TEFSİR AHZÂB Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
AHZÂB SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

 AHZÂB Sûresi 3.Ayet
AHZÂB Sûresi 3.Ayet
Ahzâb Sûresi Hakkında

Ahzâb sûresi Medine’de hicrî beşinci yılın sonlarında inmiştir. 73 âyettir. İsmini, 20. âyette geçen اَلأحْزَابُ (ahzâb) kelimesinden alır. “Ahzâb” topluluk, grup, parti, bölük gibi mânalara gelen اَلْحِزْبُ (hizb) kelimesinin çoğuludur. İnsanın her gün okumayı mutat hale getirdiği dua demetine ve Kur’an’da bir cüz’ün dörtte birine de hizb denilir. Bu sûrede “ahzâb” kelimesiyle, müslümanlara karşı savaşmak için birleşen müşrik Arap kabileleri ve onlara katılan diğer düşman güçleri kastedilir. Mushaf tertîbine göre 33, iniş sırasına göre 97. sûredir.

Ahzâb Sûresi Konusu

Resûlullah (s.a.s.)’in şahsında tüm mü’minlere Allah’tan korkup kâfirlere ve münafıklara itaat etmeme, Kur’an’a ittibâ ve Allah’a tevekkül gibi temel ahlâkî esaslara yer vererek başlayan sûrede üç mühim tarihî hâdiseden bahsedilir:

Hicrî 5. yılın Şevvâl ayında vuku bulan Hendek, diğer ismiyle Ahzâb savaşı ve bu vesileyle münafıkların iç dünyalarının ortaya konması, ruh hallerinin tasvir edilmesi.
Hicrî 5. yılın Zilkâde ayında yapılan Benî Kurayza gazvesi, bu vesileyle mü’minlere zafer ve ganimetlerin müjdelenmesi.
Yine Hicrî 5. yılın Zilkâde ayında meydana gelen Peygamberimiz (s.a.s.)’in Hz. Zeynep’le evlenmesi ve bu hâdise esas alınarak evlatlıkla alakalı hükümlerin düzenlenmesi.

Bu hâdiseler Ahzâb sûresinin ne zaman indiği hususunda net bir fikir verdiği gibi, sûrede temas edilen diğer konular da bu üç ana hâdise etrafında döner durur. Hususiyle Resûlullah (s.a.s.)’in müstesnâ şahsiyeti, Allah katındaki değeri, kendisine ve hanımlarına mahsus evlenme, boşanma, örtünme hükümleri; mü’minlerin Efendimiz (s.a.s.) ve hanımlarıyla olan içtimâî münâsebetlerine dâir edep kâideleri beyân edilir. Allah ve Rasûlü’ne karşı saygısız davranan kimselerin hem dünya, hem de âhiretteki fecî sonlarından birer manzara sunularak, mü’minlerin bu hususta daha dikkatli olmaları istenir. Sûre din ve kulluk emânetini taşımanın ehemmiyeti ve zorluğunu dile getirerek nihâyete erer.

Ahzâb Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, iniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İmrân sûresinden sonra, Mümtehine sûresinden önce Medine’de inmiştir. İbn İshak’a göre hicretten sonra nâzil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine’de nâzil olan sûrelerin dördüncüsüdür.

AHZÂB SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ


1. Ey Peygamber! Sana yaraşır bir takvâ ile Allah’a karşı vazîfelerini yerine getirmeye devam et ve O’nun korumasına sığın. Dîne aykırı tekliflerinde kâfirlere ve münafıklara asla itaat etme! Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

2. Rabbinden sana vahyedilene uy! Muhakkak ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.

3. Yalnız Allah’a güvenip dayan. Çünkü, güvenip dayanılacak ve işlerin kendine havale edileceği makâm olarak Allah yeter!


Bu âyetlerin indiği dönemde Resûlullah (s.a.s.), bir taraftan İslâm’ın gelişmesini engelleyip İslâm toplumunu ortadan kaldırmaya çalışan kâfir ve münafıkların saldırıları ile mücâdele ediyor, bir taraftan da daha ziyâde muamelât, haram ve helâller konusunda peş peşe gelen Kur’an hükümlerini tatbik edip topluma yerleştirmeye çalışıyordu. 37. âyette geleceği üzere, toplumda bir gelenek halinde iyice yerleşmiş bulunan “evlât edinme” âdetinin kaldırılması ve buna bağlı olarak evlilik ve miras konularında yeni bir hukûkî düzenlemenin yapılması buna bir misaldir. Zira toplum hayatında bir kısım yeni düzenlemeler yaparken münafıkların dedikodularını göğüslemenin yanında mü’minlerin de bu hususlarda eğitilmeleri ve yönlendirilmeleri gerekiyordu. Ayrıca siyâsî açıdan son derece hassas noktalarda kâfir ve münafıkların barış adı altında bazı teklifleri oluyor, bunlar karşısında da dikkatli davranmak lazım geliyordu. Dolayısıyla böyle bir ortamda başarılı olabilmek için büyük bir ciddiyet, titizlik ve hassâsiyetle gayret gösterilmesi zaruri bir durumdu. Bu sebepledir ki, bütün bu mevzuların yoğunluklu bir şekilde işlendiği bu sûre söze başlarken, bizzat Peygamberimiz (s.a.s.)’e hitap ederek şunları emreder:

Kalbin Allah’a karşı saygı ve korku hissiyâtıyla dopdolu olması. Böyle bir takvâ ile O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak suretiyle güzel bir kulluğun sergilenmesi. Çünkü takvâ; kişiyi caiz olmayan şeylerden dizginleyen bir gem, Allah’ın sevdiği şeylere çekip sürükleyen bir yular, emredilen şeyleri yapmaya sevk eden bir kamçı, Allah’ın hukûkunu yerine getirmeye teşvik eden bir sâik, düşmanların kişiye ulaşmasını engelleyen bir kalkan ve hata yapma hastalığını tedâvi eden bir tılsımdır.
Kâfir ve münafıkların dine aykırı isteklerine ve tekliflerine asla itaat etmemek.

İçinde bulunulan siyâsî ve içtimâî şartlar gereği zâhiren bir kısım problemlere, sarsıntılara ve dedikodulara sebep olacak gibi gözükse de Allah Teâlâ vayhettiği Kur’an’la neyi talep ediyorsa ona kayıtsız şartsız uymak.

Başarılı olabilmek için de, gönlü yaratılmışlara dayanmaktan kurtarıp yalnızca Allah’a güvenip dayanmak.

Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biri olan اَلْوَك۪يلُ (Vekîl), kulların menfaat ve maslahatlarını üstlenen, her işte onlara yeten, belâları giderip ihtiyaçları karşılayan demektir. Bu sebeple Allah’ın hakiki vekîl olduğunu bilen kişi, her işinde O’na dayanır, O’na güvenir, sadece O’nunla yetinir ve O’ndan başka şeylere iltifatı terk eder. Fânî sevdaları bırakarak kalbini sadece Allah’ın sevgisine tahsis eder:

4. Allah, bir adam için onun göğüs boşluğunda iki kalp yaratmadı. Kendilerine “Sen bana annemin sırtı gibisin!” demekle annenizin yerine koyup nefsinize haram ettiğiniz eşlerinizi de sizin gerçek anneleriniz kılmadı. Bunun gibi, evlatlık edinip “evladım!” diye çağırdığınız kişileri de sizin öz çocuğunuz yapmadı. Bunlar ağzınıza doladığınız ama hiçbir gerçekliği olmayan boş lâflardan ibârettir. Allah gerçeği söyler ve uyulması gereken doğru yolu gösterir.

5. Evlatlıklarınızı öz babalarına nispet ederek çağırın; çünkü Allah katında doğru olan budur. Eğer öz babalarını bilmiyorsanız, onlar zâten sizin din kardeşleriniz ve aranızda karşılıklı haklar ve vazîfeler bulunan yakın dostlarınızdır. Onları çağırırken yanılarak düşeceğiniz hatalardan dolayı size bir vebâl yoktur; fakat bilinçli ve kasten yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


İslâm geldiği zaman Araplarda iyice kökleşmiş iki âdet vardı:

Zıhâr,
Tebennî.

Zıhâr, bir adamın hanımına “senin sırtın bana annemin sırtı gibidir” dediğinde, o kadının kendi anası gibi sayılması ve artık erkeğin o hanıma yanaşamaması demekti. Bu durumdaki bir kadın ne sıhhatli bir evlilik hayatı sürdürebilir, ne boşanabilirdi. Çözümü olmayan zor bir durumda kalırdı.

Tebennî ise, başkasının çocuğunu evlât edinmek, böylece miras ve evlilik konularında ona öz evladı gibi davranmaktı. Buna göre yabancı bir çocuğu evlâtlık almak isteyen bir adam, halkın önünde o çocuğu evlât edindiğini söyler, artık o çocuk onun öz evlâdı sayılırdı. Onun adına çağrılır, baba ile oğul arasındaki hukûkî durumlar bunlar arasında da geçerli olurdu. Birbirlerine vâris olurlar, baba ile oğul arasındaki nikâh yasakları, bunlar arasında da kurulurdu. Evlâtlık, evlât edenin kızını, kızkardeşini, halasını, teyzesini alamaz; evlât edinen de evlâtlığının dul veya boşanmış hanımıyla evlenemezdi. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de Zeyd b. Hârise’yi bu şartlar içinde evlâtlık edinmişti ve insanlar onu “Muhammed’in oğlu Zeyd” diye çağırıyorlardı. (Buhârî, Tefsir 33/2; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 62)

Bu âdetler, İslâm’ın tesis etmeye çalıştığı âile nizamına uygun olmayıp en tesirli bir yolla kaldırılmaları gerekiyordu. Burada “bir adamın iki kalbi olamayacağı” örnek verilir. Bu örnekle ilk olarak insanın, birisiyle iman, sevgi, ibâdet ve taatle tek Allah’a yöneldiği, diğeri ile de başkalarına yöneldiği iki kalbi olmadığı; aksine insanda sadece tek kalbin bulunduğu ve bunu hangi şeye bağlarsa diğerlerini bırakmak mecburiyetinde kalacağı anlatılır. İkinci Sultan Selim der ki:

“Âşık-ı sâdıkda dil birdir olur mu yâr iki
Hiçbir taht üstüne mümkün müdür hünkâr iki.”


“Bir taht üzerine iki hükümdarın oturması ne kadar imkânsız ise, hakiki bir âşıkın, ancak bir sevgilinin muhabbetiyle dolu olan gönlünde de ondan başkasının aşkı barınamaz. Eğer aksi olabiliyorsa, o âşık tam mânasıyla bir âşık değildir.”

Bununla birlikte, aralarında bulunması gereken çok kuvvetli sevgi bağına işaretle, bir kadının aynı şahıs için hem eş hem de anne olamayacağı, bir çocuğun da iki babası olamayacağı belirtilir. Böylece bu iki câhiliye âdetinin kaldırıldığı haber verilir. Ayrıca evlâtlıkların öz babalarına nispet edilerek çağrılmaları, eğer babaları bilinmiyorsa onlara kardeşçe ve dostça hitap ve muamele edilmesi istenir.

Bu sûrenin 37. âyetinde geleceği üzere “evlatlık”la, özellikle evlatlığın boşadığı kadınla evlilik hususundaki düzenleme, evlatlığı Zeyd b. Hârise’nin boşadığı Hz. Zeynep’le evlenmek sûretiyle ilk defa bizzat Resûlullah (s.a.s.)’in eliyle tatbik edilmiştir. Zıhar ise Mücâdile sûresinin 1-4. âyetlerinde açıkça haram kılınmış ve bu uygulamayı devam ettirmek isteyenlere ceza olmak üzere “kefâret” hükmü getirilmiştir.

İşte böylece ferdî, âilevî ve içtimâî hayatımızın her alanını Rabbimizin istediği şekilde düzenleyen hükümleri bize getiren ve bu hükümleri uygulamamız sâyesinde Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmamıza vesile olan Resûlullah (s.a.s.), elbette bize bizden daha yakın, bize bizden daha merhametlidir:

6. O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır; onun hanımları da mü’minlerin anneleridir. Şu kadar ki, aralarında kan bağı bulunanlar, Allah’ın kitabına göre miras ve yardımlaşma hususunda birbirlerine diğer mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakın ve karşılıklı daha çok hak sahibidirler. Bununla birlikte, her zaman dostlarınıza iyilikte bulunabilir ve onlara vasiyetle mirasınızdan bir miktar mal ayırabilirsiniz. Bu hükümler, kitapta bu şekilde kaydedilmiştir.

Âyet-i kerîmede üç mühim husus beyân edilir:

Birincisi; Peygamberimiz (s.a.s.)’in mü’minlere kendi canlarından daha yakın olmasıdır. Âyet-i kerîmenin bu kısmının iniş sebebi şöyledir:

Allah Resûlü (s.a.s.), Tebük gazvesine çıkmak istediğinde müslümanlara lâzım gelen hazırlığı yapıp bu sefere çıkmalarını emir buyurdu. İçlerinden bazıları:

“- Annelerimiz ve babalarımızdan izin isteyelim” dediler.

Bunun üzerine “O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır” (Ahzâb 33/6) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXI, 151)

Bu ifadede aynı zamanda şöyle bir işârî mâna hissedilmektedir:

“Allah Resûlü (s.a.s.)’in sünnetini kendi arzu ve isteklerinizin önüne geçirin. Kendi istediğiniz şeye değil, Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uyun. Kendiliğinizden hiçbir fikir ve düşünce karıştırmaksızın, Allah Resûlü (s.a.s.)’in işaret buyurduğu yerde durun. Onun ne ilerisine geçmeye çalışın, ne de gerisinde kalın. Sizi ona yaklaştıracak vesile ve sebepleri, kendinizin kıymet verdiği şeylere ve size dostluk gösterisinde bulunan kimselere tercih edin.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 32)

Çünkü Rasûlüllâh (s.a.s.), bir kişinin değil bütün ümmetin babası mesâbesindedir. Onlara kendi ailelerinden, hatta öz canlarından daha yakın, daha müşfik, yumuşak ve merhametlidir. Belki ailesi, eşleri ve çocukları insana zarar verebilir, onu yanıltıp hata ve günah işlemesine sebep olabilir ve onu cehenneme sürükleyebilir. Yüce Rabbimiz bu hususta bizleri şöyle ikaz buyurur:

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar çıkabilir; onlara karşı dikkatli olun! Bununla beraber eğer affeder, hoş görür ve kusurlarını örterseniz bu sizin için bir fazilettir. Hiç şüphesiz Allah da, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Teğâbün 64/14)

Yine mü’minler, çoğu kere kendi nefislerinin kötülüğünden bile emin olamazlar. Zira Rabbimiz:

“Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder.” (Yûsuf 12/53)

Fakat Peygamberimiz (s.a.s.)’in ümmetine olan muamelesi bambaşkadır: Onlara hep iyilikleri emreder, zararlı şeyleri yasaklar. Onları sadece ebedi saadet ve huzura istikâmetlendirecek davranışlarda bulunur.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19)

Rasûlüllâh (s.a.s.)’in bizi davet ettiği şeylerin hepsi, bize hayat veren ve içinde kurtuluşumuzun olduğu şeylerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman onlara uyun.” (Enfâl 8/24)

Bu bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’den, değil çok sevdiği ümmetine, hiç kimseye bir zarar gelmesi mümkün değildir. Çünkü onun mübârek kalbi tüm mahlukata karşı nihayetsiz bir rahmet, şefkat ve merhametle doludur. Onun rahmet ve bereketinden hayvanlar, bitkiler, dağlar ve taşlar da nasibini almıştır.

Rasûlüllâh (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz «Peygamber müminlere kendi canlarında daha yakındır» âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar. Eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım.” (Buhârî, Tefsir 33; Müslim, Ferâiz 14-15)

“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada iman etmiş olmaz.” (Müslim, İman 69-70)

Durum böyle olduğuna göre, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in müminler tarafından ailelerinden, çocuklarından, hatta kendi canlarından bile önde tutulmaya hakkı vardır. Müminler, onu dünyadaki herkesten, her şeyden daha çok sevmeli; onun hükmünü kendilerinkine tercih etmeli ve onun verdiği her emre boyun eğmelidir. Zira onun emirlerine tereddütsüz, cân ü gönülden teslim olmayanlar kâmil mü’min sayılmazlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hayır! Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümlere, içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça gerçek mü’min olamazlar.” (Nisâ 4/65)

İkincisi; Resûlüllâh (s.a.s.)’in hanımları ümmetin erkeklerinin anneleridir. Yani onlar, hürmet ve saygıda müminlerin anneleri mesâbesindedir. Onlarla evlenmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise, öteki yabancı kadınlar gibidirler. Meselâ, gerçek akrabaları dışında bütün müslümanlar onlara namahremdir, yani onların yanında tesüttürlü bulunmalıdırlar. Hatta mü’min erkekler onlardan bir şey isteyecekleri zaman perde arkasından istemeleri hükmü konmuştur. (bk. Ahzâb 33/53) Onların kızları müminlerin gerçek kızkardeşleri gibi değildir; böyle olsaydı hiçbir müslüman onlarla evlenemezdi. Onların kız kardeşleri müminlerin teyzeleri, erkek kardeşleri de mü’minlerin dayıları gibi değildir. Yine gerçek akrabası olmadığı sürece hiç kimse onlara vâris olamaz.

Üçüncüsü; Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret ettiği zaman Ensar-ı kirâmla muhacirleri kardeş yaptı. İslâm tarihinde bu hâdise “muâhât” olarak meşhur olmuştur. Bu öyle bir kardeşliktir ki, beşeriyet tarihinde eşine rastlanması mümkün değildir. Ensâr-ı kirâm, nesi var nesi yok her şeyini, malını, mülkünü kardeşiyle paylaşmaktan nihayetsiz bir zevk alıyor, pek çok zaman kardeşini kendine tercih ediyordu. Onların bu yüksek faziletlerini ve emsalsiz îsar hâllerini methetmek üzere âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş bulunan Ensâr’ın da bu ganimet mallarında hakları vardır. Onlar beldelerine göç eden muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganimetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar. Hatta onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mümin kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada daâhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 59/9)

Ensâr’ın bu işar halini sergileyen şu misal ne kadar ibretlidir.

Allah Resûlü (s.a.s.), Beni Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:

“– Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr-ı kirâm şu muhteşem cevâbı verdiler:

“– Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIX, 250; Kurtubî, el-Câmi‘, XVIII, 25)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Ensar’ın bu meziyetini şöyle medhetmiştir:

“– Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyalık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-Ummâl, XIV, 66)

İşte Efendimiz (s.a.s.) tarafından Medine’de ensâr-muhâcir kardeşliği akdedildiği zaman, onlar birbirlerine bu şekilde yardımcı oluyorlardı. Hatta öldüklerinde birbirlerine vâris olabiliyorlardı. Hicretin 5. senesi bu âyet ininceye kadar bu durum devam etti. Bu âyetle bu uygulama kaldırılarak, bundan böyle ancak akraba olanların birbirlerine vâris olacakları hükme bağlandı.

Ancak âyet-i kerîme akraba hâricindeki din kardeşlerimize iyiliğin yolunu açık tutmaktadır. Buna göre mü’min, akraba dışındaki diğer dost ve arkadaşlarına, malın üçte birini geçmemek şartıyla vasiyette bulunabilir, hediye verebilir ve başka türlü iyilikler yapabilir. Eğer bir müslüman, malından kendisine miras düşmeyen bir din kardeşine vasiyette bulunursa, öldüğünde bıraktığı terekeden öncelikle bu vasiyeti ödenmeli, sonra mirasçılar paylarını almalıdır.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Mirasla alakalı bütün bu taksimatlar, ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra yapılacaktır.” (Nisâ 4/11)

Bu sebeple, bir mesele Allah’ın kitabında, Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetinde nasıl hükme bağlanmışsa o şekilde tatbik edilecektir.

Âyetin bu tevcihi de, İslâm’ın iman kardeşliğine ve bu kardeşliği kuvvetlendirecek vesilelere verdiği ehemmiyeti gösteren çok mühim bir kâidedir.

Âyetin bu kısmına da şöyle bir işârî mâna verilir:

“İyilik, ihsan ve güzel ahlâkınla öyle bir mü’min kardeşliği sergile ki, yabancılar sana dost olsun, uzaktakiler yakın hâle gelsin. Akrabalarınla sıla-i rahmi ihmal etme, bunu artırmaya çalış. Şunu unutma ki sıla-i rahim, evlerin yakınlığı veya ziyaret yerlerinin beraberliği ile değil, kalplerin yakınlığı ile olur. Hoşa giden ve gitmeyen her durumda kardeşinin yardımına koşmakla olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 32)

Bir kısmı önceki âyetlerde haber verildiği üzere Rabbimizin emirlerini tebliğ etmek, anlamak, anlatmak ve yerine getirmek çok dikkat, ciddiyet, sabır ve sebat isteyen bir durumdur. Bu sebeple buyruluyor ki:

7. Biz vaktiyle peygamberlerden dîni tebliğ ve tatbik edeceklerine dâir sağlam söz almıştık: Senden, Nûh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsa’dan. Evet biz onlardan gerçekten çok ağır ve sağlam bir söz aldık.

8. Elbette ki Rabbin, sâdıklara sözlerine dürüstlükle bağlı kalıp kalmadıklarını soracaktır. O, kâfirler için ise çok acı bir azap hazırlamıştır.


Peygamberlerden alınan söz, tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve diğer peygamberleri tasdik etmeleri hususundadır. Allah Teâlâ kıyamet günü, risâletlerini tebliğ ve ifâ etme sözlerine gösterdikleri bağlılığı ümmetleri huzurunda soracaktır. Ümmetlere de peygamberlerine icâbet edip etmediklerini soracaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Biz elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.” (A‘râf 7/6)

“O gün Allah onlara seslenecek ve: «Peygamberlerin davetine ne cevap vermiştiniz?» diye soracak.” (Kasas 28/65)

Burada ismi zikredilen beş peygamber, “Rasûlüm! Azim ve kararlılık sahibi peygamberler nasıl sabrettilerse sen de öylece sabret” (Ahkâf 46/35) âyetiyle işaret edilen ulu’l-azm peygamberlerdir. Allah katındaki şan ve şereflerine işaret etmek üzere ismen zikredilmişlerdir. Efendimiz (s.a.s.)’in başta zikredilmesi, ona tâzim içindir. Hz. İsa’nın annesinin ismiyle birlikte anılması ise, hıristiyanların zannettikleri gibi İsa’nın Allah’ın oğlu değil, Meryem’in oğlu ve bir insan olduğunu belirtmek içindir.

Mü’minler, burada bahsi geçen ve geçmeyen peygamberler gibi, büyük bir sadakatle Allah’a verdikleri kulluk sözlerine bağlı kaldıkları sürece, Allah da onlara olan sözünü yerine getirecek ve onları yardımsız bırakmayacaktır. İşte bunun canlı tarihî misalleri:

9. Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani o zaman düşman orduları sizi kuşatmıştı; biz de onların üzerine şiddetli bir rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, ne yapıyorsanız hepsini çok iyi görüyordu.

10. O sırada düşman orduları üstünüzden ve altınızdan size saldırmıştı da, korkudan gözler yerinden kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Hatta Allah hakkında yakışıksız, olmadık zanlar besliyordunuz.

11. Mü’minler orada böyle çetin şartlarla denendiler ve sarsıldıkça sarsılıp, şiddetle silkelendiler.


Hicretin beşinci yılında Kureyş ve Gatafan kabileleri topluca Medine üzerine yürümüşlerdi. müslümanlarla ittifakı bulunan Medine’deki Benî Kurayza kabilesi de, ihânet ederek onlarla birleşmişti. Böylece düşman ordusunun sayısı 12.000 kişiye varıyordu. Resûlullah (s.a.s.), ashâbıyla istişâre ederek, Araplarda adet olmayan bir savaş taktiği uyguladı: Düşmanın Medine’ye saldırabileceği mevkiye hendek kazdırdı ve askerlerini, hendekten çıkan toprakların ardına mevzilendirdi. Medine’yi işgal edip müslümanları ortadan kaldırmak hayaliyle gelen düşman orduları beklemedikleri bir engelle karşılaştılar. Bir türlü hendeği aşamadılar. Bir ay kadar süren kuşatma sırasında bir taraftan yardım alamayan müslümanlar iyice bunaldılar, zor durumda kaldılar. Bütün ümitlerin kaybolmaya yüz tuttuğu ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” feryatlarının yükseldiği anda bir mûcize vuku buldu: Birden ortaya çıkan soğuk bir fırtına, düşman çadırlarını söküyor, ateşlerini söndürüyor, atlarını ürkütüyor, düşmanı toza dumana boğuyordu. müslüman askerlerin etrafında sahipleri görünmeyen tekbir sesleri işitiliyordu. Bunlar müslümanlara yardıma gelen melek orduları idi. Nihâyet düşman orduları hezimete uğrayıp, çekilip gittiler. Daha sonra Benî Kurayza kabilesinden de bu ihânetlerinin hesabı soruldu. İşte bu ve devam eden âyetler Hendek veya Ahzâb savaşı olarak bilinen bu hâdiseden bahsetmektedir:

12. O vakit münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar: “Meğer Allah ve Rasûlü bize zafer adına sadece boş bir vaatte bulunmuşlar” diye söyleniyorlardı.

13. Onlardan bir grup: “Ey Medine halkı! Siz burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp derhal geri dönün!” diyordu. İçlerinden bir başka grup da: “Evlerimiz sahipsiz, korumasız!” diyerek Peygamber’den izin istiyordu. Oysa evleri hiç de korumasız değildi. Onların bütün derdi savaştan kaçmaktı.

14. Eğer şehrin her tarafından girilip onların üzerine saldırılsaydı ve kendilerinden karışıklık çıkarmaları yahut dinden dönmeleri istenseydi, bunu mutlaka yaparlardı; bunu yapmakta da fazla gecikmezlerdi.

15. Oysa daha önce onlar, ne olursa olsun düşman karşısında geri dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah’a kesin söz vermişlerdi. Şunu bilin ki, Allah’a verilen sözün hesabı mutlaka sorulacaktır!


Can ve malın tehlikelere maruz kaldığı savaş anları, imanın ciddi bir imtihandan geçirildiği, ondaki zafiyetin, içinde taşıdığı küfür ve nifak izlerinin iyice belirginleştiği kritik zamanlardır. Geniş ve rahat zamanlarda gizli kalıp kendini göstermeyen menfi duygular, dokunan tahrik edici iğne uçlarıyla deprenmeye ve gün yüzüne çıkmaya başlar. Kalp küpünün içine depolanmış nifak tortuları gevşeyip eriyerek dilden dökülür. Savaşın şiddeti arttıkça iç yüzlerin dışa yansıması daha da kolaylaşır ve netleşir. Böyle durumlarda, kimsenin gerçek kişiliğini gizleyebilme imkânı kalmaz. İşte Hendek savaşında da kalabalık düşman orduları tarafından kuşatma altına alınan, bir ay geçmesine rağmen zafere ait müspet en küçük bir işaret bile göremeyen, hatta ellerindeki zaruri ihtiyaç maddeleri bile sıfırlanan münafıklar ve zayıf imanlı kimseler, imtihanı kaybetmişler, içlerindeki marazı kusmuşlar ve bahane uydurarak savaştan kaçmaya çalışmışlardır.

Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbıyla birlikte hendeği kazarken büyük bir kayaya rastlandı. Kayayı sökmeyi veya kırmayı başaramayan askerler, durumu Efendimiz (s.a.s.)’e arz ettiler. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta “Allahu Ekber” diyor ve “İran, Suriye, Yemen” gibi ülkeleri zikrederek ileride müslümanlara nasip olacak fetihleri bir bir müjdeliyordu. Bu müjdeyi işiten yahudiler ve münafıklar ise “Biz korkudan helaya gidemezken o bize İran ve Bizans’ın hazinelerini müjdeliyor, bu aldatmadan başka bir şey değil” demişlerdi. (Nesâî, Cihad 42; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 130-131) Bir kısmı arkadan orduyu ifsat etmek, azimlerini kırıp geri döndürmek için faaliyet yürütürken, bazıları da Medine’de bıraktıkları evlerinin açık, sahipsiz ve korumasız olduğunu bahane ederek cepheden kaçmaya çalışmışlardı. Bunların hepsi nifakın ve iman zafiyetinin açık nişâneleri idi. Bunlar arasında Uhud savaşında yılgınlık gösterdikleri için tevbe edip, bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resûlullah (s.a.s.)’e söz verenler de vardı. Fakat bunlar da sözlerinden dönmüşlerdi. Halbuki Allah’a verilen sözün bir mes’uliyeti, bir bedeli vardır. Bu mutlaka sorulur ve tutulmazsa cezası verilir.

13. âyette geçen يَثْرِبُ (Yesrib), Medine’nin Allah Resûlü (s.a.s.)’in hicretinden önceki ismiydi. “Kurak, çorak yer” anlamını taşıyordu. Efendimiz (a.s.), gelince onu Medine olarak değiştirmişti. Münafıklar buna rağmen Yesrib demekle, içlerindeki nifâkı ortaya koyuyorlardı.

Böyle imanı zayıf, sabrı az, gevşek karakterli münafık tiplere şu gerçekleri hatırlatmak faydalı olabilir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. De ki: “Eğer ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bilin ki bu kaçışın size bir faydası olmayacaktır. Çünkü bugün ölümden kaçsanız bile, dünya nimetlerinden ancak pek az bir süre faydalanacaksınız.”

17. De ki: “Allah size bir kötülük dilerse sizi O’ndan kim koruyabilir? Yahut size bir rahmet dilerse buna kim engel olabilir? Eğer Allah onları terk ederse, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulabilirler, ne de bir yardımcı.


Kimin ne zaman öleceği Allah’ın ilminde bellidir. Eceli gelmeden bir insanın ölmesi mümkün olmadığı gibi, eceli gelen bir insanın da ölümünü engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu sebeple ölme veya öldürülme korkusuyla savaştan kaçmak, insanın hayatına bir şey kazandırmayacaktır. Çünkü böyle davranan insan ne bu dünyada ebedî yaşayabilecek, ne de dünyanın tüm servetine sahip olabilecektir. Ancak mukadder olan birkaç yıl daha yaşayacak, yiyip içecek ve mutlaka ölecektir. O halde akıllı insan, ebediyen fayda verecek bir yolu bırakıp çok az bir menfaati tercih etmemeli; Allah yolunda savaşmaktan asla kaçmamalıdır. Hem yaşasa da kalan ömründe ne tür süprizlerle karşılaşacağı belli değildir. Allah onun için kötülük mü dileyecek, rahmet mi isteyecek o da meçhuldür. Hiç kimsenin de Allah’ın takdirini değiştirme imkânı yoktur. O halde kulun tüm varlığı ile Allah’a yönelmesi, yalnız O’nu dost ve yardımcı bilmesi ve her işini O’nun rızâsını arayarak yapması en güvenli yoldur.
Gelen âyetler, savaş durumu karşısında gerçek kimliklerini sergilemeye başlayan münafıkların iç dünyalarına ışık tutmaktadır:

18. Allah, içinizden başkalarını savaştan alıkoymaya çalışanları ve yandaşlarına: “Hayatınızı tehlikeye atmayı bırakın da, bize katılın!” diyenleri de elbette bilmektedir. Zâten bunlar savaşa pek az katılırlar.

19. Onlar, Allah yolunda size yardımcı olmada çok cimri ve pek isteksizdirler. Korku dolu anlar geldiğinde onları, üzerlerine ölüm baygınlığı çökmüş kimsenin bakışı gibi, gözleri korkudan yerinden fırlamış bir halde yardım için sana baktıklarını görürsün. Korku hâli geçtiğinde ise, elde edecekleri mala karşı aşırı hırslı kimseler olarak keskin dilleriyle sizi incitirler. Onlar gerçekte iman etmiş değillerdir. Bu yüzden Allah da onların bütün yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Şüphesiz bu, Allah için pek kolaydır.

20. Savaştan kaçıp evlerine sığınan bu münafıklar, şiddetli korkularından dolayı düşman ordularının henüz dağılıp gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer o düşman orduları tekrar gelecek olsa, gönülden isterler ki, keşke kendileri çöllerde yaşayan bedevîler arasında bulunsalar da, gelenlere sizin haberlerinizi uzaktan uzağa sorsalar. Zâten size katılmış olsalardı bile doğru dürüst savaşmazlardı.


Müslüman safları dağıtmaya çalışan ve yandaşlarını evlerinde oturmaya çağırıp böylece insanları savaştan alıkoyan münafıkların üç bâriz vasfı canlı tablolar halinde tasvir edilir:

Bunlar mü’minlere karşı çok hasistirler, cimridirler:

İçlerinde müslümanlara karşı bir çekememezlik, cihada ve onların elde ettikleri ganimete karşı bir kıskançlık, müslümanlara yönelik duygu ve düşüncelerinde bir cimrilik vardır. müslümanlarla beraber savaşmak istemezler, ellerindeki imkânları fakirlerle paylaşmazlar ve Allah yolunda harcamada cimrilik gösterirler. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 152-153)
İkinci olarak onların korku halinde ne kadar perişan ve çaresiz bir duruma düştükleri tasvir edilmektedir:

Onlar, savaşta düşmanların hücumuyla birlikte korku dolu anlar gelince, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi, gözleri dönerek bakarlar. Bu, korkan bir insanın iç âleminde olup bitenleri muşahhas hale getiren canlı bir tablodur. Burada resmedilen hareketler ve tavırlar, tir tir titreyen ve ödleri kopan korkakların dehşet anındaki durumlarını anlatmaktadır. Daha dikkat çekici taraf ise, korku gidip yerini güvenliğe bırakmasından sonraki durumlarıdır. Onlar, korku gittikten sonra saklandıkları deliklerinden çıkar, sivri dilleriyle müslümanları incitirler. Biraz önce korkudan tir tir titreyen bu ödlekler seslerini yükseltmeye başlar, kabararak etrafa caka satarlar. Güvenli ortamda ortaya çıkıp şişinirler; utanmadan nasıl savaşta zorluklarla karşılaştıklarını, ne yararlı işler becerdiklerini, büyük bir cesaretle savaş alanına atıldıklarını anlatıp dururlar. Ayrıca onlar, bütün bu iddialara, övünmelere ve bol keseden atmalara rağmen iyilik adına güçlerini, çabalarını, mal ve canlarını harcamazlar, fedakârlıkta bulunmazlar. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2840) Onların bu duruma gelmelerinin sebebi ise gerçek mânada inanmamış olmalarıdır.

Münafıkların Hendek savaşı sürecindeki durumları ise gülünç ve küçük düşürücü bir şekilde şöyle tasvir edilir:

Bu korkaklar, düşman birlikleri çoktan dağılıp gittikleri halde, onların henüz Medine’den gitmediklerini sanıyor ve hâlâ korkudan titriyorlar. Kaçıp bir köşede sinmeye çalışıyorlar. Düşman birliklerinin gittiklerine, korkunun gidip güvenliğin geldiğine bir türlü inanamıyorlar. Burada yine oldukça alaycı bir ifade ve tahkir edici bir tasvir yer almaktadır: Eğer düşman birlikleri tekrar gelmiş olsalardı, bu korkak yürekli insanlar, hiçbir zaman Medine’de bulunuyor olmayı tercih etmez, bilakis Medinelilerin içtimâî, iktisâdî ve siyâsî hayatlarıyla bir alakaları bulunmayan bedevi Araplardan olmayı, çöllerde yaşamayı isterlerdi. Böylece Medine’de neler olup bittiğini bilmemiş olmayı, aradaki uzaklığın ve ayrılığın boyutlarını vurgulamak ve orada yaşanan dehşet dolu anlardan uzak bulunmak bakımından Medine’ye ilişkin bilgileri bir yabancının diğer bir yabancıdan sorması gibi uzaktan edinmeyi isterlerdi. Evlerinde oturmuş, savaştan uzak olmalarına ve doğrudan savaşa katılmamalarına rağmen bu tür komik temennilerde bulunurlardı. Onlar savaşa girmedikleri ve ondan uzak bulundukları halde paniğe kapılmış, yürekleri ağızlarına gelmişti. Savaşa girmeden önceki hali böyle olanlar, peki savaşa katılsalar ne yaparlardı. Ayet buna cevap vererek, “Zaten size katılmış olsalardı bile doğru dürüst savaşmazlardı” (Ahzâb 33/20) buyurmakta ve bununla birlikte tablo tamamlanmaktadır. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2841)

Halbuki insanlar savaşta ve barışta, kulluk ve ahlâkta, hâsılı hayatın her safhasında kendilerine Allah Resûlü (s.a.s.)’i örnek alabilseler, böyle içler acısı duruma düşmekten kurtulacakları gibi, izzet ve şeref dolu bir hayat yaşayarak Allah katında değerli bir kul payesine erişeceklerdir:

21. Allah Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır.

Resûlullah (s.a.s.), hayatın her sahasında ve her seviyeden insan için en mükemmel bir örnek, en büyük fazilet numûnesidir. O, hem dini hükümleri nazarî olarak tebliğ etmiş, hem de bunları kendi yaşayışıyla tatbik, izah ve tarif etmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) itikatta, amelde, muâmelâtta, ahlâk ve âdâbta örnektir. Savaşta-barışta, zorlukta-kolaylıkta, darlıkta-genişlikte nasıl davranılacağı hususunda da örnektir. O (s.a.s.) manevî sahada bir mürşid, bir âlim ve muallim, en mükemmel bir ahlâk modeli, bir terbiyeci, bir devlet başkanı, bir kumandan, bir diplomat, bir eş, bir baba, bir arkadaş, bir komşu ve insanlar içinde onlardan bir fert olarak her sahada örnek olmuştur. Dolayısıyla müslümanlar, hayatlarının her yönünde Allah Resûlü’nü örnek bir şahsiyet kabul etmeli, onun söz, fiil ve davranışlarını fiilî kıstas olarak alıp, şahsiyet ve karakterlerini ona göre şekillendirmelidirler.

Ancak burada Resûlullah (s.a.s.)’i örnek alacak, buna kendini mecbûr hissedecek kimselerin mümeyyiz vasıfları haber verilir. Bunlar:

Allah’a iman etmek; O’nun huzuruna varıp hayatın hesabını vereceği korkusunu taşımak. Allah’a imanı, Allah sevgisi ve korkusu olmayan onu örnek alamaz.
Âhirete iman etmek; yaptıklarının hassas terazilerde tartılıp ona göre iyi ya da kötü karşılık göreceğini kesinlikle bilmek. Buna göre Allah’tan ümidi kesen, kıyametin kopacağına inanmayan, bütün himmeti dünya hayatı ve zevkine yönelmiş olan kimseler Efendimiz’i örnek almazlar, alamazlar.
Allah’ı çok çok zikretmek. Dolayısıyla Allah’tan gâfil olan kimseler Efendimiz’i örnek alamazlar.

Hak dostlarından Hâtem-i Esam (k.s.) şöyle der:

“Üç şey var ki, ona üç şey eklenmeden bir şey beklemek boşuna bekleyiştir. Bekleyip bir şey bulacağını iddia eden de yalancıdır. Şöyle ki:

Allah’tan korktuğunu söyleyen kimse, haramlar şöyle dursun şüpheli şeylerden sakınmıyorsa, Allah’tan korkma işinde yalancıdır.

Cenneti arzulayan kimse Allah yolunda malını harcamıyorsa yalancıdır.

Resûlullah (s.a.s.) için kalbinde sevgi taşıdığını iddia eden kimse fakr hâlini sevmiyorsa o da yine yalancıdır.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 263-264)

Demek ki, Allah’a inanan, Allah’ın rahmet ve lütfuna ereceği umudunu taşıyan, bununla birlikte hakkında verilecek nihâî kararın, dünyadaki söz, fiil ve davranışlarının; itikat, ibâdet, muamelât, ahlâk ve adabının; şahsiyet ve karakterinin, Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında sergilediği en güzel numûnelere ne derece benzediği hükmüne bağlı olacağı bir “Hüküm Günü”nün geleceğinden şüphesi bulunmayan ve böyle bir korku ve ümit içinde hiçbir zaman Allah’ı dilinden, kalbinden düşürmeyen kimseler, O Üsve-i Hasene (s.a.s.)’i örnek almak için bütün güçlerini sarf ederler. Ebedî kurtuluşlarını onda ararlar.

Şimdi, kendilerine Peygamber (s.a.s.)’i örnek alan mü’minlerin zor zamanda sergiledikleri güzel hallerinden bir kesit sunularak buyruluyor ki:

22. Mü’minler, düşman ordularını karşılarında görünce korkmayıp: “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize haber verdiği şeydir. Allah ve Rasûlü verdikleri her haberde elbette doğruyu söyler” dediler. Bu durum onların sadece iman ve teslîmiyetlerini artırdı.

23. Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze dâimâ bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi sözünün gereğini yerine getirip O’nun yolunda can vermiş, kimi de sırasını beklemektedir. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.

24. Elbette Allah, sözlerinde duranları doğrulukları sebebiyle mükâfatlandıracak; münafıkları da dilerse cezalandıracak veya onlara tevbe nasip edip tevbelerini kabul buyuracaktır. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


İşte kendilerine Allah Resûlü (s.a.s.)’i örnek alan bu mü’minler, onun nebevî terbiyesinde yetiştikleri, O’nun ahlâkıyla ahlâklandıkları, gönül dünyalarını onun dokusuyla dokudukları ve ruh âlemlerini onun rûhî güzellikleri ile tezyîn etmeye çalıştıkları içindir ki düşman ordularını görünce, münafıklar gibi, temkin ve cesaretlerini kaybetmediler. Bilakis bunun Allah ve Rasûlü’nün haber verdiği bir gerçek olduğuna ve mutlaka galip geleceklerine inandıkları için sabrettiler, direndiler. Bu durum karşısında ancak iman ve teslimiyetleri arttı. Bir kısmı, fırsat doğdu, Allah’a verdiği sözü hemen yerine getirdi ve şehit oldu. Bir kısmı da şehitliği beklemektedir. Bunların da bütün arzuları fırsatını bulduklarında Allah yolunda şehit olmak, can emânetini o Yüce Dost’a seve seve fedâ etmektir. Bu hususta iradelerinde hiçbir çözülme ve sözlerinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Şâirin dediği gibi:

“Erler ki din yolunda ederler fedâ-yı cân
Dersek olur şehâdete biz ihtidâ-yı cân.”
(Abdulhak Hamit Bey)

“Gerçek erler, canlarını Allah yolunda seve seve verirler. Biz şehitliğe «cânın ihtidâsı yâni Allah’a ulaşan doğru yolu tutması» desek aslında gerçeği söylemiş oluruz.”

Allah da, sözlerine sadık kalan bu seçkin kullarının mükâfatını fazlasıyla verecektir. Onların bu sadakatini kendilerine örnek alıp hâlini düzeltmek isteyen münafıklara da, dilerse tevbe nasip edip affedecektir.

Uhud’da şehîd olan Enes b. Nadr (r.a.)’ın hâli, şehit olma sözünde duran gerçek yiğitlere ne güzel bir misaldir. Hz. Enes hadiseyi şöyle anlatmaktadır:

Amcam Enes b. Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılamamıştı. Bu ona çok ağır geldi:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşa katılmayı nasîb ederse, neler yapacağımı elbette görecektir” dedi. Uhud savaşına katıldı. Müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kastederek:

“- Rabbim! Bunların yaptıklarından dolayı sana özür dilerim” dedi. Müşrikleri kastederek de: “Bunların yaptıklarından da berîyim yâ Rabbi!” deyip ilerledi. Sa‘d b. Muâz’la karşılaştı ve:

“–Ey Sa‘d! İstediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum” dedi. Sa’d daha sonra hâdiseyi Peygamber Efendimiz’e naklederken:

“−Ben onun yaptığını yapamadım yâ Resûlallah” demiştir. Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı. İşte bu âyet, amcam ve onun gibiler hakkında nâzil oldu. (Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148)

Candan fedâkârlığın, destanlara yakışır güzellikteki misallerinden birini de Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın askerleri göstermiştir. Onlar; “İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) hadîs-i şerîfinin şümûlüne girebilmenin canhıraş mücâdelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar üzerlerine dökülürken Bizans’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îman vecdi içinde:
“–Bugün şehîd olma sırası bize geldi” diyor ve Allah yolunda ölümü âdeta gülümseyerek karşılıyorlardı.

Verilen misallerden anlaşıldığı üzere, kulluk sözlerinde durup canları ve mallarıyla cenneti satın almak için çalışanlar her daim kazançlı çıkacakları gibi, inkâr yolunu tutanlar da hep kaybedenlerden olacaktır:

25. Allah, inkâr edenleri tüm kin ve öfkeleriyle birlikte geri çevirdi; arzu ettikleri hiçbir iyiliğe nâil olamadılar. Allah, rüzgâr ve melekleri yardıma göndererek savaş hususunda mü’minlere yetti. Onların savaşmasına gerek kalmadı. Çünkü O, çok kuvvetlidir, mağlup edilemez bir kudrete sahiptir.

26. Ehl-i kitaptan onlara yardım eden Kurayza yahudilerini de kalelerinden söküp çıkardı ve kalplerine o müthiş korkuyu saldı. Öyle ki, siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.

27. Allah onların yerlerine, yurtlarına, mallarına hatta henüz ayak bile basmadığınız nice topraklara vâris kıldı. Allah’ın her şeye gücü yeter.


Resûlullah (s.a.s.), Kurayza yahudileri ile, Kureyş ve müttefikleri Medine’ye hücum ettiklerinde bu saldırılara müslümanlarla birlikte karşı koyacakları hususunda bir anlaşma yapmıştı. Fakat bunlar, Hendek savaşının en kritik zamanında hıyânet ettiler. İçeriden düşmanları desteklediler. Medine’yi kuşatma altına alan düşman birlikleri çekilince, yahudiler hıyânet suçunun cezasını çekeceklerini anladılar. Derhal savaş vaziyetine geçip Medine civarındaki kalelerine çekildiler. Allah Resûlü (s.a.s.), düşman çekilince, müslümanlar daha dinlenmeden Kurayza üzerine yürüme emri verdi:

“–İşiten ve itâat eden herkes ikindi namazını Benî Kurayza yurduna varmadan kılmasın!” buyurarak yahudiler toparlanmadan harekete geçti. (Buhârî, Meğâzî 30) Kurayza oğullarının bulundukları kaleleri kuşatma altına aldı. Kuşatma 25 gün kadar sürdü. Sonunda Ensâr’ın ileri gelenlerinden Sa‘d b. Muaz (r.a.)’ı hakem seçip hükmüne razı olacaklarını bildirdiler. Eğer merhamet ummanı Efendimiz (s.a.s.)’in hükmüne razı olsalardı, belki o daha önce yine yahudilerden Benî Kaynuka kabilesine uyguladığı cezayı uygulayabilirdi. Sa‘d onlara kendi Tevrat şeriatlarının hükmünü uyguladı. Savaşa katılanların öldürülmesine, geride kalan kadın, çocuk ve yaşlıların esir edilmesine hükmetti. Onlardan 400 kadar savaşçı öldürülüp arazileri müslümanların eline geçti.

Unutmamak gerekir ki, İslâm’ın ve müslümanların gelişip büyümesi için bu tür dünyevî zaferlerin kazanılması, ganimetlerin elde edilmesi önemli olmakla birlikte, buna paralel olarak aynı seviyede veya daha ileri derecede nefislerle amansız bir şekilde mücâdele edilerek manevî zaferlerin kazanılmasına önem verilmelidir. Bu vesileyle buyruluyor ki:

28. Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: “Eğer dünya hayatını ve onun zînetini istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi verip sizi güzellikle boşayayım.”

29. “Yok eğer Allah’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, hiç şüphe yok ki Allah, sizden güzel güzel işler yapanlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”


Önceki âyetlerde temas edildiği üzere, hicretin beşinci yılında Hendek savaşından sonra Kurayza oğulları bertaraf edilmiş, onların malları ve toprakları müslümanların eline geçmişti. Başka vesilelerle de Medine’ye ganimet malları gelmeye başlamıştı. Böylece İslâm toplumunun maddî şartları nispeten iyileşmişti. Diğer taraftan Enfâl sûresinin 41. âyetiyle ganimetlerin beşte biri, devlet işlerine sarf edilmek üzere Resûlullah (s.a.s.)’e tahsis edilmişti. Efendimiz (s.a.s.)’in eline maddî imkânların geçtiğini ve diğer müslüman kadınların da dünya nimet ve zînetlerinden daha fazla faydalandığını fark eden Peygamberimiz’in eşleri, bu refahtan biraz da kendilerinin yararlanma taleplerini dile getirdiler. Peygamberimiz (s.a.s.), eğer isteseydi onların bu taleplerini yerine getirir ve bir sıkıntı da ârız olmazdı. Fakat, dünyaya yüksek bir zühd anlayışıyla yaklaşan ve en fakir insanların hayat ölçülerini kendine mizan alan Allah Resûlü (s.a.s.), gelen ilâhî tâlimat gereğince onların bu taleplerini uygun bulmadı. Çünkü bu âyetler, Peygamberimiz (s.a.s.)’e hanımlarıyla birlikte, eski zühd ve sâde hayatına devam etmesini emrediyordu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) hanımlarını yanına topladı. Hz. Âişe’den başlayarak:

“–Ben sana bir husus arz edeceğim. Cevap vermede acele etme! Anne babanla istişâre ettikten sonra da cevap verebilirsin” dedi. Âişe (r.a.):

O husus nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorunca, Efendimiz inen âyetleri tilâvet buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe hemen:

“–Yâni sizi tercih meselesinde mi âilemle istişâre edeceğim? Aslâ! Ben Allah’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum” karşılığını verdi. (Müslim, Talâk 29)

Hâsılı Efendimiz (s.a.s.) onları, ya alışageldikleri sade hayata devam, ya da boşanma arasında muhayyer bıraktı. Onlar da dünya hayatını değil, Peygamberimiz (s.a.s.) ile beraber olmayı tercih ettiler.

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, İslâm toplumu içerisinde önderlik yapan, toplumun idâresi ve terbiyesiyle mesul olan kişilerin, fert ve aile olarak her hususta tebalarına örnek teşkil etmeleri, söyledikleriyle yaptıklarının birbirine uygun olması mühim bir düstûrdur. Çünkü insanlar, umûmen, kendilerini yöneten insanların haliyle hallenir, onların istikâmet ve temâyüllerine göre kendilerine bir yol edinirler. Bu hususlarda örnek bir şahsiyet sergilemenin ehemmiyetini gösteren şu misâller pek ibretlidir:

Birinci misal:

Hz. Ömer’in halîfeliği zamanında Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedildi ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil oldu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri İslâm dünyasının merkezi olan Medine-i Münevvere’ye akmaya başladı. Mü’minlerin refah seviyesi yükseldi. Fakat mü’minlerin halîfesi Ömer (r.a.), bu refah seviyesine karşı müstağnî kalmış bir gönül zirvesinde, devletin ihtişâmına, beytü’l-mâlin zenginliğine rağmen, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bazan borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı tercih ediyor ve bununla da zor geçiniyordu. Ashâbın ileri gelenleri, onun bu hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hz. Ömer’in kızı ve aynı zamanda Allah Resûlü (s.a.s.)’in eşi Hz. Hafsa’ya başvurdular. İsimlerini vermeyerek, babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hafsa (r.a.), ashâbın bu teklifini babasına açtı. Allah Resûlü (s.a.s.)’in gün boyu açlık çekip de karnını doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlere şâhid olmuş olan Ömer (r.a.), kızı Hafsa’ya:

“–Kızım! Resûlullah’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.

“–Kifâyet miktarı, ancak yetecek derecede idi” cevâbını alınca, Hz. Ömer sözüne şöyle devam etti:

“–En sevdiğim iki dostum Peygamberimiz’le Ebubekir ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. İlk olarak Peygamberimiz varacağı makâmına vardı. Ebubekir aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” dedi. (bk. Müslim, Zühd 36; Ahmed b. Hanbel, Zühd, s. 125)
İkinci misal:
Emevî halîfelerinden Velid b. Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlâk ve binâ merakına düştüler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu. Süleyman b. Abdülmelik, yiyip içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme içme lâkırdılarıyla vakitlerini İsrâf ederlerdi. Ömer b. Abdülazîz ise âbid, zâhid ve takvâ sahibi bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet ezberledin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve Allah yolunda ne kadar harcadın?” gibi sözler konuşulur, böylece insanlar birbirlerini hayra teşvik ederlerdi. (Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kâhire 1939, V, 266-267)

Üçüncü misal:

Ömer b. Abdülazîz (r.h.), halîfe olduğu günden itibâren, eğer kendisiyle beraber asgari geçim şartlarına razı olmadığı takdirde hanımını boşanmak üzere muhayyer bırakmış, çocuklarına karşı muamelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk büyük kalabalıklar hâlinde Ömer b. Abdülazîz’e bey’at ederken izdiham sebebiyle oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer b. Abdülazîz, oğluna:

“–Evlâdım, git elbiseni diktir. Zira bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti.

Ömer b. Abdülazîz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer b. Abdülazîz, yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, şu cevâbı aldı:

“–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.”
Onların bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer b. Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına:
“–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünya nimetlerine tâlip olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi” dedi.

İşte Kur’an’ın ihyâ edici gür sedâsı, Resûlullah (s.a.s.)’in yaşadığı İslâmî hayatın mânasını derinden idrak eden böyle mümtâz şahsiyetlerin hal dilleriyle seslendirilerek, yeryüzünün bütün ufuklarını sarmıştır.

Bu kez ilâhî hitap bizzat Efendimiz’in eşlerine yönlendirilerek, bir taraftan kalpleri şiddetle sarsan, diğer taraftan ise ruhları huzûr ve itminânın doruk noktalarına tırmandıran bir edayla buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
30. Ey Peygamber hanımları! Sizden kim çirkinliği âşikâr bir günahla huzurumuza gelirse, onun cezası iki kat verilecektir. Şüphesiz bu, Allah için pek kolaydır.

31. Sizden kim de Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, sâlih ameller işlerse, onun mükâfatını iki kat vereceğiz. Biz ona cennette çok hoş, güzel ve bol bir rızık hazırlamışızdır.


30. âyette yer alan اَلْفَاحِشَةُ (fâhişe) kelimesi, zinâ da dâhil olmak üzere hayasız, terbiyesiz, çirkin işleri ifade eder. Resûlullah (s.a.s.)’e baş kaldırarak, onu zor durumda bırakacak ve kederlendirecek hareketlerde bulunmak da bunun muhtevâsına dâhildir. Fakat buradaki ifade, Resûlullah (s.a.s.)’in hanımlarından birinin böyle bir edepsizlik yapmış olma ihtimali bulunduğu mânasına gelmez. Bilakis bu ikaz, onların mü’minlerin anneleri olduklarını unutmamaları gerektiğini, bu sebeple ahlâkî mes’uliyetlerinin büyük olduğu ve davranışlarının mükemmel, temiz ve saf olması lâzım geldiğini beyân eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e hitap ederek: “Eğer Allah’a ortak koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa gider” (Zümer 39/65) buyurur. Elbette ki bu, Efendimiz (a.s.)’ın şirk koşma ihtimali olduğu anlamına gelmez; bilakis Peygamber (s.a.s.)’e ve bu vesileyle diğer müslümanlara, şirkin çok çok sakınılması gereken büyük bir günah olduğunu hatırlatır.

Bununla birlikte, Efendimiz’in eşleri faraza böyle bir suçu işleseler, Peygamber’in hanımı olmak gibi büyük bir makamda bulunmaları sebebiyle ve o makamın değerini zedelemenin bir bedeli olmak üzere, cezaları, diğer hür kadınlarınkinin iki katı olacaktır. Bu durumda Peygamber hanımı olmaları onları kurtarmayacak, sonsuz kudret ve kuvvet sahibi olan Allah onları hesaba çekip cezalandıracaktır. Buna mukâbil onlar günahtan uzak durup, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederek sâlih ameller işledikleri takdirde de, yine bulundukları o yüksek makamın gereği olarak, diğer kadınlara göre iki kat mükâfat elde edeceklerdir.
Allah Teâlâ bu meseleyi böylece karara bağlamıştır. Çünkü:

32. Ey Peygamber hanımları! Siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Allah’a gönülden saygı duymalı, O’na karşı gelmekten sakınmalı ve dâimâ konumunuzun gerektirdiği şekilde davranmalısınız. Bu sebeple, nâmahrem bir erkekle yumuşak ve cilveli bir edayla konuşmayın ki, kalbinde hastalık bulunan kimse size karşı herhangi bir şeytânî ümide kapılmasın. Size yaraşır şekilde ciddî ve ölçülü konuşun!

33. Dışarı çıkmanızı gerektiren zarurî bir sebep olmadıkça evlerinizde ağırbaşlılıkla oturun. Mecburi bir iş için çıkmanız gerektiğinde ise, eski câhiliye devri kadınlarının yaptığı gibi, süslerinizi ve câzibenizi dışarı vurarak çıkmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Peygamber’in şerefli hâne halkı! Allah bu emirleriyle sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.

34. Evlerinizde size okunan Allah’ın âyetleri ve hikmet düstûrları üzerinde çalışın ve bunlardan gerekli dersi alın. Şüphesiz Allah, her şeyin bütün inceliklerini bilir ve her şeyden hakkiyle haberdârdır.


Peygamber (s.a.s.)’in hanımları, diğer kadınlardan biri gibi değildir. Onlar, Peygamberlerin en hayırlısının eşleri ve mü’minlerin anneleridir. Dolayısıyla, eğer Allah ve Resûlü yanındaki şereflerini artırmak ve devam ettirmek istiyorlarsa, şu hususlara dikkat etmek ve ümmetin diğer kadınlarına da güzel bir numûne olmak mecbûriyetindedirler:

Birincisi; takvâ: Allah’a gönülden saygı duymalı, kalpleri Allah korkusuyla çarpmalı, O’na karşı gelmekten sakınmalı ve dâima bulundukları yüce makamın gerektirdiği şekilde davranmalıdırlar. Nefsin bütün menfî temayüllerini silmeli, ruhânî melekeleri şahlandırıp zirveleştirmelidirler.

İkincisi; zaruretler halinde yabancı erkeklerle konuşmalarında bir sakınca yoktur. Fakat onlarla konuşmak veya onların sözüne cevap vermek durumunda kaldıklarında yumuşak, tatlı ve cilveli bir edâ ile konuşmamalıdırlar. Aksine yapmacıktan uzak, vakar ve ciddiyetle konuşmalıdırlar. Çünkü kadının ses tonundaki yumuşaklık, cilve ve tatlılık, konuşmasındaki kaypaklık, karşısındaki çürük kalpli bir erkeğin nefsânî hislerini harekete geçirebilir ve ilerisi için şeytânî bir arzu duymasına sebep olabilir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, 30. âyette pek çirkin bir fiil olan zinadan men edince, burada da insanı bu hayâsızlığa götürecek öncü vesilelerden men etmektedir.

Üçüncüsü; evlerinde vakarla, ağırbaşlılıkla oturmalı, esas karar kıldıkları yer evleri olmalıdır. İslâm’dan önceki câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılarak, süslerini ve câzibelerini teşhir ederek dışarı çıkmamalı; kırıtarak, kırıla döküle yürümemelidirler. Bu emir, onların hiçbir zaman evlerinden çıkmayacakları mânasına gelmemekle birlikte, daha çok evlerinde kalmalarını ve bir mecbûriyet olmadıkça dışarı çıkmamalarını istemekte, dışarı çıktıklarında da nasıl bir İslâmî tesettür ve edep dâiresinde çıkmaları gerektiğini belirtmektedir.

Rivayete göre Hz. Âişe bu âyet-i kerîmeyi okuduğu zaman, başörtüsünü ıslatıncaya kadar ağlar, bu âyete aykırı hareket edip, Cemel ve Sıffîn gibi talihsiz hâdiselere katıldığı için üzülürdü. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 180)

Evinden pek fazla dışarı çıkmayan Hz. Sevde’ye:

“–Niçin diğer kardeşlerinin yaptığı gibi haccetmiyor, umreye gitmiyorsun?” diye sorulmuştu. O da:

“–Daha önce haccımı ve umremi yaptım. Allah da bana evimde kalmamı emrediyor. O hâlde neden çıkayım ki?!” karşılığını verdi.
Hâdiseyi nakleden râvî der ki:

“Allah’a yemin ederim ki, odasının kapısından cenazesi çıkarılıncaya kadar dışarı çıkmadı.” (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 180)

Dördüncüsü; namazı dosdoğru kılmalı, mâlî imkânları ölçüsünde zekâtlarını vermeli ve sadece bahsedilen konularla sınırlı kalmayıp her hususta Allah ve Rasûlü’ne itaat etmelidirler. Çünkü Allah Teâlâ, bu emir ve yasaklarıyla onlardan her türlü kiri, günahı, kötü fiilleri ve mezmûm ahlâkî sıfatları giderip onları tertemiz kılmak ve en güzel ahlâkî vasıflarla onları tezyîn etmek istemektedir. Bu tâlimatların faydası, -hâşâ- Allah’a değil, elbette kendileri içindir. “Ehl-i Beyt”ten maksat, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in hanımları, çocukları ve torunlarıdır. Hz. Ali de onlara dâhildir.

Beşincisi; evlerindeki vakitlerini de daha ziyade Allah’ın âyetlerini ve hikmetin ta kendisi olan Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetlerini okuyup öğrenerek ve bunların gereğini tatbik ederek dolduracaklardır. Yâni İslâm dininin ne kadar farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı, ahlâk ve âdabı varsa hepsini öğrenip yerine getirmeye; ne kadar haramları, mekruhları ve şüphelileri varsa bunların da hepsini öğrenip sakınmaya çalışacaklardır.

Şüphesiz Resûlullah (s.a.s.)’in âile hayatı, bütün müslümanlar için en mükemmel bir örnektir. Dünyada ondan daha temiz, daha nezih, daha huzurlu; Allah ve Rasûlü’ne itaatin feyzi, bereketi ve nûru ile dopdolu bir aile tasavvur etmek mümkün değildir. Orası Allah’a kulluğun, ihlâsın, ihsânın, aşk ve muhabbetin zirvede olduğu pek şerefli bir makamdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde o müstesnâ ve emsalsiz âile yuvasının temel esaslarını beyân ederek, müslümanlardan “karargâhı evi olan anne merkezli” nasıl bir İslâmî saadet ve huzur dolu, burcu burcu Allah ve Rasûlü’ne muhabbetle itaat kokan aile istediğini haber vermektedir. O ailede sâliha anne evin direği olacak; evine, çocuklarına, emânetlere sahip çıkacaktır. O evde namaz kılınacak, zekât verilecek, Allah’ın âyetleri ve Peygamberin sünnetleri okunup müzâkere edilecek, bunların gereği öğrenilip tatbik edilecektir. Evin hanımı ne kadar ahlâken en mükemmel örnek olan Efendimiz’in hanımlarına yaklaşabilir, evin beyi de ne kadar Efendimiz (s.a.s.) ile aynîleşebilir, o ev ne kadar nebevî aile iklîminden izler taşıyabilirse, o kadar güzelleşecek, o kadar huzurlu hale gelecektir. Öyle bir aile ortamında yetişen evlatlar da birer gül misali, Allah Resûlü (s.a.s.)’in ve onun güzîde hanımlarının kokusunu taşıyacaktır.

Bu sebeple, onlara ait bir kısım özel hükümleri açıklamakla birlikte, bahsedilen konuların sadece Peygamberimiz (s.a.s.)’in eşlerine mahsus olmadığı, bilakis bunların bütün müslümanları şumûlüne aldığı gelen âyette şöyle beyân buyrulur:

35. Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve Allah’a tam teslim olmuş kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, İslâm’ın emirlerine itaate devam eden erkekler ve itaate devam eden kadınlar, bütün söz ve davranışlarında dürüst ve yalandan uzak erkekler ve dürüst ve yalandan uzak kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah’a karşı saygılı ve alçakgönüllü erkekler ve Allah’a karşı saygılı ve alçakgönüllü kadınlar, Allah yolunda muhtaçlara harcamada bulunan erkekler ve harcamada bulunan kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar: işte bunlar için Allah, hem bir bağışlanma hem de pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şu bilgiler nakledilir:

Ümmü Umâre el-Ensâriyye (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve:

“–Ey Allah’ın Resûlü, Kur’ân’da her zaman erkeklerden bahsedildiğini, fakat kadınlardan fazla bahsedilmediğini görüyorum” dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu. (Tirmizî, Tefsir 33/3211)

Diğer rivâyete göre Ümmü Seleme (r.a.):

“–Ey Allah’ın Resûlü! Erkekler gazaya çıkıyor, savaşıyor ve şehîd oluyorlar; biz bunları yapamıyoruz. Ayrıca bize, erkeklerin mirasının yarısı veriliyor. Keşke biz de erkek olsaydık” dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu. (Abdülfettâh el-Kâdî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 305)
Bu âyet-i kerîmede zikredilen on husus, İslâm dininin çok önemli esaslarını ihtiva etmektedir.

Birincisi; Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve kadınlar: Burada kullanılan “müslüman” kelimesiyle, öncelikle dinin amelî cihetini teşkil eden farzları îfa etmek kastedilmektedir. “Müslüman olmak”, imanı kuvvetli olanı da zayıf olan kişiyi de içine alan daha genel bir ifadedir. Dine girmenin ilk adımıdır. İman kalpte henüz kökleşmemiş olsa da zâhiren teslim olmayı ifade eder. Nitekim Hucurât sûresinin 14. âyetinde, “«İman ettik» diyen bedevîlere, «Hayır, siz henüz iman etmediniz. Fakat ‘biz, sadece boyun eğdik’ deyin. Çünkü iman henüz tam olarak kalplerinize yerleşmemiştir.»” buyrulur.

İkincisi; mü’min erkekler ve kadınlar: “İslâm”dan sonra “iman” mertebesi gelmektedir. İman, zâhirle birlikte kalben de tam anlamıyla teslim olmaktır. Âyetin bu kısmı, inanılması gerekli olan bütün esasları kabul etmeyi ifade buyurur. Mü’minler; itaatleri sadece göstermelik ve gönülsüz olmayan, bilakis İslâm dininin gerçek olduğunu samimiyetle kabul eden, Kur’an’ın ve Peygamber Efendimiz’in gösterdiği yolun kendilerini ebedî kurtuluşa götürecek tek doğru yol olduğuna inanan kimselerdir. Onlar aynı zamanda herkesin güvenini kazanmış, kimseye en küçük bir zarar vermeyen, bu sebeple diğer insanlarında iman etmelerine vesile olan bahtiyarlardır.

Üçüncüsü; İslâm’ın emirlerine itaate devam eden erkekler ve kadınlar: Bu mânayı ifade için kullanılan اَلْقُنُوتُ (kunût) kelimesi, farzları ve nâfileleriyle, ahlâk ve âdâbıyla Allah’ın emirlerine tamamen itaat etmek, yasaklarından da bütünüyle kaçınmak anlamındadır. Âyetteki ifadesiyle “kânitler”, İslâm ve îmanla kazandıkları zâhiri ve bâtınî teslimiyetlerini, fiilî olarak da ortaya koyan ve büyük bir ihlâsla itaate devam edenlerdir. İmanla beraber salih ameller işleyenlerdir.

Dördümcüsü; bütün söz ve davranışlarında dürüst, yalandan uzak erkekler ve kadınlar: Bu mânayı ifade için de “sâdık” kelimesi kullanılır. Sâdık olan insanlar; hüküm vermek, şâhitlik yapmak ve akitte bulunmak gibi her türlü muâmelâtta söz ve fiilleri birbirine uyan, doğru ve güvenilir kişilerdir. Bu vasfa sahip olan mü’minler, yalan, hıyanet ve aldatma gibi kötü vasıflardan uzak dururlar. İman edip, sâlih amellerde bulunan kişiler zamanla olgunlaşırlar. Örnek davranış ve sözleriyle tebliğe başlayarak başkalarını da kemâle erdirmeye çalışırlar. Bu hususta samimî ve liyâkat sahibi olduklarından, muhatapları tarafından kolaylıkla tasdik edilirler. Âyetteki “sâdıklar” ifadesinde bu mânaya da işaret vardır.

Beşincisi; sabreden erkekler ve kadınlar: Sabır, bütün ahlâkî güzelliklerin esasını teşkil eder. Buraya kadar sayılan vasıfları kazanan mü’minler; nefsi dizginlemek, dini yaşamak, tebliğ etmek, cihadda bulunmak ve bu uğurda başına gelenlere tahammül etmek için sabra muhtaçtır.

Altıncısı; Allah’a karşı saygılı, alçakgönüllü erkekler ve kadınlar: Bu mânayı ifade için اَلْخُشُوعُ (huşû) kelimesi kullanılmıştır. Huşû; Allah’a karşı saygılı olmak, O’ndan korkmak, gönülden boyun eğmek ve bütün işlerde ihlâs sahibi olarak ihsan şuuruna ermektir. Kalpteki bu duyguların uzuvlara ve fiillere aksetmesi, diğer bir ifadeyle, kişinin hâl ve hareketlerine istikâmet vermesidir. Huşûun, alçakgönüllülük mânası da vardır. Buraya kadar sayılan vasıflarla muttasıf olan mü’minler, alçakgönüllü olmaya da dikkat ederler. Kibir, gurur ve kendini beğenmişlikten uzak dururlar. Dâimâ kul olduklarını hatırda tutup ibâdet ve taatten başka bir vazifelerinin bulunmadığını bilirler. Bu sebeple bedenleriyle birlikte kalpleri de Allah’tan korkarak O’nun önünde secde eder. Âyetteki vasıfların sıralanışından, “huşû sahipleri” ifadesinin, “namaz kılanlar” mânasına geldiği de anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de huşû, namazın en mühim iç şartları arasında zikredilmektedir. (bk. Mü’minûn 23/2) Huşû’dan hemen sonra zekât ve orucun zikredilmesi de bu mânayı kuvvetlendirmektedir.

Yedincisi; Allah yolunda muhtaçlara harcamada bulunan erkekler ve kadınlar: Burada farz veya nâfile, Allah yolunda yapılan bütün harcamalar kastedilmektedir. Bu mânayı ifade için kullanılan “tasadduk” kelimesi, sıdk kökünden gelmekte olup kişinin İslâm, iman, itaat, ihlâs, sabır ve huşûdaki sadâkatini gösterir. Nefsin tezkiye ve kalbin tavsiye edilerek kişinin mânen olgunlaşmasında, tasadduk, infak ve îsârın büyük bir tesiri vardır.

Sekizincisi; oruç tutan erkekler ve kadınlar: Burada, farz ve nâfile olarak tutulan bütün oruçlar kastedilir. Oruç, nefsin arzu ve isteklerini dizginlemek, şehevi duyguları terbiye etmek ve takvâya ermek için lâzım olan mühim bir ibâdettir. Oruç sayesinde kişi, Allah’a ibâdet etmeye mânî olan nefsânî arzuları yenmiş olur. Oruç tutan mü’min, fakirlerin hâlini yakinen idrak ederek gönül hoşluğuyla tasaddukta bulunabilir.

Dokuzuncusu; iffetlerini titizlikle koruyan erkekler ve kadınlar: Oruç tutmak, nefsin arzularını kırdığı için iffeti muhafaza etmenin en büyük yardımcısıdır. Mü’minler, iffetlerine son derece dikkat eder ve ona en küçük bir leke sürdürmezler. Bu yöndeki tabiî arzularını, Allah’ın muradına uygun olarak şuurlu bir şekilde gerçekleştirirler. Giyim kuşam husûsunda gösterilecek titizlik de iffeti koruma hususuna dâhildir.

Onuncusu; Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar: Âyetin başından îtibaren sayılan hususları hakkıyla yerine getirmek ve bu hâli muhafaza edebilmek, ancak Allah Teâlâ’yı devamlı zikretmekle mümkündür. Bütün ibâdetlerin keyfiyetini artıran en mühim husus, onları, Allah’ı çokça zikrederek îfâ etmektir. Şu hadis-i şerif bunu beyân etmektedir:

Bir kişi Peygamber Efendimiz’e geldi ve:
“–Hangi cihâdın ecri daha büyüktür?” diye sordu. Resûlullah (s.a.s.):
“–Allah Teâlâ’yı en çok zikredenlerinki!” buyurdu. O zât:
“–Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?” diye sordu. Efendimiz (s.a.s.):
“–Allah Teâlâ’yı en çok zikredenlerinki!” buyurdu.
Bundan sonra o sahâbî, namaz kılan, zekât veren, hacca giden ve sadaka verenler için de aynı soruyu tekrarladı. Fahr-i Kâinat Efendimiz bunların hepsi için de:
“–Allah Teâlâ’yı en çok zikredenlerinki!” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer’e:
“–Ey Ebû Hafs! Allah’ı zikredenler, hayrın tümünü alıp götürdü!” dedi.
Bunu duyan Resûlullah (s.a.s.), onlara doğru yöneldi ve:
“–Evet, öyledir!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 74)

Diğer ibâdetler için belirli bir zaman tayin edilmiştir, fakat Allah’ı zikretmenin belirli bir zamanı ve mekânı yoktur. Zikir devamlı yapılmalı ki, insan Allah ile beraberlik şuuru içinde yaşayabilsin. Yukarıdaki hadiste görüldüğü üzere diğer ibâdetler, zikir hâlinde yapılırsa, daha büyük bir mâna ve kıymet kazanır. Bu şekilde yapılan ibâdet ve vazifeler, verimli ve sulak bir arazide bereketli yağmurlar sayesinde hızla büyüyen bitkiler gibidir. Böyle olmayanlar ise, verimsiz bir arazide sadece bahçıvanın gayretiyle hayatta kalmaya çalışan bir bitkiye benzer.

Allah Teâlâ, bu güzel vasıflara sahip olan mü’min erkek ve kadınların günahlarını bağışlayacağını ve cennette onlar için büyük bir mükâfat hazırladığını müjdelemektedir.
İslâm’ın bütün yönlerini hulâsa eden bu âyet-i kerîmeye göre Allah’a kulluk açısından erkek ve kadınlar arasında hiçbir fark yoktur. Hayattaki vazife ve mes’ûliyetleri îtibariyle erkek ve kadınların farklı alanlarda faaliyet göstermeleri, bu gerçeği değiştirmez. Bu vasıflara kim daha çok sahip olursa, o Allah katında daha yüksek bir mevkîdedir. İlâhî taksimat gereği, birisinin ev işlerini yapması, diğerinin de halifelik vazifesini îfâ etmesi, neticeyi değiştirmez.
Ancak erkek olsun kadın olsun bütün mü’minlerden istenen, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrine kayıtsız şartsız tam bir teslimiyettir:

36. Allah ve Rasûlü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.

Allah Teâlâ ve O’nun dininin tebliğcisi olan Resûlullah (s.a.s.) bir şeyi emrettiklerinde veya yasakladıklarında, diğer bir ifadeyle Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyeden, bir şeyi kesinlikle yapmanın veya yapmamanın lâzım geldiği anlaşıldıktan sonra, mü’minlere düşen buna itaat etmektir. Onların tercih edecekleri tek yol budur. Mü’minliğin bir gereği olarak, bunu bırakıp başka bir emri, isteği, arzuyu yerine getiremezler.

Bu âyet-i kerîme, Efendimiz (s.a.s.)’in azatlısı Zeyd b. Hârise ile hala kızı Zeynep b. Cahş’ın evlenmeleri hakkında nâzil olmuştur. Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.), Zeyd için Zeyneb’e dünür gittiğinde önce Zeynep ve onun kardeşi Abdullah, nesep ve soy itibariyle üstünlüklerini, Zeyd’in ise daha dünkü bir köle olduğunu ileri sürerek buna razı olmadılar. Fakat bu âyet-i kerîme inince, “Dilediğini yap” diyerek Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in emrine itaat ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXV, 182-183)
İlâhî buyruklara itaat ümmete gerektiği gibi, o buyrukları Alla’tan getiren Peygamber için de gereklidir. Bunun güzel bir misali için buyruluyor ki:

37. Ey Peygamber! Hani sen, Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de azat etmek suretiyle kendisine iyilikte bulunduğun kimseye: “Hanımını yanında tut ve Allah’tan kork!” diyordun. Bunu söylerken, Allah’ın daha sonra ortaya çıkaracağı bir gerçeği içinde gizliyor ve onu açıklama konusunda insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmen gereken Allah’tı. Nihâyet Zeyd hanımını boşayıp onunla ilişkisini kesince biz onu sana nikâhladık ki, artık bundan böyle, “evlâdım” diye çağırdıkları kişiler hanımlarını boşadıklarında, o hanımlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük, kınama ve hukûkî bir engel olmasın. Allah’ın emri ne ise o mutlaka yerine getirilmelidir.

Hem Cenâb-ı Hakk’ın hem de Resûl-i Muhterem (s.a.s.)’in ihsanlarına nâil olan şahıs, Zeyd b. Harise (r.a.)’dır. Allah onu iman nimetiyle şereflendirmiş, insanlığın Efendisi’nin yanına yerleştirmiş, Efendimiz de onu azat ederek hürriyetine kavuşturmuştu. Bilahare ailesi fidye vererek onu geri almak istemişti. Peygamberimiz, isterse fidyesiz olarak ailesine gitmesi hususunda Zeyd’i serbest bırakmıştı. Zeyd ayrılmak istemeyince Efendimiz (s.a.s.), o dönemin cârî adetlerine göre onu evlatlık edinmişti. Resûlullah (s.a.s.) Zeyd’i halasının kızı Zeynep’le evlendirdi. Böylece Arapların kölelere insan olarak bakmama anlayışını sarsmak ve soylu sınıfı ile köle sınıfı arasındaki uçurumu kaldırmak yolunda ciddi bir adım atmış oldu. Fakat Zeynep, köle asıllı olan Zeyd’i kendisine denk saymadığından, işin başından beri onunla ülfet edemedi. Nihâyet Zeyd Peygamberimiz’e gelip evliliğe son vermek istediğini söyledi. Rasûl-i Muhterem (s.a.s.) bu neticeyi yerinde bulmakla beraber Zeyd’in yüzüne karşı söylemek de istemedi. “Eşini yanında tut, Allah’tan kork!” diye asıl temennisini dile getirdi. Neticede Zeyd (r.a.) hanımını boşadı. Böylece Zeynep, iddetini de tamamlayarak serbest kalmış oldu. Peygamberimiz (s.a.s.), insanların “Muhammed, oğlunun hanımıyla evlendi” şeklindeki dedikodusundan çekinmesine rağmen, Allah ona Zeynep’le evlenmesini emretti. Böylece evlatlık âdetini ve evlatlıkların boşadıkları hanımlarla evlenememe yasağını Allah Teâlâ bizzat Rasûlü’nün örnek bir davranışıyla ortadan kaldırmış, hem boşanmış kadınları hem de onlarla evlenmek isteyen mü’minleri büyük bir sıkıntıdan kurtarmış oldu.

Zira:

38. Allah’ın kendisine helâl kıldığı bir işi yapmasında Peygamber’e bir vebâl ve engel yoktur. Önceden gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın takdir ve icraatı böyle câri olmuştur. Allah ne emrederse, o tam yerinde ve kesinlikle uygulanması gereken bir takdirdir.

39. O peygamberler ki, Allah’ın gönderdiği vahiyleri eksiksiz olarak tebliğ eder, yalnızca Allah’tan korkar ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.


Eğer bir şeyi Allah Teâlâ mübah ve helâl kılmışsa, hiç kimsenin, hiçbir örf ve adetin onu yasaklama hakkı yoktur. Peygamberin de bu hükme göre amel etmesinde bir zorluk bulunmamaktadır. Nitekim önceki peygamberler de Allah onlara neyi nasıl mübah kılmışsa ona göre davranmışlardır. Helâl hususlarda onlara da bir zorluk ve sıkıştırma yapılmamıştır. Mesela Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman gibi peygamberler, şeriatlerinin müsaadesiyle pek çok evlilik yapmışlar, bu konuda onlara bir yasak konmamıştır. Hz. Yahyâ ile Hz. İsa ise, evlilik kendilerine haram kılındığı için değil, evlenmek istemedikleri ve dinin de bu hususta farziyet bildiren bir hükmü bulunmadığı için evlenmemişlerdir.

Bu vesileyle âyetlerde peygamberlerin üç mühim özelliğine dikkat çekilir:

Allah’ın gönderdiği vahiyleri, tâlimatları insanlara tebliğ ederler. Dolayısıyla onlar, ister hoşlarına gitsin ister gitmesin, kendilerine gelen ilâhî emirlerin hiç birini gizleme yetkisine sahip değildirler. Eğer bir âyet gizleyecek olsalar, elçilik vazifelerini yapmamış olurlar. (bk. Mâide 5/67)
Sadece Allah’tan korkarlar. Yaptıklarının O’nun emrine uygun olmasına son derece dikkat gösterirler.
Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Bu sebeple, eğer yaptıkları Allah’ın emrine uygunsa insanların ne diyeceğine aldırış etmezler. Onların tüm hesapları Rableri iledir. Çünkü kulu esas hesaba çekecek ve ona göre karşılık verecek tek merci Allah’tır.
Gelen âyet-i kerîme tekrar İslâm düşmanlarının Peygamberimiz (s.a.s.)’in evliliğiyle alakalı ileri sürdükleri suçlamaları reddeder:

40. Muhammed, içinizden hiçbir erkeğin babası değildir. Fakat o Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkiyle bilmektedir.

Onların birinci itirazları; âdetlerine göre evlatlığın hanımı ile evlenmek haram olduğu halde Efendimiz (s.a.s.)’in geliniyle evlenmiş olmasıdır. Bu itiraza: “Muhammed sizden hiçbir erkeğin babası değildir” diye cevap verilir. Yani Zeyd, onun gerçek oğlu olmadığı için onun dul karısıyla evlenmesi haram değildir. Ancak bu ifade, Peygamberimiz (s.a.s.)’in erkek çocuğu olmadığı mânasına gelmez. Zira onun erkek çocukları olmuş, fakat bülüğ çağına girmeden yani “adam” olmadan vefat etmişlerdir.
İkinci itirazları; evlatlığı, onun gerçek oğlu değilse bile nezâketen onun hanımıyla evlenmemesi gerektiğiydi. Bu itiraza: “Fakat o Allah’ın Rasûlüdür” ifadesiyle cevap verir. Yani örf ve adetlerin haram kabul ettiği helâl bir şey hakkındaki tüm önyargıları ortadan kaldırmak ve onun helâl olduğunu tekrar ilan etmek Allah’ın Rasûlü olarak onun vazifesiydi. Zira “Rasûl”, emredileni yapan demekti. Yine bu husus “o peygamberlerin sonuncusudur” buyrularak vurgulanır. Yani onun eksik bıraktığı hususları, dinî hükümleri tamamlayacak başka bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu yerleşmiş câhiliye âdetini ortadan kaldırması daha zaruri bir hal almıştır. Bunu da en iyi bilen şüphesiz Allah’tır.

Burada Resûlullah (s.a.s.)’in son peygamber oluşu “hâtem” kelimesiyle haber verilir. Bu kelimenin hem “son” hem de “mühür” mânası vardır. Yani peygamberlik onun gelişiyle mühürlenerek sona ermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, son peygamber oluşuyla alakalı şöyle buyurur:

“Benimle diğer peygamberlerin durumu ev yapan bir adama benzer. Adam evini yapıp tamamlamış, onu güzelce süslemiş, yalnızca bir tuğlasını eksik bırakmıştır. Halk binayı gezmeye başlar, o eksik tuğlanın yerini görünce hayret eder ve: «Şu tuğlanın yeri boş kalmasaymış ne güzel olacakmış» der. İşte ben, tıpkı o binada olduğu gibi, peygamberlik binasında yeri boş bırakılan tuğlayım; ben peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fezâil 20-23)

Allah’ın emirlerini tam olarak yerine getirmek ve İslâm düşmanlarının bu hususlardaki yıkıcı propagandalarının karşısında sağlam durabilmek için en çok ne yapılmalıdır? Buna cevap olarak şöyle buruluyor:

41. Ey iman edenler! Allah’ı çok çok zikredin.

42. Sabah akşam O’nu tesbih edin.


Mü’minlerin İslâm’ı güzel bir şekilde yaşamalarının ve münkirlerin saldırılarından uzak durmalarının en emin yolu Allah’a dönmek ve onu çok çok zikretmektir. Ancak sadece dil ile Allah’ı çok zikretmek mümkün olamaz. Çünkü insan uyuduğu, yemek yediği, konuştuğu ve sustuğu zaman zikredemez. Sadece ne zaman diliyle zikir sözlerini telaffuz edebilirse o zaman zikretmiş olur. Bu da çok sayılmaz. O halde zikrin “çok” olabilmesi için onun kalbe ve ruha yerleşmesi lâzımdır. Eğer kalp, zikri öğrenip yapmaya başlarsa, harama teşebbüs edilmediği takdirde hiçbir şey onu zikirden alıkoyamaz. Zikrettikçe kalbin itminânı artar; itminân arttıkça zikretmek daha keyfiyetli bir haz vermeye başlar. Böylece Allah’ı çok çok zikretme imkânı doğar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar, iman eden ve kalpleri de dâima Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura eren kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer.” (Ra‘d 13/28)

Zikrullâhtan uzak ve gâfil kalpler de şöyle ikaz edilir:

“Yazıklar olsun kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış talihsizlere! Onlar apaçık bir sapıklık içindedir.” (Zümer 39/22)

Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) şöyle der:
“Her şeyin bir alâmeti vardır. İrfân sahibinin ilâhî huzurdan kovulmasını bir alâmeti de Allah’ı anmaktan geri kalmasıdır.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 230)
Resûlullah (s.a.s.) ashâbına:
“–Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi?” diye sordu. Onlar da:
“–Evet, haber ver” dediler. Resûl-i Ekrem de:
“–Allah Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdu. (Tirmizî, Deavât 6)

Her vesileyle Allah’ı hatırlamanın önemi ve yolunu göstermesi açısından Şeyh Mevlâ el-Kâbî’nin anlattığı şu hâdise pek güzeldir:

Bazı insanlar Hz. Mevlânâ’dan kendilerine imamlık yapmasını ricâ ettiler. Zira Allah’tan korkan bir imamın arkasında namaz kılan, Peygamber Efendimiz’in ardında namaz kılmış gibidir. Mevlânâ Hazretleri bu arzuya icâbet edip kimseden işitilmeyen nâdir virtler ve dualar okudu. Onlardan, Hazretin yâdigârı olarak şu on sözü hatırımda tuttum:

Her korku için لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka ilâh yoktur”,
Bütün keder ve elemler için مَا شَاءَ اللّٰهُ (maşallah) “Allah’ın dediği olur”,
Her niyet için اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ (elhamdülillah) “Bütün övgüler ve yüceltmeler Allah’a aittir”,
Her nimet bolluğu için اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ (eşşükrü lillah) “Allah’a sonsuz şükürler olsun”,
Her şaşılacak şey için سُبْحَانَ اللّٰهِ (sübhânallah) “Allah bütün noksan sıfatlardan uzak ve temizdir”,
Her günah için اَسْتَغْفِرُ اللّٰه (estağfirullah) “Allah’tan bütün günahlarımı bağışlamasını isterim”,
Her darlık için حَسْبِيَ اللّٰهُ(hasbiyallah) “Allah bana yeter”,
Her kaza ve kader için تَوَكَّلْتُ عَلَي اللّٰهِ (tevekkeltü alallah) “Yalnız Allah’a güvenip dayandım”,
Her musibet için اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn) “Biz Allah’tan geldik Allah’a dönüyoruz”,
Her tâat ve mâsiyet için لَا حَوْلَ وَ لاَ قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm) “Bütün güç ve kuvvet ancak çok yüce ve çok büyük olan Allah’tandır.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 303)
Hâsılı hem Allah’ı çok zikretmeli, hem de onu sabah akşam yâni dâimî olarak hem namazlarda hem de namaz dışındaki vakitlerde tesbih etmeliyiz.
Çünkü:

43. O Allah ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize feyiz ve rahmetini indirir; melekleri de sizin için duâ edip bağışlanma dilerler. Gerçekten Allah, mü’minlere karşı pek merhametlidir.

44. Onlar, Allah’a kavuşacakları gün, her türlü sıkıntı ve azaptan ebedî selâmet müjdesi ve iltifatıyla karşılanırlar. Allah onlar için çok güzel, bol ve ebedî bir mükâfat hazırlamıştır.


“Şüphesiz Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler” (Ahzâb 33/56) buyruğu nâzil olunca muhacirler ve Ensâr: “Ey Allah’ın Resûlü, bu sana ait bir durumdur. Bizim bunda herhangi bir payımız yoktur” dediler. Bu konuşma üzerine 43. âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 198)

Allah’ın “salât” etmesi, kulları üzerine rahmetini indirmesi ve onlara bereketler vermesidir. Meleklerin “salâtı” ise mü’minlere dua etmeleri, onlar için Allah’tan bağışlanma dilemeleridir. (bk. Mü’min 40/7) Bunların hepsi, sonsuz rahmet sahibi Yüce Rabbimizin mü’min kullarına olan merhamet tecellisidir. Bu merhamet, âhirette artarak devam edecektir. Çünkü orada sadece mü’minlere rahmet edecektir. Bu sebepledir ki onları mahşerde her türlü kötülüklerden muhafaza edecek, selâmete erdirecek, onları hem kendi hem de melekleri “Selâm size olsun!” diye karşılayacak (bk. Yâsîn 36/58; Zümer 39/73); cennette de onlara çok güzel, çok hoş, bol ve ebedî nimetler ikrâm edecektir.
Şu hâdise, Rabbimizin bize olan merhametini ne güzel izah eder:

Bir defâsında Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna esirler getirilmişti. Esirler arasında bulunan bir kadın büyük bir endişeyle ayrı kaldığı çocuğunu arıyor, rastladığı her çocuğu kucaklıyor, göğsüne bastırıp emziriyordu. Allah Resûlü (s.a.s.):

Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu.
“−Hayır, vallahi aslâ atmaz!” dedik. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:
“−İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha şefkatli ve merhametlidir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22)
O hâlde:

45. Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Allah’ın izniyle yine Allah’a çağıran bir dâvetçi ve nûr saçan bir kandil olarak lutfettik.

47. Sen mü’minlere, Allah tarafından pek büyük bir lutuf ve ikrâma erişeceklerini müjdele.

48. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların eziyetlerine aldırma. Sen Allah’a güvenip dayan. Güvenip dayanılacak zat olarak Allah yeter!


Burada Resûlullah (s.a.s.)’in önde gelen beş önemli vasfı beyân edilir:

Şâhit
Bu vasıf, öncelikle uyulacak, ardına düşülecek bir önderi ifade eder. Buna göre, “Allah Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır” (Ahzâb 33/21) ayetinin de işaretiyle, Efendimiz (s.a.s.)’in ümmeti üzerine şâhit olması; söz ve davranışlarında, her türlü hal ve hareketinde onlar tarafından uyulması gereken bir önder, bir imam ve bir numûne-i imtisal olduğunu bildirir. Yani ümmet-i Muhammed, bütün davranışlarında Peygamberi kendilerine şâhit tutmalı, önder kabul etmeli ve onun getirdiği doğru yoldan yürümelidirler. İkinci olarak, Resûlullah (s.a.s) kıyamet günü, ümmetine Rabbinin risaletini tebliğ ettiğine dair şâhit olacaktır. Veya Peygamberimiz ümmetinin imanlarına şâhitlik yapacaktır. Üçüncü olarak Peygamberimiz o gün, kendilerine risaleti tebliğ ettiği fakat buna inanmadıklarına dair kâfirler aleyhinde, bir başka görüşe göre yahudi ve hıristiyanlar hakkında şâhit olacaktır.

Müjdeci
O, Kur’an ve sünetin muhtevâsı içinde yaşayan mü’minleri cennet ile müjdeler.
Uyarıcı
O, Allah ve Rasûlü’ne itaat etmeyen inkârcıları, münafıkları ve günahkârları Allah’ın azabıyla uyarır.
Allah’ın izniyle Allah’a çağıran bir davetçi
Onu dini tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ vazifelendirmiştir. Yani kendi adına değil Allah adına hareket etmektedir. Dolayısıyla o, yalnız ve sahipsiz değildir; kendini peygamber gönderen Âlemlerin Rabbinin verdiği salahiyetin desteğine de sahiptir. Bu sebeple nasıl devlet adına vazife yapan bir memura karşı çıkmak devlete karşı çıkmak sayılırsa, aynı şekilde Allah’a çağıran bir davetçiye karşı çıkmak da Allah’a karşı çıkmak sayılır.
Nur saçan bir kandil

Peygamberimiz (s.a.s.), cehalet, sapıklık ve şaşkınlık karanlıklarında akılları ve gönülleri aydınlatıp doğru yolu gösteren bir ışıktır. O, ışığıyla aydınlanmak isteyen ve emrini tutan kimseleri aydınlatan bir kandildir. İnanan kullar, onun Allah katından getirmiş olduğu nûrla aydınlanır ve onunla doğru yola ererler.
Onun, ister şahsını, ister bütün mü’minleri ilgilendiren yönüyle evlilik ve boşanmayla alakalı getirdiği ilâhî buyruklar da, yolumuzu aydınlatmakta, neyi nasıl yapıp huzura ereceğimizi göstermektedir:

49. Ey iman edenler! Mü’min kadınlarla nikâh akdi yapıp, henüz cinsî münâsebete girmeden kendilerini boşarsanız, bu durumda bir başkasıyla evlenebilmeleri için onlardan süre beklemelerini istemeye hakkınız yoktur. Yalnız onları gönül alacak bir kısım hediye ve yardımlarla memnun edin ve güzellikle boşayın.

Bir mümin, evlenme akdi yapıp da cinsî münâsebette bulunmadan veya buna imkân verecek bir durum ve süre içinde baş başa kalmadan önce hanımını boşarsa, hanımın hamile kalma ihtimali bulunmadığından iddet beklemesi de gerekmez. İsterse boşandıktan hemen sonra bir başka erkekle evlenebilir. Eğer evlenirken mehir belirlenmişse erkek ona mehrinin yarısını vermelidir. (bk. Bakara 2/237) Eğer belirlenmemişse yine imkânlarına göre ona yardımda bulunur ve gönlünü almak üzere bazı hediyeler verir. (bk. Bakara 2/236) “Güzellikle boşamak” ise, onları sünnete uygun olarak boşamak ve ayrılırken gönüllerini incitmemektir.
Evlilikle ilgili Resûlullah (s.a.s.)’e ait özel duurmları açıklamak üzere buyruluyor ki:

50. Ey Peygamber! Biz, mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana savaş esiri olarak verdiği câriyeleri, seninle beraber hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Mehir istemeksizin kendisini Peygamber'e hibe eden mü’min bir kadını da, eğer Peygamber onu nikâhlamak istiyorsa, diğer mü’minlerden farklı olarak, sadece sana helâl kıldık. Zâten biz, hanımları ve sahip oldukları câriyeleri hakkında mü’minlere hangi hükümleri geçerli kıldığımızı elbette bilerek belirlemiş bulunuyoruz. Bu özel hükümler, sana bir zorluk olmaması, gönlüne bir darlık gelmemesi içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Nisâ sûresinin 3. âyeti, o dönemde Araplarda, yahudi ve hıristiyanlarda yaygın olan aynı anda pek çok eşle beraber bulunma adetini en fazla dört kadınla sınırlandırmış, bunun için de en azından maddî ve fizikî imkânlar açısından eşler arasında adâleti sağlamayı şart koşmuştur. Eğer adâleti sağlamak mümkün olmayacaksa tek kadınla yetinilmelidir. Mü’minlerin evliliğiyle alakalı diğer hükümler de Kur’an ve sünnet çevresinde belirlenmiştir. Fakat bu hükümler Resûlullah (s.a.s.)’i bağlamamaktadır. Çünkü tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmeler, Efendimiz (s.a.s.) ile alakalı hükümleri müstakil olarak düzenlemektedir. Buna göre Efendimiz (s.a.s.)’e evlenmesi helâl olan kadınlar şunlardır:

Mihrini vererek evlendiği kadınlar,
Sahip olduğu câriyeleri,
Mekke’den hicret eden amca, hala, dayı ve teyzesi kızları,
Kendisini, herhangi bir karşılık talep etmeden Peygamberimiz (s.a.s.)’e hîbe eden kadınlar.

Peygamberimiz istediği takdirde bu kadınlarla evlenebilir. Peygamberimiz (s.a.s.) dışında, kadınların kendilerini hususi olarak başka erkeklere hibe etmeleri caiz değildir. Bu, sadece Efendimiz’e mahsus bir durum olup ona kolaylık sağlamak içindir. Diğer mü’minlere gelince onların evlenmeleri ve câriyelere sahip olmaları hakkında İslâm’ın hükümleri bellidir. Hülasa olarak onlar en fazla ancak dört kadınla evlenebilirler. Evlenirken de mehir, şâhit ve kadının velisinin izni gibi şartlar bulunmaktadır. Câriyede ise ne Peygamber Efendimiz’e ne de diğer mü’minlere bir sınırlandırma yoktur.

Allah Teâlâ, risâlet vazifesini huzur içinde yerine getirebilmesi için Resûlullah (s.a.s.)’e nikahı altında bulunan hanımları arasında istediği gibi davranabilme muhtâriyeti de vermiştir:

51. Hanımlarından dilediğinin sırasını erteleyebilir, dilediğini yanına alabilirsin. Bir süre uzak durduklarından da arzu ettiğini tekrar yanına almakta senin için bir sakınca yoktur. Böyle davranman, onların daha çok sevinip mutluluk duymaları, ziyaretleri ertelendiğinde tasalanıp üzülmemeleri ve kendilerine olan muâmelenden dolayı hepsinin hoşnut olması açısından daha uygundur. Allah, kalplerinizde olanları bilir. Gerçekten Allah, her şeyi hakkiyle bilen, kullarının hataları karşısında çok sabırlı ve müsamahalı olandır.

52. Ey Peygamber! Artık bundan böyle güzellikleri hoşuna gitse de başka kadınları nikâhlaman ve mevcut hanımları başkalarıyla değiştirmen sana helâl değildir. Ancak sahip olduğun câriyeler müstesnâ. Allah, her şeyi hakkiyle görüp gözetendir.


Buna göre, Peygamberimiz (s.a.s.)’in, hanımlarıyla beraber bulunma süresinin eşit olma ve sırası gelen hanımını yanına alma mecburiyeti kalkmıştır. Bu izne rağmen Efendimiz (s.a.s.), eşlerini incitmemek için eşitliğe riâyet etmiştir. (bk. Buhâri, Tefsir 33/7) Buna mukâbil muhtereme annelerimiz de Efendimiz’i memnun etmek için son derece dikkatli davranmışlar, onun kendileriyle alakalı her türlü tasarrufunu hoş karşılamışlar ve Peygamber hanımı olma huzur ve bahtiyarlığını yaşamışlardır. 52. âyet ile de Peygamberimiz (s.a.s.)’in bundan böyle mevcut hanımlarından başka bir kadınla evlenmesi veya hanımlarından birini boşayıp yerine bir başka kadın alması yasaklanmıştır.

Şimdi ise, Resûlullah (s.a.s.)’in mü’minler karşısındaki üstün konumu hakkında ipuçları veren, aynı zamanda İslâm toplumunun önderlerini ziyaret konusunda temel görgü kurallarını öğreten şu buyruklar gelmektedir:

53. Ey iman edenler! Peygamber’in evlerine izinsiz ve yemek vakti dâvetsiz girmeyin. Yemek için çağrıldığınızda da, yemeğin hazırlanmasını bekleyecek kadar erken gelmeyin. Yemeğe çağrıldığınız zaman girin, yemeği yer yemez birbirinizle sohbete dalmadan hemen dağılın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i rahatsız ediyor, fakat utandığından o size bunu söylemekten sıkılıyor. Allah ise gerçeği söylemekten asla çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman da onu perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri bakımından çok daha nezih ve temizdir. Artık Allah Rasûlü’nü üzmek de, onun ölümünden sonra hanımlarını nikâhlamanız size ebediyen yasaklanmıştır. Bunları yapmanız, Allah katında büyük bir günahtır.

54. Bir şeyi açığa vursanız da, onu gizleseniz de fark etmez, çünkü Allah, her şeyi çok iyi bilmektedir.

55. Peygamber’in hanımları için babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, diğer mü’min kadınlar ve sahip oldukları câriyelerle perde olmaksızın görüşüp konuşmalarında bir günah yoktur. Ey Peygamber hanımları! Allah’a karşı gelmekten sakının! Şüphesiz ki Allah, her şeye hakkiyle şâhittir.


Hz. Enes, 55. âyetin iniş sebebini şöyle anlatıyor:
Resûlullah Efendimiz Zeyneb (r.a.) ile evlendikleri zaman annem Ümmü Süleym bana:
“– Resûlullah’a bir hediye takdim etsek” dedi. Ben:
“– Bir şeyler hazırla götüreyim” dedim. Bunun üzerine hurma, yağ ve keş getirdi. Bir tencereye koyarak bunlarla yemek yaptı ve benimle gönderdi. Resûlullah (s.a.s.)’e götürdüğümde:
“– Yemeği bırak” buyurduktan sonra; “Bana falancaları çağır” diyerek teker teker isimlerini söyledi. Ayrıca; “Kime rastlarsan çağır” diye emretti. Emri yerine getirdim, sonra döndüm. Ev insanlarla dolmuştu. Efendimiz elini yemeğin üzerine koydu ve Allah’tan başka kimsenin bilmediği yani duyulmayacak şekilde bir şeyler söyledi. Sonra cemaati onar onar çağırdı. Herkes o yemekten yiyordu. Allah Resûlü yiyenlere:
“– Yemeğe Allah’ın ismini zikrederek başlayın ve önünüzden yiyin!” buyurdu. Bu hâl herkesin yemeğini yiyip dağılmasına kadar devam etti. Sonunda bir kısmı çıktı, bazıları da kalıp sohbete devam etti. Efendimiz aslında onların çıkmalarını bekliyordu. Biraz daha bekledikten sonra çıkıp diğer bir hücre-i saadetine doğru yürümeye başladı. Az sonra sohbete dalanlar da gitti. Hemen çıktım ve Allah Resûlü’ne:
“– Davetliler gitti artık” dedim. Resûl-i Ekrem evine geri döndü… Bundan sonra bu âyet nâzil oldu. (Buharî, Tefsir 33/8; Müslim, Nikâh 89)

Bu âyet-i kerîmelerde, bir taraftan mü’minlerin Resûlullah (s.a.s.)’e ve onun muhtereme eşlerine karşı uymaları gereken muaşeret kaideleri beyân buyrulmakta, diğer taraftan da kendi aralarındaki beşerî münâsebetler bakımından tüm mü’minlere büyük bir ufuk açılmaktadır. Buna göre:

Birincisi; Allah Resûlü (s.a.s.)’in evine, davet edilmeden yemek maksadıyla girilmeyecek: Zira o dönemde bir kimse, başka birisini görmek istediğinde, kapıyı çalmanın veya izin almanın lüzûmunu düşünmez, hemen eve girer ve gördüklerine evin reisinin evde olup olmadığını sorardı. Bu cahiliye âdeti aynı zamanda birçok fenalığın sebebi olabiliyor ve daha kötü sonuçlara yol açabiliyordu. Bu sebeple başlangıçta, hiç kimsenin Peygamberimiz (s.a.s.)’in evlerine izinsiz giremeyeceği şeklinde bir hüküm kondu. Daha sonra Nur sûresi 27. âyeti ile bu hüküm bütün müslümanların evlerine de teşmil edildi.

İkincisi; yemeğe gelenler, erkenden gelip yemeğin hazırlanmasını evde bekleyerek hâne halkını rahatsız etmeyecekler: Zira yine o dönemde yaygın olan başka bir kabalık da, ziyaretçilerin tam yemek sırasında ev sahibini çağırması veya gelmesi, ya da önceden gelip yemek zamanına kadar orada kalmasıydı. Bu, çoğunlukla ev sahibini büyük bir sıkıntı içine sokuyordu. Cenâb-ı Hak, İslâm nezâketine uymayan bu adeti de münâsip görmeyip, misafirlerin bir eve sadece davet edildiklerinde ve yemek zamanı gitmelerini emretti.

Üçüncüsü; yemekten sonra davetliler, kendi aralarında sohbete dalıp evde gereğinden fazla kalmayacaklar: Çünkü, gelen misafirler, yemeği bitirdikten sonra, ev halkını rahatsız edecek kadar uzun müddet evde oturur ve konuşup eğlenceli sohbetler yaparlardı. Bu davranışlarıyla müslümanlar Efendimiz (s.a.s.)’i de çoğu zaman rahatsız ederlerdi. Âyette de belirtildiği üzere, Peygamber Efendimiz, düşüncesizlik ederek evinde oturup gereksiz yere sözü uzatan kimselere, yeni evlendiği bir zamanda dahi hayâsından dolayı bir şey söyleyememiş ve kendiliğinden gitmelerini bekleyip sabretmiştir.

Dördüncüsü; Peygamberimiz (s.a.s.)’in hanımları, her türlü şaibeden, münafıklarla kendini bilmezlerin dedikodu malzemesi olmaktan uzak kalmalarını sağlamak maksadıyla bundan böyle yabancı erkeklerle hep perde arkasından görüşüp konuşacaklar: Bu emrin gelişinden sonra müminlerin anneleri odalarının kapılarına perdeler astılar. Ayetin “Böyle yapmanız, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri bakımından çok daha nezih ve temizdir” cümlesi, kadınların ve erkeklerin kalplerinin temiz olmasını isteyen herkesin, bu yolu tercih etmesi ve bu hususta olabildiğince dikkat etmesi gerektiğini açıkça bildirir. Dikkat edilmesi gereken bir önemli husus da şudur: Burada bir tarafta âyetin beyânıyla mü’minlerin anneleri olan Peygamber Efendimiz’in hanımları var, diğer tarafta da nesiller içinde imânî derecesi en yüksek olan sahâbe-i kirâm var ve “böyle yapmak iki tarafın kalbi için daha temizdir” hitabı bunlar hakkında nâzil olmaktadır. Dolayısıyla kalp temizliği açısından bakılacak olunursa, bizlerin kadın erkek ihtilatı ve ilişkileri bakımından daha dikkatli davranmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü hedef, kalbi kirli düşünceler içinde çürütmek değil, onu Yaratan’ını tanıyacak, sevecek ve zikredecek şekilde tertemiz tutmaktır. Bundan hareketle temiz insanlar, temiz aileler ve temiz toplumlar inşâ etmektir. Bu sebeple, Efendimiz’in aile hayatı, karşımıza en mükemmel bir model olarak konmaktadır.

Beşincisi; hangi yolla olursa olsun Resûlullah (s.a.s.)’e eziyet etmek ve Efendimiz (s.a.s.)’in boşaması veya vefatından sonra hanımlarıyla evlenmek müminlere ebediyen haram kılınmıştır.

Bütün bu hususlarda mü’minler sadece zâhirî hal ve hareketlerine değil, gönüllerinden geçen düşünce ve niyetlerine de dikkat edecekler; kalplerinden dahî Allah Resûlü (s.a.s.) ve onun muhtereme eşlerinin temiz ve yüksek manevî dünyalarını rahatsız edici bir düşünce geçirmeyeceklerdir. Çünkü Allah, ister gizli ister açık olsun her şeyi çok iyi bilmekte ve ona göre muamele etmektedir. Ancak mü’minlerin anneleri, kendilerine mahrem olan erkeklerle arada perde olmaksızın konuşabilirler. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bunlardan herhangi bir fitne ve dedikodu çıkma tehlikesi yoktur. Ayrıca mü’min kadınlar ve sahip oldukları câriyelerle münâsebetlerinde de kendilerine belli bir kolaylık sağlanmıştır. (bk. Nur 24/31)

Beyân edilen bu ilâhî hükümler Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yücelik ve kıymetini anlatmak için yeterli olmakla birlikte, O’nun Allah katındaki değerini anlamak ve ona en küçük bir eziyette bulunmanın bile ne büyük kayıplara yol açacağını görmek için bir de şu ilâhî fermanlara kulak verin:

56. Şüphesiz Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.

Allah Teâlâ, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habîb-i Ekrem’ini husûsî olarak seçmiş ve ona sonsuz lütûflarda bulunmuştur. Bu ilâhî ihsanların en mühimlerinden biri de salât ü selâmdır. Bu, ümmetinin Rasûlü’ne olan saygı, muhabbet ve ta’zimini artıracak ve onunla mü’minler arasındaki kalbî irtibatı sürekli canlı tutacaktır.

Salât; istiğfâr, mağfiret, dua, bereket, övgü, tebrîk, ta’zîm, namaz ve ibâdet gibi mânalara gelir. İslâm âlimleri bu kelimeye, salât edene göre farklı mânalar vermişlerdir:

Allah’ın bir kula salât etmesi; ona rahmet etmesi, şân ve şerefini yüceltip tezkiye etmesi, başarıya ulaştırıp koruması ve sevap vermesidir.

Meleklerin salât etmesi; onun için bağışlanma talebinde bulunmaları, kadr ü kıymetini anıp yüce mertebelere erişmesi için Allah’a dua etmeleridir.

Mü’minlerin salâtı ise hayır dua etmeleri, her hususta Resûlullah (s.a.s.)’e tâbî olup sünnetlerini aynen tatbik etmeleri ve ondan şefâat istemeleridir.

Hâsılı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e salât getirmenin mânası, onun ta’zim edilmesidir. “Rabbimiz! Sevgili Peygamberimiz’in şânını yücelt” demektir. Efendimiz’in dünyada şânının yüceltilmesi, dîninin dünyanın her bir yanına yayılıp diğer dinlere üstün getirilmesi ve şeriatının devam ettirilmesiyle olur. Âhirette ise mükâfatının artırılması, ümmetine şefâata izin verilmesi, Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırılarak faziletinin ebedîleştirilmesi şeklinde tahakkuk eder.

Âyette geçen “selâm” kelimesi; selâmet, esenlik, huzûr, emniyet anlamlarını ihtivâ eder. Selâmın ayrıca teslim olma, itâat etme ve sulh içerisinde bulunma mânaları da bulunmaktadır.

Bu durumda biz Efendimiz’e salât ü selâm getirirken Cenâb-ı Hakk’a şöyle dua etmiş oluruz:

“Yâ Rabbî! Resûl-i Ekrem’inin nâmını, şânını hem dünya hem de âhirette yüce kıl. Onun getirdiği İslâm dînini bütün cihâna yay ve bu dini dünya durdukça yaşat. Ona âhirette ümmetine şefaat etme hakkı ver ve kendisine sayısız sevaplar ihsan eyle! Ona selâmet, huzur ve emniyet bahşeyle! Bize de onun sünnet-i seniyyesine tam bir teslimiyet ve alçakgönüllülükle teslim olmayı nasip eyle!”
En uygun ve makbul davranış, Peygamberimizin her ismi geçtikçe ve her hatırlandıkça salât ü selâm getirmektir. Efendimiz’e salât ü selâm getirmeye bizi teşvik eden pek çok sebep vardır:

Her şeyden önce Rabbimiz, bizzat kendisi salât ederek onu rahmet, rızâ ve hoşnutluğu ile yüceltmiş ve bize de böyle yapmamızı emretmiştir.

Allah Resûlü’ne selâm verdiğimiz yerlerden birisi de namazda okuduğumuz tahiyyattır. Her gün namaz kılarken tahiyyatta Resûlullah’ı bizzat karşımızdaymış gibi tahayyül ederek ona اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِيُّ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ (esselâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh) “Ey Peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun” dememizi istemiştir. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu hususta şu açıklamayı yapar:

“Namazda her bir rüknü edâ ederken kalbinde Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’i, onun mükerrem şahsiyetini hazır bulundur ve اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِيُّ (esselâmü aleyke eyyühen Nebiyyü) de! Böyle yaparsan selâmın ona ulaşır o da sana daha üstünü ile mukâbelede bulunur.”

Bütün melekler Peygamberimiz’e dua ve istiğfâr ederek saygılarını sunarken salât getiren kul da, bizzat Allah Teâlâ ve meleklerin yapmış olduğu bir fiile iştirak etmektedir. Allah’ın kendi zâtına izâfe ettiği bir fiile iştirak ediyor olmak dahi salavât-ı şerîfe getirmenin ehemmiyetine âit kâfî bir delil sayılabilir.
Bizi karanlıktan aydınlığa çıkarmasına ve hidâyeti göstermesine karşılık, her ne kadar ona olan borcumuzu tam olarak ödememiz mümkün olmasa da, Efendimiz’e olan minnet ve şükrân hislerimizin bir ifadesidir.
Salât ü selâm getirmek, Resûlullah (s.a.s.)’in rûhâniyetiyle irtibat kurmayı ve onun nûrundan istifade etmeyi temin eder. Kulun bu salavâtlardan elde edeceği mükâfât ise ihlâsı ve Allah Resûlü’ne olan muhabbeti derecesindedir.
Salât ü selâm, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e mânen yakınlaştıran, böylece Allah’ın rızâsını elde eden kulun mertebesini yükselten müessir vâsıtalardan biridir.
Efendimiz’in rûhâniyetine yaklaşmak ve onunla beraber olabilmek dünya ve âhirette elde edilebilecek en büyük saadet ve bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığa erişebilmenin yolu Peygamberimiz’in muhabbet ve rızâsını kazandıracak davranışları sergilemektir. Bunun anahtarı ise ona bolca salât ü selâm getirmektir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz, salât ve selâmların kıyâmet gününde kendisine yakınlık vesîlesi olduğunu şöyle ifade etmiştir:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirendir.” (Tirmizî, Vitir 21)
Salât ve selâm, müminler için her konuda numûne-i imtisâl olan Resûlullah Efendimiz’in kalbî, hissî ve fikrî bakımdan bizimle beraber olmasına, onun mânevî dünyasından bizim gönül âlemimize feyiz ve bereketin akmasına vesîledir.
Dolayısıyla ilâhî feyz ve bereketi kalbe nakşedebilmek, Resûlullah (s.a.s.)’in rûhâniyetinden hisseler alabilmek ve onunla râbıtayı güçlendirmek için bütün zaman ve mekânlarda, husûsiyle seher vakitlerinde salavât-ı şerîfe getirmenin pek büyük bir ehemmiyeti vardır.
Salât ü selâm okuyan kimse, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini diğer sevgilere tercih ettiğinden, kötü huylardan kurtulur ve onun ahlâkıyla ahlâklanır. Nebiyy-i Ekrem’e olan muhabbeti arttığı gibi, Efendimiz’in de o kimseye teveccühü katlanarak artar.

Resûlullah Efendimiz’e getirilen salavât, mü’mini Allah’ın rahmet ve bereketine nâil eder. Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Kim bana bir defa salât getirirse, Allah o kimseye on defâ salât eder, on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.” (Nesâî, Sehv 55)

Salât getirmenin diğer bir faydası da dua ve yakarışların arş-ı a‘lâya yükselmesine vesîle olmasıdır. Bu sebeple namazdan sonra veya diğer zamanlarda Allah’a dua edecek kimse, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰي اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ اَجْمَع۪ينَ (elhamdü lillâhi Rabbil âlemîn vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn) veya buna benzer bir hamdele ve salvele ile başlamalıdır. Nitekim bir defasında Resûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlerden birinin Allah’a hamd ve Resûlü’ne salât getirerek duaya başladığını gördüğünde, onu takdir ederek; “Ey namaz kılan zât! Dua et, Duana hamdele ve salvele ile başladığın müddetçe duan kabul olunur” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât 65)

Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle demiştir; “Yaptığın dua yerle gök arasında durur. Peygamberine salât getirmedikçe hiçbir duan Allah katına yükselmez.” (Tirmizî, Vitr 21)
Ebubekir (r.a.) salavât-ı şerîfenin fazileti ile alâkalı olarak şöyle demiştir:

“Resûlullah’a salavât getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten daha faziletlidir. Onu sevmek ise riyâzet ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târih, VII, 161)

Salavât-ı şerîfeye devam etmek insanın mânevî dünyasına âhenk kazandırır, tefekkürünü lüzumsuz şeylerden arındırır. Nitekim salavât getirmenin unutulan bir şeyin kolayca hatırlanmasına yardımcı olduğu müşâhede edilmiştir. Özellikle Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen kimseler bunu birçok defa tecrübe etmişlerdir. Aşk ve muhabbet, iki kalb arasında kurulan mânevî bir bağdır. Bu bağın tezâhürü ise sevenin, sevdiğini hiçbir zaman gönlünden ve dilinden düşürmemesidir. Sevgiliyi hatırlatan her söz, zaman ve mekan kaydı olmaksızın sevenin gönlünü ürpertir, ona olan iştiyâkı canlı tutar. Dolayısıyla mü’minler de salât ü selâm getirmek sûretiyle Efendimiz’in ruhâniyetini kendileri ile birlikte hissedecekler ve Efendimizin güzel ahlâkından nasip alacaklardır. Ama ne yazık ki, bu manevî sofradan nasibi olmayanlar, hatta buna ihanet edip düşmanlığa yeltenen bedbahtlar da vardır. Bu gibiler hakkında buyruluyor ki:

57. Allah’ı ve Rasûlü’nü incitenleri Allah dünyada da âhirette de rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

58. Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyden dolayı suçlayıp incitenler ise, gerçekten bir iftirâ atmış ve apaçık bir vebâl yüklenmişlerdir.


“Allah’a eziyet”, O’na isyan edilmesi, O’na karşı şirk, küfür ve inkâr tavrının takınılması ve O’nun haram kıldıklarının helâl kılınması gibi hususlardır. Peygamber (s.a.s.)’e isyan ve düşmanlık da Allah’a eziyet sayılır. “Resûlullah’a eziyet” ise, onu rahatsız edip üzen her türlü söz, fiil davranışlardır. Ona eziyet veren sözlere örnek, onun hakkında sihirbaz, şâir, kahin ve deli gibi sözler sarf etmeleri; Efendimiz (s.a.s.)’in bazı uygulamalarına dil uzatmaları; bir kısım evlilikleriyle alakalı dedikodu yapmalarıdır. Ona eziyet veren fiillere örnek ise Uhud harbinde dişini kırıp yüzünü yaralamaları ve Kâbe’de namaz kılarken deve işkembesini üzerine atmaları gibi durumlardır. Bu tür eziyetler kâfirliğin alametleri olduğu için Allah onları rahmetinden tardedip cehenneme atacaktır. Mü’min erkek ve mü’min kadınlara eziyet ise âyetteki ifadesiyle yapmadıkları bir günahı kendilerine isnat etmek, arkadan gıybetlerini yapmak ve sahip olmadıkları bir kusurla onları suçlamaktır. Bu ise düpedüz bir iftirâ ve apaçık bir günahtır. Bunun cezası sadece âhirete kalmaz, iftira suçu işleyenler dünyada da cezalandırılırlar. Meselâ birine zina iftirasında bulunup dört şâhit getiremeyenlere, yetkili makam tarafından seksen değnek vurulur. (bk. Nûr 24/4)

Görüldüğü üzere burada hem gıybet hem de iftirâ açıkça kötülenmekte, mü’minler hakkında incitici söz ve davranışların hepsinden sakınmak gerektiği vurgulanmaktadır. Resûlullah (s.a.s.), şu sözleriyle gıybet ve iftirayı ne güzel tarif eder:
Efendimiz birgün:

“–Gıybet nedir, bilir misiniz?”diye sormuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Peygamberimiz:
“–Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır” buyurdu.
“–Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu.
“–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftirâ ettin demektir” buyurdu. (Müslim, Birr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 40/4874)

Bu bakımdan, kötü insanların iftira ve sataşmalarından korunmanın yollarını göstermek için buyruluyor ki:

59. Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle evlerinden dışarı çıktıkları zaman dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların iffetli kadınlar olarak tanınmaları ve kötü insanlar tarafından sözlü veya fiilî tâcize uğrayıp incitilmemeleri açısından en uygun yoldur. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Kadınların örtünmeleri ile alakalı hükümler Nûr sûresi 31. âyet-i kerîmede beyân edilmişti. Bu âyette ise eziyet ve tâcizlerin engellenmesi gayesiyle dışarı çıkarken kadınların dış giysi kullanmaları emredilir. Verilen bilgilere göre Medine evleri dar ve tuvaletsizdi. Kadınlar ihtiyaçlarını gidermek için geceleri evlerinden çıkar, biraz uzaklaşarak ihtiyaçlarını giderir ve dönerlerdi. Bu durumu fırsat bilen bazı münafıklar ve kalplerinde kötülük yapma hastalığı taşıyan bir takım kendini bilmezler uygun yerlerde durur, kadınlara söz ve elle tacizde bulunur, yakalandıkları zaman da “Biz onları câriye sandık” derlerdi. Bu mazereti ortadan kaldırmak üzere hür kadınların, dışarı çıkarken, cilbâb ismi verilen dış giysilerine bürünmeleri emredildi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 58; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 243) Hatta Hz. Ömer, hür kadınları cariyelerden ayırarak asayişi korumak maksadıyla cariyelerin cilbâb kullanmalarını yasaklamış, daha sonraki dönemlerde ise bu yasak kalkmıştı. Hâsılı, bu âyet-i kerîmede müslüman hanımların evlerinden çıkarken üstlerine vücut hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafetleriyle sokağa çıkmamaları emredilmektedir. Bütün müfessirler, tabirleri değişik olsa da, mefhumda birleşerek âyetteki “cilbâb”dan maksadın, kadının elbiseleri üzerine giyilen ve bütün vücûdu örten bir örtü, elbise olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebeple zamanımızda kadınların ev kıyafetleri üzerine pardesü, manto vb. bir dışarı elbisesi giymeleri gerekmektedir. Ayet, setr-i avreti değil, onun üzerine fazlasını emretmektedir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 57; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXV, 198)

Gerçekten de İslâmî bir tesettür, kadının hem mü’min, hem iffetli, hem de câriye değil hür bir kadın olduğunu gösterir. Her ne kadar örtünmeye dikkat etmeyen bütün kadınların güzelliklerini sergilemek ve dikkatleri üzerlerine çekmek istedikleri gibi iddiada bulunmak doğru olmasa da, güzelce örtünen, güzelliklerini dışarıda sergilemeyen ve örtünün anlamının şuuruyla hareket eden kadınların toplumda saygı görüp, sarkıntılık gibi incitici davranışlara maruz kalmadıkları da bir gerçektir. (Ünal, s. 932) Âyetin, Allah’ın “çok bağışlayıcı ve çok merhametli” anlamındaki isimleriyle sona ermesi de gösteriyor ki, Yüce Rabbimizin mü’min kadınlara örtünme emri, O’nun bağışlayıcılığından ve mü’minler için hususi rahmetinden kaynaklanmaktadır. Bu emir, mü’min kadınlar için bütünüyle rahmettir. Çünkü bu yolla onları maddî ve manevî zararlardan korumakta, kadınlık onur ve şereflerini muhafaza etmekte, âile ve toplumu düzeltip ihya etmekte, en önemlisi de onlara ebedî hayatta Allah’ın sonsuz rahmetine ermenin yolunu açmaktadır.
Buna rağmen:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
60. Münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve yalan haberlerle şehirde ortalığı karıştıranlar, eğer bu düşmanca tavırlarından vazgeçmezlerse, biz seni elbette onların başına musallat ederiz de, o zaman bu topraklarda sana komşu olarak ancak çok az bir süre kalabilirler.

61. Allah’ın rahmetinden kovulacak; bununla da kalmayacak, nerede ele geçirilirlerse tutuklanacak ve hak ettikleri şekilde öldürüleceklerdir.

62. Allah’ın daha önce yaşamış bütün toplumlarda geçerli olan kanunu ve yolu budur. Çağlar değişse, toplumlar değişse de, sen Allah’ın kanununda hiçbir değişiklik göremezsin!


Medine’de bir tarafta münafıklar vardı. Bir tarafta kendisini onlardan saydığı halde İslâm’ın ve müslümanların kötülüğünü isteyen ve dâimâ günah işleme düşüncesi içinde olan kalbi hastalıklı kimseler vardı. Bir tarafta da müslümanların huzurunu ve moralini bozmak için, Medine’de müslümanların büyük bir yenilgiye uğradıkları, falan yerde müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlandığı, Medine’nin ani bir saldırı tehdidi altında bulunduğu gibi asılsız haberleri yayan kimseler vardı. Bu kötülük odağı kimseler, aynı zamanda insanların kafasında şüpheler uyandırmak ve müslümanların ahlâki üstünlüklerinin tesirini yok etmek için Resûlullah (s.a.s.) ve diğer müslümanların aile hayatıyla ilgili hayalî hikâyeler uydururlardı. Bu hususta Allah’ın emri, İslâm toplumunda bu tür fitne ve fesatları yayanların gelişip güçlenmesine asla fırsat vermemektir. İlâhî kanunların uygulandığı bir toplumda, bu tür kimseler öncelikle durumlarını düzeltmeleri için ikaz edilirler. Buna rağmen hâlâ bu kötü hal ve hareketlerinde ısrar ederlerse, şiddetli bir muameleye tabi tutulup ortadan kaldırılırlar.
Bu onların dünyadaki cezasıdır. Âhiretteki ebedî cezaya gelince:

63. Rasûlüm! Sana insanlar kıyâmetin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: “Onunla ilgili kesin bilgi ancak Allah’ın nezdindedir.” Nereden bileceksin, belki de onun vakti iyice yaklaşmıştır.

64. Şüphesiz Allah kâfirleri ebediyen rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara çok kızgın bir ateş hazırlamıştır.

65. Onlar orada ebediyen kalacaklar, kendilerine yardım edecek ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.

66. Yüzlerinin ateşte o yana bu yana çevrilip duracağı o gün: “Eyvâh bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygamber’e itaat etseydik!” diye inleyeceklerdir.

67. Sonra da: “Rabbimiz biz önderlerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.”

68. “Rabbimiz onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden mahrum et!” diyeceklerdir.


Kıyâmetin vaktini soranlar, daha ziyâde âhirete iman etmeyen kâfirlerdir. Bir bakıma Peygamberimiz (s.a.s.) ile alay etmek üzere böyle soruyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre kıyâmet her an kopabilir. Küçültülmüş bir kâinat olan insanın her nefeste ölme ihtimali bulunduğu gibi, büyültülmüş bir insan olan kâinatın da her an kıyâmetinin kopma ihtimali vardır. Mühim olan kıyâmetin gelmesi değil, insanın oraya ne hazırladığıdır. Nitekim Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle anlatıyor:
Resûlullah (s.a.s.)’e bir adam geldi ve:

“–Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zamandır?” dedi. Efendimiz (s.a.s.):
“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye sorunca o da:
“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini…” cevabını verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz:
“–Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın” buyurdu.

Hz. Enes, bu rivayetin devamında der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi Allah’ın Nebîsi’nin «Muhakkak sen sevdiğinle berabersin» sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allah’ı, O’nun Resûlü’nü, Ebubekir’i ve Ömer’i seviyorum. Her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da, onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr 163)
Çünkü dünyada iman devletine erişemeyip kâfir ve müşrik olarak âhirete intikal edenlerin âkıbetleri çok fenâ olacaktır. Onlar kızgınlığının derecesini ölçme imkânı olmayan yakıcı bir cehenneme atılacaklar; kendilerini bundan kurtaracak ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir. Dünyada peşlerinden gittikleri inkârcı önderleri ve büyükleri de onlara bir fayda sağlamayacak, karşılıklı beddualar içinde, hiçbir zaman dinmeyecek âhlar, eyvâhlar ile ateşe tıkılacaklardır. (bk. A‘râf 7/38-39; Sebe’ 34/31-33)

İşte Peygamberlere karşı gelenlerin ve çeşitli eziyetlerle onları incitenlerin sonu böyle fenâ olacaktır. O halde:

69. Ey iman edenler! Siz de bir vakit Mûsâ’ya eziyet eden kimseler gibi olmayın ki, neticede Allah, hakkında söyledikleri bütün yakışıksız sözlerle onun hiçbir alakası olmadığını ortaya çıkarmıştı. O, Allah katında pek şerefli ve itibarlı bir kuldu.

57. âyette kâfir ve münafıkların Resûlullah (s.a.s.)’e eziyetlerinden söz edilmişti. Burada da mü’minler, Hz. Mûsâ misal verilerek, Efendimiz (s.a.s.)’e eziyet verecek şeylerden uzak durmaya çağrılırlar.
Hz. Mûsâ’ya yapılan eziyetle alakalı
olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İsrâiloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s.) ise, güzelce örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim onun hakkında: «Onun hayaları şişkindir ve onun baras hastalığı vardır, yahut da, onda başka bir hastalık bulunmaktadır» demişlerdi. Bir gün Şam topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti. Elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve: «Ey taş elbisemi ver, ey taş elbisemi ver» diyordu. Nihayet bu hâliyle İsrâiloğulları’ndan bir topluluğun yanına kadar geldi. Baktıklarında onun kendi aralarında yaratılışı en güzel ve sureti en mutedil birisi olduğunu anladılar. Söylediklerinin hiçbirisi onda yoktu. İşte bu âyette anlatılan husus budur.” (Buhârî, Gusl 20; Müslim, Hayz 75)

Bunun dışında da yahudilerin Mûsâ (a.s.)’a yaptıkları eziyetler vardı. Allah Teâlâ bu hususlarda hep Hz. Mûsâ’ya yardımcı olmuş ve onu aklamıştır. Bu âyetten anlaşıldığına göre, müslümanlar arasında iman henüz kalplerine tam yerleşmemiş olanlar, çeşitli vesilelerle Resûlullah (s.a.s.)’i suçluyor, ona eziyet ediyorlardı. Hz. Zeynep’le evliliği etrafında koparılan dedikodulara katılanlar olduğu gibi, Hz. Âişe’ye atılan çirkin iftiraya iştirak edenler de olmuştu. Bazan de ganimetlerin taksimi hususunda hakkına razı olmayıp, Efendimiz (s.a.s.)’i üzücü davranışlarda bulunanlar oluyordu. Nitekim bunlardan birini Abdullah b. Mesûd (r.a.) şöyle anlatır:

“Huneyn savaşında elde edilen ganimetleri taksim ederken, Resûlullah (s.a.s.) bazı kişilere diğerlerinden fazla hisse verdi. Akra b. Hâbis’e yüz deve, Uyeyne b. Hısn’a da bir o kadar verdi. Arapların ileri gelenlerine de o günkü taksimde biraz fazla pay verdi. Bunun üzerine bir kişi:

«–Vallahi bu taksimde adâlet ve hakkâniyet yoktur, Allah rızâsı da gözetilmemiştir!» dedi. Ben de:
«–Allah’a yemin ederim ki, ben bunu Resûlullah (s.a.s.)’e söyleyeceğim» dedim. Gittim, adamın söylediklerini anlattım. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün mübârek yüzü, üzüntüsünden kıpkırmızı kesildi.
«–Allah ve Rasûlü de adâlet etmezse, hiç kimse adâlet etmez» buyurdu ve şöyle devam etti:
«–Allah, Mûsâ’ya rahmet etsin. O bundan daha ağır bir ithâma mâruz kalmıştı da, sabretmişti.»” (Buhârî, Edeb 53; Müslim, Zekât 145)

Hâsılı mü’minlerin, ister hayattayken olsun ister vefâtından sonra olsun Allah Resûlü (s.a.s.)’i incitecek her türlü düşünce, söz ve fiillerden uzak durmaları istenmektedir. Netice de Allah Teâlâ, temizlik ve nezâhetin zirvesinde olan Habîb-i Edîbi’ni temize çıkaracak, fakat ona eziyet edenler yaptıklarına pişman olacaklardır.
O halde:

70. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve her zaman doğru ve yerinde söz söyleyin.

71. Böyle yapın ki Allah, amellerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Artık kim Allah ve Rasûlü’ne itaat ederse elbette büyük bir başarıya ulaşmış olur.


Bunun için mü’minler, hem Peygamberimiz (s.a.s.) ile alakalı hususlarda hem de her zaman, zemin ve durumda Allah’tan korkmalı, O’nun emirlerine karşı gelmekten sakınmalı, dedikodulara kanmadan doğru olanı öğrenip söylemelidirler. Bu iki vasıf, İslâmî ahlâk ve faziletin temelidirler. Bunlara dikkat edenlere Cenâb-ı Hak, işlerinin düzeleceğini ve günahlarının affedileceğini müjdelemektedir. Yani onlar hem dünya huzur ve mutluluğuna, hem de âhiret saadetine ereceklerdir. Zâten bir kulun erişebileceği en büyük başarı da bu olmalıdır. Nitekim Efendimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Bana şu altı şey hakkında söz verin, ben de size cennet için kefîl olayım:

Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!
Vaatte bulunduğunuz zaman yerine getirin!
Emânet husûsunda güvenilir olun!
İffetinizi koruyun!
Gözlerinizi haramdan muhâfaza edin!
Ellerinizi haramdan uzak tutun!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 323)

Fakat bahsedilen bu hususları aksatmadan tatbik edip müjdelenen başarıya ulaşmak o kadar kolay değildir. Gelen âyet-i kerîmede verilen temsilden de anlaşılacağı gibi, bu nimetin bedeli oldukça ağırdır. Bunu yerine getirebilmek için gerçekten çok büyük bir çalışma ve gayretin olması gerekmektedir:

72. Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler ve onun sorumluluğunu yerine getirememekten korktular. Ne var ki, onu insan yüklendi. Bunca kabiliyet ve nimetlerle donatıldığı halde yüklendiği emânetin hakkını veremeyen insan ne kadar zâlim, ne kadar câhildir.

73. Bunun içindir ki Allah, emânete hiyânet eden münafık erkek ve münafık kadınlarla müşrik erkek ve müşrik kadınlara hak ettikleri cezayı verecek; emâneti hakkiyle taşıyan mü’min erkek ve mü’min kadınların ise tevbesini kabul buyurup onlara husûsî rahmetiyle muâmele edecektir. Zira Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


Burada ifade buyrulan اَلْاَمَانَةُ (emânet), sayısız maddi ve manevî imkânlarla donatılan ve kendisine akıl, irade, hürriyet gibi fevkalâde hususiyetler verilen insanın mesul tutulduğu “kulluk emâneti”dir. Bu sebeple âyetteki “emânet” kelimesi müfessirler tarafından daha ziyâde “farzlar, haramlar, dinî mükellefiyetler” olarak izah edilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 66; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXV, 202) Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren tek vasıta ise Peygamberlere inen ilâhî kitaplardır. Bunların sonuncusu, en mükemmeli ve cihanşumûl olanı ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. Dolayısıyle Kur’ân’ın itikâdî, amelî, ahlâkî, içtimâî, siyâsî, iktisâdî tüm sahalarda ihtiva ettiği hükümlerin ifası bütün âlemlere, göklere, yere ve dağlara teklif edildiği halde onlar bu sorumluluğu yerine getirememekten ve altında ezilmekten korkarak çekinmişlerdir. Netice itibariyle bu teklifin hakiki veya mecazi olması arasında bir fark yoktur. Zira Allah Teâlâ’ya göre ikisi de aynı derecede mümkündür. Ne var ki insan bunu yüklenmiştir. Dağların taşların kaldıramayacağı yükün altına insan girmiştir. Nitekim bu konuyla yakın ilgisi bulunan diğer bir ayette:

“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın tepesine indirseydik, sen onu Allah korkusundan başını eğip paramparça olduğunu görürdün. Biz bu misalleri insanlara veriyoruz ki, etraflıca düşünüp gerekli dersi alsınlar” (Haşr 59/21) buyrularak o yüksek, haşmetli ve kaskatı dağların Kur’ân-ı Kerîm’in dehşetinden ve ahkâmının ağırlığından o derece müteessir olacağı, Allah’ın emirlerine saygı ile çatlayıncaya kadar itaat ve inkıyad edip secdelere kapanacağı ifade edilmiştir.

Burada yüklendiği emâneti taşıyıp taşıyamama açısından insanın “çok zâlim” ve “çok câhil” şeklindeki iki vasfına dikkat çekilmektedir. Bu iki vasıf insanın fıtratında kökleşmiş olan mezmûm iki vasıftır. Zâlim; ölçme ve değerlendirmelerinde hata etmeye, ayrıca haksızlık yapmaya çok meyyâl, sorumluluğun hakkını yerine getirmede çok zayıf kimse demektir. Câhil de gerçek bilgiden mahrum, hal ve hareketlerinde hep nefsine yenik düşen anlamındadır. İnsan ancak sözkonusu iki kötü vasfını iyiye çevirdiği ölçüde yüklendiği bu ağır emâneti taşıma güç ve istidâdı elde edecektir. Buna göre, zulmün zıddı “adâlet”tir. Adâlet, aynı zamanda amel-i sâlih mânasında kullanıldığından, zulme düşmemek için bolca sâlih amel işlemeye gayret etmek gerekmektedir. Nitekim, Asr sûresinde insanın hüsrandan kurtulması için sâlih amel sahibi olmasının zarûretinden bahsedilir. Cehâletin zıddı ise “ilim”dir. İlmin de zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki yönü vardır. İmâm Gazâlî (k.s.), “Peygamber vârisi olan gerçek âlimler, zâhirî ve bâtınî ilimleri birlikte öğrenip hazmeden âlimlerdir” diyerek hakiki ilmin bu iki çeşit ilmi tahsil etmeye bağlı olduğunu söyler.
Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Şimdi düşünün, bu cehennemlik kimse mi daha iyidir; yoksa gece saatlerinde secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini uman tertemiz bir mü’min mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri düşünüp ders çıkarırlar.” (Zümer 39/ 9)

Hâsılı insan, ancak kuvvetli bir imanla birlikte sâlih ameller işleyip zâhirî ve bâtınî ilmini irfâna dönüştürebildiği nisbette “zalûm” ve “cehûl” sıfatlarından kurtulabilecektir. Mânevî hastalıklarını tedâvî için ilmî sermâyenin yanında kalbî sermâyeyi de tedârik ederek, böylece dağların taşıyamadığı o büyük emâneti taşımaya peyderpey liyakat kazanacaktır. Böylece insan yüklendiği emâneti iyi koruyup hakkını verdiği nispette mahlukatın en şereflisi olma mevkiine yükselecektir. İşte bunlar gerçek mü’minler olup, Allah onların tevbelerini kabul buyuracak, onları her türlü iyilikte muvaffak kılacak ve onarlı engin rahmetiyle sarıp sarmalayacaktır. Buna karşılık eğer emânetin hakkını veremez, sermayeyi kötüye kullanır, nefis ve şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanacaktır. Bunlar da erkeğiyle kadınıyla munâfık ve müşriklerdir ki, neticede ilâhî azaba uğrayacaklardır.

Bu sûre netice itibariyle Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edip, gerçek bir iman ve amel-i sâlihle kulluk emânetini yerine getirenlerin en büyük feyze erip Cenâb-ı Hakk’ın cemaline kavuşacaklarını müjdeler. Şüphesiz bu da en büyük nimet ve pek büyük bir mazhariyettir. Bu nimetler elbette Allah Teâlâ’ya dâimî bir hamdi ve sürekli bir şükrü gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan şimdi gelen Sebe’ sûresinin “Elhamdülillâh” diye başlaması pek münâsip düşmektedir:
 
Son düzenleme:
Üst Alt