7-)Beşinci risâle îmân ile ölmek için kardeşim ehl-i beyt ile eshâbı sevmelisin

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ÖNSÖZ
Allahü teâlâya hamd olsun! Resûlullaha salât ve selâm olsun! Onun temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık, mücâhid Eshâbının herbirine, hayrlı düâlar olsun!
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, bunlardan yetmişiki fırkadakilerin, îmânları bozuk olduğu için, Cehenneme gideceklerini, geri kalan bir fırkadakilerin îmân sebebi ile Cehenneme girmiyeceklerini bildirdi. Bu yetmişiki fırkanın en kötüsünün Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, onları sevmiyenler olduğunu, İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât) kitâbında bildirmekdedir. Bunlar, Peygamberimizin Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çoğuna düşmandırlar. Onları kötülerler. Bunların ne oldukları, ne zemân ve nasıl meydâna geldikleri, nasıl çalışdıkları, islâmiyyete yapdıkları zararlar, bu kitâbımızda bildirilmişdir.
İslâm târîhinde kanlı olaylara sebeb olan ve kardeşi kardeşe düşman eden bu sapık kimseler, zemân zemân azdı ise de, İslâm sultânlarından Timûr hân ve Yavuz Sultân Selîm hân, bunların cezâlarını vermiş, kıpırdayamıyacak bir hâle getirmişlerdir. Fekat, su uyur, düşman uyumaz. Azîz vatanımızda, asrlardan beri râhat râhat ibâdetlerimizi yaparken, son senelerde bunların ism değişdirerek ötede beride baş kaldırdıkları, konuşmalar yapdıkları, ingiliz ve yehûdî kâfirlerinin teşvîk ve yardımı ile, kitâb ve mecmû’a çıkarmağa başladıkları görülmekdedir. Milleti aldatmak ve gençlerin temiz îmânlarını sinsice bozmak için çalışıyorlar. Bölücülük yapıyorlar. Vatandaşları birbirine düşman ediyorlar. Hâlbuki, dînimiz, sevişmemizi, bütün insanlara iyilik etmemizi emr etmekdedir.
Din kardeşlerimizin gönderdikleri kitâb ve gazeteler arasında, ikisine şaşırdık kaldık.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunlarda, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki Yemenli bir yehûdî dönmesinin yolunda olan ve (Hurûfî) denilen kimselerin iğrenç iftirâlarını ve uydurdukları yalanları gördük. Okuyunca, tüylerimiz ürperdi. Müslimânların ve hele körpe yavruların, bu alçak iftirâları işiterek, sâf kalblerinin lekeleneceğini, hâlis îmânlarının sarsılacağını düşünerek uykumuz kaçdı. Bu zararlı yazılarını bildirip, herbirini, en kıymetli kitâblardan aldığımız sağlam vesîkalarla çürütmek istedik. Böylece, kırkdört maddelik bir kitâb meydâna geldi. Akllı, insâflı ve anlayışlı gençlerin, bu kitâbımızı dikkat ile okuyunca, vicdânlarından gelen mukaddes sese uyarak bölücülere aldanmıyacaklarını kuvvetle ümmîd ediyoruz. Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsinin bölücü ve yıkıcı sözlerine aldananlar, zemânla azalmakda iken, Fadlullah isminde Îrânlı bir zındık tarafından, ilâveler yapılarak, (hurûfîlik) ismi altında yayılmaya başladı ve şâh İsmâ’îl Safevî tarafından desteklendi ise de, sünnî ve şî’î müslimânları aldatamadılar.
Allahü teâlâ, hepimizi, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri doğru îmândan ve bu büyüklerin ışıklı yolundan ayırmasın! Mukaddes dînimizi dünyâ kazançlarına âlet eden câhillerin yalanlarına, iftirâlarına aldanmakdan korusun! Sevişerek, elele vererek, dînimizin ve kanûnlarımızın gösterdiği yolda çalışmamızı, mubârek vatanımızda râhat ve huzûr içinde kardeş olarak yaşamamızı nasîb eylesin! Âmîn.
Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çokdur.
Mü’minin ilmi çok, hayâsı çok, râhatı çokdur.

Yeri, gökü yaratan, ağaçları donatan,
Çiçekleri açdıran, bir Allahdır, bir Allah!
Allah her yerde hâzır, ne yaparsan O görür.
Ne söylersen işitir, vardır, birdir, büyükdür.
Biz Allahı severiz, her emrini dinleriz,
Beş vakt nemâz kılar, Ona ısyân etmeyiz.
Bizlere akıl verdi, doğru yolu gösterdi,
İslâmiyyete uymayan, ateşde yanar dedi.
Kur’âna îmân eden, Peygamberi izleyen,
Dünyâda mes’ûd olur, Cehennemden kurtulur!
Mü’min iyi huyludur, herkes ondan memnûndur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ÎMÂN İLE ÖLMEK İÇİN KARDEŞİM
EHL-İ BEYT İLE ESHÂBI SEVMELİSİN
Elimize bir mecmû’a ile, bir kitâb geçdi. Birisi, 1967 sonbehârında basılmış bir mecmû’a idi. Sahîfeleri, siyâsî ve târihî yazılarla dolu idi. Bu yazılar şaşılacak birşey değildi. Herkes düşüncesinde hürdür. Fekat, birkaç sahîfesi, hazret-i Osmân zemânındaki, Yemenli bir yehûdî dönmesinin sözleri, yalanları ve iftirâları ile dolu idi. Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatıyor. Müslimânların kalblerine zehrli hançer saplıyordu. Bu kasdlı yazılar, bir düşünce değildi. Yıkıcı, bozguncu propaganda idi. Bir suçdu. Koyun postuna bürünmüş, kurt hikâyesini andırıyordu. Gençler bunları okuyup doğru sanacaklar, kardeşler, birbirlerine düşman olacaklardı. Ahbâblarımızın bizi zorlamakda haklı olduklarını anlamış olduk. Sevgili vatandaşlarımızı uyandırmak, doğruyu yalandan ayırmak vazîfesi karşısında bulunduğumuzu anladık.
Kitâba gelince, beyâz kâğıda basılmış, bez cildli, altın yaldızlı, ilgi çekici bir de ism taşımakda idi. 1968 de İstanbulda basılmış. Öndeki fihristi kitâb hakkında bilgi verecek şeklde değildi. Sahîfelerini çevirdik. Bir ilmihâl kitâbı idi. Hem de, ince mes’elelere dalmış. Bunların içinden nasıl çıkabildiği merak edilecek şeydi. Bir de ne görelim? Hazret-i Osmân zemânındaki, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki, Yemenli bir yehûdî dönmesinin sözleri, çok kimsenin anlıyamıyacağı bir kılığa sokulmuş. Sinsice sahneye çıkarılmışdı. Yâ Rabbî! Bu ne cinâyet idi. Gençliğe, şekerle kaplanmış bir zehr sunulmakda idi. Hem de, çok emek verilmiş. Mehâret ile hâzırlanmış. Fekat, dozajı pek fazla! Buna da cevâb vermek lâzım göründü. Hattâ farz oldu. Çünki, (Savâ’ık-ul-muhrika) kitâbının ilk sahîfesinde yazılı olan hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz: (Fitne ve fesâd yayıldığı, müslimânlar aldatıldığı zemân, doğruyu bilenler, herkese anlatsın! Anlatmazsa, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların la’neti onun üzerine olsun!) buyurmakdadır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Önce, sonbehâr mecmû’asında bulunan hurûfînin yalanlarına cevâb vermek için, Allahü teâlâya sığınarak yazmağa başlıyoruz:
1— (Hazret-i Muhammed, Ebû Süfyânlarla ve diğer tarafdan inanmamış Mekke eşrâfı ile mücâdele etdi ise, hazret-i Alî de, kendi zemânında, aynı inanmamışlarla mücâdele etdi. Zâten hazret-i Alîye münkirlerin kin ve adâveti, tâ o zemândan geliyordu) diyor.
Hurûfîlerin iftirâlarına, islâm âlimleri kıymetli cevâblar vermiş, bu konuda sayısız kitâblar yazılmışdır. Bunlardan biri, Hindistânda yetişen islâm âlimlerinin büyüklerinden, Şâh Veliyyullah-i Dehlevînin (İzâle-tül-hafâ an hilâfe-til-hulefâ) kitâbıdır. Fârisî ve Urdu tercemesi birlikde iki cilddir. 1382 [m. 1962] de Pâkistânda yeniden basılmışdır. Eshâb-ı kirâmın hepsinin üstünlüklerini çok güzel ve geniş bildirmekdedir. Biz burada, (Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye) kitâbından terceme ederek cevâb vereceğiz. (Tuhfe), Abdül’azîz-i Ömerî Dehlevî tarafından fârisî olarak yazılmışdır. Bu âlim, Şâh Veliyullah Ahmed Dehlevînin oğludur. 1239 [m. 1824] senesinde Dehlîde vefât etmişdir. (Tuhfe) kitâbı, İstanbul Üniversitesi kütübhânesinde 82024 numarada vardır. Urdu tercemesi Pâkistânda basılmışdır. Abdül’azîz-i Dehlevî buyuruyor ki:
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye karşı buyurdu ki, (Ben Kur’ân-ı kerîmin inmesi üzerinde dövüşdüğüm gibi, sen de, te’vîli üzerinde dövüşeceksin). Bu hadîs-i şerîf, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu göstermekdedir. Çünki Deve ve Sıffîn muhârebelerinde, Kur’ân-ı kerîmin te’vîli üzerinde, ya’nî ictihâdlarda ayrılık olduğunu bildiriyor. Bu hadîs-i şerîfi, Ehl-i sünneti red etmek için söylemeleri, pek câhil olduklarını göstermekdedir. Çünki bu hadîs-i şerîf, hazret-i Alî ile harb edenlerin, Kur’ân-ı kerîmin te’vîlinde hatâ etdiklerini bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmi te’vîlde hatâ etmenin küfr olmıyacağını, şî’îler de söylemekdedir.
2— (Kimi ihtiyârlığından bahs ederek, hilâfet sevdâsında, kimi bî’at etdirmek kavgasında idiler) diyor.
İhtiyârlığından bahs ve hilâfet sevdâsında diyerek, hazret-i Ebû Bekre taş atmakdadır. Hazret-i Ebû Bekrin, Eshâbın söz birliği ile halîfe seçildiği ve hazret-i Alînin, (Biliyorum, Ebû Bekr hepimizden dahâ üstündür) dediği, bütün âlimlerin kitâblarında uzun yazılıdır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekri çok def’a emîr yapmışdı. Uhud gazâsından sonra, Ebû Süfyânın Medîneye hücûm edeceği haberi geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buna karşı koymak için, hazret-i Ebû Bekri gönderdi. Hicretin dördüncü senesinde de, Benî Nadîr gazvesinde, bir gece hazret-i Ebû Bekri kumandan yapıp, kendisi evine teşrîf buyurdu. Altıncı yılda hazret-i Ebû Bekri emîr yapıp, Kûrâ’ kabîlesine karşı gönderdi. Tebük gazâsına gidileceği zemân da, askerin, önce Medîne dışına toplanmasını emr buyurdu. Başlarına Ebû Bekri emîr ta’yîn eyledi. Hayber gazâsında mubârek başı ağrıdığı için, istirâhat buyurdu. Kendi yerine Ebû Bekri vekîl ederek kal’ayı almaya gönderdi. O gün hazret-i Ebû Bekrin çok kahramânlıkları görüldü. Yedinci yılda, hazret-i Ebû Bekrin kumandasında bir orduyu Benî Kilâb kabîlesine gönderdi. Kanlı muhârebe oldu. Çok kâfiri katl eyledi ve çok esîr aldı. Tebük gazvesinden sonra, kâfirlerin Reml vâdîsinde toplandıkları, Medîneye baskın yapacakları işitildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bayrağı hazret-i Ebû Bekre vererek, Onu askere emîr yapdı. O da gidip düşmanları perîşan eyledi. Benî Amr kabîlesinde karışıklık olduğu işitildi. Resûlullah öğleden sonra oraya teşrîf buyurdu. Bilâle, (Eğer nemâza yetişemezsem, Ebû Bekre söyle, Eshâbıma nemâz kıldırsın!) buyurdu. Dokuzuncu yılda, hazret-i Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” emîr yaparak, Eshâbını hacca gönderdi. Vefât edeceği zemân, perşembe akşamından pazartesi sabâhına kadar, hazret-i Ebû Bekri Eshâbına imâm yapdığını bilmiyen yokdur.
Hazret-i Ebû Bekri emîr yapmadığı zemânlarda, kendisine vezîr ve müşîr yapmışdı. Din işlerinden hiçbirini Onsuz yapmazdı. Hadîs âlimlerinden Hâkim, Huzeyfe-tebni-Yemân hazretlerinden haber veriyor ki, bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îsâ aleyhisselâm, havârîlerini her yere gönderdiği gibi, ben de dîni ve farzları öğretmek için Eshâbımı uzak memleketlere göndermek istiyorum). (Yâ Resûlallah! Bu işi başaracak Ebû Bekr ve Ömer gibi Sahâbîlerin var) dedik. (Ben onlarsız olamam. İkisi benim gözüm ve kulağım gibidir) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Allahü teâlâ, bana dört vezîr ihsân eyledi. İkisi yer yüzünde, Ebû Bekr ve Ömerdir. İkisi de gökde, Cebrâîl ve Mikâîldir.) Sık sık emîr yapılmamak, imâm olmağa ehliyyetsizlik sayılsaydı, hazret-i Hasen ile Hüseyn, imâmete lâyık olmazlardı. Çünki hazret-i Alî halîfe iken, bunları hiçbir harbe ve hiçbir işe göndermedi. Babadan kardeşleri olan Muhammed bin Hanefiyyeyi sık sık emîr yapardı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Muhammede bunun sebebini sorduklarında, (Onlar babamın iki gözü gibidir. Ben ise, eli ve ayağı gibiyim) dedi.
Muhammed bin Ukayl bin Ebî Tâlib diyor ki: Amcam hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hutbe okurken, (Ey müslimânlar! Eshâb arasında en cesûr olan kimdir?) dedi. (Yâ Emîrelmü’minîn! En cesûr sensin) dedim. (Hayır, en cesûrumuz Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Çünki, Bedr gazâsında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için bir çardak yapdık. Müşriklerin saldırılarına karşı koymak için, çadır önünde kim bekleyecek, dedik. Kimse cevâb vermeden, hemen Ebû Bekr ortaya çıkdı. Kılıncını çekip, çardak etrâfında dolaşmağa başladı. Düşman en çok çardağa saldırıyordu. Ebû Bekr, kimini öldürdü. Kimini yaraladı. Resûlullaha bir kâfiri yaklaşdırmadı) dedi.
Bî’at etdirmek kavgasında diyerek, hazret-i Ömere taş atmakdadır. Hâlbuki hazret-i Ömer “radıyallahü anh” kavga ederek değil, te’sîrli sözleri ile, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmasında iş gördü. Böylece, müslimânları büyük felâketden kurtardı. Kendisi ise, hazret-i Ebû Bekrin vasıyyeti üzerine, milletin istemesiyle hilâfeti zorla kabûl buyurdu.
3— (Biri Fedek için hazret-i Alîyi, hazret-i Haseni, hazret-i Hüseyni ve Selmân-ı Fârisîyi şâhid olarak dinliyor. Ehl-i beyte inanmıyarak, hazret-i Fâtımatüz zehrânın elinden alıyor) demekdedir.
Bu sözleri ile hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” saldırıyor. Fekat, güneş balçıkla sıvanabilir mi? Bakınız (Tuhfe) kitâbı, bu iftirâyı, bu yalanı pek güzel çürütmekde, hurûfîleri rezîl etmekdedir:
Bir Peygamber vefât edince, malı kimseye mîrâs kalmaz. Bunu şî’î kitâbları da yazmakdadır. Mîrâs olmıyan mal için vasıyyet etmek de doğru olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Fedek denilen bağçeyi, hazret-i Fâtıma için vasıyyet etdi demek yanlışdır. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, doğru olmıyan bir şey yapmaz. Hadîs-i şerîfde, (Bizden kalan, sadaka olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf yanında, öyle vasıyyet iddi’âsı haklı olmaz. Eğer böyle bir vasıyyet olsa ve hazret-i Ebû Bekr işitmemiş olsa ve şâhid ile de isbât edilemese, o ma’zûr olur. Hazret-i Alî, böyle bir vasıyyet olduğunu mâdem ki biliyordu, halîfe olunca, bunu yerine getirmesi lâzım ve câiz olurdu. Hâlbuki o da hazret-i Ebû Bekrin yapdığı gibi, fakîrlere, miskinlere ve yolda kalmış olanlara dağıtdı. Kendi payını dağıtdı, denilirse, hazret-i Haseni ve Hüseyni “radıyallahü anhümâ” vâlidelerinden kalan mîrâsdan niçin mahrûm bırakdı?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şî’îler bu süâle dört dürlü cevâb veriyor:
1) Ehl-i beyt, gasb edilen haklarını geri almaz. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekkeyi feth edince, vaktîle gasb edilmiş olan evini, onlardan geri almadı diyorlar.
Bu cevâbları sağlam değildir. Çünki, Ömer bin Abdülazîz halîfe iken, bu Fedek bağçesini, imâm-ı Muhammed Bâkıra verdi. O da aldı. Abbâsî halîfeleri gasb edinciye kadar, hep imâmların elinde kalmışdı. Sonra, hicretin ikiyüzüçüncü senesinde, Me’mûn halîfe, kendi me’mûru olan Kusem bin Ca’fere yazarak, tekrâr imâm-ı Alî Rızâ’ya ve bunun o sene vefâtında, hazret-i Hüseynin torunu Zeydin torunu Yahyâya verildi. Seyyidet Nefîse hazretlerinin dedesi olan Zeyd başkadır. O, hazret-i Hasenin oğlu idi. Fekat, Me’mûnun torunu halîfe Mütevekkil yine gasb eyledi. Sonra Mu’tedid, geri verdi. Ehl-i beyt geri almaz olsaydı, bu imâmlar niçin aldılar? Bunun gibi, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alînin “radıyallahü anhümâ” hakkı olan hilâfeti gasb etdi diyorsunuz. Hazret-i Alî, bu gasb edilen hakkı, sonra niçin kabûl etdi? Sonra, Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” gasb edilen hilâfeti, Yezîdden almak için neden uğraşdı ve şehîd oldu?
2) Hazret-i Alî, hazret-i Fâtımaya “radıyallahü anhümâ” uyarak Fedekden bir şey almadı, diyorlar.
Bu cevâbları dahâ çürükdür. Çünki, Fedeki kabûl eden imâmlar, neden hazret-i Fâtımaya uymadılar? Ona uymak farz ise, bu farzı niçin yerine getirmediler? Eğer farz değil de nâfile ise, hazret-i Alî nâfileyi yapmak için farzı niçin terk eyledi? Çünki, herkese hakkını vermek farzdır. Bundan başka, bir kimsenin ihtiyârî işlerine uyulur. Zorla yapdırılmış olan bir işe uymak olmaz. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”, eğer birinin zulmü ile, Fedekden istifâde edemedi ise, mecbûr ve çâresiz kalmış demek olur. Buna uymak, ma’nâsız birşey olur.
3) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Fedekin, hazret-i Fâtımaya verilmesi için vasıyyet yapıldığında şâhid olmuşdu. Bu şâhidliğin, bir menfe’at için olmayıp, Allah rızâsı için olduğunu göstermek için, Fedekden birşey almadı, diyorlar.
Bu cevâbları da za’îfdir. Çünki, hazret-i Alînin şâhidlik etdiğini bilenler ve red edenler, kendisi halîfe olduğu zemân ölmüşlerdi. Bundan başka, ba’zı imâmların Fedeki kabûl etmesi, hazret-i Alînin de çocuklarına menfe’at sağlamak için şâhidlik yapmış olduğunu, haricîleri düşündürmüşdü. Hattâ, tarlada, binâda ve bağ, bağçede, insan kendinden ziyâde, çocuklarının menfe’atlerini düşünür.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Belki de, şâhidliğine leke kondurulmaması için, çocuklarına Fedekden istifâde etmeyiniz diye vasıyyet etmiş olabilir. Çocukları da, hem hazret-i Fâtımaya uymak, hem de bu gizli vasıyyeti yerine getirmek için, Fedeki kabûl etmemiş olabilirler, denildi.
4) Hazret-i Alînin Fedek bağçesini almaması, takıyye içindi. Şî’îlerin (Takıyye) yapması lâzımdır, dediler. Takıyye, sevmedikleri kimseler ile dost geçinmek demekdir.
Bu sözleri de, za’îfdir. Çünki, şî’îlere göre, imâm meydâna çıkıp, harb etmeğe başlayınca, takıyye yapması harâm olurmuş. Bunun içindir ki, hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh”, takıyye yapmadı. Hazret-i Alî, halîfe iken takıyye yapdı demeleri, harâm işledi demek olur.
Şî’î âlimlerinden ibni Mutahhir Hullî, (Menhecülkerâme) kitâbında diyor ki, (Fâtıma, Ebû Bekre, Fedekin kendisi için vasıyyet edilmiş olduğunu söylediği zemân, Ebû Bekr cevâb yazarak, şâhid istedi. Şâhid bulunmayınca, da’vâyı red eyledi.) Bu haber doğru ise, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” üzerinde olan, mîrâs, hediyye ve vasıyyet gibi, Fedek da’vâsı sâkıt olur. Hazret-i Ebû Bekre dil uzatacak sebeb kalmaz. Burada, akla iki şübhe gelmekdedir:
A — Hazret-i Fâtımanın mîrâs ve hediyye ve vasıyyet gibi da’vâları, hazret-i Ebû Bekrin yanında doğru çıkmadı ise de, hazret-i Fâtıma Fedeki istediği hâlde, hazret-i Ebû Bekr, neden Onun gönlünü yapmakdan çekindi ve bu hurmalığı Ona bağışlamadı? Böylece, arada kırıklık olmaz, dedikodulara yol açılmazdı. Bu iş tatlılığa bağlanmış olurdu.
Hazret-i Ebû Bekr, bunu çok düşündü ve çok arzû etdi ve çok sıkıldı. Eğer, hazret-i Fâtımanın mubârek gönlünü, bu yol ile hoş etmeğe karâr verseydi, dinde iki büyük yara açılırdı: Herkes, halîfe için, din işlerinde taraf tutuyor, hakkı değil de, gönül almağı düşünüyor, da’vâ kazanılmadığı hâlde, dostlarının dilediğini yapıyor. İşçilere, köylülere gelince, senedle, şâhidlerle da’vânın kazanılması için, taş sökdürüyor derlerdi. Öyle lâfların yayılması ise, dinde kıyâmete kadar sürüp gidecek karışıklığa yol açardı. Bundan başka, hâkimler, kâdîlar, halîfenin bu işini örnek alarak, gevşek davranırlar. Hükmlerinde taraf tutarlardı. İkinci yaraya gelince: Halîfe, Fedek bağçesini hazret-i Fâtımaya bağışlasaydı, Resûlullahın, sadakadır buyurarak mülkünden çıkarmış olduğu şeyi, tekrar Onun vârisinin mülküne sokmuş olurdu. Hâlbuki bir hadîs-i şerîfde, (Sadakayı geriye alan kimse, kusduğunu yiyen köpek gibidir) buyurulduğunu biliyordu. Bu korkunç işi bile bile hiç yapamazdı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dinde hâsıl olacak bu iki yaradan başka, dünyâ işinde de, büyük bir sıkıntı başgösterecekdi. Hazret-i Abbâs ve Resûlullahın mubârek zevceleri de, hak arıyacaklar, herbiri, böyle bir bağçe veyâ çiftlik istiyeceklerdi. Hazret-i Ebû Bekr için, altından kalkılamıyacak bir yük olacakdı. Bütün bu felâketlere ve sıkıntılara yol açmamak için, hazret-i Fâtımanın gönlünü hoş edemedi. Çünki hadîs-i şerîfde, (Mü’minin başına iki belâ gelirse, hafîfini seçsin!) buyurulmuşdur. Hazret-i Ebû Bekr de böyle yapdı. Çünki, bu sıkıntı, giderilebilirdi. Nitekim düzeltildi. Hâlbuki, öteki yaralar kapatılamazdı. Din işleri karışır, bozulurdu.
B — İkinci şübheye gelince: Hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhümâ” arasındaki bu anlaşmazlık sona erdiğini, Sünnî kitâbları da, Şî’î kitâbları da bildirmekde ise de, Fâtımatüz-zehrâ kendi cenâzesinde hazret-i Ebû Bekrin bulunmasını niçin istemedi? Hazret-i Alînin, kendisini gece defn etmesini, niçin vasıyyet etdi?
Bunun cevâbında deriz ki, hazret-i Fâtımanın gece defn edilmeği vasıyyet etmesi, fazla örtünmesinden ve aşırı hayâsından dolayı idi. Nitekim, vefât edeceğine yakın (Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum) buyurmuşdu. O zemân kadınları tabutdan kefene sarılı olarak perdesiz çıkarmak âdet idi. Esmâ binti Ümeyr buyuruyor ki, (Habeşistanda iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüşdüm, dedim. Hazret-i Fâtıma, (Bunu yanımda yap da göreyim) dedi. Yaparak gösterdim. Çok hoşuna gitdi ve güldü. Resûlullah vefât etdikden sonra, güldüğü hiç görülmemişdi. (Öldükden sonra, beni sen yıka, Alî de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin) diye vasıyyet etdi). İşte bunun için hazret-i Alî, cenâzesine kimseyi çağırmadı. Bir habere göre, hazret-i Abbâs, Ehl-i beytden birkaç kişi ile cenâze nemâzını kılıp, gece defn etdiler. Başka haberlere göre, ertesi gün, Ebû Bekr Sıddîk, Ömer Fârûk ve birçok Sahâbî hasta ziyâreti için, hazret-i Alînin evine geldiler. Vefât edip defn edildiğini anlayınca, (Bize niçin haber vermedin? Nemâzını kılardık. Hizmetini görürdük) diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hazret-i Alî, kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defn olunmasını vasıyyet etdiğini, vasıyyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyliyerek özr diledi. (Faslülhitâb) kitâbında diyor ki: Ebû Bekr-i Sıddîk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Abdürrahmân bin Avf ve Zübeyr bin Avvâm, yatsı nemâzında mescidde idiler. Hazret-i Fâtıma ise, Resûlullahın vefâtından altı ay sonra Ramezân-ı şerîfin üçüncü salı gecesi akşamı ile yatsı arasında vefât etmişdi. Yirmi dört yaşında idi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Alînin teklîfi üzerine, hazret-i Ebû Bekr imâm olup, dört tekbîr ile nemâzını kıldırdı.
Hazret-i Ebû Bekrin defnde bulunmaması yukarıda bildirilen sebeblerden idi. Aralarında geçimsizlik olsaydı, cenâze nemâzını hazret-i Ebû Bekr kıldırmazdı. Sünnî ve şî’î kitâblarının birlikde bildirdiklerine göre, hazret-i Hüseyn, imâm-ı Hasenin cenâze nemâzını kıldırması için, hazret-i Mu’âviyenin Medîne-i münevveredeki vâlîsi olan Sa’îd bin Âs hazretlerine işâret eyledi. (Cenâze nemâzını emîrin kıldırması, dedemin sünneti olmasaydı seni imâm yapmazdım) dedi. Bundan anlaşılıyor ki, hazret-i Fâtıma, hazret-i Ebû Bekrin nemâzı kıldırmaması için vasıyyet etmemişdir. Eğer, cenâze nemâzını hazret-i Ebû Bekr kıldırmasın, diye vasıyyet etmiş olsaydı, hazret-i Hüseyn, hazret-i Fâtımanın vasıyyetine uymıyan bir hareketde bulunmazdı. Sa’îd bin Âs’ın imâm olmak için hazret-i Ebû Bekrden binlerle derece aşağı olduğu meydândadır. Dahâ altı ay önce, hazret-i Fâtımanın yüksek babası Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekri bütün Muhâcir ve Ensâra imâm yapmışdı. Hazret-i Fâtımanın, altı ay gibi kısa bir zemân içinde bunu unutacağı düşünülemez.
4— (Biri gene hazret-i Resûlün bu ciğerpâresinin kaburga kemiklerini ve kolunu kırıyor. Bu da yetmiyormuşcasına kara yüzünü görmek istemiyen ve üzerine kapıyı kapatmak istiyen hazret-i Fâtıma anaya hücûm ederek bî’at etmezseniz evinizi yakacağım, yıkacağım, diyor. O mazlûm anayı kapı arasında sıkışdırarak, Muhsin ismi verilen ma’sûm-i pâkin zâyi’ine sebeb oluyor) diyor.
Bu yalanları Hasen Kusûrî (Dışlıklı Hasen efendi)nin Necm-ül-Kulûb ve Kumru adlı eserlerinden aldığını bildiriyor.
Bu iftirâlarla, müslimânların gözbebeği olan ve âyet-i kerîmeler ile medh-ü senâ buyurulan ve hadîs-i şerîflerle Cennete gideceği müjdelenen ve adâleti, şânı ve şerefi dünyâ târîhlerini dolduran, müslimânların yüce emîri, hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” efendimize karşı kalblerde dolu olan sevgi ve saygıyı sarsmağa yelteniyor. Sened olarak gösterdiği kimse, ne Ehl-i sünnet ve ne de şî’î âlimleri arasında bulunmadığı, iki eserin de ne oldukları belli olmadığı için, kalemimizi onlara bulaşdırmayacağız. Bu alçak yalanların cevâbını yine (Tuhfe) kitâbından dinliyelim:
Yalnız Ehl-i sünnet değil, şî’îler de hurûfîlerin bu yalanlarını şiddet ile red ediyorlar. Ancak, ayak tabakaları, soysuz, edebsiz birkaç sapık tarafından yayılmışdır, diyorlar. O sapıklar da (Evi yakmak istemişdi. Fekat bu işi yapmağa kalkışmadı) şeklinde yaydılar.
 
Üst Alt