Agarta & Şamballa

MURATS44

Özel Üye
Oyuk Dünya Teorisi (Hollow Earth Theory)

Oyuk Dünya Teorisi (Hollow Earth Theory)
Yeraltı kavramı toplumların kutsal geçmişinde önemli bir yer kaplar. Çoğu dini mekânsal organizasyonda dünya gök, yer ve yeraltı olmak üzere yönsel ve katmansal olarak sınıflandırılmıştır. Genelde ‘aydınlık bir âlem olan gökyüzü ilâhî veya yarı ilâhî varlıklarca meskûn olup, yeryüzü kendini ölüm sonrası yaşama hazırlayan insanlara ayrılmıştır. Yeraltı ise birçok içrek gelenekte ve dinde yer alan bir kavram olup, sembolik anlamıyla ölüm olayı ile bedenlerini terk edenlerin göçtükleri öte-âlem ile beraber karanlığı, kötülüğü ve acıyı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Dinler genel olarak Tanrı merkezli bir ontoloji üzerine kurguludur. Tanrı ve İnsan arasındaki ilişki ise eskatolojiktir (Ahirete dair). Dolayısı ile ölüm sonrası yaşam kavramı hemen hemen her dinde vardır. Bununla beraber kötü davranışların cezalarının çekileceği mekansal kurgu genel olarak yeryüzünün altıdır.[SUP][1][/SUP][SUP][2][/SUP]

Farklı içrek gelenekte ve dinde yeraltı denince hem fiziki hem de aracı bir mekansal kurgudan söz etmek olanaklıdır. Her iki yaklaşımda da fiziki yer altı yeryüzü ile beraber var olan, yeryüzündeki “günahkâr” yaşamın bedelinin ödendiğine inanılan bir mekândır.[SUP][2][/SUP]
Sümer mitolojisinde ölülerin yuvası olarak suçlu insanların düşeceği yer olan Kur; İnanna’nın Ölüler Diyarına İnişi mitinde vücut bulur. Tanrıça İnanna ölüler âleminin de kraliçesi olmak ister ve ölüler âlemine 7 kapıdan geçerek iner. Yeraltında olan Kur çok katı ve sert uygulamaları ile meşhur ölüm ve karanlıklar tanrıçası Ereşkigal tarafından yönetilirdi. Yunanlılarda Kur’un karşılığı Hades’tir. Hades aynı zamanda yeraltının ve cehennemin tanrısıdır. Hades Tartaros ve Erabos olarak ikiye ayrılır. Ölen insanlar ilk önce Erabos’a daha sonra dipsiz kuyu Tartaros’a geçerlerdi. Hades çirkin, karanlık ve içinden çıkılması zor bir yeraltı diyarı olarak bilinirdi.[SUP][3][/SUP][SUP][2][/SUP]
Şamanizm’de ise dünya gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılmaktaydı. İnanışa göre karanlık âlemi olan yeraltında genellikle korkunç ve kötü ruhlar (Tümengi Töz) yaşardı. Bu kötü ruhların başında yeraltı dünyasının hâkimi Erlik Kan bulunurdu. Erlik insanın canını alıp yeraltına götürür; orada sorguya çektikten sonra kendi emrinde kullanırdı. Bununla beraber teozofik ve içlek gelenekte yeraltında varlığını sürdüren medeniyetler sıklıkla yer almıştır. Bunlardan Agarta (veya Şambala) Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerinin kurduğu Tibet’in kuzeyinde bulunduğu ileri sürülen bir yeraltı mekanıdır. İnanışa göre rahipler birbiri ile tüneller vasıtası ile bağlanan yeraltı şehirlerinde yaşarlar. Agarta bilgelerinin sahip bulunduğu binlerce yıllık sırları uygulamak suretiyle yeniden dünya nizamını aydınlanma ile kurmak üzere yeryüzüne çıkacaklarına da inanılmaktadır. Bilimkurgu yazınında özellikle 1960'ların sonuna kadar sıklıkla vurgulanan konu günümüzde kayda değer bir popülerlik kazanmış ve Oyuk Dünya Teorisi ile ilişkilendirilmiştir.[SUP][2][/SUP]
Oyuk Dünya Teorisinde (Theory of Hollow World) modern bilimden farklı olarak dünyanın içinin boş olduğu içinde birbirine bağlı birçok kentin ve ırkın varlığına inanılır.[SUP][4][/SUP] Bu ırkların zamanı geldiğinde yeryüzüne çıkacağı ve yeni bir dünya düzeni sağlayacakları ifade edilir. Musevilikte ister Eski Ahit (Tevrat) isterse sonradan oluşan yorum kitabı ve kutsal metin Talmud’da ölümden sonra dirilişin olacağı inancı vardır.[SUP][5][/SUP] Tevrat’a göre iman sahiplerinin gideceği Aden Bahçesi (Cennet; Gan Eden) kadar günahkârların ateş azabı göreceği "Gehinnom" (Cehennem) da haber verilmektedir.[SUP][7][/SUP] Gehinnom karanlık, insanların acı ve sıkıntı çektiği bir mekândır.[SUP][6][/SUP] Gehinnom temelde aşağıya inilen bir çukur olarak tasvir edilmiştir.[SUP][8][/SUP] Gehinnom kelimesi ile beraber "Şeol" kelimesi ile de Eski Ahit’te yer almaktadır. Şeol kelime karşılığı olarak “oymak, kazmak ve çukurlaştırmak” anlamına gelmektedir. Zira Eski Ahit’e göre Şeol yerin karanlık derinliklerindedir.[SUP][9][/SUP] Kâfirler en aşağı tabakaya atılacaktır.[SUP][10][/SUP][SUP][2][/SUP]
Hıristiyan inancında ise günahkarlar öldükten hemen sonra bir uçurum olan [SUP][11][/SUP] , cehenneme inerler; [SUP][12][/SUP] ruh ve vücutlarıyla azap çekerler. Hell, Hölle, İnferno (Aşağıda olan), "Fegefeuer" (Silip süpüren ateş) sözcükleri ile ifade edilen Hıristiyan cehennemi yerin altındadır ve oraya inilir.[SUP][22][/SUP] Buradaki yeraltı kavramı dünyanın derinliklerini; çoğu zaman dünyanın merkezini (dünyanın kalbini) ifade eder. Ateş ve ısı cezanın temel unsurlarıdır.[SUP][2][/SUP]
İslam inancına göre inkâr edenlerin ve gaflet içinde bulunanların günahları ölçüsünde kalacakları yer, aşağıda bulunan “cehennem”dir. Cehennem kelimesi Arapça kökenli olup ismini Kudüs’ün güneyinde bulunan Hinnom (ibr. Gözyaşı) Vadisi’nden (Ge-Hinnom) alır. Önceleri ateşe atılarak kurban ayinlerinin yapıldığı daha sonraları kentin çöplerinin yakıldığı bu vadi Yahudi inancına göre yer altında bulunduğuna inanılan ateş gölüne giriş kapısıdır. Kuran’a göre ölümden sonra inkâr edenler cehenneme atılır.[SUP][13][/SUP] Yedi kapıdan girilen bu mekân [SUP][14][/SUP] aşağı doğru sıralanan yedi kata sahiptir.[SUP][15][/SUP] Bu katlardan en üstekinin adı Cehennem, en alttakinin adı Haviye’dir. Cehennemin en dibi Gayya Kuyusu ile son bulur.[SUP][16][/SUP] Her birinin azabı üstündekinden daha şiddetlidir ve inkar edenler günah derecesine göre fiziki ve manevi azap görür.[SUP][17][/SUP] Karanlık, nemli ve sıcak olarak tasvir edilen bu mekânda temel azap ateştir.[SUP][18][/SUP] İslam eskatoljisinde zikredilen başka bir yeraltı unsuru Kuran’da Dabbet-ül Arz (Yeraltından Çıkacak Olan Canlı) kavramıdır.[SUP][19][/SUP] Kıyametin alametleri arasında belirtilen bu varlık kıyamete yakın toprağın altından çıkacak ve onun sayesinde mü’minler ve kâfirler belli olacaktır.[SUP][2][/SUP]
Görüldüğü üzere teofizik ve içlek gelenek ile beraber, farklı dini inanışlarda yeraltı kavramı ölüm sonrası ile ilişkilendirilmiş ancak bu mekanın net bir fiziki tanımı yapılmamıştır. Kutsal sayılan metinlere dayanan teolojik değerlendirmeler açısından muğlâk tasvirler içinde net olan; yeraltının fiziki koşulları neticesinde kötülüğü ve acıyı ifade etmede kullanılan toplumların belleğinde inanç sistemi tarafından üretilmiş soyut bir mekan oluşudur.[SUP][2]

http://files.abovetopsecret.com/images/member/f87033c8224b.jpg

[/SUP]
Dünya İçinde Dünya İlk defa 26 Ocak 1967’de ESSA-3 uydusu tarafından çekilen fotoğrafta fark edilen oyuk, 23 Kasım1968’de ESSA-7 uydusu tarafından daha net fotoğraflanmıştır. Kimine göre teori kimine göre kurgu olarak nitelendirilen Oyuk Dünya konusu en son 2011’de Horatio Valens and Paul Veneti tarafından hazırlanan 2 saatlik "Lazeria Map Collection" isimli belgeselde gündeme getirilmiştir. NORAD image of the north polar showing polar oribting satellite paths Soldaki resim NORAD (=North American Aerospace Defense Command)-Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı bilgisayar ekranından bir cep telefonuyla çekilmiş fotoğrafının görüntüsüdür. Fotoğrafta kutup yörüngeli uyduların uçuş planları yer almaktadır; fakat dikkat çeken 115° ile 155° Doğu boylamları arasında planlanmış olan bir uydu yörüngesi bulunmayışıdır. Bu bölge Kuzey Ülkenin, Rusya tarafına düşen bölümüne denk gelmektedir. Eğer NewYork şehrinden Kanada'ya doğru uçakla dümdüz giderseniz Rusya tarafına geldiğinizde Kuzey kutbundaki bu oyuğu görülebileceği iddia edilmekte.

http://www.ourhollowearth.com/NORAD_1.GIF

İşin detayına inildikçe bu oyuk hakkında başka anlatımlarda söz konusu, bunlardan en ilginç olanı bu oyuğun dünya gezegeninde mevcut olan bir iç boşluğa açıldığı. Ve dünyanın içerisinde yer alan bu boşlukta da bir yaşamın söz konusu olduğu varsayılmakta. Şimdi buraya nereden geliniyor bir bakalım. Aşağıdaki fotoğraflar 11 Eylül 2005'teki NASA fotoğraf uydusundan alınma. Bunlar dünyanın kuzey kutbundaki aurasını göstermekte. Fotoğrafların çekildiği zaman için güneşin olmadığı bir zaman diliminde ve güneş yansımasının mümkün olamayacağı bir açı söz konusuymuş. Buradan yapılan çıkarım ile dünyanın merkezinde ayrı bir ışık kaynağı olduğu varsayımı gelişiyor.

Buraya kadar ki anlatılanlar var olduğu söylenen kayıtlar üstünden yapılan açıklamalardı. Çeşitli rivayetlere göre merkezi kuzey kutbunda yer alan 161 kilometre genişliğindeki bu büyük kanyonun içerisine dökülen ırmaklar oyuk dünyanın içine doğru akmaktadır.


Işık kaynağı olan bu iç dünya, bizim yaşadığımız ortam olan dünya yüzeyine oranla daha korunaklı. Atmosferin daha kontrollü ve güneş ışınlarıyla uzaydaki diğer kaynaklardan gelen radyoaktivite etkisine karşın daha kapalı bir alanın var olduğu düşünülüyor. Oyuk Dünya Teorisi geliştikçe üstünde pek çok yaklaşım konuşulmaya başlandı. Dikkat çekenler genellikle 3 kategoride toparlanıyor.

1) Uydu fotoğraflarına dayandırılarak ispatlanmaya çalışılan gezegenimizde bir iç dünyanın olabileceği kuramı. Fakat bu kadar çabaya rağmen bir türlü remi kaynaklar tarafından net açıklamalar gelmiyor yada kamu oyuna açıklanan araştırmalar yapılmıyor. Aynı zamanda bu fotoğrafların photoshop olduğunu savunanlarda bulunmakta.

2) Üzerine filimler bile yapılan bir senaryo üstünde konuşuluyor. Bu Nazilerin Hitler zamanında uçan daire çalışmalarına başladığı ve bir grubun dünyanın göremeyeceği bir yer olan Ay'ın karanlık yüzüne konuşlanarak orada ciddi sayıda bir uzay gemisi üretimi yaptıkları. 2012 Aralık ayında bu grubun uzay gemileriyle gelerek dünyayı işgal edecekleri ve illuminatiyle birlikte yeni dünya düzenini kuracağı. Bu uçan dairelerin, dünyaya geliş gidişlerinde kuzey kutbundaki bu oyuğu kullandıkları.
3) Eskiden yazılmış olan bilim kurgu romanları ve çeşitli telepatik mesaj bağlantılarıyla alınan bilgiler aracılığıyla tanımlanan ve dünyanın içinde yaşayan gelişmiş uygarlıklar.
http://4.bp.blogspot.com/-bR0e-bpdapw/T50dIyDVpvI/AAAAAAAAABA/552LM_zEUUs/s640/dropRiverIntoHollow.jpg


Yayınlanan romanlara birkaç örnek.

  1. Ludvig Holberg'’in 1741’de yayınlanan romanı Nicolai Klimii iter subterraneum (Niels Klim'in Yerin altına Yolculuğu)
  2. Jr.; Edgar Allan Poe'ın 1838’de yayınlanan romanı The Narrative of Arthur Gordon Pym of Nantucket
  3. Jules Verne'nin 1864’te yayınlanan romanı A Journey to the Center of the Earth
  4. George Sand'ın 1884’te yayınlanan romanı Laura, Voyage dans le Cristal
  5. William Richard Bradshaw'ın 1892’de yayınlanan romanı, Goddess of Atvatabar
İç Dünya teorisine göre, mağara ve tünel sistemleri, dış ve iç dünya arasındaki bağlantıları sağlamaktadır. Bu sistemlerin bazıları doğal yapılardır, bazılarıysa insan elinden çıkmadır. 1902’de Malta adasında Casa Paula köyü yakınlarında bir tünel sistemi keşfedildi. Bir okulun sınıfından 30 öğrenci hiçbir iz bırakmadan bu tünelde kaybolunca, giriş tamamen kapatıldı. Toronto (Kanada)'daki Parliement caddesinde bir yeraltı şehrine giden küçük bir giriş vardır. Ayrıca bu şehirde “Elektromanyetik alan” üreten tesisler vardır. Bu elektromanyetik alanlar Toronto’nun kimi semtlerinde çok ender görülen manyetik etkilere neden olmaktadır. Bu yeraltı şehri, çevrede yaşayan yerli efsanelerinin de bir parçasıdır. Brezilya’da nerelere kadar uzandığı bilinmeyen tünel sistemleri bulunmaktadır. Ponte Grosso ve Rincan yakınlarında (her ikisi de Parana şehrindedir) bu tünellere giriş bulunmaktadır.


Anadolu’da yeraltı ülkesi 1960’li yıllarda Nevşehir’in Kaymaklı ve Derinkuyu kasabaların altında yeraltı kentleri ortaya çıkarıldı. Nevşehir’in 27 kilometre güneyindeki Derinkuyu’da 20 yıldan fazla süren kazılar sonunda, toplam 6 kat ortaya çıkarıldı. Odalar tünellerle birbirine bağlanmıştı. Derinlerde daha ulaşılamamış birçok katın da bulunduğu anlaşıldı. Bölgede kazılar sürdü. Nevşehir’in 18 kilometre güneyindeki Kaymaklı kasabasını altında da bir başka yeraltı kenti bulundu. Burada katların sayısı 8’di. her birinde 15 oda vardı. Hem Derinkuyu’da hem de Kaymaklı’da ortaya çıkarılan yeraltı kentleri incelendiğinde, ortaya bir mühendislik mûcizesi olduğu anlaşıldı.

Mükemmel bir havalandırma sistemiyle ısı daima sabit kalıyordu. Kayaların yapısı yumuşaktı. Fakat makine kullanmadan bunları oymak imkansız gibi görünüyordu. Basamaklar ve dehlizler yoluyla bütün odaların birbirleriyle bağlantısı vardı. İşin en ilginç yanı bu yeraltı şehirlerinde hangi katta olursanız olun hiçbir besin maddesinin bozulup, küflenmemesi, kokmaması ve kurtlanmaması. Sanki ilk günkü gibi tazeliğini koruması. Gidilebilen en alt katta bir sigara içilse hiçbir şekilde ne koku ne de dumanın kalmaması ve anında dışarı atılması. Daha da garibi yazın serin, kışın de oda sıcaklığında olması. Yapılan araştırmalar sonunda, bu yeraltı kentlerinde, Romalılardan kaçan Hıristiyanların saklandığını tespit edildi.

Hıristiyanlar buralarda yaşamış olabilirler, fakat kentleri yapmış olamazlar. Çünkü o dönemin bilinen mühendislik tekniği bu kentleri inşâ edecek düzeyde değildi.
“Tanrıların Arabaları” adlı kitabıyla bütün dünyada tanınan İsviçreli Araştırmacı Erich von Däniken 1982’de Türkiye’ye geldi. Kaymaklı ve Derinkuyu’da incelemeler yaptı. Däniken’e göre, bu yeraltı kentleri havadan gelen saldırılardan korunmak için inşâ edildi. Peki fakat insanlara saldıranlar kimlerdi?
http://insanveevren.files.wordpress.com/2011/06/undergroundcitycappadcia4.jpg?w=644&h=483

Däniken “Bunlar, bir zamanlar dünyayı idare etmiş uzaylılardı” diyor. İddia gerçekten çok ilginçtir. Çünkü Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı kentlerinin bugünkü halini inceleyen mühendisler, buraların mükemmel sığınaklar olabileceğini ileri sürdüler. Hem de toplam 50.000 kişinin barınabileceği bir sığınak!…

Bundan yıllarca önce Bilinmeyen Dergisi için yaptığımız araştırma gezilerinde bizim de duyduğumuz zaman şaşırdığımız ilginç hikayeler var. Kaymaklı ve Derinkuyu köylüleri arasında yaygın bir inanç var. Onlar ne Däniken’i tanıyorlar, ne de onun tarihi ve bilimi altüst eden ünlü tezlerini…
Köylüler, dedelerinden duydukları, dedelerinin de dedelerinden duymuş oldukları öyküleri anlatıyorlar.

Buna göre, çok eski zamanlarda bu topraklarda melekler yaşıyormuş. Bu melekler buraya göklerden ışık saçarak uçarak gelmişler. Ülkeyi çok beğenmişler ve yerleşmeye karar vermişler. Fakat bir süre sonra göklerden başka ziyaretçiler de gelmiş. Bunlar kötü meleklermiş ya da cinlermiş ve amaçları iyi melekleri yok etmekmiş. Uzun zaman çarpışmışlar fakat melekler kötü kuvvetli varlıklarla baş edememişler. Onların etkilerinden korunmak için sihirle yeraltı kentlerini yapmışlar ve dünyanın içine saklanmışlarmış. Melekler hâlâ saklanıyorlarmış. Köylüler onların kimi geceler nurdan ışıklar halinde göğe yükseldiğini görüyorlarmış.

Arkeologlar, Nevşehir bölgesinde daha ortaya çıkarılamamış birçok başka yeraltı dehlizi olduğunu tespit ettiler. Bu iddiaya göre, -eğer bu doğruysa- Anadolu’nun altında bir yeraltı ülkesi var demektir!… Hatta bir başka teoriye göre bu yeraltı şehirleri Anadolu'yu boydan boya kat ediyormuş. Doğu'da Nemrut Dağı'nın altından, batı da Efes-Meryemana'ya kadar uzandığı ve bu güzergâh üstünde pek çok şehirde de bu yeraltı tünelleriyle bağlantı ve giriş noktaları olduğu kimi çevreler tarafından bilinmekte.. Ankara'da Augustus tapınağı ve Roma hamamının bulunduğu yerde kalenin altında ve hatta Atatürk'ün genç kızlarımız için açtığı Olgunlaşma Enstitüsünün altında bile bu yeraltı dehlizlerine bağlanan gizli kapılar ve geçitler bulunmaktadır. Tabii hepsinin üstünde de kocaman asma demir kilitler...

Norveç’teki Dolsten mağaralarının yeraltından ve denizaltından İskoçya’ya kadar uzandığı iddia edilir. Ernst Betha’ya göre, Güney Harz dağlarındaki bir giriş İran’a kadar uzanmaktadır. Mısır’da yayınlanan “Bilinmeyen Dünyaya Giden Esrarlı Yol” adlı kitapta, Gize Piramidi’nin altındaki sonsuz bir tünelden söz edilir. Bu tünel dünyanın içine kadar uzanmaktaydı.
Bilim insanları, Batı Afrika’da Atlantik Okyanusunun altından geçen bir tünel girişi keşfetmişlerdi. Moskova şehrinin altında Stalin tarafından yaptırılmış bir yeraltı sistemi vardır. Burası yüz binlerce insanı barındırma kapasitesine sahip, askeri komuta merkezleri, tamirhaneleri, hastaneleri, mühimmat depoları ve demiryollarıyla tam bir yeraltı kenti manzarası sunmaktadır. Arjantin’in başkenti. Buenos Aires’in caddelerinin 15 metre altında, bütün girişleri birbirine bağlı olan bir mağara ağı bulunmaktadır. Bu tip mağaralara Cordoba ve Parana gibi Arjantin şehirlerinin altında da rastlanmaktadır. Newyork’ta yeraltında bulunan metronun yanında üçgen şeklindeki bir tünel sistemi bulunmaktadır. Diğer bir tünel sistemiyse, Manhattan’ın altındadır. Japon yazar Shun Akiba, “Teito Tokyo Kakusareta Chikamono Himitsu” (İmparatorluk Şehri Tokyo: Gizli Yeraltı Şebekelerinin Sırrı) adlı eserinde Tokyo şehrinin altında bir yeraltı ağı olduğunu iddia etmektedir.[SUP][20][/SUP] Macaristan’daki Eger şehri yakınlarında oldukça eski ve 60 kilometre uzunluğunda, yüksek bir teknoloji kullanılarak açıldığı sanılan tünelin kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor.
Afganistan’ın kuzeyinde, Atlantis’ten kaçabilen insanlar tarafından yapıldığı iddia edilen, tünel ve bunker harabeleri bugün bile görülmektedir. Efsanelerde buralarda “Agarti” denmektedir. ABD’li araştırmacı Dr. Ron Anjard “Pursuit Magazine”de yerlilerin efsanelerini değerlendirdiği bir makalesinde ABD’de 44 adet yeraltı şehri olduğunu iddia etmişti. Bu kabilelerden “Anjard” kabilesi, yeraltı şehirleri ve onlarla ilgili uygarlıklar hakkındaki bilgilerini hâlen gizli tutmaktadır. 1895’te Kaliforniya’da bulunan Yosemit Vadisi’nde araştırma yapan bir grup bilim insanı, 2.50 metre boyunda bir kadın mumyası bulmuştu. Nevada’da bir insana ait dev bir uyluk kemiği bulunmuştu. Bu kemiğin büyüklüğünden, o insanın 3 metre boyunda olduğu ortaya çıktı. J. C. Brown, 1904’te Cascade dağlarında (Wilson/Arizona yakınlarında) bulunan bir mağarada dev insan kemikleri buldu. ABD’de Dr. R. F. Bruce, 1964’te, Colarado çölündeki Panamit Dağı’nın güneyinde 80.000 yıl öncesine kadar uzanan eski bir medeniyete ait mağaralar sistemi buldu. Dr. Bruce’nin buluntuları değerlendirmesine göre, buralarda yaşayanlar 2.70-3.10 metre boyunda dev insanlardı!… Dr. Bruce bu insanların yok olan Mu imparatorluğunda yaşamış olduklarını iddia etmişti. İddialara göre, 10 Nisan 1963’de Amerikan “Trasher” nükleer denizatlısı, deniz altındaki geçitleri ve mağaraları incelerken iz bırakmadan kaybolmuştu.[SUP][21]

[/SUP]
Oyuk Dünya Teorisi ve Hitler Hitler ve yakın çevresi, Horbiger’in “Oyuk Dünya Teorisi”ne de tam olarak inanmış ve bu teoriyi kanıtlayabilmek için bazı uygulamalara bile girişmişlerdi: Nisan 1942’de, Hitler, Georing ve Himmler’in onayları ile, kızılötesi ışınlar çalışmaları ile ünlü Dr. Heinz Fisher yönetimindeki bir araştırma ekibi, Baltık Denizi’ndeki Rügen Adası’na, en gelişmiş radar aygıtları ile donanımlı olarak çıkarlar. Bu aygıtlar, o yıllarda daha henüz pek seyrek olup, sadece Alman savunmasının can alıcı noktalarına yerleştirilmişlerdi. Ancak, Rügen Adası Deneyi, Hitler’in bütün cephelerde yapmayı planladığı genel saldırı açısından son derece önemli görülmekteydi. Dr. Fisher, adaya varır varmaz, radarları 45 derece göğe çevirtir ve böylece bir kaç gün beklenir. Ekip mensupları bile çok şaşırdıkları bu araştırmanın nedenini daha sonra anlarlar. Hitler, Dünya’nın dışbükey değil, “içbükey” olduğuna inanmaktadır. Bu deneyle, düz ışınlar halinde yayılan radar dalgalarının yansıması ile, içbükey kürenin içinde yer alan çok uzaktaki cisimlerin varlığı saptanacaktır. Araştırmanın asıl amacı, İngiltere’de, Scapa Flow’da demirlemiş bulunan İngiliz donanmasının yerinin saptanmasıdır..

Rügen Adası Deneyi, Martin Gardner’in, 1957 yılında yayınlanan, “Fads and Fallacies in The Name of Science” (Bilim Adına Yapılan Yanlışlıklar) adlı kitabında (K62) ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Palomor Dağı Gözlemevi’nden Dr. Kupier, 1946 yılında, Oyuk Dünya Teorisi’ne ilişkin şöyle bir yazı yayınlamıştır: “Alman donanması ve hava kuvvetlerinin yüksek düzey yetkilileri Oyuk Dünya Teorisi’ne inanmışlardı. Bunun, özellikle İngiliz donanmasının yerinin saptanmasında yararlı olacağı kanısındaydılar. Çünkü, Dünya’nın içeriye doğru olan eğimi, gözle görülen ışınlardan daha az eğik olan kızılötesi ışınlarla çok uzaktaki noktaların gözlemlenmesine imkan verecekti.”

Bu çılgın deneyler inanılmaz gibi geliyor; ancak Nazi ileri gelenleri ve askeri uzmanlar bu teoriye içtenlikle inanmışlardı. Hitler Almanyası’nda gizemcilik ve önsezi, bilimsel araştırma ile eşit düzeye getirilmiş ve bu akıl almaz durum, başta Alman Genelkurmayı ve üst düzey yönetimi olmak üzere, politika liderlerini ve hatta bazı bilginleri bile etkilemiştir
Kaynaklar [1] David L. Pike, "Passage Through Hell: Modernist Descents, Medieval Undergrounds", Cornell University Press, New York 1997.
[2] Serkan Güneş, "YERALTI MEKANI VE KAVRAMININ TOPLUM VE İMGELEM ÜZERİNE ETKİSİ", METU JFA 2010/2, s.127-128.
[3] Robert Fagles, "The Illiad", Penguin Classics, New York 1998.
[4] M. ABDELKADER, "A Geocosmos: Mapping Outer Space int", 1983.
[5] Tevrat, Hoşea, 6/1-3; Tekvin, 25/8,; Pirke Abot, 4/22
[6] Tevrat, Eyub, 10/22
[7] Tevrat, Tesniye, 32/39
[8] Tevrat, Eyub, 17/4; Eyub 33/23-26; Tekvîn, 37/35
[9] Tevrat, Tesniye, 32/22; Mezmurlar, 48/18; 54/16; 62/10; 85/13; 87/7; 138/ 8; Eyub, 17/16; Süleyman’ın Meselleri, 9/18
[10] Tevrat, Hezekiel, 32/17-32
[11] İncil, Luka, 8/31; Vahiy, 9/11; 20/1,3
[12] İncil, Luka, 16/22
[13] Kurân, Vakıa Suresi, 95
[14] Kurân, Hicr Suresi, 43-4.
[15] Kurân, Nisa Suresi 145
[16] Kurân, Meryem Suresi, 59
[17] Kurân, Al-i İmran Suresi, 4, 21, 176
[18] Kurân, Mearic Suresi, 15; Leyl Suresi, 14; Furkan Suresi, 11
[19] Kurân, Neml Suresi, 82
[20] The Japan Times, 1 Mart 2003
[21] mistikalem.com/kose-yazilari/3232-dunya-icinde-dunya-oyuk-dunya.html
[22] İncil, Sam. 2/6; Gen. 37/35; Luka 10/15
[23] hanifislam.free.fr/zigzag/bol06/bol06c.htm






 

MURATS44

Özel Üye
Ölümsüzler Ülkesi

Ölümsüzler Ülkesi

Kendini dünyadan bir süre için geri çekmiş bilgelik üstatlarının, ya da günün birinde, yani Kali Yuga'nın (Demir çağı) sona erişinde ortaya çıkmaya davet edilmiş olan, insanlığın gerçek okült rehberlerinin; yasamlarını sürdürmekte oldukları bir "ölümsüzler ülkesinden" tüm geleneklerde söz edilir. Ulaşılması imkansız olan bu yeraltı dünyası değişik bölgelerde kurulmuş olup, ismi de inanışlara ve geleneklere bağlı olarak çesitlilikler göstermektedir.
Gobi çölünü tasvir eden seyyahlar,bunun için "sonsuza uzanan bir kara kum denizi" tabirini kullanırlar. Gündüz vakti güneş her yanı kavurur; sığınabilecek tek bir gölgelik köşe bulamazsınız, toprak adeta eritilmiş kurşun gibi sonsuza dek sürecekmişcesine kaynayıp durmaktadır. Ufuk çizgisi bile ölüm çölünü sınırlayamamakta, gece çöktüğünde buzlanıveren bu kum deryası, ilerledikçe insanın karşısına yeni yeni ufuk çizgileri çıkarıvermekte ve yolculuk giderek sonsuz bir ateş ve buz cehennemine dönüşmektedir.
Nicolas Roerich "Asya'nın Kalbi" adlı eserinde, "Gün gelir, bir kum duvarı göğe yükselir ve dünyayı bir manto gibi örter. Güneş, bu örtünün ardında dev bir kırmızı balona dönüşüvertr. Kum fırtınası başladığında hayvanlar ve insanlar panik içinde, ne yapacaklarını bilemezler." diye yazmaktadır.
Bu sessizlik denizini geçen yolcunun kimi zaman garip, hatta ürkütücü bazı fenomenler yaşaması da hayli sık meydana gelen bir olaydır. Bazı yolculuk kroniklerinde "bir tapınağın tütsüleri gibi hoş kokulu" seyyalelerin aniden beliriverdikleri yazılıdır. Ancak tüm bu uçsuz bucaksızlıkta ne bir eve, ne de bir insana rastlayamazsınız. Bazıları, Gobi çölünün belirli bir bölgesine yaklaşıldığında, buranın sebebi anlaşılamaz bir korku yarattığını belirtirler. Atlar korkudan titreyerek yere yatarlar, sürücüleri ise sanki bilinmeyen bir ilah, üzerlerine görünmez mevcudiyetini yüklüyormuşçasına dizleri üstüne çöküverirler. Kervanın daha ileriye gidebilmesi imkansızdır. Yanınızda size eşlik etmekte olanlar bir adım daha atmayı reddederler. Onlara, dünyanın altınını da teklif etseniz fark etmez. Burası bir büyük tehlikenin, insanoğlunun cezasız kalmadan giremeyeceği bir dünyanın eşiğidir adeta. Tercümanınız size hamalların ve rehberlerin görüşlerini aktarır: Şayet bu maceraya atılmayı göze alıyorsanız, bu sizin için büyük bir risktir. Çünkü bir kaç metre ilerinizde tüm Asya efsanelerinde sözü edilen o imparatorluk başlamaktadır artık. Gerçi sınırı gözle görülmemektedir ancak, beşeri limitlerin ötesine geçmeniz için bir adım atmanızı bedeninizin yerini azıcık değiştirmeniz yetip de artacaktır.
Bu noktadan itibaren "saf sular" ülkesi Belovodye başlamaktadır ve sınırı, Türkistan ile Moğolistan'ın da bir bölümünü içine alır.


ÖLÜMSÜZLER ÜLKESİ "Parlak Horoz Devri geldiğinde, büyük üstatlar Agarta'nın mağaralarından çıkacaklardır." Bu dünyanın gerçek üstatlarını yani Demir Çağı'nın (Kali Yuga) başlangıcından ya da diğer bir ifadeyle inisiyatik gerçeklerin yitirilişinden itibaren yerkürenin en gizli bölgelerine çekilmiş bulunan "ruhun prenslerinin" geri dönüşleri, çeşitli tradisyonlarda bu şekilde bildirilmektedir.
Büyük inisiye varlıklar tarafından yönetilen yeraltı imparatorluklarından, çevresinde hayalet gemilerin dolanıp durduğu efsanevi adalardan, insan tahayyülünün dahi sınırlarının çok ötesinde kalan ve ağaçlan daima yeşil olanı buzullann ardındaki esrarengiz Kuzey ülkelerinden bahseden ezoterik tradisyonların yalan söylediğini kim iddia edebilir ki? Sanskrit kronikleri de yerkürenin içinde bulunan ve Atlantis'in son hatıralarının saklandığı Agarta'dan bahsederler. Bu, Moğolistan'daki Şamballa'dır. Burası, sadece arı bir ruhun ulaşabileceği Beyaz Ada'dır. İskandinav efsaneleri de Tule'nin hikayesini anlatırlar. Ve ölümsüzlerin yaşadıkları "son topraklar adası" olarak geçer. Eski Mısır'ın rahiplerine göre de beşeri dünyanın ötesinde, denizlerin ardında ve çok uzakta Pount Ülkesi'nin kapıları açılmaktadır. Rusya'da ise bazı yaşlı insanlar, Tatar fetihçilerinln Moğolistan'a giderken izledikleri hattı takip edenlerin, dev dağ zincirlerinin ardında yer alan "beyaz sular" (ya da saf sular) ülkesine ulaşacakların iddia ederler. Sovyet yazarı Chinchkov (Şinkov) bu gizli imparatorlukla ilgili imada bulunur:
"Belovodye isminde bir harikalar ülkesi vardır. Onun hakkında yazılmış pek çok şarkılar ve masallar mevcuttur. Bu ülke Sibirya'da yer alır; belki de daha ötesinde veya bir başka yerdedir. Oraya ulaşmak için stepleri, dağları ve yaşı belirsiz metine doğru yol almak gerekir. Şayet, doğuşunuzdan itibaren böyle bir kadere sahipseniz, Belovodye'yi görebilirsiniz. Bu ülke kimseye ait değildir. Pek eski zamanlardan beri tüm hakikat ve lütuf orada hüküm sürmektedir..."
Rus folklorunda da yalnızca "bilenlerin", yani şuur seviyeleri yüce ifşaata layık olanların ulaşabilecekleri yeraltı şehri Kitij'ten söz edilir. Yahudi tradisyonunda bu saklı şehrin adı Luz'dur. Bu, ışık imparatorluğudur; inisiyasyonun yeşil zümrütüdür. Yeşil, inisiyasyonu temsil ettiğinden ötürü, daima yeşil olan ada'nın, kışı asla tanımayan ülke'nin ne anlama geldiği anlaşılmaktadır. Bu ülkede Uyanık Şuur'un cehalet ve zamanın etkisiyle asla bozulamadıgı anlamı çıkmaktadır.
İmtiyazlı bölgeler insanın öylesine canı isteyip de ulaşabileceği yerler değildir. Gobi çölünün yalnızlığının ve çetin imtihanlarının, Himalayalarlın aşılmazlığının ve meskun bölgelerin ötesinde kalan Kuzey'in buzlarının üstesinden gelebilmeyi başaran kişi neticede olsa olsa ancak soğuk, delilik ve ölümle karşılaşabilir. Fakat bu saklı imparatorluklar pekala mevcutturlar. Bu kanaati edinmek için eski geleneklerle ve "öte dünyaya" bir adım atabilmeyi başarmış olan bazı ender yolcuların anlattıkları ile yüz yüze gelmek yeterlidir.
Henrich Schliemann antik Truva kentini aramaya gittiğinde bilim dünyası kendisiyle alay etmişti. Schliemann'ın çağdaşları için Truva sadece Homeros'un hayal dünyasının bir ürününden ibaretti. Ancak tradisyona dayanarak ve Homeros'un eserini adım adım izleyerek, İlyada'da adı geçen efsanevi kentin kalıntılarını bulmayı başardı. Sadece Truva'yı değil, üst üste inşa edilmiş dokuz kentin daha kalıntılarını keşfetti. Homeros yalan söylememişti.

Aynı macerayı Minotor efsanesini gerçek kabul eden Arthur Evans da yaşadı. Yaptığı kazılar sonucu Kral Minos'un görkemli sarayı gün ışığına çıkmıştı. Aynı şey 1898 senesinde Babil Kulesi'nin kalıntılarını bulan Robert Koldewey için geçerlidir. Bir kere daha efsane gerçeğe dönüşmüş ve tradisyon (gelenek) da çocuklar için yazılmış harika bir masal değil, insanlara ait ancak unutulmuş birtakım hakikatlere dayandığını kanıtlamıştır.
Bu gerçekleri yeniden elde etmek, aynı zamanda hakiki bir görüşe kavuşmak ve dünyaya onun saklı olan çehresini, başka bir ifadeyle hepimizin içimizde şuuruna varamadığımız ve zaman zaman anımsayarak ürküntü duymamıza neden olan birtakım hatıralar halinde tezahür eden gerçek yüzünü tekrar kazandırmak değil midir?
Böylece insan aniden çocukluğunda kendisini uyutmak içini okunan masalları anımsar, unutmuş olduğu sihirli bir alemde uyanır, içinde bir ışık prensesinin uyuduğu, kahramanımızı çetin imtihanlarla dolu bir yoldan sonra eşiğinde ejderhanın beklemekte olduğu o esrarengiz ve kimsenin bilmediği şatoyu ve ejderhanın insanüstü bir iradeyle yenilmesi gerektiğini anlatan hatıra parçaları teker teker su yüzüne çıkıverir. Gariptir ama, bu tip hikayelerin hatıraları bizlerde kayıp bir cennetin özlemini uyandırır ve çok daha derinlerimizdeki bir "ben", sadece rüyalarımızda görmüş olduğumuz bir ülkeden ayrı düşmüş olmanın ıstırabını duyuverir.
İşte bu özlem duygusu, bu dokunaklı nostalji, inisiyasyonda çağrı, uyanış, yolculuğa davet anlamı taşır. Ancak günümüz insanı bunu anlayamamakta, dilini kavrayamadığı bir gecenin ortasında yatağının kenarına oturmuş olarak donup kalmakta, içindeki bu değişik ıstıraba bir mana verememektedir. Çağlar ötesinden kendisine ulaşan bu çağrıya cevap vermeyi reddetmekte, çünkü içten içe bu tesirlerin gerçekliğinden şüphe etmektedir. Ancak eskiden bazı efsanevi arayışların, Graal'ın, Ebedi Gerçeğin bulunmasına yönelik çılgın yolculukların başlaması hep böyle bir etkiyle olmuştur. Bazı insanlar içlerindeki bu çağrıya cevap vermişler ve yaşadıkları çağdaki insanların iddialarına ve çevrelerinin alaylarına kulak asmamışlar, içlerinde canlanıveren bazı hatıraların rehberliğini kabullenerek muammaya ve heyecana gözü kapalı atılmışlar, bunu yaparken de tek bir amacı bellemişlerdir: Varlıklarının manasını, dünyanın nedenini, diğer kainatların malitesini bilmek ve anlamak... Bu macerada hayatlarını kaybedenlerin sayısı kabarıktır: bir çölün göbeğinde susuzluktan ölmüşler, Himalayalar'ın uçurumlarından yuvarlanmışlar, ya da dönüş umudunu yitirmişler, kimi zaman da bazı uzak ülkelerde haydutlar tarafından katledilerek bedenlerini terk etmek durumunda kalmışlardır. Bazıları çok tedbirli davranmışlar ve binlerce tehlikeden sonra geri dönebilmişlerdir. Bunlar da yolculuğun dehşetini doğrulamışlar, kendilerindeki güç, irade ve iman eksikliğini itiraf etmişlerdir. Bazılarının Şamballa'ya ulaştıklarını ve bir daha asla geri dönmemek üzere Agarta'nın labirentlerine indiklerini söylemişlerdir.

1923 senesinde, ezoterik Tibet Budizmi'nin lideri Tashi Lama, politik nedenlerden ötürü Çin'e kaçmak zorunda kalmıştı. Kendisi en layık olan lamalara Şamballa'ya giriş pasaportu verme yetkisi olan en yüksek lama olarak kabul ediliyordu.[
 

MURATS44

Özel Üye
Thule Örgütü, Agharta ve Nazizm

Thule Örgütü, Agharta ve Nazizm
Alman Gizlici örgütlerinin birçok temel öğretiyi İngiltere'deki Hermetik gruplardan ve Kıta Avrupası'ndaki Teofizik örgütlerden aldıkları bir gerçektir. Özellikle, Ari ırkın gizemci güçlerine verdikleri önem ve alt düzeydeki ırklarla karışması sonucunda Ari ırkının yozlaşmaya başladığı düşüncesi daha önce görülmemiş birer yaklaşımdır. "Töton"lara olan düşkünlükleri (Töton uygarlığının Hıristiyanlık tarafından geriletildiğine inanıyorlardı), Kuzey mitlerine, "Rune" yazılarına ve "Svastika"ya olan ilgileri yeni Pan-Cermen ulusçuluğunun yarattığı atmosferden kaynaklanmaktaydı. Avrupa'daki tüm dillerin tek bir Hint-Avrupa kökeni bulunduğu ve Hindulardan Helenlere kadar birçok mitin Ari kaynaklı olduğu düşüncesi saygı duyulan dilbilimciler arasında giderek kabul görmekteydi. Diğer taraftan 1905 yılından beri Ruslar, "Protocols of the Elder of Sion" (Zion Bilgelerinin Protokolleri) adlı broşür sayesinde, aşağılık Sami ırkların Bolşevizm'i yayarak Avrupa uygarlığının sonunu hazırladıklarını kanıtlamak çabasındaydılar.

Gizlici Alman dernekleri, materyalizmin ve rölativizmin güçleri ile gerçek tinsel Ari uygarlığı arasında yaklaşmakta olan bir savaşı beklemekteydiler. Bu mahşeri savaşta düşmana acımanın yeri hiç yoktu. Nazizmin ve gerçekleştirdiği katliamın kökleri işte burada yatıyordu.

Nazilerin, çok daha karanlık ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren birçok yazar vardır. Yeşil şapka takan, şeytani görünüşlü doğulu bir keşişin sık sık Nazi Partisi ileri gelenleriyle birlikte görüldüğü hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştır. Gizlice Nazilerin iplerini ellerinde tutan Tibetli gizemci din adamları (Lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere eklenmiştir. Henüz 1840'larda bile, "Agartha" efsanesi Almanya'da ilgi çekmeye başlamıştı. Agarta efsanesi, yer altında bulunan bir krallıktan söz etmekte, yeryüzündeki birçok kralı denetim altında tutan ve "Dünyanın Efendisi" olan Agarta kralının çok yakında dünyayı kesin olarak işgal edeceği anlatılmaktaydı. Napolyon kendini tüm Avrupa'nın efendisi olarak düşlerken, jeopolitik uzmanı Naziler dünyaya egemen olma düşleri içindeydiler (Hitler'in elinde Amerika'nın işgali ile hazırlanmış planlar bulunuyordu; İtalyanlar Afrika'yı, Japonlar ise Asya'yı yöneteceklerdi) Kuşkusuz Naziler, düşmanları olan Yahudilerin, Masonların, uluslararası bankacıların ve Bolşeviklerin dünyayı ele geçirmek için planlar yaptıklarını biliyorlardı. Zaten tüm bu planlar "Zion Bilginlerinin Protokolleri"nde mevcuttu.

Hitler döneminde "Oyuk-Dünya" kuramları ve "Buz-Dünyası" kozmolojileri geliştirilmiş; devler, cinler ve kozmik savaşlarla ilgili garip inançlar yayılmaya başlamıştır. 1930'lu yıllarda tümüyle "Atlantis" ve diğer kayıp kıtalarla ilgili araştırmalara başlanmış ve Kuzey halklarının kökenlerini Atlantis'te aramaya adanmış dergiler revaçta olmaya başlamıştır.

Hitler, kendi SS birliklerini, Cizvitler, Tapınakçılar ve diğer Haçlı örgütlerinin modellerine uygun biçimde örgütlediği aşikardır. 1937'den kalma ünlü bir poster Hitler'i bir Tapınak şövalyesi kılığında, kutsal zırhı kuşanmış olarak, şeytanla savaşa hazırlanırken göstermektedir. Otto Rahn, 1938 yılında Güney Fransa'da "Holy Grail"i (Kutysal Kase) aramaya koyulmuştur. Ne vardır ki, Hz. İsa'nın soyundan gelenleri veya "son yemek"te kullanılan bir şarap kadehini aradığını unutmuş görünmektedir ki, zira Kahn'a göre Grail, "tanımlanması olanaksız büyüklükte bir güç kaynağıdır". Nazilerin gerçekte "Ahit Sandığı"nı arayıp aramadıkları bilinmemekte lakin Yahudilerin bu kutsal eşyasını ele geçirmek için Kuzey Afrika ve Mısır'da araştırmalar yapmak üzere oldukları hakkında kanıtlar mevcuttur.

İşte tüm bilimsel yasalara karşı amansız bir savaş açan Hitler, gücünü bir sonraki yazımda belirteceğim esrarangiz bir örgüt olan "Thule Örgütü"nden almaktaydı. Bu örgütün kurucularından, şair ve gazeteci, Dietrich Eckart, 1920'lerde, mimar Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer ile birlikte, Hitler'e mistik Doğu'nun gizemlerini öğretmiş ve Hitler'in, o yıllarda bu örgüte katılmasını sağlamıştır. 1923'te kurulan Milliyetçi Sosyalist Parti'nin yedi kurucu üyesinden biri olan Eckart, aynı yıl içinde ölmüştür. Ondan kalan bilgi birikimi ise Karl Haushofer'e vasiyet olarak kalmıştır. Vasiyetinde ise, şöyle demektedir: "Hitler'i izleyiniz. Dans edecektir; ancak müziği ben yazdım. Onlarla temasa geçmesi için gerekli araçları kendisine verdik. Bana da sakın acımayın. Tarihi herhangi bir Alman'dan daha fazla etkilemiş olacağım."
 

MURATS44

Özel Üye
Yer ve Yeraltı

Yer ve Yeraltı
"Yukarıda Mavi Gök, Aşağıda Yağız Yer Yaratıldığında,..." (Göktürk Yazıtları)
1. TÜRKLERDE, "YERE", "KARA" VE "KARAYER" ANLAYIŞLARI "Yer" sözü, eski Türkçede de tıpkı Avrupa dillerinde olduğu gibi, toprak, bölge, dünya yuvarlağı ile yeryüzü anlamına gelirdi. Çin'deki "Ti" sözü de, "Yer" in ifade ettiği bütün anlamları kendinde toplardı. Yer, maddî yönü ile bir topraktı. Anadolu Türklerinin deyimi ile "Kara toprak". Bizi besleyen, ama sonunda da, yine bizi sinesinde saracak olan toprak. Bu sebeple eski Türkler "mezara" da "yerçün" yani "yerci" demişlerdi. "yere batmak", "yere bat!" yani "Kaybolmak", "yok ol" sözleri de, hep bu büyük sonla ilgili deyimlerdi.
Yer sözünün ikinci anlamı da arazî, toprak, bölge, diyar, memleket, kara ve nihayet, yer dediğimiz şeylerdi. Fransızlar buna "la terre", Almanlar "das Land" derler. Eski Türkçede bu deyimin içtimaî anlamları da vardı. Eski Türkler zaman zaman "Yurt, il ve vatana" da yer derlerdi. Onlara göre "hemşehri", bir yerdeş idi. Yerli ve yurttaş da, bu eski deyimin nihayet bir devamından başka bir şey değildi. Su ile ilgisi olmayan toprak parçalarına, bugün niçin "kara" dediğimiz üzerinde durmayacağız. Ama sunu da söyleyelim ki, yalnız biz de değil; Orta Asya ve Sibirya Türklerinde bile, yere hep "kara yer" denirdi. Yere, kara denmesi de, yalnızca Anadolu'da başlamış değildir. Orta Asyalı çok eski bir Türk sairi söyle diyor
"Ediz arştın, altın karağa tegi"
"En yüksekteki gökten, en aşağıdaki yere kadar".
Göğün özelliği yücelik (edizlik), yerin ise aşağılık, en altlık, (altın) idi. Bu suretle kâinatta "dikine olarak iki uç" vardı. "Yukarıda gök ve aşağıda ise kara", yani yer vardı. Bu örneklerden de açık olarak görebiliyoruz ki, eski Türkler yere, yalnızca "kara" demekle de yetinebiliyorlardı. Yerin rengi üzerinde, diğer bölümlerimizde duracağız. yalnız, yere "kara" diyerek geçen Karacaoğlan'ın su şiirini de almadan geçemeyeceğiz:
Evvel sen de yücelerden uçardın, Simdi enginlere indin mi gönül? Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin, Karada menzilin, adin mi gönül?"
Yerin de tabiî olarak türlü türlü çeşitleri vardı. Eski Türkçede, türlü yerler için, çeşit çeşit deyimler söylenirdi. Ağaçsız yerlere, "ak yer", çöllere "çölig yer", ormanlık bölgelere de "bükli yer" v.s. denirdi. Bugün Anadolu'da da, küçük orman parçalarına "bük" denir. Eski Türkler, kılavuzlara da "yerdi" demişlerdi. Çünkü kılavuz, yeri ve bölgeyi tanıyan, yol açan ve yer hakkında bilgi veren bir kimse idi. Savaşçı Türklerde "Kılavuzluk", çok önemli bir meslekti. 2. "TÜRK YERİNİ VE SUYUNU", RUHLAR İLE TANRI KORUYOR "Kutsal yerler ile bölgeler" de, Türk düşünce tarihinin en önemli kısımlarını teşkil ederler. Türklere göre bazı yerler, Kâbe toprağı gibi kutsal yerlerdi. Türklerin düşünce düzenine göre bu yerler, yalnızca coğrafya anlamında bir bölge değil idiler. Bu yerlerin yeri v suyu, kutsal ruhlar tarafından temsil ediliyor ve korunuyordu. Bugünkü Türkçemizde, "yer" dendiği zaman, toprağı ve içinde akan suları ile birlikte, bir arazi parçası hatırımıza gelir. Bu anlayış. Eski Türklerde de vardı. Fakat yer, "toprak" anlamında kullanılınca, o zaman durum değişiyordu. Çünkü yer, yani toprak ayrı; sular ise, ayrı kutsallıklara sahip idiler. "Yeri ve suyu koruyan ruhlar" da, yine ayrı ruhlar idiler. Bu sebeple eski Türk yazıtları, Türk milletinin bir yere konduklarını söylemek isterlerken, "o yerin, yerine suyun kondular", seklinde bir ifade kullanırlardı. Meselâ ayni anlama gelen, "Yerin-gerü, subingaru konadı" deyimi, bunun en açık bir örneğidir. "Yerin, yani toprak ile suyun ruhları, yalnız kendine konan Türk milletinin koruyucu melekleri değil; Türk milletini idare eden Türk kağanlarının da basari ve kut vericileri idiler". "Yer bütünü ile, tıpkı gök gibi, kutsal ve ayrı bir bütündü. Yerde, Türk milletinin töresi ve içtimaî düzeni, yer ile göğün isteğine göre kurulmuştu. Devlet içinde bir karışıklık veya bir isyanın meydana gelmesi, yer ile göğün isteğine aykırı idi". Bu sebeple Türk Kağanları, isyan eden âsileri mızraktan geçirdiklerini söylerler iken, bunun "yer ile gök tarafından emredildiğini" söylemeği de ihmal etmezlerdi. Meşhur Uygur hükümdarı Bayançur Kağan, bu isyanları nasıl bastırdığını anlatırken söyle diyordu:
"Kulum, künim budunig, Tengri Yir ayu birti, anda sançdim!": "Kölem ve cariyem olan bu budunu, Gök ile Yer emrettiği için, orada mızraklarım!". Kuzey Altaylarda oturan Türklerin efsane ve masallarında da böyle deyimlere rastlayabiliyoruz. Meselâ iki savaşçı karsılaşınca birbirlerine: "Ne göğe ve ne de yere dua et!" derlerdi. Yani bununla da "Seni, benim elimden hiç kimse kurtaramaz", demek isterlerdi. Bu metinlerde yer ile gök, tıpkı kutsal birer es gibi görünürlerdi.
"Gök ile yerin düzeni", devlet ile içtimaî hayat düzeninin de bir sembolü gibi idi. Onlara göre, "Gökle yer bir düzen içinde bulunurlarsa, budun ve devlet de, düzen ve asayiş içinde yaşardı". Bilge Kağan'ın yazıtında, Dokuz Oğuz kavminin kendi budunu olduğundan bahsediliyor ve "Tengri yir bulgakin üçün", yani "Gökle yerin karışması sebebi ile" kendilerine düşman olduğundan söz açılıyordu. Yerle gök niçin karışmıştır ve bunun için de, kendi budunu olan Dokuz Oğuz kavmi, Bilge Kağan'a niçin düşman olmuştur" Tabiî olarak, bunun izahı güçtür.
3. YERLE GÖK, BERABER YARATILDI "Eski Türkler yerin de, Gökle birlikte yaratılmış olduğuna inanırlardı": "Gökle ilgili bölümümüzde, gerçek ve sonsuz gökten başka, dünyayı bir kubbe gibi kaplayan maddî bir göğün varlığından da söz açmıştık. Göktürk yazıtlarında, "Yukarıda mavi gök ve aşağıda yağız yer yaratıldığı zaman" seklinde söylenen meşhur giriş, hafızamızdadır. Az önce Kutadgu Bilig'den aldığımız bir şiir de, yine buna benzer bir ifade görmüştük. Kutadgu-Bilig elbette ki, kuvvetli bir şekilde, İslâmiyet'in tesirleri altına girmişti. Buna rağmen, eski Türk dilinde ve edebiyatında kullanılan deyimler kaybolmamış ve o çağda da devam ede gelmişti. Meselâ Göktürk yazıtları göğün yüksekliği için "Üze" sıfatını kullanırlardı. Kutadgu-Bilig de ise, bu sıfatın yerine, yine ayni anlamdaki "Ediz" sözü geçmişti. Göktürkler, yerin kainattaki yerini göstermek için "asra" deyimini kullanıyorlardı. Eski Türkçede as sözü, "aşağı" demektir. Göktürkler, yere asra (= as-ra) demekle de, aşağıya doğru bir yön göstermiş oluyorlardı. Türkçedeki asra sözünün manasını daha iyi anlayabilmek için, buna örnek olarak başka bir deyimi de gösterelim. Meselâ eski ve yeni Türkçede song, yani "son" sözü; sonu, yani belirli ve tayin edilmiş bir son ucu (terminus) gösteriyordu. Son sözüne bir yön eki takarak, sonra (= son-ra) dediğimiz zaman, durum değişiyor ve söz, kendi kendine iki ayrı anlam ifade etmeğe başlıyordu. Bu anlamlardan birincisi, sona doğru bir gidiştir; diğeri de son denen noktadan, sonsuzluğa kadar uzanan bir mesafedir. Kanaatimize göre Göktürkler, "asra yağız yir" derler iken, yalnızca "aşağıda yağız yer" demiyorlardı. Yeryüzünde, karanlık sonsuzluklara kadar gider "yer ve yeraltı dünyası" da, bu anlamın içine giriyordu.
Kutadgu-Bilig'in İslâmiyet'in tesirleri altına girdiği bir gerçekti. Fakat şimdiye kadar, "bu eser Iran edebiyatının tesirleri altına girmiştir", denmiştir de; kelimeler, deyimler ve cümleler bakımından eski Türk dilini ve edebiyatını devam ettirmiştir, denmemiştir. Bir edebiyatın en kuvvetli silâhı, kendi dilidir. Eski dilini kaybetmemiş bir edebiyat, nasıl oluyor da, Iran edebiyatının bir kopyası sayılıyordu? İşte anlaşılmayan nokta bu idi. Kutadgu-Bilig'den, yerle göğü yaratan için söylenmiş iki cümle alalım:
1. "Yerin, kökni yaratgan": "Yeri, göğü yaratan!"
2. "Yerli, kökli yaratgan": "(Kâinatı), yerli, göklü, yaratan",

Şüphesiz ki bu her iki cümle de, İslâmiyet'in tesiri altında olarak söylenmişti. Fakat bu sözlerin, Türkçe bakımından olduğu kadar, mana itibari ile de, Müslüman olmayan Göktürk yazıtlarından bir farkı yoktu. Bunun nedeni de, eski Türk dini ile İslâmiyet arasında, büyük farkların bulunmasından ileri geliyordu.
4. ÇÖKEN VE BATAN MADDİ DÜNYA Eski Türkçedeki "yer" sözü, yeni Türkçede olduğu gibi, "dünya" anlamına da geliyordu. Meselâ su eski Türkçe metinde "şafağın söküşü ve günesin doğusu ile dünyanın nasıl aydınlandığı", söyle anlatılıyordu. "Şafak söktü, dünya aydınlandı; gün doğunca her şeyin üzeri ışık doldu". Eski ve yeni Türkçede "kati yer" dediğimiz zaman, sert toprak aklımıza gelir. Bu deyim, Avrupa dillerinde de vardır. Yerin bütün sertliğine katılığına rağmen, yerin çökmesi, bir benzetme, bir atasözü gibi de olsa, eski Türk edebiyatında az çok yer almıştır: "Ey Türk milleti!
"Gök yıkılmasa,
"Yer çökmese,
"Seni, kim ortadan kaldırabilir?..."
Bu sözlerden de anlaşılıyor ki, göğü yıkabilen bir kabuk gibi düşünen eski Türkler, yerin de bir çatısı olduğuna inanıyorlar. En büyük felâket ve belki de "kıyamet", göğün çökmesi ve yerin de yıkılması idi.
Bu düşünce, bugünkü konuşmalarımızda da yer almıştır. Osmanlı edebiyatında bile, "büyük bir ordudan" söz açılırken, "Yer götürmez asker" denirdi. Yerin taşımayacağını söylemek sureti ile, ordunun büyüklüğünü ifade etmek isterlerdi.
Altay dağlarında oturan Türkler bile, "Bu yerding üstünde", yani "Bu yerin üstünde" derler iken, "bu dünyanın üstünde" demek isterlerdi. Altaylılar yer sözünü, yalnızca "dünya" için kullanırlarken, "Rusya" ve "Çin" gibi devlet ve ülkeleri ifade etmek için de, "Orus yeri", "Kitay yeri" demekten geri kalmazlardı.
5. YERYÜZÜ VE YERKABUĞU "Türklere göre yeryüzü ve yer kabuğu":
Eski ve yeni Türkçemizde "yer", bir "kumaşın veya başka bir şeyin yüzü" için de söylenirdi. Meselâ eski Türkler, "yeşil yüzlü ipekli kumaş" için, "yeşil yerlig barçın" derlerdi. Eski Türklerin "Yeryüzü" için kullandıkları en önemli deyim ise, "yer kırtısı"dır. Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğünde "kırtıs" yalnızca "yer" sözü ile beraber geçerdi. Uygurlar ise, bu söze daha geniş bir anlam verirlerdi. Meselâ, "insan yüzü" ile başka şeylerin yüzüne de, "kırtıs" derlerdi. Aslında ise "yer kırtısı", dünyanın dış kabuğu veya yüzü olmalıydı. Bu deyimi bugünkü Orta Asya Türk lehçeleri ile karsılaştıracak olursak, esas anlamına daha iyi anlamış oluruz. Meselâ Kırgızlar, "yerin sathına" veya "yer kabuğuna" "cerdin kırtısı" derlerdi. Saban girmemiş, yaban yerlere de "kırtıstu cer", "kirtilli, kabuklu yer" adini verirlerdi. Bundan da anlaşılıyor ki, "Bir yer, sabanla çizildikten sonra, o yerin bekâreti ve orijinal kabuğu kalmıyor ve Allah'ın yarattığı yeryüzü de bozulmuş oluyordu".
Eski Türk kitaplarında, "dünyanın yüzü", yani "kırtısı" ile ilgili birçok bilgiler vardır. Bunların en önemlilerini bir araya getirerek, bu konuyu aydınlığa kavuşturmağa çalışacağız. Meselâ su şiirde yeryüzünün, altın beyazı veya grisi gibi bir renk aldığı söyleniyor:
"Ajun kirtisi boldi altun öngi,
"Yasık za'feran kildi, yakut öngi".
"Acunun yüzü oldu, altın beyazı,
"Güneş safran çıkardı, yakut beyazı!"
aşağıdaki şiirin manası ise henüz daha iyice anlaşılmamıştır. "Rumî kızı" okunması gereken bu sözü Rodlof, "Rumî kozi" diye okumuştur. Buna rağmen çıkardığı mana, ne kendisini ve ne de bizi tatmin edebilmiştir. Buradaki Rumî kızı'nin yani Rumî/eli kızının günesin bir sembolü olması çok muhtemeldir. Güneş yüzünü yere gizleyince, yani batınca; dünyanın yüzü de tıpkı bir zenci gibi kapkara oluyordu:
"Yüzin kizledi yirke, Rûmî kızı,
"Ajun kirtisi boldi, Zengi yüzi"".
"Yüzün gizledi yere, Rumeli kızı,


"Acunun yüzü oldu, tıpkı bir zenci yüzü!"
Günesin batıda batması dolayısı ile, "Rûm-eli" ile münasebete getirilmiş olması çok muhtemeldir. Eski Türkler, "gökyüzü" için de "kalig kirtisi" derlerdi. Kalig sözünün esas anlamını gökle ilgili bölümümüzde incelemiştik. Gökyüzü de zaman zaman rengini değiştiriyordu:
"Usuz yattı, saknu bin ança odug,
"Kalig kirtisi tutti, kafur odug".
"Uykusuz yattı biraz, düşünüp ayık durdu
"Gökyüzünün rengi de kâfur rengiyle doldu!"
"Kuğu'nun beyaz rengi", temizlik, saflık ve iyiliğin sembolü idi. bu inanış, Altay mitolojisinde olduğu gibi, Avrupa ve Ön Asya ananelerinde de, pek yaygın bir halde idi. Orta Asya ve Avrupa mitolojilerine göre, "Kuğu, aslında kutsal bir kız idi. Bu kız, kuğunun beyaz tülünü üzerine giyince kuğu olur ve çıkarınca da, kız olurdu". Bize göre eski Türk şiirlerinde "kuğu kirtisi" diye geçen bu deyim, mitolojik "Kuğu tülü" ile ilgili olsa gerektir. "kuğunun beyaz tülü" ile ilgili iki eski Türk şiirini Kutadgu-Bilig'den alarak buraya koymayı faydalı görüyoruz:
"Yaklaşık koptı, kögsin köterdi yana,
"Kuğu kirdisi boldi, dünye, sana".
"Güneş çıktı, göğsünü, (göğe) yükseltti yine,
"kuğunun benzi gibi, beyaz oldu tüm dünya!"
Sair, günesin ışıklarına büyük bir önem veriyor ve dünyanın apak olduğunu söylemek istiyor. Ayrıca kuğunun beyaz tüyünün basa giyilmesi kâfi değildi. Gönlü de böyle temiz yapmak lâzımdır diyor:
"Kuyu başka kirse kuğu kirtisi,
"Kuğu teg örüng kilgu könglin kişi!"
"Kimin basına girse, kuğunun beyaz dişi,
"Kuğu gibi gönlünü, beyaz etsin o kişi!"
"Eski Türkler Yeryüzüne, Yer sağrısı derlerdi":
Eski Türkçede "deri"ye sağrı dendiği gibi, her şeyin yüzüne de sağrı denirdi. Yer sağrısı deyimi, tam manası ile "dünyanın kabuğu" anlamına geliyordu. Meselâ eski Türklerde, "kişi sağrısı yüz", diye bir de atasözü vardı. Sıcakla, soğukla ve türlü hava şartları ile karsı karsıya olan yüz, insan derisinin en sert ve kati olan tarafıdır. Bu sebeple gerçek deri, ancak yüz derisi idi. Bunun, başka bir anlamı da olmalidir:
"İnsan yüzü en kati derilerden biri olduğu için utanması da az olurdu"
6. TÜRKLER VE "YERİN RENGİ" Bundan önceki bölümlerimizde yere yalnızca "kara" dendiği söylenmiş ve bununla ilgili olarak, Orta Asya ve Anadolu edebiyatından örnekler vermiştik. "Kara toprak" deyimi, Osmanlılarda olduğu kadar Kırgız Türklerinin edebiyatında ve Çağatay lehçesinde de çok yaygındır. Özbekler, buna "kara tofrak" derlerdi. Rengi kara olan topraklarla beraber, manevî anlamda toprağa ve "mezara" da böyle denirdi. Ali Şir Nevaî, "cansız cisimden hiçbir şey hasıl olmaz; o, gülsüz bir kara toprak gibidir", diyor. "Gülsüz kara toprak da, ay ışığı olmayan karanlık bir gece gibidir"
"Cismdin cansız ne hasıl, ey Müselmanlar kim ol, "Bir kara tofrag tegdür, kim gülü reyhanı yok! "Bir kara tofrak kim yoktur gülü reyhan ana, "Ol karangu gece tegdür, kim mehi tâbani yok!"
Ali Şir Nevaî

"Kara toprak" sözünde ve yukarıdaki şiirde, Iran edebiyatının tesirleri yok değildir. Ne yapalım ki "Kara yer" ve "Kara toprak" Türk âleminde, Iran dilinden ve edebiyatından hiçbir haberi olmayan Türklerde bile, kullanılan bir deyimdir. Bu, Türk düşünce düzenine göre türemiş ve söylenmiş bir anlayıştır. Dede Korkut'da Ulaş oğlu Kazan Beg'in otağını diktirmesini söyle anlatıyor:
"Bir Gün Ulaş oğlu Kazan Beg yerinden turmus idi. Kara-yerün üzerine otahlarin diktürmis idi. Bin yerde ipek haliçasi dösenmis idi..."
"Yagizlik, topragin rengi idi": Türklere göre yer ve topragin ilk rengi, herhalde "Yağız" idi. "Kara-yer" deyimini bilmiyoruz ama, "Kara toprak" sözü daha sonradan çıkmış olsa gerekti. "Göktürkler ve Uygurlar" da yere "Yağız yer" derlerdi. Kaşgarlı Mahmud'a göre "Yağız", kızıl ile siyah arasında bir renktir. Topragin rengi, bu renk karışımına benzetilerek yağız denmiştir. Bugünkü Türkçemizde kullandığımız, "Yağız at" ve "Yağız delikanlı" deyimlerimiz de aslini yine bu toprak renginden almıştır. Yağızın yanlış olarak siyah renk anlamında kullanılması, sözün aslini bilmemizden ileri geliyor. Yoksa Türkler kapkara bir zenciye, yağız veya yağız delikanlı dememişlerdi. Altun Yaruk adli meşhur Uygurca kitabi, Çince paraleli ile karşılaştırdığımız zaman, karşımıza çok önemli meseleler çıkar. Uygurcadaki Yağız yir, Çin'de daima Ta-ti, yani "Büyük yer", "Büyük dünya" deyimi ile karşılanmıştı. Bazen da Çincedeki "Büyük Dünya" deyimi Türkçede "Ağır, ulug, yağız yir", yani "Kutsal, saygıdeğer, büyük, yağız yer" seklinde tercüme edilmişti. Bundan anlıyoruz ki eski Türklerde Yağız yer deyimi, doğrudan doğruya bütün dünyayı ve dünyanın tümünü ifade ediyordu. Bazen da yalnızca "Yağızlı" deyimi "Dünyalı" anlamını karşılıyordu. tıpkı Karahanlılardaki "Yirli, kökli" yani "Yerli, göklü" gibi. Tabiî olarak bütün bu anlamları Çince karşılıkları ile mukayese ederek öğreniyoruz. Zelzele için de, "Dünya tepreniyor" anlamına "Yağız yir tepreyür" denirdi.
Yalnız, "Yağız" sözü ile "Yaviz"i birbirinden ayırmak lâzımdır. Altun Yaruk adli Uygur kitabi dünyaya "Yağız yer" derken, "iyi olmayan alâmet, işaret belirtilerine" de "Yavuz" diyordu. Yavuz sözü de, bu deyimden çıkmış olmalidir.
Eski Türkler göğe renk verirken "Kök", yani "Gök", "Mavi" derlerdi. Karahanlılar çağında ise göğe "Yasıl", yani yeşil denmeye başlanmıştı. Fakat yerin rengine "Yağız" diyorlardı. Bu deyim değişmemişti. aşağıdaki şiir, bunun güzel bir örneğidir:
"Yağız yer, yasıl kök; küf, ay birle tün"
"Yağız yer, yeşil gök; Güneş, ay ile gece",
Göğün mavi rengine "yeşil" diyen eski Türkler, yeşil renk için de ayni deyimi kullanırlardı. Baharın gelmesi ile her tarafın yeşilliklerle donanmasını da söyle anlatıyorlardı:
"Yağız yer, yeşil torku yüze badi!"
"Yağız yer, yeşil ipekten bir tül bağladı!"
"Yerin bakir gibi kızıl olması":
Bu inanış Türk mitolojisinin önemli bir motifi idi. Sibirya'da olduğu gibi bu deyim, Karahanlılar tarafından da biliniyordu: "Yağız yer bakir bolmangiça kızıl", mısrasında, bu benzetme açık olarak görülmektedir. Bu bakımdan Altaylarda yasayan Telengit Türklerinin "kıyamet günü" (Kalganci çağ) hakkındaki su şiirleri de önemli bir vesikadır:
"Kıyamet çağı gelende,
Gök demir olur kalır, yer bakir olup kalır;
Hakanlar, hakanlara, düşmanlık içre kalır,
Uluslar, ulusları, boğmağa hazırlanır,
Parça, parça olarak, kati tasalar ufanır,
Kati ağaçlar ise, yumuşayıp uzanır,
İnsanların boyları, ancak bir karış kalır,
İnsanların dizgini, küçülür, çok kısalır,
Bey ile soysuzları, kimse ayırmaz olur,
Babalar, çocukları, bilmez tanımaz olur,
Çocuklar, babaları, tanımaz saymaz olur,
Sarımsak basta biter, yerlerde bitmez olur,
Altın öyle büyür ki, at başı ölçmez olur,
En iyi yemekleri, hiç kimse yemez olur,
Yerden altınlar çıkar, hiç kimse bakmaz olur,
Dünyada insan kalmaz, altın alınmaz olur!"

Gerçi Yağız yer, kutsal ve büyük bir varlıktı. Fakat onun süsü ve iftihar ettiği şey, yalnızca insan idi. Yer yüzünde bilgi ve fazilet, ancak insanoğlunun elini uzatması sayesinde meydana gelmişti:
"Yağız yer üze, yalinguk ogli elig,
"Kötürdi, kamugka, yetürdi bilig!"
"Yağız yerin üstünde, insanoğlu elini,
"Götürüp, yetiştirdi, herkese bilgisini!"
"Yağız yer" ile "Kara toprak" arasındaki fark:
Türkler "Yağız yer" deyimini, gök gibi kutsal ve güçlü dünyamız için söylemişlerdi. Yağız yer de, Gök gibi insanların kaderine hükmeder, Türk devletinin karışmasında ve düzeninde sözü olurdu. Türk Kağanına âsileri kırması ve düzeni kurması için, buyruklar verirdi. "Yağız yer, Yüce Tanrının bir kolu ve bir parçası" gibi idi. "Toprak" ise, maddî ve ölümlü dünyanın bir kısmi idi. Bu sebeple Türklerin çoğu, "Kara toprak" sözü ile hemen "ölüm" ve "mezarı" hatırlarlardı. Anadolu'da, "Toprak onun basına" bedduamızla, ne demek istediğimizi hepimiz biliriz. Toprak, ölümün bir sembolü gibidir. Ölen bir dost için kullanılan, "Toprak salmak" deyimi de, Türk kültür ve ananesinin üzüntülü; fakat vefa hislerini canlandıran güzel bir hatırasıdır. çoğu Türk lehçelerinde "Toprak salmak" sözü, "ölen bir dostla vedalaşmak" anlamına gelirdi. Ölen bir akraba veya dostun mezarının basına gidip, birkaç kürek toprak atmak!... Toprak salmak sözünün başka manaları da vardır, fakat en güzeli ve en hislisi budur. Orta Asya'daki bazı Türklere, "İnşallah buluşalım", derseniz, onlar da "Topraktan dışarı olursak", yani ölmezsek, diye cevap verirler.
İslâmiyet'in her türlü tesirlerine ve türlü düşüncelere rağmen Türkler, bir türlü "Topraktan geldikleri" hakkındaki hislerini kaybetmemişlerdi. Topraktan türeyişle ilgili konuları, yaratılış destanlarını anlatırken inceleyeceğiz. İnsanın türediği toprak, yapışkan ve sakızlı toprak, daha doğrusu eski Türklerin dediği gibi "Sağız toprak" dir. Biz Anadolu Türkleri, bu toprağa "Balçık" ve "Yağız toprak" da deriz. Fakat Türkler dışarıdan gelen bu inanca da fazla önem vermemişlerdi. Türkler için önemli olan, ya gökleri tutan "tozlu toprak" veyahut da, baharın gebe bir kadın karni gibi şişen "kabarık" toprağı'dir. "Doğudan topragin kokusunu ver" sözü, Anadolu'da ve Osmanlı edebiyatında söylenmiş bir atasözüdür. Aşık Veysel'in toprak şiirini hepimiz biliyoruz. Bunu, burada, yeniden söz konusu edecek değiliz. "Toz ve tozlu topraklar, atlıların ve savaşçıların ayrılmaz arkadaşlarıdırlar". Bu sebeple eski Türk şiirlerinde toprak tozsuz, toz da topraksız olamazdı. aşağıdaki su çok eski Türk şiirinde, bir savaş başlangıcından söz açılıyor ve "Ograk" adli bir kabile ile de bileşilerek nasıl yola çıkıldığı anlatılıyor:
"Ağdı kızıl bayrak,
"Yetsü, kelip Ograk,
"Togdi kara toprak,
"Tokuşup, anin keçtimiz!"
"Dalgalandı kızıl bayrak,
"Bize geldi, dost il Oğlak,
"Toza boğdu kara toprak,
"Dögüstük de geç kaldık!"
"Kara yer" ve "Kara toprak" ile ilgili bölümümüzü bitirirken, yüzyıllarca önce, güneyden Sibirya'nin buzlu Tundralarına sığınmış, belki de bin seneden fazla bir zamandan beri, Türk kültürünü büyük bir vefa ve sadakat ile, kutsal bin emanet gibi ruhlarında saklamış olan Yakut Türklerine dönmeden yapacağız. Onlar da yere, "Kara yer" derlerdi. Onlara göre de, her şeyin anası ve başladığı, bittiği yer, kara yer ve kara topraktan başka bir şey değildi. Yakut Türkleri de birine beddua edecekleri zaman, tıpkı bizim gibi, "Boğazın toprakla dolsun", derlerdi.
7. Yeraltı DÜNYASI "Yer Ana adlı ruh, yerin ve toprağın sahibi gibi idi" Yeraltı ne kadar derinde ve nerelere kadar giderdi. Bunu o çağda kimse bilmezdi. Ama Türklerin de bir düşüncesi vardı. Bunun için, Türk kültürünün en eski sekline sahip olan Yakut Türkleri, dünyaya "Dipsiz dünya" demişlerdi. Yakutlar, "Yer ve toprağı bir ana, tıpkı güçlü ve kutsal bir kadın gibi" düşünmüşlerdi. Bu sebeple Yakut şiirlerinde toprağın adı geçtikçe, toprağa hep "Ana Toprak" dendiği görülüyordu. "Ana Toprak" deyimi, "Kâinat ruhunun" umumi bir adı idi. Bunun için Yakut efsanelerinde sik sik, "Sekiz köşeli Yer-Ana'nın sarı göbeği"nden söz açılırdı. Bazen de yerin göbeği, "Yer-Ana'sının kalkık memesi" olurdu. Her şeye can veren, taşıp ve çoban kaynak, "Yer Ana"nın kendisinden başka bir şey değildi. "Sekiz ayın Ana" yani "Sekiz Yaratıcı Ana" gibi, yer ruhlarının çoğu da kadındı, "Yerimi ve toprağımı temsil eden Sekiz Ana'ma, 6 yaşında bir boğa kurban ediyorum" derlerdi. Bu Sekiz Ana'dan baska, diger Sekiz Yeraltı Tanrilarinin da adlari geçerdi. Iyilik gönderen ruhlarin yaninda, insanlara ve hayvanlara hastalik ve felâket gönderen ruhlar da vardi. "Yeraltı dünyasinin Sekiz Soyu türemis ve dal budak salmislar; fakat aralarinda bir geçim ve sulh düzeni kuramamislardi". Bu sebeple, onlardan söz açildigi zaman, "Yeraltinin Sekiz geçimsiz soyu" da denirdi. Tipki Islâmiyetin "Eshab-i Kehf"i gibi bunlara, "Uyuyan Sekiz Sersem Soy" lâkabi da verilirdi. Yakut Türklerinin dininde, yeraltı Tanrilarinin büyük bir panteonu vardi.
Yakut Samanlari zaman zaman sekil degistirerek yeraltina inip, yeraltı dünyasini gezerler ve yukari çikinca da ne gördüklerini uzun uzun anlatirlardi. Fakat Yakut dini ile ilgilenen otoritelere göre, Yakut Samanlarinin yeraltındaki seyahatlari, onlara sonradan girmis hurafelere göre düzenlenmisti. Yakutlarin eski ve orijinal Türk dinlerinde bu yoktu. Bununla beraber Altay ve Sibirya'daki türkçe efsanelerde de, yeraltina inen ve orada büyük savaslara giren kahramanlara rastlamiyor degiliz. "Göklerde hanligini kurmus olan Hakan'in oglu, göklerle beraber yeraltina da iner ve babasinin hanligini teftis ederdi". Tabiî olarak, mitoloji ve masal ile, dinlerin dayandigi esas prensipleri birbirinden ayirmak lâzimdir. Gerçi, mitoloji de dinin bir aynasidir. Fakat mitolojide anlatilan bir çok olay ve âdetler, çoktan unutulmus ve cemiyet hayatindan silinmis olabilirlerdi.
"Yeraltindaki kötü ruhlarin sembolü, siyah bir tilki idi":
Altay mitolojisine göre "Yeraltı ruhlari", genel olarak "Siyah bir tilki" seklinde görülürdü. Bu tilki, "Bazan avcilari pesine takarak yerin deligine götürür ve oradan da yerin altina indirerek, avci veya bahadirin, basina gelmedik felâket birakmazdi". Yeralti Han'i "Erlik-Han"di. Bazi Altaylilar ise buna "Irle-Han" derlerdi. Bu Han'la ilgili bir siiri, bugünkü dilimize çevirerek alalim:
"Ölülerin hakan'ı çok büyük İrle-Han'dı,
"Han'ın bir kızı vardı, o da tam bir şeytandı!
"Bir siyah tilki olur, yeryüzünde gezerdi,
"Kötülükler saçarak, insanları ezerdi!"

"Yeraltındaki Yer Evreni Yılan ve Kutsal Öküz" Yeraltındaki "Kırk kardeş"ten söz açan, Altay efsaneleri de yok değildir. Bizce bu efsaneler, Türk mitolojisine en uygun motifleri içlerinde toplarlar. Topkapı Sarayı'nda bulunan bir Oğuz-Nâme parçasına göre, "Yer evreni yılan"dır. Bu da, Türk mitolojisinin ruhuna uygundur. Bu yılan, bazen de "balık" olurdu. Bu inanışa, biraz da Çin tesiri bulunan bölgelerde rastlıyoruz. Bir Altay efsanesine göre, "Katai-Han, Ak-Han'ın çocuklarını esir alınca, 'Yeraltındaki kırk boynuzlu Öküz kızıyor ve büyük bir zelzele yapıyor". Yine başka bir Altay efsanesine göre, "Yeraltının hakanı, Yedi kat yerin altında yasayan Çiıan-Mongus" idi. Altay Türkçesinde "Çılan", "Yılan", demekti. Bu bakımdan, Oğuz-Nâme ile Altay efsaneleri arasında bir benzerlik kurulmuş oluyordu.

8. YER'İN KATLARI "Batı Türklerine göre yer de, yedi kat idi": "Yedi" rakamı, Çin mitolojisinde de büyük bir önem taşıyordu. Fakat Iran mitolojisinde bu sayının daha orijinal özellikleri vardır. "Türklerin kutsal sayısı ise dokuzdur". Bugün, İslâmiyet ve Iran kültürleri ile, tarih boyunca hiçbir ilgi kurmamış olan Batı Sibirya ve Fin-Ugor kavimlerinde de, gök ve yer katlarının sayıları, yedidir. Bu inanışın Iran mitolojisi yolu ile Ortaasya'ya yayılıp yayılmadığını bilmiyoruz. Böyle bir tesir olsa bile, İslâmiyet'ten ve hatta İsa'dan çok önceleri başlamış bulunması daha muhtemeldi. Eski Ortaasya ve Anadolu Türklerine göre yer, "Yedi kat" idi. Hucendi de Letafetname'sinde söyle diyordu:
«Yaratkan Adem'ü hurü melekni,
Tozatkan ars-ü kürsi vü felekni,
Tokuz eflâkni askan muallak,
Yeti kat yerni hem kılgan mutabbak!»
(Hucendi)
Yani: "Adem ile huri ve melekleri yaratan; gögü ve gök çarkini süsleyen. Dokuz felek burçlarini hiçbir yere baglamadan, boslukta asan. Yedi kat yeri, hem yaratan ve hem de birini digeri üzerine dizen Tanri!"
Islâmiyetin ve Iran edebiyatinin tesirleri, bu siir üzerinde açik olarak görülürler. Bunu inkâr etmege imkân yoktur. Ancak "Dokuz burç veya Felek" ile, "Yedi kat yer", Islâmiyetle hiçbir ilgisi olmayan Sibirya Türklerinin mitolojilerinde de vardir. "Dokuz gök, yedi kat gök" gibi deyimler, Sibirya Türk edebiyatinda çok görülen sözlerdi. Bu deyimlere göre: "Gök, dikine olarak yedi kata; yüzeyine olarak da, dökuz bölüme ayrilmisti". Bu konu üzerinde diger bölümlerimizde de uzun uzun durulmustur. Bu sebeple Hucendî gibi sairler, baslica iki tesir altinda bulunuyorlardi: Bunlardan en önemlisi ve agir basani kendi Muhitleri ve Türk halklari idi. Digeri de Iran edebiyatiydi. Iran edebiyatinin tesiri altinda yazilmis olan yukaridaki siirler, Türk halkina da yabanci gelmiyorlardi.
Kirgizlarin söyle bir atasözleri vardir: "Cer kulagi ceti kat", yani, "Yerin kulagi yedi kattir". Kirgizlar demek istiyorlardi ki, "Yer gibi, kulagi da yedi kattir" ve "Her söylenen sey duyulabilir". Ayrica dünya bu sebepten dolayidir ki, haberler ve yayinlarla doludur.
9. "TEPEGÖZ" EFSANESİ VE YER RUHLARI Dede Korkut kitabındaki "Tepegöz" efsanesi, ne kadar güzeldir. Gerçi, bu efsaneye benzer masallar, eski Yunanlılarda da vardı. Fakat, eski Türk dini ile inançlarını iye bilenleri, bu gibi benzeyişler, hiçbir zaman bağlayamazlar. Bu konuyu pek çok örnekle incelemek, elbette ki bu kitap içinde mümkün olmayacaktır. Ama ne de olsa Türk okuyucularını, biraz olsun, bir aydınlığa kavuşturmağa çalışacağız. Türklerde Tepegöz, bir nevi "Bir Yeraltı Ruhu" gibi görünüyordu. Yeraltından gelen bu ruh, insanlara türlü kötülükler veriyordu. Dede Korkut kitabında Tepegöz'ün ortaya çıkışı söyle anlatılıyordu:
"Zaman ile Oğuz yine yaylaya köçti. Çoban gine bu binara geldi. Gine koyun ürkdi. Çoban ilerü vardı. Gördü kim bir yığınak yatur, yıldır yıldır yıldırar. Peri kızı geldi, aydur: 'Çoban amanatin gel al, amma Oğuzun başına zavam getürdün', dedi. Çoban, bu yığınağı göricek ibaret aldı. Gerü döndi, sapan taşına tutdi. Urdukça böyüdi. Çoban, yığınağı kodi, kaçdi. Koyun ardına düşdi. Meğer ol dem Bayindir Han, begler ile seyrana binmişler idi. Bu binarun üzerine geldiler. Gördiler kim bir ibaret nesne yatur, basi göti belürsüz. Çevre aldilar, indi bir yigit buni depdi. Depdükçe böyüdi. Birkaç yigit dahi indiler depdiler, depdüklerinçe böyüde. Oruz Koca dahi inüp depeledi. Mahmuzu tokindi. Bu yığınak yarıldı. İçinden bir oğlan çikti. Gevdesi adam, depesinde bir gözi var. Oruz aldı, bu oğlanı eteğine sardı..."
İli nehri boylarında meydana geldiği anlaşılan bir Kırgız efsanesinde de, ayni motifi görüyoruz. "Er-Töstük" adli Kırgız destanı, Türk kültürü bakımından, önemli bir kaynaktır. Dede Korkut kitabında Tepe-Göz'ün, bir yığınaktan çıktığı söyleniyor. Fakat bu yığınağın mahiyeti hakkında hiçbir açıklamada bulunulmuyordu. Er Töstük destanında ise, pınar başında yine atlar ürküyor ve suda yüzen bir ciğer görülüyor. Ciğere vuruldukça şişiyor ve bundan "Yel-Mogus" adlı dev çıkıyor. Tabiî olarak burada ciğerden çıkan dev, Tepe-Göz değildir. Fakat mühim olan, Tepe-Göz gibi bir devin, nereden ve nasıl çıkısıdır. Ertöstük efsanesindeki bu kısmı, kısa bir özetle aşağıda vermeyi faydalı buluyoruz:
İlemen-Bay'in oğlu, Er-Töstü düğününden,
Dönerken sihirbazın, kaçamaz büyüsünden.
Bir çadır gibi eğri, bir kavağa gelirler,
İndirirler yükleri, konağa yerleşirler,
Atlar pınara gider, fakat ürker kaçarlar,
Göklere çıkmak ister, gibi kişner koşarlar.
Herkes pınara koşar, bakarlar ki bir ciğer,
Suda yüzüp duruyor, mızrakla biri iter.
İçinden bir dev çıkar, Bay'ın boynuna biner,
Oğlu da korkusundan, hemen oraya siner.

Cengiz Han'ın atalarından Duva-Sokor da "Alnında tek gözü bulunan" bir insan dev (Cyclope) idi. Tek gözü ile, üç menzillik mesafede neler olup bittiğini de görebiliyordu. Böyle bir devin yerin şişmesi sureti ile meydana çıktığına dair başka bir efsanemiz daha vardır.
Yeraltında çıkan pınarlar ve kaynaklar, Yer ve Su Ruhlarının toplandıkları yerlerdi: "Yeraltından gelen pınarlar, yeraltı ruhlarının dışarı çıkması için âdeta bir yol vazifesi görüyorlardı". Bu sebeple Tepe-Göz'ün de bir yeraltı ruhu olması çok muhtemeldi.
 

MURATS44

Özel Üye
Yeraltı Dünyası: Agarta

Yeraltı Dünyası: Agarta
"Agarta", kelime olarak Budist kökenlidir. Bütün imanlı Budistler, yeraltında bir dünya veya kudretli bir imparatorluk olduğuna inanırlar. Bu inanca göre, yer altı dünyasında milyonlarca kişi yaşamaktadır. Başkenti Şamballa olan bu imparatorluğun yöneticisi, Doğu'da “Dünyanın Kralı” olarak bilinir.

“Dünya Kralı”nın yeryüzündeki temsilcisi, Tibetli Dalay Lama'dır. Doğuda Tibet ve batıda Brezilya dünyanın iki ayrı ucunda tünel şebekelerine sahip iki ülkedir. Mısır'daki Gize Piramit'inin altında bulunan gizli odaların da yer altı dünyası ile ilişkisi olduğu iddia edilir. Firavunlar bu tüneller vasıtası ile yeraltında tanrılar veya süper,insanlarla temas kurabiliyorlardı.

Mısır tanrıları ve krallarının dev heykelleri ile doğudaki Buda heykellerinin, insan ırkına yardım etmek üzere yerüstüne çıkan yer altı Süpermenleri ırkını temsil ettiği ileri sürülür. Bu cinsiyetsiz Agarta temsilcileri, yeraltındaki ütopik bir cenneti temsil etmekteydiler.

İddialara göre, Hz. Nuh, gerçekte bir Atlantisli idi ve Atlantis, sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı. İnanca göre, Atlantislilerin çıkardığı NÜKLEER SAVAŞ sonucu meydana gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya'nın yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yer altı şehirlerine yerleşmişlerdi.

Agarta yer altı medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir devamı niteliğindeydi. Geçmişteki korkunç nükleer savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının binlerce yıl ilerisindeydi. Agarta medeniyeti binlerce yıllıktı. (Atlantis 11.500 yıl önce sulara gömülmüştü)

Yeraltındaki bilim adamları, bizim bilim adamlarımızın bilmediği enerji türlerini bilmekteydiler. Bu enerjiler hem uçan, hem de karada giden taşıtlarda kullanılmaktaydı.

Ossendowski, Agarta İmparatorluğu'nun birbirine tünellerle bağlı yer altı şehirleri ağına sahip olduğunu ve bu tünellerde (Karada veya denizde) harekete edebilen olağanüstü süratli araçlardan söz eder.

Agarta'daki halk, “Dünya kralı”nın başkanlığında bir hükümet tarafından yönetilmekteydi. Bu insanlar, Lemurya, Atlantis ve tanrılar ırkı Hyperborluların temsilcilerinden oluşmaktaydı.

Tarihin birçok döneminde Agartalı Süpermenler ve tanrılar yeryüzüne çıkarak, insan ırkına rehberlik etmişler ve onları savaşlardan, felaketlerden ve yok oluşlardan kurtarmışlardı.

Hiroşima'ya ayılan ilk Atom bombasından sonra, ortaya çıkan uçandaireler işte böyle bir nedenle gelmişlerdi. Ancak tanrılar kendileri yerine temsilcilerini göndermişlerdi.

Hint destanlarından “Ramayana”da Rama'nın Agarta'dan uçan bir araçla –muhtemelen bir uçan daire ile- geldiği anlatılır. Aynı şekilde İnka hanedanlığının kurucusu Manco Copac da uçan bir araçla gelmişti.

Amerika'daki Agartalı öğretmenlerin en büyüklerinden biri, Maya'ların, Aztek'lerin ve genel olarak Kuzey ve Güney Amerika'daki yerlilerin en büyük efsanevi önderi Quetzalcoatl'dır. Başka bir ırktan (Atlantis'ten) gelen bu beyaz adam, Mexico, Yukatan ve Guatemela'daki yerliler tarafından “büyük kurtarıcı” diye anılmaktadır. Aztekler, ona “Sabah yıldızı” ve “Bereket tanrısı” derlerdi. Quetzalcoatl, “Tüylü Yılan”, yani yılan şeklinde sembolize edilmiş “öğretici bilge” anlamına geliyordu. Bu isim ona uçan bir araçla geldiği için verilmişti. Muhtemelen o, yer altı dünyasından geliyordu. Quetzalcoatl, geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayboldu. İnanışa göre, geldiği yer altı dünyasına dönmüştü.

Mısır inançlarındaki Osiris, başka bir yer altı tanrısıdır. Donely, “Atlantis the Antediluvian World” (Atlantis, Tufan Sonrası Dünya) adlı kitabında Yunan mitolojisinde geçen tanrıların Atlantisli yöneticiler olduğunu ileri sürer.
 

MURATS44

Özel Üye
Yeraltı Devleti

http://pagesperso-orange.fr/artivision/docs/imaphotosessa.jpg

Yeraltı Devleti Birgün, Çağan Luk yakınlarındaki ovadan geçerken, Moğol kılavuzu mırıldandı: «Durunuz!» Devesinin üstünden kendini bırakıp yavaşça aşağı kaydı, deve de kendiliğinden yere çöktü Moğol, dua vaziyetinde ellerini yüzüne koyduktan sonra kutlu cümleyi tekrarlamaya başladı: «Om mani padme hung!» Akşamın hülyacı güneşinin son ışınları ile aydınlanan bulutsuz göğe kadar ufukta uzanıp giden taze yeşilliğe bakarak kendi kendime: "Ne oldu?" dedim. Moğollar, bir müddet dua ettiler, aralarında fısıldaştılar ve develerin kolanlarını sıktıktan sonra tekrar yola düzüldüler. Kılavuz sordu:"Gördüğünüz mü, korkudan develer kulaklarını nasıl oynatıyorlar, ovadaki at sürüsü nasıl hareketsiz ve tetikte duruyor, koyunlar ve sığırlar nasıl toprağa yatıyorlardı? Dikkat ettiniz mi ki kuşlar uçmaz, tarla fareleri koşmaz ve köpekler havlamaz oluyorlardı? Hava hafif hafif titriyor ve insanların, hayvanların, kuşların yüreğine işleyen bir şarkının nağmelerini uzaklardan getiriyordu. Yeryüzü ile gökyüzü nefes almıyorlardı. Rüzgâr esmiyor, güneş ilerleyişini durduruyordu. Böyle bir anda, gizlice koyunlara yaklaşan kurt sinsi yürüyüşünden vazgeçer; ürkek antilop sürüsü çılgınca koşusunu ağırlaştırır; koyunun boğazını uçurmağa hazır bıçak çobanın elinden düşer; yırtıcı insan kuşkusuz salga kekliği ardında sürünerek ilerlemez olur. Bütün canlı yaratıklar kendilerini karkuya kaptırır, dua için ister istemez diz çöküp başlarına geleceği beklerler. Demin olan bu idi. Demin olan da Cihan Hâkimi, yeraltı sarayında, dünya milletlerinin alın yazısını öğrenmek için dua ettiği her sefer vukua gelen hâdisedir."

Kültürsüz, basit bir çoban olan ihtiyar Moğol işte bunları söyledi.
Moğolistan çıplak ve korkunç dağları, üzerlerinde ata kemikleri serpilmiş uçsuz bucaksız ovalar ile sırrı doğurmuştur. Tabiatın kasırgalı ihtiraslarından ürken veya ölüm sessizliği içinde uyuyup kalan buralar halkı bu sırrın derinliğini sezmekte, sarı ve kırmızı Lamalar onu muhafaza edip şiirleştirmekte, Lhassa ile Urga'daki ruhanî reisler ise ilmi ile mülkiyetini gizlemektedirler.

Orta Asya'ya seyahatimde, ilk defa olarak, başka bir isim vermem kabil olmayan -sırların sırrını- öğrendim. İlk önce ona fazla itibar etmiyordum, lâkin mevziî ve ekseriya münakaşası kabil bazı delilleri tahlil ve mukayese ettikten sonra ehemmiyetinin farkına vardım.

Amil ırmağı kıyılarında yaşayan ihtiyarlar bana bir efsane naklettiler. "Bir Moğol kabilesi Cengiz Han' ın isteklerinden kurtulmaya çalışırken bir yeraltı ülkesinde gizlendi (Daha sonraları Nogan Kul gölü civarları soyotlarından biri bana Agarti devletine kapı hizmeti gören ve içinden duman bulutları yükselen bir delik gösterdi.). Vaktiyle bir avcı bu kapıdan devlet sınırları içine girdi, dönüşünde de görmüş olduklarını anlatmaya başladı. Sırların sırrından bahsetmesine engel olmak için Lamalar onun dilini kestiler. Avcı, ihtiyarlığında mağraya döndü ve hatırası onu göçebe kalbine haz ve neşe vermiş olan yeraltı devleti içinde kayboldu."
Narabanşi Kür hututkusu Celip-Camsrap'ın ağzından daha fazla malûmat aldım. O bana yeraltı devletinden çıkıp dünyaya gelen kudretli cihan hâkiminin zuhurunu, mucizelerini ve kehanetlerini anlattı. Ancak o zaman anlamaya başladım ki bu efsanede, bu hipnozda, bu müşterek hülyada, her ne suretle tefsir edilirse edilsin, yalnız bir sır değil, Asya'nın siyasî hayatının gidişine tesir edebilecek hakikî ve hâkim bir kuvvet gizli idi. O andan itibaren araştırmalarıma devem ettim. Prens Şultum Beyli' nin gözdesi Lama Gelong ile prensin kendisi yeraltı devletini bana tarif ettiler. Lama Gelong dedi ki:

"Dünyada her şey, milletler, kanunlar ve âdetler, devamlı bir istihale ve tahavvül halindedir. Ne kadar büyük imparatorluk ve ne kadar parlak kültür yok olmuştur. Yalnız değişmeyip kalan bir şey varsa o da fenalık, habis ruhların bu vasıtasıdır. Altı bin yıldan fazla bir zaman evvel, ihtirama şayan bir zat, bütün bir kabile ile birlikte toprağın içinde kayboldu ve yeryüzüne bir daha çıkamadı. Bununla beraber, o zamandan sonra birçok kimse, Çekya Muni, Under, Gegen, Paspa, Babür ve başkaları yeraltı devletlerini ziyaret etti. Bu yerin nerede bulunduğunu bilen de yok. Kimi Afganistan, kimi Hindistan der. Bu bölgelerin bütün insanları kötülüğe karşı korunmuşlardır. Ve sınırları içinde cinayet yoktur. Bilgi sessizce gelişmiş, hiç bir şey orada yıkılma tehlikesine düşmemiştir. Yeraltı ahalisi bilimin en yüksek katına ermiştir. Şimdi o milyonlarca tebbaası olan büyük bir devlettir ki üzerinde cihan hâkimi saltanat sürer. Cihan hâkimi ise tabiatın bütün kuvvetlerini bilir, bütün insan kalplerini ve kaderin büyük kitabını okur. Göze görünmediği halde emrini icraya hazır yüz milyon kişiye hükmeder."
Prens Şultun Beyli ilâve etti:

"Bu devlet, Agarti'dir. bütün dünya yeraltı geçitleri boyunca uzanıp gider. Bilgin bir Çin Lamasının Amerika'da ne kadar yeraltı mağarası varsa hepsinin toprak içinde gözden nihan olmuş eski bir milletçe iskân olduğundan Bogdo Han'a bahsettiğini işittim. Bu milletlerle bu yeraltı mesafelerini cihan hâkiminin hâkimiyetini tanıtan şefler idare ederler. Bunda olağanüstü bir şey yoktur. Bilirsiniz ki batı ve doğudaki en büyük Okyanuslarda vaktinde iki kıta bulunurdu. Bunlar sular altında kayboldularsa da sakinleri yeraltı devletine geçmişlerdir. Derin mağaralar, nebatların büyütülmesini sağlayıp halka hastalıksız uzun bir hayat veren ışıkla aydınlanmaktadır. Burada sayısız millet ve kavim yaşar. Nepalli ihtiyar bir brahman Cengizin eski krallığı Siyam'a Tanrıların iradesiyle seyahat ederken bir balıkçıya rastladı. Bu balıkçı kayığına binip kendisi ile birlikte denize açılmasını ona emretti. Üçüncü günü bunlar, iki lisanı ayrı ayrı görüşmeye muktedir iki dilli bir insan cinsinin oturduğu bir adaya vardılar. Buradaki adamlar onlara acayip hayvanlar, on altı ayağı ve tek gözü olan kaplumbağalar, eti çok lezzetli kocaman yılanlar, sahipleri için denizde balık tutan dişli kuşlar gösterdiler. Yeraltı devletinden geldiklerini söyleyip bu devletin bazı taraflarını tasvir ettiler."

Benimle Pekin-Urga seyahatini yapmış olan Lama Turgut daha başka izahlarda bulundu:

Agarti'nin payitahtı etrafında büyük rahiplerle âlimlerin oturduğu şehirler vardır. Payitaht, mabetler ve manastırlarla örtülü dağın tepesinde Dalai-Lama'nın sarayı Potala'nın bulunduğu Lhassa'yı hatırlatır. Cihan hâkiminin taht etrafında iki milyon tecessüs etmiş tanrı durur. Bunlar aziz panditalardır. Sarayın kendisi de yeryüzünün, cehennemin ve gökyüzünün görünür ve görünmez kuvvetlerine sahip olup insanların ölüm ve dirimleri bakımından her şey iktidarlarında bulunan Goro'ların saraylar ile ihata edilmiştir. Şayet bizim çılgın beşeriyet onlara karşı savaşa kalaşacak olursa bunlar yıldızımızın yüzünü hallâç pamuğu gibi atıp onu çöle çevirebilirler. Onlar denizleri kurutabilir, kıtaları Okyanus haline getirebilir ve çölün kumları arasına dağları serpiştirebilirler. Onlar emir verince ağaçlar, otlar ve çalılar sürmeğe başlar, yaşlı ve zayıf kimseler gençleşip kuvvetlenir ve ölüler dirilirler. Onlar bilmediğimiz acayip arabalara binip yıldızımızın dar geçitlerinden hızla geçerler. Hindistanın bazı brahmanları ile Tibetin bazı Dalai-Lamaları, hiç bir insan ayağının henüz basmamış olduğu yüce dağlara tırmanmaya muvaffak oldukları zaman buralarda kayalara oyulmuş yazılar, ayak ve araba tekerleklerince bırakılmış izler buldular. Aziz Çekya- Muni bir dağ başında öyle taş tabletler buldu ki ancak olgun yaşa gelince manalarını anlayabildi. Ve sonra, Agarti krallığına girerek oradan hafızasında saklamış olduğu kutlu bilim kırpıntılarını getirdi. İşte orada, harikalı bilimler köşklerde, müminlerin göze görünmez şefleri otururlar: Cihan hâkimi Brahitma, ki benim sizinle görüştüğüm gibi Tanrı ile görüşür, Mahitma, ki geleceğe ait hâdiseleri bilir; Mahinga, ki bu hâdiselerin seveplerini sevk ve idare eder.

Kutsî panditalar dünyayı ve onun kuvvetlerini tetkik ederler. Bazen, aralarında en bilginleri toplanıp insan bakışının hiç nüfuz etmemiş olduğu yerlere murahhaslar gönderirler. Bunu, yüz elli yıl önce yaşamış olan Taşi-Lama tasvir etmiştir. En yüksek panditalar, bir ellerini daha genç rahiplerin gözlerine ve ötekilerini enselerine temas ettirip bunları derin uykuya daldırır, vücutlarını bir nebat suyu ile yıkar, kendilerini acıya karşı duygusuzlaştırır, bedenlerini sihirli bezlere sarar ve sonra, kudretli tanrıya dua etmeye başlarlar. Taş kesilip yatan, gözleri açık ve kulakları hisli delikanlılar her şeyi görür, işitir ve hatırlarlar. Sonra, onların yanına gelip gözlerini uzun uzun üstlerine diker, vücutları yavaşça yerden yükselir, ve daha sonra, kaybolurlar.

Goro oturduğu yerde kalıp onları nereye göndermişse bakışlarını o taraftan ayırmaz. Göze görünmez iplikler onları bunun iradesine bağlı tutarlar. Bazıları yıldızlar arasında seyahat ederek bunlardaki hâdiseleri, tanımayan milletleri, hayat ve kanunları mütalaa ederler. Görüşmeleri dinler, kitapları okur, talihleri ve talihsizlikleri, sevapları ve günahları, zühdü ve fıskı öğrenirler... Bazıları da aleve katılır ve dinlenmeksizin mücadele eden yıldızların derinliklerinde madenleri eritip çekiçleyen, gayzerler ile sıcak su membalarını kaynatan, ergime [Fusion] haline getirdiği kayaları dağ başlarındaki deliklerden yeryüzüne atan hiddetli ve merhametsiz ateş yaratıcısını görürler. Bir kısmı ise son derece küçük, doğar doğmaz ölen ve şeffaf olan yaratıklar arasına karışıp varlıklarının sır ve hedefine erer, ve bir takımı denizin derinliklerine dalan ve rüzgârları, fırtınaları idare ederek toprağa iyi sıcağı getirip yayan şuaları diyarının uslu ve akıllı mahlûklarını tetkik ederler. Erdeni Cu manastırında vaktiyle Agarti'den gelmiş olan pandita Hutuktu yaşardı. Ölürken, Goro'nun iradesi veçhile doğudan kırmızı bir yıldızda yaşamış, buzlarla örtülü Okyanus üstünde uçmuş ve yerin dibinde yanan kasırgalı ateşler arasından gelip geçmiş olduğunu söyledi.

Prens yurtalar ile Lamaist manastırlarında dinlediğim hikâyeler işte bunlardır. Bunlar bana anlatılırken takılan tavır zerrece iştibah göstermeme elverişli değildi.
Sır bu.
 

MURATS44

Özel Üye
Yeraltı Evreni 1

Yeraltı Evreni 1


Değerli Fenomen okurları. Bu sayımızda, yurdumuzun en ilginç bölgelerinden biri olan Kapadokya'nın, bizce en ilginç yerleri olan yeraltı şehirlerine değişik bir bakış açısıyla bakmaya çalışacağız. Kapadokya bölgesinde açıkçası sayısını bilemediğimiz kadar irili ufaklı bir sürü yeraltı şehri mevcut. Bunların bazıları gezilebiliyor, bazılarıysa ağzına kadar taş toprak dolu. Bölgedeki yeraltı şehirlerinin yapısını en iyi şekilde şu benzetme ile tarif edebiliriz. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerimizi düşünün. Büyük binalar ve aralarında serpiştirilmiş gecekondular var. Örneğin İstanbul'daki bir Akmerkez binasının bir iki kilometre uzağında derme çatma gecekondular görünür. Kapadokya'daki her yeraltı şehri bir bina olarak kabul edersek, yeraltı şehirlerinin bazıları İstanbul'daki Akmerkez ya da Galleria gibi, bazıları da bizim gecekondularımız gibi derme çatma sayılabilecek yerlerdir. Bölgedeki son derece büyük, tanınmış ama bugünkü teknolojik imkanların üzerinde olması gereken bir teknoloji ile açılmış yeraltı şehirlerinin yanı sıra daha mütevazi yeraltı şehirleri de var. Burada akla gelen şey bir iki, hatta sadece bir özgün örneğin çevresinde daha sonraki dönemlerde ve daha ilkel kimselerce bazı taklit kazılar yapıldığıdır. Kapadokya'daki yeraltı şehirlerinin en fazla tanınanları Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı şehirleridir. Bu iki şehir birbirinden yaklaşık olarak 9,10 Km kadar uzaktadır. Gerek konuyla ilgili arkeologlar, gerekse yöre halkı tarafından bu iki yeraltı şehrini birbirine bağlayan bir tünelin varlığı bilinmektedir. Yeraltı şehirlerindeki tüneller tabii ki, Kaymaklı ve Derinkuyu arasındaki ile de sınırlı değildir. Mesela Kaymaklı'nın 12-15 Km doğusunda kalan Mazı Köyü yeraltı şehrinin Kaymaklı ve Derinkuyu'ya bağlayan tünellerin oluğu da bilinmektedir.
Bilinmeyenin Boyutu Nedir

Bölge haklı mevcut bütün yeraltı şehirlerinin birbirine tünellerle bağlı olduğunu iddia ederler. Bu durumda bölgenin altı bir örümcek ağı gibi tünel şebekeleri ile örtülü oluyor. Bu tünellerin hemen hemen hepsi bugün ya duvar örülerek ya da göçükler yüzünden kullanılmaz durumdadır. Yakın gelecekte de bunların açılması için herhangi bir çalışma yapılmasını beklemek mümkün değildir. Yeraltı şehirlerinin yeniden keşfedilmeleri ve ziyarete açılmaları o kadar eski değil. Mesela, yetkili kimseler Derinkuyu diye bir yer olduğunu ancak 1963'te keşfedebilmişler. Bu şehirleri ilk defa gezen bir kimseyseniz hayretler içinde kalmamanız, hayran olmamanız mümkün değil fakat bilmelisiniz ki, gezdiğiniz yerler yeraltı şehirlerinin bugün bilinen kısımlarının ancak onda biridir. Geziye açık olan ve aydınlatılmış kısımların haricinde çok geniş bir alan ve bir sürü çıkış kapısı daha vardır. Tabii bunlar bilinenler. Bilinemeyen kısımların ne nitelikte olduğu konusu ise doğal olarak meçhul. Ancak, örneğin Derinkuyu'nun altında en 3 ile 8 kat kadar bir derinlik olduğu arkeologlar tarafından tahmin ediliyor. Aslında Kapadokya ve yeraltı hakkında bazıları arkeolojik, bazıları turizm amacıyla yazılmış olan Türkçe ve hemen her dilde yayınlanmış olan yüzlerce kitap mevcuttur. Konuyu bu açıdan merak edenler söz konusu kitapları turistlik eşya satışı yapan her dükkandan alabilirler ve gerek kaya kiliselerinin, gerek yeraltı şehirlerinin bilinen her ayrıntısını, derinliklerini, ölçülerini kısaca her şeyi öğrenebilirler.
İnkalar Hazinelerini Yeraltına Sakladılar

Bu yazıda ise, kendi ekolümüz icabı bu bölgenin ve yeraltı şehirlerinin okült incelemelerini yapıyoruz. Kaymaklı ve Derinkuyu konularında daha ileri gitmeden önce dünyanın değişik yerlerindeki benzeri yerleri ve bu yer hakkındaki araştırma ve iddiaları kısaca hatırlamamız yerinde olur. Bizdeki gibi yeraltı şehri ismi verilmemiş de olsa dünyanın değişik yerlerinde bir sürü tünel şebekesi mevcuttur. Bu tünellerini birçoğu günümüzde bilinmektedir fakat hepsi de belli yerden sonra tıpkı bizim yeraltı şehirlerimiz gibi taş, toprakla dolmuş ya da doldurulmuştur. Güney Amerika'da, Ekvador, Peru, Bolivya civarında Eski İnka uygarlığından kalma bir çok tünel olduğu söylenir. İspanyol yağmacılarının en önemlisi olan Pizarro'nun ordusundaki bir asker rahip olan Cieza de Leon, son İnka imparatoru olan Atahualpa'nın, Pizarro tarafından öldürülmesinden 4-5 yıl sonra yazdığı notlarda, İnkalar'ın, İspanyol soygununda korkarak hazinelerini bugün dahi bulunamamış olan gizli yerlere taşıdıklarını yazar. Bu gizli yerler dağların altında oyulmuş olan tünel sistemleriydi. Bu fikri aslında İngiliz Arkeologu Harold Wilkins'in de bulunduğu birçok bilim insanı desteklemektedir. Başka bir görüşe göre ise, söz konusu tünel sistemleri son derece ileri bir uygarlık tarafından binlerce yıl boyunca oyulmuştur. Güney Amerika'daki tünel sistemleri çok fazladır ve sadece İnka ülkesinde değildirler. En fazla bilineni, Lima'yı, Peru'nun eski başkenti olan Cuzco'ya bağlayan ve sonra da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel şebekesidir. Eski belgelere göre bu tünellerde çok zengin Kralın mezarı vardır. Ama bugün kimse tünellerde hazine aramayı düşünmüyor, çünkü tüneller hemen hemen tamamen toprak doludur, temizlenmeleri, içlerinden çıkması olası olan hazinelerden çok daha pahalıya mal olacaktır. Tünelleri araştırmış olan bilim insanlarının çoğunluğu da, bunları İnka tarafından kazılmayacağı konusunda hemfikirler. Malta - Fas - İspanya Bağlantısı

İnkalar, bu tünelleri biliyorlar ve kullanıyorlardı fakat ilk inşaatçıların kimler olduğunu onlar da bilmiyorlardı. Güney Amerika'dan sonra Kuzey Amerika, California ve Virginia'da tünel sistemleri vardır. En ilginç sistemlerden birisi de Hawaii'de olduğu söylenendir. Buradaki tünel sistemlerinin bazı adaları birbirine bağladığı da iddia edilir. Bundan 4, 5 yıl kadar önce televizyonda yayınlanan ve gerek müziği, gerekse içeriği ile yurdumuzda da büyük bir beğeni kazanan İpek Yolu belgeselinin bir bölümünde gösterdiği gibi Asya'nın altı sonradan sulama kanalı haline getirilmiş tünel sistemleri ile örümcek ağı gibi oyulmuştur. Tünellere Akdeniz bölgesinde de rastlanır. Mesela Malta'da böyle sistem vardır, Elli metrelik bir bölümüne girilmiş olan bir Malta tünelinin Cebelitarık boğazını altından geçip, İberik Yarımadası ile Fas'ı birleştirdiği söylenir. Avrupa'da sadece bu tünelin girişi olan bölgede maymun yaşar ve bu maymunların Afrika'dan, bu tünel vasıtası ile Avrupa'ya geçtikleri söylenir, Ayrıca İsveç'te ve Çekoslovakya'da da bilinen tünel sistemleri vardır. Bazı iddialara göre dünyanın altındaki tüneller burada anlatıldığından da uzundurlar. Mesela Tibet Lamaları, Tibet'ten, Güney Amerika'ya kadar giden tüneller olduğunu ısrarla iddia ederler.
Daniken'in gördükleri

1994'de Bir Amerikan dergisinin Ekvador muhabiri olan John Sheppard, Kolombiya sınırında elinde dua değirmeni ile meditasyon yapan tipik bir Tibet rahibi gördüğünü yazar. İddiaya göre bu adam 13. Dalay Lama'dır. 1933'te ölmüş olduğu iddia edilen bu kişinin mezarı boştur ve Tibet rahipler onun ölmeyip, Budizm'i benimsemeden önceki vatanı olan Güney Amerika'ya döndüğünü ve bu iş için tünelleri kullandığını söylerler. Gene de bu hikaye pek güvenilir değildir. Güney Amerika'daki tünel sistemlerini bildiğimiz kadarı ile en son inceleyen kimse Erich Von Daniken'dir. Daniken "Ausstat und Kosmos" isimli kitabının hemen hemen tamamında Güney Amerika mağaralarından bahseder. Ekvador Cumhuriyeti'ndeki mağaralar Arjantin uyruklu ve Macaristan doğumlu Juan Moricz tarafından keşfedilmiş ve kendi adına tapusu alınmıştır. Daniken bu mağaraları 1972'de gezer. Mağaralara, dağdaki bir oyuktan girilir. İlk önce 80 metre kadar, ipten yapılmış bir asansörle diklemesine inildikten sonra sonsuz bir tünel sistemine girilir. Bazıları dar, bazıları geniş olan tünellerden, Daniken'in gördüklerinin hepsi köşelidir. Duvarları dümdüz ve her yan cam gibi bir madde ile kaplıdır. İçerde manyetik etki çok güçlüdür ve pusulalar çalışmaz. Daniken girdiği dev bir salondan bahseder. Bu salonun içinde masa, sandalye benzeri olan ve hangi maddeden yapıldığı belli olmayan eşyalar vardır. Salonun taban ölçüsü 110 x 130 metredir ve bu ölçü Teotihuacan'daki piramidin taban ölçüsü ile aynıdır. İçerideki bazı buluntular burasının M.Ö. 9000 ile 4000 yıllarında bile mevcut olduğunu göstermektedir. Bazı duvarlarda da, şüphesiz ki, inşaatçılardan binlerce yıl sonra gelen ilkel insanlarca yapılmış olan dinozor benzeri hayvan çizimleri vardır. Tünellerden bir çok altın eşya da çıkarılmıştır. Bazı altın levhalarda deşifre edilememiş olan bir alfabe ile yazılmış yazılar vardır. Daniken burada gördüğü bir altın küre üzerinde çok fazla durmakta ve kürenin Uzaylılarla ilgili olduğunu iddia etmektedir ve işin en ilginç yanı da, Daniken'in aynı kürenin gerek boyut gerekse üzerindeki garip yazı ve resimlerle tıpatıp benzeri olan bir taş küreyi de İstanbul Arkeoloji müzesinde gördüğünü ve bu kürenin tasnif edilememiş eşyalar arasında olduğunu yazmaktadır.


Binlerce Yıl Önceki Isı Matkabı

Tünellerin açılışları konusunda Daniken öyle binlerce yıl süren şartlar düşünmüyor. Ona göre bu tüneller bir uzay uygarlığı tarafından nükleer enerji ya da benzeri bir şey kullanılarak çok kısa zamanda açılmıştır. Bu iddiası için kanıt olarak da "Der Spiegel" dergisinin 3 Nisan 1972 tarihli sayısındaki bir yazıyı göstermektedir. Bu yazıda ısı matkaplarından bahsedilmektedir. Yazıda anlatıldığına göre Los Alamos'taki Nükleer Araştırma Merkezi'ndeki bilim adamları tarafından 1,5 yıllık bir çalışma sonrasında bir ısı matkabı yapılmıştır. Aracın ucu volfram çelliğidir ve grafitle ısıtılmaktadır. Delme işlemi sırasında, delinen yerden dışarıya hiçbir şey çıkmamaktadır, delici, taşları eritip, delinen yerlerin iç yüzeylerine preslenmekte, preslenen yerler de bir süre sonra öylece donmaktadırlar. Derginin verdiği bilgilere göre ilk denemesinde dört metre kalınlığında bir taş blok hiç bir ses ve atık madde çıkartılmadan delinmiştir. Los Alamos bilim adamalarının bir askeri tanka benzeyen, köstebek gibi çalışacak olan büyük bir delicinin planlarını hazırladığı ve bununla Magma tabakasına inip, örnek almanın düşünüldüğü de belirtiliyor. Bu ısı matkabı konusunu aşağıdaki, Derinkuyu ve Kaymaklı'nın kazılmasıyla ilgili bölümde tekrar hatırlamak yerinde olur.
Agarta-Şamballah ve Hitler Uzantısı

Konunun Kapadokya ile ilgili kısmına tekrar dönmeden önce dünyanın her yanında hemen hemen nehirler kadar çok rastlanan bu tünel sistemlerinin kimler tarafından yapıldığına dair iddiaları da görmemiz yerinde olur. Bazı ciddi araştırmacılar ve Okültistler binlerce yıl önce dünyada yaşamış ona ve günümüzün masal ve efsanelerinde bahsedilen bir devler ırkından bahsederler. Tünellerin kaynağı Daniken gibi araştırmacılar uzay uygarlıkları olarak gösterirken, bazıları devler ırkı, bir kısmı da çok çok eski çağlarda mevcut olan Atlantis ve Mu kıtalarının batışlarından sonra kurtulan kimseler olarak gösterirler. Söz konusu kıtalar batıp, yeryüzü şekil değiştirdiği zaman kurtulan kimselerin uzay çağı teknolojisine ve insanüstü psişik güçlere sahip olduklarına inanılır, o zamanlardaki en yüksek kara parçalarına sığınırlar ve bu bölge, bugünkü Himalaya dağları ve çevresidir. İki kıtadan gelenler iki ayrı yeraltı şehri kurarlar. Bunlardan biri Agartha diğeri Şamballah ismiyle bilinirler. Bazı iddialara göre de söz konusu yeraltı şehirlerinin biri sağ-el yolunu izleyen majisyenler ait, diğeri karanlık yolu izleyicilerine aittir. Agartha ve Şamballah sakinleri daha sonraki dönemlerde insanlarla çok az iletişim kurarak günümüze kadar yaşarlar. Bazı inançlara göre bu şehirler dünyanın aydınlık ve karanlık psişik merkezleridirler. Yeraltı uygarlıklarının sakinleri hem psişik yeteneklerini hem de nükleer enerjiyi kullanarak dünyanın her yanına açılan tüneller yaparlar. Gerçek veya fantezi, dünyanın birçok bölgesinde yeraltında yaşayan üstün varlıklara ait efsaneler vardır. Bunlar üç aşağı, beş yukarı birbirine benzemektedirler. Bazı kimseler Himalayalar'ın atlındaki yeraltı şehirlerini Atlantis ve Mu uygarlıklarına bağlarken bazı kaynaklar onların çok eski dönemlerde dünyamızı ziyaret eden uzaylılardan kalma ikmal merkezleri olduğunu söylerler. Kapadokya, Derinkuyu ve Kaymaklı gibi yeraltı şehirleri ile bu efsanelerin ilişkili olup, olmadıklarını incelemeden önce özellikle Hitler Almanya'sı dönemindeki okült inanışları, gizli majikal örgütleri ve bazı kimseleri tanımamızda, fikirlerini bilmemizde fayda vardır. Bazı iddialara göre de Adolf Hitler, Şamballah rahipleri tarafından yönlendirilmiş olan bir medyumdu. Bu yüzden eski uygarlıklar, Okült ekoller ve yeraltı şehirleri ile ilgili olarak yapılan araştırma ve yorumlara Hitler Almanyası ile başlamak daha çarpıcı olabilir.

Vril ve "Bizi Ezecek Olan Irk"

Roketler konusunda dünyanın büyük uzmanlarından birisi olan Dr. Willy Ley 1933'de Almanya'dan kaçar. Ley, Vril örgütünün ilk açıklayanlardan biridir. Örgüt Berlin'de kurulmuş olan küçük bir Order'dı. Vril, günlük hayatımız sırasında çok az bir parçasını kullanabildiğimiz sonsuz enerjidir. Vril'e hakim olan kimse kendisine de, başka dünyalara da hakim olur. İnsanlar bütün gayretlerini buna yöneltmelidirler. Dünya değişecektir. Efendiler, yeraltından yeryüzüne çıkacaklardır. Onlarla anlaşırsak bizi de efendi, anlaşamazsak köle olacağız. Vril fikri aslında, gene bir Golden Dawn üyesi olan Bulwer Lytton'un "Bizi Ezecek Olan Irk" isimli romanından alınmıştır. Aynı zamanda "Pompei'nin Son Günleri" isimli eserin de yazarı olan Lytton bu kitapta, Ruh alemi bizden çok daha yüksek olan insanları anlatır. Bunlar şimdilik gizlenme durumundadırlar. Dünyanın merkezinde bulunan mağaralarda yaşarlar ve her şeyin üzerinde güç sahibidirler.
İlk bakışta, bir romandan yola çıkan herhangi bir örgütün bu kadar ciddiye alınması saçma gibi görünebilir fakat şunu da düşünmek gerekir; Dünyada meydana gelmiş olan bir çok oluşum tarihlerinden çok önce romanlarda oluşmuşlardır. Mesela, 1896'da Peter Shiel bir roman yayımlar. Kitap Avrupa çapında bir örgütten bahsetmektedir. Örgütün üyeleri zararlı buldukları aileleri öldürüp, cesetleri yakarlar ve kitabın ismi S.S'lerdir. Aynı şekilde Titanik, batışından çok önce bir romana konu olmuş ve romanda geminin büyük ölçüleri, batış şekli ve hatta romandaki "Titan" ismi gerçeği ile tutarlı olmuştur.
 

MURATS44

Özel Üye
Yeraltı Evreni 2

"Ben Onu Gördüm"


Jules Verne, nükleer denizaltıdan, uzaya atılan füzelere kadar bir çok şeyi romanlarında anlatmıştır. Bunlara benzer daha bir çok örnek saymak mümkündür. Ayrıca S.S.'lerin yazarı olan Lytton'un da bir majikal örgütün üyesi olduğu ve aldığı bazı bilgileri roman haline getirdiği de düşünülebilir. Dr. Ley'e göre Vril örgütünün üyeleri ırk değiştirmek ve dünyanın merkezinde saklanan adamlara benzemek için gereken bazı sırları bildiklerine inanmaktadırlar. Bazı özel kültür fizik yöntemleri vardır. Lyton, romanında özellikle cehennem dünyasının gerçeklerine parmak basmaya çalıştığını söyler. İnsan üstü güçlere sahip olan varlıkların varlığından emin olduğunu belirtir. Bu yaratıklar insanları ezecek ve aralarından seçtiklerini pek büyük değişimlere uğratacaklardır. Golden Dawn'ın başkanlarından biri olan Samuel Mathes 1896'da Gizli Şefler konusunda şunları yazar: "Bana kalırsa onlar dünyada yaşayan fakat insanüstü güçlere sahip yaratıklardır. Şahsi tecrübelerim bana, bir ölümlü için onların karşısında dayanabilmenin ne kadar zor olduğunu gösterdi. Öylesi dehşet verici bir gücün karşısında olduğumu hissediyordum ki, soluğum kesiliyor, ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan kan geliyordu." Hitler de üstün yaratıklarla kontak kurduğunu söylüyordu. Danzig, hükümet başkanı olan Rauschning'e insan ırkının değişimi konusunda şöyle der; "Yeni insan aramızda yaşıyor. Size bir sır vereyim. Ben onu gördüm." Bunları anlatırken titrediğini söyleyen Rauschning, ayrıca şu olayı anlatır; Yakınlarında birisinin anlattığına göre Hitler, geceleri çığlıklar atarak uyanırmış. Karyolayı dallayacak kadar şiddetli titremeler yaşar ve odanın köşesine bakıp, "İşte o, işte o, buraya gelmiş" diye inlermiş. Bundan sonra da anlaşılmaz bir dilde konuşurmuş.
Horbiger, "Korkunun Kralı"nı anlatıyordu

Nazi Almanyası'nda üzerinde durulan iki temel kuram vardı. Bunlar dünyanın ve insanın açıklaması sayılırlardı; Oyuk Dünya (Hollow Earth) ve Donmuş Dünya Kuramları. Ebedi Buz Öğretisi (Well Welt is lehre)'nin kurucusu olan Hans Horbiger 1860'da Triol bölgesinde doğdu. Hitler ve Himmler ona inanıyorlardı. Hitler; "Bir Kuzey Nasyonal sosyalist bilimi vardır ki, Yahudi liberal bilime karşı çıkar. Batıda benimsenmiş olan bilim bozulması gereken bir tılsımdır." diyordu. öğretinin taraftarları tarafından üç yıl içinde üç kalın kitap, halka yönelik kırk kadar daha basit kitap ve yüzlerce broşür yayınlanmıştır. "Dünya Olaylarının Anahtarı" isimli bir de yüksek tirajlı, aylık dergileri vardı. Bir broşürlerinde şöyle diyorlardı; "Hitler Yahudi politikacıları kovdu. İkinci bir Avusturyalı olan Horbiger de Yahudi bilim adamlarını kovacaktır." Horbiger'in fikirleri Nietzsche'nin felsefesi ve W,agner'in mitolojik görüşleri ile uyumluydu. Bu dönemde, Ari ırkın kökeninin başka bir devirde dünyaya ve yıldızlara hakim olan üstün insanların yaşadığı döneme dayandığı inancı iyice yerleşmişti. Horbiger öğretisinin cevaplamaya çalıştığı üç temel sorun vardı; Neyzi, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Horbiger'in teorileri özet olarak şu şekildedir; "Yıldızlar buz yığınlarıdır. Bu güne kadar bir kaç tane Ay, Dünya'ya çarpmıştır. Şimdiki Ay'da Dünya'ya düşecektir. İnsanlığın bütün geçmişi buz ve ateş arasındaki savaşla açıklanabilir. İnsan büyük bir değişimin eşiğindedir ve tanrısal nitelikler kazanmak üzeredir. Bu yeni insanın birkaç örneği dünyada yaşamaktadır. Bunlar zaman ve mekan sınırlarının ötelerinden gelmiş olabilirler. Dünyanın sahibi ya da korkunun kralı doğuda, gizli bir şehirde hüküm sürmektedir. Onunla kontaklar kurmak mümkündür. Onunla anlaşmaya varanlar Dünya'nın görünümünü değiştirecektir ve insanlığa anlam kazandıracaklardır."


Devlerin Yaşadığı Çağlar

Horbiger'e göre, günümüzdeki Ay, Dünya'nın dördüncü uydusudur. Tarih boyunca üç Ay daha vardır. Bunlar sırasıyla Dünya'ya düşmüşlerdir. Ama bu seferki, öncekilerinden çok daha büyük olduğu için çok daha büyük felaketlere yol açacaktır. Dünya'da dört büyük jeolojik dönem yaşanmıştır. Çünkü geçmişte dört uydu vardı. Bugün dördüncü zamandayız. Bir Ay Dünya'ya düştüğünde ilk parçalanmadan oluşan halka Dünya'ya düşüp, yer kabuğunu örter. Bu da her şeyi fosilleştirir. Normal dönemlerde gömülen organizmalar fosilleşemezler, sadece çürürler. Ancak bir Ay'ın düştüğü zamanlarda fosilleşme olabilir. İşte bu yüzden jeolojik zamanları ayırt edebiliriz. Bir uydu yaklaştığı zaman birkaç bin yıl boyunca Dünya'ya çok yakı bir yörüngede olur ve yerçekimi çok azalır. Yaratıkların büyüklüğünü belirleyen şey çekim gücüdür. Bu yüzden, uydunun yakın olduğu dönemler, devleşme dönemleridir. Birinci jeolojik dönemde büyük bitkiler ve böcekler, ikinci dönemin sonunda Dinozorlar oluşmuştur. Ani değişimler olmamaktadır, çünkü kozmik ışınlar çok güçlüdür. Daha sonra ise dev insanlar oluşur. Tevrat'ın Tekvin bölümü devlerin 900 yıl yaşadıklarını anlatır. Bunun sebebi, ağırlığın olmamasından dolayı organizmanın geç yaşlanmasıdır. İkinci dönemin sonundaki felaketten ancak birkaç tür hayatta kalır ve bunlar giderek küçülürler. Üçüncü zaman Ay'ı yörüngeye girdiği zaman daha akıllı bize göre normal insanlar türerler. Gerçek atalarımız bunlardır. Bununla beraber atalarımızla beraber eski devler de hala yaşamaktaydılar. Atalarımıza uygarlığı öğretenler bunlar. Devler insanlara tarım, madencilik, sanat, bilim, metafizik bilgileri öğrettiler. Bu dönem Altın Çağ olarak bilinen dönemdir. Bu dönem çeşitli mitolojilerdeki devler ve tanrıları, Mezopotamya'nın dev krallıklarını açıklar.
Tiahuanaco Kapısı

Ve sonra üçüncü dönem Ay'ı da yaklaşır, çekime kapılan sular yükselir. İnsanlar ve devler en yüksek tepelere çekilirler ve bazı merkezler oluştururlar. Horbiger ve takipçileri buraları Atlantis olarak nitelendirirler. Horbiger'in İngiliz taraftarı Bellamy, Güney Amerika'da, And Dağları'nda 4000 metre yükseklikle, 700 kilometre uzunlukta bir bölgede deniz tortuları bulunur. Bunlardan da üçüncü zamanın sonunda ortaya kadar yükseldiği sonucu çıkartılır. O dönemin uygarlık merkezlerinden biri Titicaca gölü yakınlarındaki Tiahuanaco'yu. Bu kentin kalıntıları yüz binlerce yıl öncesinden kalmadır. Daha sonraki uygarlıkların hiç birine benzemez. Horbigercilere göre orada devlerin izleri açıkça bellidir. Yine Horbiger'in taraftarlarından olan Alman arkeolog Kiss, 1928 ile 1937 yılları arasında Tiahuanaco'da bit kapı incelemiştir. Kapının en az 100.000 yıl öncesine ait olması gerekiyordu. 10 ton ağırlığındaki kapının süslemelerinin üçüncü zaman astronomları tarafından yapılmış bir takvim olduğu ileri sürülmektedir. Bu süslemelerde Ay'ın görünür ve gerçek hareketleri, Dünya'nın da dönüşü göz önüne alınarak işlenmiştir. Bundan çıkan sonuç ta Tiahuanaco'nun üçüncü zaman sonunda devler tarafından kurulan bir deniz uygarlığı olduğudur. Tiahuanaco, aynı tipteki beş merkezden biridir. Orada aynı zamanda da büyük bir liman ve rıhtım kalıntıları da bulunmuştur. Diğer merkezlerin Yeni Gine, Meksika, Habeşistan ve Tibet'te olduğu anlatılır. Devler, üçüncü Ay'ın da yörüngesinin daraldığını ve zamanı gelince düşeceğini biliyorlardı. Sular alçalacak ve beş büyük merkez ortada kalacaktı. Meksika'da Toltekler, Dünya'nın geçmişini, Horbiger'in görüşüne göre açıklayan yazıtlar bırakmışlardır. Günümüzden 150.000 yıl sonra devler de uygarlıklarını kaybederler. Yönettikleri insanlar eski vahşi hallerine dönerler. Horbiger, Dünya'nın 138.000 yıl boyunca Ay'sız kaldığını hesaplar. Ay'sız dönemlerde cüceler v bazı önemsiz, küçük hayvanlar türer ve son kalan devler bir krallık kurarlar. Bu krallık 10' K ile 60' K enlemleri arasındaki bir düzlüğe yerleşir ve İkinci Atlantis kurulur. And Dağları'ndaki Atlantis ve çok sonra kurulan Kuzey Atlantik'teki ikinci Atlantis'tir ve Platon'un bahsettiği Atlantis ikinci Atlantis'tir. 12.000 yıl önce günümüzün Ay'ı, Dünya'nın yörüngesine girer. Yeni felaketler olur, denizler kabarır, Buzul Çağı başlar ve Atlantis batar. Bu da kutsal kitaplarda anlatılan Tufan ve kıyamet olayıdır.
Rampa Kimdi? Crowley, Dee ve Kelly Üçgeni

1957'de İngiltere'de Horbigercilerin destekleyen bir kitap yayınladı: "Üçüncü Göz". Kitabı yazan bir Avrupalıydı fakat kendisinin Tibetli bir Lama ve isminin Lobsang Rampa olduğunu iddia ediyordu. Rampa "İkinci Beden" isimli kitabında da çok detaylı bir şekilde anlattığı gibi hayattan bezmiş bir Avrupalı ile Astral planda beden değiştirdiğini iddia ediyordu. Bir çok kişi Rampa'nın Hitler tarafından Tibet'e gönderilen Almanlardan biri olduğunu ve savaştan sonra orada kalıp, uzun süre sonra geri döndüğünü düşündü. İngiliz gazeteleri Rampa'nın kimliğini araştırdılar fakat resmi istihbarat servisleri bile hiçbir şey bulamadılar. Rampa ya iddia etiği gibi gerçek bir Lama idi ya da kendisine aktarılmış olan bazı şeyleri anlatıyor ve bu şekilde Horbigerci veya Nasyonal tezleri dile getiriyordu. Şurası kesindir ki, Rampaa'nın açıklamaları Tibet konusunda uzman olan kimseler tarafından hiç bir zaman yalanlanmamıştır. Rampa, "Üçüncü Göz"de yeraltındaki derin mahzenlerde gördüğü bazı şeyleri anlatır. Üç tane tabut ve içlerinde altınla kaplı üç ceset. Cesetlerin boyları üç ve beş metre arasında değişmekte, kafaları tepeye doğru konikleşmektedir. Yani geniş tarafı yukarıda olan bir koni gibidir. Beyinleri geniş, cesetlerin ağızları ince ve küçük, çeneleri sivridir. Tabutlardan birisinin kapağına garip bir yıldız haritası çizilmiştir. Rampa'nın tarifi Aleister Crowley tarafından kontak kurulan ve resmi çizilen ruhsal varlık Lama'ya benzediği kadar Elizabeth devrinin saray majisyeni Dr. John Dee ve asistanı Edward Kelly tarafından kontak kurulan varlıklara da benzemektedir. Bu varlıklar Dee'ye Enochian dilini ve alfabesini öğretirler. Bu dil Golden Dawn tarafından geniş ölçüde kullanılmıştır ve hala da majikal orderler arasında geçerlidir. Son yıllarda bir de Enochian sözlük yayınlanmıştır. Rampa tarafından anlatılan cesetler yapı olarak bizim kat çalışmalarımız sırasında karşılaştığımız Işık Varlıkları'na da benzemektedir. Rampa'nın anlattığı haritanın bir benzeri Himalayalar'ın eteklerindeki bir mağarada bulunmuştur. Bu haritanın 13.000 yıl önce yapıldığı uzmanlar tarafından tespit edilmiştir ve harita 1925'te National Geographic Dergisi'nde yayınlanmıştır. Rampa mahzende gördükleri hakkında şunları söyler: "Binlerce yıl önce günler daha kısa ve sıcaktı. İnsanlar daha fazla bilgiye sahiptiler. Dış uzaydan gelen bir gök cismi Dünya'ya çarptı ve her yeri sular basınca Tibet sıcak bir deniz ülkesi olmaktan çıktı." 1953'te yapılan bir araştırmaya göre Horbiger'in Almanya ve İngiltere'de çok fazla izleyicisi vardır. Sadece ABD'de bir milyondan fazla Horbigerci vardır. Londra'da ise H. S. Bellamy önemli sayıda taraftara sahiptir.
Yine Kapadokya

Şimdi gene Kapadokya ve yeraltı şehirlerine dönersek, buradaki şehirlerin aslında birbirinden farklı şehirler değil de tek bir şehrin farklı çıkışları olduklarını da düşünebiliriz. Kapadokya bölgesinde Hıristiyanlığın ilk çağlarında, Bizans ve Roma dönemlerinde yapıldıklarına şüphe duyulmayacak birçok kaya mezarı ve kilisesi de vardır fakat yeraltı şehirleri bir başkadır. Bazı Arkeolog ve tarihçiler yeraltı şehirlerinin ilk Hıristiyanlar tarafından korunma amacıyla kazıldığını iddia ederlerken, bazı uzmanlar bu şehirlerin çok daha eski dönemlerden kalma olduklarını, ilk Hıristiyanların bunlara sonradan yerleştiklerini ya da buralarda yaşayan kimselerin Hıristiyanlığı benimsediklerini ileri sürerler. Bizce bu ikinci tez çok daha geçerlidir. Her şeyden önce Büyük İskender dönemi tarihçileri bu bölgende bulunan devasa yeraltı şehirlerinden bahsederler ki, o dönemde İsa henüz doğmamıştır. Bu noktada, Mazıköy yeraltı şehirlerinden de biraz bahsetmek gerekir. Yukarıda da bahsedildiği gibi Kaymaklı ile 12-15 kilometrelik bir tünelle bağlanmış olan Mazıköy yeraltı şehri, diğer yeraltı şehirlerine göre daha değişik bir yapıdadır. Diğer şehirler aşağıya doğru ilerleyip, genişlerken Mazıköy yeraltı şehri hem aşağıya, hem yukarıya giden bir şehirdir. Büyük bir kayanın ya da dağın altında kazılmıştır. Şehir zeminden aşağıya toprak altına ve yukarıya kayanın içine doğru ilerler. Üzerindeki koca kaya parçası adeta dev bir apartman gibidir. Mazıköy yeraltı şehri birçok açıdan Kaymaklı ve Derinkuyu'dan daha modern bir yerdir. Daha çağdaş yaşam şartlarına sahiptir. Roma döneminden kaldığı iddia edilir. Şehir ilk defa köylüler tarafından imece usulü ile çalışılarak açılmıştır. Esas girişinin neresi olduğu göçükler yüzünden belli değildir. Bugün, köylüler tarafından açılmış olan girişlerden girilerek açılmış ve aydınlatılmış olan kısımlar gezilebilir. Köylüler zemini ve iki üst katı açtıktan sonra, aşağıya doğru kazarken bazı tarihi eşyalar bulurlar ve bunun üzerine ilgili bakanlık köylülerin kazılarını durdurur. Bir, iki arkeolog gelir, şöyle bir bakarlar ve uygun bir zamanda devam etmek üzere kazılar durdurulur.

Tarih Öncesi Kalan Fosil

Mazıköy yeraltı şehirlerinin sadece kazıların durdurulduğu güne kadar açılabilen kısımları ziyarete açıktır. Geri kalan aşağı ve yukarı doğru olan katlar toprakla doludur. Mazıköy'den bu kadar bahsetmemizin sebebi ise Bizans dönemline ait olduğu söylenen bu yeraltı şehrinde, zeminin altındaki kısımlarda bulunan bir ilk çağ hayvanı fosilidir. Ne olduğu anlaşılamayan, sadece prehistorik dönemlere ait olduğu anlaşılan, büyük ve yırtıcı bir hayvana ait olan bu fosil de incelenmek üzere Ankara'ya götürülmüştür. Bugün ise, fosilin akıbeti bilinmemektedir. Roma dönemine ait olduğu iddia edilen bir yerde de böyle bir fosilin bulunması oldukça anlamsızdır. Bu durumda Mazıköy yeraltı şehrinin de Kaymaklı ve Derinkuyu gibi, çok çok eski çağlardan kalarak sonraki dönemlerde Bizanslılar tarafından kullanılmış olması akla yakındır. Bizanslılar olsa olsa yukarıya doğru olan kayanın içindeki kısımları kazmış olabilirler. Derinkuyu, Kaymaklı ve Mazıköy gibi yeraltı şehirlerinin Hıristiyanlıktan çok daha eski olduklarını hatta Atlantis ve Mu dönemlerinin kalıntıları ya da Agartha ve Şamballah'ın devamı olup, olmadıklarını düşünürken bu şehirde daha sonraki dönemlerde, iddia edildiği gibi ilkel kazma araçları ile açılan bir sürü odanın da olduğunu unutmamız gerekir fakat esas ileri bir teknoloji ile çok daha eski dönemlerde yapılmış olabilir. Bu şehirlerin hepsinin etrafındaki toprağın son derece verimli bir arazi olması da dikkat çekicidir. Sadece ziyarete açık olan bölümlerin kazılmasında bile binlerce metreküp kaya parçası çıkar. Ziyarete açık olan bölümlerin de bugünkü arkeologlar tarafından bilinen yerlerin yaklaşık olarak onda biri kadar olduğunu düşünürsek, buraların kazılmasından çıkacak olan kaya parçalarının miktarı yapay bir dağ oluşturmaya yeteceğini kolayca görebiliriz. Bölgede ise yığma kaya ve topraktan oluşan değil böyle bir dağ, küçük bir tepe bile yoktur. Arazinin verimli toprak olması, döküntünün çevreye dağıtılmış olması fikrini de çürütmektedir.
Onların Etkileri Hala Aramızda

Şimdi akla şu soru gelmektedir. Buralardan çıkan atık kayalara ne oldu? Bunun en akılcı cevabı tünellerin, günümüzdekinden çok daha ileri bir teknoloji ile açılmış olmasıdır. Burada, yazımızın Daniken'le ilgili bölümünde söz edilen ısı matkaplarını düşünelim. Bize göre Derinkuyu, Kaymaklı, Mazıköy ve çevredeki diğer yeraltı şehirleri bir bütünün parçaları olabilirler. Agartha, Şamballah ve Himalayalar'daki efsanevi yeraltı uygarlıkları ile bağlantılar var mıdır yok mudur bilemeyiz? Fakat göründüklerinden çok daha derine inenler ve çok daha büyük bir bölgeyi kaplarlar. Zannedilenden çok daha eski dönemlere aittirler ve ileri bir teknoloji ile açılmışlardır. Bazı iddialara göre bu yeraltı tesisleri dünya yakınlarından geçen uzay araçları için yapılmış olan ikmal merkezleri, konaklama noktalarıdır ve artık kullanılmadıkları için de bilerek toprak ve kaya ile doldurulmuşlardır. Kapadokya'nın bazı noktalarında ve özellikle Derinkuyu'da günümüze kadar gelen yoğun psişik etkiler de vardır.
 
Son düzenleme:
Üst Alt