28 MART-Haftanın Konusu...

MURATS44

Özel Üye
Esselamun Aleyküm RâsuleHasret Dostları...
28 MART 2010 Tarihi itibariyle bu haftamızın konusu ve sorusu , Kur'ân-ı Kerimin ilk inen ayetidir..

Kur'ân-ı Kerimin ilk inen âyetinin " OKU " olmasının hikmeti nedir ? " OKU " denmekle neyin okunması isteniyor , neye işaret ediliyor ? Okuyalım , ama neyi okuyalım.........

Yorumlarınızla beraber bu konuyu tartışalım , öğrenelim....
Saygılarımızla......:güll
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

mahzungarip

Yönetici
We aleykümüsselam a.r.o çok güzel bir konu seçmişsin ;)
Malum, Hz. Peygamber’e ilk gelen ayetler “Alak” suresinin ilk beş ayeti idi.
Hz. Peygamber, Hira mağarasına çekilip derin düşüncelere daldığında kendisine böyle ayetler geleceğini beklemiyordu.
35 yaşına bastığında kendiliğinden biriken bir “vicdani uyanış” ile mağaralara çekilmeye başlamış, Mekke’de yaşanmakta olan vahşet ve insanlığın gidişatı üzerine düşünmeye başlamıştı.
Öyle ki bazen kırk gün kırk gece gelmiyor, mağarada kalıyor ve dağlarda tepelerde dolaşıyordu. Hatta bazı geceler gözünü tek bir noktaya dikerek sabaha kadar yıldızların ötesini seyrettiği oluyordu.
İşte “bin aydan hayırlı” böylesi bir gecenin şafağında vicdanının derinliklerinde yankılanan o ilk sesleri duydu:
“Oku! yaratan Rabbinin adıyla.
İnsanı alâkadan/sevgiden yarattı.
Oku! Senin Rabbin çok cömerttir.
Kalemi öğretti.
İnsana bilmediği şeyleri öğretti.”
Tarihin akışını değiştiren “ilk mesajlar” işte bunlardı…
Peki, verilen ilk mesajlar neydi?
Bugün için ne anlama geliyor?
Aslında “ıqra”, “halq”, “Rabb”, “insan”, “alaq”, “kerem”, “kalem” ve “ilm” kavramları her şeyi anlatıyor.
Ancak bu makale çerçevesinde bunlardan sadece “ıqra” ve “alaq” üzerinde durmak istiyorum.
***
Sözlükte İQRA mastar olarak “Okumak, incelemek, selâm söylemek, bir araya getirmek, taşımak” demek… Okutmak, öğretmek (iqrâen), birisinin okumasını istemek, dikkatle inceleyip araştırmak (istiqrâ), okuyan, okuyucu, okur (qârî), hayız, hayızdan temizlenme (qur), okuma, okuyuş, kıraat (qırâat), medyumluk, fal bakma (qırâeh), rahle (mıqra), okunmuş, okunan (maqrŭ), okunanlardan toplanan (qurân), doğurmak (qare’e’l-hâmileh), devenin rahminde meni tutunmak (garae’l-nâgati), yel vaktinde esmek (garae’l-riyâh) kelimeleri bu kökten…
Eski Türkçe’de “Yüksek sesle seslenmek, çağırmak, okumak” ifadesi okı-mak şeklinde söyleniyordu. Fransızca ecole sözcüğü buna benzetilerek yeni Türkçe’de (1935) Arapça mektep ve medrese yerine okuma, öğrenme yeri anlamında okul şeklinde yeniden türetilmiş… İlginçtir, gerçi kelimenin kökünde de bu anlam var ama yukarıdaki “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayeti Türkçedeki “Yükses sesle seslendir, çağır, dile getir” anlamında kullanıldığında bağlama uygun düşmektedir.
Demek ki bunun için bir “okuma” yapılması gerekiyor. Öyle ki bu okuma insanı, toplumu, dünyayı, yaşamı, geçmişi, geleceği, iyiyi, kötüyü, varlığı, oluşu, akışı içine alan ve varoluşun özünden gelen derin bir “sesleniş, çağrı ve dillendirme” şeklinde bir okuma olmalıdır. Eşyanın manasını ve yaşamın anlamını gösteren ve örnekleyen bir okuma olmalıdır. Bu anlamda ayetteki okuma “yazılı bir metni yüzünden okumak, tilâvet etmek”ten ziyade bir eylem çağrısı olup Türkçedeki “ezan okumak (yükses sesle çağırmak), meydan okumak, gözlerinden okumak, yüzüne yüzüne okumak, hayatı okumak, rahmet okumak” deyimlerindeki “okuma”nın kullanılışı gibidir…
Şu halde “Oku” ile şu denmek istenmiş oluyor: “ Düşündüğün sorumluluğu yüklen, onu şehre/insanlığa taşı, insanları buna çağır, zulme meydan oku, haydi uyanışı başlat ve harekete geç… İnsanı sevgi ve merhametinden yaratan, kalemi öğreten ve daha bilmediği nice şeyleri öğreterek onu varlık ve oluş alemine çıkaran cömert Rabbin seninledir…”
Şu halde İslam’ın ilk emri “Düşün, sorumluluk yüklen, mesajı taşı, ona çağır, harekete geç ve zulme meydan oku” olmak icabeder…
Bunun böyle olduğunu Hz. Peygamber’in “Oku” emrini aldıktan sonra ne yaptığına bakarak anlamamız da mümkündür. O, bu ilk ayetlerden sonra aynen yukarıdaki işleri yapmıştır. Örneğin “Oku” dendi diye Mekke’de okuma yazma seferberliği başlattığı veya kendisine kitaplarla dolu kütüphane aradığı görülmemiştir. Çünkü “okuma” yı böyle anlamamıştı. Zaten Hz. Peygamber okuma yazma da biliyordu (bkz. “Hz. Peygamber okuma bilmiyor muydu?” başlıklı makale).
Öyle bir “okuma” başlatmıştır ki bu tam 23 yıl sürmüş ve sonunda okunanlar toplanarak bir araya getirilmiş ve adına okunanların; düşünülenlerin, yüklenilenlerin, taşınanların, çağırılanların, harekete geçip meydan okunanların bir araya getirilip toplanması anlamında “Kur’an” denmiştir.
İşte bu Kur’an o Kur’an’dır. Açıp baktığınızda onları bulursunuz. Düşünmeyi, yüklenmeyi, taşımayı, çağırmayı, harekete geçmeyi, meydana okumayı bulursunuz. Bu esnada yaşanan olayları: yürüyüşleri, acıları, çığlıkları, göçü, savaşı, barışı, sevinç gözyaşlarını, toz bulutlarını, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gazi çığlıklarını duyarsınız. Duymuyorsanız zaten okumuyorsunuz, hatmediyorsunuz demektir…
***
“Alaq” kavramına gelelim…
Sözlükte ALAQ mastar olarak “ilişmek, takılmak, yapışmak, bitişmek, tutunmak, sevmek, tutkun olmak” demek… Asmak, askıya almak, ertelemek, yorumlamak, bir şey hakkında yorum yapmak, takmak, iliştirmek (ta’lîgan), ilgilenmek, ilişkili olmak, ilişmek, takılmak, bir şeye ilişkin olmak, bir şeye ait olmak (ta’alluq), ilgi, alaka, dostluk, iş, meslek, uğraş (a’lâqa), yorum, siyasi yorum (ta’lîq), dipnot, şerh, haşiye (ta’lîga), kan pıhtısı, sülük (alaq), hayvana verilecek yiyecek (alîq), ile ilgili, ilişkin, alakalı (mutealliq), askı, asacak (mi’lâq), askıda bırakılmış (mu’allaq) kelimeleri bu kökten…
Yukarıdaki ayette “İnsanı ‘alaq’tan yarattı” ifadesi “kan pıhtısından, embriyodan, zigottan” şeklinde biyolojik, “ilgisinden, alâkasından, sevgisinden” şeklinde teolojik açıdan yorumlanmaya müsaittir. Her iki anlamda kelimenin kökanlamına uygun düşmektedir. Ancak teolojik açıdan yorumlamak anlama ve bağlama daha uygun duruyor. Çünkü bunlar Kuran’ın ilk inen ayetleri olup Allah insana kim olduğunu, neyi niçin yaptığını ve neler vermekte olduğunu sıralayarak işe başlamaktadır.
Anlaşılan bu ilk beş ayette tutarlılık içinde beş temel özelliği ile Allah kendini tanıtıyor:
1- Rabb (Kim?)
2- Yaratma (Ne yapıyor?)
3- Alak (Neden?)
4- Kerem (Ne veriyor?)
5- İlim (Ne öğretiyor?)
Bunların hepsi de mantıksal tutarlılık içinde insanoğlunun zihnini meşgul eden beş temel soruya cevap vermektedir.
Şöyle ki: İçinde yaşadığımız evreni çekip çeviren, ayakta durmasını sağlayan bir yüce “Rabb” vardır. O bizi “yaratarak” varlık sahnesine çıkarmıştır. Bunu, duyduğu sonsuz sevgi, ilgi ve alâkadan dolayı yapmıştır. Karşılıksız olarak boyuna vermiş de vermiş (hava, su, toprak/gıda, ısı, vucut), verdiği nimetler hesaba kitaba sığmaz olmuştur. Dahası diğer varlıklardan ayrı olarak insanoğluna bir de “ilim” öğrenme yeteneği bahşetmiş (bilgi, akıl, zihin, beyin, kalp), “kalemi” (kelime, söz, konuşma, yazı, ifade) kullanabilmeyi, varlığı okuyabilmeyi, anlayabilmeyi, derinliklerine nüfuz edebilmeyi nasip etmiştir. Öyle ya insanı hayvanlardan ayıran şey bilgisi, aklı, zihni, beyni, okuması, anlaması, konuşması ve yazması değilse nedir?
Şu halde alaq’tan yaratılma ifadesini bu çerçeve içinde yorumlamak gerekir. Gerçekten de, içimizden birisi Rabbimiz ile ilk karşılaştığında öğrenmek isteyeceği ilk şey ne olabilir? Merakımız daha çok biyolojik mi teolojik mi olur? Biyolojik olduğunu farz edersek, ana rahminde bir spermden nasıl dokuz ay boyunca gelişip büyüdüğümüzü zaten kendi araştırmamızla bulabilirdik. Asıl merakımız rahmi de yaratanın, anneyi babayı da yaratanın, bizi varlık sahnesine çıkaranın, bunu neden yaptığı değil midir?
“Nasıl yaratıldım?” değil; “Neden/Niçin yaratıldım?”
Vahiy asıl bu soruya cevap için var değil midir? Çünkü nasılını insan araştırmasıyla bulup ortaya çıkarabilir. Bu ilk ayetler nedenin/niçinin cevabını veriyor. Bu nedenle alaq kavramı, biyolojik olarak hangi maddeden nasıl yaratıldığımızdan ziyade, teolojik olarak hangi manadan niçin yaratıldığımızın cevabı olmaktadır.
İşte alaq bunun cevabı; sevgi, ilgi ve alâka …
İnsanın ve de bütün varlığın kökeninde bunun olduğu anlaşılıyor. Demek ki yaratılış, evrene boyuna yayılan sonsuz bir şefkatin, taşan coşkun bir sevginin, oluş ve akışı ilgi ve alâka yumağı haline getiren yüce bir merhametin eseridir. Nitekim bu ayetin tefsiri mahiyetinde Allah insanları sevgi ve merhametten/onun için yarattığını söylemektedir (Hud; 11/119). Peygamber bunun için yani sevgi ve merhameti insanlıkta yaymak için gönderilmiştir (Enbiya; 21/107).
Şu halde Allah bilinmez bir hazine iken bilinmek veya rakip bir kötülük tanrısı var da onu köşeye sıkıştırmak için yaratma eylemine girişmiş değildir. İnsanlığı Âdem’in yasak ağaçtan yemesi sonucu “sürgün” ve “ölüme yazgısına” mahkûm ederek de yaratmış değildir. Bilakis bilinen bir karakterinin; Rahman (çok seven, sevgisi taşan) ve Rahîm (sevgisi varlığa yayılan, merhametli) tabiî taşması sonucu yaratma inkişaf etmiş ve etmeye devam etmektedir…
Halen her canlı yavrusu bir erkek ile dişinin birbirine olan ilgi ve alâkasının, aşk ve sevgisinin zirveye çıktığı bir anda rahme düşüyor değil mi? İnsanlar böyle ilgi ve alâkaların, sevgi ve tutkunlukların sonucu olarak doğmuyorlar mı? Bu ilgi, alâka ve tutkunluk insan soyunu sürdüren en çoşkun saik değil mi?
Biteviye ilgi ve alâkalardan “sürekli yaratılış” işte budur. İnsan denen tür yaratılışın belirli bir zaman ve mekânında bu taşmaya, yani “oluşa” katılmıştır. Çektiği acı, sürgün cezası değil oluş ve varoluş sancısıdır. Bu nedenle insan, nasıl ilgi ve alâka gösterilerek varlık sahnesine çıkarıldıysa ve çıkarılmaya devam ediyorsa, aynı şekilde buna cevap vermeli, bu sürece kendisi de coşkun bir ilgi ve alâka göstererek katılmalı, oluş ve akışın tersine bir yola girmemelidir.
Öte yandan alaq sözcüğüne semantik açıdan baktığımızda Kuran’da altı yerde geçtiğini görüyoruz. Beşinde (22/5, 23/14, 23/14, 40/67, 75/38) insanın ana rahminde (rahim: sevgi ve ilgi ile büyütme yeri/sevgi yuvası!) oluşum aşamaları bağlamında “kan pıhtısı” anlamında ve mutlaka “toprak, nutfe, meni, cenin” kelimelerinden biriyle ve de sonda yazılan “ta” ile geçiyor. Bir yerde de (96/2) Allah’ın insanı niçin yarattığı bağlamında ve sonda yazılan “ta” sız geçiyor.
Bu durumda bu ikisi arasındaki fark şu oluyor: İnsanlarla ilgili olarak bir erkekten bir dişiye atılıp iliştirme/yapışma (alaqatun)… Tek olan Allah’ın ilahî ilgi, alâka, sevgi ve merhametinden binlerce mahlûk yaratma, binlerce beşerî ilgi ve alâkadan da yaratılmışlar yaratma (alaq)…
Meselâ erkeğin dişiye, dişinin erkeğe ilgi ve alâkası, tohumun toprağa, toprağın tohuma ilgi ve alâkası, ağacın suya ilgi ve alâkası, ateşin oduna ilgi ve alâkası vs. binbir çeşittir… Bunların birbirine ilgi ve alâkasından boyuna yeni yaratılışlar birbirinin içinden yarılıp ortaya çıkıyor (felaq). Bu ilgi ve alâka yumağı sayesindedir ki “oluş” her daim yenilenerek sürüyor (kun feyekun).
İşte insanın alaq’tan yaratılması, ilk inen ayette bu manada iken diğer beş yerde bildiğimiz kan pıhtısı anlamında kullanılıyor. Bu nedenle Alak suresindeki ilk kullanımı, daha genel ve bağlam gereği Hz. Peygamber’e ilk kez hitap etmeye başlayan Allah’ın kendini tanıtışı olarak okumak mümkündür.
Keza bu ilk ayetteki “Niçin yaratıldık?” sorusunun cevabı olan “ilgi/alaka/sevgi”, Kur’an’ın başka yerinde şöyle tefsir ediliyor:
“Rabbin isteseydi bütün insanlığı bir tek ümmet yapardı. Bu yüzden birbirlerine karşı çıkıp duracaklar. Ancak Rabbinin sevgi ve merhameti ile bağışladığı kimseler hariç; zaten Allah onları bunun için yarattı… Böylece Rabbinin “Cehennemi görünür görünmez varlıklarla dolduracağım” sözü yerine gelmiş olacak.” (Hud; 11/118-119).
Yani: Allah layık görseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat insanlar kendilerine verilen seçme yeteneğini kötü yolda kullandıkları için tek bir ümmet haline gelmeye de layık olamıyorlar. Çünkü Allah insanları sevgi ve merhametinin taşması sonucu, varlığa duyduğu ilgi ve alakadan dolayı yaratmıştır. İnsanlardan bu sevgi, ilgi ve alakanın karşılığını beklemektedir. Fakat insanların çoğu umursamaz bir tavırla bunu görmezden gelmekte, kendini bir şey zannetmekte ve aynı sevgi, ilgi ve alakayla Allah’a karşılık vermemektedirler. Bunun için de cehennemi hak etmiş olmaktadırlar. Ancak “sevgi ve merhametten” yaratılmış olmayı fark edenler, vicdanının derinliklerinde bunu bulanlar (vecd: buluş, vicdan: bulma yeri), Allah’tan varlığa feyezân eden sevgi ve merhamet hâlesini (feyz: yayılış, feyezân: yayılma hâlesi) hissedip duyumsayanlar bir araya gelebilmekte ve tek bir ümmet olabilmektedirler…
***
Peki, bu ilk mesajlar bugün için neyi ifade ediyor?
Şunu: Biz de, bugün, Hz. Peygamber gibi önce kendimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz üzerine düşünerek işe başlamalıyız. Tarih, hayat ve tabiat üzerine, üzerimizdeki nimetler ve o nimetleri veren Allah’ın yüceliği üzerine, şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz ve insanlığın gidişatı üzerine tefekkür etmeli, gözümüzü yıldızların ötesine dikmeli, varoluş sancıları çekmeli, kendi “Hira”larımızda vicdanımızın sesini dinlemeliyiz. İç dünyamıza dönerek orada kendi akıl, zihin, ruh ve gönül kozamızı örmeliyiz. Aydınlanmalı, öğrenmeli, her birimiz böyle kendiliğinden vicdanî uyanışlar yaşamalıyız. Bu potansiyel enerjinin içimizde yerleşik olduğunu farketmeliyiz.
Sonra kozamızdan taşarak Hira’dan şehre inmeli, toplumsal sorumluluk yüklenmeli ve gereğini yerine getirmeliyiz. Üzerimizdeki örtüyü atmalı, kalkmalı ve başka uyanışları başlatmalıyız. Ebedi mesajları yaşayarak okumalı; söze, adalete, özgürlüğe, sevgiye, merhamete, doğruluğa, dürüstlüğe çağırmalıyız. Her tür baskıya, zulme ve zorbalığa meydan okuyarak, insanoğlunun inancına, düşüncesine ve emeğine zincir vurulamayacağını haykırmalıyız. Bunlar için harekete geçmeliyiz…
Kur’an’ın ilk emirleri işte bunlardı.
Hep böyle başlar ilkler ve her dem yeniden iner.
Ta insanlığın son tanyeri de ağarıncaya kadar…
ALINTIDIR...​
 
Üst Alt