190- Nihâyet, âfâk ve enfüsün dışındadır. Evliyâ kimlere denir? 2.Cild 42.ci mektûb

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
190- Nihâyet, âfâk ve enfüsün dışındadır. Evliyâ kimlere denir? 2.Cild 42.ci mektûb

İKİNCİ CİLD, 42. ci MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddînin oğlu hâce Cemâleddîn Hüseyne yazılmış olup, nihâyetin, âfâk ve enfüsün dışında olduğunu bildirmekdedir:


Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği O büyük Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâ ve selâm olsun. Onun kıymetli olan Âline, akrabâsına ve yüksek olan Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar düâ ve selâm olsun!
Bir sâlik niyyetini düzeltdikden ve kendini dünyâ arzûlarından kurtardıkdan sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe başlar ve güc riyâzetler çeker [(Riyâzet) nefsin arzûlarını yapmamak demekdir] ve şiddetli, ağır mücâhedeler yapar [(Mücâhede) nefsin istemediği şeyleri yapmakdır] ve tezkiye hâsıl eder [ya’nî nefsi temizlenir] ve kötü huyları iyi huylara döner ve günâhlarına tevbe eder ve Allahü teâlâya dönmek nasîb olur, dünyâ sevgisi kalbinden çıkar ve sabr, tevekkül ve rızâ hâsıl olur ve bu kazandıklarının ma’nâlarını, işâretlerini yavaş yavaş ve sıra ile, âlem-i misâlde görmeğe başlar ve bu âlem-i misâl aynasında kendini insanlığın kirlerinden ve insanlık sıfatlarının aşağılıklarından temizlenmiş görürse, (Seyr-i âfâkî)yi [ya’nî kendinin dışında ilerlemeği] temâmlamış olur. Ba’zıları, bu yolculukda ihtiyâtlı davrandı. İnsanın yedi latîfesinden her birini âlem-i misâl aynasında, renkli bir nûr olarak gördüler. Her latîfenin temizlendiğini, kendi nûrunun, âlem-i misâlde görünmesiyle anladılar. Bu seyre [yürüyüşe] kalb ismindeki latîfeden başladılar. Yavaş yavaş ve sıra ile, latîfelerin sonuncusuna ilerlediler. Meselâ sâlikin kalbinin temizlendiğinin alâmeti olarak, (Âlem-i misâl) aynasında, kırmızı nûrun görünmesini kabûl etmişlerdir. Rûh ismindeki latîfenin temizliğinin alâmeti, sarı nûrdur. Böylece, beş latîfenin temizliğini gösteren beş nûr vardır. Demek oluyor ki, seyr-i âfâkîyi temâmlıyan bir sâlik, sıfatlarının ve ahlâkının değişmesini âlem-i misâl aynasında görüyor. Kendindeki zulmetleri, kötülükleri, o âlem aynasında his ederek temizlendiğini anlıyor. Sâlik bu yürüyüşde, her ân, hâllerindeki değişikliği, âlem-i misâlde görüyor. Kendindeki değişiklikleri haber veren o âlemdeki değişiklikleri görüyor. Âlem-i misâl âfâkdandır. [Ya’nî insanın dışında bulunan şeylerdendir.] Böylece insan, âfâkda ilerlemiş oluyor. Evet sâlik, hakîkatde kendinde seyr etmekde, değişiklik yapmakdadır. Ya’nî, onun sıfatlarında ve ahlâkında keyfî, kalitatif bir hareket olmakdadır. Fekat, o, bu hareketini âfâkda görmekdedir. Kendinden haberi yokdur. Bunun için, seyr-i âfâkî denilmişdir. Âfâkda olan bu seyr temâm olunca, seyr-i ilallah temâm olmuş olur. Fenâ hâsıl olmuş olur demişlerdir ve bu seyr-i ilallaha, (Sülûk) demişlerdir.
Bundan sonra olan seyre, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i fillah) derler. Bu seyrde, (Bekâ-billah) hâsıl olur derler. Bu makâmda, sülûkden sonra, cezbe hâsıl oluyor derler.
Sâlikin latîfeleri, birinci seyrde, tezkiye bulduğu, insanlık kusûrlarından temizlendiği için, bu latîfeler, sâlikin rabbi [terbiye edicisi, yetişdiricisi] olan ism-i ilâhînin akslerini, zıllerini, kendilerinde gösterecek bir ayna gibi olmuşlardır. Bu ismin çeşidli kısmlarının tecellîsine, görünmesine ayna olmuşlardır.
İkinci seyre, enfüsî şunun için denir ki, sâlikin enfüsü, ya’nî kendisi, ismlerin akslerine, zıllerine ayna olmuşdur. Yoksa sâlik, kendinde seyr etmekde değildir. Nitekim seyr-i âfâkîye de, âlem-i misâl ayna olduğu için, Seyr-i âfâkî denmişdi. Yoksa, sâlik âfâkda seyr etmiyordu. Bu ikinci seyr, hakîkatde, enfüs aynalarında ismlerin zıllerinin, hayâllerinin seyridir. Hattâ bunun için, (Âşıkda ma’şûkun seyri) demişlerdir. Fârisî beyt tercemesi:
Hareket eden, ayna değildir,
aynadaki sûretlerdir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bu seyre, seyr-i fillah da denmesine sebeb, sâlik bu seyrde, Allahü teâlânın sıfatları
ile sıfatlanır. Bir sıfatdan bir sıfata geçer. Çünki, aynadaki sûretlerin sıfatlarının
ba’zısından aynanın da nasîbi olur. Bundan dolayı, sanki Allahü teâlânın
ismlerinde seyr etmis gibidir.
Iste tesavvufcuların sözlerinin ma’nâsı budur. Makâm sâhiblerinin hâli ve söz
sâhiblerinin murâdı herkesin anladıgı gibi olmaz. Herkes anladıgı kadar söyler. Bu
sözden, baskaları da anlayısı kadar ma’nâ çıkarır. Bir kimse, sözü ile birseyler anlatmak
ister. Dinleyenler, bu sözden baska seyler anlıyabilir.
Tesavvufcuların seyr-i enfüsîye sıkılmadan seyr-i fillah demeleri ve çekinmeden
Bekâ-billah ismini vermeleri ve kavusmak, yetismek bilmeleri bu fakîre agır geliyor.
Bu sözlerine dogru ma’nâ vermek, düzeltmek için güçlük çekiliyor.
Seyr-i âfâkîde, sanki, kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk
ile ahlâklanmak vardır. Çünki, kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur.
Iyiliklere kavusmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti
yok demislerdir. Insanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez sanmıslardır. Çünki,
mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demislerdir. Allahü teâlânın sonsuz sıfatları,
sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekde, Onun kemâlâtından bir kemâl görünmekdedir.
O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.
Seyr-i âfâkîde hâsıl olan Fenâ ile seyr-i enfüsîde hâsıl olan Bekânın ikisine birden,
vilâyet [Evliyâ olmak] demisler ve kemâlin, yükselmenin sonu buraya kadardır
sanmıslardır. Bundan sonra, seyr [yolculuk] olursa, geriye dogru olur ki buna
(Seyr-i anillah) demislerdir. Geriye inerken, bir dördüncü yolculuk vardır ki, buna
da (Seyr-i fil-esyâ) demislerdir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, baskalarını kemâle
getirmek ve irsâd etmek içindir. Ilk iki seyr, vilâyeti hâsıl etmek içindir, demislerdir.
Hadîs-i serîfde, (Allahü teâlâ ile kul arasında, yetmisbin nûrdan perde ve yetmisbin
zulmetden perde vardır) buyuruldu.
Tesavvufculardan bir kısmına göre, seyr-i âfâkîde yetmisbin perde asılmakdadır.
Çünki, yedi latîfeden her birinde onbin perde geçilir dediler. Bu seyr temâm
olunca, perdelerin hepsi aradan kalkmıs olup, sâlik, seyr-i fillah yapmaga baslar
ve (Vuslat) makâmına erisir sandılar.
Iste, Evliyânın seyr ve sülûk dedikleri seyler bunlardır. Insanın kemâle gelmesi
ve baskalarını da irsâd etmesi böyle olur derler.
Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek, bu fakîre bu bilgilerden zâhir etdikleri
ve ne sûretle yetisdirdiklerini, ni’meti bildirmek ve sükrünü yapmak maksadı
ile, asagıya yazıyorum. Kalbi uyanık olanlar istifâde eder.
Hak teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî hiçbirseye benzemez. Nasıl oldugu
anlasılamaz. Âfâkda olmadıgı gibi, enfüsde de bulunmaz. O hâlde, seyr-i âfâkîye,
seyr-i ilallah demek ve seyr-i enfüsîye seyr-i fillah ismini vermek dogru olmaz.
Bu her iki seyr de, (Seyr-i ilallah) olur. Seyr-i fillah, âfâk ve enfüs ile ilisigi olmıyan
ötelerin ötesi bir seyrdir. Sasılacak seydir ki, seyr-i enfüsîye, seyr-i fillah demisler.
Bu seyri bitmez tükenmez bilip, sonsuz olarak seyr edilse, temâmlanamaz
sanmıslar. Hâlbuki, enfüs de, âfâk gibi mahlûk oldugundan, mahlûklarda seyr etmis
oluyorlar. Böylece, büyük hatâya, sonsuz husrâna düsüyorlar. Sonra, ebedî olarak
Fenâ hâsıl olamayınca, Bekâ hiç hâsıl olmaz. Vüsûl, kavusmak, nasıl olur? Yaklasmak
ve kemâl nasıl elde edilir? Sübhânallah! Tesavvuf büyükleri, böylece, serâbı
su sanarak ve seyr-i ilallaha seyr-i fillah diyerek, mahlûku Hâlık düsünerek
ve zemânlı mekânlı olana, bî-çûn diyerek kendilerini avutunca, küçüklerden ve görüsleri
kısa olanlardan sikâyet etmege sıra gelir mi? Yazıklar olsun! Nasıl oluyor
da, enfüse Hak teâlâ diyorlar. Hudûdü ve sonu olan bu seyri, nihâyetsiz sanıyorlar.
Seyr-i enfüsîde sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatla-
rı görünüyor diyorlar. Hâlbuki, bu görünenler, ismlerin ve sıfatların akslerinden,
zıllerinden bir zıldir. Ismlerin ve sıfatların kendileri degildir. Burasını bu mektûbun
sonunda dahâ açıklayacagız, insâallahü teâlâ.
Allahü teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Anlasılabilen, düsünülebilen hersey, Ondan
uzakdır. O hâlde, âfâk ve enfüs aynalarında yerlesemez. Bu aynalarda görülenler,
zemânlı, mekânlı seylerin görünüsüdür. Âfâk ve enfüsü geçerek, Onu,
âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır. Âfâk olsun, enfüs olsun, Onun Zâtı,
mahlûklar aynasına yerlesmiyecegi gibi, ismleri ve sıfatları da, bunlara yerlesmez.
Buralara aks eden hersey, ismlerin ve sıfatların aksleri, zılleri ve misâlleridir.
Hattâ, ismlerin ve sıfatların zılleri ve nümûneleri de, âfâk ve enfüsün dısındadır.
Burada, kudretin görünmesinden baska birsey yokdur. Çünki, Allahü teâlânın ismleri
ve sıfatları da, kendisi gibi bî-çûn ve bî-çigûnedir. Benzerleri ve nümûneleri
yokdur. Âfâk ve enfüsden dısarı çıkılmadıkca, ismlerin ve sıfatların akslerinin ve
zıllerinin ne demek oldugu anlasılamaz. Nerde kaldı ki, ismler ve sıfatlar anlasılmıs
olsun. Sasılacak seydir ki, bu fakîre bildirilenler, gösterilenler, o büyüklerin
tatdıklarına ve gördüklerine hiç uymuyor. Bunlardan birini söylesem, kim inanır?
Kim kabûl eder? Eger söylemeyip saklasam, yanlısın dogru ile karısmasına ve Hak
teâlâya câiz olmıyan seylerin söylenmesine göz yummus olurum. Onun için, ister
istemez, dogrusunu ve Allahü teâlâya söylenmesi yakısanı bildirecegim. Uygun olmıyanları
red edecegim. Ister inansınlar, ister inanmasınlar. Bunu düsünmüyorum
ve üzülmüyorum. Kendi bilgisinden, kesflerinden sübhesi olan, baskalarının inanmamasından
korkar. Isin dogrusu günes gibi açıkda olunca, kesflerin dogrulugu,
ayın ondördü gibi meydânda olunca ve akslerden, hayâllerden kurtulmus ve misâllerin,
nümûnelerin üstüne çıkarılmıs olunca, bilgilerde hiç sübhe olur mu? Hocam
[Muhammed Bâkî] “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hâllerin dogru olmasına alâmet,
bunlara tam bir yakîn ve inanmakdır). Bundan baska, Allahü teâlânın lutfü,
ihsânı ile, bu büyüklerin söyledikleri hâllerin herbiri, ayrı ayrı bu fakîre [ya’nî
Imâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz] bildirildi. Tevhîd, ittihâd, ihâta
ve sereyân ma’rifetleri gösterildi. O büyüklere gösterilen ve bildirilenlerin içyüzü
hâsıl oldu. Ilmlerinin, ma’rifetlerinin incelikleri meydâna çıkarıldı. Bu makâmda
çok zemân kaldım. Bütün bunların, azına çoguna kavusdum. Bunlarda artık
sübhe ve tereddüd kalır mı?
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Nihâyet Allahü teâlânın lutfü ile anlasıldı ki, bu görünenlerin, anlasılanların hepsi,
zıllerin, akslerin, hayâllerin oyunlarıdır, görünüsleridir. Misâllere, hayâllere kapılmakdan
baska birsey degildir. Aranılan, bunların ötesindedir. Istenilen, bunlardan
baskadır. Bunu anlayınca, çâresiz, bu ma’rifetlerin hepsinden yüzçevirdim.
Bî-çûn olan Zât-ı ilâhîye teveccüh eyledim. Yeri, mikdârı ve sıfatı olan herseyden
uzaklasdım. Hâlim böyle olmasaydı, büyüklere uymayan söz söyleyebilir mi idim?
Bu ayrılık, Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olmasaydı ve Allahü teâlânın takdîs
ve tenzîhi için olmasaydı, bu büyüklere uymayan sözü yine söylemezdim. Agzımı
açamazdım. Çünki, onlara ihsân olunan ni’metlerin artıklarını toplayan bir
dilenci gibi idim. Onların ni’met sofralarını temizleyen bir hizmetciyim. Yine
söylüyorum ki, bu fakîri [ya’nî Imâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”],
lutf ederek terbiye eden, yetisdiren onlardır. Katkat ihsânları ile fâidelendiren
onlardır. Fekat, ne yapayım? Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında oldugundan
ve Onun mukaddes cenâbına yakısmıyan kelimeler kullanıldıgından, bunun
karsısında susmak ve baskalarının inanmamasından korkmak, dîne ve diyânete
sıgmaz ve kulluga uymaz.
Vahdet-i vücûd ve benzeri ba’zı bilgilerde, âlimlerin tesavvufculardan ayrılması,
akl yolu ile ve istidlâl iledir. Bu fakîrin ayrılması ise, kesf ve sühûd, ya’nî görmek
iledir. Âlimler, tesavvufcuların bilgilerinin çirkin oldugunu söylüyor. Bu fakîr
ise, güzel oldugunu, fekat maksadın, arzûnun bunlar olmadıgını, bunları bıra-
kıp ilerlemek lâzım geldigini söylüyorum. Seyh Alâüddevle “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz” de, vahdet-i vücûd bilgilerine uymuyor. Âlimlerin bildigi gibi, çirkin
biliyor. Buna sasılır. Çünki, onun bilgisi, kesf yolu iledir. Kesf sâhibi, bu bilgileri
çirkin bilmez. Çünki, vahdet-i vücûdda garîb hâller, sasılacak ma’rifetler vardır.
Bu bilgiler, çirkin degildir. Fekat bu bilgilere saplanıp kalmak da güzel degildir.
Süâl: Bu sözlerden, tesavvuf büyüklerinin bâtıl bir yolda bulundukları ve hakîkatin,
onların kesf ve buluslarından baska oldugu anlasılıyor.
Cevâb: Bâtıl, hiçbir hakîkate dayanmıyan sey demekdir. Hâlbuki, bu hâller ve
ma’rifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu
büyükleri o kadar kaplıyor ki, baska seylerin ismi ve cismi hâtırlarına gelmiyor. Baska
birsey görmiyorlar. Ister istemez, sevmek serhoslugu ile, üzerlerini bu hâlin kaplaması
ile, baska seyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan baska birsey görmüyorlar.
Bu hâle bâtıl denir mi? Burada bâtıl yokdur. Bunları, hak kaplamısdır. O büyükler,
Allahü teâlânın sevgisine dalarak, kendilerini ve her seyi yok etmislerdir.
Bâtıl, bunların yanına yaklasabilir mi? Bunlar temâmen haklıdır ve hak içindirler.
Yalnız görünüsü bilen âlimler, bunların hakîkatini anlayabilir mi? Görünüsde
uygunsuzlukdan baska ne anlarlar? Onların büyüklügünden ne elde edebilirler?
Sözün dogrusu sudur ki, bu hâllerin ve ma’rifetlerin ötesinde, baska kemâller
ve üstünlükler vardır ki, o kemâlâtın yanında bu hâller ve ma’rifetler, okyânus yanındaki
bir damla su gibi kalır. Fârisî beyt tercemesi:
Gök, Arsa bakınca, asagıdır,
fekat, topraga nazaran çok yüksekdir.
Yine sözümüze dönelim! Perdelerin yırtılmasında diyorlar ki, seyr-i âfâkîde nûrlu
ve zulmetli perdelerin hepsi aradan kalkar. Bu fakîre göre, bu sözleri de yerinde
degildir. Hattâ, temâmen baska dürlü anlıyorum. Görüyorum ki, zulmetli perdelerin
kalkması için mahlûkların hepsini asmak, ya’nî seyr-i âfâkîyi ve seyr-i
enfüsîyi temâmlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de, Allahü
teâlânın ismlerinde ve sıfatlarında seyr etmek lâzımdır. Ya’nî ismleri, sıfatları,
sânları ve i’tibârları hiç görmemelidir. Ancak bu zemân, nûrdan perdelerin hepsi
kalkarak, (Vasl-ı uryânî) hâsıl olur. Böyle olanlar pek azdır. Seyr-i âfâkîde, zulmetden
olan perdelerin yarısı bile aradan kalkmaz. Nûrdan perdeler hiç kalkar mı?
Perdeler çok çesidlidir. Onun için sasırmıslardır. Meselâ, nefsin perdelerinin zulmeti,
kalbin perdelerinin zulmetinden çokdur. Zulmeti az olan perdeler, nûrânî perde
gibi görünmüsdür. Görüsü keskin olanlar, zulmânî perdeyi nûrânî perde ile karısdırmaz.
Zulmete nûr demez. Bu, öyle bir ni’metdir ki, diledigine ihsân eder. Allahü
teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Bu fakîri [ya’nî Imâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] yetisdirmek
için sereflendirdikleri yolda hem cezbe, hem sülûk vardır. Latîfeleri [insanların
kötü huylarından] temizlemek ve Allahü teâlânın sıfatları ile doldurmak, bir
aradadır. Tasfiye [sülûk] ve tezkiye [cezbe], bu yolda berâberdir. Seyr-i enfüsîde,
seyr-i âfâkî dahî yapılmıs olur. Tasfiye içinde, tezkiye de hâsıl olur. Cezbe, sülûkü
de hâsıl eder. Âfâk, enfüsün içinde bulunur. Fekat, latîfeleri temizlemek cezbeden
önce ve tasfiye, tezkiyeden öncedir. Bu yolda, göz önünde olan enfüsdür.
Âfâk degildir. Bunun için, bu yol ile çabuk varılır. Hattâ, diyebilirim ki, bu yol, elbette
kavusdurur. Kavusdurmamak ihtimâli yokdur. Allahü teâlâdan istikâmet ve
fırsat dilemek lâzımdır.
Bu yol, elbette kavusdurur dedim. Çünki, bu yolun baslangıcı cezbedir ki, elbette
kavusdurur. Sâlikleri yolda bırakan, yâ sülûk konaklarıdır veyâ sülûkü bulunmayan
kuru cezbelerdir. Bu mâni’lerin ikisi de, bu yolda yokdur. Çünki, sülûk, cezbeye
baglıdır. Cezbe ile berâber, cezbenin içinde hâsıl olur. Burada, hâlis sülûk ol-
madıgı gibi, kuru cezbe de yokdur. Onun için, sâlikin yolu kesilmez. Bu yol, Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olan caddedir. Bu büyükler,
çesidli derecelerine göre, bu yoldan vâsıl olmuslardır. Âfâkı ve enfüsü bir adımda
geçmisler, ikinci adımı, âfâk ve enfüsün ilerisine koymuslardır. Sülûk ve cezbeyi
geride bırakmıslardır. Çünki, sülûkün nihâyeti, Seyr-i âfâkînin sonuna kadardır.
Cezbenin nihâyeti, Seyr-i enfüsînin sonuna kadardır. Seyr-i âfâkî ve enfüsî temâm
olunca, sülûk ve cezbe de temâm olur. Bundan sonra ne sülûk kalır ne cezbe.
Bu sözümüzü sülûk ve cezbe sâhibleri anlıyamaz. Çünki, onlara göre, âfâk ve
enfüsün üstünde yol yokdur. Insanın ömrü sonsuz olup, hep seyr-i enfüsî yapsa, yine
temâmlıyamaz. Bu büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Eger bütün ömrünce yürüse de insan,
Kendinden dısarı çıkmaga bulmaz imkân.
Bu yolu bana gösterenler o kadar büyükdür ki, Onların sâyesinde gözümü açdım.
Onların sâyesinde bunları söyliyebiliyorum. Tesavvufun elifbâsını Onlardan
ögrendim. Mevleviyyet derecesine Onların teveccühü ile kavusdum. Eger ilmim
varsa, Onların ilm deryâlarından birkaç damladır. Eger ma’rifet sâhibi isem, Onların
iltifâtlarının eseridir. Nihâyetin baslangıcda yerlesmis bulundugu yolu Onlardan
ögrendim. Kayyûmluk cihetine çeken ipin ucunu Onlardan aldım. Onların
bir bakısı ile, öyle seylere kavusdum ki, baskaları kırk gün çile çekmekle göremez.
Onların sözünden öyle seyler edindim ki, baskaları senelerle çalısmakla ele geçiremez.
Fârisî iki beyt tercemesi:
Semseddînin bir bakısına Tebrîzde kavusan kisi,
Çile çıkaranlara güler, ayblar dâim herkesi.
Naksibendiyye, nasıl kâfile sürücüdür?
Kâfilesini gizlice maksada götürür.
Bu büyükler, yola, seyr-i enfüsîden baslıyor. Seyr-i âfâkîyi bununla berâber yapmıs
oluyor. Bu hâle, (Sefer der vatan) sözü ile isâret ediyorlar.
Bu büyüklerin yolu pek kısadır. Maksada çabuk ulasdırır. Baskalarının yolunun
sonu, bu yolun baslangıcına varır. Bunun içindir ki, (Biz, nihâyeti, baslangıca
yerlesdirdik) buyurmuslardır. Velhâsıl, bu büyüklerin yolu, baska tesavvuf yollarından
çok yüksekdir. Diyebilirim ki, bunların huzûru ve âgâh olmaları [Allahü teâlâ
ile her ân beraber olmaları], Onların çogunun huzûrunun üstündedir. Bunun
içindir ki, (Bizim baglılıgımız, bütün baglılıkların üstündedir) buyurmuslardır. Fekat,
âfâk ve enfüsün dısında ve sülûk ve cezbenin üstünde Evliyâya yol olmadıgı
için, bu büyükler de, ister istemez âfâk ve enfüsün ötesinden konusmamıslar.
Cezbe ve sülûkün dısından haber vermemisler. Evliyâlık kemâlâtına uygun olarak,
(Evliyâ, Fenâ ve Bekâdan sonra herseyi kendilerinde görür. Kendilerinde bulurlar)
buyurmuslardır. Kendilerinde seyr etdikleri için, Zâriyât sûresinin (Kendinizde
bulunmakdadır, niçin görmüyorsunuz?) meâlindeki âyet-i kerîmesine uymuslardır.
Allahü teâlâya hamd ve sükrler olsun ki, bu büyükler, enfüsün dısından haber
vermedi iseler de, enfüse baglanıp kalmıs da degildirler. Enfüsü de, âfâk gibi
(Lâ) deyip yok etmek istiyorlar. Allahü teâlâdan baska olan hersey gibi, onu da
yok biliyorlar. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki,
(Her gördügün, her isitdigin ve her bildigin, O degildir. Bunların hepsini, (Lâ) derken,
yok etmek lâzımdır). Fârisî beyt tercemesi:
Naksibenddirler fekat, her naksa baglanmazlar,
insanlar, saskınlıkdan, baska naks ararlar.
Baska seyleri yok etmek baskadır. Baska seylerin yok olması baskadır.
Evliyâlıkda cezbe ve sülûkdan ve âfâk ve enfüsden dısarı çıkılamaz dedik. Çünki,
vilâyetin bu dört temelinin üstünde, (Kemâlât-i nübüvvet) baslar. Evliyâlık,
buraya ulasamaz. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Eshâbının çogu
ve Eshâb olmıyanlardan pek az bahtiyârlar, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât” tam uydukları için, bu devlete kavusmusdur. Cezbe ve sülûkü içinde
bulunduran bu yoldan seyr ederek ilerlemisler, sülûk ve cezbenin dısına çıkmıslardır.
Zıllerden, hayâllerden kurtulmuslar, enfüsü de, âfâk gibi, geride bırakmıslardır.
Burada, baskalarına simsek gibi çakıp biten (Tecellî-yi Zâtî)ler, devâmlı olmusdur.
Hattâ bunların isi, ister simsek gibi olsun, ister devâmlı olsun, bütün tecellîlerin
üstündedir. Çünki, bütün tecellîlerde [görünüslerde] az da olsa, zıl, aks bulunur.
Hâlbuki, bu büyüklere, nokta kadar zıl, büyük dag gibi gelir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bu büyüklerin
kazanclarının baslangıcı, Zât-ı ilâhînin çekmesi ve sevgisidir. Cenâb-ı Hakkın lutfü
ile, bu sevgi her ân artarak, baska seylerin sevgisi yavas yavas azalır. Baska seylere
baglılık, yavas yavas yok olur. Bir se’âdetli kimseyi, Allah sevgisi kaplıyarak,
baska herseyin sevgisi kalmayınca ve Allah sevgisi, bütün bu sevgilerin yerine yerlesince,
onun asagı sıfatları ve bütün kötü huyları yok olur. Seyr-i âfâkîde ele geçen
seylere, uzun bir sülûke ve sıkı riyâzetlere ve çetin mücâhedelere lüzûm kalmadan
kavusur. Çünki, sevmek, sevgiliye, itâ’at etmegi ister. Sevgi son haddini bulunca,
itâ’at da temâm olur. Sevgiliye, insan gücünün yetisebildigi kadar, tam bir itâ’at hâsıl
olunca (Makâmât-i asere) ele geçer. [Makâmât-i asere: Tevbe, zühd, vera’, sabr,
fakr, sükr, havf, recâ, tevekkül ve rıdâ oldugu (Nesrül-mehâsin)de yazılıdır.] Bu
(Seyr-i mahbûbî) ile, seyr-i âfâkî gibi, seyr-i enfüsî de temâmlanmıs olur. Çünki, hep
dogru söyleyici “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” (Insan, sevdigi ile berâberdir)
buyurdu. Sevgili, âfâk ve enfüsün dısında oldugundan seven de Onunla berâber olacagından
âfâk ve enfüsün dısına çıkar. Böylece, seyr-i enfüsîyi de, geride bırakmıs
olur. Berâberlik devletine kavusur. Iste, bu büyükler, muhabbet devleti sâyesinde,
âfâk ve enfüs ile ugrasmazlar. Âfâk ve enfüs, onlara tâbi’ olur. Sülûk ile cezbe, bunların
islerine baglı bulunur. Bu büyüklerin sermâyesi, muhabbetdir. Muhabbet,
sevgiliye itâ’at etmegi ister. Sevgiliye itâ’at ise, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olur.
Çünki, sevgilinin begendigi sey, yol, ahkâm-ı islâmiyyedir. O hâlde, muhabbetin çok
olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye çok uymakdır. (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymak,
farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak demekdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye tam uyabilmek
ise, ilm, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde, her isde, her hareketde, her durusda,
kendiliginden hâsıl olan ihlâs, muhlas olan kimseye nasîb olur. Muhlisler, bu
mu’ammâyı anlıyamaz. (Muhlisler, büyük tehlükededir) buyuruldu.
Yine sözümüze dönelim! Seyr ve sülûkden maksad ve cezbe ve tasfiyeden
beklenilen sey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemekdir. Bu çirkin
sıfatların bası, nefse düskün olmak ve onun arzûlarına, isteklerine tutulmakdır.
O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır.
Seyr-i âfâkî lüzûmlu degildir. Maksad, gâye bu seyre baglı degildir. Çünki, âfâka
düskünlük, nefse düskün olmakdan ileri gelir. Insan, herseyi, kendini sevdigi
için sever. Çocugunu, malını sevmek, onlardan istifâde edecegi içindir. Seyr-i
enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekden kurtuldugu
için evlâd ve mal sevgisi de, bununla berâber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî
muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna baglı olarak, bununla berâber müyesser
olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî
idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu. Evet, seyr-i âfâkî de, ara yerde,
hiç durmadan, devâmlı yapılır. Sonuna varılırsa, bu da iyidir. Fekat, arada takılıp
kalınırsa ve sonuna varılmazsa, hemen hemen fâidesiz olur. Istenilen gâyeye
mâni’ olan seylerden biri sayılır.
Seyr-i enfüsî ne kadar ilerlerse, o kadar kârlı olur. Bu seyri temâmlıyarak enfüsden
dısarıya çıkmak, çok büyük ni’metdir. Enfüsdeki degisiklikleri âfâk ayna-
sında görmege, kendindeki degismeleri âfâkda görmege ne lüzûm var. Kalbin
temizligini âlem-i misâlde anlamak ve bu temizligi, âlem-i misâlde kırmızı nûr olarak
görmek de böyledir. Niçin kendi vicdânına bırakmıyor ve degisikliklerini ve
temizligini kendi firâseti ile anlamıyor. Meshûrdur ki, birisi oniki sene tabîbe
muhtâc olmamıs, hâllerindeki degisikligi kendi vicdânı ile anlamısdır. Sıhhatini ve
hastalıgını kendi firâseti ile bilmisdir. Evet, seyr-i âfâkîde, ilmler, ma’rifetler, tecellîler
ve zuhûrlar çok olur. Fekat, bunların hepsi zıllerin görünüsüdür. Misâllerle,
hayâllerle avunmakdır. Ba’zı mektûblarda bildirdigimiz gibi, seyr-i enfüsî zıllere,
akslere baglıdır. O hâlde, Seyr-i âfâkî, zıllerin zılline baglı olur. Çünki, âfâk,
enfüsün zılleri gibidir ve enfüsü gösteren ayna gibidir. Enfüsdeki degisiklikleri, âfâk
aynasında görmek ve latîfelerin temizlenmesini ve sıfât-ı ilâhiyye ile sıfatlanmasını
âfâk aynasından anlamak, insanın rü’yâda, âlem-i misâlde kendini pâdisâh görmesine
veyâ zemânın kutbu görmesine benzer. Hâlbuki, ne pâdisâhdır, ne de
kutb olmusdur. Bu rü’yâdan, onun, hâricde, uyanık iken de pâdisâh ve kutb olabilecegi
anlasılır. Tezkiye [latîfelerin temizlenmesi] seyr-i enfüsîde olur. Seyr-i âfâkîde
görülen bu tezkiyenin kâbil ve mümkin olmasını haber verir. Seyr-i enfüsîde
kendini temiz görmedikce ve vicdânı ile, kendini temizlenmis bulmadıkca,
Fenâ hâsıl olmaz. Makâmât-i asereye kavusamaz. Yedi hâlden eline ancak hava
girer. Görülüyor ki, Seyr-i enfüsî de, Seyr-i ilallahın içindedir. Seyr-i ilallahın temâmlanması
ile, Fenânın hâsıl olması, Seyr-i enfüsînin temâm olmasına baglıdır.
Seyr-i fillah, Seyr-i enfüsîden çok sonra hâsıl olur.
Ey mes’ûd insan! Seyr-i enfüsîde, insanın kendine olan bilgisi ve sevgisi kalmadıgı
için, kendine baglılıgı da kalmaz. Bunun sonucu olarak, baskalarına baglılıgı
da yok olur. Çünki, kendine baglı oldugu için, baskalarına da baglanmısdır. O
hâlde, Seyr-i âfâkî, Seyr-i enfüsînin altında yapılmakdadır. Sâlik, yalnız Seyr-i enfüsîyi
yapınca, hem kendine baglılıkdan, hem de baskalarına baglanmakdan kurtulur.
Iste bu söylediklerimizden, Seyr-i enfüsînin ve Seyr-i âfâkînin ma’nâsı kolayca
anlasıldı. Çünki, enfüsde seyr, âfâkda da seyrdir. Kendine olan baglılıkları
yavas yavas ortadan kaldırmak, enfüsde seyrdir. Seyr-i enfüsî yaparken, âfâka olan
baglılıkların çözülmesi de, seyr-i âfâkîdir. Hâlbuki baskalarının anlatdıgı seyr-i âfâkî
ve Seyr-i enfüsîyi açıklamak güçdür. Evet, dogru olan seylerde güçlük olmaz.
Seyr-i enfüsîde, sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları
görünüyor diyorlar. Buna tahliyeden [bosaltmakdan] sonra doldurmak diyorlar.
Bu görünenler, hakîkatde ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıllin görünüsüdür.
Önce ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıl, tâlibin aynasında görünür. Onun zulmetlerini
ve kötülüklerini temizler. Ya’nî, tasfiye ve tezkiye yapar. Bu tasfiye ve
tezkiye, Seyr-i enfüsî temâm olunca hâsıl olur. Latîfeler tahliye olup, ismlerin ve
sıfatların görünmesine elverisli olur. Seyr-i enfüsîde elde edilen (Tahliye), tasfiye
ve tezkiyenin temâm olmasına baglıdır. Seyr-i âfâkîde görünen tahliye, hakîkî
tahliye degildir. Bunun için, seyr-i enfüsîde ismler ve sıfatlar görülmez. Demek oluyor
ki, zılle kavusmak, sevgiliden baska herseyden ayrılmakdan önce olur. Ya’nî,
sevgilinin zıllerinden bir zıl, sâlikin aynasında görülmedikce, sevgiliden baska
seylerden kesilmek olamaz. Fekat, sevgiliye kavusmak, baskalarından kesilmekden
sonra hâsıl olur. Su hâlde, tesavvuf büyüklerinden, kavusmak [peyvesten] öncedir
diyenler, bir zılle kavusmagı demek istemislerdir. Kavusmak sonradır diyenler
ise, asla kavusmagı bildirmislerdir. Böylece, her iki tarafın ayrılıgı, yalnız kelimededir.
Seyh Ebû Sa’îd-i Harrâz “kuddise sirruh” burada baska dürlü söylüyor
ve (Kurtulmadıkca bulamazsın ve bulmadıkca kurtulamazsın! Hangisi önce oldugunu
bilmiyorum) demisdir. Anlasılıyor ki, zılli bulmak, kurtulmakdan öncedir. Aslı
bulmak kurtulmakdan sonradır. Burada sübhe edecek birsey yokdur. Nitekim sabâh
vakti günes dogmadan evvel, günes ısınlarının zılleri görünüp, yer yüzünü karanlıkdan
temizler. Zulmetler gidip, her taraf tasfiye buldukdan sonra, günesin ken-
di dogar. Burada da, günesin zıllinin görünmesi, zulmetlerin gitmesinden öncedir
ve günesin dogması, zulmetlerin tahliyesinden ve zıllin tasfiyesinden sonradır. Fekat,
burada zulmetlerin tahliyesi ve ortalıgın tasfiyesi, zıllerin zuhûrundan önce olmuyor.
 
Üst Alt