174- Kelime-i tevhîdin ma’nâsını bildirmekdedir 3.Cild 3.cü mektûb

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
ÜÇÜNCÜ CİLD, 3. cü MEKTÛB Bu mektûb, Seyyid mîr Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmış olup, kelime-i tevhîdin ma’nâsını bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâmlar, kusûrsuzluklar olsun! (Lâ ilâhe illallah!) Ya’nî ülûhiyyete, ma’bûdiyyete hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır. Şerîki, ortağı, benzeri yokdur. Vâcib-ül-vücûddür, varlığı, elbette lâzımdır. Noksânlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri, Onda yokdur. (Ma’bûd), ibâdet olunan şey demekdir. (İbâdet), kulluk etmek, tapınmak, ya’nî hudû’ ve tezellüldür. Ya’nî, kendini aşağılamak, alçaltmak demekdir. Bütün kemâlât, yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan, hiçbir noksânlığı olmıyan ve herşey, var olmak için ve varlıkda kalabilmek için, Ona muhtâc olan ve kendisi hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc olmıyan ve herkese fâide ve zarar yalnız Ondan gelen ve Onun izni ve emri olmadıkca, hiçbirşeyin, hiçbirşeye zarar ve iyilik yapamıyacağı, Ondan başka herşeyin önü ve sonu yokluk olup, hep var olan bir kimseye ancak ibâdet olunur. İbâdet, yalnız böyle bir kimsenin hakkıdır. Allahü teâlâdan başka, böyle bir kimse yokdur ve olamaz. Bu yüksek sıfatlar başkasında da var dersek, Ona, başkası denilemez. Başka olmak için, farklı olmak lâzımdır. Böyle bir başkasını, ondan farklı, ayrı düşünürsek, ülûhiyyet ve ma’bûdluk şartları, bu ikincisinde noksân olur. Ülûhiyyet ve ma’bûdluk hakkı olamaz. Çünki, bunun, birinciden ayrı olması için, ma’bûdluk sıfatlarından birinin, bunda bulunmaması lâzımdır. Bunun için de, noksân olmuş olur. Bu ikincisinin, kemâl sıfatlarını temâm kabûl edip de, ayrılık olmak için, noksân sıfatlardan bir dânesini kendisinde bırakırsak, yine kendisi kusûrlu olmuş olur. Meselâ, herşey Ona muhtâc olmasa, muhtâc olmıyanların ibâdet etmesi niçin lâzım olur? Eğer, bir işde, birşeye muhtâc olursa, yine noksânlık olur. Eğer herşeye iyilik ve zarar Ondan olmasa, Ona ne lüzûm olur. İbâdete neden lâyık olur? Eğer, Onun izni, haberi olmadan, bir kimse, birşeye iyilik ve zarar yapabilirse, Ona yine lüzûm kalmaz. İbâdet olunmağa hakkı olmaz. Bütün kâmil sıfatları kendinde toplayan, ancak bir olmak, şerîki, ortağı bulunmamak lâzımdır. İbâdete hakkı olan, yalnız bir olmak lâzımdır. O da bir olan, Allahü teâlâdır.
Süâl: Söylenilen şeklde farklı, ayrı ikinci bir ma’bûd olamaz ise de, belki bizim bilmediğimiz, başka sıfatları bulunan farklı bir ma’bûd dahâ bulunamaz mı? Böylece, O da noksân olmaz.
Cevâb: O bilmediğimiz sıfatları da, yâ kâmil sıfatlardır veyâ noksân sıfatlardır. Her iki şeklde de, yine aynı mâni’ mevcûddur. O yine noksân olmuş olur. Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığını göstermek için, şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlâ, herşeyin varlığı için, bütün ihtiyâclarına kâfî olunca ve her şeye fâide ve zarar Ondan gelince, başka bir ma’bûd işsiz kalır. Hiçbirşey, Ona muhtâc olmaz. O hâlde, Onun ibâdet edilmeğe niçin hakkı olur. Ya’nî, Ona karşı zillete ve alçak görünmeğe ne lüzûm olur? Kâfirler, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ediyor, yalvarıyor, ihtiyâclarını ondan umuyor. Kendi yapdıkları putlara, heykellere tapınıyor. Bunlar, kıyâmetde bize şefâ’at, yardım edecek diyorlar. Ne kadar aldanıyorlar. Bunların şefâ’at edebileceğini nereden anlıyorlar? Yalnız zan ile veyâ başkasına aldanmakla, birini, ibâdetde, Allahü teâlâya şerîk yapmak, ne büyük şaşkınlık, ne büyük zarardır. İbâdet, kolay ve ehemmiyyetsiz birşey değildir ki, ölüp giden bir insana, taşa, heykele kulluk edilsin. Elinden birşey gelmiyene, hattâ kendinden dahâ zevallı olana, ibâdet olunmak hakkı verilsin. Ülûhiyyet olmadıkca, ibâdet edilmeğe hak olmaz. (Ülûhiyyet sıfatları) bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmıyanın ibâdet olunmağa hakkı yokdur. Ülûhiyyetin birinci şartı ise, vücûb-i vücûddur. Ya’nî varlığı lâzım olmak, elbette var olması lâzım olmakdır. Varlığı lâzım olmıyan, ilâh olamaz ve ibâdete müstehak olamaz.
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
Ne kadar ahmaklıkdır, saskınlıkdır ki, varlıgı lâzım olan, Allahü teâlâdan baska hiçbir sey yokdur, dedikleri
hâlde, baskalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak
için, varlıgın lâzım olması sartdır. Allahü teâlâdan baska, varlıgı lâzım kimse
olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan baskası bulunmaması îcâb eder. Ondan baskasına
ibâdet etmek, baskasının vücûdünü de lâzım bilmek olur.
Iste (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım
olanın Allahdan baskası olmadıgı ve Ondan baskasının ibâdete hakkı bulunmadıgı
bildirilir. Bu ikisinden en fâidelisi, baskasının ibâdete hakkı olmadıgıdır ki,
bunu ancak Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmisdir. Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan baskasının
vücûdü lâzım degildir diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak
olmakda aldanıyorlar. Allahü teâlâdan baska, ibâdet olunmaga lâyık kimse
olmadıgını anlıyamıyor, baskalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan
çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana
tapınmagı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”.
Bunlar, Allahü teâlâdan baskasına tapanlara (Müsrik) demislerdir. Müsriklerin,
(Allahü teâlâdan baskasının varlıgı lâzım degildir. Ondan baskası, olsa da olur,
olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız Odur) deseler de, baskasına tapdıkları
için, yine müsrik olduklarını beyân buyurmuslardır. Çünki, Allahü teâlâdan baskasına
ibâdet olunmamasına ehemmiyyet vermislerdir. Ya’nî söze degil, ise kıymet
vermislerdir. Çünki, Ondan baskasının ibâdete hakkı olmayınca, Ondan baska
Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O hâlde, bir kimse, Peygamberlerin dînine uymadıkca,
ya’nî Allahü teâlâdan baskasının ibâdete lâyık olmadıgını bilmedikce, sirkden,
müsrik olmakdan kurtulamaz. Sirkin kısmlarından ve insanın kendinde ve dısarda
bulunan ilâhlara tapınmakdan sıyrılamaz. Insanı bundan kurtaran, ancak Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da, insanları bu devlete, bu
ni’mete kavusdurmakdır. Bu büyüklere uymadıkca, sirkden kurtulmak nasîb olmaz.
Onların milletine girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ sûresi, kırksekiz
ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, müsriki afv etmiyecekdir)
buyruldu. Burada, müsrik kâfir demekdir. Çünki, dinlere inanmamak küfrdür.
Sirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir kısmını söylemekle, hepsi söylenmis oldu.
Bunun için, sirk afv olmıyacagı gibi, islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden
de kâfir olup afv olunmıyacakdır. O hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız sirk afv
olunmaz, buyrulmusdur?) demenin yeri yokdur.
Allahü teâlâdan baskasının ibâdete hakkı olmadıgı meydândadır. Hattâ hadsîdir.
Ya’nî düsünmege lüzûm kalmadan, akla geliverir. Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını
iyi anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda bildirdigimiz sıfatlarını iyi düsünse, Ondan
baskasının ibâdete hakkı olmadıgını hemen bilir. Bunu bildirmek için söylenilenler,
meydânda olan seyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red olması,
i’tirâz olunması, münâkasa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan,
kendiliginden görmek için, îmân nûru, îmân ısıgı lâzımdır. Meydânda olan, bedîhî,
çok seyler vardır ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve a’sâbı bozuk
çok kimse vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âsikâr seyleri göremez.
Süâl: Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin,
ma’bûdun olur) buyurmusdur. Bunun ma’nâsı nedir ve dogrusu nasıldır?
Cevâb: Bir insanın maksûdu, arzûsu, teveccüh etdigi, özendigi, sag kaldıkca ele
geçirmek istedigi ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmaga katlandıgı, hiç vaz geçmedigi
sey ise, bu maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki ibâdet, zilletin,
inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan baska ma’bûd tanımamak için, Ondan
baska maksûd olmamak, Ondan baska murâd olmamak lâzımdır. Bunun için
de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan baska maksûd olmadıgını bilmek lâzımdır.
Bu ma’nâ ile, bu kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir maksûdları kalmaz.
Ondan baska birsey arzû edilmez. Böylece, baska ma’bûdumuz yokdur, sözleri dogru
olur ve çesidli ilâhlardan kurtulmus olurlar. Ondan baska maksûd bırakmamak
sûreti ile, Ondan baska ma’bûd bırakmamaga kavusmak, îmânın kâmil olması için
sartdır ve Evliyâya mahsûsdur. Insanın, kendinde bulunan ma’bûdlarından kurtulmasına
baglıdır. Nefs, itmînâna kavusmadıkca, bu derece ele geçmez. Nefsin itmînân
bulması ise, Fenâ ve Bekânın temâmlanmasından sonradır. Parlak olan islâm
dîninin, ısıklı se’âdet-i ebediyye yolunun esâsı, temeli, kolaylık, hafîflik ve kulları
zahmetden, yorulmakdan kurtarmakdır. Çünki, insanlar, za’îf, nâzik yaratılmısdır.
Bunun için, islâmiyyet diyor ki, bir kimse, maksadına kavusmak için, Allah
göstermesin islâmiyyetin dısına çıkarsa, [farzlardan birini bırakır, bir harâm islerse,
meselâ nemâzı, orucu bırakır veyâ içki içer, çıplak gezerse], bu maksûdu, onun
ma’bûdu olur, ilâhı olur. Maksûdu için islâmiyyetin dısına çıkmazsa, onu ele geçirmek
için, harâm islemezse, islâmiyyet, o maksûdu red etmez, men etmez ve onu
maksûd bilmez. Onun maksûdu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmekdir,
der. O maksûda karsı, o kimsede, yaradılıs îcâbı, bir arzû hâsıl olmusdur. Fekat,
bu arzûsu, islâmiyyete olan arzûsunun mikdârına yetisememisdir.
Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulasdırdıklarından, burada Allahü teâlâdan baska
maksûd olmamak lâzımdır. Çünki, baska maksûd olursa, ba’zan, nefsin yardımı
ile, bunun arzûsu, Allahü teâlânın maksûd olmasını asabilir. Onu ele geçirmek,
Allahü teâlânın rızâsına kavusmak arzûsunu basdırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebeb
olabilir. Bunun için, îmânın kâmil olmasında, baska maksûdların kalmaması,
mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın azalması veyâ sönmesi önlenmis, emniyyete alınmıs
olur. Evet, ba’zı bahtiyârlar, ihtiyâr ve irâdelerinden kurtuldukdan sonra, bunlara
yeniden irâde ve ihtiyâr verilir. Irâde-i cüz’iyyeleri kendilerinden gitdikden
sonra, bunları, irâde-i külliye ile sereflendirirler.
[Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulasdırır dedik. Tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın
yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî, her sözünde, her isinde, herseyde
islâmiyyete yapısmakdır. Ne yazık ki, uzun zemândan beri birçok câhiller, fâsıklar,
alçak maksadlarına kavusmak için, büyük âlimlerimizin ismlerini, âlet olarak
kullanıp, çesidli ocaklar kurmus, islâmiyyetin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb
olmuslardır. Hele son zemânlarda, bid’atler ve harâmlar az veyâ çok, bütün tekkeleri
kaplamıs, tarîkatcilik, islâmiyyeti yıkmak için en te’sîrli bir âlet hâlini almısdı.
Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek yapılan
taskınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler uyduruldu. Bunların
bid’at oldugu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) serhinde uzun yazılıdır.
Seyh ve tarîkatcı olarak ortaya çıkan ba’zı kimselerin, agızlarına ates koyduklarını,
agızlarından alevler çıkdıgını, bir yanagına bıçak, sis sokarak öteki yanagından
çıkdıgını, sokak ortasına yatarak, üzerinden kamyon geçirildigi hâlde, kendilerine
hiçbirsey olmadıgını görenlerden isitiyoruz. Bunların kerâmet oldugunu söyliyorlar.
Görenler de inanıyorlarmıs. Allahü teâlâ bunların Mûsâ aleyhisselâm zemânında
da bulundugunu haber veriyor. Bunlara kerâmet degil, sihr diyor. Böyle,
göz boyamaları, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzondokuzuncu sahîfesinde ve
(Mektûbât)ın 266. cı mektûbu sonunda ve üçüncü cildinde uzun bildirilmis, harâm
olduklarına fetvâ verilmisdir. Bu büyücü, üfürükcü seyhlerin, tarîkatcıların yalan
sözleri, (Hadîka) ve (Berîka)da da uzun yazılıdır. Bunların din adamı degil, müslimânları
aldatan seytân oldukları acı acı bildirilmisdir. Bu gösterileri, din degildir.
Dinsizlikdir. Avrupadaki, Japonyadaki kâfirler de, sahnelerde, sirklerde, bunlarınkinden
dahâ acîb, dahâ garîb seyler gösteriyorlar. Islâmiyyet, oyun, komedi,
maskaralık, müzik dîni, sihrbazlık, canbazlık, hokkabazlık dîni degildir. Islâmiyyet,
inanması, yapması, sakınması lâzım olan seyleri, güzel ve çirkin huyları ögrenmek
ve emrlere uymak, herkese iyilik yapmak dînidir. Seyh-ul-islâm Ahmed ib-
ni Kemâl efendinin (El-münîre) kitâbında diyor ki: Müslimâna ilk vâcib olan sey,
ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve Resûlünün
“sallallahü aleyhi ve sellem” emr ve yasak etdigi seyler demekdir. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçdugunu ve deniz
üzerinde yürüdügünü yâhud agzına ates koyup yutdugunu görseniz, fekat islâmiyyete
uymıyan bir is yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık
ve insanları dogru yoldan sapdırıcı biliniz!). (El-münîre)den terceme temâm
oldu. Bu hadîs-i serîf hak yolda olan tesavvufcu ile, bâtıl yolda olan tarîkatcıları,
birbirlerinden kesin olarak ayırmakdadır. Osmânlıların son senelerinde, memleketde,
hadîs-i serîfin haber verdigi sahte, câhil, fâsık tarîkatcılar türemisdi. Çok sükr
olsun ki, Allahü teâlâ bunu önledi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü
anhümâ” ve seyyid Ahmed Rıfâ’î, seyyid serîf Ahmed Bedevî, Ebül-Hasen
Alî bin Abdüllah Sâzilî, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, hâcı Bayram-ı velî ve Ziyâüddîn-i Hâlid-i Bagdâdî
gibi din büyüklerinin mubârek ismlerini, kâtı’ı tarîk-ı ilâhî olan câhillerin elinde
ve dilinde oyuncak olmakdan kurtardı. Bugün memleketimizde ve bütün dünyâda
bir Mürsid-i kâmil, bir Ârif-i mükemmil bulundugunu bilmiyoruz. Evet,
(Kutb-i medâr) her zemân bulunur. Simdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” zemânında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fekat, bunlara
inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan, kendileri bile kendilerini
bilmez. (Kutb-i irsâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüsd ve îmân, bunun vâsıtası
ile gelir. Islâmiyyeti korur. Dîn-i islâm bası bos kalmaz. Din düsmanları
pervâsızca, dîni yıkmaga, degisdirmege saldıramaz. Imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü
sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbesinci ma’rifetde buyuruyor
ki: (Kutb-i ebdâl) [ya’nî Kutb-i medâr] âlemde, dünyâda herseyin var olması
ve varlıkda durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irsâd ise, âlemin
irsâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Herseyin yaratılması, rızkların
gönderilmesi, derdlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin
âfiyetde olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete
kavusmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tevbe etmek ise, Kutb-i irsâdın feyzleri
ile olur. Her zemânda, her asrda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zemân,
bunsuz olamaz. Çünki, âlem bununla nizâm bulmakdadır. Bunlardan biri ölünce,
bunun yerine baskası ta’yîn edilir. Fekat, Kutb-i irsâdın her zemân bulunması lâzım
degildir. Öyle zemânlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetden büsbütün mahrûm
kalır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânın Kutb-i irsâdı idi. O
zemânın Kutb-i ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irsâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmekdedir.
Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner. Seker hastasına
verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehr hâline dönmesine benzer. Yâhud
safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Me’ârif) kitâbından terceme,
temâm oldu.
(Berîka)nın üçyüzseksenbesinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin
çogu derin âlim ve müctehid idiler. Kutb-i irsâdların hepsi böyle idi. (Buhârî)deki
hadîs-i serîfde, (Ilm üstâddan ögrenilir) buyuruldu. Ma’rifet ise, kesf ve ilhâm ile
hâsıl olur. Ilm, kesf ile, ilhâm ile hâsıl olmaz. Ilmin kaynagı Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-
i serîflerdir). Üçyüzyetmisyedinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin
çogu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî ve Ibrâhîm bin Edhem böyle idi. Kutb-i irsâdlar böyle
idi). (Hadîka)nın üçyüzyetmissekizinci sahîfesinde diyor ki, (Me’ârif-i ilâhiyye
ve hakâyık-ı rabbâniyye bilgileri, kesfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan ögrenilmez.
Ibâdetlerin yapılması ve bütün islâmiyyet bilgileri ise, üstâddan ögrenmekle elde
edilir. Islâmiyyet bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve
kitâblar göndermesine lüzûm olmazdı). Bugün ve bundan sonra, herhangi bir câhilin,
büyüklerin kitâblarından çalarak ezberledigi yaldızlı sözlerine aldanma-
maga, câhil tarîkatcıların tuzagına tutulup, Ehl-i sünnetden ayrılmamaga çok
dikkat etmelidir].
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân eyledigin îmân ve yakîn nûrunu artdır. Islâmiyyet ısıgıile aydınlanmamızı nasîb et. Kabâhatimizi ört. Günâhlarımızı afv eyle!
 
Üst Alt