Nur Suresi (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Basar, yani göz; ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve akıl kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı kusurlar saymışlardır ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice olarak görme duygu ve gücü, kendisini ve idrakini ve diğer gözle görülen parçalar ile akılla bilinen parçaları ve her şeyi, geçmişi ve geleceği göremediği halde; akıl duygu ve gücü, hem kendini, hem idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve göz idrak ve duygusundan çok ilerilere ve derinliklere gider.
Bu sebepten, nur isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına daha uygun olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan tamamen kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin gereklerinden değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette bilemez. "Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna isabette bir sebep gerekir. Bütün sebepler de netice olarak Allah'a dayanır.
Nazarî düşüncelere gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir mürşide muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla peygamberlerin irşadıdır. Ve gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri, madde gözünde güneş ışığı yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi Kur'ân'a da nur denilmesi daha önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz, o nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8), "Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/174) âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
Bu bakımdan, Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli olduğu ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay yarattı." (Furkan, 25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ (kandil) olmakla vasıflandırdığı halde, Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46) diye sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği, peygamberde daha kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan istifade etmeksizin diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası yok olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin ruhlarında meydana gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar ile ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği kimseye kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu, Ruhu'l-Emin, senin kalbine indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.
Yani gerçek olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu gibi semavî ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir" (Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni olunca şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler onun emri altındadır. "Bizden herbirimiz için belli bir makam vardır" (Sâffât, 37/164) âyetince her birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı sebeble bunlarda da faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine hak kazanmıştır. Ve bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine, cisimler âleminde de bir misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da derece derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona erer ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan ruhtur ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir. Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve karanlık, varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan sebep karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur, O'nun var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin hepsi de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları varlık ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
Özet olarak, her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur ise ispatında delile neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir gündüz ışığında baharın yeşilliğini gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki, sen renkleri görüyorsun ve çok defa sen renkler ile birlikte başka bir şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin yanında yeşillikten başka bir şey görmedim dersin, ışığı farketmezsin. Fakat güneş batarken o rengin üzerine ışığın düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen fark edersin de şüphesiz tanırsın ki nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler ile beraber algılanır ve idrak olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı gizli kalır. Açıklık, böyle bazan gizli kalmaya neden olur.
Bu bilinmiş olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık ışık ile göründüğü gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür. Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin batması ile kaybolup gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya çıktığı ilâhî nurun batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi imkansız olduğundan eşya ile daima beraber kalır. Ayırmakla delil getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler yıkılır, kendinden geçersin. O zaman zarurî ilim meydana gelecek bir fark idrak olunur.

Fakat eşyanın hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade üzere eşit olduklarından ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her vakitte O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır. Bundan dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması uzak görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
"Açıklığının şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun parlaması sebebiyle onlara karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Gazâlî'nin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu oluyor ki: Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün duygularla algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen, nurlandırma ve meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının hakikatinin özü nurdan ve nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından nur isminin Allah'a daha uygun bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile mecaz karşılığı olan hakikati karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun fevkındadır, yani ondan üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur denilmesi dilbilgisi yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o nurun sahibi olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
Gerçek budur ki, yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin kendisi bunun, bir teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması da gösterir ki, öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve yeryüzüne izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet nurunun, peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret verici vasıflarının temsili, yani benzetmesi şudur:
Sanki bir mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir pencere. Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde yükselir. Ki içinde bir mısbâh vardır.
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ vardır:
Birincisi, yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden sonra güneş gören batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan tepenin tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son derecede saf ve güzel olur.
İkincisi, yön şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden değil, mekanı olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin herkesce düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci mânâ ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder. Terşihin faydası benzetmeyi bir açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin inceliği de benzetilenin belirgin bir yönüne işaretle kendisine benzetilene üstünlüğünü ve bundan dolayı benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını ortaya koymaktır.
Netice olarak öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş dokunmasa bile ışık verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf ve parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor? İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah, o nuruna veya o nuruyla dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak delili göremez, hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes peygamber veya velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için peygamberlik nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes faydalanamaz. Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya anlayıp idrak edemeyecekleri hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim duygular, hayaller, lisanlar, teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi, bu âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat diye bağlanıp kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
Ve Allah her şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı da, gizliyi de, gerçek olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve maksadını ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine yol göstermeyi ve ona göre herbirine yapacağı muameleyi de bilir.
36-Şimdi Allah nurunun temsili olan o kandil ve lamba nerede bulunur? Veya nerede yakılır?
Bir takım evlerde, yani camilerde ki Allah onların yüceltilmesine -yani binalarının diğer evlerden daha yüksek ve şereflerine tazim ile yüksek tutulmasına- ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin verdi ki bunlar mescidler, camilerdir. O kandil, o lamba, o billur, o mübarek ağaç, o meyve, o yağ, o yakma, o nur üstüne nur, o hidayet bunların içinde şekillenir, temsil olunur. İçlerinde sabahları ve akşamları O'nu tesbih eder, Allah'ın ismini tenzih ve takdis eder
37-38- Öyle insanlar ki ne bir ticaret, ne bir alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alı koyamaz. Kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar ki Allah, kendilerini amellerinin daha güzeli ile mükafaatlandırsın ve lütfundan onlara fazlasıyla versin. Bire ondan yediyüz gibi özellik ve adetlerle amel karşılığı vaad olunan ecir ve sevaptan başka, özelliği ve miktarı açıklanmayan ve nasıl ve ne kadar olduğu hatırlara bile gelmeyen ilâhî nimetleri de fazladan olarak lütuf ve cömertliğinden ikram ve ihsan eylesin ve Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. İşte Allah'ın nuruna hidayet edip ulaştırdığı müminlerin hali böyledir.
Meâl-i Şerifi
39- Küfredenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanıbaşında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur. Allah ise onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.
40- Yahut (o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut. Bir biri üstüne karanlıklar... İnsan, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allah, nur vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur.
39- Küfredenlerin de amelleri, gönüllerince iyilik diye yaptıkları bütün işleri, itikatları, inançları bozuk ve gayeleri heva ve heves olduğundan dolayı bir çöldeki seraba benzer. Uzaktan yaldırar susayan onu bir su zanneder. Hararetinden imrenir, ihtirasla koşar ne zamanki ona varır, orada bir şey bulamaz, içini yakmakta olan hararetini dindirecek hakikî suyu bulamadığı gibi, uzaktan hayal ettiği parıltı da kalmaz. Koştuğu emelin yalan olduğu ortaya çıkar. Fakat bununla da kalmaz.
Ve yanında Allah'ı bulur. O susuzluk ve yoksulluk içinde hakikatin dehşetini görür. Korkmak istemediği Allah'ın kahır ve gazabı yüreğine inip bütün benliğini sarar da hesabını görüverir ve Allah, hesabı çok çabuk görendir. Şu halde o hesabı uzak sanmamalıdır. İşte kâfirlerin nurlu zannettikleri, iyilik diye koştukları amellerinin sonucu budur.
40-46-Duygularına ve inançlarına, fikir ve zihniyetlerine, diğer söz ve işlerine gelince, veya derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer ki onu dalga üstüne dalga daha üstünden bir bulut kaplar. Nur üstüne nurun tam zıddına olarak biribiri üstüne karanlıklar. Öyle ki yeterli bir nur işareti görmek şöyle dursun elini çıkardığı zaman onu bile göremez. O karanlıkta çırpınır, şuraya buraya saldırır. Fakat uzattığı kendi elini bile görmesi ihtimali yoktur. Nerede kaldı ki, dışardan bir gerçeği görsün de neye elini uzattığını bilsin. Gerçekte kâfirler küfür taassubu içinde öyle boğulur, öyle bocalar. Hiçbir hakkı kabul etmemek için inadında öyle ısrar eder ki ne halt ettiğinin farkına varmaz. ve gerçekte her kim ki, Allah ona bir nur takdir etmemiştir artık onun için nur yoktur. Onun için körler görmez, sağırlar işitmez, vicdansızlar duymaz, kâfirler hakkı kabul etmez. Yoksa:
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
41- Görmez misin ki, göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini? Her biri kendi tesbihini ve duâsını bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.
42- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.
43- Görmez misin ki Allah bulutları (dilediği yere) sürüklüyor; sonra onları biraraya getirip üstüste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasında yağmur çıkıyor. O, gökten, sanki oradaki dağlardan da dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar; bu bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı nerdeyse gözleri alır!
44- Allah gece ile gündüzü evirip çeviriyor. Şüphesiz bunda (hakikatı gören) gözlere sahip olanlar için mutlak bir ibret vardır.
45- Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki yağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yapar; çünkü Allah her şeye kâdirdir.
46- Andolsun biz (her şeyi) apaçık bildiren âyetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola iletir.
47-49- Ve onlar mümin değillerdir. Yani iman laftan ibaret değildir. Yalnız dilden Allah'a ve Resulüne iman ettim, demekle hakikaten mümin, müslüman olunuvermez. Onunla beraber samimi, kalpten inanmalı, sadakatle sebat etmeli ve hareket ve davranışlarıyla bu imanını ispatlamalı ve desteklemelidir. Bunu ispat edecek delillerden birisi de hakkına razı olmak ve bir ihtilaf halinde Allah ve Resulünün hükmüne davet edildiği zaman kabul ve itaat etmek, boyun eğmektir. Halbuki Allah ve Resulüne iman ettik müslümanız, diyenler içinde öyleleri vardır ki, imanı yalnız dilindedir. Bunlar mümin değil, münafıktır. Haklarına razı olmazlar, birkısmı sözünde durmaz, dönüverirler.
Bir kısmı da sözden dönmese bile herhangi bir anlaşmazlıkta Allah ve Resulünün hükmüne davet edildikleri zaman yüz çevirir, kaçınır. Ve eğer hak kendilerinin olursa; aleyhlerine değil, lehlerine ise ona -yani Resulullah'ın hükmüne- gönülden bağlanarak ve güvenerek gelirler. Zira Resulullah'ın hüküm ve idaresinin hakkaniyetinde şüphe etmezler. Nitekim Bişr adındaki bir münafık, bir yahudi ile bir arazi hakkında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Münafık haksızdı; onun için yahudi onu Resulullah'a mahkemeye gidelim diye Allah'ın hükmüne davet etti, çünkü onun haksızlığa meydan vermeyeceğini biliyordu. Münafık ise yahudilerin hahambaşı Kâ'b b. Eşref'e gidelim dedi, çünkü hakka razı olmuyor, dalavere ile haksız bir hüküm alacağını ümit ediyordu.
50-Rivayet edildiğine göre bu âyetlerin nüzul sebebi bu oldu. Ki son zamanlarda İslâm topluluğunu bozmaya çalışan da böyle nifakların ortaya çıkmasıdır. Bu neden oluyor? Kalplerinde bir hastalık mı var? Küfür ve zulme meyleden psikolojik, bir hastalık, bir vicdan bozukluğu mu var? Yoksa Allah ve Resulünün onlara yazık edeceğinden şüphe ediyorlar veya korkuyorlar mı? Hayır, ne öyle bir şüpheleri var, ne de korkuları. Allah ve Resulünün hükmü, yalnız hak ve adalettir ve öyle olduğunu bilirler, fakat asıl zalimler kendileridir! Haklara tecavüz etmek isteyen haksızlardır. Bundan dolayı kaçınmalarının sebebi birinci kısımdır, yani kalplerinde hastalık, vicdanlarındaki bozukluktur ki bu da hidayete erememezliktendir.
51- Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak işittik ve itaat ettik, demekti. Yani dinledik ve itaat ettik, başüstüne diye hemen davete icabet etmekti. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Murada erenlerdir.
52- Her kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, yani yalnız mahkeme işinde değil, her konuda Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine tabi olur, ve Allah'tan korkarsa işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Üstünlüğe erecek, kurtuluş meydanında hedeflenen gayeye ulaşacak, ebedî saadetin en son noktasına varacak olanlardır.
53-Fakat o münafıklar, o kalpleri bozuk haksızlar, böyle itaat etmedikten başka bir de en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Yeminin en ağırı Allah'a yemindir. Eğer sen kesin olarak emredersen çıkarlarmış, evlerinden ve yurtlarından çıkıp giderlermiş, güya o derece itaatkarmışlar kasem, yemin etmeyiniz, de maruf, belli bir taat, yani itaatiniz belli, ne şekilde olduğu bilinmekte, bundan dolayı yalan yere yemin etmeyiniz. Yahut sizden istenilen öyle yalan yere yemin ile münafıkça bir itaat değil, zulme, kötülüğe itaat değil, adalet dairesinde samimî bir itaattir. Şüphe yok ki Allah, her ne yapıyorsanız haberdardır, bütün gizliliklerinize vakıftır. Öyle ise O'na karşı yalandan, hilekarlıktan, itaatsizlikten sakınınız.
54-Ey Hak Peygamber! De ki: Allah'a itaat ediniz, Resule de itaat ediniz. Yani Peygambere itaat da özellikle Allah emridir, ona itaat edilmedikçe Allah'a itaat edilmiş olunmaz. Şu halde Allah'ın kitabına yapışmak bir görev olduğu gibi, peygamberin sünnetine yapışmak da özellikle bir görev, bir vecîbedir. Eğer yüz çevirir, yani o haksızlar yine aldırmazlarsa artık onun üzerine düşen, ancak kendisine yüklenendir. Yani Peygambere ait olan görev, ancak ona yükletilen tebliğ yüküdür. Sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir ki, itaat görevidir. Burada tahmil, yani yüklenme denilmesi, itaatsizler ne kadar çoğalırsa, Peygamberin ve müminlerin görevinin de o kadar zorlaştığına işarettir. Ve eğer siz ona itaat ederseniz, yani Peygambere itaat eder de yüklenilen görevinizi yaparsanız, hidayete, doğru yola erersiniz, hakka kavuşursunuz. Resulün vazifesi de ancak açık açık duyurmaktır. Açık tebliğdir ki o, onu yerine getirdi, size de itaat görevi kaldı.
Şimdi müslümanlar, bu açık tebliğ ile şu ilahî müjdeye dikkat etmelidir ki çok önemlidir:
Meâl-i Şerifi
55- Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağnı vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkarlardır.
56- Hem namazı kılın, zekatı verin ve peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz.
57- İnkâr edenlerin, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacaklarını sanmayasın! Onların varacağı yer cehennemdir. Ne kötü varış yeridir orası!
55-57-Cenab-ı Hakk'a ait aydınlatma ile taatin vacip olduğunu, bir görev bulunduğunu tesbit eden duyurma ve O'na ait müjde ve sakındırma ile öğüt verip yol gösterdikten sonra, yine yukardaki hükümlerin tamamlanması için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
58- Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz.) İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
59- Sizden olan çocuklarınız erginlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi, onlar da izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
60- Bir nikah ümidi kalmayan, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların ise, zinetlerini (yabancı erkeklere) göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.
61- A'maya güçlük yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur. Sizin için de gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir güçlük ve günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selam verin. İşte Allah düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini böyle açıklar.
58- Gerek erkek, gerek kadın bütün müminler! Elleriniz altında bulunanlar ve sizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar odanıza girmek için izninizi istesinler, yani onlara böyle öğretiniz ve emrediniz. Yukardaki "istiynâs" yani geldiğini farkettirme emri hür ve erginlik çağına erenler hakkında idi. Buradaki izin isteme ise el altındaki köle ve cariyelerle, henüz erginliğe ermiş olmayan hür çocuklar, yani sabîler hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil üç kere, yani üç vakitteki birincisi sabah namazından önce, çünkü yataktan kalkıp giyinmek zamanıdır. İkincisi ve öğle sıcağında elbisenizi soyunduğunuz sırada ki kaylûle, yani gündüz uykusu vakti, üçüncüsü ve yatsı namazından sonra, yatmak için soyunulduğu zamandır ki, sizin için üç avret vaktidir. Örtünmenizin ihlal edilmiş olduğu, eksikli bulunduğunuz üç gedik vaktinizdir. Herkes için olmasa bile genel olarak böyledir. Bu ihtar, izin istemenin sebebini açıklar. Bundan dolayı izin istemelidir. Peki amma, niçin her zaman izin istemesinler, çünkü üzerinize çok dolaşırlar birbirinizin üstündesinizdir, bu yüzden her zaman izin istemede zorluk olur "Allah size âyetlerini böylece açıklar."
59- sizden olan çocuklar da erginlik çağına girdiklerinde -ki asıl delili ihtilam olmalarıdır. Yaşının da en azı kızda dokuz, oğlanda on iki, normali ve görüleni ondört, onbeş en sonu ise onyedi, onsekiz yaşlardır- izin istesinler nitekim kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi, yani kendilerinden önde bulunan siz büyüklerinin onların odalarına girmek için geçen "Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermeden girmeyin" (Nur, 24/27) âyeti gereğince her zaman geldiğini farkettirip selam vererek izin istemeniz gerekli olduğu gibi onlar da yalnız üç vakitte değil, her zaman yanınıza gireceklerinde izin istesinler. "Allah size âyetlerini böyle açıklıyor." Bu iki âyette bu hatırlatmanın tekrar edilmesi, izin isteme emrini tam bir açıklıkla tekiddir. Zira yabancı büyüklerde çekinme hissi, bunlarda da müsamaha şüphesi galip olduğundan burada o şüpheyi kesmek için emir, açıklanmış ve tekrar edilmiştir. Esefle görülmekte ve bilinmektedir ki, bu noktada yanlışlık ve gaflet çoktur.
60- Ve oturmuş, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınlar ki bir nikah ümidi beslemezler zinetlerini göstermeksizin üst örtülerini bırakmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yani hayız ve nifastan kesilmiş kadınlar yukarıda geçen "Baş örtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler, zinetlerini teşhir etmesinler" (Nûr, 24/31) emri gereğince gizlemeleri gereken zinetlerden hiçbirini göstermemek şartıyla üzerlerindeki çarşaf, ferâce gibi dış elbiselerini bırakıp yalnız baş örtüsüyle çıksalar bir sakınca yoktur, günah olmaz. Fakat kadının kendisini süsleyip sokağa çıkması gençler için günah olduğu gibi ihtiyarlar için de günahtır. Süslenmeleri günah değil, süsle yabancı erkeklere çıkmaları günahtır. İhtiyar kadınlar süslenir mi, dememeli. Ne yaşlı kadınlar vardır ki, gençlerden daha çok güzel görünmeye özenirler.
Bununla beraber iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Yani süslü olmadıkları halde de iffet ölçülerine uymaları ve gençler gibi sakınmaları, üst örtülerini bırakmamaları haklarında daha hayırlıdır. Çünkü töhmetten daha uzaktır. Ve Allah işitendir, gizlide, açıkta ne söylediklerini işitir. Bilendir. Maksatlarını da bilir, sonunda ona göre cezalarını verir. Bundan dolayı müslümanız diyen zamane kadınları bu âyetleri dinlesinler de düşünsünler.
61- "Mallarınızı aranızda haksız sebeblerle yemeyin" (Bakara, 2/188) âyeti indirildikten sonra kör, topal, hasta, özürlü, fakir müslümanlar, sağlam kimseler tiksinirler ve rızaları olmaz diye beraber yemek yemekten sakınır veya bir kimse bunları kendi evinden başka akraba ve sevdiklerinden birinin evine yemeğe götürecek olsa, belki hoşlanmazlar diye çekinir olmuşlardı. Bir de muharebeye gidenler, öyle savaş gazisi yaralıları ve zayıf fakir kimseleri evlerine bırakırlar ve anahtarlarını teslim edip içlerindeki yiyeceklerden yemelerine izin verir giderlerdi. Fakat onlar bulunmadıkları için izinleri gönül rızası ile olmaz diye korkarlar, gereğinden fazla sakınırlardı. Bir de bazı kimseler, kendi evlerinden başkasında yemek yemekten çekinir, bazı müminler de ayrı yemekten sakınır, ne olursa olsun misafirle beraber yemek isterdi; hatta misafir bulunmazsa bütün gün bekleyen kimseler olurdu. "A'maya zorluk yoktur..." âyeti de bu sebeple ve bu durumlara açıklık getirmek üzere indirilmiştir...
 

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
62- Müminler ancak, Allah'a ve Resülüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o Peygamber ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.
63- (Ey müminler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.
64- Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O, sizin ne yolda, ne durumda olduğunuzu iyi bilir. Huzuruna döndürülecekleri günde ise, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
62- Müminler ancak onlardır ki, Allah'a ve Resulüne hakikaten iman etmişlerdir. Yukarıda zikri geçenler gibi yalnız iman ettik demekle kalmayıp samimi kalpten inanmışlardır. Ve maiyyetinde, yani Peygamberin yanında ki, müslümanların emirinin maiyyeti de aynı hükme tabidir. İctimaî bir işle meşgul oldukları zaman, cuma, bayram, istişare, savaş gibi toplanmayı gerektiren ya da faydası veya zararı umumî olan bir iş üzerinde bulundukları zaman ondan izin almadıkça gitmezler. Münafıklar gibi kaçmazlar. İşte o senden izin isteyenler yok mu onlar Allah'a ve Resulüne iman eden kimselerdir. Bundan dolayı bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver. Yani her izin isteyene izin vermek vacib değildir. Hikmet ve işin gereğini gözetmek lazımdır. Bir de Berâe (Tevbe) Sûresi'nde geçen "Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli oluncaya kadar onlara niçin izin verdin?" (Tevbe, 9/43) âyet-i kerimesi unutulmamalıdır. İzin ver ve onlar için Allah'a istiğfar eyle; zira izin istemek, her ne kadar şiddetli bir özür ile doğruluğa dayansa da, dünya işini ahiret işine takdim ve tercih etmek gibi bir kusur töhmetinden uzak olmaz. Sen istiğfar edersen şüphe yok ki Allah, mağfiret edicidir, merhametlidir. Bu noktada Resulullah'a hitaptan ümmetine hitaba iltifatla buyuruluyor ki:
63-Ey müslümanlar! Peygamberin davetini, dusını aranızda bazınıza, bazınızın daveti, duası gibi kıyas etmeyin. Onun davetine icabet farzdır. Duası Allah yanında hemen kabul olunur. Bundan dolayı emirlerine son derece özenle itaat etmeli ve uymalı ve onu gücendirmekten son derece sakınmalıdır. İçinizden birbirinizi siper ederek sıyrılmak isteyenleri Allah biliyor. Dolayısıyla O'nun emrine aykırı davrananlar kendilerine bir fitne isabet etmesinden, yani dünyada bir bela ve sıkıntıya çarpmaktan yahut dünyada olmazsa ahirette kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar Burada terdîd (iki ihtimalle anlatmak) yalnız bir güzellik içindir. Yoksa dünya belaları ile ahiret azabının bir araya getirilmesinde bir zıtlık yoktur. Aslında Peygamberin emri ve gidişatına uyan müslümanların nasıl yükseldiklerine tarih şahit olduğu gibi müslümanız deyip de aksine giden kavim ve miletlerin ne fitnelere, ne belalara, ne azablara uğramakta oldukları göz önündedir. Hemen Cenab-ı Hak hepimizi hidayetiyle hoşnud eylesin.
64- Evet, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hep Allah'ındır. Kâinatın hepsi, yaratılış bakımından, sahip olma yönünden, gerek yoktan var etme, gerek yok etme, gerek ilk yaratma, gerek yeniden iade ile tasarruf bakımından O'nundur. Muhakkak ki o, sizin üzerinde bulunduğunuz hali ve onların, o karşı çıkanların kendisine döndürülecekleri günü biliyor. Bundan dolayı onlara yaptıklarını anlatacaktır. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir. İlminden bir zerre kaçmaz, hak ile batılın tamamen ayrılacağı o furkan günü neler olacağını anlamak için, şimdi Nur Sûresi'nden sonra Furkan Sûresi'ni dinleyiniz:
 
Üst Alt