192- Kâ’be-i mu’azzamanın ve nemâzın kemâlâtı 3.Cild 77.ci mektûb

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ÜÇÜNCÜ CİLD, 77. ci MEKTÛB

Bu mektûb, kıymetli oğlu Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh” hazretlerine yazılmış olup, Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkatinde olan sırları ve nemâzın ve Kelime-i tevhîdin hakîkatlerindeki incelikleri bildirmekdedir:


Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize doğru yolu gösterdi. Eğer O, merhameti ile, doğru yolu bildirmeseydi, kim bulabilirdi? Rabbimizin Peygamberlerine inanırız “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. En yüksek mertebede yalnız nûr idi. [Bu nûr, nasıl olduğu bilinmiyen bir nûrdur.] Burayı, Kâ’benin hakîkati bulmuş ve yazmışdım. Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe var ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatidir. Kâ’be-i mu’azzama, Kur’ân-ı kerîm sebebi ile, herkesin kıblesi olmuş ve kendine karşı secde olunmakla şereflenmişdir.
İmâm, Kur’ândır. Önde Kur’ân-ı kerîmdir. Öne alınan ise, Kâ’bedir. Bu mertebe, Allahü teâlânın, nasıl olduğu bilinmiyen vüs’atinin başlangıcıdır. Anlaşılamıyan âlemin ayrıldığı derecedir. Bu pek yüksek mertebede vüs’at, uzunluğun ve genişliğin çokluğu ile değildir. Böyle vüs’at, mahlûkda olur ve noksânlık, kusûr alâmetidir. Orası, öyle bir makâmdır ki, yetişemiyen, tatmıyan anlayamaz. O mertebedeki ayrılık da, bildiğimiz iki başka şeyin ayrı olması, benzemedikleri için, ayrılmaları değildir ki, bunlar parçalanmakla, dağılmakla olur ve maddenin, cismin hâssasıdır. Allahü teâlâ, cism değildir. Orada, birşey ve başka başka iki şey düşünülemez. Çünki, orada ayrılık gayrılık ve ikilik yokdur. Düşünmek de olamaz. Fârisî iki beyt tercemesi:
Bir kuş var ammâ, nasıl bildireyim sana,
Çünki, Ankâ ile bulunur, her ân, yan yana.

Ankânın adını duymuş herkes, bilmese de cismini,
Bu kuşun ise, kimse duymamışdır ismini.

Orada, er ne kadar, birşey düşünülemez ise de, birşey düşünülse ve bu şey incelense, o mertebede bu şeye mahsûs olacak ve başka birşeyde bulunmıyacak hiçbir hâl, hâsıl olmaz. Zâten orada, birşeyi incelemek de olmaz. Bununla berâber, düşünülen o iki şey arasında, ayrılık vardır. Biri diğerinden başkadır. İnsanlardan, kendisine hiçbir yol açmıyan, yalnız tanıyamamak, anlıyamamak yolunu açık bırakan Allahım! Sen, insanların düşünebilmesinden çok uzaksın! Onu anlıyamamak, anlaşılamıyacağını anlamak, Evliyânın en büyüklerine nasîb olur. Anlamamak başkadır, anlıyamamak başkadır. Meselâ, o mukaddes mertebede, ayrılık olmadığını söylemek ve Zât-ı ilâhînin her kemâlini, birbirlerinin aynı bulmak, ya’nî ilm, kudretin aynıdır demek ve kudret, irâdenin aynıdır demek, o mertebedeki ayrılığı anlamamakdır. Hâlbuki, o mertebede ayrılıklar olduğunu söylemek, fekat bu ayrılıkların nasıl olduğunu anlıyamadığını söylemek, o mertebedeki ayrılığı anlıyamamakdır. Anlamamak, cehâletdir. Anlamakdan acz ise, ya’nî anlıyamamak ise ilmdir.
Anlıyamamak, hattâ iki ilmdir: Birisi, birşeyi bilmekdir. İkincisi, o şeyin özünü, büyüklüğünden dolayı anlıyamadığını bilmekdir. Bir üçüncü ilm dahâ da söyliyebiliriz ki, o da, kendinin kul olduğunu gösteren aczini ve kusûrunu bilmekdir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Bilmemek, cehldir demisdik. Ba’zan bu cehl, cehl-i mürekkeb olur ve bilmedigini bilmez
de, biliyorum sanır. Bilememekde ise bu hastalık yokdur ve hattâ olamaz. Çünki,
aczini, kusûrunu söylemekdedir. Bilmemek ile bilememek aynı olsaydı, bütün
câhiller ârif olurdu ve cehlleri, kemâllerine, üstünlüklerine sebeb olurdu. Hattâ,
o mertebede, cehli çok olan dahâ çok ârif olurdu. Çünki, orada ma’rifet, bilmemekdir.
Hâlbuki bu söylediklerimiz, bilememek için dogrudur. Çünki, bilememesi
çok olan, dahâ ârif olur. Bilememek, kötülemege benziyen bir medh, kusûra benziyen
bir kemâldir. Bilmemek ise, tam bir kötülemekdir ki, medh etmenin kokusunu
bile duymaz. Yâ Rabbî! Seni tanımakdan aczimizin büyüklügünü, ya’nî tanıyamayacagımızın
çoklugunu bilmemizi artdır! Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”,
bu fakîre gösterilen bu farkı düsünseydi, ma’rifetden acze, ya’nî tanıyamamaga
cehl demezdi ve (Bilen de ve “Anlamanın bilinememesi, anlamakdır” diyen
câhil de, bizdendir) demezdi. Bundan sonra, birinci kısmın ilmlerini, ya’nî bilenlerin,
bildiklerinden birseyler söylemis ve bununla mübâhât eylemis, ya’nî ögünmüsdür.
Bu ilmler, yalnız bana bildirildi deyip, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi
ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bile bu bilgileri, Evliyânın sonuncusundan
[ya’nî kendisinden] alıyor demisdir. Kendisine Evliyânın sonuncusu dedi. Bu sözlerinden
dolayı, birçok kimseler onu begenmiyor. Onu sevenlerden (Füsûs) kitâbını
serh edenler de, bu sözlere ma’nâ bulmak için, çok ugrasmıslardır. Bu fakîre
göre, diyebilirim ki, Seyh-i ekberin bu sözleri, ya’nî bu bilgileri, o aczden katkat
asagıdır. Belki o acz ile hiç ilisigi bile yokdur. Çünki, onun ilmi zıllere, sûretleredir.
O acz ise, asldadır. Sübhânallah! Bu sözü söyliyen, Ebû Bekr-i Sıddîkdır
“radıyallahü anh”. Bu acze mazhar olan, odur ki Âriflerin bası ve Sıddîkların reîsidir.
Bu aczden ileride olan ilmin ne kıymeti vardır? Bu âcizden ileri, hangi kâdir
vardır. Fekat o, Sıddîkın “radıyallahü anh” üstâdına “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm” böyle söylenince, ona da bunu söylerse, ne denebilir? Ne tuhaf sey ki,
Seyh-i ekberi “kuddise sirruh” böyle sözleri ile ve câiz olmıyan bir çok bilgileri ile,
yine makbûller, sevilenler arasında görüyorum. Evliyâ arasında bulunuyor. Fârisî
mısra’ tercemesi:
Kerîmler ile yapılan isler kolaydır.
Evet, ba’zıları düâ edene gücenir. Bir kısmı da, sögene, kötüleyene güler. Seyh-i
ekberi red eden, begenmiyen, tehlükededir. Onu, sözleri ile birlikde kabûl eden
de, tehlükededir. Onu kabûl etmelidir. Fekat, islâmiyyete uymıyan sözlerini red
etmelidir. Onu kabûl ve red etmek arasında orta yol da, bu fakîrin begendigi ve
gösterdigi, iste bu yoldur. Herseyin dogrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Yine sözümüze gelelim. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati dedigimiz bu mukaddes
mertebeye, nûr da denemez. Zât-i ilâhînin diger kemâlâtı gibi, buraya da, nûr yanasamaz.
Burada, nasıl oldugu bilinemeyen bir vüs’atden ve anlasılamıyan ayrılıklardan
baska birsey bulunamaz.
Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe vardır ki, bu da nemâzın hakîkatidir.
Bunun âlem-i sehâdetdeki sûreti, nihâyete yetismis büyüklerin kıldıgı nemâzdır.
Bu mertebenin vüs’ati, pekçokdur. Bilinemiyen ayrılıkları, farklılıkları vardır.
Çünki, Kâ’benin hakîkati, ondan bir parçadır. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati,
onun bir kısmıdır. Nemâzda, ibâdetlerin kemâlâtının hepsi bulunur. Hâlis ma’bûdluk
olan aslın aslı ile berâberdir. Ya’nî, bütün ibâdetleri kendinde toplamıs olan
nemâzın, hakîkati bulunan mertebenin üstü, herseyin aslıdır ve baglandıkları
mertebedir. Bu mertebede vüs’at da, kısalıkdır. Bilinemiyen ayrılık da yokdur.
Ma’bûdluk ancak bu mertebenin hakkıdır.
Peygamberlerin olgunları ve Evliyânın büyükleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
nemâzın hakîkati olan makâmın sonuna kadar yükselebilirler ki, burası ibâdet
edenlerin, ibâdetlerinin mertebesinin nihâyetidir. Bu makâmın üstü, yalnız
ma’bûdluk mertebesidir. Hiç kimse, hiçbir sûretle bu devlete ortak olamaz. Nerede
kaldı ki dahâ yukarı çıkıla.
Ibâdet ve ibâdet edicilik bulasan her mertebeyi, kalb gözü ile görmek mümkin
oldugu gibi, buralara yükselmek de olabilir. Hâlis ma’bûdluk makâmına yükselmek
olamaz. Tesavvuf yolu, oraya götürmez. Fekat, Allahü teâlâya hamd olsun ki,
orayı göstermekden mahrûm bırakmadılar. Isti’dâda, kâbiliyyete göre müsâ’ade
etdiler. Mi’râc gecesi (Dur yâ Muhammed!) buyurulması, belki bu hâlis mertebenin
üstü, vücûd mertebesidir. Zât-i ilâhînin tecerrüd ve tenezzüh mertebesidir. Buraya
yol yokdur. (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesinin hakîkati, bu mertebededir
ki, uydurma ma’bûdlara ibâdet edilmiyecegi hakîkati, buradadır. Ondan baska
ibâdete lâyık ve müstehak kimse bulunmıyan hakîkî ma’bûdün isbâtı, bu makâmda
hâsıl olur. Âbidlik ve ma’bûdluk arasındaki tâm ayrılık, burada âsikâr
olur. Âbid, ma’bûdden, oldugu gibi, ayrılır. Nihâyete kavusanlar (Lâ ilâhe illallah)
kelimesini (Allahü teâlâdan baska ma’bûd yokdur) olarak bilirler ki, islâmiyyet de,
böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâdan baska mevcûd yokdur veyâ maksûd yokdur
gibi ma’nâlar, baslangıçda ve yolun ortasında olanlar içindir. Maksûd yokdur
ma’nâsı, mevcûd yokdur ve vücûd yokdur ma’nâlarından yüksek olup (Allahü teâlâdan
baska ma’bûd yokdur) ma’nâsına dahâ yakındır.
Sunu bilmelidir ki, bu mertebede, nazarın, görmenin ilerlemesi ve kalb gözünün
kuvvetlenmesi, nemâz kılmakla olur. Nihâyete erenlerin ibâdetleri, hep nemâz
kılmakdır. Baska ibâdetler, belki nemâzın kemâline yardımcı olurlar. Nemâzda
bir kusûr olursa, onu temâmlarlar. Bunun için olabilir ki, (Nemâzın güzelligi,
îmânın güzelligi gibi, kendisindendir. Baska ibâdetlerin güzellikleri, kendilerinden
degildir) demislerdir. Vesselâm.
[Ibâdet, Allahü teâlânın râzı oldugu isleri yapmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlânın
isinden râzı olmakdır. Ubûdet, Allahü teâlânın, nelerden râzı oldugunu bilmekdir.
(Resehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr buyuruyor ki, (Ibâdet, Allahü teâlânın
emrlerini yapıp, yasaklarından kaçınmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlâya teveccüh
ve ikbâldir. Ya’nî, kalbin huzûru, âgâhlıgıdır)].
 
Üst Alt