğun sebebi, sebebin yokluğu demek olacağından, bu takdirde ne sebep kalır, ne de sebebin baki olması. Halbuki olaylar için sebep gereklidir. Tabiat, sebep farzedildiği zamanda da her başkalaşım ve değişim noktasının ebediliğe ve illetin daralması kanununa aykırı olduğu açık bir olaydır. Fakat yaratmada sebep, yaratıcı olmak üzere düşünüldüğü zaman, ne sebebin ebediliği, ne de sebenin daralması, hiçbiri diğerine zıt olmamış olur. Ve hatta yaratma anlayışıdır ki, bu kanunu tesbit ve teyit eder. Ancak sebebin daralması, sebep olunanın sebebe dayanması ve sebepten fazla bir kudret ifade edememesi mânâsına anlaşılmalı, sebep olunanın muhakkak sebebine uygunluğu mânâsına telâkki edilmemelidir. Zira illetlinin illetine uygunluğu da mümkün değildir. Bir okka, bir okkayı çekemez. Hakiki illeti malûlünün dengi olamaz. Bir fark ve üstünlüğü içermek gereklidir. Sebep illetlisine kendinden bir şey vermez, onda eserini yaratır. Yoksa sebep tükenir, sebebin ebedîliği kalmaz. Ve bunun için sebep, malûlün aslı değil, yaratıcı ve var edicisidir. Tohum ve ağaç, baba ve evlat, kökler ve dallar birbirinin sebep ve malûlü değil; sebep ve müsebbebi, yani oluş yolu ve emanet edilen yeridir. Bunların emanet bırakılması ve devamlılıkları da beka ve sebebin daralmasının, yaratıcı olan Allah'ın varlığının ve tesirinin çeşitli delaletleridir. Kök ile dal arasında değişim ve farklılık ne kadar çok ve devamlılık ve birbirini takip etme ne kadar az olursa, orada tabiatın hükmü o kadar az ve yaratıcının tesiri o ölçüde çok görünür. Gerçi en az hareket ve sükûn gibi iki zıt mânâya kabiliyetten uzak olan sükûn ve mutlak istikrar içinde bulunan hiçbir madde yoktur. Ve hatta yalnız hareket bile tabiatın küllî (tümel) kanunu olan birbirini takip etme ve yeknesaklığa aykırı, yenilik ve değişim ifade eden bir zıtlık ve istida (emanet bırakma)dır. Fakat maddenin parçalarındaki bu başkalaşma ve değişim çoğunlukla gizli olduğu için, yalnız madde fikrine doğru inildikçe tabiatın hükmü daha açık ve madde ebedî ve devamlı gibi anlaşılır. Bununla beraber basit maddelerde değişme hissedildiği zaman da, basitlikleri sebebiyle, yaratmak mânâsı daha büyük bir açıklıkla görülür. Bu şekilde cansız maddeler ve madenler üzerindeki yaratma mânâsı bitkilere, hayvanlara doğru geçildikçe artan bir ölçüde artar, yaratmanın delilleri daha çok ortaya çıkar. İnsanlığın üremesi ve insana mahsus hayata gelince, insan ferdleri arasındaki durumların farklılığı hepsinden çok olduğu için, burada kudret ve yaratıcının sanatı, delilleri daha çok, daha geniş ve bununla beraber birleştirme ve açıklamanın çokluğundan doğan tasavvur ve içeriği daha problemdir. İşte "karar yeri ve emanet yeri", bütün bu delilleri ve âyetlerin delalet şekillerini, bütün açıklık ve ilmî ayıklamasıyla gösteren bir kanundur. Ve hiçbir filozof, hiçbir felsefe "ıttırat (birbirini takip etme) ve teğâyür (birbirine uymama)" korunma ve değişme, ebedîlik ve daralma kanununu bu kadar güzel ve bu kadar genişlik ve ayıklamasıyla özetleyememiştir. Şu halde burada önce insan cinsinin tek mânâsını içine alan Hz.Âdem'in yaratılış ve oluşunun durumu ile hiç meşgul olmadan her ailede, her kavim ve kabilede gördüğünüz vechile bir asıldan, bir ırktan birçok kimselerin devamlı olarak üremesi ve çoğalıp gittiklerini ifade eden üreme kanununun işaret ettiği çeşitlenme ve değişim çokluğu kesinlikle isbat eder ki, Allah Teâlâ yalnız menşe (kaynak)lerin yaratıcısı değil, bütün genişliğiyle her çeşit oluşumların da yaratıcısıdır. Görülüyor ki "karar yeri ve emanet yeri"nin analiz ve açıklaması o kadar yüksek ve derin bir hikmet düstûrudur ki, bununla öbür âyetlerin delalet vecihlerindeki en ince bir başlangıç, açıklama ve izah yapılmış bulunmuyor. Şu halde bunu anlamak, diğer âyetleri de açıklamak ve genişletmek demek olacağı ve bu da onlardan daha derin, daha ince bir ilmî uzmanlığı gerektireceği cihetle buyuruluyor ki:
Biz bu âyetleri fıkıh ehli (anlayışlı) olan, nefsinde ince ve derin bir anlayışı bulunan hikmet sahibi kimseler için açıkladık. Yani açıklamadan istifade edebilmek için sadece ilim ehli olmak yeterli değil, kendini bilmiş olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği üzere "fıkh" asıl lugatta bir şeyi sebep ve hikmetiyle anlamak, ince anlayış ile anlamak mânâsınadır ki, bunda "nefsi bilmek" mânâsı da yer almıştır. Bununla şuna işaret edilmiştir ki, bundan önceki âyetlerin ilmî açıklamasının şartlarından biri de, insanların kendilerini ve nefislerinin hallerini tanımalarıdır. Normal ilim ehli olanlar kendilerini bilmeyi hesaba katmadan herşeyi anlayıverdiklerini sanırlar. Halbuki objektif deliller, subjektif delillerle bilinir ve doğru karar ikisinin uyuşmasıyle verilir. Şu halde insanî gelişme ve subjektif hayat anlaşılıp farkedilmedikçe objektif gelişme hakkındaki ilim sağlam olmaz. İnsana has gelişme ise, bitkisel ve hayvansal gelişmeden daha derli toplu olduğu için kendini bilmek daha zor ve kendini unutmamak şartıyla objektif mütâlaa zor olduğundan ve "karar yeri ve emanet yeri"nin analizi bu açıklamayı da içine aldığından birincisinde "bilen bir kavim için" ile yetinildiği halde burada "derin anlayışlı bir kavim için" buyurularak daha çok tahsis edilmiştir .Şu halde kendini bilmiyenler için ne kadar açıklama yapılsa boştur. Nefsini bilenler için de gerçekte mevcut olan açıklamayı anlamak için bu âyet en büyük tetkik ve tahlil anahtarıdır. Ve hatta böyle nefsini bilenler yine bu âyetteki düstûrun işaret ettiği etraflıca alâmetlerin kendisidirler. Bunun için ince anlayışlılara bu derli toplu nokta hatırlatıldıktan sonra aynı düstur içinde "taneyi ve çekirdeği çatlatan" anlayışını açıklama ve seçim silsilesi ve gelişmeyi açığa çıkarmak ve bu konuda unsurları bir etkin başlangıç gibi düşünenleri reddetmek için, en mühim hayatî esaslar olan ve bir zamanlar basit ve ebedî sanılan suyun inmesinden başlamak suretiyla bunun üzerinde tecelli eden ve insan toplumunun hayatının devamı ve saadetinin esaslarıyla ilgilenen rahmet âyetleri ve kudret delilleri gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî bir analiz ve sentez ile herkese gösterilerek şöyle buyurulmuştur:
99- Ve yine O, öyle bir Allah'tır ki, yüksekten bir su indirdi. Şimdi kudret ve rahmete bakın ki, biz büyük şân sahibi bir su indirdik de, bununla her şeyin bitkisini çıkardık. Tane ve çekirdeklerin, her türlü bitkinin insanlar ve hayvanlar gibi bitki ile gıdalanan veya madenler ve diğerleri gibi bitkilere gıda olarak onlara dönüşecek ve aynîleşecek olan her şeyin bitkiselliğini, bitkisel gücünü, yetişme ve gelişme özelliğini fiile çıkardık. Ve bundan dolayı ondan (o bitkiden veya o şeyden) taze bir yeşillik, bir çim çıkardık. Bir yeşillik ki, ondan birbirine binmiş taneler çıkarırız. Buğday, arpa, çavdar gibi tahıl başakları havadan hücum edecek düşmanlara karşı harp nizamı almış, mızraklarını uzatmış süvari bölükleri gibi ne güzel birikmiştirler. Ve hurma ağacından, tomurcuğundan da, yakınlara sarkmış salkımlar olur. Ve daha türlü üzümlerden bağlar (yani üzüm bağları), ve zeytin ve nar, birbirine hem benzeyen, hem de benzemeyen. (Bu benzeyiş ve benzemeyiş kaydı, yukarda istikrar (yerleşme) ve istîda (emanet bırakma) ile ifade olunan birbirini takip etme ve zıtlaşma düstûrunun mantık nokta-i nazarından daha açık bir ifadesidir). Şimdi bunun bir meyve verdiği zamanki ham meyvesine bakın, bir de kemâle erişine. Arada ne büyük bir fark vardır ve bu farkta ne önemli bir terbiye feyzi, ne açık bir terakkî feyzi!.. Her halde bunda iman edecek olanlar için (Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine ilâhlık hikmetine delalet eden) bir çok âyetler vardır.
Suyun inmesi, bitkilerin, çimin çıkartılması, "indirdi", "çıkardık" diye geçmiş zaman kipiyle (mazi siğasıyle) ifade edilmiş olduğu halde, "birbirine binmiş taneler" kısmı "çıkarırız" diye gelecek zaman kipiyle ve kelimesinin sıfatı olarak güç hâlinde gösterilmesi ve tomurcuğun, salkımların bu minvâl üzere bunlara atfedilmesi dikkate şâyândır. Bununla Mekke'de bu âyetin indiği sırada İslâm dininin henüz o çim, o tomurcuk misalinde olduğuna, Kur'ân'ın gökden inen bir rahmet bulunduğuna müminlerin gelecekleri o cennetler ve olgunlaşmış meyveler gibi olacağına da işaret edilmiştir.
Fahreddin Râzî der ki: Burada önce hububat, sonra hurma, üzüm, zeytin, nar dört çeşit ağaç zikredilmiş ve ekin (ziraat), ağaçlardan öne alınmıştır. Çünkü ekin gıda, ağaçların meyveleri yemiştir. Gıda ise yemişten öncedir. Sonra hurma, diğer yemişlerden öne alınmıştır. Zira hurma, Araba göre gıda yerindedir. Bir de filozoflar, hurma ağacıyla hayvan arasında bir çok hususta benzerlik bulmuşlardır ki, bu kadar benzerlik, diğer bitki türlerinde bulunmaz. Bu mânâya işaret olarak Peygamberimiz (s.a.v.) demiştir ki: "Halanız Nahle'ye (hurmaya) ikram ediniz. Çünkü o Âdem'in tînetinin kalıtımından yaratıldı". Hurmanın arkasından da üzüm zikredilmiştir. Zira üzüm, meyve türlerinin en şereflisidir. İlk ortaya çıkan filizlerinden son haline kadar kendisinden faydalanılır. Filizinden ilk zamanlarda incecik yeşil iplikler çıkar ki ekşimtrak lezzetli bir tadı vardır. Ve bundan yemek yapmak da mümkün olur. (yaprağından edilen fayda da bilinmektedir) Sonra koruk çıkar ki, bu da gerek hastalara ve gerek sağlamlara hoş bir yiyecektir .Bundan ince zevk, safralılara faydalı şuruplar da yapılır. Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki ekşili kaynatılmışların en lezzetlilerindendir. Tam üzüm olunca da yemişlerin en tatlısı, en iştahlısıdır. Yaş üzümü askıya asarak bir sene veya daha çok biriktirip saklamak da mümkün olabilir. Ve bu gerçekten biriktirilip saklanan yemişlerin en tatlısıdır. Sonra üzümden yenilecek dört şey yapılır: Kuru üzüm, pekmez, sirke, şarap. Bu dört şeyin faydalarını anlatmak ise ciltlerle kitaplara dayanır. Gerçi şarabı şeriat haram etmiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Allah bunun hakkında "İnsanlar için bazı faydalar vardır, ancak (içki ve kumarın) günahları faydalarından çok büyüktür" (Bakara, 2/219) buyurmuştur. Üzümün en güzel şeyi çekirdeğidir. Doktorlar bundan bir takım tertipler yaparlar ki zayıf ve nemli mideler için çok büyük faydaları olur. (Gerçekten zamanımız doktorları da üzüm çekirdeklerinin çiğneyip ezerek yemek, şartıyle faydalarının çok büyük olduğunu beyan etmekte bununla ittifak halindedirler) Hasılı üzüm "yemişlerin sultanı" denmesine değer bir meyvedir. Aynı şekilde zeytinden de faydalanmak pek çoktur, tanesi yenir, yağının da yemek ve diğer hususlarda ne kadar büyük faydası ve çok kullanılır olduğu malûmdur. Nara gelince, nar gerçekten acaip bir meyvedir. Bu önce dört şeyden oluşmuş bir cisimdir. Kabuğu, zarları, çekirdeği, suyu. İlk üçü yani kabuğu, zarları, çekirdeği, soğuk, kuru, yoğun, tutucudur. Hem bu sıfatlarda çok kuvvetlidir. Suyu ise bunların zıddına olarak gayet tatlı, yumuşak ve yumuşaklığa çok yakın bir içecektir. Ve huyu, tabiatı mutedil olanlara çok uygundur. Zayıf mizaçlı olanları takviyesi vardır. Bir yönden gıda ve bir yönden de ilaçtır. Şu halde nar, düşünüldüğü zaman üç kısımındaki tam yoğunluk ve suyundaki yumuşaklık ve itidâl ile yaratıcı Teâlâ bunda iki değişik zıddı toplamış gibidir. Yani bunda "benzeyen ve benzemeyen" mefhûmundaki uygunluk ve zıtlık kanununun açık bir örneği vardır.
100-Hasılı herşeyin gerek başlangıcında ve gerek gelişme süresinin her lahzasında hem ilim ehline, hem ince ve hikmetli anlayış ehline, hem bütün iman yeteneği olanlara Allah Teâlâ'nın ilâhlık eserleri, kudret ve tek oluşunun delilleri açık ve doludur. Böyle iken Allah'a cinleri türlü türlü ortaklar yaptılar. Cin genel adı altında bulunan, gözlerden gizli karanlık yaratıklara veya gözle görünmez, tabiat ötesi kuvvetlere ve rûhânî cevherlere ilâhlıktan veya rablıktan veya yaratıcılıktan pay vererek Allah'a denk veya daha aşağı ortak yaptılar. Kimi meleklere, kimi şeytan cinsine, kimi hepsine çeşitli adlarla taptılar veya zâtî kudret ve tesir isnat ettiler. Tefsircilerin beyanına göre buradaki "cin", melekleri ve şeytanları da içine alan bir genel mânâda kullanılmıştır. İbnü Abbas demiştir ki: "Cin kelimesi, istitar (gizlenme- örtünme) den türemiştir. Melekler ve bütün rûhânîler de gözle görünmezler ve sanki gözlerden gizli gibidirler. Bu yorum iledir ki İblis de cinden sayılır. Meleklere ve rûhânîlere de cin denilmiştir". Yukarda putlar ve yıldızlar gibi hissedilen ve fizikî şeylerden ortak kabul edenlerin, puta tapanların, yıldızlara ve heykellere tapanların sapıklıkları beyan olunduktan sonra, burada da bunların felsefî kaynağı olan ruha tapanların sapıklıkları, yani melekler, şeytan, akıl, nefis, madde, kuvvet, tabiat gibi gizli ve fizik ötesi sebeplere bağlananların ve bunları "üç tanrı" ve "aracı" sayanların sapıklıkları beyan olunmuştur. Bazı tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet, "melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyenler dolayısıyla nâzil olmuş ve meleklere "cin" denilmiştir. Meleklere Allah'ın kızları demek de cevherî ortaklığı gerektiren doğurtma fikriyle Sâbie mezhebindekilerin meleklere tapmalarıyla ilgilidir. İbnü Abbas'dan bir rivayete göre de iş bu "Allah'a cinleri ortaklar yaptılar", Saffât sûresindeki
"Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular" (Saffât, 37/158) âyetinin de delaleti üzere, Allah ile şeytan arasında bir soy ilgisi gerektiren karşıt iki kardeş gibi sayarak, "Hayırların yaratıcısı Allah, şerrin yaratıcısı şeytandır" diyen zındıklar hakkında nazil olmuştur ki, bu şekilde birinci olarak Mecusîlerin inancına ve ikinci olarak buna benzeyenlerle ilgili olur. Zira bütün Mecusîler, bu âlemdeki bütün tüm hayırlar nûrdan ve diğer deyimle tanrıdan, bütün şerler de zulmetten ve diğer deyimle Ehremen'dendir, diye bir ikiliğe kâni olduklarından genel mânâda "Seneviyye" adını almışlardır. Ve esas itibariyle Zerdüşt'ün "Zend" hitabına nisbetini ifade eden Farsçadaki "zendik" ve Arapçada "zındık" ve bunun çoğulu olarak "zenâdıka" bütün Mecusîlerin lakabıdır. Bütün Mecusî mezheplerinde anası ve kız kardeşi gibi mahremleri (kendileriyle evlenilmesi dinen haram kılınanları) ile evlenmek helâl sayıldığı gibi, yine Mecusîler içinde haram ve helal hükümlerine inanmayan "Hurremdînîler" denilen eski bir "İbâhiyye mezhebi" ve aynı şekilde bütün kadınlarda ve mallarda, ot, su, mer'a gibi şeylerde ortaklığı kabul eden ve "Mezdekiyye" denilen bir "İştirâkıyye mezhebi" de bulunduğu üzere, zındık özellikle dinsiz ve inançsız mânâsına da âdet olmuş ise de, esasen zındıklar Zerdüşt'ün "Zendevasta" isimli eseri dolayısıyla bütün Mecusîler demektir. Mecusîlerin, hissî bir görüş işaret eden nur ve zulmet isimleriyle ifade ettikleri bu ikilik inançları sûrenin başında "karanlıkları ve aydınlığı var eden. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar" yüksek sözü ile detaylı bir şekilde kötülendiği gibi "Yezdan" ve Ehremen veya Hürmüz ve Ehremen diye fizik ötesi ve manevi bir görüş ifade eden şirkleri de burada cin denilmesiyle kötülenmiş ve reddolunmuştur. Çünkü Ehremen İslâm'da İblis denilendir. Ve İblis, "Cinlerden olan İblis Rabbinin emrinden çıkmıştı" (Kehf, 18/50) âyeti delaletince cindendir. Gerçi tefsircilerin ve "el-Milel ve'n-Nihal"de Şehristânî'nin beyanları üzere Mecusîlerin bu konuda bir çok ihtilafları vardır. İçlerinden biri hayır başlangıcı, biri şer başlangıcı olan iki esasın ikisinin de aynı derecede ezelî olduğunu kabul eden ve tam mânâsıyla Seneviyye olan Mânivviyye ve Mezdekiyye gibi mezhepler bulunduğu gibi, bu iki asla tam denk olmak üzere üçüncü bir asıl daha ekleyerek teslis (üçleme inanış)i kabullenen Disaniyye ve Merkûniyye gibi mezhepler de vardır. Ve Mecusîlerin pek çoğu ve özellikle Kiyumresiyye, Zervaniyye, Zerdüştiyye, Meshiyye gibi asıl ve eski Mecusîler bu iki zıt aslı, varlığın vücûbu ve kudret açısından aynı derecede tutmadıkları ve çünkü Ehremen'in ezelî olmayıp tesadüf veya doğum veya yaratma veya mesh suretiyle sonradan olma olduğunu söylemiş bulundukları için, Mecusîlikle Hıristiyanlık arasında bir şirk dini tutan Maniviyye tarzında tam mânâsıyla Seneviyye değildirler. Fakat bütün bunlarla beraber yine hepsi ve hatta hayır başlangıcı olan nur ile şer başlangıcı olan zulmet veya Ehremen'in ikisinin de Allah Teâlâ'nın yaratma ve icadıyla sonradan olma olduklarına kâni olan Zerdüştîler de dahil olduğu halde, hepsi bu âlemi idare etmede Allah'a Ehremen'i ortak yapmakta, yani hayır Allah'tan ve şer İblistendir, davasında birliktirler ve bu mânâ ile genel olarak Seneviyyedirler. Şehristânî der ki: "Bütün Mecusîler, hayır ve şerri, fayda ve zararı, kurtuluş ve fesadı aralarında tamamen paylaşmış yani birisi yalnız hayır başlangıcı, biri de yalnız şer başlangıcı olan iki esası kabullendiler, birine nur ve birine zulmet, Farsça olarak Yezdân ve Ehremen adı verdiler." Bu konuda bunların birçok mezhepleri varsa da, Mecusî meselelerinin hepsi iki kâide üzerinde toplanır. Birincisi nurun zulmet ile anlaşma sebebi; ikincisi de nurun zulmetten kurtuluşu meselesidir. Anlaşmayı başlangıç, kurtuluşu son sayarlar. Bütün Mecusîler, bu şekilde, iki esas ispat ederler. Bununla beraber asıl Mecûsîler, bu iki aslın ikisinin de ezelî ve ebedî olması caiz olamayacağına, nûrun ezelî, zulmetin sonradan olma olduğuna kânidirler. Sonra da bunun "sonradan olma" hususunda ihtilâf ederler. Aslı şer olan Zulmet veya Ehremen'in sonradan oluşu, Nûr ve Yezdan'dan mı oldu? Hayrın başlangıcı olan Nur veya Yezdan cüz'î bir şey meydana getirmiyorsa, nasıl olur da aslı şer olan Ehremen'i meydana çıkarır? Bunu o ortaya çıkarmamışsa, kim çıkarabilir? Ortaya çıkarılmamış değilse terkip ve anlaşma nasıl mümkün olur? İşte bunlar Mecusîlerin çıkmaya ait noktalarıdır". Kiyumresîlere göre, Nur, benim bir muhalifim olsa nasıl olur, diye bir düşünmüş ve huyu nûra uygun olmayan bu kötü fikirden zulmet hasıl olmuş ve buna Ehremen denilmiş. Ehremen, şer, fitne, fesat, zarar veren huylu olduğundan Nura karşı çıkıp tabiatı ve sözü ile ona muhalefet etmiş ve bundan dolayı Nurun askeriyle Zulmetin askeri arasında savaş olmuş, sonra melekler araya girmiş, süfli âlem Ehremen'in olmak üzere anlaşmışlar. Bu antlaşma, yedi bin sene sürecek, sonra Ehremen âlemi boşaltıp Nura teslim edecekmiş. Zervânilere göre de Nur, önce hepsi nurdan birtakım rûhânî şahısları keşfetmiş, fakat Zervan adındaki en büyük şahıs bir şeyde şüpheye düşmüş ve bu şüpheden Ehremen şeytan meydana gelmiş. Bazı Zervânîler de demişler ki, büyük Zervan, bir oğlu için 9999 sene hüzünle inlemiş, olmamış; sonra "her halde bu âlem hiçbir şey değil" diye kendinde bir fikir oluşmuş ve bundan dolayı o merakından Ehremen ve bu ilminden Hürmüz ikiz olarak doğmuş. Hürmüz, çıkış kapısına daha yakın iken Ehremen şeytan hile edip anasının karnını yarmış ve önce çıkıp dünyayı zaptetmiş. Zerdüşt de bu iki aslın zıddı olup âlemin varlıklarının iki başlangıcı olduğunu, bunların anlaşmasından bileşikler ve bu bileşiklerden çeşitli şekiller meydana geldiğini ve bununla beraber bu iki zıddın ikisi de Allah Teâlâ'nın yaratması ve meydana getirmesiyle oluştuğunu ve bu karışım ve bileşimin yaratıcısının Allah Teâlâ olduğunu ve bundan dolayı Allah'ın tek olup, zıddı, dengi ve zatında ortağı bulunmadığını söylemişse de aslı şer olan Ehremen'in zıddıyle beraber yaratılışını ve bunların karışımını tek olan Allah Teâlâ'ya nisbet ettiği halde Ehremen'in varlığını Allah'a nisbet etmek caiz değildir diye ısrarı noktasında anılan susmaya mecbur olmaktan ve çelişkiden kurtulamamış ve bir de tek olan ilk yaratıcının gerisinde, biri hayrın yaratıcısı, biri de şerrin yaratıcısı iki zıt başlangıç kabul etmekle âlemin idaresinde birincisi ilk yaratıcı ve mizacının sebebi olan tek Yezdan (tanrı); ikincisi hayrın başlangıcı olan mahlûk Nur veya Hürmüz veya Melek; üçüncüsü şerrin başlangıcı ve mahlûk olanı Zulmet veya Ehremen veya İblis olmak üzere üç idareci tanrı farzeden üçgen bir şirke de düşmüştür ki, bu şirk bir zıddı, dengi ve ortağı olmayıp tek olan yaratıcı, biri de onun yaratıp meydana getirdiği ve sentez yaptığı Melek ve Şeytan iki mahlûk başlangıcın sentez özeti ve bu âlemdeki hayır ve şerrin, kurtuluş ve fesadın, temizlik ve çirkinliğin ortak yaratıcısı bir yaratılmış tanrı olmak üzere, bir yönden ortaksız yaratıcı, ezelî bir tanrı; bir taraftan da ikiz bir Melek ve Şeytan ortaklığından ibaret bir sonradan olma tanrı arasında düşünülmüş çelişkili bir Senevî şirki durumundadır. Şu halde Zerdüşt yalnız hayır, Allah'tan ve şer İblisten demek tarzında Senevîlik ile kalmamış, hayır Melekten, şer İblis'ten olmak üzere hayır ve şer Melek ve İblis ortaklığından, bu ortaklık da Allah'dan demek tarzında bir senevîliğe kani olmuşlardır.
Bu açıklamadan anlaşılır ki İbnü Abbas hazretlerinden nakledilen nüzul sebebinde Zenadıka hayır yaratıcısı ve şer yaratıcısı iki kardeş Senevîliği, "Onlar , Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular" (Saffât, 37/158) âyeti delaletince neseb deyimleri bütün Mecusî mezheplerinin esaslarına işareti içerir. Hem hepsinin bir Senevîlilikte toplandığını göstermiş, hem de Mecusîlik yerine Zenâdika lakabını seçerek özellikle Zerdüştlere dikkat nazarını çekmiştir. Şu halde âyetteki Cin diğer Mecusîlere göre yalnız Şeytana sarfedilmiş olması gerekirse de bazı Zervânîlerle Zerdüştlere göre Ehremen'e ve Hürmüz'e yani Şeytan ve Meleğe, Cin ve Peri'ye şâmildir. Ve bu mânâ ile âyet, nakledilen nüzul sebebinin ikisine de uygun olduktan başka sözün gelişinden anlaşıldığına göre, gerek Senevviyye ve gerek teslis (üçleme) ve gerekse diğer şekillerde olsun fizik ötesi ve rûhânî şirklerin hepsini açıkça içerir. Ve bu içeriği açıkça anlatmak içindir ki "bir ortak olarak" değil "cinlerden ortaklar" buyurulmuştur. Bundan başka "cinlerden ortaklar" fizikî mahiyette fail tasavvur olunan tabiat kuvvetleri gibi, gizli ve örtülü sebeplere bağlı felsefî ve felsefe dışı şirklerin de türlerini içerebilecektir. Zira cinnin genel anlamında yalnız görünmeyen ve ancak bir şekile girme halinde görülebilen kuvvetler ve soyut rûhâniyet değil, gözle görülmek şânından olmakla beraber örtülü ve gizli bir halde bulunan büyük küçük cisimler, şahıslar ve gizli topluluklar bile dahil olacaktır.
Hasılı Allah'ı gereğince takdir etmeyen kâfirler ona cinleri türlü türlü ortaklar tuttular, halbuki onları Allah yarattı. Yani cinler de Allah'ın yaratığıdır. Nitekim o müşriklerin çoğu bunu esas itibariyle itiraf ederler. İtiraf etmeyenlerin de etmesi gerekir. Şu halde yaratılanı yaratanına ortak ve rakib saymaya kalkışmanın ve Allah'ın izni olmaksızın cinlerin âlemde ve insanlar üzerinde bir tesir yapabileceklerini farzetmenin ve bu şekilde yaratanın yarattığına karşı bir âcizliğine ihtimal vermenin büyük bir aptallık, sapıklık ve açık bir haksızlık olduğu aşikârdır. Bu mânâya göre kelimesinin sonundaki zamir cine râcidir. Ve bunda cinlerin de akıl sahibi olduklarına tenbih vardır. Bu zamirin cinne değil nun fâili olan müşriklere gönderilmesi de ihtimal dahilindedir. Ve bu şekilde mânâ şu olur: Halbuki bu müşriklerin kendilerini yaratan cinler değil Allah Teâlâ'dır. Bundan dolayı yaratana karşı cinleri ortak saymaya kalkışmak ve onlarda Allah'ın izni dışında bir tesir hayal etmek ne büyük küfürdür. Halbuki bir takımları, cinleri, perileri, gizli kuvvetleri Allah'a ortaklar saydılar. Bir takımları da Allah'a oğullar ve kızlar uydurdular. Allah hakkında doğma ve doğurma hayal ettiler ve bu şekilde Allah'tan doğmuş erkek ve dişi ilâhlar uydurdular ve bunları Allah'ın oğulları veya kızları diye ilâh cinsinden sayıp tanrı edindiler, Allah'ı bunlarla, bunları putlarla temsil etmeye kalkıştılar. "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri ve Sâbieleri bu cümleden olduğu gibi, "Hürmüz ve Ehremen Allah'ın oğullarıdır" diyen bazı mecusîler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" diyen bazı Yahudiler, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen hıristiyanlar da bu cümledendir. Yaratmada ortaya çıkma ve meydana getirmeyi kabul eden filozoflar da bunlara benzer. Hep bunları hiçbir ilme dayalı olmayarak ve ne dediklerini bilmiyerek uydurdular. Allah'a ortak, oğul veya kız evlat uydurmaya kalkışanlar "ilâh" ve "oğul" dedikleri zaman ne söylediklerini bilmeyen cahiller ve iftiracıdırlar. "İlâh ikidir veya üçtür" diye Allah'a zatında veya sıfatında veya fiillerinde, az veya çok, denk veya aşağı, eşit veya zıt bir ortak, bir arkadaş veya rakib sayanlar, ne dediklerini bilmez cahiller, iftiracılar olduğu gibi; oğul veya kız çocuk isnat edenler de aynı şekilde ne dediğini bilmeyen ortak ve aynı cins isnat etmiş cahiller ve iftiracılardır.
Şanı yüce olan Allah kendini bunlardan tenzih eder ve O'nun yüce zatı, bunların böyle cahilce ve iftira edercesine vasıflandırmalarından mukaddes ve yücedir. Gerek zıtlık, gerek benzerlik ve aynı cinstenlik şekliyle olsun, her çeşit ortaklık ve aynı şekilde aynîlik ve aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren doğurmak ve doğmak gibi vasıflar haddi zatında ilâhlık vasfına uymayan, ilâh anlayışıyla çelişkilidirler. Bunlar bir çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade eden sonradan olma vasıflardır. İlâhlık gerçeği ise, her noksandan uzak ve yüce bir kemâldir. Şu halde Allah'ın zatı ve hakikati hakkında ortaklık ve çocuk mümkün değildir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyaç da yoktur. Bizzat ilâh anlayışı bu imkansızlığı ispata yeterlidir. Zira ilâh anlayışında en yüksek bir yücelik ile bir yaratıcılık ve güzellik vasfı vardır.
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
101-Allah'ın ortak ve çocuğu nasıl olabilir ki, O, bütün göklerin ve yerin, benzersiz yaratıcısıdır. Bütün ulvî ve sûflî âlemden hiçbiri yokken, örnek olacak, aynîlik ifade edecek kanun, asıl , madde, şekil, nümune, örnek denecek hiçbir şey mevcut değilken, ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve yaratan, her türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getiren ve böyle icat etme âdeti ve zatına mahsus fiilî sıfatı olan ve bundan dolayı misali, eşi ve benzeri bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan ve onun varlığı ve icadı olmadan bir yokun vücuda gelmesi ve herhangi bir şeyin var olarak ayakta durması mümkün olmayan yüce yaratıcıdır.
Bilinmektedir ki ibda, örneği geçememiş olan bir şeyi meydana getirmek ve yapmaktır. Nisbî ibda' az çok bir örnek ile ilgili olabilirse de, hakikî ibda hiçbir örnek ve asıl ile geçilmiş olamaz. Böyle hiçbir örneği geçmeden icad olunan örneksiz güzel ve fevkalâde şeye ibda edilmiş veya bedâet (güzellik)le sıfatlanmış mânâsına bedî' denildiği gibi, bunu meydana getiren ve ibda âdeti olan mübdi (yapıcıy)e da bedî' denilir ki, musrih mânâsında sarih, müsmi' mânâsında semî' gibi, müf'îl veya fâil mânâsında feîldir. Ve buna bedî' denilmesinde, mübdi isminin ifade etmediği bir devam ve sabit olmak mânâsı vardır. Ve her iki mânâ ile bedî denildiği zaman bir örneksizlik, benzersizlik, güzellik ve fevkalâdelik anlamı vardır ki, bütün gökler ve yer böyle bedâyi (güzellikler) ile dolu bir güzelliktir. Bununla birlikte her ne olursa olsun icad edilmiş olan şeylere bedî denilmesi, ancak geçmiş örneği olmamak bakımından izafî (göreli) ve nisbîdir. Bir emsalsiz şeyi meydana getiren, benzerlerini de getirebilir. Ve birçok emsalsiz şeyler bulunabilir. Şu halde hakiki mûcid, bedî-i mef'ûl değil, bedii fâildir. Yani daima icad eden, hakikî mübdi (gerçek mûcid)dir. Bu nükteden dolayı "göklerin ve yerin yaratıcısı" isim tamlamasıyla gökler ve yerin de örneksiz yaratılmış olmasına işaret edilmiş olmakla beraber, baştan sona kadar denk ve benzeri bulunmak ihtimali olmayan tek ve emsalsiz yaratıcının gökler ve yer değil, onların eşsiz yaratıcısı olan Allah Teâlâ olduğu açıklanmış, göklerin ve yerin izafî güzellikleri benzersiz yapıcının varlığını ve yaratma sıfatını kendilerinde az çok temsil eden bir misal ve uygunluk ifade eden bir delalet olarak değil, ancak malûlun yapıcı illetine, sonradan olanın yapıcısına, sanatın sanatkârına delaleti gibi nisbî ve intikâlî bir iltizâmî (benimsemeli) delalet ile delil ve alamet olarak ifade ettikleri ve Allah denildiği zaman bütün emsalsiz yaratılmışların yaratıcısı olan tek var edicinin anlaşılması gerektiği gösterilmiştir.
Burada şunu iyi düşünmek gerekir ki, ibdâ'ın tarifinden anlaşıldığı üzere bediî bir eser demek gelecekteki bir örneği değilse de, geçmiş bir örneği olmayan benzersiz bir eser demektir. O, bir kanun, bir mukayese ile vücuda gelmez. İlk örnek onunla başlar, aynîlik, çeşitlenme, kanun ondan sonra meydana gelir. Bununla beraber, yokluğun kendi kendine var olması, zatı itibariyle yok olanın bizatihi var olması, yani bizzat olma (tekevvün bizatihi) mümkün değildir, bir açık çelişkidir. Yalnız maddi sebep, yani bilfiil yok olan, bir şeyin düşünce halinde bulunduğu bir asıl ve kaynaktan kendi kendine fiile çıkması veya yalnız sûrî (gösterişten ibaret) sebep, yani yok olan bir şeyin yalnız bir örnekten yine yapıcısız kendi kendine bir şekil kazanması veya her ikisi de yeterli değildir. Düşüncede gerek bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut olmayan herhangi bir şeyin var olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu fiilen icad edecek bir mûcide (icat ediciye) muhtaçtır. Ve ancak o zamandır ki, bizatihi tekevvün (kendi kendine olma) çelişkisi kalkmış olur. Bir fâilin maddî veya sûrî sebebe bir şey ilave etmesiyledir ki yeni bir varlık tasavvuru mümkün olabilir. Yoksa yine kendi kendine olma çelişkisi ortaya çıkar. Şu halde gerçek mânâsıyla yapıcı sebebi, yoğu var eden, vücûd yapan bir güç sahibi var demektir ki, gerek az çok bir örneği ihtiva eden bir asıl ve maddeden çıkarma ve yapma suretiyle olsun, gerek bununla beraber diğer bir örneği taklit etme şekliyle olsun, ikisinde de bizzat mevcut olmayan bir şeyi bilfiil var yapmak ve bundan dolayı varlığa yepyeni bir şey eklemek vardır. O halde maddî sebep ve görünüşten ibaret olan sebeb (illet-i sûriyye), yapıcı sebepten ihtiyaçsız olmadığı halde, yapıcı sebep gerçekte bunlara muhtaç değildir ve başlı başınadır. Bunun için olayların sonradan olmasında maddî ve sûrî sebep atılabilir ve fakat yapıcı sebep atılamaz. Ve gerçek yapıcı sebep fiilinde ne maddî sebebe, ne de görünüşten ibaret olan sebebe, kanuna, mahkûm ve muhtaç değildir. O maddesiz veya örneksiz, yahut hiçbiri olmaksızın da icad yapabilecek tek fâil, tek icadçıdır. Yani tam mânâsıyla yaratıcıdır. Fiilinde madde ve şekilde muhtaç olmayan yaratıcı fâilin eserine kendi zatından bir madde veya şekil ve örnek verdiğini farzetmek de çelişki olur. Demek ki hakiki yaratıcı, tam yaratma ile yaptığı ilk güzel eserini icad ederken ne kendinden bir parça ayırıp dışarı fırlatmak gibi bir değişim yapmış, ne de kendinden bir örnek edinip kendini taklit ve temsil etmiş olamaz. Zira değişim, maddî illetde; benzeyiş de sûrî illetde düşünülebilir. Halbuki yaratmada bunlar yok, ancak fâil ve fiil vardır. Şu halde yaratıcı fâile göre sebebin değişimi, ortaya çıkma, doğma, yok olma ve değişiklik yok, ancak bâkî olma ve fiil vardır. İlk mahlûkun yaratılmasından sonradır ki, maddî sebep ve sözde sebep düşünülebilir. Ve bunun için ilk yaratılmış eser olan ilk mahlûk ile yaratıcı fâil arasında ne bir ortaya çıkma ve ayrılma düşünülebilir, ne de zât ve sıfat bakımından fiilen bir ortaklık, bir hemcinslik, bir aynîlik bulunabilir. Madde ve misal böyle yaratılan ilk mahlûk ile başlar. Güçler, benzeyişler, kanunlar, türler, cinsler ona döndürülür. O, benzeyen ve benzemeyen şeylerin aslı ve kaynağıdır. Değişim ve benzeyiş, gelişme hep ondan sonradır. Ve ona eklenmiş olan her değişim, farklılık, yenilik, tekamül de yaratıcı fâilin baştan bir yaratmasıdır ki, buna "ol" emri denilir, eşsiz eserlere de "Allah'ın kelimesi" denilir. Bu şekilde gerçek fâil hiçbir dengi geçmeyen yaratma fiiline göre yaratıcı; örneği geçen ve o örneğe benzemekle beraber bir ayrılık ve farklılık ifade eden ve cüz'î yaratmayı içermiş olan fiiline göre de yapıcıdır. Maddî sebebi yaratması itibariyle var eden ve sözde sebebi yaratması itibariyle de tasvir eden (ressam)dir. Hâlik (yaratıcı) ve bâri (yaratan) isimleri de hepsinden geneldir. Yaratma (halk), var etme, icat (ibdâ) ve yapma (inşâ)dan daha geneldir. Ve unutulmamak gerekir ki bu yapmadaki çeşitli şekillere yakın benzerlikler hakiki fâile değil, örneği geçmiş olan ilk yaratığa benzeyiştir. Fâilin sanatı hepsinde yaratmadır. Hatta inşâ etmedeki benzerlik de O'nun yaratmasıdır. Hasılı küllî (tümel) veya cüz'i (tikel) bir yaratma olmadan hiçbir şey kendi kendine yoktan vücûda gelemez. Bunun için yaratma ve yaratıcı delilleri daima varlıkların değişik olmalarında, sonradan oluşlarında, yeniliğinde, hasılı yaratma noktalarındadır. Varlıkların benzeyişleri içindeki farklılık ve değişim ile cüz'î yaratılış noktaları, sırf yaratmanın ve yaratıcının varlığının delilleri, burhan ve kudretinin alametleridir. Varlıklara basiret gözüyle bir bakılacak olursa görülür ki, başlangıçta yaratmaya dayanmayan hiçbir şey bulunmayacağı gibi, sonunda da cüz'î yaratmaya dayanmayan hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, varlıkların parçalarından hiçbiri tasavvurî ve temessülî ilim ile tamamen bilinemez, tam ayrıntılarıyla tarif olunamaz. Bilinirse görmekle bilinir veya bazı şekilleriyle düşünülür. Ve bunlardan toplamındaki mutlak yaratma derhal anlaşılır ki, bu bakış, gökler ve yer toplamına bir bakıştır. Ve bunun için burada doğrudan doğruya yalnız yaratmayı göstermek için "göklerin ve yerin yaratıcısı" buyurulmuş, "o ikisinde olanlar" diye içerikleri eklenmemiş, onlar daha sonra "her şeyi yarattı" ile gösterilmiştir.
Şimdi yukarda İbrahim kıssasında zikredilen ufûl (yıldız, Ay vb. batması) ve hudûs (sonradan olma) ve bundan önceki âyetlerde açıklanacak halk (yaratma), ölüden diri ve diriden ölü çıkarma, ca'l (meydana getirme, yapma) ve tahsis, inşâ (yapma), istikrar ve istidâ (emanet bırakma), inzal (indirme) ve inbat (yerden bitirme), teşâbüh (benzeşme) ve benzememe, ismar (meyve verme) ve ikmal (tamamlama) kavramlarından sonra, ibdâ' (icad etme), icad eden, örneksiz olarak icad etme kavramları da iyice tasavvur edilir ve düşünülürse, bütün gökler ve yerin icadının bir mucidi bulunduğu ve onun bunları sırf fiil olan ve hiçbir örneği geçmeyen icadıyla icad etmiş olduğu ve bundan dolayı o mucidin o gökler ve yerde, yani bütün âlemde hiçbir dengi ve örneği bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan eşsiz güzelliklerin mucidi, hakiki bir yaratıcı olduğu ve doğrudan onun icadına dayanmayan hiçbir hadisenin mevcut olamayacağı kesin şekilde sabit olur ki işte Allah o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve bunu sâbiîler, Zerdüşt dininde olanlar, yahudi ve hıristiyanlar da teslim ve itiraf ederler. Böyleyken tutarlar da bir de ona çocuk uydururlar. Ve düşünmezler ki, doğmak da icad etmeye dayanan ve var etmeden sonra olan bir değişmedir. İcadın mûcidi, benzeşmeden uzak olduğu halde, baba ve çocuk arasında bir ortaklık unsuru, zât, sıfat ve fiillerde bir hemcinslik ve benzerlik vardır.
Ve bunun içindir ki, Allah'a çocuk isnat edenler, o çocuğa ilâhlık da isnad eder, ilâh diye tapınırlar. Çocuk isnadı, şirk isnadını gerektirir. Halbuki yok olanın, kendi kendine var olması imkansız olduğu gibi, kendi kendine doğması da imkansız olduğundan babanın bir çocuk doğurması ve ona kendisinden cevherî (asla ait) bir parça ve bir misal verip kısmen maddî ve şekil itibariyle bir sebep olabilmesi, o babada bir değişim ve etkilenmeyi meydana getiren mucid (icad edici) fâilin bir fiil var etmesine dayanmaktadır ki, ilâh da o mucid fâildir. Özetle ilâh, mûcid ve yaratıcı, benzeme ve hemcins olmaktan uzak demek olduğu halde aynı zamanda ona çocuk, hemcinslik ve benzerlik isnat etmek bir çelişkiden başka bir şey değildir. Ve ne dediğini bilmemektir. Şu halde göklerin ve yerin var edicisi olan böyle bir icad etme gücüne sahip ve âlemlerin tümüne benzeme ve hemcinslikten uzak bulunan ulu mucidin (yaratıcının) aynı ve örneği bulunabileceğini ve onun zatında bir bölünme ve ayrılma, bir değişme, bir eksilme veya artma ve herhangi bir ihtiyaç hasıl olabileceğini varsaymak ve benzersiz bir fâil olan mucidin herhangi bir yaratığı meydana getirmesi için kendini parçalayarak bir çocuk çıkarmaya muhtaç olacağı anlayışında bulunmak ne büyük çelişki ve cahillik, ne kadar açık bir iftiradır? Doğmak ve doğurmak, ancak ibda (var etme)dan sonra, gökler ve yer dahilinde düşünülebilir. Halbuki göklere ve yere bile çocuk isnat etmek akla uygun değilken, onların ulu mucidine bir hemcinslik ve denklik ifade eden oğul ve kız isnadı nasıl düşünülür ve caiz görülür? Her halde doğum ve ortaya çıkma (sudûr) davası batıldır. İcad etmeye, doğurtma demek gerçekten bir çelişki ve cahilliktir. O icadın mucidinin çocuğu nasıl veya nereden olur ki? Bir hanımı, bir eşi yoktur. Halbuki çocuk için anne lazımdır. Gerçi baba olmadığı halde yalnız bir anne ile çocuk tasavvur olunabilir. Nitekim bir anadan türeyen -mo-nomer- birtakım canlılar vardır. İsa'da da bu inkâra aklen hak yoktur. Fakat anasız çocuk düşünülemez, böyle bir düşünce çelişki olur. Zira çocuk kavramında ana zorunludur. Bunun için Allah'ın bir çocuğa vâlid, yani baba olmasını tasavvur ederken o çocuktan önce ona anne ve Allah'a hanım ve eş olabilecek dişi bir eş tasavvur etmek gerekir. Halbuki her türlü sonradan olma ve ihtiyaç kusurlarından uzak, göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek celâl sahibi Allah'ın bir eşi, bir karısı olması imkansızdır. Şu halde Allah'ın bir ana olması imkansız olduğu gibi, doğurma yoluyla bir çocuğa baba olması da imkansızdır. Yani ne ana olması mümkündür, ne de baba. Ve bu imkansızlık onun noksanından, kısırlığından değil, icadın mucidi olduğundan dolayı mutlak kemalinden ve noksansızlığındandır. O bütün gökleri ve yeri yaratmış, her dilediği şeyi de yaratmıştır.
Göklerin ve yerin bütün içeriğini, bu arada babaları, anaları, çocukları ve bu arada ona baba ve ortak olduğu iddia edilenlerin hepsini ve İsa'nın yaratılışı, onlardan ortaya çıkan yaratıkların da hepsini O yaratmıştır. Basit maddeler de O'nun mahlûku, bileşikler de O'nun mahlukudur. Madde de O'nun mahlûku, sûret (şekil) de O'nun mahlukudur. Cisimler de O'nun mahluku, ruhlar da O'nun mahlukudur. Hissedilenler de O'nun mahlûku, düşünceler de O'nun mahlukudur. Görünen âlem de O'nun mahluku, görünmeyen âlem de O'nun mahlukudur. Hayır yapanlar da O'nun mahlûku, şer işleyenler de O'nun mahlukudur. Cinler de O'nun mahluku, insanlar da O'nun mahlukudur. Hasılı kendisinden başka bugüne kadar vücûde gelen bütün mâsivâ (Allah'dan başka her şey) O'nun icadı ve yaratmasıdır. O ancak kendisini yaratmamıştır. Çünkü kendisi ezelî ve ebedî olarak vâcibü'l-vücûd (varlığı zatının gereği), diri ve kayyûm (herşeyi tutup koruyan)dır. Bir de ortak yaratmamıştır. Çünkü O'nun ortağının bulunması imkansızdır. Yaratılanın, ezelî yaratıcıya ortak olması da mümkün değildir; kendisi için bir sonuçsuzluk, bir eksiklik değil, mutlak kemâldir. Varlık ve kudret açısından böyle olduğu gibi, O, herşeyi de bilendir. Ondan hiçbir şeyin gizlenmesine de imkân yoktur. "Her şeyi yarattı" ifadesinden sonra zamir ile "O, onu bilendir" buyurulmayıp da "Her şeyi bilendir" diye "şey" kelimesinin nekre (belirsiz) olarak izhar edilmesi, bu iki şeyin şümul ve faydalanmada farklı olduklarına işaret eder. Çünkü "Her şeyi yarattı" da "şey"den Allah'ın kendisi aklen müstesnâdır. "Her şeyi bilendir" de ise müstesna değildir. Yani Allah, hem kendini, hem kendinin dışındakileri, herşeyi tamamiyle ve aynıyle bilir. Onun ilmi, şekillenme, örneğe bağlanma ve bir şekle girme suretiyle değil, aynî ve ihata edicidir. Ve hatta her şeyin aynı ve kendisi Allah'ın ilmindedir. Onun için yaratma ve icad etmeye gücü yeten ancak O'dur. Halbuki O'nun dışındakiler, O'nun gibi her şeyi bilmez. Şu halde var olma ve gücü yetme bakımından hiçbir şey Allah'a denk olamayacağı gibi, ilim itibarıyla de öyledir. Ne göklerde ve yerde, ne de parça ve bölümlerinde, ne cisimlerde, ne ruhlarda; ne meleklerde, ne şeytanda, ne insanda; ne açıkta, ne kapalıda, kısaca bütün kâinatta Allah'a ne bir denk, ne de hemcins veya ortak yoktur. Ve olması ihtimali de yoktur. Allah'a ortak tasavvuru, bilgisizlik ve çelişkiden ibaret ve mümkün olmayanı tasavvurdan başka bir şey değildir. Çocuk tasavvuru da şirk tasavvurundan ortaya çıkmıştır.
Ey bunları işitenler:
Meâl-i Şerifi
102- İşte Rabbiniz Allah bu! O'ndan başka ilâh yoktur; O, her şeyin yaratanıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir.
103- Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir.
104- Muhakkak size Rabbinizden basiretler (kalb gözleri) geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin bekçiniz değilim!
105- İşte böylece âyetleri türlü türlü çevirip açıklıyoruz ki, onlar sana: "Sen bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin" desinler ve bilen bir toplum için de onu iyice beyan edelim.
106- Rabbinden sana vahyedilene uy. O'ndan başka ilâh yoktur. Ortak koşanlardan da yüz çevir.
107- Allah dileseydi, ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!
102- İşte odur ki, yani şu anılan sıfatın mevsûf (sıfatlanan)ı, göklerin ve yerin icad edeni, eşden, çocuktan uzak, her şeyi yaratan, herşeyi bilen en mukaddes ve ulu zattır ki, O da Allah'tır. Zâtı ve sıfatı bakımından ibadete layık hak bir ilâhtır. "Allah" denince ancak onu anlamalıdır. Rabbınızdır; sahibiniz, terbiyeciniz, veli nimetinizdir. "Rab" denince de ancak O'nu anlamalıdır. Başka ilâh yok, ancak O vardır. Başkasının mabud olmaya, ibadet ve kulluk edilmeye hakkı yoktur. Bu hak, ancak O'nundur. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Bunu tekrar sanmamalıdır. Zira birinci "her şeyin yaratılması", geçmişe ait, bu ise geleceğe bakmaktadır. Yani bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, bundan böyle gelecekte de herşeyin yaratıcısı O'dur. İlâhlık, mabudluk da yoktan varedicinin yaratıcının hakkıdır. Şu halde siz de ancak O'nu mabud tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz de ondan başkasına tapmakla kendinizi düşürmeyiniz. O, bütün bu sıfat ile beraber her şey üzerine ve herşeye karşı vekildir de. Her hususta ve her şeye karşı O'na dayanılır ve tevekkül olunur ve her iş O'nun tasarruf ve idaresine teslim edilir. Yani bütün yaratıklardan her birinin de Allah'ın yaratmasıyla asil olduğu bir hakkı vardır. Ve bu şekilde bir sebepler âlemi ve insanın o sebepler ile ilgisi de vardır ki, Allah onların hepsini hak ve adaletle yaratmıştır Ve insanın, hem yaratıcısının, hem kendisinin ve hem onların hakkını teslim etmesi gerekir. Bununla beraber insanın hakkı bu sebeplerden hiçbirine kesinlikle mahkum olmamasıdır. Sebeplere hâkim olamayan ve onlara tapma mevkiinde bulunan insanlar her şeyden ve o ölçüde Hak'tan ve yaratıcıdan uzaktır. Çünkü sebepler bir kaç şeyden ibaret değil, sayılamayacak kadardır. Bunların hepsine boyun eğmekle ne onların hakkı verilir, ne insanın, ne de yaratıcının. Zira hiçbir şey, hatta insan ve melekten resul (elçi)ler de yaratıcının yerini tutacak vekil olamaz. Fakat yaratıcı hepsinin üzerinde Rab ve malik olduğu gibi, her şeye karşı vekildir de. O, her şeye karşı, her şeyin hakkını müdafaa eder ve hakkı yerine getirir, işleri ve menfaatları düzeltir ve tanzim eder. Hem kendi adına aslî velayet, hem yaratıkları adına vekillik velayetini toplayan, her hususta emîn ve mutemed olan bir yöneticidir. Bunun için özellikle O'na kullukla, O'nun haklarına ve emirlerine uymakla her şeyin hakkı yerine getirilir. Ve O'na dayanmak ve teslim olmak, O'ndan yardım istemek, ve emir almakla kendisinden başka herhangi bir şeyin, herhangi bir sebebin hükmüne galebe olunup her ihtiyaç bitirilebilir. Şu halde eğri ve çıkmaz yolları bırakıp da tevhid ve ihlâs ile doğrudan doğruya bir Allah'a kulluk etmek yalnız bir hak ve vazife değil, aynı zamanda Allah'tan başkasına karşı mağlub olması ihtimali olmayan bir dayanma noktasından sonsuz bir kuvvet ve yaratılmışı yaratana yaklaştıran çok yüksek bir şeref ve hürriyet, ebedî bir saadet feyzi kazanmaktır. "Sadece Allah taraftarları kurtuluşa ermişlerdir" (Mücâdele, 58/22), "Muhakkak ki, Allah tarafları üstün geleceklerdir" (Mâide, 5/56) neticesine ermektir. "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım bekleriz" (Fâtiha, 1/5) anlaşması bu, doğru yol budur. Ve bundan dolayı hiçbir şeye değil, ancak Allah'a dayanarak yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediniz, bütün ümit ve sevginizi ve bütün korku ve haşyetinizi ona bağlayarak ve her işinizi ona ısmarlayarak, bütün istek ve seçimlerinizi onun emirleri ve irşadlarına bağlayarak hareket ediniz. Ona samimi ibadetle dünya ve ahirete ait ihtiyaçlarınızın yerine getirilmesine çalışınız. O'nun yaratması ve emri, yardım ve izni olmadan ne insanlar, ne cinler hiçbiri bir iş göremez.
103-Gerçi O'nu bütün gözler anlayamaz ve hatta kendinden başka hiçbir göz O'nu kavrayıp ihata edemez ve fakat O, gözlerin hepsini idrak ve ihata eder, görür, bilir. Gözler kendini anlayamazken, onları anlayan, anlatan, gören, gösteren, gerçeği bilen ancak O'dur. Burada dış idrak meselesine de dikkat çekilmiştir. Bir canlının kendi dışındaki görülenleri görebilmesi ve anlaşılanları anlaması için, öyle bir şaşırtıcı iş ve öyle bir şerefli durumdur ki, akıl bunun en derin noktasını anlayamaz. Bütün hakimler ve filozoflar bunu izah etmekten âcizdirler. Mesela gözümle karşımda bir minare görüyorum, ne gözüm minareye kadar gitmiş ve ne minare gelip gözüme girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm, yalnız o minareden yansıyan ışığın içerdiği ve küçücük gözüme bastığı hurda minare resminden ibaret de değildir. Ben, gözümdeki minare resmini değil, uzaktaki büyük minarenin kendisini görüyorum ve gözümü yumduğum zaman da onu bende değil, olduğu yerde idrak ediyorum. Hatta dikkat edilirse görme aracı kabul edilen ışık bile bana, benim gözüme kavuşması anında ışık oluyor ve o zaman parlıyor ve görme dediğin olay da o zaman meydana geliyor. Ve o anda ben, yerindeki minareyi algılıyorum. Bu nasıl olabiliyor? İşte bu dış idrak işinin sır ve mahiyeti akılların, idrak ve kavrayışının dışındadır. Bütün fen ilimleri, felsefeler, bunu ihata edebilmekten uzak kalmış ve filozoflar bu noktada ya şaşkınlık veya safsatadan başka bir şey yapamamıştır. Bununla beraber bu, vaki olan bir iştir. Ve benim minareyi gördüğüm bir gerçektir. Allah Teâlâ bunu yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların algılayamadığı bu gerçeğin en derin noktasını ve mahiyetini idrak ve ihata eden de ancak O'dur. Gözler onu idrak ve ihata edemezken, O gözleri idrak ve ihata eder ve aynı gerçek bütün idrak edilen şeylerde böyledir. Ve O lutuf sahibi ve her şeyden haberdardır. Ve lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olan ancak odur. İdrakin nuru gibi her lutuf O'nundur. Her şeyi bilen, her doğru haberi veren ancak odur. Bundan dolayı hem O'nu dürbünlerle, teleskoplarla aramaya kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye, gözlerden, gönüllerden uzak, ihtiyaçlardan, dileklerden, doğru doğru haberdar olmaz sanıp da O'ndan dönmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olan en görmeyen gözleri görür, en gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamayan sırlarından ve eğilimlerinden haberdardır. O, onlara kendilerinden yakındır. O'na ibadet etmek ve işleri ısmarlamak için şart, O'nu görmek değil, O'nun görmesi, lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olması ve O'na ihlas ve tevhid ile zât ve sıfatlarına, fiilerine ve lutuflarına iman edilmesidir.
104- Şimdi ey Hak Mabud'dan dönüp Hak resulü yalanlayanlar, muhakkak size Rabbinizden basiretler -kalb gözüyle görülecek uyarıcılar, şahitler- geldi. Göze göre basar (görme) ne ise, kalbe göre basiret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görücü kuvvet denilen görme nûruna göz (görme duyusu) denildiği gibi; kalbin görmesine sebep olan ve dilimizde kalb gözü de denilen algılayıcı kuvvete ve özellikle bunun zekâ, anlayış ve firaset denilen, görünür ve görünmez bir işe dikkat ve nüfuz ile, gereği gibi idrak eder bir derecede açık ve parlak olması haline "basiret" denilir ki, bir ilâhî nurdur. Aynı şekilde baş gözüyle hasıl olan ve görmek denilen tam ve kâmil anlayışa "basar" denildiği gibi, kalb gözüyle hasıl olan tam ve kâmil idrake, gerçek ve şüphesiz bilgiye de "basiret" denir. Bundan başka basiret, delil, hüccet ve burhana, şahide, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidayet sebeplerine de söylenir. Çünkü bunlar, idrak gücünü kuvvetlendirir, basiret ve idrake sebep olur. Ve bu mânâca basiret, önceki mânâları da içine alır. Çünkü basiretin kendisi de en büyük delil, en büyük şahid ve beyyine, en büyük ibret dayanağıdır ve onsuz hiçbir şey idrak olunamaz. Burada da basiretler, ya birinci mânâya veyahut onu da içine alan bu üçüncü mânâya olarak Kur'ân ve özellikle yukarda vâsid olan açık âyetlerdir. Görülüyor ki, bu âyetler basar (görme) ve basirete dikkat nazarını çekerek, genel bir şekilde, doğrudan doğruya hakkı bilmeye ulaşmanın idrak ile olacağını göstermiştir. Bu âyet ile işaret olunuyor ki, müşriklerde basiret fiili yoksa da, idrak gücü Allah tarafından bütün beşer yaratılışına verilmiştir. Ve sonra Muhammed (s.a.v)'in kalbine vahyedilen açık âyetler ile de bütün o idrakleri kuvvetlendirecek ve ikinci mânâ ile bizzat basîret ve tam idraki oluşturabilecek olan ilâhî deliller tebliğ edilmiştir. Ve şu halde herkesin bu basiret nurlarına karşı kalb gözlerini yummayıp kendindeki idrak gücüne bakması ve bu şekilde basîretlerden istifade ederek bilfiil basîrete ve gerçek bilgiye erme görevini seçmesi kalmıştır. Şu halde her kim kalb gözüyle bakar, Rabbinden gelen bu delilleri basiret ile hakkı görmek ister de iman ederse bu kendi lehinedir, kendi menfaatinedir. Ve her kim körlük eder, kalb gözünü yumar, kör olursa, bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir, kendi zararınadır. "Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat sînelerdeki kalbler kör olur" (Hacc, 22/46) âyetinin delaleti üzere asıl körlük göz körlüğü değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın sınırı ve sonu yoktur. Ey kalb gözü kör olanlar! Bu takdirde ben de sizin üzerinize bir koruyucu değilimdir. Yani Allah, verdiği idrake, gönderdiği delillere körlük eden sizin gibi nankör kâfirlerin, müşriklerin ihtiyarî fiillerinde koruyucusu ve himayecisi değildir, tersine karşısındadır. Yakında geleceği üzere gözlerini ve kalblerini çevirir. Körlük ve sapıklık yaratır, kendilerini körükörüne taşkınlıklara, karanlıklara bırakır ve bundan koruyacak ve karanlıklardan nûra çıkaracak diğer bir dost koruyucu da mümkün değildir. Körü körüne rastgelene sarılırsanız, onlar da sizi tutar, karanlıktan karanlığa, zarardan zarara, sürüklerler. Kısaca her şeyin koruyucusu ve yaratıcıların en hayırlısı olan Allah, "İman edenlerin dostu olup, onları karanlıklardan nûra çıkarır". (Bakara, 2/257) Müşriklerden uzak ve kâfirlerin düşmanıdır. Çünkü bunlar ,Allah'ın koruma ve himaye için verdiği ve gösterdiği basiretlere körlük etmiş, Allah'ın muhafaza ve korumasına tenezzül etmemiş ve çekinmişlerdir. Ve bu hususta sorumluluk kendilerine aittir. Görülüyor ki, burada ibsar (bakmak) ve âmâ (kör olmak) fiilleri kullara isnad edilmek ve bunlardan birini tercih ve seçmekle koruma görevinin kula ait olduğu anlatılarak, yaratanı birleme meselesine karşı kuruntuya düşülebilecek olan bir cebr (zorlama) sorusunun halliyle büyük bir uyarma vardır. Basiret körlüğü eden kimselere kendi "ene"si, yani benliği, bizzat muhafız olmadığı gibi, yüce yaratıcı da onlara hafîz (koruyucu) şerefli ismiyle muamele etmez.
Ve işte bizim anladığımıza göre Allah Teâlâ'nın gönderdiği basiretlere körlük ve hakkına nankörlük eden kâfirlere, müşriklere karşı "Kim körlük ederse ben size bekçi değilim." buyurması bu mânâ iledir. Ve âyette "Sizin Rabbiniz" (üçüncü sahıştan) mütekellimine (birinci şahsa) iltifat (dönüş) vardır. Burada tefsirciler "hafîz" (koruyucu) şerefli ismini ceza veya mükafat vermek üzere amelleri kontrol ve muhafaza eden "rakîb" mânâsıyla tefsir ettiklerinden dolayı, bu âyet Peygamber'in lisanı üzere varid olmuştur, diyorlar. Ve bunu: "Ey Muhammed! De ki, sizin üzerinize koruyucu, yani amellerinizi, kontrol ve koruyarak azarlayacak olan rakîb (kontrolcü) ben değilim, Allah'tır, ben ancak bir elçiyim" meâlinde tefsir ediyorlar. Fakat biz bu yorumu pek de uygun bulmuyoruz.
105- Ve işte biz böyle âyetleri türlü türlü çevirip açıklarız. Gerçek vecihleri ve çeşitli şekilleriyle ifade eder i'cazkâr, güzel bir nizam ile halden hale devam ettirir, şekilden şekle koyarız. Bir taraftan nurlar saçar, gözlerden geçirir, basiretler açarız; diğer yönden bunları layık olmayan gözlere göstermez, basiretleri bağlar, körlük ve karanlıklar içinde bırakırız. Bu tasrif ve tasarrufu şu sonuç ve hikmet için yaparız ki sen ders görmüşsün, çok okumuşsun (yani bu, âyetler ve Kur'ân tahsil etmeye ve incelemeye dayanan birçok ilimler ve bilgiler ile ilgilidirler. Bir ümmî okuma yazma bilmeyen bunları bilemez ve bunlar vahyile de olmaz. Demek ki sen kimsenin haberi olmadan gizlice ders almışsın) desinler. İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerine göre müdârese etmişsin, yani kitap ehli, okumuş birtakım kimselerle müzakere etmişsin, bu bilgileri o şekilde ediniyorsun ve söylediklerini vahyile değil, o müzakere ile söylüyorsun desinler. İbnü Âmir kırâetine göre okunması halinde, bunlar, yani senin okuduğun şeyler zamanı geçmiş, bugün için hükmü kalmamış eski şeyler desinler. Hasılı bunlardan birini söyleyerek, hem Kur'ân'ın önemini ve senin bir ilm-i ledünnîy (Allah bilgisi ve sırları ilmin)e ermiş olmanı gizli kapaklı itiraf, hem de vahy ve peygamberliği inkâr ile küfür ile Allah'a ortak koşmada ısrar etsinler. Buna karşılık biz de bu âyetlerin mânâsını bilecek olanlara, ilim şanından bulunanlara beyan edelim ve açıklıyalım:
106-107-Ey Muhammed! Sen Rabb'inden sana vahyedilene uy. O'ndan başka ilâh yok, O'na bak, ve müşriklerden yüz çevir, ne derlerse desinler bakma. Allah dileseydi onlar da müşrik olmazlardı, imanı isteklerine bırakmaz, ortak koşmaktan korur, zorla mümin yapardı. Mademki müşriktirler, demek ki Allah imanlarını dilememiş ve onları şirkten ve şirkin gereklerinden korumamıştır. Biz seni onların üzerine bekçi de tayin etmedik. Şu halde ne onları ortak koşmaktan, ne başlarına gelecek felaketten koruyabilirsin, ne de bundan dolayı sorumlu olursun. Ve sen onlar üzerine vekil de değilsin. Onlar tarafından vekil değilsin ki, iyilik veya kötülüklerine, işleri idare etmek için onlara bakasın. Allah'ın vekili de değilsin ki, şirklerinden dolayı üzerlerine çullanıp Allah'ın onlara yapacağı azarlama ve cezayı veya düzeltmeleri yapmak yetkisini taşıyasın. Kısaca sen ancak Allah'ın emirlerini ve hükümlerini tebliğ ve haber vermekle yükümlü bir elçisin. Bunun için Rabb'ından sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah'a ortak koşanlara bakma.
Ey inananlar!
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Serifi
108- Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
108- Ey müminler, Allah'tan başkasına yalvaranlara, tapanlara sövüp de cahillikle atılarak Allah'a sövmelerine sebep olmayın. Yani onlara taptıkları, kendilerince hürmet ettikleri şeyleri karıştırarak mesela "kahrolsun taptığınız" veya "dini şöyle böyle" gibi bir sövme ve küfretmekle hitap ederek söğerseniz, vicdanlarına, hissiyatlarına basmış olursunuz. Onlar da kızarak ve bilgisizliklerinden dolayı ayniyle karşılık verdikleri zannında bulunarak, "biz de sizinkine" diye, sizin söylediklerinizi iade eder ve bunun ona denk olmadığını bilmezler ve bu şekilde hak sınırını aşarak Allah'a sövmüş olurlar. Ve siz bu küfretmeye sebep olmuş olursunuz. Şu halde siz onların küfürlerine, şirklerine söveceğiz diye böyle küfretmeye sebep olmayın. Küfretme ve sövme, genelde ahlâka uygun bir şey olmadığı gibi, aslı itibariyle batılı, küfrü hakir görmek ve değersiz göstermek gibi meşrû ve güzel sayılmış da olsa, böyle küfretmeye ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme ve küfretmeye sebeb olmak sûretiyle bir küfür demektir. Bundan dolayıdır ki, Fıkıh kitaplarında, her kim olursa olsun, dinine küfretmek elfâz-ı küfür (küfür lafızların)den sayılmıştır.
Hasılı, herhangi bir milletin, ne kadar batıl olursa olsun mukaddes saydıkları şeylere sövmekten sakınmalıdır. Biz, böyle her ümmete amelini süslemişizdir. Kimisinin iyiliğine başarı, kimisinin kötülüğüne alçaltma olmak üzere her birine çeşitli duygular, karekterler, zevkler, telakkiler vererek yaptıklarını hoş göstermişizdir. İşin aslı hayır olsun, şer olsun, küfür olsun, iman olsun, taat olsun, isyan olsun, hepsi, yaptıklarını beğenerek, güzel kabul ederek yaparlar. Ve sevdiklerini müdafaa etmek için heyecanlara düşerler. Hoşlanıp hoşlanmamak gibi duygular isteğe bağlı değil zorlamakladır. Gerçek ve hayrın yolu, sırf zevk ve duygularda değil, yukarda açıklandığı üzere basiretlerdedir. Basireti bırakıp da yalnız zevk, süs ve duyguların arkasından gidenler, birçok kötü şeyleri iyi kabul ederek yapmaya mecbur olurlar. Allah, onları yanlış telakkilerinden korumaz, tersine kendilerine iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterir. Hepsi yaptığını kendi lehine iyi yapıyorum diyerek yapar. Fakat yalnız onların değer yargılarıyla ve özellikle Allah'ın rızasını gözetmeyip yalnız süse, zevke uyan telakkileriyle ve yalnız kendi hoşlanmalarına dayanan amelleriyle iş bitmez. Sonra dönüşleri, müracaatları, hepsinin Rabb'ı, işin sahibi olan Allah Teâlâ'da biter. O süsün ilk neşesi geçer, nöbet sonuna, neticelerine gelir. O ilk oluşun bir son oluşu, öldükten sonra bir dirilmesi ve o zaman âlemlerin Rabbi'nin huzurunda bir dikilmesi vardır. O zaman âlemlerin Rabb'i onların önce yaptıkları amellerinin ne olduğunu kendilerine derhal haber verir. O günde süslü görüp beğenerek yapmayı âdet haline getirdikleri işlerin süslü mü, süssüz mü, acı mı, tatlı mı, güzel mi, çirkin mi, ne olduğunu sonunda anlarlar.
Şimdi müşriklerin bazı işlerini haber vermek ve Allah'ın, işlerin dönüş yeri olduğunu açıklamak sûretiyle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
109- Müşrikler, kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: "Mucizeler ancak Allah katındadır". Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini siz nerden bileceksiniz?
110- Biz onların kalblerini ve gözlerini çeviririz de, onlar, ilkin iman etmedikleri gibi, gene de iman etmezler. Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın bırakırız.
109-110- Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah'a yemin de ettiler ki, herhalde kendilerine bir âyet, istedikleri bir mucize gelse (bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa) muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri âyetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler. Ey Muhammed De ki: Âyetler ancak Allah'ın katındadır. Yani onlara gücü yetecek olan ancak O'dur. Dilediğini açıklar, dilediğini açıklamaz, hiçbiri benim kudret ve isteğimle değildir. Siz bilmezsiniz ki, O istedikleri âyet geldiği zaman da iman etmezler. Ve biz onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz. Gönülleri bir tarafa, gözleri başka tarafa döner, hayret ve tereddüt içinde kalırlar. İlk defa iman etmedikleri gibi, yine hakkı anlamaz, âyeti görmezler, iman etmezler. Ve kendilerini basiretsizlikleri ile tuğyanları içinde bırakırız, körü körüne yuvarlanır giderler. Yani ilk önceki imansızlıkları, iman sebebi olacak mucizeler olmadığından değil, inat ve azgınlıklarından ve hak, doğru âyetleri görmemezlik ettiklerinden dolayıdır. Ve bundan dolayı Allah onları küfür azgınlıklarına bırakmaya takdir etmiştir. Allah onları bu taşkınlıktan korumayacak, müminlere verdiği hidayeti ve iman yardımını vermeyecek, körlüklerinde bırakacak, bastıracak, "Kim körlük ederse, ben sizin üzerinize bir bekçi değilim" sırrı tamamen ortaya çıkacaktır.
Onun için bir âyet değil:
Meâl-i Şerifi
111- Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah'ın diledikleri hariç, yine de inanacak değillerdi, fakat çokları bunu bilmezler.
111- Hatta biz onlara bütün melekleri indirmiş olsak. "Bize melekler indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 25/21), "Bize melekleri getirmeliydin" (Hicr, 15/7) diye istedikleri mucizeyi göndersek, Ve ölüler kendilerine söylese, "Babalarımızı diriltip getiriniz de şahitlik etsinler" (Duhân, 44/36) diye istedikleri mucize de yapılsa, ve üzerlerine her şeyi kefil olarak toplasaydık da, "Allah'ı ve bütün melekleri kefil olarak getir" (İsrâ, 17/92) diye istedikleri mucizeyi de göstersek, Allah dilemedikçe hiçbir zaman iman etmeleri ihtimali yoktur. Ve bundan dolayı onlara âyet indirmek boşunadır. Ve fakat pekçoğu bilmezler. Her türlü mucize gelse Allah dilemeyince hiçbir şey yapamayacaklarını bilmezler de, sadece kendilerine güvenir, azgınlık ve inatlarında kalmak için öyle yalan yere yemin ederler. Bunun için sen onlara bakma ve imanlarına ümit edip, istedikleri mucizeyi istemeye kalkma da, "Mucizeler, Allah katındadır" (En'âm, 6/109) de, Allah'a bırak!
Meâl-i Şerifi
112- Biz böylece, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için süslü sözlerle vesvese verirler.
Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak.
113- Bir de ahirete iman etmeyenlerin kalbleri, o yaldızlı söze kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçları işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.
114- Allah, size Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklanmış olarak indirdiği halde, ondan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur'ân'ın, gerçekten Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma.
115- Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir.
116- Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar.
117- Şüphesiz ki Rabbin, yolundan kimlerin saptığını çok iyi bilir. O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.
112-113-Ey Muhammed! Böyle, yani her ümmete amellerini süslediğimiz gibi, yahut sana onları düşman kıldığımız gibi her peygambere de insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Sevgi ve ülfeti veren Allah olduğu gibi, düşmanlık ve nefreti veren, dostu dost, düşmanı düşman yapan da Allah'tır. Ve düşmanı bulunmak, peygamberler arasında yalnız sana özgü değil, hepsinde cereyan eden bir kuraldır. İnsan ve cin şeytanları her peygambere düşman olagelmiştir. "İnsan ve cin şeytanları" tamlamasının, "beyaniyye" veya "lamiyye" olması hakkında iki görüş vardır: Beyaniyye olduğuna göre, "insandan olan şeytanlar ve cinden olan şeytanlar" demek olur. Ve şeytanların bir kısmının insan cinsinden, bir kısmının da cin cinsinden olduğu anlaşılır. Lamiyye olduğuna göre de "insanlara mahsus", yani insanlara musallat, insan aldatmaya mahsus şeytanlar; "cinne mahsus", cinnîleri aldatmaya mahsus şeytanlar demek olur. Ve bu şekilde şeytanın, ne insan, ne cin değil, üçüncü bir cins olduğu ve fakat bir kısmını insana, bir kısmı da cinne musallat olmak üzere iki çeşidi bulunduğu anlaşılır. İkrime, Dahhâk, Süddî, Kelbî gibi bazı tefsirciler izâfetin lamiyye olması ve başkalık ifade etmesi asıl olduğundan dolayı, şeytanların insan ve cinden başka bir cins ve hepsinin İblis'in çocukları olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat İbnü Abbas'dan Ata, Mücâhid, Hasen ve Katâde beyaniyye izâfeti tercih ederek demişlerdir ki, şeytan, insan ve cinden herhangi bir isyancı ve inatçıdır. Yani gerek insan ve gerek cinden olsun serkeş, kibirli, fitneci, inatçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir. (Bakara sûresi 14.âyetin tefsirine bkz.) Adı geçenler demişlerdir ki, cinden de şeytanlar vardır, insanlardan da şeytanlar vardır. Ve cinden olan şeytan mümini aldatmaktan aciz kalınca inatçı bir insana, yani bir insan şeytanına gider ve mümini aldatmaya teşvik eder. Ve böyle insanlardan şeytanlar bulunduğuna şunu delil göstermişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebu Zer (r.a)'e: 'Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?' buyurmuştu. Ebu Zer: 'İnsanın da şeytanları var mıdır?' dedi. 'Evet onlar, cin şeytanlarından daha şerlidir' buyurdu."
İşte birçok tefsirciler, bu âyette bu mânâyı tercih etmişlerdir. Çünkü âyetin gelişi, kâfirlerin düşmanlık ve düşüklüklerine karşı Resulullah'a teselli verme hakkındadır. Şu halde insan şeytanları, göze görünür şeytan insanlar; cin şeytanları da göze görünmez, bakışlardan gizli şeytanlar demek olur. Bilinmektedir ki ins, insan türü, beşer, âdemoğlu demektir. Tekilinde "insî" denilir. Ve buna karşı olan cin de alışılmamış, gizli, rûhânî bir yaratık demek olur ki, bunun tekiline de "cinnî" denilir Ve iki sayfa önce açıklandığı üzere cin biri daha genel, biri daha özel olmak üzere iki mânâ ile tefsir edilmiştir Fîruzâbâdî "Besâir" inde bunu şöyle özetleyerek demiştir ki: Cin hakkında iki türlü görüş vardır:
Birincisi: Cin mutlaka duyuların hepsinden gizlenmiş olan rûhânîlere denilir ki, insan karşılığıdır. Bu şekilde melekler ve şeytanlar cinin içine dahil olur. Şu halde melekler ile cin arasında mutlak umum ve hususluk vardır. Her melek cindir, her cin melek değildir.
İkincisi: Cin, rûhânîlerin bir kısmına denilir. Çünkü rûhânîler üç kısımdır:
1- Hayırlılardır ki, meleklerdir.
2- Şerlilerdir ki, şeytanlardır.
3- Hayırlıları da şerlileri de içine alan ortadakilerdir ki, özel mânâsıyla cin taifesidir.
Demek olur ki, burada cin, insan karşılığı zikredildiği "Kâfirler, cinleri Allah'a ortaklar yaptılar" (En'âm, 6/100),
"Cinlerden olan İblis ise Rabb'inin emrinden çıkmıştı" (Kehf, 18/50) âyetlerinde olduğu gibi genel mânâya sarf edilmiştir. "Cin şeytanları" izâfet-i beyâniyyesiyle de melekler ve diğer hayırlı cinler, çıkarılmıştır. "Kamus"ta anıldığı üzere "ins", bir insanın özellikle hissettiği hâlis dost ve ahbablarına da denir ki, "enîs" (dost) demek gibidir. Beşer türüne insan ve ins denilmesi de işte bu karşılıklı anlaşma mânâsı itibariyle bir insanın veya bir kısım insanların arkadaşlıklarından kayıp ve bakışlardan gizli bulunan yabancıları ve perde arkasında hareket edenleri de "ins" karşıtı olan "cin" kavramına sokmak gerekecektir. Bu şekilde genel anlamıyla cin, yukarda geçtiği üzere üç çeşit rûhânîler ile beraber beşer türünden bir kısmını da içine almış bulunur. Ve bu beşer kısmı, diğerine göre cinnin özel mânâsı ve özel mânâsıyla insin en yakını karşıtı demek olur. Gerçi seleften, cinnin bu mânâsı açıkça nakledilmiş değilse de, meşhur olduğu üzere ins ve cinnin toplamına (sekaleyn) denilmesi bu konuda açık gibidir. Çünkü bu en azından bazı cinlerin de insan gibi ağırlığa haiz olduğuna işaret eder. Halbuki rûhânîler, gerek soyutlar ve gerek ecsâm-ı lâtife (latif cisimler) diye tarif edilsin, her iki değerlendirme de maddîler karşıtı olduklarından bilinen mânâsıyla ağırlık kavramından hariçtirler .Ve bundan dolayı (insanlar ve cinler) her halde ruh ve akıl sahibi olan ve yoğun maddeyi içeren, biri anlaşma dairesinde anlaşılan ve açık; biri de anlaşma dairesinden gizli ve örtülü iki karşıt ağırlık demek olur. Ve özellikle gizli topluluklar halinde hareket eden beşer kısmının, esas sözlük itibariyle "cin toplumu" kavramında bulunuşu hususunda şüphe yoktur. Ancak cin anlayışını buna tahsis etmek, alışılmış ve alışılmamış bütün beşer türünden başka gizli cin yoktur, demek de doğru değildir. Zira "Cinleri de daha önce (vücudun gözeneklerine) nüfuz eden güçlü bir ateşten yarattık" (Hıcr, 15/27) âyeti gereğince cinlerin yaratılışı insanlardan öncedir. Ve bu âyette de cin, açıklandığı üzere, genel mânâda kullanılmıştır. Ve Allah Teâlâ ilâhî hikmetiyle her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış ve bu düşmanlık, peygamberlerin gönderilişinin bir gereği, bir hikmeti , cereyan eden bir sünneti olmuştur. Ve nitekim "Kâfirler, bunu başkalarından öğrendin desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diye âyetleri genişçe izah ederiz" (En'âm, 6/105) âyeti ile de buna işaret buyurulmuştu.
Peygamberlere düşman olan ve bir kısmı görünen, bir kısmı görünmeyen bu insan ve cin şeytanları birbirlerine gurur için, aldatmak için söz yaldızı (içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler) vahyederler.
Yani vahyeder gibi süratli bir îmâ ve işaretle öyle yalancı, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanırlar, şeytanlıklarına hayran olurlar. (Vahyin çeşitleri ile mânâsı ve tarifi Nisâ sûresinin sonlarında "Şüphesiz Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisâ, 4/163) âyetinde açıklanmış idi, oraya bak.) Yani genel mânâda vahy, biri hak vahiy, biri batıl vahiy olmak üzere iki çeşittir. Ve bunun ikisini de içine alan en umûmî mânâsıyla vahiy, "süratli bir işaret ile söz" demektir. Gerçek vahiy, hak vahiy ve ilâhî zorlama olmakla beraber, süratli bir îmâ ve işaretle gizli şekilde verilen batıl telkinlere de mecazî olarak vahiy denilir. Şeytanlıkla olanlar da vahiy veya ilhamı hep bu mecazî mânâda kullanarak falan ve falandan şeytanlık icra ederler, ilham almış derler. Ve işte şeytanların bu şeytanlığı, peygamberlere düşmanlık ve gerçek vahiye rekabet için birbirlerine dayanmaktaki ve aynı zamanda gurur ile aldatıcı, yaldızlı sözler uydurup telkin etmekteki süratlerini anlatmak için bu âyetteki îmâ, bu mecazî anlamda söylenmiş ve fakat "gurur için yaldızlı söz" karîne-i mâni'a (engelleyici karîne)sı konularak doğru fiil gafletten ve kötü anlamadan korunmuştur.
Özet olarak her peygambere düşman olan insan ve cin şeytanları öyle yaparlar. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı o şeytanlar bunu (bu düşmanlığı, bu süratli telkini, bu yaldızı, bu bozgunculuğu ) yapamazlardı. Ya onlara o kudreti vermez veya verdiği halde engel olur, yaptırmazdı. Demek ki onların bunu yapabilmeleri ve yapmaları da Rabb'ının dilemesiyledir. Ve demek ki bunda onun bir hikmeti vardır. Şu halde sen onları iftiralarına bırak. Bırak ki, belalarını bulsunlar. Onlar o yaptıklarına aldanmak için ve ahirete, âkıbete inanmayanların gönülleri ona, (o telkin ettikleri yaldızlı söze veya o gurura) meyletsin diye, ve bu imansızlar ondan hoşlansınlar, rızalarıyla kendilerini beğensinler, o yaldıza gönül verip hayran olsunlar diye, ve işlemekte bulundukları fenalıkları işlesinler diye yaparlar. Ki bütün bu fenalıkların başında Allah'tan başka hakem aramak suçu vardır. Şu halde senin onlara diyeceğin şudur:
114-115- Allah'tan başkasını mı hakem isteyeceğim? Halbuki o size bu en mükemmel Kitab (Kur'ân)ı açıklanmış olarak (yani hiçbir şüphe ve başka şeylere benzeyişe mahal kalmayacak şekilde fasılalı âyetleriyle hak, bâtıldan ayırd edilerek beyan edilmiş ve açıklanmış bir halde) indirdi, hükmünü açıkladı. Allah'ın hükmüne karşı, hükmüne müracaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamayacağı gibi, ilâhî hükmü anlamak ve tebliğ etmek için de diğer âyetlerin, mucizelerin delaleti, icazı, kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Onların sadece bir icazdan ibaret olan delaleti, mücmel (kapalı), belirsiz, açıklamasız ve devamsızdır. Kitabın mucizesi ise onların hepsinin icaz delaletini içerdikten başka açıklanmış, vazıh, mufassal ve daimdir de. Mesela "Ay'ın yarılması" (şakk-ı kamer) mucizesinden "Muhammed, Allah'ın Resulü'dür" hükmü ancak kısaca ve bir an için anlaşılır. Ve bundan istifadenin gerek açıklığı ve gerek devamı kelama dayanır. "Kıyamet yaklaştı, Ay yarıldı" (Kamer, 54/1) sûresi ise aynı hükmü daha geniş icaz vecihleri ile açıkça ve sarih bir biçimde ifade eder. Ve her zaman için ifade eder. Ve herhangi bir hakimin hükmü, sözlü ve fiilî olabilirse de asıl açık hüküm, sözlü hükümdür. Ve özellikle ilâm ve tescil edilen sözlü hükümdür ki, bir değil, binlerce fiile sebep ve misal teşkil eder. Kısaca kitabın mucizesi, Allah'ın hükmüne delalet için, diğer mucizelerin üstünde açık ve derin, yüksek bir delildir. İşte burada bu mânâ hatırlatılarak buyuruluyor ki, Allah size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve bu şekilde hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de, aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla! Rivayet edildiğine göre Kureyş müşriklerinin bir problemleri olduğu zaman bir kâhini hakem yapıp, hükmüne uymak âdetleri olduğu gibi Resulullah'a da:"Seninle aramızda yahudi bilginlerinden ve istersen hıristiyan piskoposlarından bir hakem seçelim, bakalım onların kitabında sana dair bir şey varsa bize haber versinler" diye bir teklifte bulunmuşlardı ki, bu âyetle buna cevap verilmiştir.
Ve bizim kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bilirler ki, muhakkak o Kitab (yani Kur'ân) Rabb'ından hak ile indirilmiştir. Şu halde sakın şüphelenenlerden olma, şüpheliler gibi birtakımlarının inkârlarından etkilenip de başka hakem teklif edenlere rıza gösterme. "Allah'tan başka bir hakem mi isteyeyim?" de. Hiç şüphesiz bu kitap sana Rabb'ından indirilmiş hak bir kelimedir. Ve senin Rabb'ının kelimesi, doğru söz olmakta da tam, adaletçe de tam, son derece tamdır. Yani Kur'ân, ihbârî (haberle ilgili), inşâi (dilek kipine ait) iki yönü içine alan bir Allah kelâmıdır ki, birinde istenen doğruluk, birinde istenen de adalettir. Kur'ân haberleri ve vaadleri yönüyle tamamen doğrudur, gerçeğin kendisidir; yalandan, şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle de tamamen adalettir, doğruluğun kendisidir, zulümden, eğri büğrülükten uzaktır. Rabbinin kelimelerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik, ayırtmanlık, düzelticilik edecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O'nun kelimelerini kaldırıp yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir, ne de aynısını. Söz, O'nun sözü; kanun, O'nun kanunu; kitap, O'nun kitabı; hüküm, O'nun hükmüdür. Şu halde Allah'tan başka hakem isteği nasıl düşünülür ve caiz görülebilir ki, O, daima hem işiten, hem bilendir de. Gizli, açık her sözü işittiği, her şeyi bildiği gibi iddiacıların davalarını işitir, niyetlerini ve maksatlarını bilir. Ve bütün yargılanacakların görünüşlerini bildikten başka, görünmeyen yanlarını da bilir. Öyle yargılar ve öyle hüküm verir. Artık kim O'nun hükmünü bozabilir? Ve kim O'nun hükmünden kurtulabilir? Allah'ın hükmü böyle. Diğerlerine gelince:
116-117- Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna itaat edecek, uyacak, onlardan hakem yapacak olursan, seni Allah'ın yolundan, şeriatından saptırırlar. Çünkü onlar hükümlerinde ilme, hak delile değil, ancak zan ve vehme tâbi olurlar. Ne inançlarında kesinlik, ne kanunlarında, ölçülerinde haklılık, ne de hükümlerinde isabet bulunur. Ve onlar başka değil, ancak kendi mızraklarıyla ölçer, kişisel, nefsânî ölçü ve tahminleriyle keyiflerine göre hüküm verir, yalan söylerler. Mesela "Allah, beşere bir şey indirmedi" derler, Allah'a ortak ve çocuk isnat ederler, putları ve heykelleri yakınlaşma aracı sayarlar. Haklıyı haksız, haksızı haklı, çıkarırlar, helale haram, harama helal derler. Leşi helal sayarlar, deveyi ve benzerlerini haram ederler. Gerçekte yalnız Rabb'ındır ki, en çok bilen O'dur. Yolundan sapanı bilir. Doğru yolda gidenleri en iyi bilen de O'dur.
Şu halde, Allah'tan başka hakem ve hâkim arayanlara uymayın ve Allah yolundan şaşmayın da:
Meâl-i Şerifi
118- Eğer Allah'ın âyetlerine iman ediyorsanız, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yiyin.
119- Size ne oluyor da Allah'ın adı anılarak kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki O size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişce açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Muhakkak ki, Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilir.
120- Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler.
121- Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin, çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır. Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.
118-119- Üzerine yalnız Allah'ın ismi anılmış olan şeylerden yiyin. Ki Allah bunu size mubah kılmıştır. Eğer Allah'ın âyetlerine gerçekten inanıyorsanız? Böyle yaparsınız, bu âyetlerin hükmüne de inanır, bu yemeyi mubah bilirsiniz. Başka ad tanımaz, Allah'ın hükmünden başkasına uymazsınız. "Anılanlardan" buyurulması gösterir ki, yenecek şeyler "besmele"li şeylerden olacaktır. Fakat "besmele" çekilenlerin hepsi de yenebilecek değildir. Bu konuda açıklama vardır. Bunun için buyuruluyor ki: Üzerine Allah'ın ismi zikredilmiş şeylerden size ne oluyor da yemeyeceksiniz? Allah size, zorunlu olduğunuz şey hariç olmak üzere, haram kıldığı şeyleri açıklamış, haramı helaldan ayırt edip beyan etmişken, besmele çekilmiş şeylerden yememenize, yani yemeyi caiz görmemenize bir sebebiniz, deliliniz bulunma ihtimali var mıdır ki, bunlardan yemiyeceksiniz? Bu açıklama yukarda Bakara sûresinde "Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı" (Bakara, 2/173) ve daha geniş olarak Mâide sûresinde "Size leş... haram kılındı" (Mâide, 5/3) âyetlerinde geçmiştir. Bu sûrede geleceği üzere "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin" (En'âm, 6/121) âyeti ile başlayıp, biraz sonra "De ki: Bana vahyolunanlarda, yiyen bir kişinin yediği her hangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak..." (En'âm, 6/145) âyeti ile tamamen özetlenmiştir ki, inişe göre bu sûre, tertibe göre de öbürleri öncedir. Ve her biri, başkasını teyit edici ve açıklayacıdır.
Şu da şüphesizdir ki, birçokları bir ilme dayanmayarak sırf keyif ve istekleriyle sapıtırlar. Allah'ın hükmünü aramayarak ve onu bildiren bir doğru delili, fikir ve incelemesine ciddî olarak esas tutmayıp, kendi keyfini, eğilimlerini, gönlünün istemesini veya istememesini ölçü kabul ederek harama helal, helale haram der ve bu şekilde halkı şaşırtır, saptırırlar. Her halde sınırı aşanları çok iyi bilen, (kimlerin hak sınırdan batıla, helalden harama geçmiş olduklarını en çok bilen ve cezalarını verecek olan) ancak Rabbindir. Ey Muhammed! Şu halde siz onun emrini dinleyin, Allah'ın ismi anılmış şeylerden yeyin.
120- Ve günahın açığını da, gizlisini de terk edin. Kötü fiilin açığını da yapmayın, gizlisini de. Günahın açığı, kötü fiilin açığı deyimi, ilk önce iki mânâyı içine alır: Birisi açıktan açığa, alenî olarak yapılan kötü fiil; diğeri de, isterse gizli yapılsın kötülüğü, kötü olduğu açık ve besbelli olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeşit demek olur ki, birisi gizli yapılan kötü fiil, birisi de isterse açıktan yapılsın kötülüğü gizli, yani fenalığı baştan açıktan açığa anlaşılmaz, sonradan meydana çıkar ve bundan dolayı ilk önce günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere dayanan kötü fiildir. Bundan başka bir fiil ya zina, hırsızlık vesaire gibi uzuvlar ile yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sırf kalb ile yapılır. Ve "günahın açığı ve gizlisi" deyimi bu farkı da içerse, bu öncekilerin içinde dahildir. Kısaca günah, kötülük, kötü fiil demektir. Ve bunun bir zahiri (görüneni) vardır, bir de batını (görünmeyeni). Zahiri, ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi açık ve belli olan; batını da buna karşılık ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi gizli olanıdır. Kendisini gizli olması da ya sırf kalbe ait işlerden olmasıyla olur veya tenhada yapılmasıyla olur. Ve bunların hepsinden sakınmak gerekir. Çünkü ne olursa olsun günah kazananlar, kazandıkları günahlarıyla ilerde cezalanacaklardır. Şu halde açık olanın cezası var da, gizli olanın cezası yok zannetmemeli, hepsinden sakınmalıdır.
Bu âyet, bütün haram olanların hükümleri hakkında bir tümel (küllî) esası beyan etmektedir.Yani Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı şeyler, açıktan açığa herkesin anlayıvereceği açık fiillerden, açık kötülüklerden ibaret değildir. Öyle gizli ve batınî fenalıklar da vardır ki, herkes için keşf ve değerlendirmesi, anlama ve idraki zor veya imkansızdır. Ve işte Allah'ın açıklayıp ve beyan ettiği haramların, günahların bir kısmı ve hatta çoğunluğu böyle insanların kendi akılları ve takdirleriyle anlayıp idrak edemiyecekleri gizli kötülüklerdir ki, bunlar ancak şeriatin gelmesi, haber vermesi ve Allah'ın irşadı ile bilinebilir. Ve bu şekilde herkes için aklen açık ve malum bulunan kötülüklerden başka, aklen gizli ve batın olan birçok kötülükler de dinen açık ve malum bulunur. Ve hepsinin zararından, cezasından çekinmek, ancak şeriata yapışmakla mümkün olur. Ve böyle şer'î açıklama ile "Helal açıktır ve haram da açıktır." Bununla beraber bu ikisinin ortasında şüpheli görülecek gizli bazı şeyler daha vardır ki, bunlar da gizli günaha dahildirler. Bunları anlayıp terkedebilmek de "Seni şüpheye düşüreni, seni şüpheye düşürmeyene bırak" hadisinin delaletince, açık, belli ve kesin şekilde bilinen şer'î bir beyan ve ilmî bir asla ictihad ile irca edilerek ve katılarak şüpheli tarafın atılması ile mümkün olur ki, nefse ait isteklere dayanmakla ilme dayanma farkının en çok dikkatle gözetileceği nokta da bu noktadır.
121-Kötülük ne olursa olsun kötü, onu kazananlar için sonunda cezayı gerektirici bir zarar verici olduğundan, Allah Teâlâ günahın açığını da, gizlisini de terketmeyi emreder.
Ve bunun için gelecekte açıklanan ve beyan olunan haramların fenalığı ve haram oluşunun hikmeti hepinizin nazarında açık olmasa bile, Allah'ın ilmine dayanarak ve emrine uyarak günahın açığını da, gizlisini de açıkta ve gizlide gözünüzle ve gönlünüzle terk ediniz. Ve üzerine Allah'ın ismi zikredilmedik şeyden yemeyiniz. Bunun yenmesi, içilmesi düşünülen her şeye umûmî olması ihtimali yok değildir. Nitekim bir görüşünde Atâ'nın bu umûma tutunarak: "Gerek yiyecek ve gerek içeceklerden her ne olursa olsun Allah'ın ismi anılmamış olan her şey haramdır" dediği de nakledilmiştir. Fakat diğer fakihlerin hepsi ve başka bir görüşünde Atâ da bundan maksadın kesme ve boğazlama meselesi olduğunda ittifak etmişlerdir. Hakikatte gelecek olan 145. âyet de bunu gerektirmektedir. Şu halde ism-i mevsûl ve şer'î ahd ile boğazlanması düşünülen hayvanlardan ibaret olur. Ve üzerine Allah'ın ismi anılmayan, boğazlanması ve yenmesi düşünülen ve fakat üzerine Allah'ın ismi anılarak boğazlanmamış olan, yani besmelesi olmayan şeyler demektir. Bu da zahiri üzere üç şeye muhtemel olur:
1- Leş ki, kesilmeden ölmüştür, besmelesizdir.
2- Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilmiş olandır ki "Allah'tan başkası için kesilen"dir.
3- Kesilmiş, fakat ne başkasının, ne de Allah'ın ismi anılmamış olandır ki, buna "metrûkü't- tesmiye" (tesmiyesi (Allah'ın isminin anılması) terkedilmiş) denir. Ve bunda iki hâl mümkündür: Birisi Allah'ın ismi hatıra gelmekle beraber, anılması terkedilmiş olandır ki, buna "amden metrûku't-tesmiye" (bilerek tesmiyesi terkedilen) denir. Biri de unutulduğundan dolayı terkedilmiş olandır ki, buna da "unutarak tesmiyesi terkedilmiş" denilir. Ve "üzerine Allah'ın ismi anılmayan" âyetinin mutlak zahirine göre, unutarak tesmiyesi terkedilenin de diğerleri gibi yenmesinin haram olduğu görünür. İbnü Ömer, İbnü Sîrîn ve daha bazılarından, Davûd-i Zahirî'den bu görüş rivayet edilmiştir. Gerçi leş ve Allah'tan başkası için kesilen bu yasaklamada, tesmiye bulunmamak mânâsı ile dahil olduklarından dolayı, bunun bilerek tesmiyenin terk edilmesine şümûlü hepsinden açık ise de, göreceğiniz vech ile unutmanın girmesine engel vardır. Hatta İmam Şâfiî daha geniş ve açıklanmış olan 145. âyette tesmiyenin terkedilmiş olması açıkça gösterilmediğinden dolayı onun zahirini, bunun zahirine tercih ederek buradaki "üzerine Allah'ın ismi anılmayan" kısmını, "Allah'tan başkası için kesilen" kısmına tahsis etmiş ve kesen müslüman ve kitap ehli olduğu takdirde gerek isteyerek ve gerek unutarak besmelesi terk edilenin yenmesinin helal olduğunu söylemiştir ki, bu görüş İbnü Ebî Leylâ ve Evzâî gibi daha bazı kimselerden de rivayet edilmiştir. Fakat avlama ve kesmeyle ilgili olarak Mâide ve Hacc sûrelerinde varid olan "Ve üzerlerine Allah'ın adını anın" (Mâide, 5/4), "Kurbanlıklar sıra sıra dizilip boğazlanacakları zaman, mutlaka Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp canları çıkıncada onlardan yiyin" (Hacc, 22/36) ve burada bu "Üzerine Allah'ın ismi anılmayandan yemeyin" yasağıyla, kendisinden önceki "Üzerine Allah'ın ismi anılandan yiyin" emrinin tam karşılaştırılmasından kesme ve avda tesmiyenin farz oluşu çok açık belirgin olarak anlaşılmakta olduğu ve kurtuluş mümkünken tercihe gitmek de caiz olamayacağı için, tesmiyenin farz oluşuna ve tesmiyeyi terk etmenin haramlığına doğrudan doğruya delalet eden bu âyetlerin mânâsını ihmal etmek elbette kabule layık görülemez. Hakikatte İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de: "Eğer müslüman tesmiyeyi kasten terk ederse yenmez, unutur da terk ederse yenir" demiştir ki, İmam Mâlik'ten de Mâlikî mezhebince en seçkin rivayet budur. İbnü Atıyye bunun cumhur (çoğunluk) görüşü olduğunu söylemiştir. Hz. Ali'den, İbnü Abbas'dan, Mücahid'den, Atâ b. Ebî Rabah'tan, Sâid b. Müseyyeb'den, İbnü Şihab ve Tavus'tan rivayet edilmiştir ki, bu zatlar, "Üzerine tesmiye olunup da kesilenin yenmesinde sakınca yoktur" demişlerdir. Bir de Hz. Ali, yani besmele meselesi ancak din üzerine dayanmıştır, demiş, İbnü Abbas da: "Müslümanın Allah'ı anması kalbindedir ve Allah'a ortak koşmada ismin faydası olmadığı gibi, dinde de unutmanın zararı yoktur" demiştir ki, bilerek terk etmenin zararını ifade eder. Doğrusu dikkat olunursa bu âyetin unutmaya değil, ancak bilerek terk etmeye yönelmiş olduğu anlaşılır. Çünkü unutana fasık denilmiyeceği üzerinde ittifak edilmiştir . Fısk, ancak kastetmeye nisbet olunur. Burada ise buyuruluyor ki, ve şu muhakkak ki bu, herhalde bir fısktır, (emre uymaktan çıkmaktır). Ve hatta şimdi görüleceği üzere bazı hallerde dinden çıkmak ve şirke düşmektir. Yani kurbanlık ve av üzerine Allah'ın ismi anılmamak veya anılmayandan yemek her biri de bir fısk (itaatsizlik)tır. İşte "yemeyin" yasaklaması, böyle fısk ile sebep gösterilerek tekit buyurulmuştur ki, bu, hem tesmiyeyi terk etmekten yasaklamayı, hem de yemekten yasaklamayı içine alır ve kastetmeyi gerektirir. Şu halde boğazlamada besmele çekmek, hem bir şart olarak farzdır, hem de oruçta imsak farz olduğu halde unutup yemekle bozulmadığı gibi, unutmakla tesmiyeyi terk etmek de boğazlamayı ifsad etmiş olmaz. Burada besmele denilmeyip de tesmiye denilmesinin de sebebi vardır. Zira tesmiye, Allah ismini herhangi bir sekilde anmaktır ve besmeleden daha geneldir. Mesela "Allahü ekber" (Allah en büyük) veya "sübhanallah" veya "lâilâhe illallah" demek de bir tesmiye, bir anmadır. Arapçadan başka lisan ile de olabilir. Besmele ise veya sadece demektir ve özel bir tesmiyedir. Âyetlerde emredilen de mutlak Allah'ın anılması olduğundan farz, besmele değil, tesmiye (Allah'ın anılması)dir. Fakat bu tesmiyenin besmele ile olması da sünnettir. Ve boğazlamada tesmiyenin sünneti sadece demektir. "Bismillâhi Allahü ekber" demek daha faziletlidir. Yemekte tesmiyenin sünneti de ' dir. (Bkz. Mâide sûresinin 3-5 inci âyetleri)
Özetle üzerine Allah'ın ismi zikredilmeyen şeyi yemeyiniz ve bunun açıkça başka fenalığını ve açık bir zararını anlamasanız bile, herhalde bir fısk (itaatsizlik) olduğunu, gizli ve manevi zararı ve bir cezası bulunduğunu muhakkak biliniz. Ey müminler şu da muhakkak ki şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyeder gibi, gizli gizli telkinlerde bulunurlar. Bu emirlerin aksine olarak Allah'ın ismi anılanı yemeyin de anılmayanı yeyin, derler. "Şeyâtîn"den maksadın, gizli şeytanlar, İblis ve askerleri, yani cin şeytanları; bunların dostlarından, maksadın da insan şeytanları ve tâbileri olduğu açıktır. Bir de İkrime'den bir rivayette denilmiştir ki, "şeyâtîn"den maksat, inatçı mecusîler, dostlarından maksat da Kureyş müşrikleridir. Bunlar arasında cahiliyye devrinde dostluk ve yazışmalar cereyan ederdi. Leşin haram olmasının nazil olması üzerine İran mecusîleri, Kureyş müşriklerine: "Muhammed ve ashabı, Allah'ın emrine uyduklarını sanıyorlar, sonra da kendilerinin kestiğinin helal, Allah'ın kestiğinin haram olduğu kanaatinde bulunuyorlar" diye yazmışlardı. İşte şeytanlar insanlara böyle telkinler ile leşleri, görünür görünmez pislikleri yedirmeye ve Allah'ın emrinin tersine sevk etmeye çalışırlar. Ve şayet siz onlara itaat edecek olursanız, muhakkak ve muhakkak müşrik olursunuz. Bunun için boğazlanıp veya avlanarak yenecek şeyler üzerine Allah'ın ismini anmamak veya üzerine Allah'ın ismi anılmayan şeylerden yemek sadece bir fısk olarak kalmaz. Şirk veya şirke sebep de olur. Halbuki mümin, müşrike benzer mi?
Meâl-i Şerifi
122- Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir.
122- "Kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilir." Yani yukarda "Her ümmete amelini süslemişizdir" (En'âm, 6/108) buyurulmamış mıydı? İşte kâfirlere amellerinin süslenmesi böyledir. Şeytanların yaldızlı telkinleri itibariyle şeytanlar tarafından ve o telkinler esnasında yaratma yoluyla da Allah tarafındandır. Ve bu süsleme yüzündendir ki, kâfirler yaptıklarını beğenir ve karanlıklardan çıkamazlar.
Hem bu, yalnız Mekke'lilere mahsus da değildir:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
123- Böylece, her kentte ileri gelenleri, oranın suçluları yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki bunlar, kötülüğü başkasına değil kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.
124- Onlara bir âyet geldiği zaman: "Allah'ın peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe iman etmeyiz" derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suçlu olanlara, yaptıkları hilelerinden dolayı Allah katından bir zillet ve şiddetli bir azap erişecektir.
123- Böyle (yani bu süsleme şekliyle amelleri kendilerine süslenen şeytan ve şeytan dostu, Peygamber düşmanı büyük kâfirler gibi) her karye (her köy ve kent, her belde ve her memleket) de de ileri gelenleri o memleketin mücrimleri (suçluları) kıldık ki, o memlekette kötülükler yapsınlar, hileler, hilekârlıklar yapsınlar. Halbuki onlar, o hileyi başkalarına değil, ancak kendilerine yapıyorlar, başkalarını aldatıyoruz sanıyorlar, halbuki kendilerini aldatıyorlar da haberleri olmuyor. Bulunduğu ve özellikle başında bulunduğu memlekette hakka ve o memleketin halkına karşı kötülük yapan, hile ve hilekarlıkla entrika çeviren o büyük mücrimler bilmezler ki, aldattıkları vatandaşlar başkaları değil, yine kendileridir. Onların zararları, aldanmaları, kendilerinin zararları, aldanmalarıdır. Bilmezler ki, halkın zararı, memleketin zararıdır ve memleketin zararı, herkesten önce başında bulunanların zararıdır. Bilmezler ki, o memleket düşünce, ilk önce düşen kendileri olacaktır. Bilmezler ki, Hak Teâlâ aldanmaz. Hakka kötülük yapmaya çalışanların o kötülükleri, "Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır" (Fâtır, 35/43) âyeti gereğince sonunda kendilerini kuşatır, başlarına patlar. Bu âyet, Resulullah'ın yaşadığı zamanda yalnız Mekke'nin ve Arabistan'ın değil, dünyanın her memleketinin böyle fesat ve fenalık içinde bulunduğunu, mücrimlerin, hilekarların yüze çıkıp, ileri gelenlerin en hilekar mücrimlerden ibaret olduğunu ve bütün bunların düşmeye ve azaba mahkûm olduklarını açıklamakla beraber, Mekke müşriklerinin düşmanlık, kötülük ve bozgunculuklarına karşı teselli etmek, diğer taraftan cihanşümûl olan peygamberlik görevinin önemini hatırlatmak ve her memleketin ileri gelenlerine, bütün dünyanın işlerini yürütenlere büyük bir ders vermektedir.
124-Bakınız bu büyük mücrimlerin kibirlerine, hakka karşı mücadelelerine, hilelerine, şuursuzluklarına ki, bir taraftan, kendilerine bir âyet gelirse muhakak iman edeceklerine güçleri yettiği kadar yemin ettiler, diğer taraftan kendilerine bir âyet (Resulün doğruluğuna delalet eden bir alâmet) geldiği zaman da, Allah'ın resullerine verilenin aynısı bize verilinceye kadar biz buna asla inanmayız dediler. Kendilerine peygamberler gibi Cibril gelip vahiy ve peygamberlik verilmedikçe ve bu şekilde nebîlik ve resûllüğü, peygamberlerden sadır olan mucizeleri kendi nefislerinde görüp ve tecrübe etmedikçe, her ne delil gösterilirse gösterilsin Peygamber'e ve peygamberliğe inanmayacaklarını söylediler. Rivayet edildiğine göre Velid b. Muğire, "Peygamberlik hak olsaydı, ben ona senden layık olurdum, çünkü ben senden büyüğüm ve senden zenginim" demişti. Ebu Cehil de: "Abdümenâf oğulları bizimle şeref konusunda yarıştılar, nihayet tam 'feres-i rihân' yani koşuda denk iki at gibi olduğumuz sırada: 'bizden bir Peygamber var ona vahyolunuyor' dediler, vallahi biz buna asla razı olmayız ve ebedi olarak tâbi olmayız. Meğer ki ona geldiği gibi bize de vahiy gelsin" demişti. Ve daha diğer birçokları da kendilerine vahiy ve peygamberlik verilmesini istemişlerdir. "Hayır, onlardan her biri, kendisine apaçık sahifeler verilmesini istiyor" (Müddessir, 74/52).
Sonra birtakımları da ilim ve fen adına, "Eğer nebilik ve peygamberlik mümkün olsaydı bu kadar ilim ve fennimizle bizim o peygamber denilenlerden daha öncelikle peygamber olmamız ve peygamberliği nefsimizde görüp, tecrübe edebilmemiz gerekirdi. Mademki biz peygamber olamıyoruz ve peygamberliği kendimizde deneyemiyoruz, o halde bir örneğini nefsimizde ilmî olarak görüp, tecrübe edinceye kadar aklî, naklî her ne delil gösterilirse gösterilsin hiçbir kitaba inanmayız, hurafe der geçeriz" diyegelmişlerdir.
Allah risaletini yani peygamberlik görevini (İbnü Kesir ve Hafs'tan başka kırâetlere göre risaletlerini) kime vereceğini daha iyi bilir. Mücrim (suçlu) olanlara Allah yanında küçüklük ve yaptıkları hile sebebiyle gayet şiddetli bir azab isabet edecektir. Kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah'ın huzurunda düşüklük ve hakaret, hilelerinden dolayı da şiddetli azap ile karşılaşacaklar ve azaba uğrayacaklardır.
Kısaca:
Meâl-i Şerifi
125- Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte böyle pislik içinde bırakır.
126- İşte Rabbinin doğru yolu budur. Şüphesiz biz, hatırlayıp ibret alan bir kavim için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127- Onlar için Rableri katında selâmet yurdu vardır. Yaptıkları iyi amellerden dolayı, Allah onların dostudur.
125-126-127-Kırâet : İbnü Kesir kırâetinde "yâ"nın sükûnu ile şeddesiz , şeklinde, diğer kırâetlerde ise şeddeli olarak okunur; şeklindeki "meyyit" ve "meyt" gibi, mânâ birdir. Nafi ve Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde ... "râ"nın kesriyle şeklinde, diğer kırâetlerde fetha ile şeklinde okunur. Biri doğrudan doğruya sıfat-ı müşebbehe, biri de mübâlağa olarak masdarla tavsîfdir ki, son derece dar ve ciddî olarak darlık, tıkanmış kalmış ve açılmaz, geçilmez tıkanıklık demektir. İbnü Kesir kırâetinde 'ın sükûnu ile "suûd"dan şeklinde; Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde "elif" ile den şeklinde; diğerlerinde (sad ve ayın teşdidi ve elifsiz olarak) okunur ki, öbürünün aslı bunun aslı da 'dür.
Şimdi Allah her kime hidayet diler, doğruca kendine erdirmek isterse İslâm için gönlünü açar. Hakkı ve hak teklifleri kabul için nefsine öyle bir yetenek verir ki, iman ve itaatle göğsü genişler, kalbi ferahlanır, neşeli olur. Bilinmektedir ki göğüs genişliği kuvvete, teneffüs ve tahammüle delalet eder. Göğsün açılması, geniş geniş nefes alması da kalbin ferahlanmasını gerektirir. Ve bu şekilde göğsün ferahlanması, hem kuvvet ve tahammülden, hem de sevinme ve ferahlanmadan kinaye olur. Burada İslâm için göğsün açılması da, nefse hakkı seve seve kabul etmeye hazır, engel ve zıtlıktan arınmış bir yetenek bahş etmekten kinayedir. Nitekim Peygamber (s.a.v)'e bu göğsün açılması hakkında soru sorulduğu zaman buyurmuştur ki, "Bir nurdur ki, Allah onu müminin kalbine atar, o da onunla ferahlanır, açılır". Bunun üzerine Ashab: "Ey Allah'ın Resulü, onun tanınacak bir emaresi var mıdır?" demişler, Resulullah da: "Evet, ebedilik evine yönelme, aldanma evi (dünya evi)nden uzaklaşma ve ölüme, gelmeden önce, hazırlanmaktır" buyurmuştur.
İşte Allah, hidayetini istediği kimsenin kalbine böyle bir nur verir, o kimse de iman ve İslâm ile son derece sevinir ve genişler. Hakkı kabul ve hak teklifleri yerine getirmekten canı sıkılmaz, zahmet ve ıstırap duymaz, tersine neşe ve sevinç duyar. Allah kimi de yolundan şaşırtmak ve saptırmak dilerse, göğsünü daraltır, sıkar, son derece tıkar bunaltır. Hem öyle normal ve kısaca bir yokuşa değil, sanki dik yukarı göğe tırmanıyormuş gibi olur. Göğe tırmanmak kendisine nasıl yapılması mümkün olmayan bir yük ve zahmet ise, iman ve İslâm, hakkı kabul ve itaat etmek de ona o derece güç gelir. İslâm ve doğruluk deyince canı sıkılır, daralır, bunalır. "Of" der, dayanır, tıkanır, yan büker, yoldan çıkar, içinden çıkılmaz bataklara batar gider. O artık genişlemeyi, doğrulukta ve selamette değil, eğrilikte ve felakette arar. İşte Allah, iman etmeyenlerin üzerine pisliği, o son derece nefret ve tiksinmekle karşılanması lazım gelen küfür, azab ve ıstırabını böyle göğsün daralması ve kalb tıkanmasıyla yükler ve tahsis eder. Böyle yardımsız bırakmakladır ki, Allah onları küfür pisliğinin, küfür azabının istilası altında bırakır. Ve bu (yani islâm) göğsün genişlemesi ile hakka itaat ve uymak Rabbinin dosdoğru, eğilmez, bükülmez yoludur, artık tefekkür edecek, düşünüp anlayacak olanlar için bu yolun bütün alametlerini, nişanlarını, belliklerini Kur'ân'da şüphesiz açıkladık ve beyan ettik. Bunları düşünen, hatırda tutup hayatında tatbik ederek giden kavim, zümre için hepsinin Rabb'ı olan Allah Teâlâ katında bir "dârüsselâm" (selâmet evi) vardır. Ve Allah onların o hayatta yaptıkları amelleri sebebiyle velîsi, veliyyü'l-emri, dostu, yardımcısıdır. es-Selâm Allah'ın güzel isimlerinden bir isim veya "selâmet" mânâsına masdar veya diye selam verip almanın ismidir ki, bu üç mânâdan her biriyle her korkudan sâlim "selamet evi, selamet vatanı" demek olur. O halde:
Şimdi şunu iyi düşün:
Meâl-i Şerifi
128- (Allah), onların hepsini topladığı gün, cinlere: "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der. İnsanlardan cinlerin dostu olanlar da şöyle derler: "Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin vademize ulaştık". Allah da:"Sizin durağınız cehennemdir. Orada, Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız" der. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
129- İşte biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına dost yaparız.
130- (Allah) "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" deyince onlar: "Kendi aleyhimize şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.
128-129- Düşün ki, bir gün gelecek Allah o insan ve cinnin hepsini bir yere toplayacak. Ey cin topluluğu, ey cin cemaati, ey gizli şeytan cemiyetleri, insanlardan çoğuna göz diktiniz. Çok aldatıp ve sapıttınız, pek çoklarını azıttınız, insanlıktan çıkardınız, cin sürüsüne kattınız da yardımcılarınızı toplumunuzu çoğaltınız ha! diyerek haşredecek. O cin toplumunun insanlardan olan dostları da o halde diyecek ki: Ey Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık. Cinler, insanlara şehvet yollarını ve vasıtalarını gösterdiler. Hile, tuzak, yalan söyleme, yalan haberler, sihir ve efsun usullerini, eğri yollardan gidip yalan dolanla iş yapmak, fesat saçıp gizlenmek çarelerini öğrettiler. Bu şekilde insan, cinden faydalandı, zevkler, sefalar yaptı. İnsanların bunları rızalarıyla kabul etmelerinden ve kolaylık göstererek yardımda bulunmalarından da cin faydalandı, murad ve maksadına erdi. Şu halde bu konuda sorumluluk yalnız cin dostlarımızın değildir. Doğrusu biz birbirimizden istifade ettik. Ve bizim için tayin ve tesbit ettiğin ecelimize yettik, bize verdiğin mühletin sonuna erdik. Yani sûrenin başında "Belli bir süre (Allah'ın) kendi katındadır. Böyle iken siz hala şüphe ediyorsunuz" (En'âm, 6/2) diye beyan edilen ecel-i müsemma (belli süre), bu müddetin sonu, bu haşr ve kıyamet günü geldi çattı diye günahlarını itiraf etmekle cin dostlarına yardım ve sorumluluklarına ortak olacaklar. Allah da ne diyecek bilir misiniz? muhakkak diyecek ki ve hatta ezelde demiştir ki, o ateş, cehennem ateşi, oturacak yeriniz ikametgâhınız, yatağınızdır. Orada insan ve cin hepiniz ebedî olarak kalacaksınız, ancak Allah'ın dilediği müddet müstesna. buyurulmayıp da, buyurulmasından anlaşılır ki, cehennemde ebedî kalmaktan bu istisna bazı şahıslara değil, bazı zamanlara aittir. Ve beyan olunduğuna göre Allah'ın dilediği bazı zamanlar kâfirler, ateşten çıkarılıp soğuğa, çok soğuğa atılacak, sonra yine ateşe döndürüleceklerdir. Şüphesiz ki Rabb'ın, hem hikmet sahibi, hem her şeyi bilendir. Yaptığını hikmetle sağlam yapar, insan ve cin bütün hepsinin de gizli açık bütün hallerini ve layık oldukları cezaları bilir. Hükmünü, isteğini bilerek verir. İşte Allah'ın hepsini öyle diyerek haşredeceği ve cin dostu insanın öyle, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Rabb'ının da böyle dediği günü düşün. Ve işte biz zalimleri kazanageldikleri (kazanmayı âdet edindikleri) kazançları sebebiyle birbirlerine böyle dost yaparız. Kazançları, âdetleri birbirine benzeyenler, birbirlerini görmeseler bile uzaktan uzağa birbirlerine dost olurlar, birbirlerini müdafaa ederler ve sorumluluklarına katılırlar. İnsan ve cinden olan zalimler, haksızlar da kazançta ortaklık ve benzerliklerinden dolayı biri diğerini mazur göstermek isterken haşir günü günahı itiraf etmede, sorumluluk ve cezada birbirlerine iştirak ederek, hem kendi cürümlerini ikrar, hem dostları aleyhinde şahitlik ederler ki, ilâhî hikmet ilminde bu bir kuraldır. Bunun için haşir gününde Allah "Ey cin toplumu, insanlardan çoğunu yoldan çıkardınız" diye cin topluluğunu insan hesabına azarladığı zaman cin hiçbir cevap vermediği halde, onların insanlardan olan dostları, dostlukları gereğince ortaya atılarak sorumluluğu üzerlerine alarak cinleri mazur göstermeye çalışırken birbirlerinden istifade ederek müştereken günahkâr olduklarını itiraf edecekler ve bu şekilde, cinnin ayrı, insanın ayrı bir topluluk değil, hepsinin bir toplum, aynı vicdan, aynı kazanç, aynı sorumluluk taşıyan ve aynı cezayı haketmiş bulunan bir sosyal toplum olduklarını ikrar ve isbat edeceklerdir. Ve hikmet sahibi ve her şeyi bilen âlemlerin Rabbinin de "Ateş duracak yerinizdir, orada ebedî olarak kalacaksınız, Allah'ın dilediği hariç" hükümünü verirken hepsine birden şu azarlama hitabını yapacaktır:
130-135-Hele şu halde bulunan zalimler nasıl kurtuluşa erebilirler ki:
Meâl-i Şerifi
136- Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah'a bir hisse ayırmakta ve kendilerince: "Bu, Allah'a ait; şu da ortaklarımıza ait" demektedirler. Ortakları için olan hisse Allah'a ulaşmamakta, fakat Allah'a ayrılan hisse ortaklarına ulaşmaktadır. Verdikleri hüküm ne kötüdür.
137- Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!
138- Zanlarınca dediler ki:"Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtına binilmesi yasaklanmış hayvanlar." Bir kısım hayvanları da üzerlerine Allah'ın adını anmadan boğazlarlar. Bütün bunları Allah'a iftira ederek yaparlar. Allah onları iftiralarıyla cezalandıracaktır.
139- Dediler ki: "Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır". Eğer ölü doğarsa o zaman hepsi onda ortaktır. Bu nitelemelerinden dolayı Allah onların cezasını verecektir. Çünkü O hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
140- Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki, ziyana uğradılar. Bunlar, doğru yoldan sapmışlardır; hidayete erecek de değillerdir.
136- Müşrikler, diğer zulümlerinden başka bir de tuttular Allah'a yarattığı şeylerden, hasılat ve hayvanlardan bir hisse ayırdılar. Buna karşılık bir hisse de uydurdukları ortaklara ayırdılar da kendilerince, şu Allah'ın, şu da ortaklarımızın, dediler. Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah uğruna sarfedilmez. Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır, onlar uğruna sarfedilir. Bundan dolayı netice itibariyle hiçbirinin hayrı olmaz, hepsi yok olur gider. Bunların hükümleri ne fena hükümdür! Allah'ın yarattığına başkalarını ortak etmek, Allah için dediklerinde de Allah'ın şeriatını değil, kendi kanaatlarını esas edinmek ve sonra uydurup, uydukları ortaklarını Allah'a tercih edip sonunda Allah için hiçbir şey yapmamış olmak ve Allah'ın yarattığı ve kendilerine nasip ettiği mâl ve menâli (varı yoğu) bu şekilde boşu boşuna sarf ve yok etmek, hiçbir hayır kazanmamak, ne cahilce, ne zalimce, ne talihsizce bir hükümdür, ne büyük zarardır!
Rivayet edildiğine göre Arap müşrikleri ekip diktikleri ekinlerden ve yetiştirdikleri deve, sığır, koyun, keçi hayvanlarından bazı şeyleri kendi fikirlerince Allah için, bazı şeyleri de diğer ilâhları adına tayin eder, ayırırlar ve bir şahsın gelirlerinden böyle iki çeşit masraf çıkardı. Allah için dediklerini misafire ve fakirlere, diğer ilâhları için ayırdıklarını da onların masraflarına ve huzurlarında yapılacak âyine, kesilecek kurbanlara hizmetçi ücreti ve başka şeylere harcarlardı. Sonra bakarlar Allah için diye ayırdıkları iyi çıkar, yetişip büyürse dönerler onu ilâhlarına tahsis ederler. Fakat ilâhları için ayırdıkları iyi çıkarsa, onu onlar adına bırakırlar. "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derler. Ve bu şekilde ilâhlarını Allah'a tercih ederler ve Allah için ayırdıklarını onlara sarfederler, fakat onlar için ayırdıklarını Allah için sarfetmezlerdi ki, işte bu âyetlerde Arap müşriklerinin akıl ve fikir kabul etmez cahillik ve sapıklıklarına, iktisadî ve sosyal hayatlarındaki perişanlıklarla ilgili bazı kötülükleri açıklanırken, önce bu âyet ile bu âdet ve mezhebe işaret olunarak, bunun amelî açıdan bütün kötülüklerin esası ve aslî sebebi olduğu gösterilmiştir .Bununla beraber âyetin ifade şekli iyice düşünüldüğü zaman anlaşılır ki, bu yalnız Arap müşriklerinin bu âdet ve mezhebini tasvir etmek değil, bütün müşrikliğin amelî bakımından milletleri yok yere masraflara soktuğu ve nasıl ekonomik hastalığa düçar edip, dînî, dünyevî perişanlıklarla akıbet zararına sürüklediğini göstermektedir. Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amele ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah'ı birleyen bir müminin Allah'tan başka hakem ve Allah'ın hükmünden başka hüküm tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah'tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah'tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah'ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan Allah'ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda
"Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz" (En'âm, 6/121) buyurulmuştu. Kısaca tevhidin ilk amelî neticesi her yaptığı masrafı yalnız Allah için yaptıran amelî bir ekonomidir. Şirke gelince, inanç açısından şirk, Allah'tan başka gizli veya açık tapacak tanrı, hükmüne uyulacak hakem tanımak demek olduğu için, bir müşrik hareketlerinde bazan Allah'ı da hesaba katmak his ve ihtiyacından uzak kalamamakla beraber, çoğunlukla kendisine daha yakından etkili saydığı diğer tanrıları, ortakları adına yürür ve bunun için kazancında Hakk'ın hükmüne aykırı emeller takibettiği gibi, harcamasında da zararlı, haksız ve beyhûde olarak o ilâhları adına birtakım vergilere ve masraflara mahkum olur. Ve artık onun bütçesinde iki masraf vardır: Birisi Hakk'ın varlığının zatî varlığından dolayı, sırf kendi şahsi duygusuyla ihtiyaç hissettiği cüz'î bir hak ve hayır masrafı; birisi de şirk hükmünün yüklediği beyhude, boş ve hayırsız sırf tüketim olan masraftır ki, memleketleri yıkan, milletleri ezip harab eden hayatî ve ahlâkî krizlerin, sosyal ıztırapların en önemli sebeplerinden biri olan kriz ve ekonomik sefaletin sebebi özellikle bu masraftır. Bu, o masraftır ki, hiçbiri Allah için olmaz, boşuna tüketimden, sayılmaktan başka bir şey ifade etmez. Tersine Allah için ayrılan kazançları da kendine çeker, sarfına veya güzel sarf edilmesine engel olur. Ve artık bu durumda bulunanların hiçbir hayırları olmaz. Bütün işleri ve bütün kazançları şeytanlar uğruna boşu boşuna telef olur gider. Ve işte "Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır" kavramı, bütün şirkin bu kötü sonucuna işaret etmekte ve hatırlatmaktadır. Bunun için buyuruluyor ki:
137- Ve böyle iki çeşit masrafa sevk edip, Allah için ayrılanı da şirk uğruna sarf ettirerek ekonomik felaketi artırmak ve buna sebep olan o çirkin şirk hükümlerini süsleyip hoş göstermek sûretiyledir ki o taptıkları ve adlarına masraflar yaptıkları ortakları, o insan ve şeytanları, müşriklerin çoğuna evlatlarını öldürmeyi süsledi ve hoş gösterdi. Kazandıklarını çektiler, zaruretlere düştüler, akıllarını, fikirlerini, hislerini kuruntularla ifsat ettiler, haşyet-i imlâk yani züğürtlük korkusu ve birtakım bâtıl zorlamalar ile yetişmiş evlatlarını öldürmeyi, putlara kurban etmeyi, kızlarını diri diri mezarlara gömmeyi, çocuk düşürmeyi ve bu şekilde kendi nesillerini kendilerine kırdırmayı bir iktisad, bir akıl, bir namus, bir din işi gibi iyi bir şey diye telkin ettiler. Ve bu süslemeyi o ortaklar, iki maksat için yaptılar: Müşrikleri helak etmek için ve dinlerini karıştırıp bozmak için, ki burada kastedilen Hz. İbrahim ve İsmail'den kendilerine miras kalan dinleridir. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı bu süslemeyi veya bu öldürme işini yapamazlardı. Mademki yapıyorlar, demek ki dilememiştir. Ve demek ki Rabb'in onların dünya ve ahirette helâk edilmelerini dilemiştir. Şu halde sen onları uydurdukları iftiralarına bırak. Bırak ki, yok olsunlar.
138-Bunlar bu şekilde birtakım hükümler uydurarak bir de dediler ki: şunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir, bunları bizim dilediklerimizden başka kimse yiyemez. Bu sırf kendi zanlarıncadır. Çünkü onlardan kendilerinin dilemediği nice kimseler yer ve diledikleri nice kimseler de yiyemez. Gerek yaratılışa ve gerek kanun koymaya hâkim olan irade, onların değil, Allah'ındır. Onlar ise bu hükmü verirken Allah tarafından hiçbir delil ve hüccete dayanmış değil, yalnız kendi kanaatlerince böyle söylemişlerdir. Şunlar da dediler, birtakım hayvanlardır ki, sırtları haram edilmiştir: Binilmesi, yük yükletilmesi ve her hangi bir şekilde kullanılma ve faydalanılması haramdır. Yani beş nesil doğuran deve, putlara adanan deve, soyundan on döl alınan devedir. (Bak. Mâide, 5/103. âyet) Şunlar da diğer bir hayvanlardır, dediler ki, bunlar üzerlerine Allah'ın ismini anmazlar. Putları adına keserler veya üzerinde hacca gitmez, "lebbeyk Allahümme" demezlerdi. Hep bu hükümleri, bu taksimi Allah'a iftira ederek uydurdular. Yapageldikleri, âdet edindikleri iftiralarıyla Allah onların cezalarını verecektir.
139-140- Bir de dediler, şu hayvanların karınlarındakiler, kendilerince sırtları haram edilen beş nesil doğuran develerin, putlara adanan develerin, gebe develerin yavruları, sadece erkeklerimize helal, kadınlarımıza haramdır. Fakat bu haram oluş, o hayvanların karınlarındaki yavruları diri olduğu takdirdedir. Ve şayet ölü ise, ölü doğarsa, o zaman erkek kadın hepsi bunda ortaktırlar. Böyle dediler ve bu şekilde kadınlara yalnız ölü hayvana iştirak edebilmekten başka bir hak tanımıyarak zulüm ve hakaret ettiler. Allah onlara bu vasıflandırmalarının (bu helal ve haram vasıflarının) cezasını verecektir. Çünkü O, hikmet sahibi ve her şeyi bilendir. Böyle haksızlıkları cezasız bırakmaz.
Hassâf'ın "Kitabû'l-Evkâf"ında naklettiğine göre Hz. Aişe (r.anhâ) kız evlatlarını mahrum ederek yalnızca erkek evlatlara yapılan vakıfları da bu cahiliye (İslâm öncesi) âdetine benzetmiş ve bu âyeti okumuştur.
Kısaca, kadınları ancak ölmüş hayvana layık farzedip bu derece düşük görmek ve mahrum etmek de evlat öldürmek gibi cezayı gerektirir ve ziyandır. Hiç şüphe yok ki, ilimsizlikle beyinsizlik ve aptallık yüzünden evlatlarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine ikram ettiği helal rızkı, Allah'a iftira ederek, haram edenler muhakkak zarardadırlar. Bunlar muhakkak doğru yoldan sapmışlardır ve asla doğru yola gidenlerden değildirler. Bu hâl ile kurtuluşa ermelerine imkan yoktur.
Halbuki:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
141- Asmalı ve asmasız (üzüm) bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde yaratan O'dur. Her biri meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de hakkını (zekat ve sadakasını) verin; ama israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez.
142- Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı). Kimi yük taşır, kiminin yününden döşek yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın (peşinden gitmeyin); çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143- Sekiz çift: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: "(Allah), iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer doğru iseniz bana ilimle haber verin."
144- Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki: (Allah), "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Yoksa, Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz? (O'nun yanında mıydınız?). Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"
145- De ki: "Bana vahyolunanda, (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş, veya akıtılmış kan, yahut domuz eti - ki bu gerçekten pistir- yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvan olursa, bunlar haramdır. Ama kim çaresiz kalırsa, (başkasının hakkına) tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir)" Çünkü Rabbin çok bağışlayandır, merhamet edendir.
146- Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında, yahut bağırsaklarında bulunan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.
147- Eğer seni yalanladılarsa, de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı da suçlu toplumdan geri çevrilmez."
148- Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan önce yalanlayanlar da böyle söylemişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: "Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz."
149- De ki: "En kesin ve üstün delil, Allah'ındır. Allah isteseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi."
150- De ki: "Haydi, Allah bunu yasak etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin.". Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimi yalanlayanların ve ahirete inanmayanların keyiflerine uyma. Çünkü onlar Rablerine başkasını denk tutuyorlar.
141-142- Halbuki Allah o yüce yaratıcıdır ki, ma'rûş ve gayrı ma'rûş cennetler, yani yapılı yapısız, çardaklı çardaksız, köşklü köşksüz bağlar, hurmalıklar, ekinler ki her birinin yemişleri farklı, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytinler, narlar meydana getirdi. Yani bütün bunları yenilmesi ve faydalanılması için yarattı. Bu âyetin bir benzeri yukarda geçmişti. Fakat orada, Yüce yaratıcının varlığına, gücüne ve öldükten sonra dirilmeye delil olması yönünde geldiği için, sonunda icad ve icad gayesine dikkat çekmek amacıyla "Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın" (En'âm, 6/99) buyrulmuştu. Burada ise, onu hatırlatmakla beraber, müşriklerin rızk konusundaki baskı ve iftiralarına, yasaklayıp haram kılma iddialarına karşılık, yüce Allah'ın, yaratmasındaki ihsan ve iyiliği ortaya koyma ve ürünlerle hayvanlardan yararlanmada helal ve mübah oluşun asıl olduğunu belirtmek üzere gelmiş bulunduğu için buyruluyor ki: her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin, bunda serbestsiniz. Bununla beraber hasat günü hakkını da verin, muhtaç olanlara da yedirin.
Gerek yerken ve gerek hakkını verirken israf da etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. Öyleyse "Büsbütün eli açık da olma; sonra kınanır, pişmanlık içinde kalırsın" (İsrâ, 17/29) hükmünce tutumlu olmak ve müşriklerin düştüğü iktisadî sefaletten sakınmak gerekir.
Görülüyor ki burada, ürünlerin hasat günü, yani kesilip toplandıkları vakit, yerine getirilmesi gerekli olan değişmez bir hak bulunduğuna işaret edilmekte ve bunun verilmesi emredilmektedir. Ancak bu hakkın ölçüsü ve kimlere verilmesi gerektiği açıklanmayıp mutlak ve kapalı bırakılmıştır. Bunun zekat, yani öşür ve yarım öşür olduğu hakkında rivayetler varsa da, zekat âyetleri Medine'de nazil olmuş bulunduğuna göre, Mekke'de nazil olan bu âyetteki hakkın, ondan başka bir vacip sadaka olduğu ve miktarının belirlenmesinde, mükellefin israftan kaçınması kaydıyla kendi takdirine bırakılmış olduğu; bununla beraber, sadece hayırseverlik gereği verilecek nafile bir sadaka değil, bunda bir yükümlülük de bulunduğu açıklanıyor ki, yine Mekke döneminde nazil olan Zâriyât sûresindeki "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır" (Zâriyât, 51/19) âyeti, aynı şekilde Meâric sûresindeki "Onların mallarında, isteyene ve isteyemediği için mahrum kalmışa belli bir hisse vardır" (Meâric, 70/24-25) âyeti, bunun daha genel bir açıklaması demektir ki, "sâil" (dilenci) ve "mahrum"a (yoksula, dilenemediği için mahrum kalana) verilecek bir hak olduğunu gösterir. Bununla beraber bu âyetteki hak, mutlak olduğu için, zekat emrinin yerine getirilmesiyle, bu hakkın da yerine getirilmiş olacağı, yani bu emrin, öşrü de kapsadığı açıktır.
"Cennât" üzerine atfedilmiştir. Önceki âyette ürünlerin, bundan sonra da hayvanların genel olarak helal olduğu açıklanıyor.
HAMULE, 'nın fethasıyla, yük götüren, ağırlık çeken yüklü demektir ki, çektiği yüke 'nın ötresiyle "humule" denilir. Bunu, dilimizde fethalı olarak (hamule) şeklinde söyleyenler, yanlış söylerler.
FERŞ, döşek demektir ki, burada kastedilen, döşek gibi yere döşenen, yatırılıp kesilen veya yünlerinden, kıllarından döşekler, yaygılar, sergiler, postekiler yapılan veya yeryüzüne serilip yayılan demektir. Yani en'âm denilen yumuşak (huylu) hayvanlardan da hamule ve ferş; yükler taşıyan ve yatırılıp kesilen şeyler yarattı. Allah'ın size helal kılıp rızık yaptığı şeylerden yiyin şeytanın izlerine uymayın. Uyup da, Allah'ın helal olarak belirlediği rızıklarınızı, müşriklerin: "Şu bahiredir (binilmez, sütü sağılmaz devedir), haramdır; şu sâibedir (puta adanmış devedir, sağılmaz ve binilmez) haramdır" dedikleri gibi (Bkz. Mâide, 5/103) haram kılmağa, kendi kendine helal-haram hükümler koymağa veya başkasının hakkına tecavüz etmeğe kalkışmayın. "Şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır."
Yukarda geçtiği üzere Arap müşrikleri, Allah'a iftira ederek, ürünler gibi hayvanların da bazılarını; kâh erkeğini, kâh dişisini, kâh dişinin rahmindekini haram kılıyorlardı. İslâmî hükümler nazil olmaya başlayınca Resulullah ile mücadeleye kalkıştılar. Rivayet edildiğine göre hatipleri Mâlik b. Avf b. Ebi'l-Ahvası'l-Cüşemi idi. "Ey Muhammed, demişti, duyduk ki sen birtakım şeyleri helal kılıyormuşsun." Resulullah da buyurmuştu ki: "Siz birtakım şeyleri aslı olmadan haram kıldınız. Yüce Allah, şu sekiz eşi yenilmesi ve istifade edilmesi için yaratmış olduğu halde, sizin dediğiniz haram kılma nereden geldi, erkeğinden mi dişisinden mi?" Bu sual üzerine Mâlik b. Avf. erkeğinden diye sebep gösterse, erkeğin hep haram olması gerekecek; dişisiden diye sebep gösterse, bütün dişilerin haram olması gerekecek; rahimi sebep gösterse, ikisi de öyle olacak; haramlığı beşinci veya yedinci yahut herhangi bir nesile tahsis etse, bu neden, ne için? Hayret içinde kalıp susmuş. "Niye konuşmuyorsun?" buyrulmuş. Mâlik: "Hayır, sen söyle ben dinleyeyim" demişti. İşte "Hamule ve Ferş" olarak yaratılan ve yenilmesi helal kılınan hayvanlar açıklanarak buyruluyor ki: Yani, aşağıda olduğu gibi sekiz eş yarattı ki:
143-144-145- ZEVC: Cinsinden bir diğeri ile beraber bulunan demektir ki, bunlardan her biri, diğerine göre zevc, yani eş, kendi kendine fert diye adlandırılır. Ve bundan dolayı zevc ikisinin değil, ikiden birinin diğerine göre ismidir. İkisine birden "zevcân, zevceyn" denilir. Şu halde zevc, tam anlamıyla bizim "çift" dediğimiz değil, "eş" yani bir çiftin her bir tekidir. Mesela "sekiz çift" dediğimiz zaman "onaltı eş" anlaşılır. "Semâniyete ezvâc" ise, âyette açıklandığı üzere ikisi koyun, ikisi keçi, ikisi deve, ikisi sığır cinsinden olmak üzere, erkek ve dişi dört çift, fakat sekiz eştir. Bu âyetlerde görülüyor ki "en'âm" (hayvanlar) denilen bu sekiz eşin helal oluşunu ispat ve anlatmak için burada pek güzel bir "tahric ve tenkîh-i menât" usulü gösterilmiştir. Önce sekiz eş, diye bir sayma, ikinci olarak koyun, keçi, deve ve sığır olmak üzere dört cins, bunların birbirlerine benzerliklerine göre ikişer ikişer gruplandırma; üçüncü olarak, her grup ve çiftten haram sayılması muhtemel olan erkeklik, dişilik veya rahimde bulunmak üzere özelliklerini ayrıntılı bir şekilde belirleme; dördüncü olarak, bunların hiçbiri ile haram olmanın bir ilgisi ve temayülünün varlık veya yokluğunun karşılıklı lüzumu, devamlılığı ve yansıması olmadığını açık bir şekilde göstererek, hiçbirinde yaratılış bakımından haram olma sebebinin bulunmadığını ve bundan dolayı ne erkeğinin, ne dişisinin haram olmadıklarını ispat etmiştir ki, işte usûl ilminde açıklandığı üzere, bir müctehidin fıkhî kıyas ile ictihad edip dini hükümler tesbit etmesinin esası da böyle "tahric ve tenkih-ı menât"tır. Bu ilmi metod, bu âyetlerde, böyle en güzel bir şekilde gösterildikten sonra, helal ve haram meselelerinde yalnız bu aklî metodun, yani kıyasın yeterli olmayacağını ve kıyasın ilmî ve fıkhî olmak için menâtın, yani illetin, sabit bir asıla, değişmez bir kurala dayanması gerektiğini, bu sabit aslın da başka bir ölçü ile değil, ancak vahiy ile sabit olabileceğini anlatmak için fasl-ı hitab olmak üzere şöyle buyruluyor: Ey Muhammed, de ki: "Bana vahyedilmiş olanda yiyecek olan kimseye haram kılınmış bir yiyecek bulmuyorum ancak, leş olması, yani tezkiyesiz olarak, Türkçesi bısmıl olmayarak (besmelesiz) ölmüş bulunması ki, kendi kendine ölmüş, boğulmuş, taşla veya odunla vurularak öldürülmüş, yüksekten düşmüş, boynuzlanmış, canavar parçalayarak ölmüş hayvanların hepsini içine alır. (Bkz: Mâide, 5/3) Yahut, dökülmüş kan olması ki, ciğer, dalak ve kesimden sonra damarlarda kalmış olan kan kalıntısı bunun dışındadır. Yahut domuz eti olması çünkü domuz eti pisliktir, yani mutlaka necistir, pistir. Bu gerekçeden anlaşılır ki, ne kadar pis şeyler varsa hepsi öncelikle haramdır ve haram oldukları açıktır. Nitekim "Onlara çirkin şeyleri haram kılar" (A'râf, 7/157) âyetiyle bu genel bir nassa bağlanmıştır. Ve bu şekilde "çünkü o pisliktir" ifadesi leş ve dökülmüş kanın haramlığına da delalet yoluyla sebep olmaktadır. Mâide sûresinde geçtiği üzere şarap da "rics" (pislik) olduğu için, buna diğer alkollü içkiler de dahildir. Yukarda geçen "Günahın açığını da gizlisini de bırakın" (En'âm 6/120) âyetinin mânâsı da gösterir ki "rics" de, zahir ve batın, yani açık ve gizli olmaktan daha geneldir. Şu halde yalnız dış görünüşüyle pis olanlar değil, bâtınen (mânen, görünmez) pis olanlar da haramdır. Yahut bir fısk olması, yani onunla Allah'tan başkasına haykırılmış olması müstesnadır ki, bunlar haramdırlar. Allah'tan başkasına haykırılmış olmak demek, Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilenler demektir. Bununla beraber kaydı, "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyin. Çünkü onu yemek, yoldan çıkmaktır." (En'âm, 6/121) buyruğu gereğince bilerek Besmele'yi terketmenin; aynı şekilde Mâide sûresinin 3. âyetindeki "Putlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir)" buyruğu gereğince putlar üzerine kesilen hayvanlar ile kumar kısmetlerinin de "Allah'tan başkası adına kesilenler" kabilinden olduğuna işarettir. Sonra her kim çaresiz bulunur, helal bir yiyecek bulamaz da aşırı açlık hâlinde zorunlu olarak bunlardan yemek mecburiyetinde kalırsa bağî ve mütecaviz olmadığı, yani diğer bir zor durumda kalmış kimsenin elindekini almadığı ve yemekte zaruret miktarını aşmadığı takdirde Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, merhamet edendir; bundan sorumlu tutmaz. (Bakara, 2/173 ve Mâide, 5/3 âyetlerine bkz.) Demek ki, çaresiz için yemek hususunda haram olan hiçbir şey yoktur; ancak "saldırganlık" ve "aşırılık" sınırlaması vardır. Şu halde zor durumda bulunmayanlar için saldırganlık ve aşırılık öncelikle haramdır. Şu halde, önceki dört şeyde özetlenen haramlar, zor durumda kalanın dışındakilere mahsus olduğu halde, başkasının hakkına tecavüz ederek malını yemek ve bir de zarurette zarurete göre, genişlikte genişliğe göre sınırı aşıp israf etmek, genel olarak herkese haramdır. İnsanın yiyeceğine, malına, hukukuna tecavüz, böyle herkese genel olarak haram olunca, kendine tecavüzün daha çok öncelikle ve kuvvetle haram olduğu da ister istemez anlaşılır. Aynı şekilde bütün bu açıklamalarda insana açık ve gizli olarak zarar veren herhangi bir şeyin de haram olduğu ve genellikle haram olma sebebinin pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık, bu dörtten birine, bunların da insana maddî veya manevî, açık veya gizli zarar anlayışına, bunun da ilâhî hükme dayandığı ve bunların ayrıntılarını bundan önceki âyetlerde gösterildiği üzere "tahrîk-i menat" veya "tenkîh-ı menat" veya "tahkîk-i menat" ile bu asıllara döndürerek anlamak gerektiği de anlaşılır ki, bunlar, gerek diğer âyetlerde, gerek peygamberimizin sünnetinde etraflıca açıklanmıştır. Yırtıcı canavarların, kuşların, pis böceklerin ve zehirlilerin haramlığı da hep bu sebep ve asıllarla ilgilidir. İşte bu şekilde burada Resulullah'a olunan vahiyde, haram kılınan yiyeceklerin bu istisnalarla sayılıp açıklanan şeylerle sınırlı bulunduğu bildirilmiştir. Demek ki Mekke'de bu âyetin inmesine kadar, yiyeceklere ait olarak, bunlardan başka haram bulunmadığı muhakkaktır. Acaba sonradan oldu mu olmadı mı? Gerçi bu âyet, diğer hususlarda olduğu gibi, yiyecek hususunda da daha sonra diğer haram kılmaların vahyolunmasına aykırı ve engel değildir. Nitekim Mâide sûresindeki açıklamalar iniş bakımından bundan sonradır. Bununla beraber birçok müfessir, bu âyetin muhkem âyetlerden olduğunu nakledip açıklamaktadır. Şu halde bu konuda Kitab ve Sünnette bundan sonra gelen açıklamalar, bu âyetin dışında bir şeyi haram kılmamış, yani bundaki sınırlamayı neshetmemiş; aksine bunu açıklayıp teker teker saymıştır. Nitekim Bakara sûresi Medine'de nazil olduğu halde onda da "Allah size sadece... haram kıldı." (Bakara, 2/173) diye yine "kasr" ile gelmiştir. Bunun için, bazılarının dediği gibi, buradan istisna münkatıdir, bu ise kasr ifade etmez, demesi de geçerli olmaz. Çünkü ittifakla "kasr" edatıdır. Şu halde mat'ûmât (yenecek şeyler) tabirinin meşrubatı (içecekleri) da kapsadığı kabul edilirse, "rics" kavramı içinde şarap ve diğer sarhoşluk veren şeylerin de haramlığına, daha Mekke'de iken işaret buyrulmuş demektir. Bununla beraber bu sûrede bu âyetin Medenî olan birkaç âyet arasında bulunduğu hakkında da bir rivayet vardır. Bu durumda âyetin, muhkem âyetlerden olduğu daha iyi anlaşılır. Yani hükmünde hiçbir nesh olmadığı muhakkaktır. Ancak böyle olması "pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık" sebeplerinin bazı şeylerde gerçekleşmesi gizli olabileceği için, leş, akıtılmış kan, domuz eti, "Allah'tan başkası adına kesilenler" ve herkesçe bilinen pisliklerden başka şeyleri kapsayıp kapsamadığı bakımından yoruma gerek duyulan bazı yönlerinin bulunmasına da engel değildir.
146-Hz. Peygambere vahyedilen böyle. Daha önce Yahudi olanlara da her tırnaklıyı haram kıldık. Zufur, tırnak demektir. Fakat Arapçada çeşitli hayvanların tırnaklarına ayrı ayrı isimler verilmiş olduğu için zufur kelimesinin kullanılması, tamamen lisanımızdakinin aynı değildir. Mesela at ve katır gibi tek tırnaklıya "hâfir"; sığır davar ve ceylan gibi çatal tırnaklıya "zılf"; deveninkine "huff"; canavarların pençesine ve yırtıcı kuşların çengellerine "mıhleb" ve diğerlerine "zufur" denilir. Bunların hepsine de gerçek olarak "zufur" denilir mi, denilmez mi? Bu konu ihtilaflıdır. Kamus'ta der ki: "Mıhleb yırtıcı canavarların pençesine ve yırtıcı kuşun çengeline denir ki, kaynak veya çıynak tabir olunur." Bir görüşe göre mıhleb, avcı olan kuşun; zufur ise avcı olmayanın çıynağına denilir. Demek ki, bu görüşe göre, mesela çaylağın çengeline bu sebeple, zufur denmez; ama meşhur görüşe göre zufur mıhleb'den daha geneldir. Şu halde serçe, tavuk ittifakla "zî-zufur" (zufurlu); atmaca, şahin ittifakla "zî-mihleb" (mihlebli), ihtilafla "zî-zufur" (zufurlu) da dahildir. Sonra hâfire, zılfa zufur veya zî-zufur denilmesinin mecaz olduğu da tefsirlerde açıklanıyor. Ancak mecâz olmakla beraber, böyle isimlendirildiği de inkâr edilmiş değildir. Ve işte bu mânâda zufur, bizim tırnak tabirimize uygundur. Daha sonra dilimizde tırnak, böyle hepsinden genel olduğu ve tek tırnaklı, çatal tırnaklı da denildiği halde, mutlak sûrette "tırnaklı hayvan" sözünden örfte kedi köpek vb. yırtıcı hayvanlar akla gelir. Fahruddin Râzî bu âyette de bu mânâsının anlaşıldığını söylemiş ve "zî-zufur"u mıhlebli yırtıcı hayvanlar ve kuşlar ve avcı hayvanlar ile tefsir etmiştir. İbnü Abbas, Mücahid, İbnü Cübeyr, Katâde ve Süddî'den ise bunun aksine deve ve deve kuşu, ördek, kaz vb. gibi parmakları açık olmayan hayvanlar diye nakledilmiştir ki, Zeccâc'ın tercihi de budur. İbnü Zeyd, bundan maksadın, bilhassa deve olduğunu; Dahhâk ise deve kuşu ve yaban eşeği olduğunu söylemiştir. Gerçi bu tahsisler âyetin geneline göre zayıf ise de, bunları da kapsadığını açıklamış olması bakımından özel bir önemi vardır. Kelbî, "kuşlardan her mıhlebli, hayvanlardan her hâfirli, yırtıcılardan her azı dişli" demiştir. Kutebî "burada zufur, hâfir yerindedir. Buna hayvanlardan her hâfiri bulunan dahil olur. Hâfire istiâre yoluyla zufur adı verilmiştir" demiş; Sa'leb, "avlanmayan zufurlu, avlanan mıhleblidir" demiş; Nakkaş da: "Bu değişmez değil, çünkü aslan zufurludur" demiş. Zemahşerî de: "deve, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar gibi parmaklı olanlar" diye tefsir etmiştir ki, birçok tefsircinin tercihi de budur. Ve bunda beygir gibi tek tırnaklılar dahil değildir. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre tabirinin deveyi kapsaması çoğunluğun görüşüdür. Fakat, isterse mecaz olsun hâfir'e de zufur denildiği inkâr edilmiş değildir. Bundan dolayı bizim anladığımıza göre sığır ve koyun dahil olmamak üzere gerek beygir gibi tek tırnaklı olsun, gerek parmak veya parmak belirtileri bulunsun, tırnağı bulunan hayvanların genelini kapsamış olmalıdır. Çünkü burada zufurlu, sığır ve koyun ile karışık gibi zikredilmiştir. Yahudiler, geviş getirmekle beraber çatal tırnağı bulunan hayvanların helal ve bu iki özellik bulunmayan hayvanların haram olduğunu söylemekte olduklarına göre sığır, koyun, keçi ve benzeri gibi hem geviş getiren, hem çatal tırnaklı olanlardan başkası kendilerine haram olmuş oluyor. Bu şekilde deve geviş getirse de çatal tırnaklı olmadığından; domuz çatal tırnaklı ise de geviş getirmediğinden; beygir, eşek, katır vesairede ikisi de bulunmadığından haram oluyorlar. Genel olarak kuşlar ve balıklarda dahi bu iki özellik bulunmadığından onların da haram olması gerekiyor. Halbuki balık haram kılınmamış olduğu için, yahudilerin kendi ifadeleri, kendilerine haram kılınanların tarifi konusunda doğru değil demektir. Şu halde Kur'ân'da balıkları kapsamamak ve sığır ve koyun karşılığı olmak üzere buyurulması, hem bu yönü hatırlatma, hem de yahudiler hakkındaki haram kılmanın kapsamının çokluğunu ve baskının şiddetini açıklamış olma bakımından, domuz ve yırtıcı hayvanlarla birlikte tek tırnaklıların, devenin ve bütün kuşların da kendilerine haram kılındığını göstermektedir. O halde mânâ şudur: Yahudilere sığır ve koyun dahil olmamak üzere diğer tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. sığır ve davardan da her ikisinin iç yağlarını, don yağlarını onlara haram ettik. Ancak her ikisinin sırtlarının veya bağırsaklarının taşımış olduğu yağlar yahut bir kemiğe karışmış olan yağlar -ki kuyruk yağı böyledir- bu üçü haram kılınmadı. Şu halde onlara haram kılınan sığır ve davar iç yağları, gömlek yağı denilen don yağıyla böbreklerin taşıdığı yağlar demek olur. Yahudilere olan bu yasağı saldırganlıkları sebebiyle onlara ceza olarak yaptık, yoksa aslında bunların hepsi kendilerine haram değildi. Bir zamanlar bıldırcın etleriyle beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık ve zulümleri; peygamberleri öldürme, faiz alma, hak yolundan engelleme, haram yeme, helalı haram, haramı helal sayma gibi saldırganlıklarından dolayı, sonradan kendileri birçok temiz rızıklardan mahrum edildiler. "Yahudileri yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı, kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık." (Nisâ, 4/160. âyete bkz.) Ve muhakkak ki biz doğru söyleriz. Haber vermede de, iyi ve sakındırıcı şeyleri vaad etmede de doğru söyleriz. Şu halde böyle saldırganlığa ceza olarak "yasak" haberi ve uyarısının da doğruluğunda şüphe yoktur. Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal sayanlar, sonunda baskı ve mahrumiyetle (yoksunlukla) cezalanırlar.
147- Bunun için ey Muhammed. Seni yalanlarlarsa -özellikle yahudiler- "Hayır, bize haram kılınanlar böyle değildi veya bu yasaklama, saldırganlığımızın cezası olarak değil, ta aslından böyleydi. Bu haram kılma ve ceza vahyi, bu haber ve tehdit yalandır" diyecek olursa "İsrailoğullarına bütün yiyecekler helaldi..." (Âl-i İmran, 3/93 âyetine bkz.) De ki Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Zorlamayı ve baskıyı sevmez; her günaha karşı sorgulayıp cezalandırmaz, tevbeyi kabul eder, rahmeti öfkesinden geniş ve öncedir. Bununla beraber günahkârlar topluluğundan O'nun şiddetli baskısı ve azabı geri çevrilemez, uzaklaştırılamaz. Genellikle günahkârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günahta devam ettikleri halde sonunda o geniş rahmetten yoksun ve bir azaba mahkum olurlar ki, bu red ve inkâr edilemez. Şu halde saldırganlığa ceza olarak yasağın genelleştirilip şiddetlendirilmesi inkâr olunamayacağı gibi, o geniş rahmet ile başlangıçta kazandıkları genişlik ve serbestliğe güvenip aldanarak hakkı yalanlamak sûretiyle büyük suç işleyen günahkârlar da, başlangıçta cezalandırılmasalar bile, sonunda ilâhî baskı ve azab ile, genişlikleri darlığa, seçme serbestlikleri de zorlamaya dönüşerek şiddetli azabı tatmaya mecbur olurlar. Ve bundan kurtulmaya imkan bulamazlar.
Sözün kısası, Yüce Allah'ın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkârlara er veya geç azabı da kesindir. Şu halde Allah'ın iradesini ilgilendiren şeylerin bazılarının ceza ve azab olduğu da muhakkaktır. İlâhî takdirde insan için serbestlik de var, zorlama da vardır. Yukardan beri anlaşılageldiği ve özellikle âyetiyle özetlendiği üzere, ilâhî, buyruklar, emir ve yasak, helal ve haram, sevap ve ceza mecburiyette değil serbestlikte vardır. Tâat, bu buyruklara serbestçe uymak; günah ise bu buyruklara yine serbestçe karşı gelmektir. Böyle serbest davranışları ve kulun dilemesini yaratmayı takdir, İlâhî iradeyi, kulun iradesine bağlamak ve tertib demek olduğundan, bunlar da kaza ve kaderdir, sırf zorlama değildir. Gerçi Allah dilemeyince kimse bir şey yapamaz. Ancak, suçun takdir edilmesi ve ilâhî iradeye yakınlığı Allah'ın rızası değil, suçlunun rızası bakımındandır. Nitekim "Ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler.." (En'âm, 6/113) buyrulmuştur. Rahîm olan Allah, günaha razı olmadığı için ona ceza ve azab takdir ettiği şeyleri de günah olarak takdir eylemiş. Bunları seçebilmek için insanlara anlama ve sezme yeteneği, peygamber, kitab, akıl ve hikmet de vermiştir. Buna karşı günahkârın arzu ettiği suç ve günaha izin vermesi de, günaha rızasından değil, kulun rızasını yerine getirme ve dilediğini gerçekleştirerek sorumluluğunu ortaya koymak içindir. Ve bu isteğin yerine getirilmesi, kulun rızası olduğu için, başlangıçta bir rahmet ve fakat, o günah, Allah'ın hoşlanmadığı ve katında cezayı gerektiren bir iş olduğu için de sonuç itibariyle bir azabtır. Ve bundan dolayıdır ki, Allah'ın suçlulara zaman tanıması ve dileklerini yerine getirmesi, sonuç olarak onlara acil cezadan daha büyük ve önlenmesi imkansız bir azab ve cezaya terk ve rıza demek olduğundan "İşte kâfirlere yaptıkları, öyle süslü gösterilmiştir" (En'âm, 6/122), "Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları, uydurdukları şeylerle başbaşa bırak." (En'âm, 6/112), "Allah isteseydi ortak koşmazlardı." (En'âm, 6/107) buyurulmuştur. Madem ki Allah'ın dilediği şeyler arasında rahmete karşılık ceza ve azab da muhakkaktır, o halde Yüce Allah'ın her irade ve yaratmasının, her yönden rızasını gerektirdiği ve sakıncasının bulunmadığı söylenemez. Allah'ın rızasının delilini iradesi hakkında değil, emir ve yasağında aramalıdır. Şu halde "Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." buyurulduğundan dolayı "Allah istemeseydi filan günah yapılamazdı; mesela yalan söylenemezdi; o halde günahta, yalan söylemekte sakınca yoktur, Allah buna razıdır" şeklinde bir yaklaşımla Allahın açıklamalarını yalanlamaya kalkışmak, bile bile ateşe atılmaktır.
148-Böyle iken bu inkâr, mümkün olmayan ilâhî tebliğlere karşı o şirki alışkanlık edinmiş olan müşrikler, "Allah dilemiş olsaydı ne biz ne de atalarımız müşrik olmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık" diyecekler. "Diyecekler" buyrulmasından anlaşılıyor ki bunlar, bunu, bu âyetlerin inmesi sırasında daha söylememişler, fakat bundan sonra muhakkak söyleyecekler ve bu onların gelecekte bir küfürleri olacaktır. Şu halde bu âyet, öncekiler gibi onların geçmişteki olaylarını değil, gelecekteki sözlerini, suçlarını, olmadan önce haber verme ve cevabını göstermedir. Gerçekten müşrikler daha sonra bunu söylemişler ve bu haberin doğruluğu da gerçekleşmiştir. Nitekim Nahl sûresinde "Allah'a ortak koşanlar, 'Allah isteseydi ne biz, ne de atalarımız, O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık' dediler." (Nahl, 16/35) âyeti mâzi siğasıyla bu gerçekleşmeyi açıklamıştır ki, bunlar, Kur'ân'ın, Allah katından gerçek bir vahy olduğunu apaçık göstermektedir. Yani müşrikler bu doğru delillere karşı şirk ve haram kılmadan vaz geçmemek ve seni yalanlamak için tutunacak hiçbir şey bulamayacak ve ancak şirk ve haram kılmama kötülüğünü inkâr ve Allah tarafından tasvibini iddia ederek diyeceklerdir ki: "Allah, bizim müşrik olmamızı ve bahsedilen ürün ve hayvanlardan hiçbir şeyi haram kılmamamızı dilemiş olsaydı biz bunları yapamazdık; ya bize seçme hürriyeti vermez, hepimizi imana mecbur kılar veya bize yardım eder, imanı tercih ettirir ve daha ne yapar yapar şirk ve haram kılmaya engel olurdu da ne biz, ne de atalarımız müşrikliği ve o haram kılmayı istesek de istemesek de yapamazdık. Fakat biz bunları atalarımızdan beri yaptık. Demek ki şimdiye kadar bizim hakkımızda Allah, geçmişimiz için bunun zıddını dilememiş, bizim dilediğimiz bu müşrikliği ve haram kılmayı dilemiştir." İşte bu şartlı önermenin anlamı ve mantıkî sonucu budur. Ve bu kadarla bu söz doğrudur. Ve "Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." ilâhî sözünün mânâsıdır. Bundan doğru bir sonuç almak gerekince, "artık ne yapalım cezamıza razıyız" demek gerekir. Fakat sözün gelişinden anlaşıldığına göre, onlar bunu itiraza bahane ederek "Madem ki geçmişimiz için Allah başka dilememiş, böyle dilemiş ve biz böyle yapmışızdır; demek ki bunlar bizim rızamız gibi Allah'ın da rızasına uygundur. Ve yalnız bir uydurmamız değil, Allah'tandır. Çünkü Allah razı olup dilemesiydi biz nasıl iftira eder, yalan söyleyebilirdik; o halde geleceğimiz için de bunda bir sakınca yoktur.
Şu halde şirk ve haram kılmanın yasak ve suç olduğuna inanmayız, önce yaptık yine yaparız; eğer bunda bir kötülük var da Allah razı değilse, bundan böyle bizi zorla ve fiilen önlesin, yoksa biz kendi isteğimizle vaz geçmeyiz" gibi bâtıl bir sonuç çıkarmak isteyecekler ve böyle derken, her yaratmayı dilemenin, mutlak rızayı ve sakıncasız olduğunu ve kaderin zorlamayı gerektirmeyeceğini; olayların hepsinin ve mümkün olan her insan fiilinin onun lehine ve çıkarına olmadığını ve mesela Allah'ın iradesiyle ateşin insanı yakabildiğini ve zehirlerin öldürübileceğini; aynı şekilde Allah, bir yalancının yalan söylemesine ve bir iftiracının iftira etmesine müsaade etmiş olmakla, yalanın gerçek olmayacağını ve bunun gibi, yaratma ve ilâhî irade ile, müşrikin şirke ve haram kılmaya imkan bulmasından şirk ve haramın da aslen sabit olması gerekmeyeceğini ve dün sakıncası görülmeyen bir şeyin veya fiilin, yarın sakıncalı görülebileceğini; geçmişte fiilen gerçekleşen olaylara bakarak, İlâhî irade ve kaderin hükmü bir dereceye kadar bilinmiş olsa bile, geleceği ilgilendiren ilâhî takdirin ve kaderin hükmünün, insanlar için gizli ve bilinmeyen olduğunu; bununla beraber bu şirk ve haram kılma yüzünden evlatlarını öldürmek ziyanına düşünlerin geçmişleri hakkında da bunların kötülüğünü inkâr etmelerinin yalan olacağını; aynı şekilde yine geçmişte peygamberleri ve Hakk'ın delillerini inkâr edenlerin nice cezalar gördüklerini ve sonra ilâhî iradeyi tek delil kabul ederek, şirki red ile imanı ve helalin tasdikini yalnız ona bağlamak, tevhidin hakikatini ve Yüce Allah'ın tek yaratıcı ve hâkim olduğunu, şirk ve haram kılmaya hiçbir delil ve kanıt bulunmayacağını dolaylı yoldan itiraf demek olduğu halde, tevhidden şirki, helal kılmadan haram kılmayı, iradeden zorlamayı anlama ve isbata kalkışmanın nasıl bir çelişki olduğunu düşünmeyecekler ve anlamak istemeyeceklerdir.
İşte ey Muhammed, böyle -bu yalanlama gibi- yani öyle diyecek olan ve öyle söyleyerek ortak koşmanın ve ürün ve hayvanları haram kılmanın Allah tarafından yasaklanmış ve azab ve cezayı gerektiren suç olduğunu inkâr edecek olan Kureyş müşriklerinin fiilerinden zorunlu yaptırım ile engellenmemiş ve haber verilen ceza ve azabı henüz tatmamış olduklarından dolayı, bâtıl zanlarına göre, varsayımlar ile doğrudan yanlış ve bâtıl sonuçlar çıkararak seni yalanlamaları gibi- dir ki bunlardan öncekiler -yani geçmiş peygamberlerin ümmetleri- ceza ve azabımızı tadıncaya kadar yalanlama işini yaptılar da, sonunda o inkâr ettikleri azabımızı tattılar. Şu halde, o müşriklerin geleceği geçmişe kıyas ederken geçmişte ceza olmadı zannetmeleri de yalandır. Ey Muhammed, sen öyle diyecek olan müşriklere şöyle de yanınızdan bir ilim; delil göstermeğe değer bildiğiniz bir şey var mı ki, bize onu çıkarasınız? Yoksa bu dolaylı yoldan çıkardığınız sonuç ilim değil, cehalettir. Bu söylediğiniz kazıyye-i şartıyye (şartlı önerme) den çıkarmak istediğiniz sonuç çıkmaz. Bununla, şirk ve haram kılmada isabetinizi ispat değil, nihayet gerçekte müşrik olduğunuzu, ürün ve hayvanları haram kılmış bulunduğunuzu ikrar ve yalancılığınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bu sözde ilme değil zan ve kuruntuya uyuyorsunuz. Atalarınızdan beri bu yalan ve iftiraya imkan bulabildiğinizden, yalancılığınızın emri vaki olmasından, yalanın da gerçekte doğru olması gerektiğini ve İlâhî iradeye uygun bulunduğunu varsayıyorsunuz. Ve siz başka bir şey yapmıyor, ancak kendi gönlünüze göre varsayımlarda bulunuyor, yalan söylüyorsunuz. Hakkı ve doğruyu nefsin gerçeğe uygunluğunda değil, gerçeğin nefse uygunluğunda arıyor ve apaçık olan ilmî ve gerçek deliliyle ve ölçüsüyle ölçmüyor, sadece kişisel eğilimlerinizle ölçüyor, nasıl arzu ve tahmin ederseniz hak öyle olur varsayıyorsunuz da, istememeniz, görmemeniz, anlamamanız, inkâr veya değiştirmenizle gerçek değişir sanıp kendinizi aldatıyorsunuz. Hatta kendi eyleminizi ve öznelliğinizi bile tam anlamıyla değerlendirmiyor, serbestçe yaptığınız işlerle İlâhî iradenin, sizin iradenizi takip ettiğini ve bu yüzden birçok hatalar ile üzüntüler, zararlar çektiğinizi düşünmeyip kuru inkâr ile sorumluluktan kurtulacağınızı sanıyorsunuz.
149-Ey Muhammed, şu halde, en kesin ve üstün delil Allah'ındır, de. Yani madem ki siz ilme ve gerçek delillere önem vermeyip hayatınızın istediği varsayımlarda bulunuyor ve delil olmaya değer bir bilginiz olmadan, eyleminizin yalanınızın cezasını inkâr ediyorsunuz, o halde aleyhinizde "O'nun azabı, suçlu toplumdan geri çevrilmez" (En'âm, 6/147) hükmünü uygulamak için suçluluğunuz, iftiracılığınız, yalancılığınız davasını en güzel şekilde ispat edecek, son derece açık, sağlam ve değişmez, bozulması ve geçersiz kılınması mümkün olmayan delil, Allah'ındır. Çünkü Allah, dışta ve içte bu kadar deliller, geçmiş ve şimdiki toplumlarda birçok ibret örnekleri ortaya koymuş ve geniş rahmetiyle size göz, kulak, akıl, anlayış ve dilediğini seçme yeteneği vermiş, Kitap ve Peygamber göndermiş "Doğrusu size Rabbinizden basîretler (gönül gözleri, gerçekleri anlama yetenekleri) geldi. Artık kim gerçeği görürse yararı kendisine, kim de gerçeğe kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bekçi değilim" (En'âm, 6/104) buyurmuş, davranışlarınızın kötülüğünü ve onları rıza veya razı etmeyle hoşlanarak zevkinizle, kazanmanızla ve bu durumda sorumluluğu, lezzeti ve üzüntüyü size ait olmak üzere yarattığını ve bunun sonunda bir haşr ve ceza gününün geleceğini ve zalimlerin kurtulaşa eremeyeceğini anlatıp, bu helal ve haram hükümlerini açıklamak ve sonunda sözünü bildirmek ve sizin bunlara karşı tutunmak isteyeceğiniz bu istidlâlinizin (herhangi bir delile dayanarak sonuç çıkarmasının) boş ve geçersiz olduğunu bildirmiştir. Bir de İlâhî delilin etkisini ve güzelliğini anlamalı ki, siz bunun karşısında tutunacak, söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz da, Allah'a karşı yalnız Onun iradesiyle lehinize delil gösterip sonuca varmak istiyorsunuz; bu ise tamamen sizin aleyhinize bir delildir. Bu bakımdan en kesin ve üstün delil (hucceti bâlığa) Allah'ındır. Çünkü "Allah dileseydi biz bu şirk ve haram kılmayı yapamazdık" demek, Allah'ın iradesine karşı gelebilecek hiçbir irade olmadığını itiraf etmektir. Bu ise Allah'ın ortağı olmadığını ve Allahtan başka ibadet edilecek bir varlık, bir yaratıcı ve mutlak hâkim bulunamayacağını ve bütün şirk davalarının geçersiz olduğunu itiraf etmektir. O halde siz bu istidlâl ile şirk ve haram kılmanın doğruluğunu ispata kalkışmakta çelişki içindesiniz. Kendi davanızı bozup geçersiz kılıyor ve tevhîdi ispat etmiş bulunuyorsunuz; sonra da dönüp bununla şirki ispat ve tevhidi bozduğunuzu zannedip, peygamberi yalanlamaya kalkışıyorsunuz. Şu halde bu ilâhî irade delili sizin lehinizde değil, tamamen aleyhinizde en kesin ve üstün olan İlâhî bir kanıttır. Aynı şekilde şunu unutmamak gerekir ki siz, Allah'ın iradesinin ayrıntısını, geçmiş ve gelecekteki tecellilerini ve alakalarını tamamen bilemezsiniz, onu ancak O bilir. "Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları O'nun yanındadır." (En'âm, 6/59) ve siz, O'nun iradesinden değil, kendi iradenizden sorumlusunuzdur. Ve Allah'ın geniş rahmetiyle bazı fiillerinizde size irade verdiği ve sizin hakkınızda kendi iradesinin bir kısmını sizin iradenize, istek ve kazancınıza bağlı ve ilgili kıldığı ve "Ama kim mecbur kalırsa, başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah yoktur" (Bakara, 2/173) buyruğunca, mükellefiyet ve sorumluluğunuzun bu kısma ait olduğu da muhakkaktır. Allah dilemeden sizin hiçbir şey yapamayacağınız nasıl apaçık ise, Allah'ın bazı şeyleri de sizin dilemeniz üzerine ve sizin rızanız ve isteğinizle yaptığı ve bu şekilde de birçok şeyler yarattığı daha açıktır ki, işte sizin sorumluluğunuz bu noktada, geniş rahmeti ve suçluların cezalandırılması bu noktadadır. İman ve ibadet de bu türdendir. O halde sizin sorumluluğu inkâr etmek için kendi iradenizi bırakıp da Allah'ın, ayrıntısını bilmediğiniz iradesiyle istidlal etmeniz veya Allah'ın sizin iradenize bağladığı iradesini aksine değiştirmeye kalkışıp iradenizi Allah'ın iradesine bağlamanız ve şu halde O dilemeseydi biz müşrik olmazdık; o halde O dilemeyince iman etmeyiz demeniz, Allah'ın tamamen aleyhinizde açık ve kesin bir delilidir. Çünkü Allah'ın iradesini tutanak ediniyorsunuz, hem de Allah'ın dilemediğini diliyorsunuz. Niçin müşrikliği, yalancılığı beğenip tercih ediyorsunuz da, imanda, doğrulukta zorlama istiyorsunuz. Sonra da şirkinizin, iftiranızın cezasını işittiğiniz zaman, Allah imanımızı dilemedi ki, iman edelim, diyerek itiraza kalkışıyorsunuz. Ne biliyorsunuz ki, siz iman etmek dilerseniz Allah dilemeyecekti? Niye bilmiyorsunuz ki, Allah size dileyin dedi de siz dilemediniz? Madem ki irade Allah'ındır, elbette Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, bu muhakkaktır. O halde siz dileseniz de dilemeseniz de şirk, batıl ve müşriklerin kurtuluşa ermeyeceği, günahkârların ve yalancıların ceza göreceği de muhakkaktır. Evet Allah herkese genel olarak doğru yolu dilemiş olsaydı müşrik olsun, olmasın hepinizi doğru yola iletir, imanda başarıya ulaştırırdı. Fakat siz de biliyorsunuz ki, hepinizi doğruya iletmemiştir; kiminiz doğru yolda, kiminiz sapıklıktadır. Ayrıntıların belirlenmesinde ihtilaf etseniz bile, şunda ittifak edersiniz ki, karşı çıkan çıkmayan (muhalif-muvafık), inanan ve inkâr eden hepiniz doğru yolda değilsinizdir. Demek ki Allah hepinizin genel hidayetini, topluca doğru yola ulaşmasını dilememiş, hidayet isteyene hidayet, sapıklık isteyene de sapıklık dilemiştir. Şu halde ilâhî irade de bir kısmınızın, yani doğru yolda olmayanların kurtuluşa ermeyeceği ceza ve azab göreceği belli ve muhakkaktır. O halde ceza ve azabı inkâr edenler doğru yolda değildirler. Ve bunların ceza ve azab göreceklerini red ve inkâr etmek de mümkün değildir. İşte bu hususta ilâhî irade ile istidlalden alınacak doğru sonuç budur. Yoksa müşriklerin, suçluların ve yalancıların gerçekte var olmalarından, yani Allah'ın bunları yaratması ve kendi dilekleri olan suçluluklarını irade etmiş olmasından o suçun, o yalanın, o şirk ve haram kılmanın da Allah'a ve Allah'ın emrine, rızasına isnad edilmesi gerekmez. Allah katında suçlunun suçluluğu muhakkak, suçu ve suçunun cezası da muhakkak; yalancının yalancılığı muhakkak ve ilâhî iradeye uygundur, rızasına uygun değildir. Fakat söylediği yalanın anlamı pratikte gerçekleşmez. Allah'ın ne iradesine, ne de rızasına uygun değildir. Çünkü yalanla ilâhî irade ilgili olsaydı yalan olmaz gerçek olurdu. İşte şirk ve haram kılma, ürün ve hayvanlar da böyledir. Müşrik var, suçu da var, cezası da vardır. Bunlarla ilâhî iradenin ilgisi vardır, fakat müşriğin iddia ettiği, Allahın ortakları olması ve haram yalandır.Bunlarla ilâhî iradenin ve ilâhî rızanın ilgisi yoktur. Ceza da bundandır.
150-Ey Muhammed! Allah'ın açık ve kesin deliline karşı hiç delilleri olmayan ve tutunmak isteyecekleri ilâhî irade dahi aleyhlerinde bulunan o müşriklere Haydi bu iddia ettiğiniz haram kılmayı Allah'ın yaptığına tanıklık eden şahitlerinizi getirin de. Yani bu ürün ve hayvanlar atalarımızdan beri Allah'ın iradesiyle haramdır diye müşrik halkı aldatan şeytanlarını ve kodamanlarını da hazır etmelerini söyle ki delilin tebliği tamam olsun. Bunun üzerine eğer gelip "Evet bu ürün ve hayvanları Allah haram kıldı, biz buna Allah için şahidiz" diye tanıklık ederlerse sen onlarla beraber tanıklık etme. Bizim âyetlerimizi yalanlayanların ve ahirete iman etmeyenlerin ve kendilerinin Rabbi olan yüce Allah'a başkasını denk tutanların hiçbirisinin keyiflerine uyma. Yani öyle tanıklık edecek olanlar bütün bu haldedir, hak delilleri yalanlarlar. Yalanda sakınca görmezler, Allah'a bile ortak koşar, haktan saparlar ve böylelerinin yapacağı tanıklık, sırf gönüllerinin keyfinden, yalancı şahitlikten başka bir şey olmaz. Görülüyor ki bu, fasılasıyla bu âyet, sûrenin birinci âyetine bir terci (döndürme) olmuştur. Şu halde "Bu böyledir; çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir." (En'âm, 6/131) gerçeği ve "De ki: Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu (nu)n sonunun kime ait olacağını bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, asla kurtuluşa eremezler." (En'âm, 6/135) iyi ve sakındırıcı şeylerin vaad edilmesi tamamen pekiştirme ve sağlamlaştırma ve inkârcıların geçmişte, gelecekte her çeşit haksızlıkları ispat ve her türlü tutamakları iptal olunduğu bu noktada, baştan buraya kadar özet bir bakışı geriye döndürme daha ihtar edilerek tevhid ve peygamberliğin doğruluğu ve açıklığı en güzel bir şekilde vurgulandıktan sonra, dosdoğru yol olan Allah'ın dininin esasını oluşturan emirler ve yasaklar, bilhassa kapsadıkları haramlık açısından özetlenerek buyruluyor ki:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
151- De ki: Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veriyoruz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları emretti.
152- Yetimin malına yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz). Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Biz kimseye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa âdil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Öğüt alıp düşünesiniz diye Allah bunları size emretmiştir.
153- İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir.
151- Geliniz de size Rabbinizin asıl haram kıldıklarını okuyayım. İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: Bu âyetler diğer mukaddes kitapların hiçbirinden neshedilip yürürlükten kaldırılmamış muhkem ayetlerdir. Bunlar, âdemoğullarının hepsine haramdır. Ve "Kitabın anası olan muhkem (açık anlamlı) âyetlerdir" (Âl-i İmran, 3/7) Bunlarla amel eden cennete girer, etmeyen cehennem. Kâ'bü'l-Ahbar da demiştir ki: Bu âyetler Tevrat'ın başlangıcıdır. Bu şekilde bütün şeriatler bunlar üzerinde toplanmış, bunların Musa Aleyhisselâm'a indirilen "kelimât-ı aşere" (on emir) olduğu da söylenmiştir. Bunu Bükaî isimli eserinde şöyle açıklar: Yani bu âyetler yüce Allah'ın Musa aleyhisselâma yazdığı "elvahı cevher" de ilk yazdığı on âyeti kapsamaktadır ki şunlardır: Şirkten, yalan yere yemin etmekten, ana babaya karşı gelmekten, öldürmekten, zinadan, hırsızlıktan, yalan ve iftiradan, başkasının elindekine göz dikmekten nehiy (yasaklama); cumartesiye saygı ile emir'dir. Görülüyor ki, bu (sayılanlar) dokuzdur. Bütün bunların birincisi de sûrenin başından beri açıklanagelen tek Allah inancıdır ki, bu şirk'in yasaklanması içinde olmakla beraber, üçüncü âyetle bilhassa açıklanıp özetlenmiştir. Şu halde bunlar önce ve sonra bir esasta yer almış olan ve hak dinin esaslarını meydana getiren ve yüzyıllar boyu gelen toplumların değişmesiyle değişmeyen on hükümdür. Şöyle ki: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. İman açısından Allah'a herhangi bir şeyi, hiçbir şekilde ortak iddia etmeyiniz, amel açısından Allah'a isyan ve itaatsızlık olan hususta başkasına itaat etmeyiniz. Ve anne babanıza ihsan, yani baba ve ananıza iyilik ve güzellik ediniz. Burada haramların yani yasakların açıklanacağı söylenmiş iken böyle bir emrin, yasaklamalar arasında ne münasebetle getirilmiş olduğu sorusu akla gelebilir. Fakat, önce haramları aşağıda olduğu gibi okuyayım denilip de birtakım yasaklar ve emirler anlatıldığı zaman, işte o haramlar bu açıklamalar içindeki yasaklardır demek olur. Ve maksadın yalnız haramları değil, onlarla sıkı ilgisi bulunan emirleri de açıklamak olduğu anlaşılır. İkinci olarak, bununla şu da gösterilmiş olur ki, haram yalnız açıkça yasaklamadan değil, bazen emirden de anlaşılır. Bundan dolayı usul ilminde şu kaide tesbit edilmiştir ki: Bir şeye emir, zıddının haram kılınmasını gerektirir, eğer haram kılmamak emirden kastedileni ortadan kaldıracaksa; değilse kerahetini gerekli kılar. İşte gerek bu ve gerek gelecek olan emirleri de hep böyledir. Şu halde "ana babanıza ihsan ediniz" emri, "onları asla incitmeyiniz" nehyini de gerekli kılar. Yani ana babayı incitmek o kadar haramdır ki, akıl ve hayale getirilecek şey değildir. Onlar hakkında ancak ihsan vazifesi düşünülmelidir ve ancak o yapılmalıdır. Üçüncü olarak, bu ifade şekli şuna da işaret eder ki, ana babaya ihsan bu kadar yüksek bir görev olmakla beraber, Allah'a ortak koşmayı gerekli kılmamalıdır. Yani ana baba, evlatlarının Allah'a isyan etmesiyle memnun olacaklar ise, onları bu şekilde memnun etmeğe çalışmak, Allah'a şirk anlamına geleceğinden, yasaklanmıştır ve haramdır. Nitekim Lokman sûresindeki "Eğer onlar seni, hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 31/15) âyeti ve benzerleri ile bu açıklanmıştır.
Yoksulluktan dolayı çocuklarınızı da öldürmeyiniz. Bu da haramdır. Ana babaya ihsan evladın görevi olduğu gibi, evladın hayat hakkına tecavüz etmemek, korumak da ana babanın görevidir. İsrâ sûresinde "Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyiniz" (İsrâ, 17/31) buyrulmuştur ki, buradaki bir delaleti izahtır. Çünkü "fiilen yoksulum, besleyemeyeceğim" diye çocuğu öldürmek haram olunca, fakir değilken, fakir olmak korkusu ile öldürmenin haram olacağı öncelikle anlaşılır. Ve işte bunların her biri bir âyette hükme bağlanmıştır. "Bilgisizlik yüzünden beyinsizce, çocuklarını öldürenler muhakkak ki, ziyana uğradılar..." (En'âm, 6/140) buyruğundan da anlaşıldığı üzere Arap müşrikleri, kız çocuklarını diri diri kabirlere gömüyorlardı ki, buna (kızını diri diri gömmek) tabir olunur. Ve bunu bazısı cahiliye gayretiyle, bazısı da yoksulluk nedeniyle veya korkusuyla yapıyorlardı ve gerçekte asıl sebep bu korkuydu. Bu düşünceyle idi ki, şeytan onlara çocuk öldürmeyi hoş gösteriyordu. Gerçekte evlada karşı meydana gelen bu cinayete çoğunlukla etken olan en önemli sebep, beslemek endişesidir. Bunun karşısında diğer sebepler sözünü etmeyecek kadar hükümsüzdür, azdır. Şu halde bilhassa bu sebebin reddiyle diğer zayıf sebepler ve vehimlerin reddedilmiş olacağında şüphe yoktur. Sonra bu yasak, Arap müşriklerinin kız evladı hakkında âdetlerini, bilhassa amaç edinmekle birlikte, hükmünün onlarla sınırlanmış olmadığı ve çocuk düşürmek cinayetlerini de kapsadığı açıktır.
Kısacası, gerek yoksul olunuz ve gerek zengin, gerek zayıf olunuz gerek kuvvetli, evlada bakmakla yoksul kalmaktan korkup, onları herhangi bir şekilde öldürmeyiniz. Sizi ve onları rızıklandıran, besleyen ve besleyecek olan biziz. Yani siz değilsiniz. O halde rızık elde etmeğe gücünüz yetmemesi nedeniyle açlığa veya ölüme mahkum olduğunuza hükmedip de öldürme cinayetini işlemeye kalkışmayınız. Ve kötülüklere yaklaşmayınız. Gerek açığı olsun, gerek gizlisi. Yani zina ve livâta (homoseksüellik) gibi her çeşit fuhuş, gerek rezil müşriklerin yaptıkları gibi açık genelevlerde olsun ve gerek seçkin denilenlerin yaptıkları gibi dost tutarak gizli bir şekilde olsun, hepsi haram olduktan başka bunların başlangıcı, sebebleri ve yolları da haramdır. Açık veya gizli fuhşu yapmak şöyle dursun, onlara yaklaşmayınız bile. "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür..." (İsrâ, 17/32) buyruğunca, "Fahişe"den anlaşılan zinadır; fakat "fevâhiş" diye çoğul getirilmesi, zina türünden olan her çeşit kötü işi, yani dilimizdeki ifadesiyle her nevi fuhşiyyatı (her tür kötülüğü) kapsadığını ifade eder. Bundan dolayı bazı müfessirler bunu, genel olarak (günah, suç) ile tefsir edip "Günahın açığını da gizlisini de bırakın" (En'âm, 6/120) buyruğuna döndürmüş ise de, gerek âyetin ifade şekli ve gerek rivayet açısından bu mânâ burada pek açık değildir. Özellikle bunun çocuk öldürme ile mutlaka birisini öldürme yasakları arasında söylenmesi gösteriyor ki, bunda da bir öldürme mânâsı, vardır. Yani fuhşiyyat özünde bir büyük suç ve cinayet olmakla birlikte, bir de evlat öldürme hükmündedir. Çünkü zina sonucu doğan çocuk, tehlikelerle ve ölümle karşı karşıyadır, ölü hükmündedir. Nitekim Resulullah azl hakkında bile "Bu gizli bir öldürme (diri diri gömmek)dir" buyurmuştur. Şu halde fuhşiyyatın gizli açık ne kadar katillikleri kapsadığını anlamalı.
Allah'ın haram kıldığı, yani İslâm ile olsun andlaşma ile olsun, kanını korunmuş ve muhterem, katlini haram kıldığı herhangi bir kimseyi de öldürmeyiniz. Ancak sabit bir hak ile olursa başka. Müslüman bir kimse aleyhine bu hak peygamberimizin: "Müslüman bir kimsenin kanı helal olmaz. Ancak şu üç sebepten birisi ile olur: İmandan sonra küfür, evlendikten sonra zina ve haksız yere bir kimseyi öldürmek" hadisiyle açıklandığı üzere üç sebeple sabit olur. Maide sûresinde ise gayri müslimi de kapsamak üzere: "Kim, bir cana kıymamış yahut yeryüzünde bozgunculuk yapmamış birisini öldürürse" (Mâide, 5/32) diye de özetlenmiş ve "Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmağa çalışanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları..." (Maide, 5/33) buyrulmuştur. Bu bozgunculuğun müslümandan ortaya çıkması durumunda hak sebebi dörde ulaşmış olur. Kısaca diğer şeylerde helal asıl, haram ayrı bir delil ile sabit olursa da nüfus bunun aksinedir. İnsan öldürmede asıl olan haram olmaktır. Helal olması ayrı bir delil ile sabit olur.te bu emri ve yasağı, bu beş buyruğu Rabbiniz size tavsiye etti, lütuf ve rahmetiyle kesin bir şekilde emredip ahid verdi. (Nisâ sûresindeki 11. âyetine bkz.) Ki akıl edesiniz. Yani bu yasaklanan haramların kötülüğüne bu tavsiyelerin faydası, aklı olanlar için apaçık ortada olduğundan siz akıllarınızı kullanmakla nefislerinizi bağlayıp bu haramlardan menedesiniz.
152- Ve yetim malına yaklaşmayınız. Hiçbir şekilde saldırmayınız; bu da haramdır. Ancak kuvvetlerine erinceye, rüşdüne ulaşıncaya kadar -koruma, artırma ve zamanında teslim gibi- en güzel şekilde yaklaşma -mümkün olan en güzel velâyet ve vesayet- müstesnâ. O zaman "Eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen mallarını kendilerine verin." (Nisâ, 4/6. âyete bkz.) Ölçüyü ve teraziyi denk ve tam tutunuz. Hem eksik veya fazla ölçü kullanmayınız, hem de ölçer ve tartarken eksik veya fazla yapmayınız, ağdırmayınız ki, eksiği fazlası haramdır. Şu halde yetim malı olmasa bile başkasının hakkına tecavüz de haramdır. Şu kadar ki biz bir kimseye gücünden başkasını teklif etmeyiz. O halde adalet ve eşitlik aslında zor bir şey ise de, buna da gücünüz kadar uymakla yükümlüsünüz, gücünüzün yetişmediği affedilmiştir. Ve söz söylediğiniz zaman âdil olunuz. Yani gerek hüküm vermede, gerek şahitlikte ve gerekse herhangi bir hususta bir söz söylediğiniz zaman hakkını, doğrusunu söyleyiniz. Adalet ve hakka aykırı söylemeyiniz ki, bu da haramdır. Lehinde veya aleyhinde söyleyeceğiniz kimse isterse akrabanızdan olsun. Yine doğru söyleyiniz, taraf tutmayınız. Ve Allah'ın ahidlerini yerine getiriniz; gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah'a veya Allah adına başkalarına verdiğiniz ahidleri, nezirleri, yeminleri, akidleri, geçerli olan her çeşit taahhütleri tamamen yerine getiriniz- Ahdi bozmak da haramdır. Görülüyor ki, bu emirden anlaşılan vücûb ve zıddının haramlığı, iman ve amel hududunun kapsadığı her çeşit emirleri ve yasakları ile bütün ahidleri içine almaktadır. Şu halde "günahın açığını da gizlisini de bırakın" emri ve buraya kadar geçen ibadetler, helal ve haram vs. hükümleri hep burada dahildir. İşte bunları, bu teklifleri Rabbiniz size tavsiye -ve te'kîden emir- etti ki öğüt alıp düşünesiniz. Bunları iyice hatırınızda tutasınız ve içindeki derin kapsamı düşünesiniz ve gereğini yerine getiresiniz.
153- Ve işte bu, yani yukarıdan beri açıklanagelen tek Allah inancı ile şu iki âyette Allah'ın tavsiye ettiği bu emirler ve yasaklar, bu on hüküm benim dosdoğru yolumdur. Doğrudan doğruya tuttuğum yolum; caddem, dinimin esası ve açık ve geniş yolumdur. Bunun için siz de buna, bu benim yoluma uyunuz ve türlü türlü yollara gitmeyiniz. Çeşitli dinler, mezhepler, bid'at ve sapıklık olan çeşit çeşit yollar arkasında dolaşmayınız ki Sizi parça parça edip Allah yolundan dağıtmasın. Dârimî'nin Müsned'inde de kaydedildiği üzere İbnü Mes'ud Hazretleri demiştir ki: "Resulullah bize bir düz çizgi çizdi, 'bu rüşd yoludur' dedi. Sonra bunun sağından ve solundan birçok çizgiler daha çizdi 'bunlar da birtakım yollardır ki, her birinde bir şeytan vardır, ona çağırır.' dedi. Sonra da bu âyetleri okudu". Kısaca Allah'a gidilir sanılan birçok yollar vardır. Nitekim "Allah'a yol, yaratıkların nefisleri kadardır, yani o kadar çoktur" denilmiş. Fakat bütün bunların içinde gerçekten Allah yolu, Allah'a ulaştıran ve Allah'ın koyduğu, Allah ve elçileri tarafından davet olunan hak yol, doğru yol bir tanesidir ki, taraftarlarını toplayan, birleştiren, dağıtmayan, aldatmayan tevhid yoludur. Herhangi bir hususta hak birdir, bâtıl çoktur. Gerçi her bir olanın hak olması gerekmezse de, hak mutlaka birdir. Çeşitli yer ve zamanlarda hakkın hükmü farklılık gösterebilir. Dün hak olanın her zaman için hak olması gerekmez. Batıdaki bir kimse için hak olanın, doğudaki için de hak olması gerekmez. Ve bu şekilde hak çok olur gibi zannedilebilirse de her birinde hakkın hükmü birdir, çok olmaz. Şirk, kökünden bâtıldır. Sonra hiçbir zaman farklılık ve değişiklik göstermeyen ve ilâhî dinlerin, semavî kitapların hiçbirinde nesh edilmiş olmayıp hepsinde emir ve tavsiye edilmiş olan birtakım asıl hükümler vardır ki, bütün dinler bu noktada ittifak eder. İşte yukarda açıklanan on hüküm de bu çeşittendir. Bu âyetle açıklanıyor ki, bu emirler ve yasakların ilgisi yalnız muhataplara mahsus değil, Hz. Peygamberi de kapsar. Ve Resulullah bunları sürekli olarak yerine getirmiştir. Yüce Allah'ın öteden beri emri ve tavsiye ettiği bu prensipler, Peygamberin doğrudan doğruya tuttuğu yoldur. Ve Peygamberin tuttuğu yol Allah yoludur. Ve Allah yolunu bulmak isteyenler, Peygambere uyup, bunları tutmalıdır. Ve bunun esası "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayınız" buyruğunca tek Allah inancında birleşmektir. Bu birleşme de Peygambere uymakla gerçekleşir. Çünkü "Allah'a verdiğiniz sözü tutun" emri, ancak bu şekilde uygulanır. Bu hükümleri yerine getirmeyen ve bunlardaki haramlardan kaçınmayan; yani Allah'a ortak koşan veya ana babaya kötülük eden veya evladını öldüren veya fuhuş ve kötülük yapan veya haksız yere insan öldüren veya yetim malına el uzatan veya ölçüyü, teraziyi denk ve tam tutmayan, başkasının hakkına tecavüz eden veya söz söylediği zaman adalet ve haktan ayrılan veya Allah'ın ahidlerini yerine getirmeyen veya Peygamber yoluna uymayıp, türlü türlü yollara saparak tevhidden ayrılan kimseler ayrılığa düşer , perişan olurlar. İşte bunu, Peygamber yoluna uymak ve diğer farklı yollara uymamak hususunu Allah size tavsiye etti ki korunasınız. Kötülüklerden sakınıp ayrılık ve aykırılıktan kurtularak tevhid dairesinde İlâhî korumada bulunasınız. Çünkü ittifak (birlik), ilâhî bir kuvvettir. Birlik olanlar, ayrı olanlara daima üstün gelirler. Fakat bâtılda ve kötülükte birliğin hükmü de çabuk kaybolmaktır. Gerçek kuvvet, hakta birleşmektir. Bu da Peygambere uymak ve bu esaslara tutunup, daima birlik yönünü tutmakla olur.
Evet bunları böyle öteden beri tavsiye ettik:
Meâl-i Şerifi
154- Sonra iyilik edenlere(nimetimizi) tamamlamak, her şeyi açıklamak ve doğru yola iletici ve rahmet olmak üzere Musa'ya Kitab'ı verdik ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına inansınlar.
154-Evet onları önde ve sonda tavsiye ettik. Sonra da Musa'ya kitabı -Tevratı- tamamen yaptığı ihsan üzerine -yani o tavsiye olunan hükümleri güzel bir şekilde tebliğ ve tatbik etmesi üzerine- yahut gerek Musa ve gerek ona uyarak güzel ahlâk edinen, yaptığını güzel yapan ve bu şekilde o tavsiyeleri de güzelce uygulayan herhangi bir kimseye nimeti tamamlamak ve her şeyi açıklamak, yani Allah'ın ahidlerini yerine getirmek için dinde muhtaç oldukları her şeyi, ayrı ayrı açıklamak ve bir hidayet ve rehber ve bir rahmet olmak için verdik ki onlar -Musa'nın toplumu olan o İsrailoğulları- Rablerinin, yani yüce Allah'ın huzuruna varacaklarına iman ederler. Öldükten sonra dirilmeye inanıp mükafat ve cezayı tasdik ederler. Bu böyle iken, yahudiler saldırganlıklarının cezasını nasıl yalanlarlar?
Tevrat böyle olduğu gibi şimdi:
Meâl-i Şerifi
155- İşte bu (Kur'ân) da mübarek bir Kitap'tır. Onu biz indirdik. Ona uyun ve Allah'tan korkun ki, size rahmet edilsin.
156- (Onu size indirdik ki:) "Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa (yahudi ve hıristiyanlara) indirildi; biz ise, onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk)" demeyesiniz.
157- Yahut: "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk", demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.
155-156- İşte bu da, bu Kur'ân da büyük bir Kitaptır. Bir Kitap ki, onu biz indirdik. Bir Kitap ki, mübarek, feyz ve bereketine sınır yoktur. Şu halde buna uyun ve karşı gelmekten sakının ki rahmetimize erebilesiniz. Biz bunu indirdik ki Kitab ancak bizden önceki iki topluma -yahudi ve hıristiyanlara- indirildi. Ve şüphesiz biz onların öğretiminden kesinlikle habersizdik; o kitabın anlattığı bilgi ve hükümlerden habersiz bulunuyorduk, demeyesiniz, kıyamette böyle özür beyan etmeyesiniz. Yani yukarda tavsiye edilen genel hükümleri bildiren Kitabın şu topluma veya bu topluma indirilmiş olması, o Kitabın sadece onlara ait olmasını ve hükümlerle yalnız onların yükümlü olmasını gerektirmez. Gerçi Kitabın inmesinden hiç haberi olmamak bir özür oluşturursa da, yahudilerin Tevrat'ında ve hıristiyanların İncil'inde olduğu gibi, bir defa iniş gerçeği duyulup yaygınlaştıktan sonra "Biz O kitabın dilini bilmiyoruz, okuyup anlayamayız ve konuları da her zaman bilmiyoruz" diye özür ileri sürmek de caiz olmaz. Bir Kitabın inişi duyulduktan sonra, her toplumun onu öğrenmesi ve genel hükümlerini bellemesi mümkündür. En azından o toplum içinde bazıları, onun dilini ve anlaşılması için gereken şartlarını, imkan ölçüsünde öğrenip, diğerlerine de sözlü veya yazılı olarak tebliğ edebilirler. Arap müşrikleri arasında da söz konusu hükümleri kapsayan semavî Kitaplardan bir veya iki Kitabın, daha önce iki topluma inmiş bulunduğu ve bu şekilde yahudi ve hıristiyanların Ehl-i Kitab oldukları biliniyordu; bununla beraber onlar, bunların genel hükümlerinden habersiz bulunuyordu. Bu habersizlik, onlar için aslında müşriklikte ısrar açısından bir özür olmamakla birlikte, okuyup yazmaları, mektep- medreseleri olmayan ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir toplum olduklarından dolayı, Arab müşriklerinin çoğunluğuna nisbetle, bu habersizlikte bir özür şüphesi bulunabilirdi. İşte herkese feyz ve bereket ve rahmetin genelleştirilmesi için indirilen Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesi,
Kıyamet gününde, o haşr ve neşr, o ceza ve azab gününde, bu gibi özür ve bahanelere imkan bırakmamak ve kitabın hükümlerinin sadece indirildiği topluma has olmadığını, onun inmesi işitildikten sonra onu okuma ve okutmasıyla, öğretimiyle uğraşmayıp, hükümlerinden habersizliğin bir özür sayılmayacağını kesin bir şekilde anlatmak gibi bir hikmeti de taşımaktadır.
157-Bu mübarek Kitap indirildi ki, yarın ahirette öyle özür beyan etmeyesiniz veyahut Bize Kitap indirilmiş olsaydı muhakkak biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk. Daha iyi anlar, daha iyi uygular, daha doğru giderdik demeyesiniz. Gerçi Kitabın hükümleri geneldir ama, ne yapalım ki, kendi dilimizde olmadığından biz onlar kadar olamadık, yoksa bu halimizde bile birçok hususlarda zekamızı, üstünlüklerimizi göstermiş olan bizlere, bir de kendi dilimizde bir kitap verilmiş olsaydı, neler yapmaz, ne başarılar göstermezdik! Ne çare ki Allah vermedi, diye özür ve övünmeye kalkışmayasınız. Artık muhakkak ki size Rabbinizden, benzersiz bir beyyine (açık delil) ve büyük bir hidayet rehberi ve rahmet geldi. Bunun üzerine Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve insanları onlardan çeviren; hem doğru yoldan sapmış, hem de başkalarını saptıran kimselerden daha zalim, daha haksız kim olabilir? Halkı, âyetlerimizden çevirenleri, bu çevirmeyi, sapıtmayı âdet edindiklerinden dolayı azabın kötüsüyle cezalandıracağız.
Bunlar, böyle sapıtmayı alışkanlık edinenler:
Meâl-i Şerifi
158- (İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabbinin (azab) işaretlerinin geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyin; biz de beklemekteyiz."
158- Onlar başka bir şeye değil, ancak kendilerine o meleklerin, "Melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın!' (der)" (En'am, 6/93) buyruğunca, ellerini uzatıp canlarınızı çıkarın bakalım diyecek olan ölüm veya azab meleklerinin gelmesine yahut Rabbinin gelmesine, kıyamet kopup "Melekler sıra sıra dizili olduğu halde Rabbin geldiği zaman, ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr, 89/22-23) buyruğunca, haklarında en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasına, veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesine "Üzerimize gökten taş yağdır" (Enfâl, 8/32), "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin" (İsrâ, 17/92) dedikleri şekilde başlarına taş yağması veya göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyamet alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok olmaya delalet eden ve kendilerini inanmaya mecbur edecek olan birtakım alametlerin gelmesine bakarlar, bunlardan birisi olmayınca iman etmezler. Fakat O gün ki, Rabbinin bazı âyetleri gelecektir. Ondan önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o günkü imanı fayda vermeyecektir. Can çekişme halinde olduğu gibi o gün artık teklifin zamanı geçmiş, sorumluluk zamanı başlamış, iman ile kazanılması mümkün hiçbir hayır kalmamış olur. "Hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı" (Mümin, 40/85) buyruğu üzere cezanın açıkça görüldüğü böyle yeis (ümitsizlik) zamanında iman kabul edilmez ve hiçbir fayda vermez. İmanın kabul olunması hazır ve gözle görülende değil, gayb ve gelecekle ilgili olmasında, âşikâre değil delilli olmasında ve gelecek için bir hayır kazanmağa imkan bulunacak kadar önce bulunmasındadır. Olacak olmaya başladıktan sonra inanmakta fayda yoktur. Olacağa, olmadan önce inanmalı ki, zararından kurtulmak için işe yarayacak hazırlıkta bulunulabilsin. Mesela "Bir gün gelecek ki, inkârcıların, yalancıların, kötülerin, suçlu günahkârların cezası verilecek; bir gün gelecek ki, alım satım olmayacak, dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse kimseden bir iyilik görmeyecek" denildiği zaman, "Öyle şey mi olur, hele bakalım, o gün gelsin de çaresine bakarız" deyip de inanmayan, inanıp da öyle bir güne yarar bir iyilik kazanmayan kimseler, o günün geldiğini görüp, içine düştükleri zaman, ister istemez inanırlarsa da, o gün bu imandan kendileri için hiçbir fayda olmaz, iş işten geçmiş bulunur. Kısaca, Yüce Allah'ın iki türlü "âyetleri" vardır. Bir kısmı gelecekteki olayları yokluklarında, yani gerçekleşmeden önce haber verip bildiren âyetler ve delillerdir ki, sonunda faydası olacak iman, bu âyetleri onaylayıp inanmaktır. Ahiret bununla kazanılır. Peygamber, Kitap, ilim bu âyetlerdendir; mümin ve kâfir farkı bu âyetlere göredir. Yüce Allah'ın diğer bazı âyetleri de vardır ki, bunlar olayların fiilen gerçekleşmeye başladıklarını ve ilâhî kudretin halen tecellisini gösterirler ve önceki âyetlerin tercümesi ve tasdikçisi doğrulayıcısı olurlar. Bunlar gelince hükmünü zorunlu olarak yerine getirir, inanmama ihtimali kalmaz, fakat inanmanın faydası olmaz. Bundan kurtulursa önce haberi olup da inanan ve ona göre korunabilenler kurtulurlar. Şimdi, önceki âyetler türünden olan Kur'ân'ın bu âyeti ve bu bölümü bu şekilde gösteriyor ki, bu ikinci kısım âyetler de bir gün olup gelecektir. Ve bu gün bu âyetleri yalanlayan ve halkı doğru yoldan saptıranlar o gün o inanmadıkları olayları görüp inanacaklar, fakat onlara olmadan önce iman etmeyen veya imanında bir hayır kazanmayanlara o gün imanları hiçbir fayda sağlamayacaktır. Şu halde imanlarından kesin olarak yararlanabilecek olanlar o günden önce iman etmiş ve imanında hayır kazanmış olan, yani iman ile ameli salihi toplamış bulunanlardır. Bununla beraber, önce iman etmiş, fakat bir hayır kazanmamış olanlar, aynı şekilde sonraki imanın da olsun bir hayır kazanmaya imkan bulmuş olanların imanlarının faydasız kalmayacağı da anlaşılıyor, Çünkü cümlesi cümlesine atfedilmiştir. Bu şekilde nefyi, imanın öne geçmesi veya imanda hayır kazanmak, bu ikisine tekrar ile müteallık olarak nefse sıfat olduğundan o gün, ne imanın öne geçmesi, ne de imanda hayır kazanmak, hiçbirisi bulunmayan kimseye imanın faydası olmayacağını ifade eder. Şu halde hem imanın öne geçmesi (önceden iman edilmesi), hem imanda hayır kazanmak, ikisi veyahut en az birisi bulunan o gün, Mu'tezile'nin dediği gibi imanı fayda etmez denemeyecektir. Aksine, mefhum-ı muhalifinden (zıt anlamından), bunların birisinin bile faydadan uzak olamayacağı anlaşılır. Zıt mânâ ile istidlâl (delil göstererek sonuç çıkarma) caiz olmadığına göre, bunlardan birinin faydası bu âyet ile ispat olunamazsa da bu âyet ile inkâr da edilemez. Bununla beraber diğer âyetlerde ve hadislerde bunlardan birinde de faydadan uzak olmayacağını gösteren delaletler yok değildir.
Burada şu noktayı da hatırlatmağa değer buluyoruz: Görülüyor ki âyette cümlesinde kaydı var, buna atfedilen cümlesinde bu kayıt yoktur. Usûl ilminde ve Arapça kitaplarında da açıklandığı üzere, matufun aleyhin kaydını ma'tufta da gözönüne almak zorunlu değildir. "Âlim olan Zeyd ve Amr bana geldi." denildiği zaman Amr'ın da âlim olması gerekmez. Böyle olduğu halde Keşşâf ve diğer birtakım tefsirciler bunu; "Yani, önce iman etmemiş veya etmişse de o imanda bir hayır kazanmamış bulunan kimseye o günkü imanı yarar sağlamaz" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun özeti, âyeti "daha önce iman etmemiş veya imanında daha önce hiçbir hayır kazanmamış..." mânâsında düşünmektir. Bunda ise hayır kazanmak kısmında bile imanın o günden önce olması şart koşulmuş, fakat hayrın kazanılması da o günden önce olmakla şart koşulmamış demek olur. Şu halde imansız hayır, faydalı olamazsa da, eskiden imanı olan, o gün bile imkan bulur bir hayır kazanabilirse faydasını görmesi düşünülebilir. Gerçekte Akaid âlimleri, yeis halinde iman kabul edilmezse de, yeis halindeki tevbe kabul olur demeleri de buna uygundur. Ancak buna karşı o gün hayır kazanmak mümkünse, imana niçin faydalı olmasın; değilse, iman gibi hayır kazanmanın da o günden önce olması gerekmez mi, sorusu sorulur. Ve bu düşünce iledir ki, hem imanın, hem hayır kazanmanın o günden önce olması gereği akla gelir. Bu şekilde ise âyet "daha önce iman etmemiş, veya daha önceki imanında önceden hiçbir hayır işlememiş...." anlamında demek olur. Mânâ bu olduğu takdirde gelecekte birinci kısmın hiç hükmü yok demektir. Çünkü o zaman yalnız geçmiş imanında hiçbir fayda olmayacak demek olur. Nitekim Mutezile böyle anlamışlardır. Halbuki mânâ bu olsaydı "imanında hiçbir hayır kazanmamış olan bir kimseye imanı fayda vermez" denilmesi yeterli olurdu. Şu halde biz "kazanmak" kısmında "önceden" kaydını, gözönüne almayı, karine olarak görmüyoruz ve zahire göre kayıtsız olarak mülâhaza etmek gerektiğini söylüyoruz. Ve öyle anlıyoruz ki, bu bazı âyetlerin gelmesi hayır kazanmayı genelde imkansız kılmayacaktır. Mesela ölüm hastalığında olduğu gibi olay tamamlanmadan iman edip, hayır kazanmanın mümkün olduğu kısa bir zaman da bulunabilecektir. Ve o halde bir kâfir, o gün alametlerin ortaya çıkması üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kazanmağa imkan da bulabilirse, yeis (ümitsizlik) ve ceza tamamen gerçekleşmemiş olduğundan, bu imanın da fayda verebilmesi düşünülür. Yani imanın kabul edilebilmesi ve faydalı olabilmesi için, mutlaka o imandan sonra bir hayır kazanmağa imkan bulunmalıdır. Kıyamet alametleri gibi yeis belirtilerinin ortaya çıkmasından önce, uygun durumda imanın kabulü için, sadece imanı kazanmak yeterli olabilecektir; fakat o alâmetlerin çıkmasından itibaren iman için fiilen hayır kazanmış olmak da şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Çünkü olay tamam olunca ceza ve yeis tamam olacak, hayra imkân kalmayacak ve artık imanın da bir faydası olmayacaktır. Sözün kısası, âyetteki birinci kısmında iman o günden önce olmakla kayıtlanmıştır. Ancak hayır kazanmış olsun olmasın imanı sâbık (önceden var) demektir. İkinci kısımda ise imanı, hayır kazanmakla kayıtlıdır. Fakat gerek iman ve gerek kazanmak "önceden" olmakla kayıtlı değildir. İmanı sâbıkla hayır kazanmaya ihtimal olduğu gibi, o günkü iman ile mümkün olduğu taktirde, hayır kazanmaya da ihtimali vardır. Ve tekrar, bu iki karşılıklı husus arasındadır. Ve işte o gün bunların hiçbirisine sahip olmamış kimsenin imanı asla yarar sağlamayacaktır. Hayır kazanmaya yakın sabık (önceden var olan) iman, kesin olarak makbul ve faydalı; sabık olan mücerred iman veya hayır kazanmaya yakın lâhık (sonradan olan) imandan her biri de faydadan uzak olmayacaktır.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür". (Zilzâl, 99/7) Şu halde iman ve hayır kazanmak önceden olmalı; bununla beraber herhangi bir acı verici olayın alâmetleri başlamış da olsa, tamam olmadan tam ümitsizliğe düşmemeli, o zaman olsun hemen iman edip hayır kazanmaya acele etmelidir. Mesela kıyamet alâmetleri ortaya çıkmaya başlamış da olsa, henüz kopup bitmemişse, iman ile salih amelden vazgeçmemelidir. Fakat, önceden imanı olmayanların ve hayır kazanmaya alışmamış bulunanları, o gün bu imkandan da yararlanabilecekleri çok şüphelidir. Hele inkâr ve yalanlamayı, sapıklığı ve hak yoldan saptırmayı alışkanlık etmiş olanlar, olay tamam olup hiçbir şey yapmak imkanı kalmayıncaya kadar iman ve hayra yanaşmaz, bunu da atlatacağız sanırlar. Ondan sonra iman edecek olsalar da, imanlarının bir faydası olma ihtimali kalmaz. Şimdi onlar bugün gelmeyecek zanneder ve geleceğini haber verip bildiren Allah'ın âyetlerini yalanlarlar da olayın alâmetlerinden başka hiçbir şeye değer vermezler ama, mutlaka o gün gelecek ve o âyetler (alâmetler)de ortaya çıkacaktır. Ey Peygamber! "Gözleyiniz, biz hiç şüphesiz gözlüyoruz" de. Yani siz müşrikler o üç şeyden dilediğinizi gözleyiniz ki, ne beklediğinizi göresiniz. Biz müminler, sizin o kötü sonunuzu görmek için onları tam bir inançla gözlüyoruz, diye onları korkut ve müminleri müjdele. Gerçekte "Bedr" den itibaren bu korkutma ve müjdenin gerçekleşmesi görülmeğe başlamıştır.
Şüphesiz:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
159- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.
160- Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
159- Muhakkak ki dinlerini parçalayıp ayıranlar, dinin bazı hükümlerini tanıyıp, bazısını tanımayarak parçalayan veya dinlerini gerçek tevhidde toplamayıp, çeşitli emeller, mabudlar, metbûlar (kendisine uyulan) ve türlü türlü yollarla çatallandıran veya din, insanın iç dünyasına ve ruhuna aittir, dışına ve cismine karışmaz din insanın filan işine hakim ise de filan işine karışmaz; din başka, millet başkadır, demek gibi bir tavırla dinlerini birçok işlerinden ayıranlar. Hamze ve Kisâî kırâetlerinde okunduğuna göre, bu şekillerden biriyle hak dinlerinden ayrılmaya kalkışanlar; gücünü birlik için değil, ayrılık için harcayanlar ve grup grup olanlar, yani her biri ayrı bir başkana ve başka bir duygu ve isteğe taraftarlık ederek grup grup olup ayrılığa düşenler ki, müşrikler baştan başa böyle oldukları gibi yahudi ve hıristiyanlar da böyle olmuşlar ve ne yazık ki, müslümanlar da her düşüş dönemlerinde bu durumlara düşmüşlerdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yahudiler yetmiş bir gruba ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Hıristiyanlar yetmiş iki gruba ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Ümmetim de yetmiş üç gruba ayrılacaktır, birinden başka hepsi cehennemdedir." "O bir tane kurtulan grup kimlerdir ya Resulallah" sorusuna karşı da: "Onlar benim ve ashabımın üzerinde gittiğimiz yolda gidenlerdir" buyurmuştu. Bundan da anlaşılır ki yahudilerden bir, hıristiyanlardan bir, müslümanlardan bir olmak üzere üç kurtulmuş grup (fırka-ı nâciye) yoktur. Her zaman için bir kurtulmuş grup vardır ki, o da peygamberin ve ashabının yürüdükleri hak yol ve sıratı müstakim (dosdoğru yol) olan tevhid yolunda yürüyenlerdir. Diğerlerine gelince: Sen onlardan hiçbir şeyde ilgili değilsin. Dinlerini ayıranlar ve grup grup olanların ayrılıklarından, durumlarından ve felaketlerinden ne sorumlusun, ne de haklarında Allah'tan bir şey sorup istemeğe yetkilisin; ne onların sana tutunmağa ve gittikleri yolu sana isnad etmeğe hakları vardır, ne de senin onlara şefaat etmeye yetkin. Onlara yapılacak iş, uygulanacak emir, yalnız Allah'a aittir. Ne yapacağını ancak O bilir. Sonra zamanı gelince O, onlara ne yaptıklarını haber verecektir. O zaman
160- Allah'a bir hasene (iyilik) ile gelmiş olana onun on misli iyilik vardır. Bazı tefsirciler bu on misli takdirinin belli bir sayı ile sınırlama anlamında olmayıp "Sen bana bir iyilik yaparsan, ben on katını yaparım" denildiği gibi, genel olarak katlanmadan kinâye olduğunu söylemiş ve bu konuda: "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir." (Bakara, 2/261) âyetini delil göstermişlerdir. Diğer tefsircilere göre ise, aşere (on), açıklamanın en azıdır ki, en az bire on muhakkaktır, demek olur ve açık olan da budur. Hangisi olursa olsun, demekki sevap, bir hak kazanmaktan ibaret değil, bir üstünlüktür. İlâhî lutuf bir iyiliğe fazlasıyla kat kat ecir ve sevap verecektir. Şu halde, iyilik ne güzel şeydir ve İlâhî rahmet ne kadar geniştir. Demek ki herkes yaptığı iyiliğin mutlaka birkaç mislini ve en az on katını alacaktır. Yeter ki yaptığı iyilik olsun. O halde bir diğerinin daha fazla olmasından dolayı lutuf ve ilâhî ihsanı kıskanmaya ve niçin falana bin verdi de, bana on verdi diye itiraza kalkışmaya hak yoktur. Kötülük ile gelmiş olan da ancak o kötülüğün misliyle (dengiyle) cezalanır. Yani affolunmayıp cezalandığı zaman, fazla değil, yaptığı kötülüğün tam dengi bir kötülükle ceza görür, aynı adaletle muamele edilir. Ve hiçbirine zulmedilmez. Ne iyilik sahiplerine, yaptıkları iyilikten eksik ecir ve sevap verilir, ne de kötülük sahiplerine, kötülüklerinden fazla ceza verilir. Buna karşı küfür (inkâr) dünya gibi geçici bir kötülük değil mi? O halde sürekli azab cezası bunun nasıl bir dengi olur? Bu ceza, suçtan fazla olmayacak mı? denemez. Çünkü küfür, Allah'ın emrini red ve inkârdır. Hakkı bir an bile inkâr etmek ebedî yalandır. Kâfirin her küfrü ve küfrünün her ânı ebedi bir kötülüktür. Başka bir deyimle, Hakk'ın herhangi bir emrine karşı inkâr, Yüce Allah'ın rahmetinden ebedî bir kesilmedir. Elbette bu ebedî kötülüğün, ebedî kesilmenin cezası da ebedî azaptır. İlâhî rahmete ulaşmak için, sınırlı bir zaman zarfında verilen bir fırsatı, bir sebebi toptan reddetmek, o rahmetten ebedî olarak yoksunluk demek olduğu ne kadar açıktır.
O dinlerini parça parça edenlere:
Meâl-i Şerifi
161- De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine. O, ortak koşanlardan değildi.
162- De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.
163- Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.
164- De ki: Allah herşeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.
165- Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, esirgeyendir.
161- Şöyle de: Muhakkak ki beni Rabbim bir sırat-ı müstakîme; doğru ve düz bir caddeye istikametin kendisi olan, dosdoğru bir dine yani hanif hali, bir Allah'a yönelmiş olan İbrahim milletine hidâyet etti. Ve İbrahim, müşriklerden değildi. Onun milletine mensup olduğunu iddia eden Mekkeliler ve yahudiler ile hıristiyanlar gibi dini ayıranlardan değildi.
162-KIYEMEN: Kıyam mânâsına ve mübalağa şekliyle masdarla nitelemedir. Fethası, şedde ve kesresiyle kırâetleri de vardır ki, pek doğru ve sabit demektir. Bu sağlam dinin amelî özelliğini özetle açıklamak için şöyle de: Muhakkak benim namazım ve ibadetlerim, yahut kurbanlarım ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır.
Hepsi Allah içindir.
163- O'nun hiç ortağı yoktur. Yani her ibadet, her iş bu inanç, bu niyet ve ihlas ile yapılmalıdır. Ve bana ancak bu, bu tevhid ve ihlas emredildi. Ben ise müslümanların ilkiyim, yani Allah'ın emrine teslim olanların birincisiyim, en önündeyim. Bu cümle Hz. Peygamberin, kendisine emredilen İlâhî emirlere süratle uyup yerine getirmesini ve o emirlerin kendine mahsus olmayıp, herkese bunların emredildiğini ve bütün müslüman olanların ona uyması gerektiğini açıklamaktadır.
164-İnkârcıların Hz. Peygambere: "Ey Muhammed! Gel bizim dinimize dön, dünya ve ahiret ne istersen biz kefil oluruz" ve müminlere: "Geliniz, bizim yolumuza gidiniz, günahlarınız bizim boynumuza olsun" demelerine karşı de ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka bir Rab mi isteyeceğim? Halbuki herkes hiçbir şey kazanmaz ki, sorumluluğu kendi üzerine olmasın hem vebal (günah) yüklenen hiçbir kimse diğerinin vebalini (günahını) çekmez. Yani ne günah yapmakta, ne de cezasını çekmekte vekalet (vekillik) cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker. Şu halde birinin diğerine "Sen şunu şöyle yap da günahı, cezası yalnız benim boynuma olsun" demesi yalandır. Günah yapan yaptığının cezasını çeker; öyle deyip yalan söyleyen, günaha teşvik eden de, bu yalanının, bu teşvik ve aldatmasının, bu kötü taahhüdünün cezasını çeker. Başkasının günahını yüklenmeyi üzerine alan bu yalancı müteahhid, kendi taahhüdünün cezasını çekmekle diğerini kurtaramaz. Şurası açıktır ki, böyle demek, günahın failinden başka kimseye zararı olmaz demek değildir. Ancak her fiil, fâiline (yapıcısına) nisbet olunur ve her günahın, ilgili olanlara ilgisi oranında alâkası bulunur, demektir. Sonra, siz ne kadar ihtilâf ederseniz ediniz, sonunda hepinizin dönüş makamı Rabbinizdir. Hepinizin Rabbinize bir dönüşü, bir dönümü olacaktır. O zaman O size ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir. O vakit, sonucu görecek, akı karayı seçecek, acıyı tatlıyı tadacaksınız. Şu halde bugün dünyada herhangi bir işi yapacağınız zaman, başka düşünceleri, farklı dinleri, mezhepleri, arzuları bırakınız da, yaptığınız, yapacağınız işin, bağlanacağınız din ve mezhebin, Allah katında ne olduğunu düşünerek ve bu son sorumluluğu hesab ederek, samimi bir niyet ve ihlâs ile hareket ediniz.
165-Ve O, O Allahtır ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı. Bu yeryüzünde nice ümmetler gelmiş geçmiş, Peygamberlerin sonuncusunun gönderildiği siz insanlar, siz Muhammed ümmeti, hepsinin halefi olmuş, yerlerine konulmuş bulunuyorsunuz. Allah'ın bundan böyle yeryüzünde, sahiplik edecek, yönetecek ve hükümleri uygulayacak olan görevlileri, sorumluları sizsiniz. Yüce Allah "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara, 2/30), İlâhî buyruğunun Âdem'e takdir ettiği ve meleklere bile nasib etmediği bu yüksek makam ve şerefe, bundan böyle topyekün sizi tayin edip bu ağır sorumluluk ve emaneti size verdi. Ve bazınızı diğerinin üzerinde dereceler ile yükseltti. Bir kısmınızı akıl, ilim, şeref, makam, mal ve rızık gibi birtakım özelliklerde birçok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkardı ki size verdiği şeylerde hepinizi imtihan etsin, imtihan muamelesi yapsın, verileni yerinde güzelce kullanmakla şükredip etmeyeni ayırsın. En güzel amel yapanları seçsin de, gelecekte vereceğini ona göre kazancınızla versin. Bu âlem, böyle bir imtihan âlemi ve yarışmadır ve bugünkü durum, dünkü imtihanın bir sonucudur. Yarınki durum da bu imtihanın bir sonucu olacaktır. Ve bu şekilde Muhammed ümmeti, yalnız kendi fertleri ve sınıfları arasında değil, topyekün halef olduğu geçmiş ümmetler ile de bir imtihana tabidir ve onlardan ibret alıp yarışmayı kazanmak ihtiyacındadır. Ve derecelerinin farklı olması da bu imtihan ve müsabakanın gereklerindendir. Bunun sonucunda nice yükseklerdekiler düşebilir .Ve nice aşağıdakiler çıkabilir. Bunun için üst derecede bulunanların tehlikeleri daha çok, sorumlulukları daha ağırdır. O halde dünyada mevki ve mertebe yüksekliğine mağrur olmamalı, hakkıyla çalışmalıdır. Çünkü yüksekten düşmenin acısı daha büyük, küçükten büyümenin zevki daha yüksektir. Ey Muhammed şüphe yok ki Rabbinin cezası çabuktur. Verdiği nimet sermayesinin hakkını yerine getirmeyen ve şükrünü yapmayan inkârcılara ve başkaldıranlara, ne kadar yüksek mevkide olurlarsa olsunlar, Rabbin dilediği zaman bir anda belalarını verir. Zaten her gelecek olan yakındır. Bununla beraber şüphe yok ki, O muhakkak gafûr (bağışlayan), rahîm (merhamet eden) dir. Görevine çabalayan, imtihanda başarılı olmaya çalışan şükür ve tâat sahiplerinin kusurlarını bağışlar, ayıplarını örter ve sonunda kendilerini çeşitli rahmet ve saadetle umduklarına kavuşturur. Şimdi bir bu sûrenin Mekke'de nazil olduğu zaman, bir de ondan sonra İslâm Tarihinin safhaları düşünülürse, bu âyetin geleceğe yönelik ne kadar mucizeleri ihtiva ettiği ve daha etmekte bulunduğu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya çıkar. Demek ki Hz. Muhammed (s.a.v)in peygamber olarak gönderilmesiyle insan hayatına bütün geçmiş ümmetleri de geçecek yeni bir tarih açılmıştır.
"En'âm" sûresi burada bitti. Şimdi bu âyetin içine aldığı halife kılma ve imtihanın, geçmişten beri oluş şeklini canlandırıp açıklayacak olan "A'raf" sûresini dinleyelim:
 
Üst Alt