142- Cennetde Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâbdır 3.Cild 44.cü mekt

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
142- Cennetde Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâbdır 3.Cild 44.cü mekt

ÜÇÜNCÜ CİLD, 44. cü MEKTÛB Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mânın oğlu mîr Abdürrahmân için yazılmışdır. Cennetde Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâb vermekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlar, Allahü teâlâ görülemez diyenler, sözlerini isbât etmek için, (Görülen şeyin, görenin karşısında olması lâzımdır. Allahü teâlâ, birşeyin karşısında olamaz. Çünki O, cihetsizdir. Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrâfı olmak demekdir. Bunlar ise, Allahü teâlâ için kusûrdur, noksânlıkdır. İlâhda bu kusûrlar olamaz) diyorlar.
Bunlara cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın kudreti, kuvveti o kadar çokdur ki, bu geçici ve za’îf olan dünyâ hayâtında, hissiz, hareketsiz, içi boş iki sinir parçasına, karşısında olan şeyleri görebilmek kuvveti vermişdir. Sinirlere bu kuvveti veren yüce Allah, âhıretde, dahâ kuvvetli ve hiç yok olmıyacak olan bu iki sinir parçasına, karşısında olmıyanları, cihetsiz veyâ her cihetde olanları da görmek kuvvetini veremez mi? Çünki O, sonsuz kudret sâhibidir ve âhıretde his edilmesi ve görülmesi kâbildir. Ba’zı yerlerde ve zemânlarda, görmek için, karşılıklı ve belli yönde bulunmağı şart kılmış, başka yerlerde ve zemânlarda, bu şart olmadan görmek kuvveti vermişdir. Bu iki yer birbirine hiç benzemediği hâlde, birinde lâzım olan şartları, ötekinde de lâzımdır demek, doğrusu pek insâfsızlık olur. Mahlûkları yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akl ile anlaşılmayan (Âlem-i melekût)daki şaşılacak varlıklara inanmamak olur.
Süâl: Allahü teâlâ görülürse, çevresi olması ve gözle anlaşılması îcâb eder. Bu da, sonu, sınırlı olduğunu bildirir. Allahü teâlâda, bu kusûrlar olamaz.
Cevâb: Allahü teâlânın görünmesi, fekat çevresi bulunmaması ve gözle anlaşılamaması câizdir. En’âm sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Onu gözler anlıyamaz. O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir) buyruldu. Mü’minler, âhıretde Allahü teâlâyı görecekler, gördük diyeceklerdir. Görmekde hâsıl olan zevkı, lezzeti duyacaklardır. Fekat, görüneni anlıyamıyacaklardır. Görmekden birşey elde edemiyeceklerdir. Görmeği anlıyacaklar, görmenin tadını alacaklar, fekat gördüklerini anlamıyacaklardır. Fârisî beyt tercemesi:
Ankâ avlanamaz, tuzağını topla!
bu avdan tuzakda kalır ancak hava.

Allahü teâlâ görülecek, fekat anlaşılamıyacakdır. Görmekde hiç kusûr olmıyacakdır. İhsân ve ikrâm ederek, âşıklarına kendini gösterecekdir. Kendini görmek lezzetini onlara bol bol verecekdir. Bundan, Ona hiç kusûr, noksânlık gelmez. Çevrilmiş, cihetlenmiş olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
O tarafdan kemâli noksân kabûl eylemez.
Bu tarafdan şerefin, söze, ölçüye gelmez.

Allahü teâlâyı görmek için, görenin karşısında bulunması, doğrultusunda olması şartdır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu şartların bulunması lâzım olur. Çünki, görülende bu şartların bulunması, görende de bulunması demekdir. Allahü teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu şartların bulunması lâzım olup, görmemesi îcâb eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmiş olur. Kur’ân-ı kerîme inanılmamış olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ yapdıklarınızı görücüdür) ve (O, işitici ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ amelinizi görür) meâllerinde âyetler vardır. Bundan başka, görmemek kusûrdur. İlâhlık sıfatından mahrûm olmakdır.
Süâl: Allahü teâlânın görmesi, ilm sâhibi olması, herşeyi bilmesi demek değil midir? Allahü teâlânın ciheti, sınırı olmasını îcâb etdiren başka birşeyin de bulunduğunu söylemeğe lüzûm var mıdır?
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Cevâb: Görmek, bir güzel sıfatdır. Baska sıfatlardan baska olarak, Allahü teâlâda
bu sıfatın da bulundugunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden
baska birsey degildir demek, Kur’ân-ı kerîme uygun olmaz. Ilm denilince, bilinenin
karsısında bulunmakdan kurtarılmıs olmaz. Ilm, sanki iki kısmdan hâsıl olur.
Birincisinde, bilinen sey ile karsı karsıya olmak sart degildir. Ikincisinde ise sartdır.
Buna, (Rü’yet), ya’nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin en kuvvetlisi, en yüksek
derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi’nân, emniyyet hâsıl olur.
Düsünülen, bilinen seylere, insanın vehmi karsı çıkabilir. His ederek anlasılan seylere,
vehm karsı koyamaz. Böyle seyler, bu tehlükeden kurtulur. Bunun içindir ki,
Ibrâhîm Halîlürrahmân “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın
ölüleri diriltecegine inandıgı ve kalbinde yakîn bulundugu hâlde, kalbinde
(Itmi’nân), ya’nî emniyyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildigini görmek istedi.
Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse, bu güzel sıfatın
mahlûklara nereden geldigini sorarız. Çünki, mahlûklarda bulunan her güzellik,
Allahü teâlâda bulunan güzelligin aksidir, zuhûrudur. Mahlûkda bulunan bir güzelligin,
iyiligin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak sey degildir. Çünki,
mümkinler, kötülükden, noksânlıkdan baska birsey degildirler. Onlarda görülen
her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden âriyet olarak verilmisdir. Çünki vücûb
mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi:
Önceden, evden birsey getirmedim ben,
ben de ve herseyim de, sendendir senden!
Ilk süâle cevâb olarak, söyle de deriz ki, ileri sürdügünüz sebeb, Allahü teâlânın
varlıgı için de tehlükeli bir düsünüsdür. Onu görmek olamaz derken, Onun
varlıgı da olamaz demekdir. Bu ise, akla uygun düsünüs degildir. Çünki, Allahü
teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması lâzım olur. Yukarıda veyâ
asagıda, önde yâhud arkada, sagda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması
demekdir ki, noksânlıkdır, kusûrdur. Ilâhda hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır.
Süâl: Onun varlıgı, belki âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmis ve sınırlanmıs
olmaz mı?
Cevâb: Âlemin her tarafında olmak, çevrilmis, sınırlanmıs olmakdan kurtarmaz.
Âlemin dısında bulunması lâzım olur. Baska olan birsey, dısarda olur. Ikilik, baska
yerde olmakdır. Bu da, çevrilmis, sınırlanmıs olmakdır.
Böyle yanlıs ve aldatıcı düsüncelerden kurtulmak için, bilinmiyen seyleri, bilinenler
gibi sanmak hastalıgından kurtulmak lâzımdır. Gâibi sâhide kıyâs etmemelidir.
Görülen seyde bulunan güzel bir hâl, görünmiyenin güzelligini giderebilir.
Çünki sartlar baska olunca, sıfatlar, hâller de baska olur. Hele, sartların baskalıgı,
ters olacak kadar çok ise, hâllerin baskalıgı da ters olmaga kadar gider. Arabî
mısra’ tercemesi:
Tozlu, topraklı olan, temiz olana benzer mi?
Allahü teâlâ akl ve insâf versin de, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmis olan
(Nass)lara karsı gelmesinler. Sahîh hadîsleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmis
olanlara îmân etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demelidir.
Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, anlamadıgına
inanmamak, çok yanlıs ve pek haksızdır. Dogru olan çok sey vardır ki, akl
bunların dogru ve düzgün olduklarını anlıyamaz. Akl herseyi dogru olarak kavrıyabilseydi,
aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Alî Sînâ gibiler, herseyi dogru
olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Hâlbuki, kendisi, (Birseyden yalnız birsey meydâna
gelir) diyerek öyle yanılmısdır ki, az düsünmekle hemen anlasılmakdadır.

Imâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, onun bu sözüne çok sert çatmakda, (Bütün ömrünü, insanı
yanlıs düsünmekden koruyan ilmlerle ugrasmakla geçirmis iken, bu en kıymetli
ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar yanılmısdır) demekdedir.
[(Ahlâk-ı Alâî) kitâbında diyor ki, (Ibni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında, kıyâmetde dirilmegi
inkâr eyledi. Ölecegine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdıgı zulmlere
tevbe etdigi söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve düâsı kabûl
olmaz buyuruldu). Eflâtun ve Aristo gibi eski Yunan felesoflarının da yanıldıklarını
ve bu yüzden medeniyyetin asrlarca geri kalmasına sebeb olduklarını yirminci
asrın fen adamları bildirmekdedir. Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeye
bakınız! Avrupada, bugünkü modern kimyânın babası denen Fransız kimyâgeri
Lavoisier de öyle yanlıs ve bozuk seyler söyledi ki, mütehassısı oldugu kimyâ ilmine
yapdıgı zararlar hizmetlerini asmıs bulunuyor. Ikinci kısmda, yirmisekizinci
maddeye bakınız!
Imâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitâbında, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz
sanan dinsizleri üçe ayırmısdır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar,
Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı
ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısmdadır.] Bunlar, Allahü teâlânın varlıgına
inanmayıp, âlem, böyle kendiliginden gelmis ve böyle gidecekdir. Bunun yaratanı
(Hâsâ) yokdur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir,
diyor. Dehrî olup da, müslimân görünerek, müslimânların dînini, îmânını
bozmaga, islâmiyyeti içerden yıkmaga çalısana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Ikinci
kısmı, tabî’iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki, akllara hayret veren intizâmı
ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlıgını söylemege mecbûr kalmıslarsa
da, tekrâr dirilmegi, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmislerdir. Üçüncü
kısm, sonra gelen Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve
onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî’iyyecileri red ederek,
aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, baskalarının sözlerine hâcet kalmıyacak
kadar seyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamısdır. Bu üç
kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba’zı saf kimselerin, bunları
din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda
hadîs bile uydurdukları hayretle isitilmekdedir. Kâfirler, hersey söyliyebilir. Fekat,
müslimân görünenlerin îmân ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir.
(Nebrâs) ve bunun Berhurdâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hâsiyesinde diyor ki:
Mahlûkların hepsine (Âlem) denir. Âlem, ya’nî hersey yok idi. Allahü teâlâ, herseyi
yokdan var etdi. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu) dedi. Tabî’iyyecilerin
çogu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyûlâ [madde]dan yapılmısdır.
Sekl almıs heyûlâya Sûret [cism] dedi. Cism de üç fizikî hâlinde [gaz, sıvı, katı]
görünür. Âlem, böyle gelmis, böyle gider dedi. Dört unsur [ates, hava, su, toprak]
ezelîdir, hep var idiler. Cismler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, aslları olan
bu dört madde kadîmdir dedi. Eflâtun, âlem önce yokdu. Sonradan var oldu diyerek,
eski Peygamberlerin kitâblarından isitdigini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat
da, Aristo gibi söylediler. Dimokrat, maddenin küçük zerrelerden [atomlardan]
yapıldıgını, bunların boslukda hareket etdiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm
veyâ hâdis oldugunu anlıyamadıgını söyledi. Onlara göre, (Ezelî bir yaratıcının,
yaratdıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmaga basladı demek, kudretinin önceden
noksân oldugunu gösterir). Cevâb olarak deriz ki, (Ezelî olan irâdesi, isteyince
yaratmaga basladı. Susamıs kimsenin, iki bardak sudan birini seçip alması gibidir.
Bu kimsede, dahâ önce irâde ve kudret yokdu denilemez. Simdi de, irâde edince,
yeni seyler yaratdıgını görüyoruz). (Âlem, önce yokdu demek, âlem yok iken,
zemân vardı demekdir. Zemân da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir parçasının
var olmasını söylemek, olacak sey degildir) derlerse, biz (âlem yok iken, zemân
vardı) demiyoruz. Bu husûsda (Akâid-i Celâliyye)de genis bilgi vardır. Simdi, bu
âlemden sonsuza dogru, sonsuz uzunluk oldugunu söylemek gibi saçma olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Âlem, ayn
ya’nî madde ve araz ya’nî özellikden meydâna gelmisdir. Madde, boslukda yer kaplıyan,
araz ise, yalnız bulunamayıp, baskası ile birlikde bulunan seydir. Su’â’ ya’nî
ısık arazdır. Cism olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünki, iki baska cism, aynı
zemânda, aynı mekânda bulunamaz. Harâret [ısı] da böyledir. Madde, cevher-ülferdlerden
[atomlardan] yapılmısdır. Madde, basît cevher [Element] veyâ mürekkeb
[Bilesik] olur. Maddeyi meydâna getiren atomlar arasında, his edilemiyecek
kadar küçük bosluklar vardır. Her cism [maddeler, atomlar] degismekdedir. Degisen
seyler, hâdisdir [yok iken var olmusdur]. O hâlde, âlem hâdisdir. Bu üç
cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine (Sugrâ), ikincisine
(Kübrâ) denir. Üçüncüsü de (Netîce)dir. Madde ezelde var olsaydı, ezelde de degisirdi.
Ezel, kendinden önce, baska sey yok demekdir. Ezelde, degisiklik yok demekdir.
O hâlde, madde ezelî olamaz. Nebrâsdan terceme temâm oldu.
Ahmed Âsım efendi, (Emâlî) kasîdesi serhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları
ile birlikde hâdisdir. Ya’nî, yok iken, sonradan var olmuslardır. Yerler, gökler,
hersey yok idi. Hıristiyanlar, yehûdîler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar.
Aristo, Fârâbî ve Ibni Sînâ, madde kadîmdir dediler. Islâm âlimleri diyor ki,
(Ezelî olan sey degismez. Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, hep
degismekdedir. Maddeler, ezelde degismemis olsalardı, ebedî olarak, simdi de, degismezlerdi.
Önceden degismek yokdu. Sonradan degismeler hâsıl oldu da denilemez.
Çünki, degismek için, bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Degismek sonradan
baslayınca, kuvvetin de, sonradan var oldugu, ezelî olmadıgı anlasılır). Ahmed
Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Görülüyor ki, maddenin ezelî oldugunu söylemek,
tabî’at kuvvetlerinin hâdis olduklarını, ezelî olmadıklarını ortaya koymakdadır.
Fen ve tabî’at âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesllerinin tükenip yok olduklarını,
birçok türlerin de, sonradan meydâna geldiklerini anlamıslardır. Canlı, cansız
herseyin bir ömrü vardır. Herseyin ömrü, ya’nî varlıkda kalma zemânı baskadır.
Ömrü sâniye ile ölçülen varlıklar oldugu gibi, asrlarca yasıyanlar da vardır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
En
uzun ömrlü varlıklar, element denilen basît cismlerdir. Bunların ömrlerinin çok
uzun olması, tabî’iyyecileri sasırtmıs, (Cismler yok olur, madde degisir. Fekat, madde
yok olmaz) diyenler olmusdur. Hâlbuki, maddenin, cismlerin degismelerinin sonsuz
olarak, böyle gelip, böyle gidecegini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlıga inandıgını
söylemekdir. Allahü teâlânın varlıgının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz
oldugunu, maddecilerin ve tabî’atcıların da inkâr edemiyeceklerini göstermekdedir.
Bu ahmaklar, canlı cansız, herseyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydâna
geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söyliyorlar. Hâlbuki, elementler
de atomlardan meydâna gelmisdir. Atom yıgınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları
da yokdan var etdi. Elementler sonsuz öncelerde var olup, hersey bunların çesidli
birlesmelerinden, sonsuz öncelerde meydâna gelseydi, bunları birlesdirmek
için, sonsuz öncelerde, mu’azzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım
olurdu. Çünki, enerji olmadan, atomlar birlesemez. Sonsuz öncelerde bulunması
lâzım olan o kudret, iste Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de,
sonsuz öncelerde yokdu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslimânlar,
Allahın, herseyi yokdan meydâna getirdigine inanıyor. Onların söyledigine göre,
herseyin var olması için, o seyi meydâna getiren seyin önceden var olması, bunun
da var olması için, bunu meydâna getiren seyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce
demek, ucu, baslangıcı yok demekdir. Baslangıcda birsey olmazsa, ondan meydâna
gelecek seyler de olmaz. Ya’nî, gördügümüz, bildigimiz seylerin hiçbirinin var
olmaması lâzım olur. O hâlde, herseyin, önceden yok iken sonradan var edilmis,
yaratılmıs olan tek birseyden üremekde oldukları anlasılmakdadır. Maddecilerin
(sonsuz öncelerde var olmak) sözlerinin, maddeler, cismler için, mümkin olmadıgı
anlasıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fekat madde olmıyan, bir yaratıcı
için mümkin, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelisgiye sebeb
olmamakdadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin,
tabî’atcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zemân varlıkda
durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildigimiz cismler gibi degildir. Bu sonsuz
varlık, madde olmıyan, hiçbirseye benzemiyen, herseyi bilen, gören, herseye
gücü yeten, müslimânların inandıkları bir Allahdır. Herseyi O yaratmısdır ve yaratmakdadır.
Tabî’at dedigimiz bu maddeler, cismler, canlılar ve çesidli enerjiler,
onların zan etdikleri gibi, yaratıcı degildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmıs,
birbirlerine te’sîr etmek kuvvetini, kendilerine vermis, yenilerini yaratmasına eskilerini
sebebler, vesîleler yapmısdır. Allahü teâlânın sebeblere, sebeblerin te’sîr
etmelerine ihtiyâcı yokdur. Hiç sebeb olmadan da yaratabilir. Fekat, sebebleri, vâsıtaları
araya koyarak yaratmakdadır. Sebebler ile yaratmasında hikmetler, kullarına
fâideler vardır. Bu fâidelerden biri, insan oglu, bu sebeblere verilmis olan
te’sîrleri, özellikleri görerek, baska kimselerden isiterek ögrenip, maddî ve ma’nevî
sebebleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin,
cismlerin yaratılmasına sebeb olur. Çesidli sanâyı’ tesîsleri, fabrikalar yapılır.
Bir yandan da, kalb, ahlâk temizlenerek, insan melek gibi olur. Allahın Velîsi olur.
Ma’rifet-ullaha kavusur. Insan, istedigi seyin sebebine yapısarak, ona kavusur. Sebeblere
yapısmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” âdetidir. Insan
zekâsı, insan gücü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmakdadır. Sebebler
zincirinin bir halkası olmakdadır. Tabî’atcıların, komünistlerin, sebebleri yaratıcı
zan etmeleri, çocugun, babası çukulata getirince, (çukulatayı babam yaratdı)
demesine benzemekdedir. Çünki o, çukulatayı babasının verdigini görmekde,
baska birsey bilmemekdedir.
Ahmed Âsım efendi, yine diyor ki: Allahü teâlâ, kadîm olmasaydı, hâdis olsaydı,
onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm ise, Allah odur. Hâdis ise,
onu da yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm olmıyan yaratıcılar zinciri mevcûd
olur. Bu zincire, (Teselsül) denir. Teselsül ise, muhâldir, olacak sey degildir. Teselsülün
muhâl oldugu, (Burhân-ı tatbîk) ile isbât olunur: Birseyin sonsuz yaratıcılarını,
birinciden baslıyarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. Ikinci yaratıcıdan baslıyarak,
ikinci bir sıra dahâ düsünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir
noksân oldugu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. Ikinci sıra, sonsuz olamadıgı
için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Ya’nî, bir ucu sonsuza
giden yarım dogru düsünülebilir. Fekat böyle birsey mevcûd olamaz. Teselsül
olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu
tek yaratıcı, ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlıgı kendindendir, baskasından
degildir. Âkıl ve bâlig olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var oldugunu ve
baska herseyin yokdan var edildiklerini isitdikden sonra, aklını kullanmayıp, düsünmeyip,
buna inanmazsa veyâ aklını kullanıp, düsünüp de, bunu akl kabûl etmez,
fenne uygun degildir diyerek inanmazsa kâfir olur. Cehennemde sonsuz
azâb görür, yanar. Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Insan, isitmedigi için
düsünmezse ve düsünmedigi için de, anlamaz, îmân etmez ise, yine kâfir olur. Cennete
girmez. Fekat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azâb, buna yapılmaz.
Hesâbı görüldükden sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. Allahü teâlâ, Isrâ
sûresinin onbesinci âyetinde meâlen, (Peygamber göndermedikce azâb yapmayız!)
buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlasılıyor ki, Allahü teâlânın var oldugunu,
bir oldugunu anlamak için, tabî’atdaki nizâmı, düzeni incelemek, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber vermelerinden ve bu haberleri isiterek, okuyarak
ögrendikden sonra farz olmakdadır. Ibni Âbidîn mürted bâbında buyuruyor
ki, (Buhârâ âlimleri dediler ki, (Peygamber gönderilmeden, teblîg yapılmadan
önce teklîf yapılmaz). Es’arî mezhebi böyledir. Muhtâr olan kavl de budur. Bu âlimler,
(Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı basında bir kimsenin Allahü teâlânın
varlıgını anlamaması özr olmaz) sözünden murâd ve maksad, Peygamberlerden
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” isitdikden sonra, anlamaması özr olmaz demekdir,
dediler). Imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” de, 266. cı mektûbunda böyle
buyurmusdur.
Eflâtunun Îsâ “aleyhisselâm” zemânında yasadıgı (Burhân-ı kâtı’) kitâbında yazılıdır.
Avrupa kitâblarında, Eflâtunun, mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı
tesrîfinden [347] sene önce öldügü yazılıdır. Platon ismi de verilen bu Yunan
felesofunun dersleri meshûr oldugundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”,
gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldıgından ve kendisini
ancak oniki havârî bilip, Îsevîler az ve asrlarca gizli yasadıklarından, mîlâd,
ya’nî noel gecesi dogru anlasılamamısdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibesinde
veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ baska gün oldugu sanıldıgı gibi, bugünkü
mîlâdî senenin bes sene fazla oldugu, çesidli dillerdeki kitâblarda, meselâ Hasîb
begin 1333 [m. 1915] baskılı (Kozmografya) kitâbında ve (Takvîm-i Ebüzziyâ)da
yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslimânların senesi olan hicrî sene gibi dogru ve
kat’î olmayıp, günü de, senesi de sübheli ve yanlısdır. Imâm-ı Rabbânînin “kuddise
sirruh” ve (Burhân-ı kâtı’)ın bildirdiklerine göre, üçyüz seneden fazla olarak
noksândır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zemân,
bin seneden az degildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki:
(Ibni Asâkirin, Sa’bîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” haber verdigine göre, Îsâ
aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında, [963] sene fark vardır).
Imâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok islâm büyükleri,
Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmis ve o felsefecilerin, ne kadar
câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmislerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri begenmemelerini,
onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında yazmıslardır.
O hâlde, kâfirlerin, mürtedlerin, islâm düsmanlarının (Islâm âlimleri, tesavvuf
adamları, Yunan felesoflarının, Roma tesavvufcularının, Batlemyus mektebinin
te’sîri altında kalmıs) demeleri temâmen yersiz ve yanlısdır. Islâm âlimlerini “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, onların talebesi ve taklîdcisi sekline sokarak, bunları
küçültmek için, düsmanca yapılan iftirâlardır. Hâlbuki, islâm âlimleri, Yunan
ve Roma felsefesini ve hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürüterek yere
sermis, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden dogru olanlarının, eski
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını
bildirmislerdir. Sôfiyye-i aliyyenin tesavvufa âid sözleri, câhillerin zan etdikleri
gibi, kitâbdan okumakla, baskalarından ögrenmekle ve taklîd ile degil, kesf ile
ya’nî mubârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir.
Bu hakîkatleri, (Mektûbât)ın birçok mektûbu, çok güzel bildirmekdedir.
Eski Yunan felsefecileri ve simdiki komünistler, herseyi akl ile anlamaga, akla
uydurmaga kalkısan ve yalnız aklın begendigine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın
erebilecegi seylerde dogruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadıgı, erisemedigi
birçok seylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra
gelenleri, öncekilerinin yanlıslarını çıkarmıs, birbirlerini begenmemislerdir.
Islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânlarına kadar olan fen
bilgilerini okuyup ve seksen bilgiyi iyi ögrendikden sonra, islâmiyyetin gösterdigi
yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erisemedigi bilgilerde de
dogruyu bulmuslar, hakîkate varmıslardır. Islâm âlimlerine felesof demek, bunları
küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir.
Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine
kapıldıkları zemânlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne
çıkamadıkları için, bunlar, islâm âlimi gibi yüksek olamaz.
– 761 –
Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun is yapmamak sefâhetdir.
Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermedigi
seylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdigi seylerde ona güvenen, aklın
ermedigi, yanıldıgı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ısıgı altında akla dogruyu gösteren
yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyyetde felsefe yokdur,
islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin
üstünde olan islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vardır.
Akl, göz gibidir, din bilgileri de ısık gibidir. Ya’nî insanın aklı, gözü gibi za’îf yaratılmısdır.
Gözümüz, maddeleri, cismleri karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, görme
âletimizden fâidelenmemiz için, günesi, ısıgı yaratmısdır. Günesin ve çesidli ısık
kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz ise yaramazdı. Tehlükeli cismlerden, zararlı
yerlerden kaçamaz, fâideli seyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veyâ gözü
bozuk olan, günesden fâidelenemez. Fekat, bunların günese kabâhat bulmaga
hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız basına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı seyleri anlıyamıyor. Allahü
teâlâ, aklımızdan fâidelenmemiz için, Peygamberleri, islâmiyyet ısıgını yaratdı.
Peygamberler, dünyâda ve âhıretde râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız
bulamaz, ise yaramazdı. Tehlükelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, islâmiyyete
uymıyan veyâ aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden fâidelenemez.
Dünyâda ve âhıretde tehlükelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları,
mevkı’, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gösterdigi yolda gitmedikce, hiçbir ferd, hiçbir cem’ıyyet mes’ûd
olamaz. Ne kadar nes’eli, sevinçli görünseler de, içleri kan aglamakdadır. Dünyâda
da, âhıretde de râhat ve mes’ûd yasayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır.
Râhata, se’âdete kavusmak için, müslimân oldugunu söylemek, müslimân görünmek
yetismez. Müslimânlıgı iyi ögrenmek ve emrlere, yasaklara uymak lâzımdır].
Ehl-i sünnet âlimleri, dînimizin bildirdiklerini, akl ersin ermesin, isbât etdiler.
Allahü teâlâ, onların çalısmalarına bol bol mükâfat versin! Bu bilgilerden hiçbirine,
akl ermedigi için, karsı gelmediler. Böylece, kabr azâbına, kabrde (Münker) ve
(Nekîr) denilen iki melegin süâl soracaklarına, sırat köprüsüne, kıyâmetdeki terâzîye
hemen inandılar. Akl ermedigi için, olmaz demediler. Çünki bu büyükler,
Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i serîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynaga bagladılar.
Anlıyabildiklerini anlatdılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlamadıklarına,
aklımız ermedigi için anlıyamadık dediler. Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar.
Onlar, akl eren seylere inanıp, akllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına
inanmadılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri,
Allahü teâlânın begendigi seylerden birçoguna aklın eremedigi için oldugunu bilemediler.
Akl huccetdir. Fekat, tâm huccet degildir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmeleri ile tâm huccet olmusdur. [Ya’nî, O büyüklerin
gönderilmeleri ile, akl herseyi ögrenebilmisdir.] Isrâ sûresinin onbesinci
âyetinde meâlen, (Biz, Peygamber göndermedikçe, azâb yapıcı degiliz) buyruldu.
Yine sözümüze dönerek deriz ki, karsıda bulunan seyi görmek için, aynı dogrultuda
bulunmak lâzım ise de, yanında olmıyanı görmek için lâzım degildir.
Uzakda olan birsey, insanın bir cihetinde olmadıgı gibi, görülmesi de bir yanda olmaz.
Görmeden önce, bir cihetde olmıyan sey, görürken de bir cihetde olmaz. Anlasılamıyan
birseyi görmek de, anlasılamıyacak hâlde olur. Maddeli olan, maddesiz
olanı anlıyamaz. Arabî mısra’ tercemesi:
Sultânın bol hediyyelerini, onun vâsıtaları tasıyabilir.
Anlasılamıyanın görülmesini, anladıgımız seylerin görülmelerine benzetmek yanlıs
olur. Insafsızlık olur. Insanı dogruluga kavusduran yalnız Allahü teâlâdır.
 
Üst Alt