TEFSİR AL-İ İMRAN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun Rasûlü de aranızda bulunurken, siz nasıl olur da tekrar inkâra dönersiniz? Şunu bilin ki, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan kimse, kesinlikle doğru yola ulaştırılır.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır: Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm gelmeden önce birbiriyle savaş halinde idiler. Buâs adı verilen bu savaşlarda her iki taraftan çok sayıda insan ölmüş, son olarak da Evs kabilesi Hazrec kabilesine üstün gelmişti. müslüman olduktan sonra ise İslâm’ın bereketiyle eski düşmanlıklarından vazgeçmişler ve kardeş olmuşlardı. Birlik ve beraberlik içinde düşmanlarına karşı tek yumruk haline gelmişlerdi. Bir gün yahudi ileri gelenlerinden Şâs b. Kays, Evs ve Hazrec’e mensup bir grubun ülfet ve muhabbetle sohbet ettiklerini gördü. Bu manzara karşısında içi kin ve öfkeyle doldu. Derhal yanında bulunan genç bir yahudiye, onların yanlarına varıp, Buâs gününü, daha önce vuku bulmuş savaş ve ayrılık günlerini hatırlatmasını söyledi. Genç, kendine verilen vazifeyi başarıyla yerine getirdi. Karşılıklı okunan şiirler ve yapılan konuşmalar neticesinde hatıralar canlandı, tartışmalar ilerledi. Karşılıklı sövüşmeler ve kavga başladı. Nihayetinde Evsliler ve Hazrecliler toplanıp Medine dışında taşlık bir yere çıkarak karşılıklı savaş vaziyeti aldılar. Durumu öğrenen Allah Resûlü (s.a.s.) hemen oraya gelerek: “Ey müslümanlar! Allah aşkına sakin olun. Bu ne câhiliyet davası! Ben aranızdayken, Allah sizi İslâm’a ulaştırmış, size İslâm’la ikramda bulunmuşken, sizi câhiliye kötülüklerinden uzaklaştırıp küfürden kurtarmış ve aranıza bir ülfet vermişken halâ câhiliyet davası güdüp eskiden olduğu gibi yeniden küfre mi döneceksiniz?” buyurdu. Böylece ortalık sakinleşerek yahudilerin tutuşturduğu fitne ateşi söndü. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Taberî, IV, 32-33; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 139)

Dolayısıyla burada mü’minler, kendilerine hidâyet rehberi olarak lütfedilen Kur’ân-ı Kerîm’in ve yine önlerinde en büyük örnek şahsiyet olan Peygamberimiz (s.a.s.)’in kıymetini bilerek, Ehl-i kitabın tuzaklarına düşmemeleri ve doğru yola erişebilmek için Allah’ın dinine sımsıkı sarılmaları hususunda ciddi bir şekilde ikaz edilmektedirler:

102. Ey iman edenler! Kudret ve yüceliğine yaraşır bir biçimde Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun ve ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin.

Takvâ, kişinin günahlardan sakınıp sâlih ameller işleyerek kendini Allah’ın azabından koruması demektir. Âyette emredildiği gibi gerçek mânada takvâ ise, “Allah’a mutlak mânada itaat edip, bir an bile olsa isyan etmemeyi; O’na daima şükredip asla nankörlük etmemeyi ve O’nu daima zikredip hiç unutmamayı” ifade eder. Yine bunda “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad etmek, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak, kendinin ve çocuklarının aleyhinde bile olsa adâletli davranmak” mânası da vardır. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 157-158) Şüphesiz anlatılan bu hususları her insan, ancak gücünün yettiği ölçüde yapabilecektir. Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ashâb-ı kirâm, buradaki emrin ağırlığını hissederek: “Buna kim güç yetirebilir?” diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah, “Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının” (Teğâbün 64/16) âyetini indirerek bu hususa açıklık getirdi.

Âyetteki “ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin” (Âl-i İmrân 3/102) ifadesi, hangi halde öleceği kulun elinde olmadığı için, bütün gücüyle İslâm’ın emrettiği şekilde yaşamayı ve bunda sebât etmeyi emretmektedir. Allah’tan hakkiyle korkan ve İslâm üzere bir hayat süren kişilerin de, kesin bir garanti bulunmamakla birlikte, müslüman olarak ölme ihtimalleri elbette yüksektir.

En mühim takvâ ölçüsü, insanlığın kurtuluşu için maneviyat göklerinden yeryüzüne sarkıtılmış Kur’an ipine sarılmaktır:

103. Ey mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; derken Allah kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.

“Allah’ın ipi”nden maksat, “Allah’a yaklaşmaya vesile olabilecek her türlü vasıta”dır. Bunun da başında şüphesiz “Kur’an ve İslâm” gelmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.):

“Kur’an, Allah’ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir.” (Tirmizî, Menâkıb 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 14, 17)
“Fitnelerden kurtuluş yolunu gösteren elbette Allah’ın Kitabı’dır. Onda sizden öncekilerin kıssası, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü vardır... O, Allah’ın sağlam ipidir” (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’an 14) açıklamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’i “Allah’ın ipi” olarak söz eder.

Dolayısıyla âyet, hep birlikte Allah’ın, insanlığın kurtuluşu için gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun üzerine binâ edilen İslâm nizamına bütün gücümüzle sımsıkı sarılmamızı; itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtla ilgili tüm emir ve yasaklarını dikkate alarak yaşamamızı; onun etrafında birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir İslâm toplumu oluşturarak asla ayrılığa düşmememizi emretmektedir. İslâm dini tevhid anlayışı üzere kurulmuştur. İslâm, inanç bakımından herkesi Allah’ın birliği düşüncesi etrafında toplamayı hedeflediği gibi, cemaatle namaz, Cuma ve bayram namazları ve hac gibi ibâdetlerle amel yönünden de birlik ve beraberliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zira fiillerdeki birlik, kalplerin birliğine sebep olmaktadır. Allah’tan hakkiyle korkmak, İslâm’a uygun yaşamak ve müslüman olarak ölebilmek için böyle bir İslâm toplumuna ihtiyaç vardır. Ayrıca dünya hayatında fert ve toplum olarak ayakta durabilmek, düşmanların maddi ve mânevî baskılarına dayanabilmek ve İslâm toplumu olarak bizden beklenen sorumluluğu yerine getirebilmek için de böyle bir beraberlik zaruridir. Çünkü birlik ve beraberliği zayi olmuş toplumların, kısa zamanda dağıldıkları ve her şeylerini kaybettikleri tarihî bir gerçektir. Mehmet Akif bu gerçeğe şöyle işaret eder:

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”


Esasen, Allah’ın insanlara olan nimetleri hem dünyevî hem de uhrevîdir. Daha önce birbirine düşman olan kişi, kabile ve toplumların İslâm nimeti ve imanın birleştirici vasfı sayesinde kalpleri birbirine ısınarak kardeş olmaları dünyevi bir nimettir. Nitekim Medine’de bulunan ve aynı soydan gelen Evs ve Hazreç kabileleri, İslâm gelmeden önce aralarına sokulan düşmanlık sebebiyle birbiriyle savaş halinde idiler. Hatta bu savaş bir asırdan fazla sürmüştür. Fakat İslâm’ın gelmesiyle düşmanlıklar son bulup, birbirine merhamet eden ve birbiri hakkın da iyi düşünen kardeşler haline gelmişlerdir. Bunun örnekleri, tarih boyunca çokça yaşanmıştır. “Ateşten bir çukurun kenarından kurtulmak” ise “cehenneme düşmeye sebep olan küfürden kurtulmak” mânasında olduğu için uhrevi bir nimettir. Burada cehennem, içinde ateşin bulunduğu çukura, küfürleri sebebiyle insanların cehenneme müstehak olmaları da, ateş çukurunun kenarına gelmelerine benzetilmiştir. Eğer onlar, küfür üzere ölselerdi mutlaka cehenneme düşeceklerdi. Fakat tam o çukura düşmek üzereyken İslâm sayesinde Allah onları hidâyete erdirmiş ve cehennemden kurtarmıştır. Bunlar, hidâyete ermek isteyen fert ve toplumlar için birer örnek ve ibrettir.

Ancak insanların irşadı ve hidâyeti kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bu vazîfeyi yerine getirecek ehliyetli ve salâhiyetli mürşitlere; İslâm’ı hem ilimleriyle hem irfanlarıyla hem de ahlâkın zirvesindeki temsil kabiliyetleriyle tebliğ edecek, yürekleri aşk, vecd, ihlas ve samimiyet dolu seçkin davetçilere ihtiyaç vardır. Bu sebeple buyruluyor ki:

104. Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım yapıp kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama bütün müslümanlara farz-ı kifâyedir. Bu vazife yerine getirilmeyince hiçbir müslüman mesuliyetten kurtulamaz. Hitap bütün mü’minlere olduğu için onların vazifesi, içlerinden bu sorumluluğu yerine getirecek belli, özel bir topluluk yetiştirmek, onlara yardım ve ittiba etmek suretiyle bu görevi yerine getirtmektir. Böyle bir grup teşkil edilip görevlendirildikten sonra tebliğ vazifesi bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak da tekrar müslümanların hepsine düşer.

Ayette geçen اَلْخَيْرُ (hayır) kelimesi, “dine ve dünyaya ait her türlü iyi, güzel ve faydalı olan şeyler” mânasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de umumiyetle bu kelime; Allah’ın rızâsına uygun düşen, fert, aile ve toplumun faydasına olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlar, fert ve toplum menfaatine olan servet, mülk, müessese ve düzenlemeler anlamında kullanılmıştır. Bunların zıddı olan şeylerden de “şer” olarak bahsedilir. Burada zikredilen “hayır”dan maksat, öncelikle tevhid ve İslâm’dır. İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak da bunun mühim bir kısmını teşkil eder. Bu bakımdan emredilmesi istenen “ma‘rûf”, İslâm’ın getirdiği, uygun gördüğü ve onayladığı her türlü iyiliktir. “Münker” de İslâm’ın yasakladığı ve onaylamadığı her türlü kötülüktür. Şunu belirtmek gerekir ki iyiliği ve kötülüğü Allah’ın sapasağlam ipi olan İslâm’dan başka ölçüyle ölçmeye kalkmak, nefse ait arzulara uymaktır ki, bu, bir sonraki âyette yasaklanan anlaşmazlık ve uyuşmazlığı hortlakmaktan başka bir şey değildir.

Hayra davet, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamak hususunda Allah Resûlü (s.a.s.)’in çok önemli ikazları vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

“Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve zalimin iki elini tutup onu doğruyu kabule zorlarsınız ya da bunu yapamadığınız takdirde Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrâiloğulları’na ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17)

“Sizden bir kötülük gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan o kötülüğe kalbiyle buğzetsin. Sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11)

Allah Resûlü (s.a.s.), iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama işinin toplumun ihyâsı ve devamı açısından ne kadar hayatî olduğunu bir misalle şöyle açıklar:

“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:

«–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz» dediler.

Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.”
(Buhârî, Şirket 6; Tirmizî, Fiten 12)
İslâm toplumu adına hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vazifesini ifâ edecek kişilerin belli başlı hususiyetlere sahip olmaları lâzımdır. Bunları şöylece hülâsa edebiliriz:

İman, istikâmet ve takvâ bakımından yeterli ve üstün bir seviyede olmaları,
İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırabilecek derecede ilim, irfan ve tecrübe sahibi olmaları,
Beşerî münasebetleri güzel bir şekilde yürütebilecek derecede ahlâk-ı hamîde ve hüsn-i muâşeret sahibi olmaları,
Bu işi yapabilecek dirâyet, güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.

İslâm tam olarak öğrenilip, öğretilip yaşanmadığı takdirde toplumda düzenin yerini terör, birliğin yerini tefrika alır ki gelen âyet bu hususta ciddi bir uyarıda bulunmaktadır:

105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra anlaşmazlığa düşüp, birbiriyle çekişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.

Önceki ümmetler, bunlar içinde de özellikle yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine gelen ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların getirdikleri açık deliller ve mûcizelere rağmen, çeşitli sebeplerle parçalanmış ve pek çok konuda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Aralarında derin düşmanlıklar oluşmuş, birlik ve beraberlikleri dağılmıştı. Bu sebeple Allah Teâlâ, yeryüzünde her türlü iyiliğin temsilcileri olmalarını istediği Ümmet-i Muhammed’i böyle kötü bir duruma düşmekten sakındırmaktadır. Onlara, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayarak İslâm’ın hâkim olmasını sağlamada başarılı olabilmeleri için, güçlü olmaları gerektiğini; bunu temin etmek için de İslâm’ın bağlıları arasında son derece kuvvetli bir ülfet ve muhabbetin olması lazım geldiğini hatırlatmaktadır. Buna şiddetle yönlendirmek için de, bölünüp parçalananlara, bu halleri sebebiyle dünya ve âhirette büyük bir azabın isabet edeceği uyarısını yapmaktadır.

Bu büyük azaptan bir misal takdim etmek üzere şöyle buyruluyor:

106. O kıyâmet gününde bir kısım yüzler pırıl pırıl parlayacak; bir kısım yüzler de kederden simsiyah kesilecektir. Yüzleri simsiyah olanlara: “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” denilecek.

107. Yüzleri pırıl pırıl olanlara gelince, onlar hep Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği cennette olacak ve orada ebedî kalacaklardır.

Kıyâmet günü bir kısım yüzler parıldayacak, bir kısım yüzler ise kararacaktır. Şüphesiz ki parıldayan yüzler mü’minlerinki, kararan yüzler ise kâfirlerinki olacaktır. Bu husus diğer âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilir:

“Yüzler var, o gün mutluluktan ışıl ışıl parlayacak. Sonsuz bir huzur ve saadet içinde Rablerinin cemâline bakacak. Yüzler de var, o gün asılacak, buruşacak. Çünkü kendisine, bel kemiklerini kıracak belâlı ve korkunç bir şeyin yapılacağını anlayacak.” (Kıyâmet 75/22-25)

“Yüzler vardır o gün pırıl pırıldır. Güleçtir, sevinçlidir. Kimi yüzler de o gün toza toprağa bulanmıştır. Onları karanlık bürümüştür. Onlar Allah’ın sınırlarını aşıp günaha dadanmış kâfirlerdir.” (Abese 80/38-42)

Yüzlerdeki parıldama, yaptıkları iyi işler ve buna mukabil gördükleri mükâfat sebebiyle ferah, mutluluk ve surûrdan; kararma ise tam aksine işledikleri günahlar ve buna karşılık buldukları azap sebebiyle bedbahtlık, gam ve kederden mecaz olabileceği gibi, gerçek mânada yüzlerin parıldaması ve kararması anlamında olması da mümkündür. Çünkü burada bu ifadelerin gerçek mânalarında kullanılmasına bir mâni yoktur.

Netice itibariyle, dünya hayatında İslâm’ın emir ve yasakları istikâmetinde mü’mince ve müslümanca bir ömür sürenlerin âhirette yüzleri ak ve parlak olacaktır. Onlar, iman etmelerinin ve sâlih ameller işlemelerinin bir mükâfâtı olarak Allah’ın sonsuz rahmetine erecek, cennetine girecek ve orada ebedî kalacaklardır. Bu durum, onların hem kalplerine hem de yüzlerine fevkalâde büyük bir surûr, neş’e ve sevinç bahşedecektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde: “İyilik, ihlas ve fazilet sahibi kimseler, ebedî cennet nimetleri içindedirler. Koltuklar üzerine oturmuş, sevinçle etrafı seyrederler. Öyle ki, onları saran nimetlerin sevinç ve parıltısını yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/22-24) buyrularak onların bu güzel halleri haber verilir. Bu talihli kulların aksine dünyada Allah ve Rasûlü’ne sırt çevirenler, iman ve sâlih amele yanaşmayanlar veya bir vesileyle inandıktan sonra tekrar inkâra saplananların âhirette yüzleri kararacak ve “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” (Âl-i İmrân 3/106) şeklindeki ilâhî tehdide muhatap olarak cehenneme atılacaklardır. Çare, şimdiden Allah’ın âyetlerini can kulağıyla dinleyip onların mâna ve muhtevalarına teslimiyet göstermektir:

108. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, Rasûlüm, onları sana dosdoğru olarak okuyoruz. Allah, hiç kimseye zulmetmek istemez.

109. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler neticede Allah’a dönmekte; O neye hükmederse öyle olmaktadır.

Allah’tan, O’nun azamet ve yüceliğine yaraşır bir şekilde korkup, istikâmet üzere bir hayat yaşamayı, Allah’ın sapasağlam ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılmayı, bölünüp parçalanmamayı emreden ve bu ilâhî emirlere uygun yaşayan mü’minlerle bunları hiç dikkate almayan kâfirlerin akıbetini haber veren bu âyetler, şüphesiz Allah Teâlâ’nın Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Peygamber Efendimiz’e okuduğu yanlış ihtimâli olmayan dosdoğru âyetleridir. Allah, bu âyetleri, merhametinin bir tecellisi olarak kullarını doğru yola irşad için indirmiştir. Çünkü O, hiçbir yaratığına, hiç kimseye en küçük bir zulüm yapmayı veya yapılmasını asla istemez. Dolayısıyla bir kısım kulların karşılaşacağı acı sonuçlar Allah’ın bir zulmü değil, kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı olacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. Onlarda tek başına hükmeden ve istediği gibi tasarruf yapan O’dur. Olan biten bütün işler nihâyetinde Allah’a dönmekte; O nasıl hükmederse işin sonucu o şekilde gerçekleşmektedir. Bu bakımdan herkes Allah’ın huzurunda toplanacak, hesaba çekilecek ve hak ettiği karşılığını bulacaktır.

İnsanların hayra yönlendirilmesi ve âhirette de hayırlı neticeler elde edebilmeleri için onlara iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu açık bir şekilde öğretecek ve gösterecek örnek bir topluluğa ihtiyaç vardır. Gelen âyet bu hususu ele almaktadır:

110. Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri emredip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış fâsıklardır.

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmeti, bütün insanlığa örnek olarak ve onları iyiliğe sevketmek için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Yüce Rabbimiz, Levh-i Mahfuz’da bunu böylece takdir buyurduğunu haber vermektedir. Fakat bu “hayırlı ümmet olma” durumu, âyet-i kerîmede bir kısım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar; başta Allah’a olmak üzere inanılması gereken her şeye şüphesiz inanmak, o imanın gereği olarak İslâm’a uygun örnek bir hayat sürmek, bununla birlikte temsil ettikleri İslâm’ın bir şiarı olarak iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamaktır. Bu şartlar yerine getirildiği nispette “hayırlı ümmet olma” durumu gerçekleşir. Bu şartlardaki aşınma ve azalma nispetinde de bu durum zafiyete uğrar. O halde netice itibariyle karşımıza “siz bu şartları yerine getirip bu güzel halinizi koruduğunuz müddetçe en hayırlı ümmetsiniz. Fakat bu halinizi değiştirdiğiniz takdirde bu özelliğinizi elinizden kaçırırsınız” mesajı çıkmaktadır. Nitekim bizden önceki Ehl-i kitabın hâli bu konuda ibretli bir misal olarak ortada durmaktadır. Bir zamanlar, Allah’ın dinini yaşama ve tebliğ vazifesi onlara verilmiş, fakat onlar bu kudsî nimetin şükrünü hakkiyle ifâ edemediklerinden ellerinden alınmıştı. Eğer onlar, iman edip istikâmet üzere yaşasalardı şüphesiz onlar için çok hayırlı olacaktı. Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve Kur’an’a inansalardı bu şerefli halleri devam edecek ve iki kat mükafat alacaklardı. Fakat pek çoğu imanı reddedip dinden çıkarak fâsıklar gurûhundan olmuşlardır. Dolayısıyla burada bizlere hem bir müjde hem de kuvvetli bir ikaz bulunmaktadır.

Ey mü’minler, unutmayın ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. Onlar size, dilleriyle incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşacak olsalar, arkalarını dönüp kaçarlar; sonra kendilerine yardım edecek kimse de bulunmaz.

Âyet-i kerîmede hem Ehl-i kitaptan inananlara, hem de bütün müslümanlara bir emniyet telkini yapılmaktadır. Kâfirliği ve fasıklığı tercih eden Ehl-i kitabın mü’minlere, bir kısım can sıkıcı, rahatsızlık verici eziyetlerden, kınama ve tehditlerden başka ciddi mânada bir zarar veremeyecekleri; bir savaş durumu olduğunda da dönüp kaçacakları haber verilmektedir. Böylece müslümanlara büyük bir teselli, cesaret ve moral aşılanmaktadır. Nitekim müslümanlar, bahsedilen üstün vasıfları taşıdıkları devirlerde Ehl-i kitaptan kendileriyle savaşanlara karşı başarılı olmuşlar, asırlarca dünyaya adâlet, barış ve hürriyet getirmişlerdir.

Ehl-i kitabın durumuna gelince:

112. Nerede bulunursa bulunsunlar, onların üzerine zillet damgası vurulmuş, böylece Allah’ın gazabına uğramışlar ve meskenet altında ezilmeye mahkum olmuşlardır. Kendilerini bu zillet ve meskenetten ancak Allah’ın ipine sarılmak ve müslümanların himayesi altına girmek kurtarabilir. Bu zillete düşmelerinin sebebi, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleridir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi aşmalarıdır.

Âyette haber verilen “Allah’ın ahdi”nden maksat, O’nun Ehl-i kitap için takdir buyurduğu “emân”dır. Bu da, onların alçalmış bir halde cizye vermeleri ve bu şekilde kendilerini tehlikelere karşı emniyete almalarıdır. “İnsanların ahdi”nden maksat ise devlet başkanının içtihad ve inisiyatifine havâle edilmiş olan emândır. Devlet başkanı, kendi içtihadına göre bazan hiçbir karşılık almadan, bazan de az ya da çok bir bedel alarak onlara emân verebilir. Onlara sağlanan teminâtın sınırlarını genişletebilir veya daraltabilir. Ancak bu iki durumda onların zillet ve meskenetten belli bir oranda kurtulmaları mümkündür. Bunun haricinde Ehl-i kitap, özellikle de yahudiler, bulundukları her yerde zillete ve meskenete düşmüşler, Allah’ın gazabına uğramışlardır. Bunun sebebi; Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve haddi aşmalarıdır. Öncekiler için geçerli olan bu durum, onların yaptıklarını tasvip edip onaylayan ve aynı yolda yürüyen sonrakiler için de geçerli olmuştur.

Fakat onlardan hidâyete erip İslâm’a girenlerin hâli böyle değildir:

113. Bununla birlikte Ehl-i kitabın hepsi aynı değildir. İçlerinde iman edip doğruluktan şaşmayan istikâmet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde kıyamda durur, Allah’ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.

114. Onlar Allah’a ve âhiret gününe inanır, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırır ve hayır işlerde birbirleriyle yarışırlar. İşte bunlar, sâlih kullardandır.

115. Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Allah, içleri kendine karşı saygıyla dopdolu olup itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilir.

110. âyette Ehl-i kitaptan bir kısmının “mü’min”, çoğunun ise dinden çıkmış “fâsık” olduğu haber verilmiş, 112-113. âyetlerde de onlardan “fâsık” olanların hazin durumları açıklanmıştı. Bu âyetlerde ise onlardan “mü’min” olanların güzel hâlleri beyân edilmektedir. Burada geçen اُمَّةٌ قَاۤئِمَةٌ (ümmetün kâimetün) ifadesi, “kâim” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer kullanılışları da dikkate alındığında “Allah’ın dinine sımsıkı sarılan ve bıkmadan buna devam eden, doğru, adil ve müstakîm, namazda kıyamda duran” gibi mânalar ihtiva etmektedir. İşte Ehl-i kitaptan böyle bir grup vardır ki, bunlar Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inananlardır. Bunlar gecelerini kıyamda durup Allah’ın âyetlerini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak ve secdelere kapanarak ihya ederler. Allah’a ve âhirete inanır, iyiliği emredip kötülüğü yasaklar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar. Bu güzel vasıflarıyla onlar, Allah’ın kendilerinden râzı olduğu sâlih kimselerden olabilme başarısını göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak, onların yaptıkları her türlü iyiliğe bol bol mükafat verecek ve yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız kalmayacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, içileri Allah korkusu ve Allah saygısı ile dopdolu olup, bu derin duygularla kendisine karşı gelmekten sakınan müttakî kullarını çok iyi bilmekte, onların bütün yaptıklarını görmekte ve amel defterlerine yazmaktadır. Üstelik Allah, yapılan iyiliklere vâdettiği mükâfatları verebilecek yüce bir kudrete ve sonsuz bir zenginliğe de sahiptir.

Âyetlerin ifade ettiği mânalar, bu vasıfları taşıyan herkese şâmil olmakla birlikte iniş sebebiyle ilgili şu rivayetleri zikretmek faydalı olacaktır:

Medine’de yahudilerden Abdullah b. Selâm, Sa‘lebe b. Sa‘ye, Useyd b. Sa‘ye, Esed b. Ubeyd gibi kimseler müslüman olunca yahudi hahamları: “Muhammed’e ancak bizim kötülerimiz iman ettiler. Eğer onlar bizim hayırlılarımızdan olsalardı atalarının dinini terkedip başka bir dine gitmezlerdi” dediler. Sonra da onlara hitaben: “Dininizi başka bir dinle değiştirmekle ihanet ettiniz, kâfir olup hüsrâna uğradınız” demeleri üzerine bu âyet-i kerîmeler indirildi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 122).
Hz. İsa’nın dini üzere iken Hz. Muhammed (s.a.s.)’i tasdik eden kırk Necranlı, otuz iki Habeşli ve üç de Rum hakkında nâzil olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 164)

Ehl-i kitabın önce inkâr edenlerinin sonra da iman edenlerinin halleri izah edildikten sonra şimdi söz genel olarak bütün kâfirlere yönlendirilerek onların ebedî hüsranları ve feci akıbetleri gözle önüne serilmektedir:

116. Şüphesiz ki inkâr edenleri, ne malları ne de çocukları, Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtaramayacaktır. Onlar ateşin yârânı ve yoldaşlarıdır; hem de orada sonsuza dek kalacaklardır.

Kâfirler, “Biz, mal ve çocuk bakımından mü’minlerden daha fazlayız, bu halimizle azaba da uğratılacak değiliz” (Sebe’ 34/35) diyerek mal ve çocuklarının çokluğuyla üstünlük taslıyor, Peygamber Efendimiz ve ashâbını fakir oldukları için ayıplıyor ve: “Şayet Muhammed hak üzere olsaydı, Rabbi onu böyle fakirlik ve yoksulluk içinde bırakmazdı” diyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 168) Âyet-i kerîme, onların bu yanlış telakkilerini reddetmekte, dünyada müslümanlara üstünlük tasladıkları bu şeylerin âhirette kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını ve Allah’ın azabına uğramalarına engel olamayacağını beyân buyurmaktadır. Burada özellikle mallar ve çocuklar zikredilmiştir. Çünkü bir sıkıntı anında insana en çok fayda verecek olan mal ve çocuklardır. Kişi kendini bazan malını fedâ ederek, bazan de çocuklarından yardım isteyerek kurtarmaya çalışır. Bunlardan bir fayda gelmediği takdirde, başka şeylerden fayda gelmeyeceği ise tabii ve kesindir.

Nitekim gelen âyet-i kerîmede kâfirlerin dünya hayatında övünmek, gösteriş yapmak, müslümanları mağlup etmek gibi çeşitli sebeplerle yaptıkları harcamaların âkıbeti ve küfürleri ile birlikte bunların kendilerine ne denli zarar vereceği bir rüzgar ve ekin örneğiyle şöyle izah edilmektedir:

117. Onların bu dünya hayatında harcadıkları şeyler, kendi kendilerine zulmeden bir gürûhun ekinlerini vurup da mahveden soğuk ve kavurucu bir fırtınaya benzer. Aslında onlara Allah zulmetmemiş, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

Verilen örnekte ekime hazırlanmış bir tarla, tarlanın başında, Allah’a isyan etmekle kendi kendilerine zulmetmiş böylece azabı haketmiş; veya müsait olmayan bir yere zamansız ekimde bulunmak suretiyle uygunsuz bir davranış da bulunmuş böylece ziyanı baştan garantilemiş bir topluluk bulunmaktadır. Bunlar tarlayı ekiyorlar ve ekin hemen bitiyor. Bu sırada ansızın soğuk ve kavurucu bir kasırga esmeye başlıyor. Bütün yakıcılığıyla o tarlayı yakıp kavuruyor. Burada rüzgârın içinde bulunan soğuk ve kavuruculuğu ifade için kullanılan صِرٌّ (sırr) kelimesi, öfkeyle atılmış ve etkileyici bir ses tonuyla aynı mânayı tasvir etmektedir. Netice itibariyle, ekinin tümü böyle bir rüzgârın tesiriyle yanıp kül olmaktadır.

İşte kâfirlerin dünya hayatındaki harcamaları da bunun gibidir. Sözü edilen rüzgârın ekinleri yakıp helak etmesi gibi, onların küfürleri de iyiliklerinin sevabını yok edip boşa çıkarır. Dolayısıyla bir taraftan onların küfürleri, harcadıkları şeyin sevabını yok etmede ekini helak eden rüzgar gibi; diğer taraftan onların harcamaları da, rüzgarın helak ettiği ekin gibi olmaktadır. Kâfirler mallarını dünyada imârethâneler, çeşmeler ve köprüler yapmak, fakir, yetim ve dullara iyilik etmek gibi hayır yollarında harcamış da olabilirler. Bunlara karşılık büyük sevaplar da umabilirler. Fakat âhirete vardıklarında, küfürlerinin bütün bu hayırları silip götürdüğünü göreceklerdir. Böyle bir kâfir, ekin ekip de ondan büyük verim bekleyen, fakat ortalığı kasıp kavuran soğuk bir rüzgarın isabetiyle ekini yanan ve bundan dolayı elinde üzüntü ve kederden başka bir şey kalmayan bir kimse gibi olacaktır.

Başka bir açıdan bakıldığında, kâfirlerin dünyada harcadıkları şeylerle, Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı asker toplamalarına ve ona eziyet etmek için yaptıkları harcamalara işaret edilmiş olabilir. Bu harcama, onların daha önce iyilik namına yaptıkları şeyleri helak etmiştir. Çünkü onların bu niyetle yaptıkları harcamalar, küfürlerinin şiddetini ortaya koymakta, dolayısıyla yaptıkları amelleri boşa çıkarmada etkili olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 170) Nitekim başka bir âyet-i kerîmede: “İnkâra saplananlar, mallarını insanları Allah yolundan çevirmek için harcarlar. Onu böylece harcamaya devam edeceler. Ama harcanan bu mal onlara bir pişmanlık sebebi olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup edilecekler. Neticede kâfirler toplanıp cehenneme sürülecekler.” (Enfâl 8/36) buyrulmaktadır. Bütün bu hasret ve hüsranlar, onların küfrü tercih etmek suretiyle kendilerine zulmetmeleri sebebiyledir. Yoksa Allah onlara zulmetmiş değildir.

Bundan dolayıdır ki Allah Teâlâ, İslâm’a karşı taşıdıkları kötü düşünce ve niyetleri yüzünden, ister Ehl-i kitaptan ister başkalarından olsun kâfirleri sırdaş edinmeyi yasaklamak üzere şöyle buyurur:

118. Ey iman edenler! Kendi din kardeşlerinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmaz; her zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Baksanıza, size olan şiddetli öfkeleri ağızlarından taşıyor. Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha korkunçtur. Eğer aklınızı kullanıp gereğince davranırsanız, size âyetlerimizi kesin bir şekilde açıklamış bulunuyoruz.

119. Ey mü’minler! Siz öylesine kalpleri arıduru, herkesin iyiliğini isteyen kimselersiniz ki o düşmanlarınızı bile severseniz, ama onlar sizi sevmezler. Siz Allah’ın indirdiği kitapların hepsine inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman: “İman ettik!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman ise size olan kin ve düşmanlıkları yüzünden parmaklarını ısırırlar. Onlara: “Kininizden çatlayın!” de. Doğrusu Allah, sînelerde gizli tutulan bütün sırları bilir.

120. Size küçük bir iyilik, bir nimet ulaşsa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.

118. âyette geçen اَلْبِطَانَةُ (bitâne) kelimesi sözlük olarak “elbisenin iç yüzündeki astar” mânasına gelir. Bundan hareketle bir kimsenin sırlarına ve gizli hâllerine vâkıf olan kimseye de “bitâne” denilmiştir. Bunu “dost ve sırdaş” olarak Türkçe’ye aktarmak mümkündür. Bu âyetle Cenâb-ı Hak, mü’minlere kendi din kardeşleri dışında kalan kâfirleri ve münafıkları dost ve sırdaş edinmelerini yasaklamaktadır. Devamında da bu yasaklamanın sebep ve hikmetlerini şu şekilde peş peşe saymaktadır:

Öncelikle kâfirler ve münafıklar, mü’minlere kötülük yapmaktan asla geri durmaz; onlara zarar, fesat ve şer ulaştırmakta hiç kusur etmezler.

İkinci olarak onların her zaman sıkıntıya düşmelerini, zahmet ve meşakkate uğramalarını ister, bundan son derece memnun olurlar.

Üçüncü olarak mü’minlere karşı şiddetli derecede bir kin, öfke ve kızgınlık içindedirler. Hatta bu o kadar şiddetlidir ki, bunu içlerinde sindirmeyi başaramaz ve ağızlarından çıkıp dışarı taşmasına engel olamazlar. Bu öfkenin tesiriyle mü’minlerin aleyhinde devamlı propaganda yaparlar. Göğüslerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise tabii olarak çok daha büyük ve tehlikelidir.

Şâir Bâkî şöyle der:

“İnsan oldur ki âyîne-veş kalbi sâf ola
Sînende neyler âdem isen kîne-i peleng.”


“İnsan dediğinin kalbi ayna kadar pırıl pırıl, sâf ve temiz olmalı. Sen, boyuna insanlığından bahsediyorsun; insan olanın kalbinde kaplan kini barınır mı hiç?”

Dördüncüsü; müslümanlar, kendi din kardeşlerini sevdikleri gibi, insan olmaları ve potansiyel müslüman olmaları sebebiyle dinsiz veya başka dine mensup olanları da severler. Onların hidâyete gelmelerini arzu ederler. Herkesin iyiliğini ister, elinden geldiği kadar iyilik yapmaya çalışır, onlara sevgi gözüyle bakar, haklarını korur, fesattan sakınır, kimsenin sıkıntıya girmesini istemezler. Fakat kâfirler böyle değildir; müslümanları asla sevmezler, hatta onların kendileri gibi kâfir olmalarını isterler.

Beşincisi; mü’minler hem bütün ilâhî kitaplara, hem de Kur’an’ın tamamına inanırlar. Onlarda kendilerine yöneltilen bütün ilâhî emirleri kabul ve tasdik eder, gereğini de yapmaya çalışırlar. Bu kitaplar, kime ne kadar değer verilmesini ve kime karşı nasıl davranılmasını isterse o şekilde hareket ederler. Özleri, sözleri ve davranışları bir bütünlük arzeder. Samimi ve dürüsttürler. Fakat kâfirler böyle değildir. Kur’an’a inanmadıkları gibi özellikle Ehl-i kitap kâfirleri kendi kitaplarına da tam olarak inanmazlar. Cehennemin en alt tabakasına girecek şekilde kâfir olan münafıklar ise müslümanlarla karşılaşınca “iman ettik” derler; fakat baş başa kalıp meydanı boş bulduklarında mü’minlere olan kin ve nefretlerinden dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatıp dururlar.

Son olarak kâfirler ve münafıklar, mü’minlerin birlik ve beraberliklerine, başarı, zafer, refah ve mutluluklarına, hatta onlara en küçük bir iyiliğin değmesine son derece üzülür, kahrolurlar. Onların mağlubiyet, hastalık, kıtlık ve benzeri sıkıntılara maruz kalmalarına ise son derece sevinirler.

Âyetlerde beyân edildiği üzere bu kadar düşmanca niyet, tutum ve davranış içinde bulunan kâfir ve münafıkları, müslümanların, kendilerine gizli sırlarını açabilecekleri dost ve sırdaş edinmeleri ne caiz ne de mümkündür. Ancak bu, müslümanların onlara düşman olmaları anlamına da gelmez. Bir kısım âyet-i kerîmeler (bk. Mümtehıne 60/8) ve Resûlullah (s.a.s.)’in uygulamaları ışığında onlarla beşerî münâsebetlerin iyi bir şekilde devam ettirilmesinde bir mahzur yoktur. Hatta onların düşmanlıklarını azaltmak ve kalplerine tesir ederek İslâm’a ısınmalarını sağlamak açısından böyle bir ilişkinin faydalı olacağı da açıktır. Bunu başarabilmek için yani kâfir ve münafıkların hem şerlerinden korunmak hem de onları İslâm’a yönlendirebilmek için müslümanların sabır ve takvâ silahına sarılarak bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmeleri lâzımdır. Eğer mü’minler Allah’a itaate ve başlarına gelen sıkıntılara sabreder, kendilerini haramlardan iyice korurlarsa, kâfirlerin ve münafıkların hile, tuzak ve entrikalarının ciddi mânada bir zararını görmezler. Olsa olsa biraz eziyet çekmiş olur ve fakat sonunda Allah’ın izniyle hepsine galip gelirler.

Nitekim gelen âyetlerde sabreden ve takvâya sarılan mü’minlere Allah Teâlâ’nın nasıl yardım edip onları zafere eriştirdiği; bunun aksine sabır ve takvâda husûle gelen zâfiyetin nasıl bir mağlubiyet ve zarara yol açtığı birer misalle takdim edilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
121. Rasûlüm! Hatırla o zamanı ki sen, mü’minleri Uhud’da savaş mevzilerine yerleştirmek üzere sabah erkenden ailenden ayrılıp yola çıkmıştın. Allah her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

Bu âyetlerde Uhud savaşına bir hatırlatmada bulunulmuştur. Şöyle ki: Hicretin ikinci senesinde Bedir’de müslümanlarla müşrikler arasında bir savaş vuku bulmuş, bu savaşta müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmişi esir edilmiş, kalanları da perişan bir vaziyette Mekke’ye dönmüştü. Kureyşliler bu mağlubiyetin ve kaybettikleri yakınlarının intikamını almak için yaklaşık on beş ay sonra Ebu Süfyan’ın komutasında üç bin kişilik bir ordu hazırladılar. Düşman ordusu Medine’ye doğru ilerleyip Uhud dağı yakınlarında bir yere mevzilendi. Durumu haber alan Allah Resûlü (s.a.s.), Uhud’a çıkıp meydan muharebesi yapmakla Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak hususunda ashâbıyla istişare etti. İlk defa Abdullah b. Übeyy b. Selul’ü de çağırmıştı. İstişâre esnasında Abdullah ve Ensar’ın çoğunluğu Medine’de kalmayı ve bir saldırıya uğramaları halinde erkek-kadın, genç-ihtiyar harekete geçip zafere ulaşabileceklerini söylediler. Bir kısım sahâbîler ve özellikle Bedir’e katılamamış kişiler ise Medine’de kalmayıp düşmanın üzerine yürüme yönünde kanaat belirttiler ve bunda ısrar ettiler. Netice itibariyle Peygamber Efendimiz zırhını giydi, “Ey Allah’ın Rasûlu! Siz hangi kanaatte iseniz öyle davranınız” diyenlere de “Bir peygamber zırhını giyince, Allah hükmünü verinceye kadar artık savaşmadan onu çıkarması doğru değildir” (Buhârî, İ‘tisam 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351) buyurdu ve Cuma günü cuma namazından sonra bin kişiyle hareket etti.

Cumartesi günü sabahleyin Uhud’da Şi‘b adlı yere vardılar. Resulullah (s.a.s.) yaya olarak yürüyor, ashâbını savaş için mevzilere yerleştiriyor, hatta safları o kadar tanzim ediyordu ki, biraz ileri çıkmış bir göğüs görse, “geri çekil” diyordu. Efendimiz ordusuyla birlikte vadinin bir yanına yerleşti; ordunun arka tarafını Uhud’a doğru verdi. Abdullah b. Cübeyr’i elli kişilik bir okçu birliğine komutan yaptı. Onlara: “Oklarınızla bizi savunun, sakın arkamızdan gelmelerine izin vermeyin, yensek de yenilsek de hiçbir zaman yerinizden ayrılmayın. Kuşların etlerimizi gagaladığını görseniz bile sakın yerinizi terk etmeyin” (bk. Buhârî, Cihad 164) tâlimatını verdi. İşte 121. âyetin “Sen, mü’minleri Uhud’da savaş mevzilerine yerleştirmek üzere sabah erkenden ailenden ayrılıp yola çıkmıştın” (Âl-i İmrân 3/121) kısmı, Efendimiz’in Uhud savaşı öncesi bu faaliyetini hatırlatmaktadır.

Ancak henüz savaş başlamadan önce İslâm ordusunda iki büyük sıkıntı yaşandı:

122. İşte o anda içinizden iki birlik gevşeklik gösterip geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki Allah, onların yardımcısı ve destekçisiydi. Artık mü’minler, sadece Allah’a güvenip dayansınlar.

İlk olarak münafıkların reisi Abdullah b. Übey, görüşüne muhalefet edildiğinden dolayı, “Muhammed, çocukların sözlerini dinledi de benimkini dinlemedi” diye içerlemişti. Dolayısıyla iki taraf karşılaşınca Abdullah, emrindeki üç yüz kadar münafıkla beraber bozulup geri döndüler. Üç bin kişilik düşman ordusuna karşı yedi yüz müslüman kaldı. Bu durum müslümanlar üzerinde son derece menfi bir tesir bıraktı, morallerini bozdu. Az kaldı İslâm ordusunun iki tarafını teşkil eden iki grup, Hazrec kabilesinden Seleme oğullarıyla Evs kabilesinden Harise oğulları da korkup, kalp zayıflığına düşerek dönecek gibi oldular. Fakat Allah onlara yardım etti, kalplerini toparlayıp, niyetlerini doğrulttular ve savaşa devam ettiler. 122. âyetteki “İşte o anda içinizden iki birlik gevşeklik gösterip geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki Allah, onların yardımcısı ve destekçisiydi” kısmı da buna işaret etmektedir. Dolayısıyla müslümanlar sabretmesini bilmeli, güçleri yettiğince takvâya sarılmalı ve ancak Cenâb-ı Hakk’a dayanıp güvenmelidirler. Zira gerçek mânada kalplere kuvvet veren veya zâfiyete uğratan Allah’tır. O’nun emirlerini tutup, yasaklarından sakınanlar nihayetinde mutlaka başarı ve zafere ulaşacaklardır. Çünkü:

123. Düşmana göre sayı ve silahça çok zayıf durumda iken şüphesiz Allah size Bedir savaşında yardım etmiş, sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız.

Hicretin ikinci senesi Ramazan ayında vuku bulan Bedir savaşında, düşman ordusuna nispetle müslümanlar hem sayı hem de silah bakımından çok zayıf bir durumda idi. Düşmanların sayısı bin, müslümanların ki ise üç yüz on kadardı. Buna rağmen Allah’ın yardımıyla müslümanlar galip geldi. Âyet bu hâdiseye bir hatırlatmada bulunarak mü’minleri Allah’a şükretmeye, O’nun emirlerine sarılmaya ve Allah yolunda savaşırken herhangi bir korku ve zafiyet göstermemeye teşvik etmektedir. Nitekim Bedir savaşında yaşanan harikulade olaylar bunun canlı misallerini oluşturur:

Bedir savaşı hakkında bk. Enfâl 8/5 vd.

124. O vakit mü’minlere: “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle size yardım etmesi yetmez mi?” diyordun.

125. Evet yeter. Eğer siz sabredip Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, o anda düşmanlarınız ansızın üstünüze geliverseler bile, Rabbiniz özel nişanlı, formalı beş bin melekle size yardım edecektir.

Rivayete göre Bedir’de güçlü ve kalabalık bir orduya karşı durmaya çalışan müslümanlar arasında Kürz b. Câbir el-Muhâribî’nin, yanındaki savaşçılarla birlikte müşriklerin yardımına geleceği söylentisi çıktı. Bu durum müslümanlara çok ağır gelince onları zaferle müjdelemek ve kalplerini pekiştirmek üzere bu âyetler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 101) Dolayısıyla Allah Te’âlâ Bedir savaşında mü’minlere başlangıçta bin melekle yardım etmiş (bk. Enfâl 8/9), bundan sonra Kürz haberleri üzerine inmiş olan üç bin meleğin yardımıyla müşriklerin dağılmasını hızlandırmıştır. Şayet düşman tarafına Kürz’ün yardımı hemen geliverecek olursa, mü’minlerin sabırlı ve takvâ sahibi olmaları şartıyla alametli, nişanlı, simaları belli beş bin melek daha göndereceğini de va‘detmiştir. Fakat durum şunu gösteriyor ki, düşmana bahsedilen yardım gelmediği ve bu sırada müslümanların zaferi de gerçekleştiği için bu beş bine ihtiyaç kalmamıştır.

Allah Teâlâ, müslümanların Bedir’de müşâhede ettikleri bu ilâhî yardımın, sabırlı ve takvâ sahibi oldukları takdirde, Uhud’da ve başka zamanlarda da gelebileceğini hatırlatarak onların cesaret, gayret ve tevekkül hislerini kuvvetlendirmektedir. Zaten aşağıdaki iki âyet de meleklerin yardıma gönderilmelerinin hikmetini haber vermektedir:

126. Allah bu yardımı, sadece sizi zaferle sevindirmek ve kalplerinizi huzura erdirmek için yapmıştır. Yardım ve zafer, ancak kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah’tandır.

127. Yine bu yardımı Allah, kâfirlerden ileri gelenlerin kökünü kazımak, arta kalanları da baş aşağı çevirip, emellerine kavuşamayan bedbahtlar olarak eli boş geri döndürmek için yapmıştır.

Allah Teâlâ’nın Bedir’de meleklerle yardım etmesinin hikmeti, mü’minleri zaferle müjdelemek, heyecan ve telaşlarını teskin etmek, kalplerinden ölüm ve mağlubiyet korkusunu alıp o gelen yardımla gönüllerini huzura kavuşturmak, kâfirlerin ileri gelenlerini kesip yok etmek ve arda kalanları da perişan olmuş bir şekilde geri döndürmektir. Gerçekten de haber verilen bu hallerin hepsi bir bir gerçekleşmiş, meleklerin yardımına mazhar olan müslümanlar kısa sürede toparlanarak kâfirlerle arslanlar gibi savaşmış ve çoğu onların önde gelenlerinden olmak üzere yetmiş kişiyi öldürmüşler, yetmişini de esir etmişlerdir. Aslında yardım ve zafer, ne maddi sebep ve kuvvetlerden, ne de meleklerden değil, ancak sonsuz kudret ve sınırsız hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’dandır. Şu kadar var ki Cenâb-ı Allah, koyduğu kanunlar gereği, bütün hâdiseleri umûmiyetle bir sebebe bağlı olarak icra etmektedir. Meleklerin mü’minlere yardımını da bu kabilden saymak gerekir. Bu tarzdaki yardımlarıyla Yüce Mevlâ, dileyince zayıfları kuvvetlilere galip getireceğini, istemeyince de maddi ve mânevî kuvvetlerin hiçbir işe yaramayacağını bildirerek mü’minlere vazifelerini yapma hususunda, kendilerini zayıf görerek ümitsizliğe düşmemelerini, karamsar olmamalarını, Allah’ın yardımından ümit kesmemelerini ve maddi açıdan en ümitsiz görünen zamanlarda bile azimli, kararlı ve ümitli olmalarını emretmektedir. Bu yüzden Resûlü’nü şu hususta uyarmaktadır:

128. Rasûlüm! Kullarımın işinden hiçbir şey sana ait değildir. Allah, ya doğru yola gelirler de onların tevbesini kabul eder, ya da kendilerine zulmetmeleri yüzünden onları cezalandırır.

129. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Rivayete göre Uhud günü Allah Resûlü (s.a.s.) alnından yaralandı ve dişlerinden biri kırıldı. O esnâda: “Peygamberlerine bunu reva gören, onu yaralayan bir kavim nasıl kurtuluşa erer?!” diyordu. Bunun üzerine 128. âyet nâzil oldu. (Buhârî, Meğâzî 21; Tirmizî, Tefsir 3/10-11) Diğer bir rivayete göre de Peygamberimiz Uhud Gazvesi günü şehîd olan amcası Hamza (r.a.)’ın bazı azalarının kesilmiş ve işkence yapılmış olduğunu görünce: “Onlardan otuz kişiye ben de mutlaka böyle işkence yapacağım” buyurmuş ve bu âyet-i kerîme inmiştir. (Râzî, VIII, 190)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), sadece Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ eden bir elçidir. Bunun dışında onların hidâyete ermesi veya dalâlette kalması açısından ona düşen herhangi bir mesuliyet yoktur. Bu hususta hüküm, yalnızca Allah’a aittir. O dilediğini hidâyete erdirir, tevbe nasip ederek günahlarını bağışlar. Dilediğini de küfürde ısrarı sebebiyle cezalandırır. Çünkü, iç ve dış âlemdeki bu kadar delile ve ibret ışıklarına rağmen inkâra devam edenler zalimlerin ta kendileridir. Zulmü tercih edenler ise elbette azaba uğrayacaklardır. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar Allah’ındır. Onları yaratan ve devam ettiren O’dur. Mülkünde ve saltanatında hiçbir ortağı yoktur. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu âyetlerde, Uhud’da müslümanlara karşı savaşan müşriklerin hepsinin küfür üzere helak olmayacağına, bunların gelecekte İslâm’a girip Allah’ın af ve merhametine ereceklerine dair bir müjde bulunmaktadır. Nitekim âyetlerin işaret buyurduğu müjde gerçekleşmiş, onların pek çoğu daha sonra İslâm’la şereflenmişlerdir.

Allah’ın af ve merhametine nâil olabilmek, savaşlarda yılgınlığa düşmeden sabır ve takvâ ile düşmana göğüs gerebilmek için mü’minlerde İslâm’ın hedeflediği “müslüman şahsiyeti”n teşekkül etmesi gerekmektedir. Bunun için de şu ilâhî emir ve tâlimatlara itaat edilerek ciddi bir nefis terbiyesi ve kalp tasfiyesine ihtiyaç vardır:

130. Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
131. Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem azabından kendinizi koruyun.

132. Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki ilâhî rahmete erişesiniz.

“Faizin kat kat artırılması”, vaktinde ödenemeyen faiz borcuna gecikmelerden dolayı söz konusu olan ilâveler eklene eklene faizin ana para kadar veya ondan daha çok olması demektir. Cahiliye döneminde, mesela bir kişinin birinden yüz dirhem alacağı olsa, borçlunun da ödeyecek gücü olmasa, borçlu alacaklıya: “Bana müddet ver, ben de ödeyecek borcumu artırayım” der ve borcunu iki yüz dirheme çıkarırdı. Sonra, ikinci ödeme günü gelince aynı durum tekrarlanırdı. Nihâyet yüz dirhemlik borç, yüzlerce dirhem borç haline dönüşür ve borçlu bunu ödemek mecburiyetinde kalırdı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 119)

Bakara sûresinin 275 ve devam eden âyetlerinde faizin yasaklanma safhaları ve günahlığının büyüklüğü hakkında geniş bilgi verilmiştir. Medine döneminin ilk senelerinde inen bu âyetler ise, faizin yasaklanma safhalarından biri olarak “kat kat faiz yemeği” haram kılmaktadır. Böylece ilk olarak, o devirde en çok uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş ribâ, yani mürekkep faiz yasaklanmıştır. Bu, tıpkı içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının yasaklanması safhasına benzemektedir. Bütün çeşitleriyle faiz ise daha sonraları inen “Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara 2/175) âyetiyle yasaklanmıştır.

Başarıya ve kurtuluşa ermenin yolu, Allah’ın yasaklarından tamamen uzak durup emirlerini yerine getirmeye çalışmaktır. Bu bakımdan takvâ emredilmektedir. Diğer taraftan işlenen her bir günah, büyüklüğüne göre kişiyi kâfirlere yaklaştırmakta ve onun cehenneme girmesine sebep olmaktadır. Cehennem ise kâfirler için hazırlanmıştır. Dolayısıyla başta faiz gibi büyükleri olmak üzere bütün günahlardan uzak durmak suretiyle “ateşin ta kendisi” olarak isimlendirilen o cehennemden sakınmamız emredilmektedir. Allah’ın rahmet ve bereketine erişebilmek için de Allah’a ve Rasûlü’ne itaatin; onların emir ve yasaklarını dikkate alarak bir ömür sürmenin gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Zira Allah’ın bağışlamasına ve cennete erişebilmenin yolu budur:

133. Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış bulunan cennete birbirinizle yarışırcasına koşuşun.

“Allah’ın bağışlamasına ve cennete koşmak”, kişinin bağışlanmasını ve cennete girmesini sağlayacak güzel amellere koşmasıdır. Bunlar günahlara tevbe ve istiğfar etmek, Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır. “Genişliği göklerle yer kadar olan cennet” ifadesi, cennetin genişliğini ve büyüklüğünü temsili olarak anlatmaktadır. Nitekim Hadid sûresinin 21. âyetinde “o cennetin genişliği gökle yerin genişliği gibidir” buyrularak buna açıklık getirilmektedir. Rivayete göre Herakliyus’un elçisi, Peygamber Efendimiz’e: “Siz, bizi genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennete davet ediyorsunuz. Peki öyleyse cehennem nerede?” diye sorunca, Allah Resûlü (s.a.s.): “Fe sübhânallah, gündüz olduğunda gece nereye gidiyor?” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75)

Şu hâdise, sahâbe-i kirâmın cennete koşuşuna güzel bir misal teşkil eder: Resûlullah (s.a.s.) Bedir’de ashâbını cihâda teşvik etmiş ve onlara cenneti hatırlatmıştı. Düşman iyice yaklaşınca da:

“–Haydi, genişliği göklerle yer kadar olan cennet için kalkın!” buyurmuştu. Bunun üzerine Umeyr bin Humâm (r.a.) atılarak:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! «Genişliği göklerle yer kadar olan cennet» mi buyurdunuz?” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Evet” cevâbını verdi. Umeyr:
“–Ne iyi, ne âlâ!” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“–Niçin öyle dedin?” diye sorunca:

“–Hayır vAllahi yâ Resûlullah başka bir şey için değil, sadece cennet ehlinden olmak için böyle söyledim” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.) ona:
“–Sen cennet ehlindensin!” müjdesini verdi. Umeyr cihâda kuvvetli girmek için torbasından birkaç hurma çıkarıp yemeye başladı. Buna daha fazla sabredemeyerek:

“–Bu hurmaları yiyinceye kadar yaşayacak olursam, gerçekten bu uzun bir hayat olacaktır. Onlar bitinceye kadar burada oturursam dünyaya karşı fazla hırs göstermiş olurum” dedi ve elindeki hurmaları fırlatarak kılıcını çekip düşmanla savaştı ve sonunda şehîd düştü. (Bk. Buharî, Meğâzî 17; Müslim, İmâret 145; Muvatta’, Cihâd 42)

Cenâb-ı Hak, kullarını böyle genişliği ve büyüklüğü akılla idrak edilemeyecek bir cennete davet etmekte ve bunun takvâ sahipleri için hazırlandığını haber vermektedir. Takvâ, kulun Allah’tan korkması ve O’nun murakabesi altında olduğunu idrak etmesidir. Ancak kuvvetli bir takvâ duygusu, fıtratı gereği cimri ve mala düşkün olan nefsi, bu mezmum arzulardan kurtararak Allah yolunda vermeye sevk edebilir. Zira takvâ, ruhu parlatan, kirlerden arındıran, onu her türlü masiva bağ ve zincirlerinden kurtaran son derece latif ve derin bir şuur halidir. Bu sebeple Allah Teâlâ, cenneti başkalarına değil de sadece müttaki kullarına lütfetmiştir. O müttakî kulların öne çıkan vasıfları şöyledir:

134. O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcar, öfkelerini yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.

Âyette geçen اَلسَّرَّاۤءُ (sarrâ), sürûr ve sevinç veren, اَلضَّرَّاۤءُ (darrâ) ise zarar ve sıkıntı veren durumları ifade eder. الْغَيْظُ (gayz), hoşlanmadık bir şeye karşı insanın duyduğu öfke demektir. كَظْمُ الْغَيْظِ (kazmu’l-gayz) ise öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayacak bir davranış göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 124)

Burada ilk olarak cennet ehli olan müttakîlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir:

Birincisi; genişlik ve darlıkta, varlıkta ve yoklukta, sürûr ve gam halinde devamlı verirler. Bolluk ve surûr hali onları şımartıp bencilleştirmediği gibi, darlık ve zorluklar da onlara vermeyi unutturamaz. Devamlı ganî gönüllü ve iyilik eder halde bulunurlar. Şu misal darlık zamanlarında bile Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in nasıl bir cömertlik ve infak seferberliği halinde olduğunu göstermeye yeter:

Bir gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Resûlü:

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer:

“–Yâ Resûlallah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in, Hz. Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ver! Arşın sahibi azaltır diye korkma!” dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:

“–Ben de bununla emrolundum” buyurdu. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 242)

İnfakın genişlikle-darlıkla, malla-varlıkla değil, gönlün cömertliğiyle alakalı bir durum olduğunu şu misalle daha iyi anlamak mümkündür:

8 Ekim 2005 târihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. yetmiş binden fazla insan vefât etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla baş başa kaldılar. Türkiye’den müslüman bir yavru, 24 Kasım’da şu mektup ile malının yarısını müslüman kardeşlerine infâk etti ve îsârın zirvesini gösteren bir misal sergiledi:

“Ben fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. İki milyon (iki lira) ekmek paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon ile, depremde zarar gören çocuklara ekmek alın. Bu para helâldir. Pul parası da vereceğim için paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim.”
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), cennete girebilmede cömertliğin ehemmiyetini şöyle beyân eder:

“Cömert kul Allah’a yakındır, cennete yakındır, insanlara yakındır, Cehennemden de uzaktır. Cimri kul ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, Cehenneme de yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)

İkinci olarak bu seçkin kullar öfkelerini yutarlar. Onlar, takvâdan doğan mânevî bir kuvvet ile, nefsin zaruri arzuları seviyesinden daha yüce bir ufka yükselir, böylece büyük bir ruhî güç kazanarak öfkeyi yenmeyi başarırlar. Peygamber Efendimiz, öfkeyi yenebilmenin faziletiyle ilgili şöyle buyurmuştur:

“Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman öfkesine hâkim olandır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107)
“Kızgınlığını tatbik etme kudreti varken öfkesini kontrol edeni Allah, kıyamet günü bütün insanların ön tarafına çağırır ve onu hurilerden dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tirmizî, Birr 74)

Şâirin şu beyti, olayın psikolojik boyutunu şöyle ifade eder:

“Âlâmını kalbinde tutup, kimseye açma.
Zira elemin zikri de bir başka elemdir.”
(Ferit Kam)

Şeyh Edebali Hazretleri’nin Osman Gâzi’ye verdiği şu öğütler de bu ve benzeri âyetlerin birer yansımasıdır:

“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana.

Ey Oğul!

Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...”


Ancak öfkeyi yenmek birinci safha olup tek başına yeterli değildir. İnsan bazan hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık ise gizli bir kine dönüşür. Halbuki öfke ve kızgınlık, hınç ve kine nispetle daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerîme muttakîlerin ruhlarındaki, bu mağlup edilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme ve müsamaha olduğunu şöyle bildirmektedir:

Üçüncü olarak onlar, kendilerine kötülük edenlere karşı da af ile muamele ederler. Öfke kontrol edildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi yakıp kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman haline gelir. Fakat insan, bu noktadan bir adım daha ileri atarak affedebildiği takdirde gönlü açılır ve ruhu ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılma imkânı bulur. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak huzur, sukûnet ve itminana kavuşur. Bununla birlikte affedip şefkat ve merhametle davrandığı karşısındaki insanın da doğru yolu bulmasına yardımcı olur.

Rivayete göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirdiği içi çorba dolu kâseyi, kazârâ Câfer Hazretlerinin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfkeyle kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle:

“–Efendim! Kur’ân’da öfkelerini yenenler takdir ediliyor!” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yendim!” dedi. Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da aynı yerde insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdir ediliyor!” dedi. Câfer Hazretleri:
“–Haydi bağışladım seni!..” dedi. Bu defâ da köle:

“–Âyetin sonunda; «Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» (Âl-i İmrân 3/134) buyruluyor!” dedi. Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Haydi git, hürsün artık; seni Allah için âzâd ettim!..” dedi.
Nitekim şu misâl de ne kadar ibretli ve takdire şâyandır.
Merhum Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan kişi:
“−Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve bîçâre adamcağız:

“−Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile getirir. Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Önceki âyette birinci grup müttakîlerin hususiyetleri beyân edildikten sonra şimdi burada ikinci bir müttaki grubundan bahsedilmektedir:

135. Onlar çirkin bir iş yaptıkları veya günah işleyerek kendi öz canlarına zulmettikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlayarak O’ndan günahlarının affını isterler. Zâten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki? Hem onlar, işledikleri günah ve hatalarda bile bile ısrar da etmezler.

136. Onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve içinde ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada sonsuzca kalacaklardır. Böyle bildikleriyle gerektiği şekilde amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!

Bunlar beşer icabı günah işleyen, fakat günahlarında ısrar etmeyip tevbeye sarılanlardır. Ayette geçen اَلْفَاحِشَةُ (fahişe) kelimesi, zina gibi çok çirkin olan bir fiili; “nefse zulüm” ibaresi ise büyük küçük herhangi bir günahı ifade eder. Yahut “fahişe”, başkasıyla ilgisi olan günah; “nefse zulüm” ise başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir. Müttakilerin bir kısmı da insanlık hali bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlarlar, haya ve korkularından dolayı günahları için hemen bağışlanma dilerler. Nitekim Resûlullah (s.a.s.):“Bir kişi günah işlediğinde kalkar abdest alır, namaz kılar, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse Allah onu affeder” (Tirmizî, Tefsir 3/3006) müjdesini vermektedir. Onlar yaptıkları günahlarda da bile bile ısrar etmezler. İşlediklerine pişman olup kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere koşuşurlar. Böylece Allah’ın af ve merhametine ermeğe gayret gösterirler. Zira onlar, gerçekte günahları ancak çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah’ın affedebileceğini, O’ndan başka kimsede bu yetkinin olmadığını bilirler. Zaten affedenleri ve iyilik yapanları seven şânı büyük Allah’tan daha çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kimse yoktur. Dolayısıyla Allah Teâlâ günahına samimiyetle tevbe eden kullarını bağışlayacak, onlara bol bol mükafat verecek, günahları yokmuş gibi altından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalacakları cennetleri onlara ihsan edecektir.

Mü’min ve müttaki kullara düşen, bu anlatılan dinî gerçeklerden gereken ibret ve dersi alabilmektir:

137. Sizden önceki toplumların hayatında nice ilâhî kanunlar tatbik edilmiş ve bunların sonuçları yaşanmıştır. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!

اَلسُّنَنُ (sünen), اَلسُّنَّةُ (sünnet) kelimesinin çoğuludur. Sünnet ise sözlükte “dosdoğru yol, gidilecek yol, uyulacak örnek, ibret alınacak misal” mânalarına gelmektedir. Bu mânalardan hareketle Peyamber Efendimiz’in bize yol gösteren söz, fiil ve davranışlarına sünnet denilmiştir. Burada genellikle Allah’ın kâinatta varlıklar için koymuş olduğu kanunlar, sünnetullah, özellikle de âyetin “İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!” (Âl-i İmrân 3/137) kısmının delâletiyle önceki toplumların günah ve isyanları sebebiyle helak edilmeleri ve köklerinin kurutulmasıyla ilgili ilâhî kanunlar kastedilmektedir. Gerçekten de onlar, nefsânî arzular ve dünya lezzetlerine yönelerek peygamberlere muhalefet etmişler, bu sebeple ilâhî kahra uğrayarak yok olup gitmişler ve sonradan gelenlere birer ibret olmuşlardır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak kullarını, tarihî ve arkeolojik olarak o helak edilen kavimlerin durumlarını inceleyip ibret almaya, peygamberlerin diriltici davetine kulak vermeye ve böyle feci akıbetlerden kendilerini korumaya yönlendirmektedir. İnsanlığa bu ilâhî talimatları getiren Kur’an’ın bir kısım bir kısım özellikleri şöyledir:

138. İşte bu Kur’an, insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için bir doğru yol rehberi ve öğüttür.

اَلْبَيَانُ (beyân) kelimesi “açıklama, mevcut şüpheleri ortadan kaldırarak gerçeği gösterme” demektir. Kur’ân-ı Kerîm, bütün insanlara hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini açıklayan bir kitaptır. Onda her hususta insanların kalp gözlerini açıp mânevi körlüklerini giderecek bilgiler yer almakta, geçmiş ümmetlerin halleri de gerçekleri anlaşılır kılmak için birer ibret manzarası olarak sunulmaktadır. Onun yaptığı bu açıklamalardan herkes istifade edebilir. Ancak netice itibariyle, gerçek mânada Kur’an’dan iman eden ve takvâ sahibi olan kişiler faydalandığından âyetin devamında “takvâ sahipleri için de bir doğru yol rehberi ve öğüttür” (Âl-i İmrân 3/138) buyrulmuştur. “Öğüt” olarak tercüme ettiğimiz “mev‘ize”, “dini bakımdan uygun olmayan şeylerden men eden söz, nasihat” anlamındadır. Kur’an, müttakîlere bir taraftan “hidâyet rehberi” oluşuyla yapılacak hayırlı işleri göstermekte, الموعظة (mev‘ize) oluşuyla da onları yasak fiil ve davranışlardan sakındırmaktadır. Mü’minlere gereken bu ilâhî kelama tam olarak inanıp bağlanmaktır:

139. O halde gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer gerçekten mü’minseniz, her zaman en üstün sizsiniz.

Bedir’de müşrikleri korkunç bir bozguna uğratan ve onlardan yetmiş kişi öldürüp yetmişini de esir alan mü’minler, bir sene sonra Uhud’da mağlubiyete maruz kalmışlar ve yetmiş şehîd vermişlerdi. Bu durum onlara ağır gelmiş, azimlerini kırmış ve mahzun olmuşlardı. Bu âyette Allah Teâlâ onları teselli etmekte, düşmanlarıyla savaşa teşvik etmekte, hem acze düşüp güç ve kuvvetlerini yitirmelerini yasaklayarak “Gevşemeyin!” buyurmakta, hem de kaybettiklerine de “üzülmemelerini” istemektedir. Çünkü mücâdelede gevşeklik göstermek, kuru bir üzüntüyle yetinip gerekli faaliyetlerde bulunmamak müslümanlara hiçbir şey kazandırmayacaktır. Üstelik netice itibariyle iman küfre daima üstün gelecektir. Nitekim âyetin, “Eğer gerçekten mü’minseniz, her zaman en üstün sizsiniz” (Âl-i İmrân 3/139) kısmı bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Aralarda bir takım sarsıntılar, iniş ve çıkışlar olsa da sonunda güzel akıbet, yardım ve zafer mutlaka mü’minlerin olacaktır. Çünkü Allah, bu dine, ona bağlanan peygamber ve mü’minlere yardım edeceğini müjdelemiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.»” (Saffât 37/171-173)

“Şüphesiz biz peygamberlerimize ve onlara uyan mü’minlere dünya hayatında da, şâhitlerin hazır bulunacağı mahşer gününde de elbette yardım edeceğiz.” (Mü’min 40/51)

Bu ve benzeri âyetlerin müjdesinde şüphe olmamakla birlikte Uhud’daki hezimeti nasıl anlamak gerekir:

140. Size Uhud’da bir yara dokunduysa, biliyorsunuz ki Bedir’de de düşmanlarınıza benzeri bir yara dokunmuştu. Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz. Allah, gerçekten iman edenleri ortaya çıkarmak ve sizden şehitler edinmek için böyle yapar. Yoksa Allah, zâlimleri sevmez.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
141. Bir de Allah, mü’minleri her türlü günah kirlerinden temizlemek ve kâfirleri helâk etmek için böyle yapar.

Müslümanlara Uhud’da bir mağlubiyet, acı ve yara dokunduğu gibi, Bedir’de de müşriklere benzeri bir mağlubiyet, acı ve yara dokunmuştu. Fakat müşrikler yenilmeleri sebebiyle zafiyet göstermemişler, cesaretlerini yitirmemişler, yeniden savaşmak üzere hazırlıklarını yapıp Uhud’a gelmişlerdi. Sonuçta belli bir başarı da elde etmişlerdi. Halbuki müslümanların bu hususta daha azimli, cesaretli ve kararlı davranmaları gerekir. Çünkü onlar, Allah’a ve âhirete iman gibi müşriklerde olmayan büyük nimetlere, şehîd olmak gibi ulvî hedeflere sahiptiler. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/104)

140. âyette geçen “bu günler”den maksat “gâlibiyet ve mağlubiyet, zafer ve yenilgi, acı ve tatlı günler”dir. İşte Allah Teâlâ bu günleri, dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak mü’min-kâfir ayırımı yapmaksızın insanlar ve toplumlar arasında döndürüp durmaktadır. Fuzûlî’nin dediği gibi:
“Demadem aks alur mir’ât-ı âlem kahr u lütfundan,
Anınçün geh küdûret zâhir eyler, geh safâ peydâ.”


“Âlem aynası zaman zaman Cenâb-ı Hakk’ın lutuf tecellilerinden, zaman zaman da kahır tecellilerinden akisler alır. Bu yüzden bazan hoşa gitmeyen karışık durumlar ve zorluklar zuhûr eder; bazan de huzur ve safâ veren haller meydana gelir.”
Zira Cenâb-ı Hak, eğer daima kâfirlere şiddetli belalar verip onları sürekli yenilgiye uğratsa, buna karşılık mü’minlere hiçbir sıkıntı ve bela vermese, o takdirde, imandan başka tüm yolların bâtıl olup sadece iman etmenin hakikat olduğunu gösteren zaruri bir ilim hâsıl olur. Dolayısıyla insanları bir kısım şeylerden sorumlu tutmanın, mükâfat ve cezanın mânası kalmaz. Diğer taraftan kâfirlere gelen musibetler, Allah’ın birer gadap ve kahır tecellileri iken, müslümanlara dokunan meşakkatler, onları mânen terbiye etmekte ve neticede onlar için ilâhî bir rahmet olmaktadır. Nitekim burada, Uhud’da mü’minlerin başına gelenlerde ne tür sır ve hikmetler saklı olduğu şöyle haber verilmektedir:

Gerçekten iman eden ve imanında samimi olanları olmayanlardan ayırıp ortaya koymak,
Mü’minlerden bir kısmına şehitlik rütbesi ihsan etmek,
Çektikleri sıkıntı, acı ve ızdırap sebebiyle mü’minleri her türlü günahlardan ve manevî kirlerden temizlemek; imanlarını saflaştırıp ihlâslarını artırmak. Gerçekten bu nevi musibetler mü’minlerin sabır, şecaat, cesaret, nefsin arzularını terk, ruhu kuvvetlendirmek ve ilâhî emirlere uymak gibi güzel vasıflarının kuvveden fiile çıkmasına yardım etmektedir.
Kâfirlerin ise köklerini kazımak, helak ve yok edip izlerini silmektir.

Sonra da Cenâb-ı Hak cennete girebilmenin yollarını göstermek ve ölüm gerçeğine dikkat çekmek üzere buyuruyor ki:

142. Yoksa siz, Allah içinizden cihâd edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?

Cennet, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette mü’minler için hazırladığı ebedî selâmet yurdu ve büyük bir nimettir. Allah, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla kullarını oraya davet etmekte ve cennete girebilmenin yollarını göstermektedir. Bu büyük nimete kavuşmanın mutlaka bir bedeli olacaktır. Bu âyette bedel olarak Allah yolunda cihad etmek ve yine bu uğurda başa gelenlere sabretmek gösterilmektedir. Nitekim “Allah müminlerden, kendilerine vereceği cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır” (Tevbe 9/111) âyetinde, cennetin bedelinin malı ve canı Allah yolunda fedâ etmek olduğu haber verilir. Yine “Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber ve yanındaki mü’minler: «Allah’ın yardımı ne zaman?» diyecek hale geldiler. Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 2/214) âyetinde de Allah yolunda karşılaşılan büyük sıkıntılara katlanmak, hatta çaresizlik ve ümitsizlik içinde Allah’ın yardımını bekleyecek derecede zor durumlara göğüs germek, cennet bedeli olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla hangi dönemde olursa olsun İslâm emânetini yüklenen müslümanlar, imanları ve mukaddes değerleri uğrunda bu fedakârlıkları yapmak durumundadırlar. Zira bu, cennete girip girememe açısından çok mühim bir ölçü özelliği taşımaktadır. Bunun için de müslümanın toprak altı bilmecesini çözmek ve ölüme hazır olmak gibi bir sorumluluğu vardır:

143. Hani siz, ölümle yüzyüze gelmeden önce şehit olmak için can atıyordunuz. İşte şimdi, ölenlere seyirciler gibi bakıp dururken, onu açıkça gördünüz.

Bedir savaşına katılamayan bir kısım sahâbîler, “Keşke tekrar Bedir gibi bir savaş olsa da biz de savaşıp şehîd olsak; çünkü arkadaşlarımız orada şehîd oldular ve büyük bir mükâfata nâil oldular” diye temenni etmişlerdi. Hatta Peygamberimizin istişaresi esnasında Medine’de savunmaya razı olmayıp, Uhud’a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı. Uhud savaşı olduğunda ise onlardan bir kısmı kaçmış, bir kısmı ise sabretmişti. İşte bu âyet, ölümü çok yakından görüp de ondan kaçanlara, yenilip bozguna uğrayanlara hitap edip onları uyarmakatdır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 145)

Bir müslümanın ölümü temenni etmesi, hatta savaşın olmasını istemesi caiz değildir. Peygamber Efendimiz:

“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaştığınız zaman da sabırlı olun. Cennetin, kılıçların gölgesi altında olduğunu bilin” (Müslim, Cihad 20) buyurarak bu gerçeği dile getirmişitir.
Bununla birlikte şehîd olmayı arzulamak güzel ve makbuldür. Allah Resûlü (s.a.s.)’in:

“Ben isterim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim” (Muvatta, Cihad 27, 40) açıklamasıyla bunu arzuladığı ve ümmetine de tavsiye ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Bedir’e katılamadığı için hayıflanan ve Uhud’da şehadet şerbeti içen Enes b. Nadr (r.a.)’ın hali buna güzel bir misal teşkil eder. Yeğeni Enes b. Mâlik (r.a.), hadiseyi şöyle anlatmaktadır:

“Amcam Enes b. Nadr, Bedir savaşına katılamamıştı. Bu ona çok ağır geldi:

«–Ey Allah’ın Rasûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşa katılmayı nasîb ederse, neler yapacağımı elbette görecektir» dedi. Uhud savaşına katıldı. müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kastederek: «Rabbim! Bunların yaptıklarından dolayı sana özür beyân ederim!»; müşrikleri kastederek de: «Bunların yaptıklarından da berîyim yâ Rabbi!» deyip ilerledi. Sa‘d b. Muâz’la karşılaştı ve:

«–Ey Sa‘d! İstediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum» dedi. Sa’d daha sonra hâdiseyi Peygamber Efendimiz’e naklederken:

«−Ben onun yaptığını yapamadım yâ Resûlallah!» demiştir. Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı. İşte:

“Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze dâima bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi sözünün gereğini yerine getirip O’nun yolunda can vermiş, kimi de sırasını beklemektedir. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir” (Ahzâb 33/23) âyeti, amcam ve onun gibiler hakkında nâzil olmuştur. (Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148)

Dolayısıyla mü’minler, herhangi bir savaşa karar vermek için tam bir ciddiyetle iyice düşünmeli, savaşa başladıktan sonra artık dönüp kaçmayı hatra getirmemeli, ölmek de mukadderse onu sabır ve sebatla seve seve karşılamalıdırlar. Yoksa kanını son damlasına kadar akıtmaya yeminler ederek savaşı kızıştırıp da selameti kaçmakta arayanlar hiçbir zaman selamet bulamazlar. Bunlar, savaşan ordunun halini bozup perişan ettikleri gibi, kendileri de dünya ve âhirette büyük bir zarara uğramış olurlar.

“Peygamber’in ölmesi” konusuna gelince:

144. Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de pek çok peygamber gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerine eski dininize geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerine geri dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Ama Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.

Uhud savaşında Peygamberimiz ve müslümanlar, düşman saflarına dalarak kahramanca savaşmışlar ve ilk planda Allah’ın izniyle başarılı olup müşrikleri bozguna uğratmışlardı. Hatta ganimet toplanmaya başlanmıştı. Bunu gören geçitte vazifeli okçuların çoğu ganimete iştirak etmek için, komutanları Abdullah b. Cübeyr’in mâni olma gayretine rağmen, mevkilerini bırakıp koştular. Abdullah’ın yanında sadece sekiz kişi kalmıştı. Düşmanın sağ taraf komutanı Halid b. Velid, okçuların azlığını ve arka tarafın boş kaldığını görünce, derhal emrindeki iki yüz elli kadar süvari birliği ile şiddetli bir hücum yaparak, kalan okçuları şehit etmiş, İslâm askerini arkadan vurup dağıtarak bütün kuvvetiyle Allah Resûlü’ne doğru yönelmişti. Ashâb-ı kirâm şiddetle çarpışmış ve içlerinden otuz kişi yaralanmıştı. Müşrik Abdullah b. Kamie bir taş atarak Resulullah (s.a.s.)’in dişini kırmış, yüzünü yaralamış ve öldürmek maksadıyla üzerine atılmıştı. Bu arada o azılı kâfir, Peygamberimiz’i müdafaaya koşan Mus‘ab b. Umeyr’i şehit etmiş ve Resulullah’ı öldürdüğü zannıyla dönüp “Muhammed’i öldürdüm” diye bağırmıştı. Bu yaygarayı duyan müslümanlar sarsılmışlar, dönüp kaçmaya başlamışlardı. Bir kısmı, “savaşı bırakalım” demiş, bazıları bir aracı vasıtasıyla Ebu Süfyan’dan eman almayı teklif etmiş, bir kısım münafıklar da: “Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi, artık eski dininize dönün” diye iki yüzlülüklerini ortaya vurmuşlardı. Bu sırada Allah Resûlü (s.a.s.) ise: “Ey Allah’ın kulları bana doğru gelin” diye seslenmekteydi. Ashâb-ı kirâmdan Ka‘b b. Malik, miğferin altında parlayan gözlerinden Resulullah’ı tanımış, en yüksek sesiyle müslümanlara Allah Resûlü’nün hayatta olduğunu müjdelemiş, hemen otuz kadar sahâbî Peygamberimiz’in yanına toplanmışlar, onu korumuşlar ve nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları da dağılmışlardı. İşte bu âyet, Peygamberimiz’in öldürülme yaygarası üzerine vazifelerini terkedenleri ikaz, terbiye ve doğru olanı yapmaya yönlendirmek üzere nâzil olmuştur.

Buna göre, Hz. Muhammed (s.a.s.), kendinden önce gelip geçen peygamberler gibi, sadece bir peygamberdir. O da bir insandır. Önceki peygamberlere ölüm vâki olduğu gibi ona da ölüm bir gün mutlaka gelecektir. Sakın onda “beşer bir peygamber” olmanın dışında, ölmemek veya ebedi kalmak gibi bir hususiyet aramayınız. Ölmeyecek olan, dâimâ Hayy ve Kayyûm olan, ezelî ve ebedî olan sadece Allah Teâlâ’dır. Onun dini de kıyamete kadar devam edecektir. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.) ölse veya öldürülse, müslümanlar bunu sukûnetle, rızâ ve teslimiyetle karşılamalı, dinlerine bağlılıklarını ve düşmanlarıyla olan mücâdelelerini devam ettirmelidirler. Bu husustaki sabır, sebat ve kararlılıklarını sürdürmelidirler. Bu şekilde mesuliyetinin farkında olup vazifesini yerine getirenlere, Allah’ın maddi mânevî nimetlerine, özellikle din nimetine hakkiyle şükredenlere Cenâb-ı Hak mükâfatlarını verecektir. Bunda asla şüphe edilmemelidir. Bunun aksine, bir kısım bahanelerle dine yüz çeviren, ökçeleri üzere geri dönüp mesuliyetten kaçanlar ise Allah’a hiçbir zarar veremeyecekleri gibi, üstelik yaptıkları yanlışın cezasını da çekeceklerdir.

Âyet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde müslümanların içine düşecekleri şaşkınlık ve kararsızlığa da bir işarette bulunulmuştur. Nitekim Efendimiz’in vefatı esnasında Hz. Ömer gibi önde gelen sahâbîler de dâhil olmak üzere herkes büyük bir şaşkınlık, ümitsizlik ve perişanlık girdabına girmiş, ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdi. Ancak metânet ve soğuk kanlılığını muhafaza eden Hz. Ebubekir (r.a.): “Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah diridir, asla ölmez” diyerek bu âyeti okumuştur. İbn Abbas (r.a.) diyor ki: “Ebubekir bu âyeti okuyuncaya kadar, sanki insanlar daha önce böyle bir ayetin indiğini bilmiyorlardı. Herkes bunu ilk defa ondan öğrenmiş gibiydi. Dolayısıyla onu dinleyen herkes bu âyeti okumaya başladı.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’an, I, 409)

O halde şu gerçeği aklınızdan çıkarmayın:

145. Önceden belirlenmiş bir yazgıya göre Allah izin vermedikçe hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Kim yaptığı iş karşılığında bu dünyanın nimetlerini isterse, ona istediğini veririz; kim de âhiret mükâfatını isterse ona da istediğini veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.

Ölüm Allah’ın emridir. Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Her bir insanın öleceği vakit, ilâhî kader planında belirlenmiştir. Belirlenen bu vakit gelinceye kadar kişinin ölmesi mümkün olmadığı gibi, bu vakit geldiğinde de bir saniye geciktirilmesi söz konusu değildir. Şahıslar için geçerli olan bu hakikat, toplumlar için de geçerlidir. Mevzuyla alakalı olarak diğer ayetlerde şöyle buyrulur:

“İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz.” (Munâfikûn 63/11)

“Her ümmet için takdir edilmiş belli bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (A‘râf 7/34)

O halde ölüm korkusuyla savaştan uzak durmak veya birinin ölüp ölmeyeceği ihtimaline bağlı olarak bir tavır sergilemek doğru değildir. Allah’ın emri ne ise ona göre davranılmalıdır. Savaşan kişi, eceli gelmeden ölmeyeceği gibi, savaştan kaçanlar da ecelleri geldiği takdirde ölümden kurtulamayacaklardır. Bu âyetle aynı zamanda, münafıkların Uhud’da şehîd edilenler için: “Eğer yanımızda kalsalardı ne ölür, ne de öldürülürlerdi” (Âl-i İmrân 3/156) sözleri reddedilmektedir.

Ayette ölüm ve hayatın tamâmen Allah’ın iznine bağlı olduğu kesin bir ifadeyle belirtildikten sonra, amellerin mükâfatını tam olarak alabilmenin kulların iradesine, niyet ve ihlâsına bağlı olduğuna dikkat çekilmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.): “Ameller, niyetlere göredir. Herkese niyetine göre karşılık verilecektir” buyurmuştur. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1) O halde kim yaptığı amellerle dünya nimetini isterse, Allah ona uygun göreceği bir karşılık verecektir. Fakat âhirette bu amellerin karşılığında bir şey elde edemeyecektir. Bu ifade ile özellikle Uhud günü ganimetle meşgul olanlar ikaz edilmektedir. Kim de yaptığı amellerle âhiret sevabını, cenneti ve Allah’ın rızâsını isterse, Allah bu kimselere âhirette bol bol mükafat vereceği gibi, dünyadaki nasiplerini de onlara ikram edecektir. Çünkü Allah, şükreden kullarına cömertçe ikram ve ihsanda bulunacağını müjdelemektedir.

Bu talihli kullara misal olmak üzere buyruluyor ki:

146. Nice peygamberler gelip geçti ki, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse onlarla beraber savaştılar. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen sıkıntılardan dolayı gevşemediler, zaafa düşmediler ve düşmana boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]
146. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)

Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)

İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.

Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:

«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:

«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)

Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)

Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.

Bu nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a yönelmektir:

146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)

147. Ağızlarından dökülen söz sadece şuydu: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân eyle!”

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)

146. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)

Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)

İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.

Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:

«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:

«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)

Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)

Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.

Bu nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a yönelmektir:

146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)


148. Allah da onlara hem dünya nimetlerini, hem de âhiret mükâfatının en güzelini verdi. Çünkü Allah, böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)

146. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)

Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)

İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.

Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:

«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:

«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)

Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)

Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.

Bu nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a yönelmektir:

146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)

149. Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi topuklarınızın üzerinde gerisin geri küfre döndürürler de, büsbütün hüsrana uğrar, eli boş dönersiniz.

Uhud savaşında Ayneyn tepesine yerleştirilen okçular, Allah Resûlü’nün emrine tam olarak itaat etmedikleri için müslümanlar iki ateş arasında kalmış, zor anlar yaşamışlardı. O esnâda Resûlullah (s.a.s.)’in öldüğüne dâir yalan bir haber şâyî olmuş, bunu fırsat bilen münafıklar, mü’minlere:

“Kardeşlerinize dönün ve yeniden onların dînine girin!” demeye başlamışlardı. Bu hâdise üzerine yukarıdaki âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 205)

Bazı âlimler ise bu âyet-i kerîmelerin yahudiler hakkında nâzil olduğu görüşündedir. Nitekim yahudiler, Uhud savaşından sonra müslümanların kafalarını karıştırıp onları dinleri husûsunda şüpheye düşürmek için:

“–Şayet Muhammed (s.a.s.) iddia ettiği gibi gerçekten peygamber olsaydı yenilmez, bu tür hâdiselerle karşılaşmazdı. Onun durumu da aynen diğer insanlar gibidir. Bir gün lehine olursa bir gün de aleyhinedir, bazan gâlip gelir, bazan mağlûb olur!” demişlerdi. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, IV, 87)

Müslümanlar, inançsızların sözleri karşısında son derece dikkatli olmalıdır. Onların yanlış ve aldatıcı sözlerine uydukları takdirde yavaş yavaş dinlerinden uzaklaşarak dünya ve âhirette büyük kayıplara uğrayacaklarını bilmeleri gerekir. Nitekim ashâb-ı kirâm, o zaman münafıklara ve yahudilere tâbî olsalardı, Allah’ın rızâsını kazanmak için çıktıkları Uhud seferinden Medine’ye elleri boş olarak döneceklerdi. Aynı şekilde, ebedî saadeti kazanmak için gönderildikleri dünya seferinden, hüsrâna uğramış ve her şeylerini kaybetmiş bir vaziyette âhirete intikâl edeceklerdi.
Sadece Asr-ı Saadet’te değil, nerede ve ne zaman olursa olsun, İslâm’ı kabul etmeyen insanlara kayıtsız şartsız uymak, kişiyi aşağılara düşürür, uçurumlara yuvarlar.

Bu bakımdan:

150. Bilâkis sizin dostunuz ve yardımcınız yalnız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

Mü’minlerin asıl itaat edip dost bileceği ve yardımını taleb edeceği yegâne varlık, Allah Teâlâ’dır. Allah’a dost olanların, müşriklere ve münafıklara ihtiyacı yoktur. Öyleyse Mevlâ’mıza itaat edip O’na yaklaşma gayreti içinde olmamız îcâb eder.
Âyetteki المولي (mevlâ) kelimesi; sahip, dost, arkadaş, yardımcı, koruyucu, gözetici gibi mânalara gelir. Allah, mü’minlerin Mevlâsıdır. O, dostlarını ve velayeti altındakileri korur, onlara yardım eder, onları zafere ulaştırır ve menfaatlerini gözetir.

Aslında kâfirlere uymaya gerek yoktur ve onlardan herhangi bir yardım da gelmez. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
151. Allah’ın, ilâh kabul edilebileceklerine dâir haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmaları yüzünden kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Onların varıp dayanacakları yer cehennemdir. Zâlimlerin barınacağı yer, ne kötüdür!

Şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, müslümanlar Allah’a itaat eder ve O’nun dostluğunu kazanırlarsa, Cenâb-ı Hak onlara her türlü yardımda bulunur, hatta karşılarında duran kâfirlerin kalbine korku atar. Nitekim Habîb-i Ekrem’ine, bir aylık mesâfeden düşmanlarının kalbine korku salma husûsiyetini bahşetmiştir. (Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid 3, 5)
Allah Teâlâ, inkâr edenlerin kalbine korku salmak için mü’minler tarafından da bir gayretin olmasını arzu etmektedir. Bu sebeple:

“Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin!” (Nisâ 4/104) buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.s.), bu ilâhî emre uyarak Uhud yenilgisinden sonra kâfirleri korkutmak için tâkibe çıkmıştır. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 52) Halbuki Efendimiz (s.a.s.) ve müslümanlar, o esnâda ağır yaralı ve pek yorgun vaziyetteydiler. Pek çoğunun biniti yoktu. Bunlar, birbirlerini sırtlarında taşıyarak Allah Resûlü’nün yanında sefere iştirak ettiler. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 243, 269, 316, 334-335)

Efendimiz (s.a.s.) askerlerine, gündüz odun toplayıp gece ayrı ayrı ateş yakmalarını emir buyurdu. Bunun üzerine beş yüz ateş yandı ve her yerden görünen ışıkları düşmanın kalbine korku saldı. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 338; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 49)
Neticede, Medine’ye dönüp müslümanların kökünü kazımayı planlayan müşriklerin kalbine büyük bir korku düştü ve kazandıkları nisbî zaferi kaybetme endişesiyle Mekke’ye doğru çekip gittiler. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 56; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 340)

Süddî’nin nakline göre, Ebû Süfyân ve müşrikler Uhud’dan Mekke’ye doğru yola koyulduktan bir müddet sonra bu yaptıklarına pişman olup:

“–Ne kötü yaptık! müslümanların çoğunu öldürdük, az bir şey kalmışlardı, onları da bırakıp geldik. Haydi, dönün de köklerini kazıyın!” dediler. Tam dönmeye azmettikleri esnâda Allah Teâlâ kalplerine bir korku attı, böylece arzularından vazgeçtiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 129)

Cenâb-ı Hak, Hendek savaşı esnâsında ihânet ederek anlaşmayı bozan, sonra da kalelerine sığınıp savaş hazırlığı yapan yahudilerin yüreğine de büyük bir korku salmıştır. (bk. Ahzab 33/26; Haşr 59/2)

Şimdi tefsiri yapılmakta olan 151. âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, “korku salacağız” buyururken “Biz” mânasına gelen “azamet nûnu”nu kullanmıştır. Böylece ilâhî azamet ve heybetini, makâma münâsip olarak bütün insanlara hissettirmiştir.

Kâfirlerin kalbine atılan korkunun esas sebebi ise, onların Allah’a şirk koşmalarıdır. Zira onlar da biliyor ki, gönül bağladıkları varlıklar mutlak kudret sahibi değildir ve kendilerine yardım edemez. Âyetin devamından anlaşıldığına göre “şirk”, hiçbir ilmî esasa dayanmayan ve aklın kabul etmeyeceği yanlış ve haksız bir davranıştır. Diğer taraftan şirkle küfür aynı mânaya gelir ve bu helâk edici vasıflara sahip olan insanların kalbi, dâimâ korku doludur. Bilhassa da savaş esnâsında… müslümanlar günah işleyerek Allah’a ve Rasûlü’ne isyân etmedikleri müddetçe, kâfirlerin zafere ulaşacağından korkmamalıdır. Allah kâfirlere yardım etmez. O zâlimlerin âkıbeti hüsrândır. Dönüp dolaşıp sonunda varacakları yer, cehennemdir. Hakkı kabul etmeyenlerin varıp ebedî olarak kalacağı ve hiç ayrılmayacağı o yer ne kötüdür!

Uhud’da olup bitenlere ve bunların sonucuna gelince:

152. Esasen Allah size olan sözünde durdu: O’nun izniyle düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat Allah size arzuladığınız zafer ve ganimeti gösterince gevşeyiverdiniz, Peygamber’in verdiği emre uyup uymama husûsunda birbirinizle tartıştınız ve itaatsizlik ettiniz. İçinizde dünyayı isteyen de vardı, âhireti isteyen de... Sonra Allah, sizi denemek için o kâfirler karşısında bozguna uğrattı. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Zira Allah, mü’minlere karşı çok lutufkârdır.

Uhud’da olanlar olup Allah Resûlü (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye döndüğünde, ashâbından bazıları:

“–Bu musîbetler başımıza nereden geldi? Halbuki Allah bize zaferi va‘detmişti?” dediler. Bunun üzerine bu 152. âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 129)

Cenâb-ı Hak, mü’minlere; sabır, takvâ ve emre itaat gibi gerekli şartlara riâyet ettikleri takdirde yardım edeceğini va‘detmişti. (bk. Âl-i İmran 3/125) Nitekim Uhud günü savaşın ilk saatlerinde yardım etmiş ve çok isteyip hoşlandıkları zaferin yüzünü onlara göstermişti. Allah’ın izni ve yardımıyla müşrikleri öldürmeye ve ganimet toplamaya başlamışlardı. Bir müddet sonra okçulardan bir kısmının kalbi zaafa düştü. Sabredemeyip ganimet hırsına kapıldılar. Kumandanlarını dinlemeyip kendi görüşleri istikâmetinde yerlerini terk ettiler. Böylece Resûlullah (s.a.s.)’in, ne pahasına olursa olsun ayrılmamaları yönündeki emrine isyân etmiş oldular. İçine düştükleri bu hazîn âkıbetin tek sebebi, dünya muhabbetiydi. Neticede, dünyayı isteyenler vazifelerini terk edip savaş meydanına ganimet toplamaya inmiş, âhireti arzu edenler de şehâdet makâmına nâil olarak cennete kanatlanmışlardı.

İşte o zaman ilâhî yardım yüz değiştirdi ve ilâhî imtihân vasfına büründü. Allah Teâlâ, hem emre itaat etmeyenleri cezalandırmak hem de müslümanların musibet esnâsındaki sabırlarını ve îmandaki sebâtlarını imtihan etmek istedi. Allah’ın yardımı kesilince, kuvvetli olan düşman süvârileri Ayneyn tepesini dolaşarak müslümanları arkadan çevirdiler. Kaçmakta olan müşrikler de geri dönünce müslümanlar iki ateş arasında kaldı. Neticede 70 civârında şehîd verdiler, pek çoğu da yaralandı.

Ancak Cenâb-ı Hak, af ve merhametiyle muamele ederek daha fazla zâyiat vermelerine müsaade etmedi. Müşrikler, müslümanları tamamen yok edemeden çekip gittiler.

Mü’minlerin başına gelen musîbetler, işledikleri günahlar yüzündendir. Yâni Allah ve Rasûlü’nün emrine aykırı davranmaları sebebiyledir. Allah günahlarının bir kısmını bu dünyada cezalandırmak sûretiyle tedip eder ve kendilerine öğüt verir. Ancak hatâlarının çoğunu da affeder. Böyle olmasaydı, günahları sebebiyle onları helâk ederdi. Aslında günah, insanın başına gelen belâdan daha fazlasını gerektirir. Lâkin Allah Teâlâ, mü’minlere karşı çok lutuf ve ihsân sahibidir. Bu sebeple îman edip pişman olan kullarını lûtfuyla affeder ve onları helâk olmaktan kurtarır.

Cenâb-ı Hak, mü’minleri teskîn etmek için hemen onları affettiğini beyân etmiştir. Zira Allah’ın gazabından korktukları için mü’minlerin kalpleri durabilirdi. Bu durum, aynı zamanda mü’minlerin îmanlarındaki sadâkate delâlet etmektedir.

Burada bir de Kur’an’ın üslup özelliklerinden birini görmekteyiz. Kur’an’da, mü’minler herhangi bir sebeple azarlandığında ardından, hemen onları tesellî edecek bir ifade gelir.

Bununla birlikte Uhud’dan aktarılan şu manzara, hem savaşın dehşetini hem de mü’minlerin bozguna uğrama hallerini fevkalade etkili bir şekilde resmetmektedir:

153. Hani siz savaş meydanından kaçıp uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnâda Peygamber de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu en tehlikeli hengâmede Allah, kaçırdığınız zaferin ve başınıza gelenlerin üzüntüsünü unutturmak üzere size keder üstüne keder verdi. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Müslümanlar Uhud’da iki ateş arasında kalınca bozulup dağılmışlardı. Dost düşman karışmış, hatta içine düştükleri telâş ve dehşet sebebiyle müslümanların birbirlerini yaralayıp öldürdüğü olmuştu. Peygamber Efendimiz’in etrafında 14 kişi kadar bir topluluk kalmıştı. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 42) İslâm ordusunun büyük bir kısmı sağa sola bakmadan kaçmış, kimi Medine’ye kimi de dağa doğru gitmişti. Resûlullah (s.a.s.):

“–Bana doğru gelin ey Allah’ın kulları! Bana doğru gelin ey Allah’ın kulları!” diye nidâ edince otuz kişi gelip önünde diz çökerek:

“Senin yanından hiç ayrılmamak üzere, yüzüm yüzünün önünde siper ve kalkandır! Vücudum senin vücuduna fedâdır! Allah’ın nihâyetsiz selâmı dâimâ senin üzerine olsun!” dediler. (Vakıdî, I, 240; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 46; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 25)

İbn Abbas (r.a.) şöyle anlatır:

“Uhud’da günün ilk saatlerinde zafer Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbınındı. Öyle ki, müşriklerin sancaktarlarından yedi veya dokuz kişi öldürülmüştü. Sonra müslümanlardan pek çok kimse şehîd edildi. müslümanlar dağa doğru koşmakla birlikte insanların «Mağara» dedikleri yere ulaşamadılar, ancak «Mihras» diye bilinen Uhud dağındaki bir su altında toplandılar. Bu esnâda şeytan da: «Muhammed öldürüldü!» diye yüksek sesle bağırdı. Bunun gerçek olduğu hususunda kimse şüphe etmedi.

Biz öldüğüne inanmış vaziyette beklerken Resûlullah (s.a.s.) Sa‘d bin Muâz ile Sa‘d b. Ubâde arasında ay gibi üzerimize doğdu. Onu kendisine has yürüyüşünden tanıdık. Allah Resûlü (s.a.s.)’i görünce o kadar sevindik ki, sanki bize hiçbir şey isabet etmemiş gibi olduk.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 287-288; Hâkim, el-Müstedrek, II, 324/3163; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 110-111)

Müslümanların bir kısmı, Allah ve Rasûlü’nün emirleri karşısında gevşek davranıp dünyalığa heves etmiş ve savaş kızışınca da meydandan kaçmışlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara gam üstüne gam verdi: Bir taraftan yaptıkları yanlışın ızdırabıyla kıvranıyor, diğer taraftan da maddî ve mânevî pek çok kayıplara uğramış bulunuyorlardı. Zaferi ve ganimeti pek yakınlarında gördükten sonra ellerinden kaçırmışlardı. Pek çok şehîd ve yaralı vardı. Medine’nin toplam nüfusundan bile fazla olan düşmanın, geri dönüp kendilerini ve Medine’deki yakınlarını ortadan kaldırma korkusunu yaşıyorlardı. Vatanlarını ve hürriyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Allah Resûlü’nün şehîd edildiği haberiyle de yıkılmışlardı. Daha sonra bunun yalan olduğunu öğrenseler de Efendimiz’in pek çok yerinden yaralandığını görmüşlerdi. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) Uhud dağındaki bir kayanın üzerine çıkmak istemiş ancak yaralarından dolayı dermansız kaldığı ve sırtında iki zırh olduğu için buna gücü yetmemişti. Talha b. Ubeydullah (r.a.) hemen eğilerek Efendimiz’i sırtına alıp kayanın üzerine çıkarmıştı. (Tirmizî, Menâkıb, 21/3738; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 165)

Resûlullah (s.a.s.) ağır yaralar aldığı için öğle namazını da oturduğu yerde kılmak mecbûriyetinde kalmıştı. (Vakidî, el-Meğâzî, I, 294) Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu hâle gelmesine sebep oldukları için duydukları gam ve keder, ashâb-ı kirâma bütün musîbetleri unutturmuştu.

Cenâb-ı Hak, bu tür ağır ibtilâlar vermek sûretiyle mü’minlerin metânet ve tecrübelerini artırmayı murâd etmiş, hayatta karşılaşacakları zorluklara dayanma gücünü kazandırmıştır. Beterin beteri olduğunu, acının acıyı unutturacağını hatırlatarak şükür ve rızâ hissiyatı içinde olmalarını arzulamıştır. Dünyevî nimet ve musîbetlerin değersizliğini öğretip onları her hâlukârda Allah’a sığınmaya ve âhirete hazırlanmaya alıştırmıştır. Allah’ın lutuf ve merhametine bakın ki, kendi hataları neticesinde uğradıkları musîbetleri bile nihâyetinde mü’minlerin lehine ve faydasına çevirmiştir. “Madem bana isyân ettiniz, cezasını çekin!” deyip onları yüzüstü bırakmamıştır.

Bazı müfessirler, âyetin “üzülmeyesiniz diye” kısmını, önceki âyetin “sizi affetmiştir” kısmına bağlayarak şöyle mâna vermişlerdir:

“Kaçırdığınız fırsatlara ve başınıza gelen belâlara üzülmeyesiniz diye Allah sizin günahlarınızı bağışladı.” Çünkü Allah’ın affında, bütün gam ve hüzünleri gideren hususiyetler mevcuttur.

Artık bundan sonraki hayatta dikkatli olmak lâzımdır. Zira Allah Teâlâ, kullarının bütün amellerini, maksatlarını gâyelerini ve niyetlerini bilir. O’nun iyi olanlara iyilikle, kötü olanlara da azapla karşılık vermeye gücü yeter. Bu gerçeği hakkıyla anlamak, kulu günahlardan uzaklaştıracak en büyük müessirdir.

Ancak Cenâb-ı Hak, kullarını hep gam ve keder içinde bırakmaz. İmtihan dünyasının bir cilvesi olarak kederler ve sevinçler, musîbetler ve nimetler birbirini tâkip eder. Allah Teâlâ, Uhud’da mü’minleri imtihan etmiş, lâkin hemen akabinde lûtfunu da göndermiştir:

154. Sonra Allah, bu kederin ardından size bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyuklama hâli ki içinizden en samimi olanları bürüyordu. Bu arada bir kısmı da canlarının derdine düşmüş, Allah hakkında câhiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyor ve: “Savaşa çıkma husûsunda bizim fikrimizi mi sordular?” diyorlardı. Sen de onlara: “Bütün karar ve yetki tamâmen Allah’a âittir” de. Onlar, aslında sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyor ve kendi aralarında: “Bizim fikrimiz sorulsa ve tercih hakkımız olsaydı, burada böyle öldürülmezdik” diyorlardı. Onlara de ki: “Siz evlerinizde bile bulunsaydınız, haklarında ölüm takdir edilmiş olanlar, düşüp ölecekleri yerlere bir sebeple mutlaka çıkıp gideceklerdi.” Allah bunları, kalplerinizdeki samimiyeti denemek, gönüllerinizi şeytanın vesvesesinden temizlemek için yapmıştır. Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir.

Müşrikler savaş meydanında istedikleri gibi dolaşıyor, müslümanlar da Uhud eteklerindeki kayalıklara çekilmiş kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Büyük bir korku ve üzüntü içindeydiler. Peygamber Efendimiz bir kısım ashâbıyla yanlarına doğru gelirken, onları dahî tanıyamamış ve hemen ok atmaya hazırlanmışlardı. Allah Resûlü (s.a.s.) yanlarına gelince biraz rahatladılar. O’nu sağ sâlim görünce bütün acılarını unuttular. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 294-295) Öğle namazını oturdukları yerde kıldıktan sonra şehîd olanlardan bahsetmeye ve onlar için yakınmaya başladılar. Şeytan onları üzmek için vesveseler veriyor, düşmanın kendilerine ve Medine’ye saldırması ihtimâliyle korkutuyordu. Kalkanlarının altında böylesine bitkin bir vaziyette beklerken Cenâb-ı Hak, samîmî mü’minlerin üzerine tatlı bir uyuklama indirdi.
Ebû Talha şöyle der:

“Uhud günü yerimizdeyken bizi bir uyuklama sardı. Kılıcım elimden düşüyor, alıyorum tekrar düşüyor, tekrar alıyordum. (Buhârî, Tefsir 3/11) Bir ara başımı kaldırıp baktım, mü’minlerden herkes uyukluyor, kalkanının altına doğru eğiliyordu. Diğer bir kısım insanlar, yani kendi canlarından başka bir şey düşünmeyen münafıklar ise, insanların en cesâretsizi, en korkağı ve Cenâb-ı Hakk’ın dînini yardımsız ve yüzüstü bırakmakta en önde gideni idiler.” (Tirmizî, Tefsir 3/3007-3008)
Allah’a, Rasûlü’ne ve âhiret gününe îmanları tam olan ve dünyaya gereğinden fazla değer vermeyen mü’minler, tatlı tatlı uyuklayıp kılıçları ellerinden düşerken, kalplerinde şüphe taşıyan münafıkları uyku tutmuyor, kendi kendilerine konuşuyor, korku ve endişe içinde bekleşip duruyorlardı. Nefisleri küfür ve irtidat için vesveseler veriyor ve onları korkutuyordu. Muattib bin Kuşeyr:

“– Savaşın nasıl yapılacağı hususunda bizim fikrimiz sorulsaydı, burada bu kadar kişi öldürülmezdi” diyor, Zübeyr bin Avvâm (r.a.) da uyku ile uyanıklık arasında onun sözlerini işitiyordu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 296; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 68)
Mü’minler, Allah Resûlü’nü ve İslâm’ın geleceğini düşünürken münafıklar, kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmüyor, savaşa da ganimet elde etmek ve fitne çıkarmak maksadıyla gelmiş bulunuyorlardı. Efendimiz’in peygamberliğinden ve verdiği sözlerden şüphe ediyor, Allah’ın ona yardım etmeyeceğini zannediyorlardı. Allah’ın sıfatları, Peygamber Efendimiz ve âhiret hakkında, İslâm inancına uymayacak yanlış düşüncelere dalmışlardı. Halbuki İslâm dini açık ve berrak bir şekilde ortaya konulduktan sonra, hâlâ câhiliyenin gerçekten uzak karanlık zanlarına tâbî olmak, ne büyük bir hamâkattir!

Allah’ın indirdiği bu hafif uyku, mü’minlerden korku ve yorgunluğu giderip sükûnet ve dinçlik verdi. Mûcizevî bir hâl yaşadıkları için, ilâhî yardımın kendileriyle birlikte olduğundan iyice emin oldular. Zira daha evvel Bedir savaşında da harpten önce böyle bir uyuklama inmiş, mü’minlere emniyet, sebât ve kuvvet bahşetmişti. (bk. Enfâl 8/11)

Münafıklar, idârede söz sahibi olamayışları sebebiyle serzenişte bulunarak Peygamber Efendimiz’in Uhud’a çıkmasını tenkîd etmiş, zaferden ümitlerini tamamen kesmiş ve hak peygamberin aslâ mağlup olmayacağı yönünde câhilî düşüncelere dalmışlardı. Cenâb-ı Hak onlara şöyle cevap verdi:

Hüküm ve idâre tamamen Allah’a âittir. O istediği her şeyi yapar. Bütün işler O’nun iradesine ve ezelî takdirine göre cereyân eder. Dilediğini gâlip getirir, dilediğini mağlûb eder, ancak işin nihâyetinde üstünlük O’nun dostlarına âittir. Allah, insanların bilemeyeceği çok gizli şeyleri dahî bildiğinden, fiillerinin hikmeti ilk anda anlaşılmayabilir. Dolayısıyla kötü gibi görünen şey iyi, iyi gibi görünen de kötü olabilir.

Diğer taraftan, peygamberlerin devamlı gâlip geleceği ve aslâ mağlup edilemeyeceği şeklindeki bir düşünce de yanlıştır. Böyle olsaydı bütün insanlar cebren îman ederdi. Bu da imtihan sırrına aykırı olurdu. Cenâb-ı Hak, gerçek mânada îman edenleri diğerlerinden ayırmak ve bazı kullarına şehitlik nasîb etmek için, galebe ve zafer günlerini insanlar arasında çevirip durduğunu beyân etmiştir. (bk. Âl-i İmrân 3/140)

Hudeybiye anlaşmasından sonraki günlerde Herakliyüs, Ebû Süfyan’a:

“–Hz. Muhammed ile savaşlarınızın netîcesi nasıldır?” diye sormuştu. O:

“–Harp tâlihi aramızda nöbet iledir. Bazan o bize zarar verir, bazan de biz ona zarar veririz” deyince, Herakliyüs:
“–Peygamberler de böyledir, imtihan edilirler, ancak sonunda gâlibiyet onların olur!” demiştir. (Buhârî, Tefsir 3/4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 262)

Münafıkların, “Bize kalsaydı savaş için Uhud’a gelmezdik, bu kadar insan öldürülmezdi!” şeklindeki sözleri de mânasızdır. Allah bir şeyi takdir ettiyse, o bir sebeple muhakkak gerçekleşir. Uhud’da ölmesi takdir edilenler, savaş olmasaydı bile herhangi bir vesileyle buraya gelip ruhlarını teslim ederlerdi. Onun için kaderden kaçış yoktur. Resûlullah (s.a.s.):

“Allah Teâlâ bir kimsenin herhangi bir yerde ölmesini istediğinde, o kimse için o yerde bir ihtiyaç zuhur ettirir” buyurmuştur. (Tirmizî, Kader 11/2146, 2147; Hâkim, el-Müstedrek, I, 102/127). Nitekim şu rivayet meşhurdur:

Ölüm Meleği bir gün, Hz. Süleyman’ın yanına uğramıştı. Meclisinde bulunan bir kişiye dikkatle baktı. O zât bir ara Hz. Süleyman’a:

“–Bu kim?” diye sordu. Süleyman (a.s.) da, Ölüm Meleği olduğunu söyledi. Adam:
“–Sanki benim canımı almak istiyormuş gibi bakıyordu, rüzgâra emretsen de beni götürüp Hind diyârına bıraksa!” diye ricâda bulundu. Süleyman (a.s.) adamın isteğini yerine getirdi. Daha sonra Ölüm Meleği, Hz. Süleyman’a:
“–Ona dikkatlice bakmam taaccübüm sebebiyle idi. Çünkü onun canını Hindistan’da almam emredilmişti ve o hâlâ senin yanındaydı” dedi. (Ebussuûd, VII, 78, Lokmân 31/34)

Lâkin bu durum tedbir almaya da mânî değildir. İnsan üzerine düşen her şeyi yapacak, neticeyi Allah’a havâle edecektir. Aksi takdirde ihmâlkârlığı sebebiyle mes’ûl tutulur.

Allah Teâlâ, Uhud savaşı gibi bir takım musîbet ve kederleri, mü’minleri imtihan etmek için verir, yoksa bu, onları ihmâl edip yardımsız bıraktığından değildir. Sabır ve sebat ettikleri takdirde bunu günahlarına keffâret kılar, derecelerini artırır, îmanlarını kuvvetlendirir ve kalplerindeki yanlış duyguları temizler. Şeytanın verdiği vesvese ve şüpheleri giderir. müslümanlara hatâlarını gösterip nasıl olmaları gerektiğini öğreterek kemâle ermelerini sağlar. Mü’minle münâfığı ayırıp ortaya çıkarır. İşte Cenâb-ı Hak, bütün bunları sırf kullarının iyiliği için yapar. Yoksa O, gizli açık her şeyi bilmektedir. O’ndan herhangi bir duygu veya düşünceyi gizlemek aslâ mümkün değildir.

Meselenin takdir boyutu anlatıldıktan sonra şimdi de söz, mağlûbiyetin dışa yansıyan sebeplerine getirilmektedir:

155. İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün, içinizden arkasını dönüp savaştan kaçanlar var ya, yaptıkları bazı hatâlar yüzünden şeytan onları doğru yoldan kaydırmak istemişti. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, ceza vermede acele etmeyendir.

Uhud’da hatâ, savaşa çıkmaya karar veren Resûlullah (s.a.s.)’in değil, emir dinlemeyen ve düşmanla karşı karşıya gelince zaaf gösterip dağılan askerlerindir. Şeytan onları, bazı yanlış düşünce ve davranışları yüzünden aldatıp yoldan çıkarmak istemiş ve bu hususta kısmen başarılı da olmuştur. Lâkin, yaptıklarına pişman oldukları için Allah onları affetmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, çokça affeden ve kullarını cezalandırmakta acele etmeyen yüce bir Mevlâ’dır.

Merhameti bol olan Rabbimiz, mü’minlerin kusurlarından bahsettikten sonra, fazla üzülmemeleri için hemen onları affettiğini beyân etmiştir. Bu hususu 152. âyette bildirdiği gibi burada da tekrarladı. 159. âyette de Peygamber Efendimiz’e mü’minleri affetmesini ve onlar için Allah’a istiğfarda bulunmasını emredecektir. Bu da O’nun ne kadar mağfiret ve hilim sahibi olduğunu gösterir.

“Yaptıkları bazı hatâlar yüzünden” (Âl-i İmrân 3/155) ifadesinden anlaşıldığına göre “Tâat ve ibâdet insanı başka bir tâate sevkettiği gibi günah da diğer günahlara sevkeder.”

Bu âyet aynı zamanda günahların Allah’a nispet edilmeyeceğini öğretir. Nitekim Kur’ân’ın pek çok yerinde günah, şeytana nispet edilmiştir. (Yûsuf 12/100; Kehf 18/63; Kasas 28/15)

Bu konuda mü’minlere uyarılar şöyle devam ediyor:

156. Ey iman edenler! Sizler, seferde iken ölen veya savaşırken şehit düşen kardeşleri hakkında: “Eğer yanımızda kalsalardı ne ölür, ne de öldürülürlerdi” diyen kâfirler gibi olmayın! Allah, böylesi duyguları o kâfirlerin kalbinde bir pişmanlık ve üzüntü haline getirecektir. Oysa hayat veren de öldüren de Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.

Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine karşı tevekkül ve teslîmiyet içerisinde olmasını arzu buyurur. Gerekli tedbirleri aldıktan sonra Allah’a güvenip kadere rızâ göstermelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını haber verir. Mü’minler, kâfirler gibi kendi akıl ve tedbirleriyle kaderi değiştirebileceklerini düşünmemelidir.

Uhud sonrası münafıklar, şehîdler için:

“–Bizim yanımızda olsalardı öldürülmezlerdi” dediler. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 317)
Fâsık Ebû Âmir, Uhud’da harp meydanını gezerken, şehîd olan oğlu Hanzala (r.a.)’ı gördü. Göğsüne teperek:
“–Sen ikinci dîne girmekle felâkete uğradın! İşte ben senin vurulup düştüğün yere kadar gelmiş bulunuyorum, ey şeref kirletici oğul! Eğer sen evlatlık vazifeni yapıp babanın sözünü dinlemiş olsaydın, hiç şüphesiz ölmez, yaşardın!” dedi. (Zehebî, Siyer, I, 132)

Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı ağır yaralı vaziyette Medine’ye döndüklerinde, münafıklarla yahudiler sevinip gülüyor ve en çirkin sözleri açıkça söylüyorlardı. Münafık başı Abdullah b. Übey’in, samîmî bir müslüman olan oğlu Abdullah da Uhud’da yaralanmıştı. Sabaha kadar ateş yakıp yaralarını dağlamakla meşgul oldu. Babası kendisine:

“–Onunla bu şekilde savaşa çıkman doğru değildi! Muhammed beni dinlemedi de çocuklara uydu. Vallahi ben böyle olacağını gözümle görür gibiydim” deyip duruyordu.

Oğlu da cevâben:

“–Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne ve müslümanlara takdir edip başlarına getirdiği şey, her şeyden daha hayırlıdır” diyordu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 317)

Hiç şüphesiz, inançsızların sahip olduğu bu düşünce yapısı, onları hayat boyu rahatsız edip üzüntülere garkeder. “Şöyle yapsaydık böyle olurdu, şunu yapmasaydık bu başımıza gelmezdi” şeklindeki anlayışlarıyla, kalplerinde dâimâ bazı şeylerin hasretini ve acısını çeker dururlar. Yakınlarını ölümden alıkoyamadıkları için kederlenirler. müslümanlar da onlara büyük bir metânetle Allah’a îtimatlarını gösteren cevaplar verince, sıkıntı ve buhranları büsbütün artar.

Münafıklar bu anlayışları sebebiyle, ticârî seferlere ve cihada çıkmaya cesâret edemezler. Cesur müslümanlar büyük kârlar veya ganimetler elde ederek döndükçe de pişmanlık ve hüzün duyar, tahassür içinde kalırlar. Âhiretteki pişmanlık ve acıları ise daha büyük olacaktır.

Halbuki insana hayatı veren de onu öldüren de Allah’tır. Eceli gelmeyen bir insan Hâlid b. Velîd (r.a.) gibi en ön safta yüzlerce savaşa katılır ve vücûdunun her yerinden yara alır, ancak ileri yaşlarda yatağında can verir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 111). Kimisi de evinde bir yudum suyu içerken boğulur.

Allah Teâlâ, kullarının bütün yaptıklarını görmektedir. Öyleyse kâfirler gibi davranmayıp hakiki mü’minlerin yolundan gitmeli, Allah’a güvenip dayanmalı ve şu gerçeği aklından çıkarmamalıdır:

157. Allah yolunda öldürülseniz ya da başka bir şekilde ölseniz, şunu bilin ki, hiç şüphesiz Allah’ın bağışlaması ve rahmeti, kâfirlerin dünyada kalıp topladıkları her türlü menfaatten daha hayırlıdır.

Bir kişiye ölüm takdir edilmişse, o mutlaka ölecektir. Bu ölüm Allah yolunda olursa insan daha kazançlı çıkar. Aksi takdirde hiçbir şey elde edemeden yine ölüp gidecektir.

Allah yolunda cihâd etmek, yâni söz ve davranışlarımızla güzel bir gayretin içinde olmak en kıymetli ameldir. O yolda öldürülenleri Allah’ın mağfireti ve rahmeti kaplar ki, bu, kişinin dünyada elde edebileceği her şeyden daha hayırlıdır. Kişinin dünya malından istifade edip edemeyeceği belli değildir; ya kendisi ölür ya malı telef olur. Bunlar olmasa bile, dünya lezzetleri elem ve acılarla karışık, sıkıntılarla doludur. Âhiret nimetleri ise böyle değildir. Diğer taraftan, dünya nimetleri geçicidir; bunlar ne kadar mükemmel olursa, elden çıktığında insanın gönlünde bıraktığı acı ve tahassür o kadar büyük olur. Âhiret nimetleri ise ebedî ve elemsizdir. Orada, elde edilen bir nimeti kaybetme korkusu yoktur. Bu bakımdan:

158. Rahat döşeğinizde ölseniz de, Allah yolunda öldürülseniz de, sonunda hepiniz Allah’ın huzûrunda toplanacaksınız.

İnsan nasıl ölürse ölsün, neticede Allah’ın huzûruna varıp ömrünün hesâbını verecektir. O zor günde Allah’ın rahmet ve mağfiretinden başka hiçbir yardımcı bulamayacaktır. O hâlde bu dünyadayken O’nun rızâsını kazanmak için ihlâsla amel-i sâlihler işlemeli, Allah’ın her emrini canla başla yerine getirmelidir.

Allah Teâlâ, önceki âyette mücâhitleri Allah’ın mağfiretine koşmaya teşvik etmişti, burada ise derecelerini daha da yükselterek Allah’ın huzurunda toplanmaya teşvik etmektedir. Cenâb-ı Hak, önceki âyette evvelâ; “Allah’ın mağfireti” buyurdu ki bu, ikâbından korkarak kendisine ibâdet eden mü’minlere işarettir. Sonra “ve rahmeti” buyurdu ki bu, mükâfatını elde etmek için kendisine ibâdet edenlere işarettir. Bu âyette de: “Sonunda hepiniz muhakkak Allah’ın huzurunda toplanacaksınız!” (Âl-i İmrân 3/158) buyurmak sûretiyle Allah’a sırf Rab olduğu için ve kulluk sebebiyle ibâdet edenlere işaret etmiştir. İşte bu son grubun hâli, kulluktaki derecelerin en yükseği ve makamların en yücesidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 49)

Rivayete göre Hz. İsa, bedenleri zayıf düşmüş ve yüzleri sararmış bir topluluğa rastlamıştı. Üzerlerinde ibâdet emareleri görünce:

“–Ne elde etmek istiyorsunuz?” diye sordu. Onlar:
“–Biz, Allah’ın azabından korkuyoruz” dediler. Bunun üzerine Hz. İsa:
“–O hâlde Kerîm olan Allah size azap etmez” dedi. Daha sonra bir başka cemaate rastladı. Onların üzerinde de aynı emare ve işaretleri görünce aynı şeyi sordu. Onlar:
“–Biz cenneti ve Allah’ın rahmetini istiyoruz” dediler. Îsâ (a.s.) da:
“–Öyleyse, O sizden rahmetini esirgemez. O, bundan münezzeh ve çok Kerîm’dir” dedi. Daha sonra üçüncü bir topluluğa rastladı. Onların üzerinde daha çok kulluk izleri gördü ve aynı soruyu sordu. Onlar:
“–Biz, bir korku veya arzumuzdan dolayı değil, sırf bizim ilâhımız olduğu ve bizim de O’nun kulları olduğumuz için Allah’a ibâdet ediyoruz” dediler. Bunun üzerine Hz. İsa:

“–İhlâslı olanlar ve gerçek ibâdet edenler sizlersiniz” buyurdu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 48-49)

Âyetteki “Sonunda hepiniz muhakkak Allah’ın huzurunda toplanacaksınız!” (Âl-i İmrân 3/158) ifadesi meçhul olarak kullanılmıştır. Bütün akıl sahipleri kesin olarak bilir ki, bu işi yapabilecek yegâne zât Cenâb-ı Hak’tır. Dolayısıyla burada fâilin sarahaten açıklanmayışı, Allah’ın azâmet ve kudretine daha fazla delâlet etmektedir.

Önceki âyetlerde müslümanlara, ayaklarının kaydığı bazı noktalar ve bunun sebepleri hatırlatılmıştı. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gâlip gelerek söz hemen yumuşak muameleye ve affa getirildi. Allah’ın rahmeti hatırlatıldıktan sonra her şeye rağmen hatâlı mü’minleri affedip onlar için Allah’tan mağfiret talebi emredilerek buyruluyor ki:

159. Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et! Kesin kararını verince de, yalnız Allah’a güvenip dayan! Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever.

Bir insan bütün güzel hasletlere sahip olmakla birlikte kaba ve katı kalpli davransa, çevresindeki insanlar ondan uzaklaşır ve dağılıp giderler. Resûlullah (s.a.s.), Allah’ın lûtfettiği güzel ahlâkın bir tezâhürü olarak dâimâ insanlara af ve merhametle muamele etmiştir. Uhud gibi ağır imtihanlara uğramalarına sebep olan okçulara karşı bile bu güzel ahlâkını değiştirmemiş, kusurlarını yüzlerine vurmayarak onlara yumuşak ve nâzik davranmıştır. Şâirin terennüm ettiği:
“Her dem güşâde-çihre-i feyz-î beşâşet ol
Gösterme halka rûy-i huşûnet kerîm isen.”
(Hersekli Ârif Hikmet)

“Gerçekten âlicenâp isen etrafındaki insanlara karşı sert ve kaba muamelede bulunma. Dâimâ sevimli ve güleryüzlü olmaya çalış” ifadeleri, en derin mânasıyla Efendimiz (s.a.s.)’de tezâhür etmiştir.

Lügavî inceliklerden hareketle âyet-i kerîmeden, “Allah’ın rahmetindeki mükemmelliğe hayranlık” mânası çıkaran âlimler olmuştur. Bu durumda âyette:

“Öyle bir rahmet ki, seni bu derece müşkil durumda bile hatalı kişilere yumuşak davranmaya sevkediyor! Bu ilâhî teyide şükretmek gerekir” denilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 51; Elmalılı, Hak Dini, II, 1212)

İlâhî rahmetin enginliğini gösteren bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı gün, yüz rahmet var etmiştir. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak enginliğe sahiptir. Bunlardan sadece bir rahmeti yeryüzüne indirmiştir. İşte anne yavrusuna bu sâyede şefkat gösterir. Yabani hayvanlar ve kuşlar bunun sonucu olarak birbirlerine merhamet ederler. Allah Teâlâ kıyamette bu biri, doksan dokuza katarak rahmetini yüze tamamlayacaktır.” (Müslim, Tevbe 21)

Allah’ın rahmetinden çok cüz’î bir kısma mazhar olmak bile insana ne büyük faydalar sağlamaktadır. Bu merhamet sâyesinde kişi, insanları affetmekle kalmayıp bir de onlar için Allah’a istiğfar eder. Cenâb-ı Hak, daha önce geçen 152 ve 155. âyetlerde Uhud’da hatâ yapan mü’minleri affettiğini iki defa haber vermişti. Üçüncü olarak da burada Resûlullah (s.a.s.)’e onları affetmesini ve onlar için istiğfarda bulunmasını emir buyurmaktadır. Hakikaten ne ulvî ve ne engin bir rahmet!

Resûlullah (s.a.s.), Uhud’a çıkarken ashâbıyla istişare etmişti. Ancak başlarına pek çok sıkıntı geldi. Bu hâdiselerin ardından hemen istişâre emrinin gelmesi son derece mânidardır. Efendimiz’in müslümanlarla istişâreye devam etmesi, onlara karşı sergilediği affın tam olduğunu gösterdi. Bilgi ve tecrübelerine mürâcaat edilen müslümanlar da, kendilerine değer verildiğini anlayarak memnûn oldular ve Allah Resûlü’ne karşı muhabbetleri arttı. Böylece Resûlullah (s.a.s.) ümmetini en güzel şekilde terbiye etti ve onlara emsalsiz bir örnek şahsiyet oldu.

Buradan şu da anlaşılır ki, hüsn-i niyetle görüş ifade ettikten sonra nihâyetinde bunun yanlış olduğu ortaya çıksa bile, herhangi bir mesuliyet söz konusu değildir.

İstişâre veya müşâvere; herhangi bir hususta işin ehli olan veya o hususta görüş bildirebilecek kimselerin fikirlerine mürâcaat etmek, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak demektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, kullarının istişâreye önem vermelerini arzu buyurmaktadır. Diğer bir âyette de şöyle buyrulur:

“O mü’minler aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler.” (Şûrâ 42/38)

Âlimler, burada emredilen istişarenin vâcip mi yoksa mendup mu olduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İmâm Şâfiî mendup olduğunu söylemekle birlikte çoğunluk vâcip olduğu görüşündedir. Peygamber Efendimiz için müşâvere mendup olsa da ümmeti için vaciptir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 55)

Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur:

“İyi bilin ki Allah ve Rasûlü’nün müşâvereye ihtiyacı yoktur. Ancak Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru ve yerinde hareket etmekten mahrum olmaz. Her kim de istişareyi terk ederse hatâdan kurtulamaz.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, VI, 76)

“İstişâre eden pişmân olmaz.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, II, 280)
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlallah! Kur’ân’da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorulduğunda:

“–Onu, fakihlere ve sâlihlere sorun ve onların istişâresine arz edin! O konuda şahsî görüşünüzle amel etmeyin!” buyurmuştur. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 178)

Ebû Hüreyre (r.a.):

“Resûlullah (s.a.s.)’den daha fazla ashâbıyla istişâre eden bir kimse görmedim!” demiştir. (Tirmizî, Cihâd 35/1714)
Hz. Süleyman (a.s.) da, oğluna nasihat ederken:

“Yavrucuğum! Ehil bir kimseyle istişâre etmeden kesinlikle bir iş hakkında karar verme! Şâyet böyle yaparsan sonunda üzülmezsin!” demiştir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 110)

Hz. Ömer (r.a.), toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanlarla istişare ederdi. Genç, yaşlı bütün âlimler Hz. Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. (Buhârî, Tefsir 7/5, 110/4; İ‘tisam 2)

Onun, zor bir mes’eleyle karşılaştığında çocuklarla ve gençlerle istişârede bulunduğu ve onların akıllarının keskinliğinden istifade ettiği de rivayet edilir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 113)
Hasan Basrî Hazretleri şöyle der:
“Bir topluluk istişare yaparlarsa, doğru dürüst iş yapma imkânı elde ederler.” (İbn Ebî Şeybe, V, 298/26275; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 258)
Ömer b. Abdülazîz, halîfe seçildiğinde, kendisine dâimâ doğruyu ve iyiyi tavsiye edecek bir istişâre heyeti kurmuş, onlar da halîfeyi îkaz ve nasîhatleriyle yanlışlıklardan korumaya çalışmışlardır. (Bk. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 110)
İstişâre edilecek kişilerin sâlih, müttakî, emîn ve işin ehli olmalarına dikkat edilmelidir. Zira Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz:
“Kendisiyle istişâre edilen, güvenilir bir kimse olmalıdır” buyurmuşlardır .(Tirmizî, Edeb 57/2822)

Hz. Ömer de şöyle demiştir:

“…Yapacağın işlerde, Allah’tan korkan kimselerle istişare et!” (İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef, VIII, 147)
İstişâre eden kimseyi yanıltmak, büyük bir ihânettir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim doğru olmadığını bildiği hâlde müslüman kardeşine bir işi tavsiye ederse, ona ihânet etmiş olur.” (Ebû Dâvud, İlim 8/3657)

“Kime müslüman kardeşi bir mes’ele danışır, onunla istişâre eder de o da kardeşine yanlış yolu gösterirse, ona ihânet etmiş olur.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 259)

“Senin doğru söylediğine inanan ve sözünü tasdik eden bir din kardeşine yalan söylemen, ne kadar büyük bir hıyânettir!” (Ebû Dâvud, Edeb 71/4971; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 183; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 393)

İstişare neticesinde ortaya çıkan görüşe uymak zarûrî değildir. Ancak bir karar verildiğinde Allah’ın yardımına, tevfîkine ve muhâfazasına itimad edip güvenmek îcâb eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, “Kesin kararını verince de, yalnız Allah’a tevekkül et!” (Âl-i İmrân 3/159) buyurmuştur.

Azim ve tevekkül, müslümanın sahip olması gereken iki mühim esastır. İkisi birlikte bulunmalıdır. Ancak tevekkülü yanlış anlamamalıdır. Tevekkül, insanın kendisini ihmâl etmesi değil, zâhirî sebeplere sarılmakla birlikte kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ’nın muhâfazasına sığınması demektir. (Râzî, IX, 55) Yani tevekkülün hakiki mânası, meşrû bir gâye ve maksada doğru yürürken hiç fütur getirmemek, ilâhî yardımın tecellî edeceğinden emîn olarak sürekli ilerlemektir. Kazâ ve kader inancı, cebrîlikle karıştırılmadan doğru bir şekilde anlaşılabilirse; azim, tevekkül, cesâret, kahramanlık ve dünyaya değer vermemek gibi üstün ahlâkî seciyelerin tamamı bu inancın etrafında pervâne gibi dönmeye başlar. Âyet-i kerîmede, tevekkülün, istişâre emri ve azimle birlikte zikredilmesi de onun atâletten ne kadar farklı ve uzak olduğunu göstermektedir.

Bir bedevî:

“–Yâ Rasûlallah! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) cevâben:

“–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu (Tirmizî, Kıyâmet 60/2517)

Yemenliler hacca giderken yanlarına yol azığı almaz ve bunun tevekkül olduğunu zannederek:

“–Biz Allah’ın evini ziyârete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da insanlardan bir şeyler istemek durumunda kalırlardı. Bunun üzerine; “...Bir de yolculuk için yanınıza azık alın…” (Bakara 2/197) âyeti nâzil oldu. (Bk. Buhârî, Hacc 6; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 63)

Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz” diyen kimseleri Hz. Ömer (r.a.):

“Siz Allah’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakiki mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allah’a güvenen insandır” diye azarlamıştır.

Cenâb-ı Hak, âyetin sonunda tevekkül ehlini, yani üzerine düşenleri hakkıyla yaptıktan sonra Allah’a güvenip teslim olanları sevdiğini beyân etmiştir. Öyleyse mü’minler, Allah’a yönelip O’nun hâricinde her şeyden yüz çevirmelidirler. Çünkü:

İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-ulûm ve’l-hikem, Ammân 1990, s. 650.

160. Eğer Allah size yardım ederse, hiçbir kuvvet sizi yenemez. Fakat sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, O’ndan başka sizi kim kurtarabilir? O halde mü’minler, ancak Allah’a dayanıp güvensinler.

Allah’a tevekkül eden mü’min, kararlı, emîn ve huzurlu olur. Zira yapacağı iş Allah’ın murâdına uygunsa Cenâb-ı Hakk’ın kendisine yardım edeceğini bilir. Allah bir kimseye yardım ettiğinde, ona üstün gelecek hiçbir kuvvet yoktur. Allah yardım etmediğinde ise, arzu edilen işi yapmaya kimsenin gücü yetmez. Yani her hâlukârda Allah’ın murâdı tahakkuk eder. Bedir’de az bir kuvvetle mü’minleri gâlip kılmış, Uhud’da ise gâlip durumdayken, bazı hataları sebebiyle yardımını çekivermiş ve müslümanlar darmadağın olmuşlardır. O hâlde üzerimize düşeni ihlâsla yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmekten başka çâre yoktur. Bu aynı zamanda, mü’min olmanın bir îcâbıdır. Îmanlı bir kimse sadece Allah’a dayanıp güvenir, başka hiçbir şeye değil!

Allah’ın yardım etmesi veya yardımsız bırakması, şüphesiz ki bir takım sebep ve hikmetlere dayanmaktadır. Allah’ın yardımına erişebilmek için O’nun rızâsına uygun hareket etmeli ve gazabını celbedecek davranışlardan sakınmalıdır. Nitekim “Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine ve peygamberine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve bu uğurda bulunduğunuz her yerde ayaklarınızı sağlam tutar, kaydırmaz” (Muhammed 47/7) âyet-i kerîmesi buna işaret eder.

Mü’minler Allah’a güvenip tevekkül ettikleri gibi O’nun Resûl’üne de îtimâd etmelidirler. Resûlullah (s.a.s.)’in herhangi bir haksızlık yapacağını akıllarından geçirmemelidirler:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
161. Hiçbir peygamberin emânete hıyanet etmesi asla söz konusu olamaz. Kim böyle bir haksızlık yaparsa, kıyâmet günü hıyânet ettiği şeyin günahıyla gelecektir. Sonra herkese yaptığının karşılığı tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.

Uhud’da yerlerini terkeden okçular, Allah Resûlü’nün; “Ganimet olarak kim ne alırsa ona sahip olur” buyuracağını düşünmüşlerdi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz onlara:

“–Ganimet hususunda haksızlık yapıp size pay vermeyeceğimizi mi zannettiniz?” buyurdu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 131)

Cenâb-ı Hak burada insanların peygamberler hakkındaki yanlış kanaatlerini düzelttikten sonra, haksızlık ve ihânetin ne büyük bir günah olduğunu beyân etmiştir.

“Ganimet mallarından gizlice bir şey almak ve emânete hıyânet etmek” mânasına gelen الغلول (ğulûl) kelimesi, genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistimali ifade etmektedir. Kıyamet günü hâinlerin, “haksız yere aldıkları malla birlikte gelmesi”, şiddetli bir tehdît olup, onların mahşer meydanında herkesin huzûrunda rezil olacağını ve büyük bir azâba mâruz kalacağını göstermektedir. Âyetin “Sonra herkese yaptığının karşılığı tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır” (Âl-i İmrân 3/161) kısmında ise, bu şekilde ağır ceza verilmekle hâinlerin zulme uğratılmadığı, bilâkis onların kendi işledikleri günahın cezasını çektiği hatırlatılmaktadır. Yani insanların basit gördüğü bu ihânet, Allah katında çok büyük bir günahtır ve cezası da ona göre verilecektir.

Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle der:

Nebî (s.a.s.) bize yaptığı konuşmalarda çoğu zaman şu sözü söylerdi:

“Emâneti olmayanın yani kendisine güvenilmeyen kimsenin imanı yoktur, sözüne riâyet etmeyenin de dîni yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 154, 135)

Adiy b. Amîre (r.a.) şöyle anlatır:

Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

“Bir işe memur tâyin ettiğimiz kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlerse, bu hıyânet olur ve kıyâmet günü onunla gelir.”

Bunun üzerine Ensâr’dan siyah tenli bir adam ayağa kalktı, -şu anda sanki o zâtı hâlâ görür gibiyim-:

“–Ya Rasûlallah! Bana verdiğiniz vazifeyi geri alınız!” dedi. Resûlullah (s.a.s.):

“–Sana ne oldu?” diye sordu. Ensârî:

“–Şöyle şöyle dediğinizi işittim” cevabını verdi. Allah Resûlü (s.a.s.):

“–Ben o sözü şimdi de söylüyorum: Sizden kimi mâlî bir vazifeye tâyin edersek, o malın azını da çoğunu da getirsin. O maldan kendisine verileni alır, verilmeyenden ise geri durur.” (Müslim, İmâre 30; Ebû Dâvûd, Akdıye 5/3581)

Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamber Efendimiz’in bu konudaki mühim bir îkazını şöyle nakleder:

Bir keresinde Nebî (s.a.s.), aramızda ayağa kalktı, ganimet ve devlet malına hiyânet hakkında konuşma yaptı. Hıyânetin çok büyük bir fenâlık olduğunu, günahının çok fazla olacağını bildirip, bunun şiddetle haram kılındığını izah etti ve şöyle buyurdu:
“Sakın sizden biri, kıyâmet gününde omuzunda hıyânetle elde ettiği bir koyun avaz avaz melerken, öbürü de omuzunda bir at kişnerken karşıma çıkarak:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!» diye yalvarmasın. Aksi takdirde ben ona:
«–Sana hiçbir şekilde şefâat edemem, ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» diye cevap veririm.
Biri de omuzunda bir deve böğürdüğü hâlde bana gelip:
«–Yâ Resûlallah, yardım eyle!» demesin! Ben ona da:
«–Senin için hiçbir sûretle şefâat edemem; çünkü ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» derim.
Bir başkası da omuzunda altın, gümüş yüklü olarak gelip:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!» demesin. Ben ona:
«–Sana hiçbir türlü yardım edemem. Çünkü ben, dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.
Bir diğeri de üzerinde hıyânetle elde ettiği elbiseler dalgalandığı hâlde gelip:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!» demesin. Ben ona da:
«–Sana hiçbir şekilde yardım edemem. Çünkü ben dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.”
(Buhârî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle dua ederdi:

“Allahım! Açlıktan sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaş, insanı avucunun içine alan ne fena bir hâldir. Emânete ihânetten de sana sığınırım; o ne kötü bir huy ve tabiattır.” (Ebû Dâvûd, Vitir 32/1547; Nesâî, İstiâze 19, 20)

Bazı rivayetlerde, mü’minin günahlara düşebileceği, ancak hıyânetle yalanın onda kesinlikle bulunamayacağı ifade edilir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 252; Beyhakî, Şu‘abu’l-iman, IV, 207)

Böylesine kötü bir vasfın bir peygamberde olabileceğini düşünmek ne kadar büyük bir hatâdır. Peygamberler sadece Allah’ın râzı olduğu işleri yaparlar ve onlar insanlar için büyük bir ilâhî lutuftur:

162. Allah’ın rızâsını gözetip ona göre davranan kişi, hiç üzerine Allah’ın gazabını çekip de nihâî barınağı cehennem olan kimse gibi olur mu? Cehennem, ne kötü bir varış yeridir!

Her işini Allah’ın rızâsına göre yapan Peygamber’i, Allah’ın gazabına uğrayan hâin ve günahkârlara benzetmek doğru olmaz. Aynı şekilde Uhud’a gelip cihâd edenler ile geri kalan münafıklar da aslâ bir değildir. Sevap kazananla günaha dalan, emîn olanla hâin olan, sebât edenle firâr eden, hiç günah işlemeyenle tevbe edip affedilen… aynı değildir. Allah katında hepsi derece derecedir. Allah’ın rızâsını kazanan ve gazabına uğrayanların da kendi içlerinde dereceleri vardır. Allah herkesin ne yaptığını çok iyi görmektedir. 161. âyette ifade edildiği gibi, herkese kazandığının karşılığı tam olarak ödenecek, kimseye zulmedilmeyecektir.

Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minler perverde oldukları tüm ilâhî nimetlerin farkında olmalı, özellikle Allah Resûlü (s.a.s.)’e ümmet olma nimetinin büyüklüğünü kavrayarak bu nimete nasıl bir şükrâne duygusu içinde olmak gerektiğinin derin derin düşünmelidirler:

163. Onların Allah yanındaki dereceleri farklı farklıdır. Allah onların yaptığı her şeyi görmektedir.

Her işini Allah’ın rızâsına göre yapan Peygamber’i, Allah’ın gazabına uğrayan hâin ve günahkârlara benzetmek doğru olmaz. Aynı şekilde Uhud’a gelip cihâd edenler ile geri kalan münafıklar da aslâ bir değildir. Sevap kazananla günaha dalan, emîn olanla hâin olan, sebât edenle firâr eden, hiç günah işlemeyenle tevbe edip affedilen… aynı değildir. Allah katında hepsi derece derecedir. Allah’ın rızâsını kazanan ve gazabına uğrayanların da kendi içlerinde dereceleri vardır. Allah herkesin ne yaptığını çok iyi görmektedir. 161. âyette ifade edildiği gibi, herkese kazandığının karşılığı tam olarak ödenecek, kimseye zulmedilmeyecektir.

Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minler perverde oldukları tüm ilâhî nimetlerin farkında olmalı, özellikle Allah Resûlü (s.a.s.)’e ümmet olma nimetinin büyüklüğünü kavrayarak bu nimete nasıl bir şükrâne duygusu içinde olmak gerektiğinin derin derin düşünmelidirler:

164. Gerçekten Allah, içlerinden bir Peygamber seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. O Peygamber onlara Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü kötülüklerden temizliyor, onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Cenâb-ı Hak, insanlara peygamberler göndermekle çok büyük lutuf ve ihsanlarda bulunmuştur. Maddî mânevî bütün terakkî ve ilerleme hep peygamberler sâyesinde vücut bulmuştur. Allah Teâlâ’nın Son Peygamber’ini âlemlere rahmet olarak göndermesi ise hepsinden daha büyük bir nimettir. Bu sâyede “Câhiliye” adı verilen karanlık bir devir kapanmış, insanlar insanlık haysiyetlerine kavuşmuşlardır. Hattâ hayvanlar ve cansızlar bile rahata ermiş; insan, hayvan ve bitkiler için çileli ve endişeli günler son bulmuştur.

Bu büyük nimeti ihsan eden zat, Allah Teâlâ’dır. Burada Cenâb-ı Hak, en büyük ismi olan “Allah” ismini kullanmıştır. Bu ismi mü’min de, kâfir de, iyi de, kötü de herkes bilir. Dolayısıyla iyisiyle kötüsüyle bütün insanlığın Efendimiz (s.a.s.)’in kendilerine ne kadar büyük bir nimet olduğunu bilmeleri ve itiraf etmeleri için o nimeti ihsan edenin hususiyle bütün esmâ-i ilâhîyeyi câmi Hak Teâlâ’nın “Allah (c.c)” olduğu bildirilmiştir. Bu ifade insanları iman ederek ona tâbi olmaya ve onun ümmeti olabilme şerefine nâiliyete davette çok tesirlidir. Bu bakımdan “peygamber gönderme” nimetini anlayabilmek, o peygamberi gönderen Zât’ı tanımaya bağlıdır. Nitekim Halid b. Velid (r.a.)’ın şu hatırası bu hususu ne güzel izah eder:

Birgün Hâlid b. Velid (r.a.), Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allah’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et” demişti.
Hz. Hâlid (r.a.) ise:
“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez” deyince, kabîle reisi:
“–O hâlde hiç olmazsa anlayış ve kavrayışın nispetinde hulâsa et” dedi.
Bunun üzerine Hâlid (r.a.) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, kâinatın yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna göre, gönderdiğinin şânını, var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münavi, Feyzü’l-Kadir, V, 92)

Peygamberlerin insan olarak ve kendi kavimlerinden çıkması ayrı bir lutuftur. İnsanlar, kendi içlerinden olan kişinin ahlâk, karakter ve şahsiyetini daha yakından tanır, itimat eder, tâbi olur. Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır. Onu taklid eder ve onu daha kolay örnek alırlar. Bilmediklerini rahatça sorup öğrenir, davranışlarını rahatça taklid edebilirler. Böylece kolaylıkla ebedî kurtuluşa nâil olurlar.

Allah Resûlü (s.a.s.), aslında bütün insanlık için lutuf ve rahmettir. Ancak onun tevzi ettiği rahmetten daha çok müslümanlar istifade etmektedir. Bu sebeple âyet-i kerîmede “Mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur” (Âl-i İmrân 3/164) buyrulmaktadır.

İbn Abbas (r.a.), “Rasûlüm! Biz, seni bütün varlıklar için ancak eşsiz bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 21/107) âyeti hakkında şu açıklamayı yapar:

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne îman ederse o dünyada ve âhirette tam olarak rahmete nâil olur. Diğer taraftan kim de Allah’a ve Rasûlü’ne îman etmezse, önceki kavimlerin dünyada uğradığı «yerin dibine geçme», «maymuna çevrilme», «üzerlerine taş yağdırılması» gibi ilâhî azaplardan muhâfaza edilir. Bu, onun, Allah Resûlü sâyesinde nâil olduğu dünyevî rahmettir.” (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, V, 486)

Dolayısıyla müslümanlar, Peygamber Efendimiz için gösterdikleri fedâkârlıkları gözlerinde büyütmemelidir. Zira, onun üzerimizdeki hakkını ödemeye gücümüz yetmez. Aksine, böylesine muazzam bir nimete nâil eylediği için Allah’a hamd ve şükür hâlinde olmak îcâb eder:

Resûlullah (s.a.s.) ashâbında halka olmuş oturan bir grubun yanına gelmişti. Onlara:

“–Burada niçin oturuyorsunuz?” diye sordu.

“–Oturduk Allah’ı zikrediyor, bizi dinine hidâyet ettiği ve seninle bize sayısız nimetler lutfettiği için O’na hamdediyoruz.” dediler. Efendimiz:

“–Sırf bu maksatla oturduğunuza dâir Allah’a yemin edebilir misiniz?” buyurdu. Onlar:

“–Allah’a yemin olsun ki sadece bu maksatla oturduk!” dediler. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“–Bakın, size güvenmediğim için yemin ettirmiş değilim. Bana Cebrâil (a.s.) geldi ve Allah -azze ve celle- Hazretleri’nin sizinle meleklerine karşı övündüğünü haber verdi.” (Nesâî, Kudât 37/5423; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 92)

Allah Teâlâ bu ayette Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’i göndermekle mü’minlere olan nimetlerini şöyle ifade buyurur:

Birincisi; Peygamber onlara Allah’ın Âyetlerini Okuyor: Peygamberlerin ümmetlerini hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazîfe, insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemîn teşkîl eder.

İkincisi; onları maddi ve mânevî bütün kirlerden temizleyip tezkiye ediyor: Tevhîd davetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi mânevî kirlerden temizleyip huşû ve huzûra erdirmekle mümkündür. Nitekim mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kirâm, hidâyet bulup Allah Resûlü (s.a.s.)’in feyizli sohbeti ve mânevî terbiyesiyle gönüllerini arındırdıkları anda dünyanın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan fazilet menkıbeleri çağları ve iklimleri aştı. Bu mübârek nesil insanlığa bir saadet devri armağan etti.

Üçüncü olarak onlara Kitap ve hikmeti, yani Kur’an ve sünneti öğretiyor: Bu merhalede ise uyulması gereken kanunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni Kur’ân-ı Kerîm’in tâlimi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in rûhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye, yani takvâya bağlıdır. Takvâ ise nefsânî arzuları bertaraf edip, ruhânî istidatları inkişâf ettirmektir. Kulun daimâ ilâhî murakabe altında olduğunun kalpte bir ideal ve şuur hâline gelmesidir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, bütün kirlerden arınıp tertemiz hale gelmiş selîm bir kalple okunur, kalpler mânası üzerinde derinleşir. Herkes aynı rahle başında oturur, kalbinin durumuna göre Kur’an kendisini ona açar. Gözler ise kalp için sadece basit bir vasıta hükmündedir.

Peygamber’in öğrettiği “hikmet” kelimesine şu mânalar verilmiştir:

Kur’an,
Kur’an’ın tefsirini bilmek, mânalarını anlamak,
Öğütler, âdâb, ilim, adâlet, hilim, kötülükten uzak durmak, ameli sağlam yapmak, eşya ve olaylardaki gerçeklerin sırrını sezebilmektir.
Peygamber (s.a.s.)’in sünnet-i seniyyesi: İmam Şâfî (r.h.) bu ve benzeri âyetleri delil getirerek hikmetten maksadın sünnet olduğunu ve Kur’an’la birlikte sünnete uymanın da farz olduğunu ifade eder. Sünet-i seniyyeye ittiba edip yaşandığını en güzel misali ashâb-ı kirâm (r.a.) hazeratıdır. Onlar tüm hareket ve davranışlarında sünnet-i seniyyeyi sergilemişlerdir.
Dördüncü olarak Peygamber onları kıyamet günü büyük bir azaba götürecek açık bir sapıklıktan kurtarıp onlara doğru yolu gösteriyor.

Bu nimetlerin her biri daha sayılmayacak nice nimetleri ihtiva etmektedir. Bunları tüm incelik ve detaylarıyla ancak Allah Teâlâ bilir.

Cenâb-ı Hak en büyük lutuflarda bulunup dururken ve Peygamberimiz (s.a.s.) âlemler için böylesine büyük bir nimet iken, müslümanların mağlûp olmaları veya geri kalmaları kendi hatâları sebebiyledir. Bu husûsu ve bir de Uhud’da başa gelen musîbetlerin hikmetlerini açıklama sadedinde buyruluyor ki:

165. Bedir’de düşmanlarınıza verdiğiniz iki misli zarar, Uhud’da kendi başınıza gelince: “Bu musîbet de nereden?” diye soruyorsunuz, öyle mi? Rasûlüm de ki: “Elbette kendi yaptıklarınız yüzünden!” Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.

Müslümanlar, Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte Allah yolunda savaştıkları için, gâlip geleceklerini umuyorlardı. Mağlup olunca, kendi kendilerine sormaya ve hezimetin sebebini düşünmeye başladılar. Bir taraftan da münafıklar ortalığa şüphe atıyor, Efendimiz’in va‘dinin gerçekleşmediğini söylüyorlardı.

Cenâb-ı Hak, bütün bu düşüncelerin yanlış olduğunu bildirdi ve musîbetin asıl sebebinin müslümanların hataları olduğuna dikkat çekti. Diğer bir izaha göre Cenâb-ı Hak, Bedir’de müslümanların esir edinmelerini ve bunlar karşılığında fidye almalarını hoş karşılamamıştı. müslümanlar, ellerindeki yetmiş esir karşılığında fidye almaktan vazgeçmek veya buna mukâbil kendilerinden yetmiş şehit vermek arasında muhayyer bırakılmışlardı. Ancak onlar, “Bunlar bizim akrabalarımızdır, onlardan alacağımız fidyelerle kuvvetleniriz. Hem şehit olmak da bizim için bir şereftir” şeklinde fikir yürüterek fidye almışlardı. İşte Uhud’daki yetmiş şehîd bu kararlarının neticesiydi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 32-33; Vâkıdî, I, el-Meğâzî, 107; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 22; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 68)

Burada mühim bir husus da şudur: müslümanların sadece bir kısmı dünyalık hevesine kapılarak sabırsızlık ve emre itaatsizlik etmişti, ancak musibet hepsinin başına geldi. Demek ki müslümanlar birbirlerinden mes’ûldür. Yanlış yapanları îkâz etmek ve bilmeyenlerin terbiyesiyle meşgul olmak, her müslümanın vazifesidir.

Diğer taraftan hayat hep aynı minval üzere devam edip gitmez. İnsanlar bazan gâlibiyetlerle bazan de mağlûbiyetlerle imtihan edilirler. Cenâb-ı Hakk’ın kimseyle nesep bağı olmadığı için, emirlerine itaat etmediklerinde müslümanları da musibetlere uğratabilir. Ancak mü’minler ümitsizliğe kapılmamalı, itaat ettikleri müddetçe Allah’ın kendileriyle beraber olduğunu bilmelidirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, müslümanlara yardım ettiğini göstermek için onlara, müşriklerin iki katı bir gâlibiyet nasib etmiştir.

Ancak, bu belâlar her zaman bir günah sebebiyle olmayıp bir takım hikmetler gereği imtihan kastıyla da gelebilir. Yine bir takım gizli hikmetler sebebiyle Cenâb-ı Hak, lutfunu kahır, kahrını da lutuf sûretinde gösterebilir. Çünkü O her şeye kâdirdir, her şey O’nun elindedir. İsterse yardım eder, isterse yardımsız bırakır. Nitekim Uhud’da çekilen meşakkatler içinde pek çok hikmetler gizlidir. Bunların bir kısmı sonraki âyetlerde şöyle açıklanmaktadır:

166. İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen felâket, ancak Allah’ın izniyle olup, bu O’nun gerçek mü’minleri ortaya çıkarması içindi.

167. Bir de münafıkları ortaya çıkarması içindi. Onlara: “Gelin, Allah yolunda savaşın yahut hiç olmazsa nefsinizi ve malınızı korumak üzere savunmada yer alın!” denilmişti de, onlar: “Savaş olacağını bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik” dediler. Bu tutumlarıyla onlar o gün imandan çok inkâra yakındılar. Çünkü kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Elbette Allah, onların içlerinde gizlediklerini çok iyi bilmektedir.

Her ne kadar başlarına gelen sıkıntıların sebebi müslümanların kendi hataları ise de hâdiselerin meydana gelmesinde beşerî irade kendi başına tâyin edici bir sebep değildir. Kulların iradeleri ancak ilâhî iradeye bağlı olarak bir vazife görür. Bu sebepledir ki Allah, hatâları sebebiyle müslümanlardan yardımını çekmiş ve kâfirlerin gâlip gelmesine müsaade etmiştir. Ancak buna rızâsı yoktur. Nitekim Bedir’de sayıları çok az olmasına rağmen gâlip gelmeleri ilâhî bir ikramdı. Uhud’da da müşrikler karşısında sayı ve hazırlık îtibariyle zayıftılar. Buradaki mağlûbiyetleri ise normal bir hâdiseydi.

Bu musibetin hikmetlerinden biri, gerçek mü’minleri insanlar arasından süzüp çıkarmak ve olgunlaştırmak, münafıkları da ayırıp açığa vurmaktır. Gerçekten Uhud savaşından sonra münafıklar toplum tarafından iyice anlaşılmış ve îtibarları düşmüştür.

Abdullah b. Übey b. Selûl’ün başını çektiği 300 kişilik bir grup, Uhud’a varmadan yoldan geri dönmüşlerdi. Onlara “Gelin Allah yolunda savaşın, bunu istemiyorsanız hurmalıklarınıza kadar gelmiş olan düşmana karşı kendinizi ve vatanınızı müdâfaa edin. Bilfiil savaşmak istemiyorsanız bari gelip ordumuzu kalabalık gösterin de düşmana göz dağı verin!” denildiğinde “Savaş olacağını bilseydik veya savaşmayı bilseydik sizinle gelirdik” dediler. Onlar bu esnâda îmandan çok küfre daha yakın idiler. Savaşmaya cesâretleri olsaydı belki de müslümanları bırakıp kâfirler safına geçecek ve onlara yardım edeceklerdi. Bu sözleri gerçek düşüncelerini yansıtmıyordu. Baştan, Allah yolunda savaşmanın lüzûmuna ve mükâfâtına inanmıyorlardı. Sonra savaş olacağını biliyorlardı ve müslümanlara yardım etmek istemiyorlardı. Ancak bunları açıkça ifade edemedikleri için anlamsız sözler sarf ediyorlardı. Lâkin şunu unutmasınlar ki, Allah kalplerinde gizlediklerini kendilerinden bile daha iyi bilmektedir.

O münâfıklar:

168. Kendileri evlerinde oturup savaştan geri kaldıkları yetmiyormuş gibi, üstelik savaşıp şehit düşen kardeşleri hakkında da: “Sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi” dediler. Onlara de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, haydi ölümü kendi başınızdan savın da görelim!”

Münafıkların akraba ve komşularından şehîd olanlar hakkında: “Bizi dinleyip savaşa katılmasalardı ölümden kurtulurlardı” şeklindeki sözleri ancak Allah’a ve âhirete imanı olmayan kimselerin söyleyebileceği cinsten küfür kokan sözlerdirsız birine âit olabilir. Zira kimse ecelinden kurtulamaz. Eceli gelmeyen de hiçbir yerde ölmez. Cenâb-ı Hak burada eceli inkâr eden münafıklara susturucu bir cevap vererek, “İddiânız doğruysa haydi öyleyse başkalarını bırakın da kendinizi ölümden kurtarın!” buyurmuştur. Hakikaten ölüm bütün iddiâları geçersiz kılan ve bütün yalancıları susturan bir cevaptır.

Hem Allah yolunda öldürülmeyi zarar olarak düşünmemek gerekir. Zira şehit olmak ölmek değil, bilakis gerçek mânada dirilip hakîki hayâta kavuşmak demektir:

169. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar.

Şehitler Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği husûsî bir hayatla diridirler. “Rableri yanında rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169) ifadesinden anlaşıldığına göre Allah’a yakın bir mevkî elde etmişler ve orada akla hayâle gelmez cennet nimetleriyle ikram olunmaktadırlar. Ölümden sonra sâlihlerin rûhları cennetteki güzel makâmlarını görüp sevinir, kötülerin rûhları da cehennemdeki yerlerini görüp elem ve ızdırap duyarlar. Şehitler ise yüce makamlarını görmekle kalmaz, Allah katında dünyadaki insanların topladığı şeylerden çok daha kıymetli ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa dahî dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”

Bir rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” buyrulmuştur. (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109)
Fahr-i Kâinat Efendimiz, diğer bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“…Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman 26; Müslim, İmâre 103, 107)
Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre şehîdler hakkında konuşurken saygısız ifadeler kullanmamalı, onlardan hürmet ve ihtiramla bahsetmelidir.

Şehîdler, kendilerine lûtfedilen nimetlere sevindikleri gibi geride bıraktıkları mü’minler ve özellikle kendilerinden sonra şehîd olacak kişiler için de sevinir ve bunu onlara müjdelemek isterler. Çünkü kendileri gibi onlar için de hiçbir korku ve hüzün olmadığını ve onlara da muazzam nimetler lûtfedileceğini öğrenmiş, Allah’ın mü’minlerin ecrini eksiksiz verdiğini ayan beyân görmüşlerdir. Şehitler öylesine büyük bir fedâkârlık rûhu taşımaktadırlar ki, kardeşlerinin iyiliğine, kendi iyiliklerinden önce sevinmektedirler.

Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:

“Bir defâsında ben üzüntülü bir haldeyken Resûlullah (s.a.s.)’le karşılaşmıştık. Bana:

«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdu.
«–Babam Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim.[2] Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjdeleyeyim mi?» buyurdu. Ben: «Evet!» deyince şöyle devam etti:
«–Allah, hiç kimseyle yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:
“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:
“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyaya geri dönmeyecekler!» diye hükmettim” buyurdu.
(Tirmizî, Tefsir 3/3010)
Baban da:
“–Ey Rabbim, öyleyse benim hâlimi arkamda kalanlara bildir!” dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu…»


Daha sonra Resûlullah (s.a.s.) şehîdlerle ilgili olan bu âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime 13/190)
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Uhud’da kardeşleriniz isabet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların ruhlarını alıp yeşil kuşlar hâline getirdi. Şehîdlerin rûhları cennet nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve arşın gölgesindeki altundan kandillere gelirler. Şehîdler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:

«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Tealâ:

«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu âyet-i kerîmeleri Rasûlü’ne indirdi.”
(Ebû Dâvûd, Cihâd 25/2520; Müslim, İmâret 121)

Buradan anlaşıldığına göre müslümanlar, kardeşlerinin iyiliğine kendi iyiliklerinden daha çok sevinmelidirler. Zira öncelikle şehîdlerin, kardeşlerine ihsân edilen nimetler sebebiyle sevindikleri bildirilmiştir.

171. âyette “nimet” ve “fadl” kelimeleri nekre olarak gelmiştir. Bu da Allah’ın şehîdlere ve mü’minlere lûtfedeceği nimetlerin ne kadar büyük ve kıymetli olduğunu bildirmek ve insanların bunu idrak etmesinin zorluğuna işaret etmek içindir.

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, mü’minlerin mükâfâtını kat kat fazlasıyla vermektedir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bu mü’minlerin bazı vasıfları taşıması lâzımdır. Bu vasıflar şöyle beyân edilir:

Seriyye: Savaşmak için gönderilen en küçük askerî birlik.

Allah Resûlü (s.a.s.), Câbir (r.a.)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah Resûlü’nün bu duası neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ 36; Müslim, Müsâkât 109)

170. O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: “Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler” müjdesiyle sevinirler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
171. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lutfu ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği yolundaki va‘dinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.

Şehitler Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği husûsî bir hayatla diridirler. “Rableri yanında rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169) ifadesinden anlaşıldığına göre Allah’a yakın bir mevkî elde etmişler ve orada akla hayâle gelmez cennet nimetleriyle ikram olunmaktadırlar. Ölümden sonra sâlihlerin rûhları cennetteki güzel makâmlarını görüp sevinir, kötülerin rûhları da cehennemdeki yerlerini görüp elem ve ızdırap duyarlar. Şehitler ise yüce makamlarını görmekle kalmaz, Allah katında dünyadaki insanların topladığı şeylerden çok daha kıymetli ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa dahî dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”

Bir rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” buyrulmuştur. (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109)

Fahr-i Kâinat Efendimiz, diğer bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“…Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman 26; Müslim, İmâre 103, 107)
Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre şehîdler hakkında konuşurken saygısız ifadeler kullanmamalı, onlardan hürmet ve ihtiramla bahsetmelidir.

Şehîdler, kendilerine lûtfedilen nimetlere sevindikleri gibi geride bıraktıkları mü’minler ve özellikle kendilerinden sonra şehîd olacak kişiler için de sevinir ve bunu onlara müjdelemek isterler. Çünkü kendileri gibi onlar için de hiçbir korku ve hüzün olmadığını ve onlara da muazzam nimetler lûtfedileceğini öğrenmiş, Allah’ın mü’minlerin ecrini eksiksiz verdiğini ayan beyân görmüşlerdir. Şehitler öylesine büyük bir fedâkârlık rûhu taşımaktadırlar ki, kardeşlerinin iyiliğine, kendi iyiliklerinden önce sevinmektedirler.

Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:

“Bir defâsında ben üzüntülü bir haldeyken Resûlullah (s.a.s.)’le karşılaşmıştık. Bana:
«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdu.
«–Babam Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim.[2] Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjdeleyeyim mi?» buyurdu. Ben: «Evet!» deyince şöyle devam etti:
«–Allah, hiç kimseyle yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:
“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:
“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyaya geri dönmeyecekler!» diye hükmettim” buyurdu.
(Tirmizî, Tefsir 3/3010)
Baban da:
“–Ey Rabbim, öyleyse benim hâlimi arkamda kalanlara bildir!” dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu…»

Daha sonra Resûlullah (s.a.s.) şehîdlerle ilgili olan bu âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime 13/190)
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Uhud’da kardeşleriniz isabet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların ruhlarını alıp yeşil kuşlar hâline getirdi. Şehîdlerin rûhları cennet nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve arşın gölgesindeki altundan kandillere gelirler. Şehîdler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:

«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Tealâ:

«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu âyet-i kerîmeleri Rasûlü’ne indirdi.”
(Ebû Dâvûd, Cihâd 25/2520; Müslim, İmâret 121)

Buradan anlaşıldığına göre müslümanlar, kardeşlerinin iyiliğine kendi iyiliklerinden daha çok sevinmelidirler. Zira öncelikle şehîdlerin, kardeşlerine ihsân edilen nimetler sebebiyle sevindikleri bildirilmiştir.

171. âyette “nimet” ve “fadl” kelimeleri nekre olarak gelmiştir. Bu da Allah’ın şehîdlere ve mü’minlere lûtfedeceği nimetlerin ne kadar büyük ve kıymetli olduğunu bildirmek ve insanların bunu idrak etmesinin zorluğuna işaret etmek içindir.
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, mü’minlerin mükâfâtını kat kat fazlasıyla vermektedir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bu mü’minlerin bazı vasıfları taşıması lâzımdır. Bu vasıflar şöyle beyân edilir:

Seriyye: Savaşmak için gönderilen en küçük askerî birlik.

Allah Resûlü (s.a.s.), Câbir (r.a.)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah Resûlü’nün bu duası neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ 36; Müslim, Müsâkât 109)

172. O mü’minler, savaşta bunca yara aldıktan sonra bile, Allah ve Rasûlü’nün tekrar savaşa dönme çağrısına uymuşlardı. İşte böyle güzel davranışta bulunanlarla, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelmekten sakınanları âhirette büyük mükâfatlar beklemektedir.

Uhud savaşı, hicretin 3. senesinde 7 Şevvâl Cumartesi günü olmuştu. Resûlullah (s.a.s.) ve müslümanlar pek çok yaralar almış vaziyette akşam Medine’ye döndüler. Allah Resûlü (s.a.s.), 8 Şevvâl Pazar günü sabah namazını kıldırdığında, yanında Sa‘d b. Ubâde, Hubâb b. Münzir, Sa‘d b. Muâz, Evs b. Havlî, Katâde b. Nûman, Ubeyd b. Evs gibi Ensâr’ın önde gelenleri vardı. Bunlar mescidde Efendimiz’in kapısı önünde gecelemişlerdi. Yaralı hâllerine bakmayarak Allah Resûlü’nü muhtemel tehlikelere karşı korumayı düşünmüşlerdi. Namazdan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Bilâl’den insanlara şöyle seslenmesini istedi:

“–Resûlullah (s.a.s.) düşmanı tâkip etmenizi emrediyor! Dün bizimle savaşanlardan başkası tâkibe çıkmasın!” (Vakidî, el-Megâzî, I, 334)

Ebû Katâde, kabilesinden yaraları ve yaralıları tedâvi eden insanların yanına varıp:

“–Resûlullah (s.a.s.)’in münâdîsi düşmanı tâkip etmenizi emrediyor!” dedi.

Onlar da hemen silahlarına doğru fırladılar, bir anda yaralarını unutuverdiler. Benî Seleme kabilesinden 40 yaralı bu tâkip için hazırlandı. Diğer kabilelerden de pek çok yaralı vardı. Ebû İnebe kuyusunun yanında Allah Resûlü’ne katıldılar. Kılıçlarını yanlarına alarak Resûlullah (s.a.s.) için saf tutmuşlardı. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara bakıp yaralarının çok olduğunu görünce hislendi ve:

“Allahım, Benî Selime kabilesine rahmet eyle!” diye dua etti. (Vakidî, el-Megâzî, I, 335)

Efendimiz (s.a.s.) ve müslümanlar o esnâda ağır yaralı ve pek yorgun olmalarına rağmen düşmanı tâkip ettiler. Pek çoğunun biniti de yoktu. Bunlar, birbirlerini sırtlarında taşıyarak Allah Resûlü’nün yanında sefere iştirak ettiler. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 243, 269, 316, 334-335)

İşte Allah ve Rasûlü’ne itaat hususunda hiçbir mâzerete sığınmayan böylesine fedâkâr insanlar, Allah’ın rızâsına nâil olur ve büyük bir mükâfât kazanırlar. İhsân ve takvâ hâllerinin yüksekliği nisbetinde ecirleri de büyük olur. İhsân kısaca, ilâhî emirlerin tamamını en güzel şekilde ve Allah’ı görüyormuş gibi yapmak, takvâ da, yasaklanan şeylerin tamamından büyük bir hassâsiyet ve titizlikle kaçınmaktır.

Gelen âyet, gerçek mü’minlerin gönlünde yer alan cesaret ve korkusuzluğa işaret ediyor:

173. Onlar ki, bazı kimseler kendilerine: “Düşmanlar sizinle savaşmak üzere ordular topladı, onlardan korkun!” dediklerinde, bu onların imanını bir kat daha artırdı da: “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” mukabelesinde bulundular.

Peygamber Efendimiz’in tâkibe çıktığını haber alan Ebû Süfyan, geri dönmekten vazgeçerek Mekke’ye doğru yöneldi. Bu esnâda Abdülkays Oğulları’ndan Medine’ye yiyecek almaya giden bir kâfileye rastladı. Onlara:

“–Benim sözlerimi Muhammed’e ulaştırmak üzere elçilik yapsanız, buna karşılık ben de Ukaz panayırında develerinize kuru üzüm yükleyiversem olur mu?” dedi.

Abdülkays Oğulları bu teklifi kabul edince Ebû Süfyan:

“–Yanına vardığınızda ona; bizim üzerlerine yürümek ve köklerini kazımak için toplandığımızı haber verin!” dedi.

Abdülkays Oğulları, Peygamber Efendimiz’e Hamrâü’l-Esed’de rastlayıp, Ebû Süfyan’ın sözlerini naklettiler. Resûlullah (s.a.s.):

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (Hasbünallahü ve ni‘mel vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 55-56; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 340)

Peygamber Efendimiz, pazartesi, salı ve çarşamba günlerini Hamrâü’l-Esed’de geçirdi, müşriklerin gittiğinden emin olduktan sonra Medine’ye döndü. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53)

Ebû Süfyân, Uhud’dan ayrılmadan önce müslümanlara bir sene sonra Bedir’de tekrar karşılaşmayı teklif etmiş, Resûlullah (s.a.s.) de bu teklife müsbet cevap vermişti.

Allah Resûlü (s.a.s.), hicretin dördüncü yılında Zâtürrikâ gazvesinden dönünce, vermiş olduğu sözü yerine getirmek üzere müslümanlarla birlikte Bedir’e çıktı. Ebû Süfyân da çıkmak için hazırlanmıştı fakat hareket edeceği gün kararını değiştirdi. O esnâda henüz İslâm’a girmemiş olan Nuaym b. Mesûd’un umre için Medine’den geldiğini öğrendi. Ona:

“–Ben Muhammed’in ashâbına «Bedir’de buluşup savaşalım» diye söz vermiştim. Vakit geldi lâkin bu sene kuraklık ve kıtlık var. Bizim için sert ve kurak bir yıl değil, belki yumuşak, otlu, sulu ve bolluk olan bir yıl daha iyi ve elverişlidir. Ben bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyorum. Fakat, karşılaşmadığım takdirde, o bize karşı cesaretlenecektir. Sen hemen Medine’ye yetiş ve dayanamayacakları kadar kuvvet topladığımı bildirerek onları Bedir’e çıkmaktan vazgeçir. Bu işi başarırsan sana yetişkin yirmi deve verelim” dedi.

Ebû Süfyan sadece Nuaym ile değil, Mekke’den Medine’ye gidecek kimi bulursa aynı şekilde haberler gönderiyordu. Bir taraftan da Medine’deki münafıklar çalışıyor ve müslümanları seferden vazgeçirmeye uğraşıyorlardı. Bu gayretler neticesinde bir kısım müslümanlarda sefere çıkma hususunda isteksizlik belirmeye başladı. Cesaret ve metanet âbidesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) durumu öğrenince:

“–Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” buyurdu.

Bunun üzerine Allah Teâlâ müslümanlara yardım edip kalplerine sebat verdi. Nihâyet İslâm ordusu ticaret mallarını da yanlarına alarak Bedir’e vardı. O dönemde Bedir’de panayır kurulurdu. Efendimiz’in Bedir’e geldiğini haber alan Ebû Süfyan da yola çıktı. Mekke yakınlarındaki Merru’z-Zahrân’a gelince, Cenâb-ı Hak kalbine bir korku düşürdü. Kuraklığı bahane ederek geri dönmeye karar verdi. Ebû Süfyan, ordusuyla birlikte geri dönünce, Mekke halkı:

“Siz sevik yani kavut yemek için yola çıkmışsınız!” diyerek onlara “Sevik Ordusu” adını taktılar.

Bu durumda mü’minlere ticâretten başka yapılacak bir iş kalmamıştı. müslümanlar ticâret mallarını satarak bol kâr elde ettiler. Resûlullah (s.a.s.), Bedir’de sekiz gün Ebû Süfyân ve ordusunu bekledikten sonra hiçbir nâhoş durumla karşılaşmadan Medine’ye döndü. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 221-222; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 59-60; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 384-389)
Şüphesiz ki bu durum, civâr kabileler üzerinde müslümanların lehine müthiş bir tesir meydana getirdi.

Nitekim âyet-i kerîme bu hâdiseye de işaret etmektedir. Müşriklerin yalan yanlış propagandaları karşısında müslümanlar حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek Allah’a tevekkül edip yola çıkmışlardır. Bu davranışlarıyla yegâne yardımcı olarak Allah’ı görmüşler ve Allah’tan başka hiç kimseye ihtiyaçlarının olmadığını ortaya koymuşlardır.

Aynı şekilde çok önceleri İbrâhim (a.s.) da, kendisi için yakılan büyük ateşe atılacağı zaman benzeri duygular içinde “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” demiştir .(Buhârî, Tefsir 3/13)

Allah’ı ve Resûlü’nü razı etmek üzere gösterilen bu gayretin ve çıkılan bu seferin dönüşü de muhteşem oldu:

174. Sonra da savaşta kendilerine hiçbir fenâlık dokunmadan, Allah’ın büyük nimet ve ihsânıyla geri döndüler. Böylece Allah’ın rızâsını da kazanmış oldular. Allah, pek büyük lutuf sahibidir.

Müslümanlar iki sefere çıkarken de gösterdikleri itaat, tevekkül, cesâret ve îman celâdeti neticesinde maddî-mânevî pek çok nimet ve ilâhî ihsanlarla döndüler. Düşmanlarını korkuttular, ticâret yapıp maddî kazanç elde ettiler, cihâd sevabı kazandılar, sabır, sebât ve îman gibi mânevî hasletlerini kuvvetlendirdiler. Düşman, karşılarına çıkamadığı için herhangi bir zarara da uğramadılar. Bütün bunların yanında bir de Allah’ın rızasına nâil oldular. Zira sırf Allah’ın rızâsını kazanmak için yollara düşmüşlerdi. Diğer bütün söz ve davranışları da hep Allah’ın rızâsını kazanmaya mâtuftu. Geride oturup kalanlara gelince onlar hiçbir şey elde edememiş, pişmanlık ve hüsran ateşlerinde yanmışlardı.

İki grup arasındaki esas fark, şeytanın tahriklerine kanıp kanmama farkıydı:

175. Sizi korkup düşmandan kaçmaya çağıran ancak şeytandır ki, içinize kendi dostlarının korkusunu yerleştirmek istiyor. Şu halde, gerçekten mü’min iseniz onlardan korkmayın, yalnız benden korkun!

Artık bundan sonra mü’minler çok dikkatli ve uyanık olmalı, gürültüye pabuç bırakmamalıdırlar. Zira insan ve cin şeytanları onları kendi dostlarıyla korkutmak isterler. Nasıl ki Ebû Süfyan ve onun gönderdiği adamları, düşmanın çok kuvvetli olduğunu söyleyerek müslümanları cihâda çıkmaktan alıkoymaya çalışmışlarsa, bugün de çeşitli şeytanlar müslümanların iyiliğe koşmasına mânî olmak ve gözlerini korkutmak isteyebilirler. Lâkin bu şeytanlar ancak kendi yüreksiz dostlarını korkutabilir, imanı sağlam olan sebatkâr mü’minlere bir şey yapamazlar. Çünkü gerçek mü’minler yaratıklardan değil sadece Allah’tan korkar, O’nun emirlerini yerine getirirler. Allah’ın rızâsını kazanmak için mallarını ve canlarını seve seve fedâ edebilirler. Nitekim şeytanın ve şeytan tıynetli insanların gayretleri neticesinde münafıklar savaştan geri kalırken, müslümanların îmanı artmış ve Allah’a güvenerek yola çıkmışlardır.

Buraya kadar mü’minlerin davranışları övülmüş ve eriştikleri nimetler zikredilmişti. Şimdi de inkâra saplananlar uyarılarak mâruz kalacakları şiddetli azap haber verilecektir. Yaşanan üzücü olaylardan sonra, Resûlullah (s.a.s.)’i tesellî etmek için hitap tarzı değiştirilerek buyruluyor ki:

176. Küfürde birbirleriyle yarışanlar seni üzmesin! Çünkü onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, onların âhirette hiçbir nasibi olmasın. Onları pek büyük bir azap beklemektedir.

Kureyş müşrikleri, münafıklar, mürtedler ve yahudiler gibi inkârcılığın canlı kalması ve îmanın sönmesi için gayret sarfedenler, ne kadar çok ve kuvvetli görünseler de, Allah’a, O’nun dostlarına ve İslâm’a hiçbir zarar veremezler. Onların zararı kendilerinedir. Bütün çırpınmalarına rağmen zayıflamakta ve batağa saplanmaktadırlar. Cenâb-ı Hak onları bulundukları hâl üzere bırakıyor ve dünya nimetlerinden istifade ettiriyor ki, bütün paylarını, zevk ve lezzetlerini bu dünyada bitirsinler ve âhirette iyilik adına alacakları bir şey kalmasın. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“O gün, dünyada iken küfre batmış olanlar ateşe sunulacak ve kendilerine şöyle denecek: «Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınızda hoyratça harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz. Âhirete eli boş geldiniz. Bu gün ise, hiç hakkınız olmadığı halde yeryüzünde büyüklük taslamanız ve doğru yoldan çıkmanız sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!»” (Ahkâf 46/20)

Bunlar, imanı verip küfrü satın alanlardır. Oysa:

177. İmânı verip küfrü satın alanlar, kesinlikle Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Üstelik, onlar için acı verici bir azap vardır.

Yahudiler, Allah Resûlü’nün hak peygamber olduğunu bile bile inkâr ediyorlardı. Münafıklar da müslümanların yanında iman ettiklerini söyledikleri hâlde şeytanlarıyla baş başa kalınca iç yüzlerini ortaya koyupinkâr üzere olduklarını ifade ediyorlardı. Bir de îman ettikten sonra dinden dönen mürtedler vardı ki bunların sayısı oldukça azdır. Bütün bunlar îmanı verip karşılığında küfrü alan, küfürde kalmak için ağır bedeller ödeyen kimselerdir. İşte bunlar Allah’a hiçbir zarar veremedikleri gibi kendileri de pek acı verici bir azâba dûçar olacaklardır.

Yüce Allah’ın kâfirleri hemen helak etmeyip onlara mühlet vermesinin hikmetine gelince:

178. İnkâr edenler, sakın kendilerine mühlet vermemizin haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.

İnkâr edenlerin, hayatta kalmalarına, dünyada refah içinde yaşamalarına ve müslümanlar karşısında kuvvet toplayabilmelerine ne kendileri aldansınlar ne de müslümanlar buna canlarını sıksınlar. Zira bütün bunlar kâfirlerin aleyhine işlemektedir. İmkânları ve kuvvetleri arttıkça inkârları ve kötülükleri de artmakta, bu ise günahlarının çoğalmasından başka bir işe yaramamaktadır. Günahları arttıkça da âhiretteki azapları şiddetlenecek ve daha alçaltıcı hâle gelecektir. Dolayısıyla kendisine mühlet verilen kötü insanlar, en büyük zarara uğramaktadırlar.

Birisi Peygamber Efendimiz’e:

“–Yâ Resûlallah! Hangi insan daha hayırlıdır?” diye sormuştu. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Ömrü uzun, ameli güzel olan” buyurdu. Bu sefer o kişi:
“–İnsanların en kötüsü kimdir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.s.):
“–Ömrü uzun, ameli kötü olan!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd 22/2330; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 40, 43, 47)
İbn Abbas (r.a.) der ki:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki yeryüzündeki bütün insanlar için ölüm hayattan daha hayırlıdır. Bir kimse mü’min ise Allah Teâlâ onlar için şöyle buyurmaktadır:

«Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olmak üzere, altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. İtaat ehli sâlih kullar için Allah katındaki nimetler daha hayırlıdır.» (Âl-i İmrân 3/198)

Şayet o kimse fâcir bir kimseyse Allah Teâlâ onlara da şu an tefsiri yapılan 178. âyet-i kerîme ile îkâzda bulunmaktadır. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 326/3168)

Bütün bunlardan sonra şimdi de insanların başına gelen Uhud ve benzeri acı hâdiselerin sır ve hikmetine tekrar temas edilerek şöyle buyruluyor:

179. Allah, murdarı temizden, kâfiri mü’minden ayırmadıkça mü’minleri şu içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakmayacaktır. Allah size gaybı da göstermez ki, mü’mini kâfiri ayırabilesiniz. Ancak Allah elçilerinden dilediğini seçip onlara dilediği ölçüde gaybî haberleri bildirir. O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız sizin için çok büyük bir mükâfat vardır.

Allah Teâlâ, hayatın var ediliş gayesine uygun olarak devam etmesi için koyduğu sosyolojik kanunlar gereği insanları oldukları hâl üzere bırakmaz; ihlâslı mü’minlerle münafıkların birbirinden fark edilmeyecek şekilde belirsiz yaşamasını ve aynı haklara sahip olup eşit şekilde muamele görmesini istemez. Çünkü bu hâl mü’minlere zarar vermektedir. Kimin samimî kimin sahtekâr olduğunu bilemediklerinden çeşitli fitne ve zararlara mâruz kalırlar. Bu sebeple Cenâb-ı Hak mü’minlerin içindeki kötü niyetli îmansızları belli edip ortaya çıkarmak sûretiyle gerçek mü’minleri rahatlatır.

Diğer taraftan îman etmenin de bir bedeli vardır. Bu bedeli ödemeleri için Cenâb-ı Hak müslümanları hep aynı minval üzere yaşatmaz. Onları bir takım imtihanlara tâbî tutar ve çeşitli zorluklarla yüz yüze getirir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“İnsanlar, hiç imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût 29/2-3)

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân 3/142. bk. Tevbe 9/16)

Cenâb-ı Hakk’ın bu tür imtihanları olmasaydı insanların ne olduğunu anlamak mümkün olmaz, İslâm toplumu arınıp durulmazdı. Zira Allah Teâlâ, pek çok hikmetlere binâen insanları gaybî bilgilere nüfuz edip onları öğrenmelerine müsaade etmemiştir. Dolayıısyla insanlar gaybı bilemezler. Kesin bir şekilde “Şunun kalbinde şöyle duygular var, şu cennetlik şu da cehennemliktir” gibi söz ve düşüncelere sahip olamazlar. Aynı şekilde, başlarına gelen olayların hikmet ve sebebini de çoğu zaman açıkça bilemezler. Ancak Allah Teâlâ peygamberlerinden dilediğine gerektiği ölçüde bu tür bilgiler verir. (bk. Cin 72/26-27)

Resûlullah (s.a.s.)’in gaybden pek çok haberler verdiğine şâhit olan insanlar, artık Allah’a ve Efendimiz’in peygamberliğine inanmaya davet edilmektedir. İman edip bir de sâlih amellerle dolu takvâ üzere bir hayat yaşarlarsa, kendilerine büyük mükafatlar verileceği müjdelenmektedir. O hâlde münafık ve kâfirler îmana gelmeli, mü’minler de îmanlarını kuvvetlendirip takvâlarını artırmalıdırlar. Bunun yolu ise maldan ve candan fedakarlıktan geçer:

180. Allah’ın, lûtfundan kendilerine bol bol verdiği nimetleri O’nun yolunda harcama hususunda cimrilik edenler, bunun kendileri haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için pek fenâ bir durumdur. Çünkü cimrilik ettikleri şeyler kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki, göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

Anlaşılan o ki, iman iddiasının ispatı için mal ve candan fedakârlık etmek gerekmektedir. Önceki âyetlerde daha çok Allah yolunda savaşıp can vermekten bahsedilmişti, şimdi de söz mal vermeye gelmiş bulunmaktadır. Bu da daha çok zekât ve sadaka vererek gerçekleşir. Zekâtını verenler büyük bereketlere nâil olurlar. Bu farzı ihmâl edenler ise korkunç tehditlerle karşı karşıyadırlar. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kimseye Allah Teâlâ mal verir, o da zekâtını ödemezse, bu mal kıyamet günü oldukça zehirli büyük bir yılan hâlinde karşısına çıkarılır. Yanaklarının üzerinde gazap ve zehirinin şiddetini gösteren iki siyah nokta vardır. O gün bu azgın yılan, mal sahibinin boynuna dolanıp ağzını kapatacak şekilde iki yanağından şiddetle ısırır ve:

«–Ben senin dünyada çok sevdiğin malınım, ben senin hazînenim!» der.”

Daha sonra Resûlullah (s.a.s.), sözlerine delil olarak tefsirini yaptığımız bu 180. âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Buhârî, Zekât 3; Tirmizî, Tefsir 3/3012)
Âyet-i kerîmede zekât ve sadakaya yaklaşmayanlar cimrilikle kınanmışlardır.
Fahr-i kâinat (s.a.s.) şöyle buyurur:
“İnsanda bulunan en fenâ duygu, aşırı cimrilik ve şiddetli korkudur” (Ebû Dâvûd, Cihâd 20/2511).
Câbir (r.a.) şöyle der: Resûlullah (s.a.s.):
“–Ey Selime Oğulları, sizin büyüğünüz kim?” diye sordu.
“–Ced b. Kays’tır, ancak bize göre o cimri biridir” dedik. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Cimrilikten daha kötü hangi hastalık vardır ki?! Bilâkis sizin büyüğünüz Amr b. Cemûh’tur” buyurdu. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 296)

Amr (r.a.), cömert bir insandı.

Ashâb-ı kirâm da cimriliğin ne kadar kötü bir haslet olduğunu ifade için:

“Hangi hastalık cimrilikten daha beter ki!” derlerdi. (Buhârî, Humus 15; Meğâzî 73; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 308)
Gerçi “Allah’ın, lûtfundan kendilerine bol bol verdiği nimetler”e (Âl-i İmrân 3/180) maddî mânevî her türlü imkânlar dâhildir. Bu sebeple ilim öğretmeyi de bu âyetin kapsamında değerlendirmek mümkündür. Yahudiler, Allah Resûlü’nün gerçek peygamber olduğunu kitaplarında zikredilen vasıflardan bildikleri hâlde, bunu insanlara açıklamıyorlardı. Bugün de İslâm ve onun Muazzez Peygamberi hakkında bildiklerini insanlara anlatmakta cimrilik gösterenler, özellikle de bu tür faaliyetlere engel olmaya çalışanlar, âyetteki tehdide muhataptırlar.

Allah’ın cömertçe verdiği nimetler hususunda cimrilik yaparak kâr ettiklerini zannedenler, aslında büyük bir ziyâna uğramışlardır. Zira onlar Allah’ın mülkünü Allah’tan kıskanmak gibi büyük bir ahmaklığa sürüklenmişlerdir. Bunun cezasını da âhirette ağır ödeyeceklerdir. Halbuki bütün mülk Allah’a âittir. İstediği zaman istediği kuluna verir. Kulların elindeki mallar onlarda bâki kalacak değildir. Nihayetinde ellerinden çıkıp Cenâb-ı Hakk’ın istediği kişilere geçecektir. Bu durumda hayattayken ve elinde imkân varken verenler kazançlı çıkarken, cimrilik edenler de yine o mallardan mahrum kalacak ve ellerine zarardan başka bir şey geçmeyecektir.

“Semâvî mîras” da peygamberlik ve ilim gibi nimetlerdir. Allah bunları da dilediğine lûtfeder. Dolayısıyla Ehl-i kitap Allah Resûlü’nün peygamberliğini kıskanmamalı ve ona tâbî olmalıdırlar. Bugün de Allah’ın velî kullarını, âlimleri ve semâvî mirastan pay alan diğer insanları kıskanmayıp kendilerinden faydalanmaya çalışmak gerekir.

Şunu da unutmamalı ki, Allah Teâlâ, malı mülkü ve bütün imkânları kullarını imtihan etmek için vermektedir. Kullarının nasıl davrandığını en iyi bilen de O’dur. İnsanlar, Allah’ın kendilerini her an gördüğü ve ne yaptıklarını bildiği şuuruyla yaşarlarsa, yanlışlara düşmekten korunurlar.

Peygamber Efendimiz’le alâkalı önceki mukaddes kitaplarda zikredilen bilgiler husûsunda gerek başkalarına gerekse kendilerine karşı cimri davranan ve Allah yolunda vermeye teşvik eden âyetleri bahane ederek ileri geri konuşan Ehl-i kitaba cevap olarak buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
181. “Allah fakirdir, biz ise zenginiz” diyenlerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların bu söylediklerini de, haksız yere peygamberleri öldürmelerini de yazacağız ve kendilerine: “Tadın o yakıcı cehennem azabını!” diyeceğiz.

182. Bu yakıcı azap, bizzat kendi ellerinizle âhirete gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez.

Allah yolunda harcamaya ve O’na güzel bir borç vermeye (bk. Bakara 2/245) teşvik eden âyetleri işittiklerinde yahudiler, anlayışsızlık ve inatlarının şaşmaz bir delili olarak “Allah fakir düşmüş, bizden borç istiyor” gibi hezeyanlarda bulundular. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 137-138) Cenâb-ı Hak, Yüce Zâtı’na karşı büyük cürümler işlemeyi âdet hâline getirmiş olan yahudilerin bu tür sözlerini, haksız yere peygamberlerini öldürmekle aynı seviyede tuttu ve onları şiddetli bir azâb ile tehdit etti. Âyette Allah’ın söylenen sözleri işittiği ve bunları kaydettiği ifade edilerek tehdit daha kuvvetli hâle getirilmiştir.

Cenâb-ı Hak, kullarının bütün sözlerini işitir, bütün yaptıklarını görür ve bunları eksiksiz bir şekilde kaydeder. Âhirette bunların her birine karşılığını tam olarak verecek, kimseye haksızlık edilmeyecektir. Cehennemin yakıcı ateşine atılanlar, dünyadayken işledikleri günahlar sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir. Zira Cenâb-ı Hak, kullarına en ufak bir zulümde bulunmaz.

Yahudiler, hakikati kabule davet edildikçe inat ediyor ve çeşitli bahaneler buluyorlardı. Bir bahaneleri de şuydu:

183. Onlar: “Allah, bize, gökten inecek ateşin yakacağı bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamayı emretti” dediler. De ki: “Benden önce nice peygamberler, size apaçık deliller ve söylediğiniz o mûcizeyi getirmişti. Eğer doğru sözlüyseniz, o peygamberleri niçin öldürdünüz?”

Âyetin de belirttiği şekilde yahudiler bir defâsında Allah’ın kendilerine, gökten inen bir ateşin gelip kurbanını yakmadıkça kimsenin peygamberliğine inanmamayı emrettiğini söylediler. Önceki peygamberler zamanında, gökten bir ateş inerek takdim edilen kurbanları, sadakaları ve ganimetleri yakıp yok ederdi. Bu durum, o ibâdetin kabul edildiğine bir delil olurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 262; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 218; Buhârî, Humus 8; Müslim, Cihâd 32)

Tevrat’ta, ateşin kurbanı yakması, Hz. İlyas’ın peygamberliğinin ispatlanması için gösterilen bir mûcize olarak değerlendirilir. (I. Krallar, 18, 19)

Lâkin böyle bir olayın peygamberlerden mûcize olarak istenileceği yönünde herhangi bir emir yoktur. Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz’in bundan daha kuvvetli mûcizeleri mevcuttur. Ancak inkârcıların maksadı samîmî bir şekilde mûcize istemek değil, işi yokuşa sürmektir. Nitekim daha önceki peygamberler nice mûcizeler getirmiş, hatta ısrarla istedikleri ateş mûcizesini de göstermişti, lâkin inatçılar yine inanmamışlardı. Hatta böylesine mûcizeler getiren peygamberleri şehîd etmişlerdi. Bu da yahudilerin ve o zihniyetteki kimselerin inanmamak için bahaneler aradığını ve iddialarının doğru olmadığını gösterir.

Peki, Cenâb-ı Hak onların istediği mûcizeyi niçin indirmemiştir? Yüce Rabbimiz câhil insanoğlunun her isteğini hemen yerine getirmez. Zira insan kendisi için iyiliği isterken kötülüğü de ister. Hatta başına taş yağdırılmasını isteyecek kadar câhilleşir. Bir de Cenâb-ı Hak, istenilen mûcizeyi gerçekleştirdikten sonra hâlâ îman etmeyenlerin üzerine büyük bir felâket indirir ve kimseye azâb etmediği şekilde azâb eder. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 242, 258)

Dolayısıyla burada Allah Teâlâ, istedikleri mûcizeyi gerçekleştirmeyerek onlara merhamet etmiş ve mühlet tanımış olmaktadır. Diğer bir husus da, istedikleri bu mûcizenin indirilmesi, onların âyette bahsedilen yalan iddiâlarını tasdik mânasına gelirdi. Yani her peygamber mutlaka kurban ve ateş mûcizesini getirmek mecbûriyetindeymiş gibi anlaşılırdı. Allah Teâlâ ise yalan bir iddiâyı tasdik etmez. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1243)

Rasûlüm!

184. Eğer seni yalanlarlarsa, hiç üzülüp tasalanma. Çünkü senden önce de apaçık mûcizeler, hikmet ve öğüt dolu sahifeler ve aydınlatıcı kitaplarla pek çok peygamber geldi ve onlar da aynı şekilde kavimleri tarafından yalanlandılar.

Yalanlanmak doğru insanların pek ağırına gideceği için Cenâb-ı Hak bu âyette Efendimiz (s.a.s.)’i tesellî etmiş, inkârı meslek edinen kimselerin sözlerini kâle almaması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü onların sözleri asılsızdır, herhangi bir temele dayanmaz. Onlara delil, mûcize ve ilâhî kitaplar da kâr etmez. Zira daha önceleri peygamberler, nice mûcizeler, hikmetli ve açık kitaplar getirdikleri hâlde yalanlanmış ve işkencelere mâruz kalmışlardır.

Bundan sonra mü’minlere tesellî, inkârcılara da tehdit olmak üzere buyruluyor ki:

185. Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyâmet günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.

Bütün canlılar ölecek ve amellerinin esas karşılığını âhirette alacaklardır. Bu dünyada çeşitli sebeplerle iyilik ve kötülüklerin karşılığı tam olarak verilmez. Zira dünya imtihan yeri, âhiret ise hesap verme ve karşılık alma âlemidir. Bu sebeple, iyiliğinin karşılığını hemen göremeyenler üzülmemeli, kötülüğüne karşılık bulmayanlar da buna aldanmamalıdır. Îmanla ölerek cehennemden kurtulup cennete nâil olabilenler, en yüce gayelerine kavuşmuşlardır. Zaten Hz. Ali (r.a.) de, تَمَامُ النِّعْمَةِ (tamâmu’n-ni‘meti) “nimetin tamamlanması” ifadesini bu şekilde tefsir etmiştir. (Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 201)
Resûlullah (s.a.s.):

“Cennette bir kamçının kapladığı yer, hiç şüphesiz dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Dilerseniz şu âyet-i kerîmeyi okuyun!” buyurmuş ve ardından bu 185. âyeti tilâvet etmiştir. (Tirmizî, Tefsir 3/3013. bk. Buhârî, Cihâd 73)

Yine bir hadis-i şerifte:

“Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulmak isterse; ölümünü, Allah’a ve âhiret gününe îman ederek karşılasın ve diğer insanlara, kendisine yapılmasını istediği şekilde muamele etsin!” (Müslim, İmâre 46; Nesâî, Bey’at 25)

Hâdiseye bu yönden bakıldığında, insanın dünyaya bakışı değişir. Buna göre dünya hayâtı, âhiret saadetine nâil olmak için kullanılacak bir vâsıta hükmündedir. Âhiret kazancını hesaba katmadan sırf dünyalık elde etmek için çalışmak ise insanı aldatan değersiz bir ticâret malı gibidir. Dış görünüşü îtibariyle câziptir, ancak hakikatte içi çürümüş, bozulmuş ve işe yaramaz hâle gelmiştir. Kısa bir süre istifade edildikten sonra ölümle faydası nihâyete erer ve kullanılmaz hâle gelir. En mühim gâyesi dünyalık toplamak olan kimse, ölümle yüzleşince ne büyük bir aldanış içinde olduğunu idrak eder.

Bu hakikatleri idrak ederek dünyaya bakışımızı düzeltmeliyiz. Dünyada nice imtihanlarla karşılaşabiliriz ki bunların karşılığını ancak âhirette alabiliriz. İşte Cenâb-ı Hak, mü’minleri tesellî etmek ve Ehl-i kitabın az önceki iddialarına cevap vermek üzere şöyle buyuruyor:

186. Mallarınız ve canlarınız husûsunda mutlaka imtihan edileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve günahlardan sakınırsanız, elbette bu davranış, yapılmasında azimli ve kararlı olunması gereken en mühim işlerdendir.

Cenâb-ı Hak, mü’minleri malları ve canları hususunda devamlı imtihana tâbî tutar. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizî, Zühd 57/2399; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 287, 450; Muvatta’, Cenâiz 40)

Ashâb-ı kirâm da gerek Mekke döneminde gerekse Medine döneminde pek çok imtihanlardan geçmişlerdi. Bir taraftan yahudilerin, 181 ve 183. âyetlerde gördüğümüz gibi Allah ve Rasûlü hakkındaki ağır sözleri ve şiirleriyle üzülüyor, bir taraftan da müşriklerle mücâdele ediyorlardı. Yahudi şâir Ka‘b b. Eşref, Peygamberimiz (s.a.s.)’i alaya alan ve kötüleyen şiirler söyler ve Kureyş müşriklerini onun aleyhine tahrik ederdi. Kureyş’in müşrik şâirleri de Allah Resûlü aleyhine şiirler söyler, insanları aldatarak doğru yoldan uzaklaştırırlardı. Öyle ki, sonunda Ensâr’ın en güçlü şâiri Hassân b. Sâbit (r.a.), müşrikleri hicvetmek için Resûlullah (s.a.s.)’den izin istemş, o da izin vermişti. (Buhârî, Menâkıb 16; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 156-157).

O devirde şiir, günümüz medyasına denk bir tesir gücüne sahipti.

Ehl-i kitap ve müşrikler Resûl-i Ekrem Efendimiz’e ve ashâbına bu şekilde eziyet ederlerken Allah Teâlâ, onlara sabrı, takvâyı ve affı emretmişti. Resûlullah (s.a.s.), Bedir savaşından önce bir gün, hasta olan Sa‘d b. Ubâde’yi ziyârete gitmek üzere bir merkebe binmiş, Üsâme b. Zeyd’i de terkisine almıştı. Yolda, münafık başı Abdullah b. Übey’in de bulunduğu bir meclise uğradı. Abdullah o sırada henüz “müslüman oldum” diyerek bey’at etmemişti. Küfrünü açıkça ortaya koyuyordu. Meclis; müslümanlar, yahudiler ve puta tapan müşriklerden oluşuyordu. Abdullah b. Revâha (r.a.) da oradaydı. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in bineğinin tozu meclise ulaşınca, Abdullah b. Übey burnunu elbisesinin ucuyla kapatarak:

“−Bizi tozutma!” dedi.

Allah Resûlü (s.a.s.) onlara selâm verip durdu, bineğinden indi, onları Allah’a imana davet etti ve kendilerine Kur’ân okudu.
Abdullah b. Übey:

“–Be hey adam! Bunları söylemekle iyi yapmıyorsun. Eğer söylediklerin doğruysa meclisimizde bize eziyet verme, git evine, seni dinlemeye gelenlere bunları anlat!” dedi.

Abdullah b. Revâha (r.a.):

“–Bilâkis ey Allah’ın Rasûlü, sen bizim meclislerimize gel, biz bunu çok seviyor ve istiyoruz” dedi.

Müslümanlar, müşrikler ve yahudiler atışmaya başladılar. Neredeyse birbirlerine hücûm edeceklerdi ki, Allah Resûlü (s.a.s.) onları sâkinleştirdi. Gerginlik bitince, Resûlullah (s.a.s.) hayvanına binip yoluna devam etti ve Sa‘d bin Ubâde’nin yanına geldi. Ona bu hâdiseden bahsetti. Sa‘d (r.a.):

“–Yâ Resûlallah! Onu affet, hoş gör! Sana kitâbı indiren Allah’a yemin ederim ki, Allah seni peygamber olarak gönderdiğinde bu belde halkı onu başkan yapmak ve başına krallık tâcını giydirmek üzere anlaşmışlardı. Allah seni hak dîn ile gönderip onun krallığını suya düşürünce, buna çok üzüldü, âdeta yeryüzü ona dar geldi ve nefes alamaz oldu. Herhâlde bu yaptıkları ondandır” dedi.

Allah Resûlü de Abdullah b. Übey’in davranışını affetti. Bu hâdise üzerine 186. âyet-i kerîme nâzil oldu. Peygamber Efendimiz ve ashâbı, savaşa izin veren âyetin inişinden önce, müşriklerden ve Ehl-i kitaptan gördükleri bu nevî eziyetlere sabreder ve emrolundukları üzere onları affederlerdi. (Buhârî, Tefsir 3/15)

Kötülüğe, aynıyla karşılık vermek, kötülüklerin artmasına sebep olur. Bundan dolayı Allah Teâlâ, dünya zararlarını azaltmak için sabrı, âhiret zararlarını azaltmak için de takvâyı emretmiştir. Bu durumda âyet-i kerîme, dünya ve âhiretin tüm âdâbını öz olarak ifade etmektedir. (Râzî, IX, 105)

Âyetin sonunda, hayattaki imtihanlar ve gayri müslimlerin eziyetleri karşısında gösterilecek sabır ve takvânın, mutlaka yapılması gereken, son derece ehemmiyetli, şerefli, azim ve sebat gerektiren işlerden olduğu beyân edilmektedir.

Allah Teâlâ’nın tecrübe ve imtihan ile bir şeyi öğrenmekten münezzeh ve beri olduğu herkesçe mâlumdur. Bu gibi âyetlerde imtihan etmek mânasına kullanılan kelimeler, “imtihan muamelesi yapmak” anlamında bir istiâredir. Bunun nüktesi de insanlara, ilmî tecrübenin ne kadar mühim olduğunu ve her harekette tecrübenin esas alınması gerektiğini anlatmaktır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1251)

İster naklî ister naklî ister tecrübî olsun faydalı ilim sahibi olmak çok önemli ve faziletli bir iştir. Bundan daha önemlisi, o ilmi amele yansıtmak ve özellikle buna ihtiyacı olan başka insanlara da öğretmektir:

187. Hani Allah, Ehl-i kitaptan: “Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacak ve onu kesinlikle gizlemeyeceksiniz” diyerek söz almıştı. Onlar ise bu sözü önemsemeyip kulak ardı ettiler ve değersiz dünya menfaatine karşılık onu sattılar. Yaptıkları bu alışveriş gerçekten ne kötüdür!

Ehl-i kitap, müslümanlara zarar veriyor ve eziyet ediyordu. Halbuki Cenâb-ı Hak, onlardan söz almış, İlâhî kitabı ve orada peygamberliği haber verilen Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’i insanlara anlatıp, hiçbir şeyi gizlememelerini emretmişti. Lâkin onlar ilâhî kitaplara sırt çevirdiler, iltifat etmediler ve onları küçümsediler, verdikleri sözü terk ettiler, önemsemediler ve unuttular, onun üzerinde düşünmediler, onunla amel etmediler ve saygı göstermediler. Hakkı gözden çıkarıp gizlediler. Azıcık dünya menfaati karşılığında sükût ettiler, kitaplarını değiştirdiler ve insanlara yanlış bilgiler verdiler. Bu yaptıkları ihânetin karşılığında aldıkları dünyalık ne kadar çok da olsa âhiret ecri yanında pek kıymetsiz kalır.

İşte yahudi ve hıristiyanlar böylesine zararlı ve kötü bir alışveriş yapmışlardır. Neticede Peygamber Efendimiz’e ve müslümanlara hem kendileri eziyet etmiş hem de müşrikleri buna kışkırtmışlardır. Halbuki herkesten önce onların îman edip Allah’ın dînine yardımcı olmaları gerekirdi.

Kendilerine Kur’ân-ı Kerîm gibi en yüce bir kitap lûtfedildiği için, âyette bahsedilen sözleşmeye kıyamete kadar gelecek müslümanlar da dâhildir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1252) Yâni, müslümanlar da Kur’ân’ı, Peygamber Efendimiz’i ve onun Sünnet-i Seniyye’sini insanlara açıklayıp anlatmakla sorumludurlar. Allah onlardan da söz almıştır. Bu hususta yavaş davranmamalı ve hiçbir şeyi gizlememelidirler. Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.):

“Şâyet Allah Teâlâ, kitap ehlinden söz almış olmasaydı, ben size hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş ve bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Hâkim, el-Müstedrek, I, 190/366. bk. Buhârî, İlim 42)

Bu sorumluluk şuuru, Ebû Hüreyre Hazretleri’ni Kur’ân ve Sünnet’in en başta gelen hâdimi eylemiş ve en çok hadis rivayet eden sahâbî mevkiine yükseltmiştir.

Sorumluluk mevkiinde olup da bunun hakkını vermeyenler şu ilâhî tehdide muhataptırlar:

188. İşledikleri çirkin davranışlarla sevinen ve yapmadıkları güzel şeylerle övülmek isteyenlerin sakın azaptan kurtulacaklarını sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Konunun akışı Ehl-i kitapla ilgili olmakla birlikte, gelen rivayetlerden âyet-i kerîmenin, burada yerilen ahlâk ve karakterdeki bütün insanlara şâmil olduğu anlaşılmaktadır. Ebû Saîd (r.a.) şöyle anlatır:

Resûlullah (s.a.s.) sefere çıktığında, bir takım münafıklar geride kalır, savaşa iştirak etmezlerdi. Peygamber Efendimiz döndüğünde ise yeminler ederek özür dilerlerdi. Üstelik yapmadıkları şeylerden dolayı da övünmek isterlerdi. Bu sebeple Allah Teâlâ 188. âyeti inzâl buyurdu. (Buhârî, Tefsir 3/16; Müslim, Münâfikîn 7)

Bu münafıklar, seferde müslümanların başına hoşlanılmayacak bir şey gelirse bu gazveden geri durduklarına sevinirlerdi. Eğer gazve hoşlarına gidecek şekilde sonuçlanırsa, bu sefer de gelip Peygamberimiz’e yeminler ederek mazeretler üretir ve yapmadıkları bu işle, yani katılmadıkları bu gazve ile övülmelerini isterlerdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 141)

Yine yahudiler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Tevrat’ta zikredilen isim ve sıfatlarını gizleyip bu yaptıklarına seviniyorlardı. Bir de kendilerini tezkiye ediyor ve “Biz oruç, namaz ve zekât ehliyiz. Biz İbrâhim’in dini üzereyiz” diyorlardı. Kendilerini bununla avutarak Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini inkârda ağız birliği ettiklerine seviniyor, bu vasıflarıyla övülmek istiyorlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 273)

İbn Abbas (r.a.) şöyle der:

“Resûlullah (s.a.s.) Ehl-i kitâba bir şey sordu, ancak onlar bunu gizleyip açıklamadılar. Ona başka şeyler söylediler. Bir de Efendimiz’e verdikleri yalan haberden dolayı sanki doğru haber vermiş gibi övünmek istediler. Bir yandan da hakikati gizlediklerinden dolayı «Muhammed’i inandırdık» diye sevindiler.” (Müslim, Münâfikîn 8; Buhârî, Tefsir 3/16; Tirmizî, Tefsir 3/3014)

İnsanları aldatan ve üç kuruşluk menfaat peşinde koşanlar, içine düştükleri rezâlete bakmadan bir de “âlim, mâhir, akıllı” diye medhedilmeyi bekler ve kendi kendilerine gururlanıp dururlar. Hakikatleri tahrif etmekten zevk alan bu mağrur kimselerin âkıbeti, elem verici bir azâba dûçâr olmaktır.

Gayr-i müslimlere, özellikle de yahudilerin “Allah fakirdir” hezeyanlarına cevap olmak ve inkârcıların hakkı bulandırmalarında kurtulmanın yolunu göstermek üzere, mü’minlere de istikâmet verilerek buyruluyor ki:

189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a âittir. Allah her şeye kâdirdir.

Göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkların sahibi ve idâre edeni Cenâb-ı Hak’tır. O’nun her şeye gücü yeter. O dilediği her şeyi yapar. Bu sebeple, îmansızlar, Yüce Allah’ın azâbından kurtulacaklarını sanmasınlar. Allah’ın mülkünde yaşayanlar, O’nun emir ve yasakları istikâmetinde hareket etmeleri gerektiğini bilmelidirler. Zira Allah’ın emirlerine karşı gelmek isteyenlerin cezaya mâruz kalacakları bir hakikattir.

Aslında insan, kendindeki en büyük ilâhî mevhibe olan aklını çalıştırıp ibret nazarıyla etrafına şöyle baktığında çözemeyeceği bir problem kalmayacaktır. Çünkü:

190. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için pek çok delil ve ibretler vardır.

Yüce Allah’ın emsâlsiz saltanat ve kudretini idrak edebilmemiz için, etrâfımızı kuşatan ilâhî kudret akışlarına bakıp ibret almamız yeterlidir. Bunların en açık olanları, o muazzam göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve gündüzün muhteşem bir nizam dahilinde birbirini tâkip etmesi, kısalıp uzamasıdır. Allah’ın kâinata koyduğu âhenk ve dengenin kusursuz olduğunu, asırlar geçmesine rağmen bir saniye bile şaşmadığını müşâhede etmekteyiz. Âyet-i kerîmede, mekân ve zaman mefhumları içinde yer alan bütün varlığı inceden inceye düşünmemiz istenmektedir. Cenâb-ı Hak, bu hususta gâfil davrananları zemmederek şöyle buyurur:

“Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren öyle deliller var ki! Onlar, bu delillerle sürekli iç içe, yan yana bulunurlar, fakat üzerinde hiç düşünmeden tam bir aldırmazlık içinde onlardan yüz çevirirler!” (Yûsuf 12/105)

Bu muazzam ve muhteşem ilâhî kudret akışlarını tefekkür bakımından Fahr-i Kâinat Efendimiz’in halini Hz. Âişe şöyle anlatır:

“Bir gece Resûlullah (s.a.s.) bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim» dedi. Ben de:

«–Vallahi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer gözyaşlarıyla sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hz. Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

«–Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarınızı affettiği hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):

«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde derin ve sistemli bir şekilde düşünmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve Âl-i İmrân sûresi 190-191. âyetleri okudu. (İbn Hibbân, es-Sahîh, II, 386)

İbn Abbas (r.a.), 10 yaşlarında bir çocukken, Allah Resûlü (s.a.s.)’in teheccüd namazını öğrenmek için teyzesi Meymûne vâlidemizin odasında kalmıştı. Hâdisenin devamını kendisi şöyle anlatıyor:

“Gece teyzem Meymûne’nin odasında kaldım. Resûlullah (s.a.s.) âilesiyle bir müddet sohbet ettikten sonra uyudu. Gecenin son üçte biri olunca kalktı, göğe baktı ve 190. âyeti okudu…” (Buhârî, Tefsir 3/17, 18; Tevhîd 27)
Diğer bir rivayette de şu ifadeler yer alır:

“…Gecenin yarısı olunca veya ondan az önce ya da az sonra olunca Resûlullah (s.a.s.) uyandı. Oturup elleriyle yüzünden uykuyu sildi. Âl-i İmran sûresinin son 10 âyetini okudu. Daha sonra kalkıp su kırbasına yöneldi ve güzelce abdest aldı…” (Buhârî, Tefsir 3/19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 242)

Peygamber Efendimiz’in bu âyetleri teheccüdlerde okumayı âdet edinmesi, dinî gerçekleri tefekkürün, en güzel seher vakitlerinde yapılabileceğini göstermektedir.

Kur’ân’ın maksadı, kalpleri mâsivâdan kurtarıp mârifetullaha ulaştırmaktır. Önceki âyetlerde bazı hükümler açıklanmış ve bâtıl ehline cevaplar verilmişti. Bundan sonra ise kalpler Cenâb-ı Hakk’ın ulvî sıfatlarıyla nûrlandırılacaktır. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerîm’in sûreleri ve konuları, umûmiyetle öğüt ve ibret veren âyetlerle sona erer. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 196) İşte bundan sonraki âyetler de, dikkatleri ibret alınması gereken hususlara çekerek âdetâ sûreyi hulâsa edivermiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet, kudret ve hikmetinin delilleri zikredildikten sonra şimdi de kulluk ile alâkalı hususlara geçilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
191. O akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!” derler.

Önceki âyet ulûhiyetin, bu âyet de kulluğun kemâline delâlet etmektedir. Zira insan; ayaktayken, otururken, yatarken, çalışırken, istirahat ederken, yâni her hâlinde kalbiyle, zihniyle, diliyle ve âzâlarıyla zikir, tefekkür ve ibâdet hâlinde olabilirse, akl-ı selîm sahibi bir mü’min kıvâmına erme yolunda mesafe almış sayılır.

Buradaki “zikir”den maksadın “namaz” olduğunu söyleyen âlimler vardır. Yani mü’min, gücü yettiği sürece ayakta, yorulunca oturarak, hasta ise yattığı yerden, yâni her hâlükârda çokça namaz kılmaya teşvik edilmiştir.

Göklerin ve yerin büyük bir âhenk içinde ve sağlam bir şekilde yaratılışını derin derin tefekkür edip, onlardaki hikmet ve sırlara âşinâ olmaya çalışmak, kulluk şuuruna erme bakımından büyük bir ehemmiyete sahiptir. Böyle bir tefekküre dalan insan, Allah’ın azamet ve kudretini idrak ederek hikmeti anlamaya başlar. Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun eğlence olarak, gâyesiz, nizamsız, dayanıksız ve boş yere değil (bk. Enbiyâ’ 21/16; Sād 38/27; Duhân 44/38) gerçek bir gaye ve hikmetle yarattığını (bk. Hicr 15/85; Ahkāf 46/3) kavrar. Bu şekilde Allah’ın yaratıkları üzerinde tefekkür ederek azamet-i ilâhîyeye yaklaşan insan, hemen Allah’a ilticâ eder ve hayatını, âhirete göre tanzim edip büyük hesap gününe hazırlık yapmaya başlar.

Ziyâ Paşa ne güzel söyler:
“Bin ders-i maârif okunur her varakında
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.”

“Kâinat kitabının her sayfasında ve milyarlarca ağacın her yaprağında binlerce ilâhî mârifet dersi okunur. Yâ Rabbi! Kâinat mektebi gerçekten ne güzel mektep olur, o mektepteki dersleri anlayabilecek akıl, idrak ve irfanı olanlar için.”
Ebû Süleyman Dârânî şöyle der:
“Evimden çıkıyorum, gözümün iliştiği her şeyde Allah’ın bana olan bir nimetini görüyorum. Hiç değilse ondan bir ibret alıyor, ders çıkarıyorum.”
Hasan Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Bir müddet tefekkürde bulunmak, bütün bir geceyi şuursuzca ibâdet ederek geçirmekten daha hayırlıdır.”
“Tefekkür bir aynadır. Sana iyiliklerini ve kötülüklerini gösterir”.

Îsâ (a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Sözü nasihat, sükûtu tefekkür ve bakışı ibret olan kimselere müjdeler olsun!”
Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir:
“Allah -azze ve celle- Hazretleri’ni zikrederek konuşmak çok güzel bir davranıştır. Allah’ın nimetleri üzerinde tefekkür etmek ise ibâdetlerin en faziletlisidir.”
Hikmet ehli şöyle demişlerdir:
“Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalb gözünde bu gafleti nisbetinde bir körelme hâsıl olur.”
Bişr b. Hâris el-Hâfî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler, O’na isyân edemez, günah işlemezler.”

Âmir b. Abdi Kays da der ki:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in ashâbından bir değil, iki değil, üç değil, pek çok kişiden işittim, şöyle buyuruyorlardı: «İmanın ışığı veya imanın nûru tefekkürdür.»” (Bu sözler için bk. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 438)

Gökler ve yer hakkında düşünerek azamet-i ilâhîye karşısında hayran kalan mü’minler, tefekkürlerine dua ve ilticâyı da katarak ibâdetlerine büyük bir huşûyla devam ederler.

سُبْحَانَكَ (sübhâneke) ifadesi, insan aklının, göklerin ve yerin yaratılışındaki Allah’ın hikmetlerini idrakten âciz kaldığını ikrar ve tasdik etmektir. Allah Teâlâ bunları boş yere yaratmamış, her ne kadar aklımızla idrak edemesek de bunları yüce hikmetler ve engin sırlarla vücûda getirmiştir. Ayrıca “sübhân” kelimesinde “bütün mahlukatı tarafından hiç aralıksız tesbih edilen zat” anlamı da vardır. Zira pek çok âyet, yerde ve gökte bulunan her şeyin aralıksız ve kesintisiz olarak Allah’ı tesbih ettiğini haber vermektedir. (bk. İsrâ 17/44; Hadid 57/1; Saff 61/1; Cuma 62/1; Teğabün 64/1)

Dua etmek isteyen kişi, âyette olduğu gibi önce zikir ve tefekkürle huşûya ermeli, ardından Allah Teâlâ’yı senâ etmeli, daha sonra da talebini zikretmelidir.

Bu âyette, temiz ve tam akıl sahibi kimselerin vasıfları zikredilmiştir. Kişi ne kadar zikir, tefekkür ve Allah’a ilticâ hâlinde bulunabilir, etrâfındaki ilâhî sanat hârikalarından ibret alabilirse, o kadar akl-ı selîm sahibi sayılır.

Aynı zamanda bu âyet, müslümanları mahlûkât üzerinde tefekküre sevk ederken; hem Fizik, Kimyâ, Astronomi gibi tabiat ilimlerinin incelenmesini teşvik etmekte, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders vermektedir.

Cehennemden korunmak için Allah’a yalvaran akıllı mü’minler dua ve ilticâlarına şöyle devam ederler:

192. “Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, onu gerçekten rezil rüsvâ edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı olmayacaktır.”

Mü’minlere lûtfedilen nimetlerin en büyüklerinden biri, cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve kahır tecellîsinin mazharı olan cehennem, maddî ve mânevî azapların mekânıdır. Orada bedenler ızdırap görecektir. Lâkin rûhların mânevî azap ve ızdırabı daha büyük ve daha şiddetli olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede cehenneme giren insanların son derece rezil rüsvâ olacağı beyân edilerek, kıyâmet günü hor ve hakîr düşmenin, başa gelebilecek en büyük belâlardan biri olduğu hissettirilmektedir. Akl-ı selim sahibi mü’minler burada cehennem azâbından Allah’a sığınmaktadırlar. Ancak dualarından anlaşıldığına göre onların asıl maksadı huzûr-i ilâhîde rezil olmaktan kurtulmaktır. Zira bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah Teâlâ’nın karşısına suçlu olarak çıkmak ve O’nun tarafından cehennemde cezalandırılmak kul için ne büyük bir utanç vesilesidir. Duralı ve içli gönüller için bundan büyük bir azap olabilir mi! Asıl helâk da budur zaten. Bu sebeple hemen 194. âyette, kıyâmet günü rezil rüsvâ etmemesi için Yüce Rabbimize nasıl dua edeceğimiz öğretilmektedir. Nitekim İbrâhim (a.s.) da, tekrar diriltildiğimiz gün rezil olmamak için Allah’a yalvarmıştı. (bk. Şuarâ 26/87)

Kıyamet günü hüküm verme yetkisi yalnız Allah’a ait olacaktır. Bu ilâhî hükme göre küfür üzere devam ederek kendilerine zulmedenlere orada yardım edebilecek kimse bulunmayacaktır. Bu bakımdan mü’minler niyazlarına şöyle devam ederler:

193. “Rabbimiz! Gerçekten biz, «Rabbinize iman edin!» diye imana çağıran Peygamber’i işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Vefatımızla bizi hayırlı, fazilet sahibi ve itaatkâr kullarının arasına kat!”

Huzûr-i ilâhîde rezil olmak gibi büyük bir mânevî azaptan kurtulmak ve kıyâmette yardımcısız kalmamak isteyen akıllı insanların yapması gereken şey, “Rabbinize iman edin!” diye imana davet eden ve bunun için pek çok iknâ edici deliller sunan Peygamber Efendimiz’e itaat etmek ve Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına uymaktır. Îmandan sonra yapılması gereken ilk iş de, günah ve kusurlardan uzak durup onlardan temizlenmeye çalışmaktır.

Âyetten anlaşıldığına göre bir müslüman, imanını ve Peygamber Efendimiz’e itaatini vesîle edinerek Allah’tan af dileyebilir. Bundan sonra da, itaatkâr ve sâlih kullardan olup, son nefesini bu hâl üzere verme gayreti içinde olmalıdır. Yani bir mü’min, Allah’ın râzı olduğu bir kul olarak yaşamalı, böyle insanlarla birlikte bulunmalı ve âhirette de onlarla birlikte haşrolunmak için dua etmelidir. Şunu da unutmamalıdır ki; kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur. (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 663; Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 247)

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller yapanlarla bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları, ölümleri ve ölümden sonraki durumları aynı olacak, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye 45/21)
Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur:

“Her kul öldüğü hâl üzere diriltilir.” (Müslim, Cennet 83)

Âyetin son kısmından anlaşıldığına göre tefekkür ehli mü’minler, sonunda Allah’a kavuşmayı arzu ediyorlar. Efendimiz’in beyânına göre:

“Kim Allah’a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever.” (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)

Bütün korkuları Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda utanç verici bir vaziyete düşmek olan mü’minler, dualarında Allah’a; “Bizi âhirette rezil ü rüsvâ etme!” diye yalvarıyorlar:

194. “Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtasıyla va‘dettiğin mükâfatları bize ver; kıyâmet gününde bizi rezil-rüsvâ etme! Şüphesiz sen asla sözünden dönmezsin!”

Mü’minler bunu taleb ederken Cenâb-ı Hakk’ın şu va‘dine dayanıyorlar:

“…O gün Allah Peygamber’i ve onunla beraberindeki mü’minleri utandırmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. …” (Tahrim 66/8)

Onlar Allah’a; “Madem ki sen Habib-i Ekrem’inle birlikte iman edenleri de utandırmayacağını müjdeliyorsun, işte biz de îman ediyoruz, ey Rabbimiz bizleri de o gün rezil rüsvâ eyleme!” diyorlar. Bu hâlleriyle de Allah’a güvendiklerini ve O’na karşı hüsn-i zan beslediklerini ortaya koyuyorlar. Şu fırıncının yaptığı gibi:

Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte para verseler de onu alır, paranın sahteliğini bildiği hâlde bunu muhâtabına söylemez ve istenen ekmeği verirdi. Herkes onun bu hâline şaşar ve kimse bunu neden yaptığını anlayamazdı. Nihayet ölüm vakti geldiğinde fırıncı ellerini yüce dergâha açtı ve şöyle yalvardı:

“Allahım! Biliyorsun ki, yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Allahım! Şimdi ben senin huzûruna sahte tâatlerle geliyorum; ne olur onları yüzüme vurma!..”

Pek çok âyet-i kerîme haber verdiği üzere Allah Teâlâ, müttakîlere mükâfât, yardım ve saadet, fâsıklara da azap va‘detmiştir. Bu durumda âyet-i kerîmeden anlaşılacak bir mâna da şudur:

“Allahım! Va‘dettiğin şeyleri kazandıracak amelleri işlemeye bizi muvaffak kıl, azâbına müstahak olacağımız amellerden de bizi muhâfaza buyur!” Âmîn!.

Mü’minlerin bu niyâz ve yalvarışına Cenâb-ı Hak’tan şöyle cevap geliyor:

195. Bunun üzerine Rableri, onların dualarına şöyle icâbet buyurdu: “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım. Zira siz birbirinizi tamamlayan parçalarsınız. Hicret eden, yurtlarından çıkarılan, benim yolumda ezâ-cefâ gören, hakarete uğrayan, savaşıp şehit olanların da günahlarını mutlaka affedeceğim ve onları Allah tarafından bir mükâfat olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Zâten, en güzel mükâfat ancak Allah katındadır.

Allah’ı zikir, Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametini tefekkür, varlıkların mûcizevî yaratılışlarından ibret alma ve Yüce Allah’ı şanına layık olarak tesbihle kalp seviyeli bir incelik kazanıp büyük bir huşû, haşyet ve samimiyetle niyâz ve ilticâda bulununca, Cenâb-ı Hakk’ın derhal icâbet ettiği görülmektedir.

Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“Onlar, Rableri dualarına karşılık verinceye kadar «Rabbenâ! Rabbenâ! Rabbimiz! Rabbimiz!» diye yalvarıp durdular” buyurmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 318)

Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Üzücü ve tehlikeli bir işle karşılaşan kişi, beş defa «Rabbenâ!» derse, Allah onu korktuğundan emin kılar ve arzusuna nâil eyler” buyurmuştu. Kendisine:
“–Bu nasıl olur?” diye sorulunca:
“–İsterseniz Âl-i İmrân sûresinin 191-194. âyetlerini okuyunuz!” cevabını verdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 318)
Rivayete göre âyet-i kerîme, Ümmü Seleme vâlidemizin:

“–Yâ Rasûlallah! Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de kadınların hicretiyle ilgili bir şey zikretmiyor?!” sözü üzerine nâzil olmuştur. (Tirmizî, Tefsir 4/3023)

Kur’ân-ı Kerîm’deki ifadeler, dil kâideleri îtibariyle daha çok erkeklere yönelik ise de mâna olarak bütün insanlara hitap etmektedir. Arapça’daki “Tağlîb kâidesi” îcâbı, ilâhî hitaplar erkek, kadın bütün insanlara yöneliktir. Zira Allah katında erkekle kadının farkı yoktur. Kim daha güzel amel işler ve daha çok takvâ sahibi olabilirse o üstündür. İki cinsten her birinin diğerinde olmayan bazı husûsiyetler taşıması tabiîdir. Ancak bunlar üstünlük sebebi değil birbirini tamamlayıcı özelliklerdir. Kadınla erkek birbirinin tamamlayıcısı ve bir bütünün parçaları mesâbesindedir. Biri olmayınca diğeri de olamaz.

Artık kadın olsun erkek olsun kim Allah yolunda fedâkârlıkta bulunur, hicret eder, dinini yaşadığı için memleketinden çıkarılır, bu uğurda kavlî ve fiilî meşakkatlere katlanır, İslâm’ın yücelmesi için malıyla, canıyla, ilmiyle… cihâd eder, savaşır ve bu yolda şehîd edilirse, Allah onun günahlarını affeder ve cennetine koyar. Orada kendisine, akla hayale gelmez nimetler lûtfeder. Onun dünyada yaptığı amellere ve katlandığı sıkıntılara kendi katından karşılık ve mükâfâtlar ihsân eder. Allah’ın verdiği mükâfât ise her şeyin üstünde ve her şeyden daha hayırlıdır. Bundan daha iyi ve güzelini düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla, bu ebedî nimetlerden mahrum kalacak kâfirlerin dünyadaki geçici zevk u safalarına aldanmamak gerekir:

Tağlip kaidesi: İfadeyi, çoğunluğu dikkate alarak kullanmak.

196. Rasûlüm! Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları, ticâret yaparak kazanç sağlamaları sakın seni aldatmasın!

197. Bu, çok kısa süreli bir faydalanmadan ibârettir. Sonunda o kâfirlerin varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yataktır!

Mü’minler dünyada meşakkat çekiyor ve fakirliğe mâruz kalıyor, kâfirler ise nimetler içinde yüzüyor diye üzülmemek gerekir. Bu dünya bir imtihan âlemidir ve hayat sadece bu dünyadan ibaret değildir. Bunun bir de âhiret tarafı vardır ki ebediyen devam edecektir. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağında ne kadarcık bir su kaldığına baksın!” (Müslim, Cennet 55)

Bu âyet-i kerîmelerin çeşitli ülkelerde ticaret yapıp bol kazanç elde eden müşrikler ve yahudiler hakkında nâzil olduğu rivayet edilir. Bazı mü’minler:

“–Allah’ın düşmanları şu gördüğümüz bolluk ve refah içinde yüzerken biz açlık ve sıkıntıdan neredeyse öleceğiz” demişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu gerçekleri bildirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 143;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 124)

Cenâb-ı Hak, dünyada imtihan maksadıyla kâfirlere daha çok verip mü’minleri mahrum bırakabilir. Yine mü’minler imkânlarını Allah yolunda kullanarak kendi istedikleri gibi gezip dolaşamayabilirler. Bunlara aldanmamalıdır. Dünya malını, insanın Allah katındaki değerinin bir ölçüsü zannetmemelidir. Allah kâfirlere mühlet verir, imkân açar, onlar da nasiplerini bu dünyada yer bitirirler. Ancak bu dünya çok kısadır. Hemen bitiverir. Onun ardından inkârcılar için kötü bir azap, Allah yolunda meşakkatlere katlanan mü’minler için de ebedî bir saadet başlar:

198. Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olmak üzere, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. İtaat ehli sâlih kullar için Allah katındaki nimetler daha hayırlıdır.

Cenâb-ı Hak, Rab’lerinin emrine aykırı davranmaktan sakınan ve O’nun rızâsını kazanmak için gayret sarfeden müttakî kullarını ebedî olarak kalacakları ve istedikleri her şeyi bulacakları cennetlere koyar. Bu, onlara Allah katından lûtfedilen bir ikrâm-ı ilâhîdir.

نُزُلٌ (nüzül) kelimesi, misafiri ağırlamak için ona ikram edilen yiyecek, içecek vb. ikramlara verilen bir isimdir. Yüce Allah mü’minlere değer verdiği için onlara ihsân edeceği nimetlere bu ismi vermiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın اَلْاَبْرَارُ (ebrâr), yâni itaatkâr, hayır ve fazilet ehli, iyi ve sâlih kullarına vereceği mükâfâtın, kâfirlerin dünyada istifade ettiği nimetlerden daha güzel olduğu muhakkaktır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Cennette yay kadar bir yer, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd 5, 6; Rikâk, 51; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17)

Diğer taraftan Resûlullah (s.a.s.) “ebrâr” kelimesini açıklayarak şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ bazı kullarını «Ebrâr» diye isimlendirmiştir. Çünkü onlar hem baba ve annelerine hem de çocuklarına iyilik ve ihsanda bulunmuşlardır. Anne-babanın senin üzerinde hakları olduğu gibi aynı şekilde çocuklarının da senin üzerinde hakları vardır.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 268)

Buraya kadar kitap ehlinden olan yahudi ve hıristiyanların kötülüklerinden bahsedilmiştir. Buna bakarak onların hepsinin de kötü olduğu, bir müddet geçici dünya menfaatinden istifade ettikten sonra ebedî azâba dûçâr olacağı düşünülmemelidir. O kâfirler içinden de samimî bir şekilde mü’minler topluluğuna katılarak hüsn-i hatimeye nâil olanların bulunduğu unutulmamalıdır. Onların içinden de îman eden akıllı kişiler çıkmış ve bundan sonra da çıkmaya devam edecektir. Dolayısıyla mü’minler, ümitsizliğe düşmeden bütün insanları İslâm’a davete devam etmelidirler. Bu hakikati beyân etmek için şöyle buyrulmuştur:

199. Ehl-i kitap içinde öyleleri vardır ki, onlar Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman ederler. Tam bir teslimiyet, büyük bir saygı ve gönül ürpertisi içinde Allah’a teslim olmuşlardır. Allah’ın âyetlerini değersiz dünya menfaati karşılığında satmazlar. İşte onların Rableri yanında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.

Müslüman olan Habeş Necâşîsi Ashama vefat ettiğinde, Resûlullah (s.a.s.):

“–Bugün Allah’ın sâlih kulu Ashama vefât etti!” buyurup namazgaha çıkmış ve ashâbını saf hâline getirip Necâşî için gıyabî cenaze namazı kıldırmıştı. (Müslim, Cenâiz 65, 62-67)

Bu hâdiseyi istismar etmek isteyen münafıklar:

“–Habeşistan’da ölen ve hiç görmediği bir hıristiyanın namazını kılıyor!” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 144)

Mücâhid, bu âyet-i kerîmenin Ehl-i kitaptan müslüman olanların tamamı hakkında nâzil olduğunu söyler. Bilhassa, Ehl-i kitaptan müslüman olup da bazı zarûretler sebebiyle îmanını açıklayamayan ve onlar arasında yaşayan mü’minler kastedilmektedir. Bunlar, münafıkların zıddıdır. Âyet de zâten münafıklara cevap mâhiyetindedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 207)

Allah’a îmanlarının yanında hem Kur’ân’a hem de kendi kitaplarına inanan, Allah’a itaat edip boyun eğen ve acziyetlerinin farkına varan Ehl-i kitap, diğerleri gibi kendi kitaplarını tahrif edip değiştirmez ve kimseden gizlemezler. Kitaplarında ne buyrulmuşsa, onu doğru bir şekilde insanlara anlatırlar. İşte böyle olan Ehl-i kitaba Cenâb-ı Hak husûsî bir ecir verir. Çünkü zor bir işi başarmışlardır. Diğerlerinin kapıldığı gurur, kibir ve haset illetlerine mağlup olmamışlardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kat verilecektir....” (Kasas 28/54. Bk. Hadîd 57/28)

Cenâb-ı Hak herkesin hesâbını çok çabuk görür ve mükâfâtlarını da hemen verir. O her şeyi bilir, düşünmeye ve araştırmaya ihtiyacı yoktur. Yüce bir kudrete sahip olduğu için, ne kadar çok olurlarsa olsunlar, insanların hesabını çok çabuk görür. O halde:

200. Ey iman edenler! Sabredin, sebât gösterin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, dâimâ savaşa hazırlıklı olun, uyanık bulunun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa erebilesiniz.

Sûrenin son ayetinde, dünya hayatında düşmanlara karşı muzaffer olmanın ve âhiret nimetlerini elde ederek kurtuluşa ermenin yolunu gösteren, mânası geniş lafzı çok özlü tavsiyeler yer almıştır. Burada aynı zamanda Bakara sûresinin nihâyetindeki “Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286) duasına da cevap verilmiştir.

İnsan için en büyük fazilet sabırdır. Ahlâkî melekelerin hiçbiri sabırla boy ölçüşemez. Onun için Allah’ın kitabında sabır kadar çok zikredilen, sabır kadar çok emredilen başka bir seciye yoktur. Ancak sabır, zillete katlanmak değil, meşakkatlere tahammül etmektir. Sonunda katlanılmayacak acılarla yüz yüze gelmemek için önceden her türlü zorluklara ve sıkıntılara mertçe ve insanca tahammül göstermektir. Allah yolunda, din uğruna, millet için rahatını, uykusunu, malını, canını fedâ edivermektir. Yoksa bu fedâkârlıkların semtine uğramadan miskin miskin oturup, sonra da hissesine düşen rüsvâlığı “Ne yapalım, kader böyleymiş, tahammül etmeli…” diye hazmetmeye çalışmak hiçbir zaman sabırla telif edilemez.

Resûlullah (s.a.s.), sabrın çeşitlerini ve faziletini beyân ederek şöyle buyurmuştur:

“Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır. Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar. Her iki derece arasında yeryüzü ile yerin yedi kat altı arası kadar mesâfe vardır. Kim de günaha karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yerle arş arası kadar mesâfe vardır.” (Suyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)

Âyetteki وَصَابِرُوا (ve sâbirû) kelimesinin iki mânası vardır:

Birincisi; hakkı müdâfaa ederken, kâfirlerin bâtıl dâvâları uğruna sarfettiği gayretten daha fazla gayret gösterin ve sebât edin! Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin!

İkincisi; kâfirlerle savaşırken şecaat, yiğitlik ve kahramanlık gösterme husûsunda birbirinizle yarışın!

Hasan Basrî Hazretleri, “Sabır ve sebât gösterin” emrinden kastın, beş vakit namaza sebat ile devam etmek olduğunu ifade etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 323)

Şöyle de açıklanmıştır: “Musâbere; nefsin arzularına devamlı muhalefet etmektir. Nefis, bir şeye davet ederken, kişinin ona gitmeyip vazgeçmesidir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 323)

Sözlükte “düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak” mânasına gelen اَلرِّبَاطُ (ribât), terim olarak “Allah yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak” anlamlarına gelir. İster süvari ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye “nöbetçi, nöbet bekleyen” anlamında “murâbıt” denilmiştir. Murâbıt, “bir müddet beklemek için sınıra giden kimse” demek olup, silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen asker için kullanılır.

Bir namazdan sonra diğerini beklemeye de ribât denilmiştir. Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) bir gün:

“–Size, Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi?” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Evet, haber verin ey Allah’ın Rasûlü!” karşılığını verdiler.

Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz:

“–Güçlüklere rağmen abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğerini gözlemektir. İşte, bekleyeceğiniz en faziletli nöbet budur” buyurdu. (Müslim, Tahâret 41)

Takvâ, kişinin Allah’ın gazabından ve azabından kendini korumasıdır. Bu da ancak Allah’ı tanımak, O’nu razı edecek ve gadaplandıracak şeyleri bilmekle mümkündür. Bunları bilmek ise Allah’ın kitabını anlamaya, Peygamberi’nin sünnetini ve bu ümmetin “selef-i sâlihîn” denilen büyüklerinin hayatını bilmeye ve onları örnek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak, davetini yaymak uğrunda sabreder, engellere direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Allah’ın emrine saygısızlıktan sakınır, diğer işlerinde de bu kâideleri göz önünde bulundurursa kurtuluşa erer ve Allah katındaki saadete nâil olur.

Geçen iki sûre olan Bakara ve Âl-i İmrân’ı hulâsa etmek gerekirse:

Bakara sûresinde umûmiyetle ulûhiyet konusu işlenmiş, Âl-i İmrân’da ise peygamberlik konusu ele alınarak bütün yönleriyle ortaya konmuştur.

Bakara sûresinde yahudilikle, bu sûrede ise hıristiyanlıkla ilgili hususlara ağırlık verilmiştir.
Bakara sûresinde Hz. Âdem’in, bu sûrede ise Hz. İsa’nın yaratılışı konu edilmiş ve iki yaratılış arasındaki benzerliğe dikkat çekilmiştir.

Şimdi ise Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinde yeri geldikçe kısa kısa temas edilen rabbânî terbiye gereği insanın yaratılışı ve kardeşliğinden başlayarak toplumun oluşumu ve sağlam ağlarla birbirine bağlanmasının bir rüknü olan aile hayatıyla ilgili hukuk ve vazifelerin açıklanması ve dinî terbiyenin tamamlanması bağlamında Nisâ sûresi başlayacaktır:
 
Üst Alt