Osmanlı toplumunda mahalleliler arası münasebetler

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
OSMANLI TOPLUMUNDA MAHALLELİLER ARASI MÜNASEBETLER


Dr. Osman ÖZSOY
GİRİŞ

Devletlerin temelini ailenin teşkil ettiği konusunda hemen tüm toplumlarda ortak bir kanaat bulunmaktadır. Ailenin bir üst sosyal grubu da mahalledir. Aile içi ilişkiler kadar mahalle içi ilişkiler de toplumun huzuru ve düzeni için büyük önem taşımaktadır. Çünkü devlet ve toplum hayatı, aile, mahalle, köy, kasaba, şehir gibi birbirini tamamlayan halkalardan oluşmaktadır. Mahalle arası düzen ve insanların birbirleriyle olan ilişkileriyle toplum düzeni arasında önemli bir ilişki sözkonusudur. Biz bu çalışmamızda, üç kıtaya yayılmış dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi olan Osmanlı Devletinde mahalle arası halkla ilişkiler konusun ele almak ve Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan unsurların başında gelen halkların birbiriyle uyum içinde kaynaşması konusuna ışık tutmak istiyoruz.


GİRİŞ
Devletlerin temelini ailenin teşkil ettiği konusunda hemen tüm toplumlarda ortak bir kanaat bulunmaktadır. Ailenin bir üst sosyal grubu da mahalledir. Aile içi ilişkiler kadar mahalle içi ilişkiler de toplumun huzuru ve düzeni için büyük önem taşımaktadır. Çünkü devlet ve toplum hayatı, aile, mahalle, köy, kasaba, şehir gibi birbirini tamamlayan halkalardan oluşmaktadır..


Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş dönemiyle birlikte ortaya çıkan yeni yapılanmadan her sosyal kurumun olduğu ölçüde mahalle de etkilendi. Fakat Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyılda kurumlarındaki bozukluklara, ekonomik çöküntüsüne ve çeşitli sarsıntılara rağmen varlığını sürdürmekteydi. Bunun en önemli nedeni ise, Osmanlı Devleti’nin kuruluştaki sağlamlığı ve henüz Avrupa’nın XVIII. yüzyılda tam anlamıyla makine ve endüstri devrimini gerçekleştirip yeteri kadar Osmanlı Devleti’ni sömürme imkânı bulamamasından ileri gelmekteydi..[1] Fakat Avrupa’nın ekonomik anlamdaki sömürü düzeni Osmanlı topraklarına ulaştığında bundan hemen kurumun olduğu ölçüde Osmanlı mahalle yapısı ve toplum düzeni de etkilendi.



1. MAHALLELERİN İSMİ
Her toplumda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de mahalleler, toplumu oluşturan ve kendine has özellikleri olan önemli sosyal kurumlardı.

Osmanlı mahallesi cami ve mescid etrafında oluşan bir yapı arz ediyordu. Bu nedenle olsa gerek, cami veya mescide ismini veren şahsın ismi de, çoğu kere mahallenin ismini teşkil ediyordu.[2] Fatih Camii’nin adını verdiği Fatih semti gibi, Sultanahmet Camii’nin adını verdiği Sultanahmet gibi, Akşemseddin Mescidi’nin adını verdiği Akşemseddin mahallesi gibi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.



2. MAHALLENİN UNSURLARI

Osmanlı mahallesi mescid ve cami etrafında teşekkül etmesine rağmen tek başına fiziki yapıyı tamamlayan bir unsur değildi. Tekke, çeşme, hamam, gibi yapılarda mahallenin temel unsurlarıydı.

Mahallenin temelini teşkil eden cami ve mescid aynı zamanda dini hayatın da temelini oluşturmaktaydı. Bunların masraflarını karşılayabilmek için geniş bir vakıf sistemi tesis edilmişti. Meselâ Ayasofya Camii masraflarını karşılayabilmek için Yedikule selhhânelerinin kira bedelleri tahsis olunmuştu.[3] Bunun dışında orta halli vatandaşlar tarafından muayyen hizmetlerin yapılabilmesi için de vakıflar kurulmuştu.

Mahalle mescitlerinden bazılarının zamanla cami haline dönüştüğü de görülmekteydi. Mahalle halkı cemaatin çok olması sebebiyle mescidin cami olması yönündeki taleplerini dilekçeyle kadıya arz ediyor, gerekli tahkikat yapıldıktan sonra uygun görülürse minber konularak Cuma ve bayram namazlarının kılınmasına müsaade edilebiliyordu. Bunun örneklerinden birisini arşiv kayıtlarından tespit etmek mümkündür. Örneğin Üsküdar’da Hacı Cafer Mescidi’nin mahalle halkından başka cemaati çok olduğundan cami olabileceğine dair husus kadılığa arz edilmiş ve Nefise Hanım isimli bir kişi tarafından minber masraflarının karşılanması üzerine, cuma ve bayram namazlarının kılınmasına izin verildiği görülmektedir.[4]

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında büyük fonksiyonlar gören ve yeni fethedilen yerlerin halklarının devlete olan bağlılıklarını artırmada büyük faydalar sağlayan tekke ve zaviyeler de, Osmanlı toplum yaşantısının bir parçası olmaya devam etmekteydiler. Tekkeler sadece ibadetle meşgul olunan yerler değildi. Bu kurumlar, öteki bütün sosyal müesseseler gibi bulundukları zaman ve mekanın gerektirdiği sosyal, iktisadî ve dinî şartlara bağlı olarak Osmanlı kültürünün yayılmasında ve yaşanmasında büyük fonksiyon icra etmişlerdir. Buralarda yaşayan insanlar kendi masraflarını yine kendi üretim güçleriyle karşılıyor ve tekke ve zaviyenin etrafında bağ, bahçe yapıyor, değirmen işletiyor ve sürüler besliyorlardı. Kendi masrafları dışında barındırdıkları ve yoldan gelip geçen insanların masraflarını da yine kendileri karşılıyorlardı. Anadolu topraklarındaki zaviyeler konusu, Anadolu’nun iskânı, Türkleşmesi ve Müslümanlaşması konusuna paralel bir geçmişe sahiptir. Tekke ve zaviyeler ilk devirlerde bir iskân unsuru olmuşlar ve Anadolu’da Türklere karşı sempati oluşturulmasında ve İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynamışlardır.

Tekke ve zaviyeler, gerek Selçuklular, gerekse de Osmanlılar zamanında okul açmanın mümkün olmadığı ve insanların göçebe olarak yaşadığı bölgelerde de sosyal hayatını düzenleme ve buralarda yaşayan insanların merkezle olan bağlarını sağlamada propaganda yapma konusunda büyük rol oynamışlardır. Savaşlardan sonra kazanılan ve yerleşime yeni açılan bölgelerde yaşayan halkın yeni idareye karşı ısındırılmasında ve onlara müsamaha ve hoşgörüyle yaklaşmak suretiyle Müslümanlığı benimsemelerini sağlamada zaviyelerin büyük etkisi olmuştur.

Osmanlı mahallesinde temizlik esastı. Bu amaçla çeşme ve hamamlara büyük önem veriliyordu. Çeşmeler için vakıf gelirleri tesis edilirken, mevcut hamamlar da, vakf olundukları müesseselere gelir getiren önemli kalemlerdendi.[5] Çünkü hamamlara rağbet Osmanlı mahallesinde oldukça yaygındı.



3. MAHALLENİN İDARESİ

Mahallelerin cami veya mescid etrafında teşekkül etmesi bu mabetlerin imamlarını mahalle idaresinde önemli bir konuma getirmiş, bu kişiler halkın dinî hayatında olduğu gibi mahallenin idâri yapısında da söz hakkı sahibi haline getirmiştir. İmamlar imtihanla seçilmekte, tayinle göreve gelmekte ve kendilerine berât verilmekteydi.

İmamların nikah kıyma, cenaze kaldırma gibi vazifeleri dışında geniş idari yetkileri de vardı. İmamların yetkilerinin belirtildiği bir belgede, “mahallenin ırzını korumak ve mahalleye zarar verecek durumları ortadan kaldırmak, mahalle halkının emniyet ve rahatlarını temine dikkat etmek” olarak belirtilmiştir.[6]

Mahalle imamları Osmanlı idaresinin çeşitli konularda çıkardığı hükümleri halka duyurdukları gibi, aynı zamanda bunların uygulanmasına da bizzat nezaret ederlerdi. Mahallede kefilsiz yabancı insan oturmasına izin vermedikleri gibi, ahlâksızlığın yayılmasına mani olmak da bunların vazifeleri arasındaydı.[7] İmama yardımcı olmak üzere müezzinin ve mahalle kethüdasının da idarî görevde aktif olarak bulunduğunu görmekteyiz.[8]
Burada daha önemli bir noktayla da karşılaşmaktayız. Osmanlı toplumunda mahalle halkı da idare söz sahibi idiler. Mahalle birbirini yakından tanıdığı için aynı zamanda birbirlerine müteselsil kefil idiler. Yani faili belirlenmemiş bir olayın aydınlatılmasında toptan sorumlu tutulmaktaydılar. Böylece vergi yükümlüleri tam olarak tespit edildiği gibi, merkezi otorite ve genel güvenlikte sağlanmış oluyordu.[9] Bu sayede mahallede kendiliğinden bir oto kontrol sistemi oluşmuş oluyordu.

Herhangi bir kişi genel huzuru ve düzeni bozacak bir durum sergilediğinde önce gerekli uyarılar yapılmakta, bundan sonuç alınamaması halinde cezai müeyyide uygulanması talep edilmekteydi. Bu durum herkes için geçerliydi. Gerek idarecilerden biri, gerekse de mahalle halkından birisi cemiyetin huzurunu bozacak bir davranış sergilediğinde, daha üst idarî mercilere başvurularak bunun önüne geçilmesine çalışılmaktaydı. Bununla ilgili arşivlerde çok sayıda belge mevcuttur. Meselâ bunlardan birinde, mevcut gelirlerine kanaat etmeyerek ev ve dükkân kiralayanlardan kefilleme adı altında para talep eden imam ve müezzinlerin bu hareketlerinden vazgeçmedikleri takdirde derhal görevlerinden azledilecekleri kendilerine bildirilmişti.[10] Yine bir başka belgede, İstanbul’daki Mimar Sinan Mahallesi sakinlerinin camiyi kapalı tuttuğu ve görevinde dikkatli olmadığı için, azledilmesi talebiyle imamı şikayet ettiklerini görüyoruz.[11]



4. MAHALLEDE YAŞAM

Bunun dışında Osmanlı toplumunda mahalle halkı, kendi aralarında huzurunu bozanları da mahalleden çıkarmaktaydılar. Meselâ Cafer Subaşı Mahallesi halkı, ahlâka ters davranışları bulunan ve sürekli kavgayla mahallenin huzurunu bozan karı-kocanın uyarıları yapılan uyarıları dinlememesi sebebiyle mahalleden çıkarılmasını talep etmişlerdir.[12]
Osmanlı mahalle geleneğinde, komşuya zarar veren ve insanlara saygısızlık edenler hakkında bu tür uygulamalar sıklıkla tatbik edilmiştir. Yapılan tüm uyarıları dikkate almayıp huzuru bozan davranışlarından vazgeçmeyen insanlar hakkında mahalle halkı tarafından resmî mercilere şikayette bulunulduğunda, eğer kişi bu davranışlarından vazgeçeceği yönünde söz verdiğinde bu tür şikayet dilekçelerinden de vazgeçildiği görülmüştür.[13]

Mahallede huzur esastı. Bu konuda Müslümanın gayr-i müslime bir ayrıcalığı yoktu. Meselâ Beyazıt Semti yakınlarındaki Gedik Ahmet Paşa Mahallesi sakinlerinden İmam Hafız Hüseyin Efendi ve Müezzin Molla Mehmed ve Süleyman Ağa ve zimmîlerden Barun ve Kevark ortak bir şikayet dilekçesi vererek, zamanlı zamansız çalgı çalarak çıkardığı gürültü ile mahallenin huzurunu bozan Murak adındaki zimmîyi mahkemeye vererek mahalleden çıkarılmasını talep etmişlerdir.[14]

Mahallede, vergi yükümlülüğünü yerine getirmede zorlanan veya herhangi bir şekilde ekonomik güçlüğe düşen insanlara sahip çıkmak ve desteklemek amacıyla oluşturulmuş para vakıfları da tesis edilmişti.[15]
Bunların dışında mahalleye su getiren vakıflar tesis edildiği gibi, eğitim ve dini müesseseler için de tesis edilmiş vakıflar vardı. XVIII. yüzyıla gelindiğinde Anadolu ve Rumeli’de kurulan yeni vakıfların sayısının 6 bin olduğu tahmin edilmektedir.

Ramazanlarda Müslümanlar iftar yemeğinden önce namazlarını camilerde kılmayı tercih etmekteydiler. İftarın zamanında yapılabilmesi için tesis edilmiş özel vakıflar da vardı ve bunlar Ramazan boyunca ihtiyaç sahiplerine iftar yemeği sundukları gibi, gece boyunca şerbet de ikram ederlerdi.[16] Dini bayramları kutlamak ve bayram ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlara yardım etmek amacıyla kurulmuş her mahallenin kendi özel vakıfları da vardı. Kurban Bayramında kurban kesip etini ihtiyaç sahiplerine ulaştıracak ve fukaraya dağıtacak vakıflar da vardı. Hz. Peygamberin doğum gününü kutlamak ve o gece mevlit okutmak amacıyla oluşturulmuş yine özel vakıflar vardı.



5. MAHALLEDE KİLİSE-CAMİ-HAVRA YAN YANA

Bilindiği Osmanlı Devleti çok farklı milletleri bünyesinde barındıran bir devletti. Osman Devleti çok geniş milletler mozaiğine sahip olmasına rağmen farklı dil ve dinlerden olan bu milletlerin huzur içinde birarada yaşamasını temin edebilmişti. Müslüman halkın Müslüman olmayanlarla ilgili bir sorunu yoktu. Kimse kimsenin dini yaşayış ve düşünüşünden rahatsız olmuyordu. Zorlama yoktu. Bir başkasını rahatsız etmediği sürece herkes dini yaşayış ve düşünüşünde sonuna kadar özgürdü.

Osmanlı Devleti’nin tebaası olmuş milletlerden şu anda bağımsız devlet olarak mevcudiyetini sürdüren otuzdan fazla ülkenin hiçbiri bugüne kadar, eline muteber bir belge alarak dünya kamuoyunun karşısına çıkıp, “Osmanlı Devleti bizi asırlarca sömürdü ve millî kimliğimizi yok etti” diyememiştir. Diyememiştir çünkü; Tarihin hiçbir döneminde böyle bir şey olmamış, Osmanlı Devleti tebaası olan uluslara en küçük bir müdahalede bulunmamıştır.

Osmanlı topaklarına çok erken tarihte katılan ve beş asırdan fazla Osmanlı egemenliğinde kalan örneğin Bulgarlar ve Yunanlılar, asırlar sonra bağımsızlıklarını tekrar kazandıklarında, dillerinden, dinlerinden, kültürlerinden hiçbir kaybetmemiş, ama yeni çok şey öğrenmiş olarak beş asır önce sonra yeniden dünya sahnesindeki yerlerini almışlardır. Bu azınlıklardan her biri, millî kimliklerini kaybetmeden, 300-500 yıl arasında değişen sürelerle Osmanlı toprakları üzerinde büyük bir güvenle hiçbir konudaki özgürlüklerine ilişilmeden huzur içinde yaşamışlardır.

Nitekim Türkiye’deki Musevi cemaatinin hahambaşısı Rav David Asseo, Osmanlı’nın Musevilere yaptığı insanlığı anlatırken şunları söyler:

“Osmanlı yönetiminin ve bu yönetimin başındaki Sultan I. Beyazıt’ın, İspanya’dan sürgün edilen Musevi kitlelerine kucak açması, hatta bununla da kalmayıp onların bu ülke sınırları içinde yerleşmelerini ve yaşamalarını kolaylaştıracak tedbirleri alıp bu yolda fermanlar da yayınlaması, hakikaten insanseverliğin ve başka inançta olanlara anlayış göstermenin tarihte içinde, ilk ve sanırım bu boyuttaki son örneği oldu. Osmanlı yönetiminin adeta bir devlet politikası olarak ortaya koyduğu bu tutum, var olma ve belki de yok olma çizgisindeki yüz binlerce İspanya Musevisi’nin kaderine, dönemin Devlet-i Muazzama’sının var olma yönünde ağırlık koyması olarak değerlendirilir. Bence, Musevi toplumu için en kritik zamandaki bu müdahale, belki de Yüce Tanrı’nın her gün gerçekleşen ve biz insanların kolayca farkına varamadığı mucizelerden biridir. Osmanlı’nın İspanya’dan sürgün edilen Musevilere kucak açması, aradan 500 küsur sene geçmiş olsa da evrensel boyutlarını koruyan bir hadisedir” der.[17]
Nitekim ABD Başkanlarından George Bush bir konuşmasında, “Dünyada baskı altında olan toplumlara kucak açan iki ülke vardır. Bunların başında Türkiye ve Osmanlı Devleti gelir” derken, 500. Yıl Vakfı Başkanı Jak Kamhi’de, “Eğer Türk Milleti’nin bu hoşgörüsü olmasaydı, Osmanlı’dan ve Türkiye’den, bu hoşgörüyü görmeseydik, ne daha önce ecdatlarım, ne de bugün ben hayatta olmazdık” der.[18]
Balkan Savaşları sırasında Yunanlıların Selanik’e girdiklerinde ilk yaptıkları iş Yahudi mahallelerine saldırmak olur. O tarihlerde Selanik çok ağırlıklı bir Yahudi şehridir. Burada katliamdan dolayı Yahudiler de Müslümanlarla birlikte kaçalar ve İstanbul, İzmir, Edirne Yahudi göçmenlerle dolar. Bugün en büyük Yahudi şehri New York. Halbuki 15. Asırdan itibaren 5 asır Osmanlı’nın şehirleri aynı görevi görmüş. İspanya, İtalya’dan Yahudiler kovulduğunda, Selanik, İzmir, İstanbul gibi Osmanlı şehirlerine gelmişler ve yerleştikleri en büyük şehir Selanik olmuş.[19]

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kılıç zoruyla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-i müslimlere daha yararlı olmasının sağlayacağı faydadan dolayı, araya giren papaz ve hahamların arzusuyla, İstanbul’u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylık göstermiştir. İstanbul kılıç zoruyla fethedilen bir şehir olduğu için, eğer Fatih Sultan Mehmed isteseydi, uluslararası hukukun kendine tanıdığı hakka göre, diğer din mensuplarını bu şehirden sürgün edebilirdi.[20] Fakat Fatih Sultan Mehmed’in engin hoşgörüsüyle bu hüküm uygulanmamıştır. Buna karşılık, her caminin yanına birer kilise inşasına müsaade olunmuştur.[21]
Eğer Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında bulunan yerlerde aynı mahalle içinde caminin hemen yanı başında günümüze kadar ulaşan kilise ve havralar varsa, gayr-i müslimler bunu Osmanlı Devleti’nin engin hoşgörüsüne borçludurlar. Osmanlı hukuk sisteminin önde gelen isimlerinden biri olan Ebussuud Efendi, İstanbul’daki kilise ve havraların devamını Osmanlı Devleti’nin esasını oluşturan Müslüman Türk toplumun bu ince anlayış ve lütuflu muamelesine bağlamaktadır.[22]

Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Kudüs’teki Beytül-Makdis’e geldiğinde, Kudüs’teki Ermeni Patriği Serkiz, diğer papazlarla birlikte Sultan’a gelerek kendilerine in’amda bulunmasını arzu etmişler ve eskiden beri tasarruflarında bulunan kilise ve mabetleri yine kendilerine tasarruf etmesini, Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyubi’nin kendilerine verdiği ahidnâmeyi Yavuz’un da yenilemesini arzu etmişlerdir. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim kendilerine:

“...Eskiden beri tasarruf yetkisine sahip Ermeni rahiplerin, Kamame, Hz. İsa’nın doğduğu Beytüllahım mağarası, kuzeydeki kapının anahtarı, içerde kamame kapısındaki iki şamdan ve kandilleri, Büyük Kiliseleri, Mar-Yakup, Der’üz-zeytun, Habs’ül-Mesih kiliseleri, bunlara ait vakıflar, bağlar, bahçeler, aynı dine mensup Habeş, Kıptî ve Süryani milletleri, bunların terekeleri ve benzeri hususlarda yine tasarrufa yetkili olduklarına karar verilmiştir. Bunlara kimse müdâhale etmeyecektir. Evlatlarım,, vezirler, salihler, kadılar, beylerbeyleri, sancakbeyleri, voyvodalar, subaşılar vesaireler bununla emel etsinler” diye emir vermiştir.[23]

Osmanlı toplumunda gayr-i müslimler Müslümanların sahip olduğu tüm vatandaşlık haklarına sahiplerdi. Müslüman olmak hukuk önünde bir ayrıcalık kazandırmıyordu. Meselâ bunlardan birinde, İstanbul’un Cerrahpaşa semti yakınlarındaki Sancakdar Hayrettin Paşa Mahallesinde oturan Ahmed ismindeki vatandaş, mahallenin gayr-i müslim çocuklarına olan sataşmalarından ve bu çocukları zaman zaman dövmesinden dolayı mahkeme kararıyla mahalleden çıkarılmıştı.



SONUÇ

“Osmanlı toplumunda insan ilişkileri ve mahalle geleneği günümüz insanının imreneceği düzeydeydi. Din, dil, ırk renk ayırımı yapılmadan insanlar arası büyük bir kaynaşma söz konusuydu. Günümüzde insanlığın büyük sorunlarından biri olan kişilerin yalnızlığa terkedilmişliği, diğer insanlara karşı sorumluluk hissetmeme ve dışlama gibi alışkanlıklar yoktu. Herkes mahallenin birinci sınıf vatandaşıydı ve asla ayrım yoktu.

Osmanlı toplumundaki halkla ilişkiler üzerine yapılacak araştırmaların sayısının artması, günümüzdeki insan ilişkilerinin daha iyi noktaya getirilmesi adına da büyük yarar sağlayacaktır.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 9.

[2] Ayverdi, Ekrem Hakkı, Osmanlı Devri Sonlarında İstanbul Mahalleri ve Şehrin İskânı ve Nüfusu, Ankara 1958, s. 3.

[3] Ahmed Refik, Hicri On İkinci Asırda İstanbul Hayatı, İstanbul 1978, s. 8-9.

[4] 1178 (1764) tarihli, Üsküdar Kadı Nâibine hitaben gönderilen hüküm. Üsküdar Sicilleri (ÜS), nr. 495, v. 92a/1, nr.436, v. 92b/1.

[5] 1095 (1683) tarihli Vakfiye, İSB, 41, 153b.

[6] İstanbul kadısına hitaben yazılan 3 Şaban 1226 tarihli buyuruldu. İS, nr. 106, v. 11b/4.

[7] Ahmed Refik, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı (1435-1531), İstanbul 1988, s. 145.

[8] Ergenç, Özer, “Osmanlı Klasik Dönemindeki “Eşraf A’yân” Üzerine Bazı Bilgiler”, Osmanlı Araştırmaları, İstanbul 1982, III, s. 107.

[9] Ergenç, Özer, “Osmanlı Şehrindeki Mahallenin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı Araştırmaları, s. 69-78.

[10] İstanbul Kadısına buyuruldu. İS, nr. 65, 23b/1.

[11] 3 Recep 1211 tarihli ilâm. İS, nr. 67, v. 44a/1.

[12] 19 Safer 1213 tarihli ilâm, İS, nr. 71, 21b/3.

[13] 17 Cemaziye’l evvel 1213 tarihli ilâm, İS, nr, 158, 73a/3.

[14] 9 Muharrem 1213 tarihli ilâm. İS, nr. 158. 73a/3

[15] Barkan, Ömer Lütfi, “Avane” İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1979, c. II, s. 17-19.

[16] Yediyıldız, Bahâeddin, “Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Toplumundaki Rolü”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1981, XIV, s. 3.

[17] Zaman, 1 Mart 1998.

[18] Zaman, 11 Mart 1998.

[19] Ortaylı, İlber, “Türkiye’nin Batılılaşma Hareketlerine Genel Bir Bakış”, Avrupa Birliği El Kitabı, TC. Merkez Bankası Yayınları, Ankara 1995, s. 172-173.

[20] Cin, Halil,/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, c. 1, s. 394.

[21] Akgündüz, Ahmet, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor 1, s. 11-13.

[22] Ebussuud, Ma’ruzat,

[23] Akgündüz, Ahmet, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor I1, İzmir 1989, s. 25-31.

Tarih Araştırmaları Vakfı, Tarih Dergisi, Aralık 1998, sf. 59–62.
 

MURATS44

Özel Üye
Harikasınız üstad. Muhteşem bir konu. elinize emeğinize sağlık. İşte bu satırlardan ders almamız lazım. Osmanlı Medeniyeti bize de örnek olmalı.
Baştan sona insna saygı ve ince bir medeniyetin izleriyle dolu. ALLAH ac razı olsun inşaallah.
 
Üst Alt