51- Sehâya benziyen kötü huy

MURATS44

Özel Üye
Dillerde medh olunur, her yerde hürmet gösterilir. Mâlı çok olanlar arasında ve mevkı’ sâhibleri yanında sözleri kırılmaz. Kendilerine gelen hediyyelerin ardı kesilmez. Adak, zekât paraları önlerine yığılır. Farz ve sünnetleri yapmakda gevşekdirler. Başkalarının yanında, nâfile ibâdetleri yapmakdan, bedenleri za’îf olmuşdur. Nefs-i emmâreleri ise, pek kuvvetlenmişdir. İnsanlar arasında emîn, Allah nazarında hâindirler. Sahte tarîkatcılar ve dünyâya düşkün din adamları böyledir.

Ba’zı köylüler, şehrdeki yemekleri yimez. Ba’zıları da, parasına kıyamayıp kıymetli gıda almaz. Bunları gören, kendilerini derviş sanır. Kanâ’at ve iffet sâhibi görünürler. Bunlar, kanâ’atsız ve iffetsizdir. Yapdıkları, hep gösterişdir, yalandır, riyâdır.
3 -Sehâya benziyen kötü huy da şöyle olur: Mâlı alınteri ile kazanmamış, mîrâsa konmuş veyâ kaçakçılık, istifcilik yapmış, yâhud piyango, toto vurmuşdur. Mâlın kıymetini bilmez. Harâmlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve islâmiyyetin beğenmediği kötü yerlere saçar. Ahmaklar, bunu cömerd sanır. Hâlbuki, bunda sehâ denilen iyi huy yokdur. Mâl kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mâl dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmağa benzer. Fakîrlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mâni’ olur. Çok kimse, fakîrlik sıkıntısı ile îmânını elden kaçırmış, mürted olmuşdur. (Râmûz-ül-ehâdîs)deki hadîs-i şerîfde, (Eshâbım için fakîrlik se’âdetdir. Âhır zemândaki ümmetim için, zengin olmak se’âdetdir) buyuruldu.
İyi anladım, uzun tecribe ile:
Adam ilmle ölçülür, ilm de mâl ile!

Mâlı halâldan, sahîh bey’ ile kazanmak güçdür. Halâl yoldan, islâmiyyete uyarak kazanan az olur. Halâl mâl damla damla, harâm mâl ise, sel gibi akarak gelir. Mâl dağıtmakda sehâvet iyidir. İsrâf ise, kötüdür, harâmdır. Sehâ demek, sehâ huyunu kazanmak, cimrilik denilen kötü huydan kurtulmak için vermek demekdir. Dünyâdan birşey ele geçirmek için ve nefsin kötü arzûsuna kavuşmak için vermeğe sehâ denilmez.
4 -Şecâ’ate benziyen kötü huy da şöyledir: Şecâ’at göstermesi, şecâ’at huyunu kazanıp, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulması için değildir. Dünyâ mâlını, mevkı’ini ele geçirmek için tehlükeye atılır. Yâhud şöhret kazanmak ister. Mâl toplamak için, müslimânların yolunu keser, hayvânlarını kapar, evlere girer.


 

MURATS44

Özel Üye
Bunları yapabilmek için tehlükelere atılır. Bunlar arasında yakalananlar, işkencelere katlanarak, hattâ mallarını, cânlarını vermeği göze alarak, suç ortaklarını ele vermemeği şecâ’at sayarlar. Hâlbuki, bu alçaklarda şecâ’atin kokusu bile yokdur. Şecâ’at sâhibi kimse, aklın ve dînin beğendiği şeyi yapmak için ortaya atılır. Millete, hükûmete hizmet etmek, sevâb kazanmak ister. Şecâ’at güzel huyuna kavuşarak, Allahü teâlânın rızâsına ulaşmağı sever. Kurdun, kaplanın saldırmaları da bir kahramânın hücûmuna benzer ise de, şecâ’atla alâkaları yokdur. Kuvvetleri ve yaratılışları îcâbı saldırarak zarar yaparlar. İyi düşünce ile ve hayr yapmak, sevâb kazanmak için ileri atılmazlar. Kendilerine dayanamıyan za’îflere hücûm ederler. Silâhlı ve kuvvetli bir kimsenin, silâhsız, çıplak, aç bir kimseye saldırması da böyledir. Bu ise, şecâ’at olmaz. Şecâ’at demek, aklı, fikri ve bilgisi ile saldırmayı uygun görmek, dünyâ kazancını düşünmeyip, rûhunda şecâ’at iyi huyu bulundurmağı, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulmağı istemek demekdir. Böyle kimse, zararlı, çirkin iş işlemekden ise, ölmeği tercîh eder. Şerefle ölmeği, şerefsiz yaşamakdan üstün tutar. Hayr ile anılmağı, yüz karası ile yaşamağa değişir. Şecâ’atde, yaralanmak ve ölmek tehlükeleri olduğu için, önceden tatlı olmıyabilir. Fekat sonunda, dünyâ ve âhıret kazanclarının ve zaferin lezzeti ile sonsuz tatlı olur. Hele islâmiyyeti korumak, Resûlullahın parlak dînini yaymak için can vererek (Şehîd olmak) lezzeti, dünyâ ve âhıret lezzetlerinin hiç birinde bulunmaz. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda canlarını verenleri ölü sanmayınız! Onlar diridir. Rablerinin ni’metlerine kavuşmuşlardır) buyurulmuşdur. Şecâ’ati medh eden hadîs-i şerîfler sayılamıyacak kadar çokdur. Cihâddan kaçmak, insanı ölümden kurtarmaz. Ömrü uzatmaz. Düşman karşısında kalmak da, insanı öldürmez, yok etmez. Ecel, ileri ve geri gitmez. İnsanın ömrü değişmez. Çok olur ki, kaçmak ölüme sebeb olur. Düşmana karşı dayanmak da, zafere ve selâmete kavuşdurur. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” diyor ki, Sıffîn muhârebesinde kaçmağa niyyet etmişdim. (Sabr eyliyen, belâdan kurtulur) hadîs-i şerîfi hâtırıma geldi. Sabr etdim, dayandım. Allaha şükr, kaçmakdan kurtuldum. Bu sabrım sâyesinde hilâfete kavuşdum.

Şecâ’atin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, Ona tevekkül etmek, Ona güvenmekdir. Allahın arslanı, şecâ’at nehrlerinin kaynağı, vilâyet bağçesinin gülü olan hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde, hücûm sırasında, başı açık, kolları sıvalı koşar ve şu beytleri okurdu:
 

MURATS44

Özel Üye
Ölümden kaçmak, şu iki gün doğru olmaz:
ecel geldiği gün ve gelmediği gün.
Ecel geldîse kaçmak fâide vermez,
gelmedi ise, tedbîr olmaz hiç uygun!

Mâlını, mevkı’ini gayb etdiği için veyâ düşman eline esîr düşdüğü için intihâr eden, ya’nî kendini öldüren ahmaklarda şecâ’at değil, korkaklık vardır. Şecâ’at sâhibi olan derdlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabr eder. Bu ahmaklar ise, ölmekle sıkıntıdan kurtulacaklarını sanırlar. Bunlar çok câhildir. Ölünce dahâ çok sıkıntılara, acılara düşeceklerini bilmiyorlar. İntihâr etmek, başkasını öldürmekden dahâ büyük günâhdır. Şiddetli azâb çekecekdir. Aklı gitdikden sonra intihâr eden böyle değildir. Ölmeği değil, Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet istemelidir.
5 -Adâlete benziyen kötü huy da vardır. Bu, iffete benzeyen kötü huya yakındır. Adâlet iyi huyundan mahrûm, kötü bir kimse, bulunduğu yerlere adâleti öven levhalar asar. Adâlet üzerinde konuşur. Fıkralar yazar. Dahâ kötüsü, adâleti temsîl eden vazîfeleri, kürsîleri tutar. Gösteriş olarak, âdillerle düşer kalkar. İçleri zulm, kin, intikam ile doludur. Adâlet ise, huyları ve hareketleri dîne ve akla uygun olmak demekdir. Görünüşü, içi gibi olmakdır. Herkesin yanında, yalnız iken olduğu gibi bulunmakdır. İki yüzlülük, adâlet değil, münâfıklıkdır. Beyt:
İbâdet, temiz niyyetli olmak gerek,
birşeye yaramaz, içi boş çekirdek.

BEŞİNCİ BÂB Şimdi, adâletin ne olduğunu bildirelim: Adâlet, iyi huyların en şereflisidir. Âdil kimse, insanların en iyisidir. Adâlet; ittifâk, müsâvât demekdir. İki şeyin yâ kendileri veyâ sıfatları müsâvî olur. Benziyen yerlerinde birleşmişler demekdir. Demek ki adâlet, birlikden, vahdetden doğmakdadır. Vahdet ise, en şerefli bir sıfat, en üstün bir hâldir. Çünki, bütün varlıklar bir varlıkdan meydâna gelmişdir. Âlemde rastlanan her birlik, hakîkî biricik varlığa benzemekdedir. Her varlık, o bir olan varlıkdan olduğu gibi, her birlik, o birdendir. Ölçme, karşılaşdırma işlerinde, müsâvât ya’nî eşitlik gibi şereflisi, kıymetlisi yokdur. Mûsikîde bu mes’ele dahâ mufassal tedkîk edilmekdedir. İşte bunun için, iyiliklerin en şereflisi adâletdir.


 

MURATS44

Özel Üye
Adâlet, ortada olmakdır. Ortadan ayrılanda adâlet olmaz. Üç yerde adâletin bulunması lâzımdır:
1 -Bir malı, bir ni’meti bölerken adâlet ile bölmek lâzımdır.
2 -Mu’âmelâtda, alış verişde adâlet lâzımdır.
3 -Ukûbâtda, cezâ vermekde adâlet lâzımdır. Bir kimse, birisine korku verse, saldırsa, bu kimseye de, öyle yapılması lâzımdır. [Fekat, bu karşılığı ancak hükûmet yapar. Kendisine saldırılan kimse, buna karşılık yapmamalı, bunu emniyete, mahkemeye haber vermelidir. Müslimân, hem islâmiyyete uyar, günâh işlemez. Hem de kanûna uyar, suç işlemez.] Adâlet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adâlet, korkusuzluk demekdir.
Adâlet nedir? Bunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, memleketleri korumak için, bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî ölçü ile, adâleti ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” getirdikleri dinlerdir. İslâmiyyete nâmûs-i ilâhî de denir. Bugün ve kıyâmete kadar kullanılması emr olunan ilâhî ölçü, Muhammed aleyhisselâma gönderilen dindir. Bu ölçüden sonra, bir de ikinci ölçü verilmişdir. Bu da, sözü geçen hâkimdir. İnsan, medenî olarak yaratılmışdır. Ya’nî, öyle yaratılmışdır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvânlar, medenî yaratılmadı. Medînede, şehrde birlikde yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan nâzik, za’îf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ, elbise ve binânın, hâzırlanması lâzımdır. Ya’nî, san’atlara ihtiyâc vardır. Bunun için de, araşdırmak, düşünmek ve tecribe yapmak, çalışmak lâzımdır.
[İslâmiyyet fenni, tekniği, çalışmağı, güzel ahlâkı teşvîk etmekde, emr eylemekdedir. İngilizler ve komünistler, islâmiyyete alçakca iftirâ ediyor. İslâmiyyet, insanları uyuşdurmakda, çalışmağı frenlemekdedir diyerek, küstahca yalan söylüyorlar. İslâm memleketlerinde avladıkları, aldatdıkları, câhil, soysuz kimselere, bol para ve mevkı’ sağlıyarak, onları da, böyle konuşduruyorlar. Fenni, ilmi, çalışmağı emr eden, çalışanları öven âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler meydânda dururken, bu alçak, hayâsızca iftirâlar, güneşi balçıkla sıvamağa benziyor. İngilizler, islâmiyyete sinsice saldırıyor. İslâmiyyeti içerden yıkıyorlar. Yalanlarına gençlerin kolay aldanmalarını sağlıyabilmek için, islâm bilgilerini, din kitâblarını yok ediyorlar. İslâmiyyete hücûm etmek için, Londrada (Müstemlekeler nezâreti) kurdular. Burada hâin plânlar hâzırladılar. Binlerce câsûs yetişdirdiler.


 

MURATS44

Özel Üye
Tuzaklarına düşen câhil, soysuz din adamlarından, Necdli Abdülvehhâb oğlu Muhammed ve Der’iyye emîri Sü’ûd oğlu Muhammed ile işbirliği yaparak ve milyonlarca lira ve silâh kuvvetleri ile (Vehhâbîlik) bid’at fırkasını kurdular. Müslimânların hâmîsi, bekçisi olan Osmânlı devletini içerden yıkdılar. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbına bakınız!
Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin bir an evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebesine sebeb olmaları ve burada türklere yardım etmeleri, hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunun gizli maddelerinde, bu düşmanlıklarını açıkça bildirmişlerdir.] Her zemân müslimânların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Çünki, islâmiyyetden korkmakdadırlar. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdanları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir.) Abdürreşîd efendi, 1363 [m. 1944] de Japonyada vefât etdi.
İslâmiyyet, fenne, tekniğe, çalışmağa mâni’ olur mu? İnsan, her ihtiyâcını hâzırlamağa mecbûrdur. Bunu hâzırlıyan da, fen ve san’atdır ve çalışmakdır. Bir insanın her san’atı öğrenmesi, mümkin değildir. Herbir san’atı mu’ayyen kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san’at sâhibinden alır. Bu san’at sâhibi de, kendine lâzım olan başka birşeyi, onu yapan diğer san’at sâhibinden alır. Böylece, insanlar birbirlerinin ihtiyâclarını te’mîn eder. Bunun için, insan yalnız yaşıyamaz. Bir arada yaşamağa mecbûrdurlar. Medeniyyet demek, (Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâd) için, bir arada yaşamak demekdir.]
İnsanlar bir araya gelince, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulm edenler olur. Çünki, her nefs, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almağa uğraşır. Bu şeyleri istiyen birkaç kişi çekişmeğe başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, kuvvetli bir hâkim lâzım olur. Alış verişde, herkes kendi yapdığının dahâ kıymetli olduğunu söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâlet ile ölçmek lâzım olur. Eşyânın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altın ile gümüşdür. Ya’nî paradır. Altın ile gümüşe (Nakdeyn) denir.


 

MURATS44

Özel Üye
Her milletin kullandığı kâğıd liralar, şimdi hep altın karşılığıdır. Ya’nî, altını çok olan hükûmetler, çok kâğıd para basabilir. Altını az olan, kâğıd parayı çok basarsa, bunların kıymeti olmaz. Çünki, Allahü teâlâ, altın ile gümüşü para olarak yaratmışdır. Başka hiçbirşey, altının yerini tutamaz. Bunun içindir ki, zekâtın altın veyâ gümüş olarak hesâb edilmesi ve verilmesi emr olunmuşdur. Eşyânın kıymetlerini altın ve gümüşle, adâleti gözeterek ölçecek âdil bir hâkim lâzımdır. Sözü geçer olan bu hâkim de, hükûmetdir. Âdil bir hükûmet, zulmü, işkenceyi önler. Allahü teâlânın emr etdiği adâleti te’mîn eder. Eşyânın kıymetlerini, adâlet ile tesbît eder.
Demek ki, insanlar arasında adâleti te’mîn etmek için üç şey lâzımdır: Nâmûs-i rabbânî, hâkim-i insânî ve dinâr-ı mîzânî. Bunlardan en kuvvetlisi, en büyüğü, nâmûs-i rabbânî olan islâmiyyetdir. Dinler, Allahü teâlânın adâleti sağlamak için gönderdiği kanûnlardır. Hakîmlerin adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kanûnları gönderdi. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Onlara kitâb ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler) buyuruldu. Burada, kitâb, din demekdir. Çünki din, Kur’ân-ı kerîmdeki emr ve yasakların ismidir. Terâzî de, altına işâretdir. Çünki altın, ağırlıkla ölçülür. Kur’ân-ı kerîmin emr ve yasaklarını beğenmiyen kâfirdir ve münâfıkdır. Hâkimi, hükûmeti dinlemiyen âsîdir. [Müslimân, Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmez. Suç işlemez.] Altının değerini kabûl etmiyen de, hâin ve hırsız olur.
TENBÎH -İnsanın evvelâ kendine, hareketlerine, a’zâsına adâlet etmesi lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adâlet yapması lâzımdır. Adliyecilerin ve hükûmet adamlarının da, millete adâlet yapması lâzımdır. Demek ki, bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, a’zâsında adâlet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her a’zâsını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değişdirip, onları aklın ve islâmiyyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hâkim, vâlî, kumandan ve herhangi bir âmir ise, yine ibâdetleri yapdırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyâda, Allahü teâlânın halîfesi olmuşdur. Kıyâmetde de âdiller için va’d edilen ni’metlere kavuşur. Böyle bir hayrlı kimsenin hayr ve bereketi, onun bulunduğu tâli’li zemâna, mubârek yere ve orada bulunmakla bahtiyâr olan insanlara, hayvânlara, hattâ nebatlara ve rızklara sirâyet eder, yayılır.


 

MURATS44

Özel Üye
Fekat, Allah korusun, bir yerdeki hükûmet adamları, şefkatli, iyi huylu, adâletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adâlet erbâbı değil, iblislerin ahbâbı, şeytânların yoldaşlarıdırlar. Beyt:
Aldatmasın seni, diktatörün serâyları, kumaşı,
serây bağçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı!

Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır.
Men, lâ yerham, lâ yurham!
buyurulmuşdur ki, acımıyana acınmaz demekdir. Böyle zâlimlerin topluluğuna hükûmet değil, eşkıyâ denir. Bunlar, birkaç senelik, muvakkat dünyâ zevkleri için, milyonlara eziyyet ederler. Fekat, zulmlerinin cezâsını çekmedikce, bu dünyâdan gitmezler. O kadar refâh ve lezzetler içinde oldukları hâlde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük derdler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hâli görür. Ciğerleri yanar. Meryem sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, (Mâlik, hâkim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzûrumuza gelir) buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yapdığı kötülükleri inkâr edemez. Hepsinin cezâsını çok acı olarak çeker. Yapdığı zulmlerin, işkencelerin karanlığı, etrâfını kaplar. Önünü göremez. Azâb meleklerinin pençesinde, kendi yapdıklarının katkat kötüsünü çekmek için, Cehennem azâbına atılır. Allahü teâlânın dînini beğenmediği, ona çöl kanûnu dediği için, orada rahmete kavuşamaz.
ALTINCI BÂB (Ahlâk-ı alâî) kitâbının altıncı bâbında güzel ahlâkın nev’leri bildirilmekdedir. Biz, bunlardan yalnız adâleti bildireceğiz. Adâlet üçe ayrılır:
Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmekdir. Allahü teâlânın merhameti, ni’metleri, ihsânları, her mahlûka yayılmışdır. Ni’metlerinin en büyüğü, kullarına se’âdet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şeklde yaratmışdır. Ebedî, sayısız ni’metler, iyilikler vermişdir. Böyle bir sâhibe, yaratana ibâdet etmek, Onun ihsân etdiği ni’metlere şükr etmek elbette lâzımdır.


 

MURATS44

Özel Üye
Adâlet için sâhibinin hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını edâ etmesi vâcibdir.

Adâletin ikinci kısmı, insanların hakkını edâ etmekdir. Hükûmete, âmirlere, kanûnlara karşı gelmemek, âlimlere hurmet, emânetlere vefâ, alış veriş haklarını edâ, va’dlerini îfâ etmek lâzımdır.
Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını edâ etmekdir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasıyyetlerini îfâ etmek, vakflarını muhâfaza ve bırakdığı hayrât ve hasenâtı devâm etdirmekle olur.
İyilik edene, mâl ile, hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamıyan, hamd ve senâ, teşekkür ve düâ eder. Karşılık yapmıyanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. Çünki, iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzvları, kuvvetleri ihsân eden, herbirini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akl ve zekâ bahş eden, çoluk çocuk, ev, ihtiyâc eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu ni’metleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmakdan, düşmandan, hastalıkdan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmıyan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan, Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabâhât, ne çok zulm ve ne alçak bir vaz’ıyyet olur? Hele, Ona ve ni’metlerin Ondan geldiğine inanmamak veyâ bunları başkasından bilmek en büyük zulm, en çirkin yüz karası olur. Bir kimseye her ihtiyâcı verilse, her ay yetecek para, gıdâ hediyye olunsa, bu kimse, o ihsân sâhibini her yerde herkese nasıl över. Gece gündüz onun sevgisini, teveccühünü, onun kalbini kazanmağa uğraşmaz mı? Onu derdlerden, sıkıntılardan muhâfaza etmeğe çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlükelere atmaz mı? Bunları yapmasa, o ihsân sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayblamaz mı? Hattâ, insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezâlandırılmaz mı? İyilik eden bir insanın hakkına böyle riâyet ediliyor da, her ni’metin, her iyiliğin hakîkî sâhibi olan, hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şükr etmek, Onun beğendiği, istediği şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok Ona şükr etmek, en çok Ona itâ’at etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünki, Onun ni’metleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hattâ, diğerlerinden gelen iyilikleri de, yine O göndermekdedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Allahü teâlânın ni’metlerini kim sayabilir?
ni’metlerinin milyonda birine kim şükr edebilir?


İnsan, Allahü teâlâya karşı lâzım olan şükr borcunu nasıl yapmalıdır? Ba’zılarına göre, birinci vazîfe, Allahü teâlânın varlığını düşünmekdir. Mesnevî:
Hamd olsun, ni’metleri bol Allaha,
önce, varlık ni’meti verdi bana!
İhsânlarını saymağa güç yetmez,
güç de, her üstünlük de, lâyık Ona!

Ba’zılarına göre, ni’metlerin Ondan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve senâ etmelidir.
Ba’zılarına göre, birinci vazîfe, Onun emrlerini yapmak, harâmlarından sakınmakdır.
Bir kısmı da, insan önce kendini temizlemeli. Böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalıdır, dedi.
Ba’zıları, insanları irşâd etmeli, doğru, sâlih olmalarına çalışmalıdır, dedi.
Ba’zıları da, insanın belli bir vazîfesi olmaz. Her insanın kendine göre, başka başka vazîfeleri olur, dedi.
Sonra gelenlere göre, insanın Allahü teâlâya karşı vazîfesi üçe ayrılır: Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir. Nemâz, oruc gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir. Doğru i’tikâd etmek [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, inanmak]. Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmakdır. Bu da, emâneti muhâfaza, insanlara nasîhat etmek, evvelâ islâmiyyeti öğretmekle olur.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır: Doğru i’tikâd, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emr edilmemiş olanlar, zemâna ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât” vâsıtası ile değişdirir. İbâdetleri, insanlar değişdiremez. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve bu büyüklerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ibâdetlerin çeşidlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lâzımdır.
Bu fakîre göre, sözün hulâsası, yukarıda bildirildiği üzere, doğru i’tikâd, doğru söz ve amel-i sâlih, birinci vazîfedir.
 

MURATS44

Özel Üye
İslâm âlimleri ve tesavvuf büyükleri “rahime-hümullahü teâlâ” buyurdular ki, insana vâcib olan birinci vazîfe, îmân ve amel ve ihlâs sâhibi olmakdır. Dünyâ ve âhıret se’âdetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, ya’nî söz ile ve beden ile yapılacak işler demekdir. Kalbin işleri, ahlâkdır. İhlâs, amelini ya’nî bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demekdir.

Âşkın aldı benden beni,
seviyorum Rabbim seni!
Senin sevgin, pek tatlıymış,
seviyorum Rabbim seni!

Ne varlığa sevinirim,
ne yokluğa yerinirim.
Aşkın ile zevklenirim,
seviyorum Rabbim seni!

Emretdin ibâdetleri,
medhetdin iyi hâlleri,
verdin sonsuz ni’metleri,
seviyorum Rabbim seni!

Ne nankör nefsim var aceb,
zevk için, bana kıyar hep!
Ben hakîkî zevki buldum,
seviyorum Rabbim seni!

İbâdeti güzel yapmak,
dünyâ için de çalışmak,
gece gündüz işim, çünki,
seviyorum Rabbim seni!

Sevmek lâfla olmaz Hilmi,
Rabbin, çalışınız dedi.
Hâlinden de anlaşılsın;
seviyorum Rabbim seni!

İslâm düşmanları nice,
çatıyor dîne sinsice.
Durursan, doğru mu olur,
seviyorum Rabbim seni!


Âşık tenbel oturur mu?
Ma’şûka toz kondurur mu?
Düşmanı susdur da, söyle:
Seviyorum Rabbim seni!
 
Üst Alt