147- Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i serîfe) kitâbından 88. ci mektubu

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
147- Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i serîfe) kitâbından 88. ci mektubu

88. ci MEKTÛB
Derin âlim, büyük Velî, Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi aleyh” (Mekâtib-i
serîfe) kitâbındaki seksensekizinci mektûbu onbir sahîfedir. Bu uzun mektûbun son
kısmının fârisîden tercemesi, asagıdadır:
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde öyle bilgiler vardır ki, bunlar te’vîl edilmeden
anlasılamaz. [Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemis
ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmege (Te’vîl) denir. Bunu
herkes yapamaz.] Evliyânın sözlerini de te’vîl etmek, meâlen bildirmek lâzımdır.
Te’vîl edilmezse, yanlıs anlasılır. Te’vîl edilince, Velîye iftirâ etmek tehlükesi olmaz.
Iftirâ etmek harâmdır. Evliyâ-yı kirâmın, sekr hâlinde [su’ûrsuz] iken veyâ
kavusdukları ni’metleri anlatırken, yâhud talebesini tesvîk için veyâ maksadını anlatacak
kelime bulamadıkları zemân, söyledikleri ba’zı kelimeleri te’vîle muhtâc
olur. Imâm-ı Rabbânînin de, böyle kelimeleri vardır. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-
hullah”, Abdülkâdir-i Geylânînin (Fütûh-ul-gayb) kitâbının fârisî serhinde buyuruyor
ki, (Âriflerin kalblerine ince ve anlasılmaz bilgiler geldigi zemân, bunları
anlatacak kelime bulamazlar. Böyle sözlerini isitince, (dogrusunu Allahü teâlâ
bilir) demeli, inkâra kalkısmamalıdır). Tesavvuf yolundan maksad, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri dogru i’tikâda ve islâmın güzel ahlâkına ve fıkh kitâblarının
gösterdigi isleri yapmaga ve bid’atlerden sakınmaga ve Allah dostlarının kalblerine
gelen hâllere kavusmakdır. Elhamdülillah bizim yolumuzda, bu ni’metler hâsıl
olmakdadır. Allahü teâlâ bu yolun feyzlerini, bu fakîre de ve dogru yolu arayan
bütün müslimânlara da nasîb eylesin! Bâtına [kalbe] gelen ni’metlerin sonsuz
oldugu, bu zemân anlasılır.
Bir kimsenin maksadı bilinmeden, yalnız sözüne bakarak, ona kâfir denilemez.
Bir müslimânın, bir sözünün, yetmis ma’nâsı, küfrünü, bir ma’nâsı ise, îmânını gösterse,
o kimseye kâfir denilmez. Hadîs-i serîfde, (Küfrü açık bilinmiyen kimseye
kâfir diyen, kâfir olur) buyuruldu. Imâm-ı Rabbânî için, (Her zemân, Resûlullaha
tâbi’ olmak lâzımdır diyorsunuz. Hâlbuki, Resûlullahın riyâzetleri, mücâhede-
leri ve kâfirlerle cihâdları sizde hiç görülmiyor) diyenler var. Buna cevâb olarak
deriz ki:
Her müslimânın, farzlarda, vâciblerde ve müekked sünnetlerde, Resûlullaha tâbi’
olması lâzımdır. Âciz olmak, mücâhede ve gazâ yapamamak için özrdür. Hem
de, geceleri, mubârek ayakları sisinceye kadar teheccüd nemâzları kılması ve çok
açlık çekmesi ve muhârebelerde kahramanlıklar göstermesi, Onun hasâisinden idi.
Ya’nî yalnız Ona ihsan olunmusdur. Allahın arslanı, emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü
anh” buyuruyor ki, (Muhârebenin en siddetli zemânlarında, Resûlullahın
yanına sıgınırdık). Cihâd-i asgar olan muhârebeler için ve cihâd-ı ekber olan,
nefs ile mücâdele için, kuvvetli olmak sartdır. Imâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler de
âcizdir. Hadîs-i serîfde, (Kolay seyleri yapınız! Islerinizi güçlesdirmeyiniz! Gücünüz
yetdigi seyleri yapınız! Allahü teâlâ, kolay olanları yapmanızı istiyor) buyuruldu.
Allahü teâlâ, mihnetlere, mesakkatlara katlanmagı kolaylasdırmısdır. [Bunun
için, derdlere, belâlara katlanmagı istiyor. Sabr edenleri seviyor.] Imâm-ı
Rabbânî, (Resûlullahın her isine tâbi’ olmalıdır) demiyor. (I’tikâdda, fıkh kitâblarında
emr olunan islerde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyede ve kalb ile yapılan zikrlerde
ve terakkîlerde tâbi’ olmalıdır) diyor. Siz de biliyorsunuz ki, bunlara tâbi’ olmıyan,
Velî olamaz. Imâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler, onun sözlerini anlıyamıyanlardır.
[Islâm âlimlerinin, kitâbımızdaki sözlerini anlıyamıyan câhiller de, dîni
dünyâ kazançlarına âlet eden yobazlar gibi ve ingiliz câsûslarına satılmıs olan
hâinler gibi, kitâblarımızı kötülüyorlar. Allahü teâlâ, yavrularımızı, bu düsmanlara
aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn.]
Resûlullaha tâm tâbi’ olunca, insan Onun gibi olur. Tesavvuf büyükleri, bu hâle
(Fenâ firresûl) demislerdir. (Fenâ-fisseyh) ve (Fenâ-fillah) demeleri de böyledir.
Bu sözleri de, insanın sıfatları, mürsidin ve Allahü teâlânın kemâl sıfatları gibi
olurlar demekdir. Câhiller, bu sözlerin ma’nâlarını anlamadıkları için, kendilerini
ve her mahlûku, Allahü teâlâ ile birlesir sanıyor. Hâlbuki, ser’ı serîf ve
Kur’ân-ı mecîd, (Allah baskadır. Mahlûklar baskadır) diyor. Evliyânın sekr hâlindeki,
su’ûrsuz sözleri, bu hakîkati degisdiremez. Resûlullaha tam tâbi’ olanda, Allahü
teâlânın kemâl sıfatlarından bir zerrenin zuhûrunu Allahü teâlâ ile birlesmek
zan etmislerdir. Büyüklerimiz, Muhammed aleyhisselâm gibi olmaga, Onunla ittihâd
etmek, birlesmek dedi. Mahlûk, Allahü teâlâ gibi olamaz ki, Allah ile birlesmek
denilsin. Mahlûk, mahlûk ile ittihâd etdi denilebilir. Mahlûk, hâlık ile birlesdi
denilemez. Evliyânın sözleri misk gibidir. Güzel ma’nâ saçarlar. Yanlıs ma’nâlar
vermek, miski çalı, çöp ile örtmek gibidir. Çalı yıgını, miskin güzel kokusunu
örtemez.
(Eskiden, tesavvufcular, fakîrligi zenginlige tercîh ederlerdi. Imâm-ı Rabbânî
ise, zenginligi ve malı, mülkü tercîh ediyor) demek de, çirkin iftirâdır. (Mektûbât)ın
çok yerinde, (Fakîrlerin kapı önlerinde oturmaları, zenginlerin, süsler, zînetler içinde
oturmalarından iyidir) yazılıdır. (Buradaki fakîrlerin, muayyen, devâmlı gelirleri
yok ise de, Allahü teâlânın ezelde taksîm etdigi rızka güvenerek, râhat ve neselidirler)
buyurmakdadır. Zarûrî ihtiyâclarını karsılamak ve fakîrlere yardım
etmek için, çalısıp, halâl kazanmak iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan,
emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve digerleri, Resûlullahdan
sonra, mâl ve mülk sâhibi oldular. Bu servetleri, sahâbîlik derecelerinin azalmasına
sebeb olmadı. Sabr eden fakîr ile sükr eden zenginden hangisinin dahâ üstün
oldugunda, Ehl-i sünnet âlimleri ihtilâf etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” fakîrligin sıkıntısına katlanabildigi için, fakîrligi istedi. Hadîs-i serîfde, (Geceleri,
Rabbimin ziyâfetindeyim. Beni doyuruyor ve içiriyor) buyurdu. Fakîrlik,
ibâdet yapmagı güclesdirirse, ibâdete kuvvet veren zenginlik efdal olur. Böyle, sükr
eden zenginlere dil uzatmak, Hadîd sûresinin yirmibirinci âyetinden gâfil olmagı
gösterir. Bu âyet-i kerîme, meâlen, (Allahü teâlâ, bu üstünlügü diledigine ihsân
eder)dir. [Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i serîf, kâfirlere, fâsıklara muhtâc olmamak
için ve müslimânlara hizmet etmek için ve islâm ilmlerini yaymak için ve bunları
yapanlara yardım etmek için lâzım olan parayı, mâlı kazanmanın çok sevâb oldugunu
gösteriyor.]
Yukardaki satırları yazan, Gulâm-ı Alî Abdüllah-i Dehlevî “rahmetullahi
aleyh”, kâdiriyye ve çestiyye âlimlerinden çok istifâde etdim ve Naksibendî Müceddidî
büyüklerinden feyz aldım. Allahü teâlâ, bu büyükler hurmetine, bu fakîrin
yazılarına te’sîr ihsân eylesin! Okuyanlardan ve tâbi’ olanlardan râzı olsun ve
cümlemize hüsn-i hâtime nasîb eylesin! Âmîn.
Çün ask denizi dalgalandı,
ol dürr-i yetîm, zâhir oldu.
Sânında buyurdu, Hâlıkı pâk,
(levlâke levlâk lemâ halaktül eflâk).
Mahmûdu Muhammedü mübeccel,
mahbûb-i Hudâ, nebiyyi mürsel.
Dogdukda, o semsin ziyâsı,
doldurdu bütün kâinatı.
Gördü Onu, basîr olanlar,
görmiyor, yalnız, kör olanlar.
O gonca, Mekkede açıldı,
kokusu dünyâya saçıldı.
Zerredir, O günesden el’ân,
âlemdeki ilm ile irfân.
Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,
ilmler, O gülün bir filizi,
Ol günesin olmasa berkı,
kim parlatırdı sark-ı garbı?
Olmasa, Endülüs okulu açık,
kim Avrupaya tutardı ısık?
Ilm merkezi Semerkand, Bagdâd,
etdi, yer yüzün cehlden âzâd.
Böylece, kapladı her yeri,
hızla envâr-ı Muhammedî.
Insâf et, ey inadcı insâf,
meydânda degil mi, ilm-i eslâf?
Kim eyledi Mustafâ gibi,
tevhîd-i Cenâbı ezelî?
Verdi mi, öyle dersi irfân,
Hitit ve Âsûr, Roma, Yunân?
Ölçülse, Tevrât, Zebûr, Incîl,
üstün elbet, Kitâb-ı tenzîl.
Bir mu’cizedir, nûr-i Kur’ân,
degismez hiç, durdukca cihân.
Kıyâmete dek, olur mer’i,
sübhe edene, (Fe’tû) emri.
Yehûd, mason, komünist simdi,
Kur’âna, hep, hücûma geçdi.
Her asrda böyle çatdı a’dâ,
biri zafer bulmadı aslâ.
– 773 –
Çünki, onu Cenâb-ı Bârî,
degisikliklerden kıldı ârî.
Ser’ ile yaydı, o Nebî,
Yer yüzüne ilmi, edebi.
Kim giderse onun izinde,
iyilik bulur her isinde.
Her kim ki, bu yola özenir,
güzel sıfatlarla bezenir.
Ümmîdir, egerçi, o Nebî,
ilm ile doldurdu heryeri.
Ümmî ki, sözlerinde parlar,
her mahlûka âid haklar.
Ümmî idi, hocası yokdu,
fenne uygun âyet okudu.
Seçilmis, sevgili iken o,
dâim begenirdi yoklugu.
Emrine geçmisken memâlik,
üç gömlege degildi mâlik.
Askeri olurken muzaffer,
açlıgı sever idi ekser.
Çok mal bulunmazdı evinde,
fevtinde, görüldü, zırhı rehinde.
Vârını fakîre verirdi,
yoksul olunca, sevinirdi.
Ekser zemân gördügü seyler,
yanında, dünyâ neye deger?
Ihsânları, herkese çokdu,
birsey yok demek, onda yokdu.
Ba’zan, o kadar çok verirdi,
düsmânları hep, egilirdi.
Sefkati boldu, her leîme,
müsfik babaydı, her yetîme.
Her isinde vardı, çok hikmet,
hiç etmedi kimseye minnet.
Hastayı ziyâret ederdi,
derdliyi sifâyâb ederdi.
Teheccüdü hiç bırakmazdı,
Allah korkusundan yatmazdı.
Tutardı herkesi, Peygamber,
hep kendi nefsîle berâber.
Iftihâr ederdi, kullukla,
huylu idi, ilâhi hulkla.
Bir mektebe oldu, müdâvim,
Allahdı, zâtına muallim.
Anlatmak için Rahmân, anı,
Kur’ânda hos etdi beyânı.
Hasra dek, Sâh-ı enbiyâya,
olsun salevât, bî nihâye!
Olsun Âline, Eshâbına,
salât, selâmı âcizâne!
– 774 –
 
Üst Alt