Öfkeli kararlar şeytandan...

Gûl-i Misbah

Aktif Üyemiz
AHMED ŞAHİN

Öfkeli kararlar şeytandan...

Önce hadis-i şerifin hatırlatmasına bir bakalım, sonra konuya ait örneklere göz atabiliriz... Efendimiz (sas) Hazretleri mealen şöyle buyurmaktadır:
-Düşünerek sakince karar vermek Rahman'dandır. Düşünmeden öfkeli iddiada bulunmak da şeytandan.
Demek ki verilecek kararlarda aceleci olmamak, genişçe düşündükten sonra sakince hüküm vermek gerekmektedir. Yoksa düşünmeden öfke ile verilen kararlar şeytanın tuzağına düşmekten başka bir sonuç vermeyebilir. Arz edeceğimiz öfkeli kararlar da bu konuda bir fikir vermektedir.
Hicri doksan beşte kendi kurduğu Vasıt şehrinde öldüğü günü düğün zamanı ilan eden Iraklılara öfkelenen bir adam, doğruca Haccac'ın kabri başına giderek şöyle dua ediyordu:
- Ya Rab, büyük kumandan Haccac'ın şefaatinden beni mahrum eyleme!..
Bunu duyan bir başka öfkeli insan da tepkisini şöyle dile getiriyordu:
- Eğer şefaatini dilediğin o zalim Haccac cehennemlik değilse, karım benden boş olsun!..
İki tane sakin düşünceden mahrum öfkeli insan... Biri Haccac'ın şefaatini isteyecek derecede cennetlik olduğuna karar veriyor, öteki de karısını boşayacak kesinlikte cehennemlik olduğunu iddia ediyordu.
Bunlar, çevreden yapılan itirazlar üzerine zamanın âlimi Hasan Basri'ye gidip öfke ile verdikleri kararlarını sordular. Bir olayın bütün cihetlerini düşündükten sonra sakince, öfkesiz karar vermesiyle bilinen Hasan Basri Hazretleri ise şöyle izah etti bunların kesin karar verdikleri konuyu.
-Haccac ölürken, 'Rabbim, halk Senin beni affetmeyeceğini zannediyor, ben ise Senin rahmetinin benim zulmümden büyük olduğunu düşünüyor, affedeceğini umuyorum. Bana halkın zannıyla değil de benim ümidimle muamele eyle!' demiş. Bu sebeple Haccac'ın imansız gittiğini, cehennemlik olduğunu kesin olarak söyleyemiyoruz. Nitekim cennetlik olduğunu da kesin olarak söyleyemediğimiz gibi. Demek ki, Haccac'ın şefaati istenecek derecede cennetlik olduğu kesin olmadığı gibi, hanım boşayacak kesinlikte cehennemlik olduğu da kesin değildir. Öyle ise bu konuda mahşerde Rabbimizin vereceği hükmü beklemek gerekir. Kesin hükümlü olmamak icap eder.
Öfkesiz sakin bir kafa ile verilen bu kararı dinledikten sonra, Haccac'dan şefaat isteyecek derecede cennetlik olduğunu iddia eden acul adam da, karısını boşayacak kesinlikte cehennemlik olduğunu iddia eden öfkeli adam da, tek taraflı düşünerek öfkeli karar verdiklerini anlamakta gecikmezler. "Gerçekten de acele şeytandan, geniş düşünerek öfkesiz karar vermek de işte böyle Rahman'dan" diyerek öfke ile verdikleri kararın isabetsizliğini anlarlar.
Aslında, hakkında böyle zıt kararlar verilen Haccac, halkın kendisine verdiği zalim sıfatını hayatında iken de biliyordu. Nitekim bir defasında atına binmiş bir köyün önünden geçerken ihtiyarın birinin yol kenarında oturduğunu görünce yaklaşıp kendisini sorma gereği duyar: Baba der, Haccac'ı tanır mısın? İhtiyar, 'Tanımaz olur muyum, zalimin tekidir' diye cevap verince, atından inip kılıcını eline alarak ihtiyarın üzerine doğru yürür: 'Beni şimdi tanıyor musun, işte ben o zalim Haccac'ım.' deyince soğukkanlılığını koruyan ihtiyar, 'Asıl sen beni tanıyor musun, der, hani her köyün bir delisi olur ya, işte ben de şu köyün delisiyim.' der. Bunun üzerine Haccac, ihtiyarın ansızın bulduğu bu mazerete kahkaha ile gülmekten kendini alamaz.
Öfke ile verilen kararların zararlarından dolayıdır ki, maneviyat büyükleri, İsm-i Azam gibi hemen etki yapan duaları öfkeli kimselere, kızdığı yerde okuyup zarar verebilir, diye öğretmezlerdi. Nitekim müridin biri, mürşidinden ısrarla İsm-i Azam'ı öğretmesini ister. Hocası da, 'Sen aceleci bir adamsın geniş düşünemez, öfkelendiğin her yerde hemen okuyabilirsin.' diyerek öğretmek istemezse de, öfkelendiği yerde okumayacağına söz vermesi üzerine, "Öyle ise şehrin dışına çık, gördüklerini gel bana anlat, sonra konuşalım seninle." der. Şehrin dışına çıkan adam, dönüp gelir, gördüğünü şöyle anlatır:
-Nur yüzlü bir ihtiyar ormandan odun getiriyordu. Önüne çıkan bir zorba adam ihtiyarın odunlarını elinden zorla aldı, ihtiyar da, 'Bunda da bir hikmet vardır.' diyerek öfkelenmeden evine döndü. Hocası, 'Bu durumda sen İsm-i Azam'ı bilseydin ne yapardın?' diye sorunca şöyle cevap verir: 'Zorbanın kahrı için hemen okur haddini bildirirdim.' Bunun üzerine hocasının açıklaması şöyle olur: İşte, der bana İsm-i Azam'ı öğreten o ihtiyar oduncudur. Senin hemen okuma gereği duyduğun yerde o sabrı tercih edip okumadan evine döndü. Demek ki sen İsm-i Azam'ı taşıyacak sabra henüz ulaşamamışsın. Öfkeni bırakmadıkça da ulaşamazsın! Bunu unutma.
 

MURATS44

Özel Üye
Asr-ı Saadette ticâretle uğraşan bir tâcir mümin vardı. Bu tacir, ticaretinde helâl-haramı gözetir, Allah ve Resulü için bu ticareti yapar, herkesin hakkına riayet ederdi. Ticaretini Şam ile Medine arasında gerçekleştirir, çoğunlukla da ticaret kervanları ile hareket etmez, tek başına yolculuk yapmayı severdi.

Bir alacağını almış, satacağını da satmış ve Şam’dan Medine ye doğru hareket etmişti. Epeyce yol almıştı ki, baştan aşağı silahlı bir eşkıya ile karşılaştı. Eşkıya bu mümin taciri tehdit etti;

Eşkıyâ: "Mallarını şuraya indir, develerini de şu ağaca bağla.”

Mümin tâcir: “Mallarım senin olsun, beni bırak gideyim."

Eşkıyâ: "Bugüne kadar soyup da öldürmediğim kimse yok Senin hem mallarını alacağım, hem de canını.”

Mümin tâcir: “Madem beni öldürmeye kararlısın, senden son bir talebim var"

Eşkıyâ:“Söyle talebini”

Mümin tâcir: “Ben Müslüman'ım abdest alıp, iki rekât namaz kılayım ondan sonra beni öldür."

Eşkıyâ, izin verir. Tâcir önce abdestini alır, sonra da İki rekât namaz kılar ve ellerini Rabbine açar:

" Ya Vedud! Ya Vedud! Ya Ze’l-arşi’l-mecîd! Ya Mübdi, Ya Mu’id! Ya Fe’aalün lima yürid! Eselüke bi-nuri vechike’l-lezi mele’e erkane arşike ve es’elüke bi-kudretike’l-leti kadderte biha halkake ve bi rahmetike-lleti vesiat külle şeyin. La ilahe illa ente. Ya Muğis, eğisni! Ya muğis, eğisni! Ya muğis, eğisni! "

Mümin tâcirin duâsı bitmişti ki, çok garip bir hâdise meydana gelir. Birden beyaz bir at üstünde yeşil elbiseli, elinde de harbe olan bir süvâri peydâ oldu. Eşkıyâ şaşırmış, ne yapacağını bilemez bir durumdaydı. Eşkıyâ, tâciri ve malları unuttu, ortaya çıkan bu süvâriye saldırdı. Süvâri, bir darbe ile eşkıyayı yere düşürdü.

Süvâri, tâcire dönerek: “Öldür bu eşkıyayı" dedi.

Mümin tâcir: "Ben hayatımda kimseyi öldürmedim, insan öldürmeyi hoş görmem. Beni bağışla.” dedi.

Sonra süvâri, eşkıyâyı bir darbe ile öldürdü.

Tâcir sordu: “Sen kimsin?"

Süvâri: “Ben üçüncü kat gökte duran bir meleğim. Bu adamı öldürmeyi Allah Teala bana nasip etti. Sen namazından sonra ellerini kaldırıp duaya başladığında, gök kapılarının çalındığını duyduk, öyle şiddetle çalınıyordu ki. Mühim bir hadisenin olduğunu anladık. İkinci defa dua ettiğinde gök kapıları açıldı. Üçüncü defa dua ettiğinde, Allah Teala, Cebrail Aleyhisselam’ı görevlendirdi.

Cebrail Aleyhisselam şöyle dedi:

‘Dua eden falan mümini kim kurtaracak” Ben talep ettim de görevlendirdiler. Ey Allah Teala’nın mümin kulu! İyi bil ki! Senin yaptığın bu duayı kim yaparsa Allah Teala onun sıkıntısını giderir, ona yardım eder.”

Bu hadiseden sonra mümin tâcir, yola koyulur ve Medine’ye varır. Soluğu Kâinatın Efendisi Sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda alır ve başından geçen hadiseyi anlatır. Taciri dinleyen Kâinatın Efendisi Sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyurur:

"Muhakkak ki, Allah Teala sana Esma-ül Hüsna'yı telkin etmiş. O isimlerle Allah Teala’ya dua edilirse, istenen verilir.”

Bu dua ism'i Azâm Gök kapılarını titreten duâ'dır.
Emeğine sağlık.Harika ve çok güzel bir konu teşekkür ederim..
dualardf9.jpg
 
Üst Alt