139- Zâhir âlimlerinin ve tesavvufcuların ve râsih ilmli seçilmislerin hâlleri 2.Cild

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İKİNCİ CİLD, 13. cü MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Şemsüddîne yazılmışdır. Onun mektûbuna cevâb vermekde ve zâhir âlimlerinin ve tesavvufcuların ve Peygamberlerin vârisleri olan râsih ilmli âlimlerin hâlini bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun Peygamberine salât ve selâm olsun! Size ve doğru yolda olanlara düâlar ederim. İhsân ederek göndermiş olduğunuz şerefli mektûbunuzu kıymetli kardeşim şeyh Muhammed Tâhir getirdi. Okuyunca bizleri sevindirdi. Sizinle buluşuncıya kadar, (Mektûbât)daki nasîhat verici mektûbları okumakdayım diyorsunuz. Kıymetli efendim! Nasîhat vermek, dînimizin birinci vazîfesidir ve Peygamberlerin en üstününe uymakdır “Ona ve hepsine üstün düâlar ve her dürlü selâmlar olsun”. Âlimlerin dinden ellerine geçen şey ve Resûlullaha uymaları, önce i’tikâdlarını düzeltmekdir. Sonra, ahkâm-ı islâmiyye bilgilerini öğrenmek ve öğrendiklerini yapmakdır. Tesavvuf büyüklerinin ellerine geçen ise, âlimlerin kavuşdukları ile birlikde, hâller, vecdler ve tesavvuf bilgileri ve ma’rifetleridir. Peygamberlerin vârisleri oldukları müjdelenmiş olan (Ulemâ-i râsihîn)in dinden ve Resûlullaha uymakdan ellerine geçenlere gelince, bunlara din âlimlerinin ve tesavvufcuların kavuşdukları nasîb olduğu gibi, kendilerine nice gizli ve ince bilgiler de ihsân edilmişdir. Bu gizli ve ince bilgiler, Kur’ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât) denilen örtülü, kapalı âyetlerle gösterilmekdedir. Te’vîl ederek, ya’nî meâlen bildirilmişlerdir. [Ehl-i sünnet âlimleri, açık bildirilmemiş olan, ya’nî, ma’nâları şübheli olan âyet-i kerîmeleri (Te’vîl) etmişlerdir. Te’vîl, bir kelimenin muhtelif ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmekdir.] Resûlullaha tam uyan, bu râsih ilmli büyüklerdir. Peygamberlerin vârisleri, yalnız bunlardır. Resûlullaha tam uydukları için ve Peygamberlere vâris oldukları için, Peygamberlere ihsân olunan ni’metlerden bunlara da pay düşmekdedir. O büyüklerin gizli bilgileri, bunlara da duyurulmakdadır. Bunun için, (Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir!) müjdesi ile şereflenmişlerdir. [Bu hadîs-i şerîfin sahîh olduğu, kitâbımızın ikinci kısmının, beşinci maddesinde de yazılıdır.] O hâlde, siz de Peygamberlerin en üstününün ve âlemlerin Rabbinin sevgilisinin yoluna sarılınız! Böylece, se’âdet derecelerinin en yükseği olan, Ona vâris olmak derecesine kavuşmağa çalışınız!




64 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 62. ci MEKTÛB


Bu mektûb, mubârek oğlu Muhammed Ma’sûm “medde zillühül’âlî” için yazılmışdır. İnsanın aslının adem olduğunu, ademde hiçbir iyilik bulunmadığını bildirmekdedir:
İnsanın hakîkati, ya’nî zâtı, kendisi, onun nefsidir. Buna, (Nefs-i nâtıka) denir. İnsan, ben deyince, nefsini göstermekdedir. Bu nefs-i nâtıkanın hakîkati, aslı da, (Adem)dir. [Adem, yokluk demekdir.] Adem üzerine, vücûd [ya’nî varlık] ışıkları ve vücûdün sıfatları gelmiş olduğu için, kendini var sanmışdır. Kendini diri, âlim, kâdir sanmakdadır. Hayât, ilm gibi güzel sıfatları, kendinin sanmış, bunların bulunmasına kendisi sebeb oluyor sanmışdır. Bunun için, kendini kâmil ve iyi bilmekdedir. Bütün kötülüklerin kaynağı olan ademden kendisine gelmiş ve öz malı olmuş bulunan kötülükleri, kusûrları unutmuşdur. Bir kimse, Allahü teâlânın lutfüne, ihsânına kavuşarak, katmerli câhilliğinden ve yanlış inancından kurtulursa, kendinde bulunan iyiliklerin, güzelliklerin, kendi malı olmadığını, başka yerden geldiklerini, bunların varlıkda kalmalarına kendisinin sebeb olmadığını anlar. Kendi hakîkatinin, özünün, bütün kötülüklerin kaynağı olan adem olduğuna inanır. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu inanışı kuvvetlenirse ve kendindeki kemâlleri, iyilikleri sâhibine geri verip, bu güzel emânetleri yerine teslîm ederse, kendini yalnız adem bilir. Kendinde hiçbir iyilik göremez. Bu zemân, kendinin ne adı kalır, ne nişânı, izi kalır. Ne maddesi kalır, ne eseri kalır. Çünki kendi, yalnız ademdir. Adem de hiçbir şey değildir.Her bakımdan yokdur. Çünki, herhangi bir bakımdan var
olsa, güzelliklerin, iyiliklerin hepsinin onda bulunmadıgını söylemez. Çünki, var
olmak, bir güzellikdir. Hattâ bütün güzelliklerin baslangıcı, kaynagıdır.
Bütün bu bildirilenlerden anlasılıyor ki, insanda tam bir (Fenâ), ya’nî yokluk
hâsıl olması için, kendinin yok olması lâzım degildir. Zâten var degildir ki, yok olması
düsünülsün. Kendini var sanan bir yoklukdur. Bu yanlıs zannından kurtulur
ve kendini var bilmez ve görmezse, adem oldugunu anlar. Demek ki, fenâya kavusmak
için, (Zevâl-i sühûdî) lâzımdır. (Zevâl-i vücûdî) hiç lâzım degildir.
[Ademin bütün kötülükleri, nefs-i emmârede toplanmısdır. Nefs-i emmâre,
hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve baskalarına zararlı
olan seyleri sever. Insanın dünyâda ve âhıretde se’âdete kavusması için, nefsine
uymaması, onu za’îfletip, zarar yapamıyacak hâle düsürmesi lâzımdır. Nefsi
za’îfletecek birinci ilâc, islâmiyyete uymakdır. Harâmların hepsi, dünyâ malına,
mevkı’ine, zevklerine düskün olmak, nefsin gıdâsıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler.
Nefs kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın, fennin ve medeniyyetin
menbaı, kaynagı olan islâmiyyete saldırır. Din ile, îmân ile, Allahü teâlânın emrleri
ile alay eder. Herkesin kendi gibi taskın, saskın olmasını, haksızlık, kötülük,
zulm yapmasını ister. Kendisi gibi olanlara ilerici, kendine uymıyanlara gerici
der. Insanın en büyük düsmanı, kendi nefsidir ve nefslerini beslemis, azdırmıs olan
gâfil, câhil kimselerdir.]
 
Üst Alt