a'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
A'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri
A'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri
Bismillâhirrahmânirrahîm

87/A'LÂ-1: Sebbihısme rabbikel a’lâ.
Rabbinin “Âlâ” ismini tesbih et.


87/A'LÂ-2: Ellezî halaka fesevvâ.
O ki yarattı sonra sevva etti (dizayn etti, düzenledi).


87/A'LÂ-3: Vellezî kaddere fe hedâ.
Ve O ki, bir kader tayin etti. Sonra da hidayet etti.


87/A'LÂ-4: Vellezî ahrecel mer’â.
Ve O ki, yerden mera (yeşillikler) çıkardı.


87/A'LÂ-5: Fe cealehu gusâen ahvâ.
Sonra da onu siyah atık haline getirdi.


87/A'LÂ-6: Senukriuke fe lâ tensâ.
(Kur'ân'ı) sana, Biz okutacağız, bundan sonra sen unutmayacaksın.


87/A'LÂ-7: İllâ mâ şâallâh(şâallâhu), innehu ya’lemul cehre ve mâ yahfâ.
Ancak (bu) Allah'ın dilediği şeydir. Muhakkak ki O, açık ve gizli olanı bilir.


87/A'LÂ-8: Ve nuyessiruke lil yusrâ.
Ve kolay gelmesi için Biz (O'nu), sana kolaylaştıracağız.


87/A'LÂ-9: Fe zekkir in nefeatiz zikrâ.
O halde, eğer zikir fayda verecekse zikret (zikri öğret, öğüt ver).


87/A'LÂ-10: Seyezzekkeru men yahşâ.
Allah'a karşı huşû duyan kişi zikir yapacaktır (ve tezekkür edecektir).


87/A'LÂ-11: Ve yetecennebuhel eşkâ.
Ve şâkî olan, ondan (zikirden) içtinap edecek (kaçınıp zikretmeyecek).


87/A'LÂ-12: Ellezî yaslen nârel kubrâ.
Ki o (şâkî), büyük ateşe atılacak.


87/A'LÂ-13: Summe lâ yemûtu fîhâ ve lâ yahyâ.
Sonra onun içinde (ateşte) ölmez ve de hayat bulmaz.


87/A'LÂ-14: Kad efleha men tezekkâ.
Nefsini tezkiye eden kimse felâha (kurtuluşa) ermiştir.


87/A'LÂ-15: Ve zekeresme rabbihî fe sallâ.
Ve (o nefsini tezkiye eden) Rabbinin İsmi'ni zikretti ve de namaz kıldı.


87/A'LÂ-16: Bel tu’sırûnel hayâted dunyâ.
Hayır, siz dünya hayatını üstün tutuyorsunuz (tercih ediyorsunuz).


87/A'LÂ-17: Vel âhıretu hayrun ve ebkâ.
Ve ahiret hayatı daha hayırlıdır ve bâkidir (devamlıdır).


87/A'LÂ-18: İnne hâzâ le fîs suhufîl ûlâ.
Muhakkak ki bu, evvelki sahifelerde de elbette var.


87/A'LÂ-19: Suhufi ibrâhîme ve mûsâ.
(Hz.) İbrâhîm'in ve (Hz.) Musa'nın sahifelerinde (var).

 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
Cevap: A'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

1- Rabbinin .yüce adını takdis et.
2- O yaratan ve düzeltendir.
3- Ölçüleri belirleyip yolunu gösterendir.
4-Yemyeşil meraları bitirendir.
5-Sonra da onları kupkuru çöpe çevirendir.

Böyle derin, yumuşak bir girişle surenin açılışı ta baştan takdisin yankılarının çınladığı bir havayı oluşturuyor. Takdisin anlamı yanında bu yankılarda etrafa yayılıyor. ,Ardından takdisi emreden sıfatlar yer Alıyor. "O yarattı düzene koydu. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir. O, yeşillikler bitirmiştir. Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."

Böylece bütün bu varlık seslerin yankılandığı bir mabede, eşsiz sanatın eserlerini sergileyen bir galeriye dönüşmektedir: "O yarattı, düzene koydu. O, her şeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."

Ayet-i kerimede geçen tesbih kavramı, yüceltmek, tenzih etmek, Allah'ın güzel sıfatlarının anlamlarını zihinde canlandırmak; hayatı onların kalbe ve vicdana verdiği parıltılar, feyzler, ışıklar ve zevkler arasında yaşamaktır. Yoksa sadece "Suphanallah" sözünü soyut bir şekilde tekrar edip durmak değildir... "Rabbinin yüce adını takdis et" ifadesi insanın vicdanında öyle bir mana ve duygu oluşturuyor ki, onu sözlerle, kelimelerle ifade etmek çok zordur. Bu ancak vicdanla tadılabilecek bir olgudur. Sıfatların manalarını gözlerimizin önüne getirmekten kaynaklanan parıltılarla beraber-, yaşamayı ifade etmektedir.

Bu ayet-i kerimede sözü edilen en birinci ve açık sıfat Rabblık ve yücelik sıfatıdır. Rabb terbiye eden, eğiten, koruyup gözetendir. Bu sevgi ve şefkat dolu sıfatın yansıttığı anlam surenin havası, müjdeleri ve rahatlatan vurguları ile mükemmel bir uyum içine girmektedir. Yüce sıfatı ise sonsuz ufuklara yükselme duygusunu harekete geçiriyor. Ruhu engin deryalara doğru yöneltip serbest bırakıyor. Ayrıca yüceltme ve tenzih etme ile de ahenk içine giriyor. Bu ise özü itibarı ile yücelik sıfatını hissetmektir. Bilincine varmaktır. Burada hitap öncelikle Hz. peygambere yöneltilmektedir.

Ve bu emir O'nun Rabbinden gelmektedir. Hem de şu ifade ile: "Yüce olan Rabbinin adını takdis et." Burada sözle ifade edilemeyecek kadar büyük bir yakınlık ve ünsiyet bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber Rabbinin bu emrini okur ve surenin diğer ayetlerine geçmeden önce O'na doğrudan cevap verir; `.Yüce Rabb'imi takdis ederim" derdi. Bu hitap da O'nun cevabıdır. Emir ve O'na itaattir. Ünsiyet ve O'na karşılığın verilmesidir. O Rabbinin huzurundadır. Doğrudan direktif almakta ve cevap vermektedir, çok yakın bir dostluk ve ilişki içinde. Bu ayet indiğinde Hz. Peygamber "bu ayeti secdelerinizde söyleyiniz" buyurdu. Ondan önce "Öyle ise yüce Rabbinin adını takdis et" ayeti indiğinde ise "bunu rükularınızda söyleyiniz" buyurdu. İşte rükularda ve secdelerde söylenen namaza ilave edilmiş hayat dolu kelimedir. Ona hayat doldurmuştur. Böylece Allah'ın doğrudan emrine, doğrudan bir karşılık verilmiştir. .Allah'ın kullarına, kendisine övgüde bulunmaları ve O'nu takdis etmeleri için izin vermesi, Allah'ın onlar üzerindeki nimetlerinden ve lütuflarından biridir. Çünkü bu, yüce Allah'la bir bağın kurulmasına izin verilmesidir.

İnsanın sınırlı olan kavrayışlarıyla yakınlık kurma şekillerinden biridir. Bu, yüce Allah'ın kendini özel sıfatları ile onlara tanıma lütfunda bulunduğu bir iletişim şeklidir. İnsanların samimiyetleri ve güçleri oranında Allah'ı tanımalarına vesile olmaktadır. Herhangi bir şekilde kulların Allah'la iletişim kurmalarına izin verilmesi bir ikramdır. Ve Allah'ın kullarına lütfudur.

"Yüce Rabbinin adını takdis et. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."

Herşeyi yaratan ve düzelten mükemmel şekilde yapan ve onu kemalin zirvesine çıkaran O'dur. Her yaratığın görevini ve amacını belirleyen; uğrunda yaratıldığı hedefe doğru yönlendiren, varlığının amacını gösteren, varlığı süresince kendisine yararlı şeyleri belirleyen ve buna doğru yol gösteren O'dur.

Bu büyük gerçek evrendeki herşeyde açıkça görülmektedir. Varlığın alemindeki herşey büyüğünden küçüğüne, mükemmelinden basitine, O'nun sanatında aynıdır. yaratışı itibarı ile eksiksizdir. Görevini yapmaya uygundur. Varlığının amacı belirlenmiştir. En kolay yoldan bu amacını gerçekleştirmesi sağlanmıştır. Bütün varlıklar eksiksiz bir uyum içindedir. Toplu yaşamlardaki sosyal görevleri için herşey kolaylaştırılmıştır. Tıpkı bireysel görevleri yapması için herşeyi kolaylaştırdığı gibi.

Tek başına bir atom elektronları, protonları ve nötronları ile eksiksiz bir uyum içindedir. Atomun durumu tıpkı güneşi, gezegenleri ve uyduları ile tam bir uyum içinde bulunan güneş sistemi gibidir. O da güneş sistemi gibi, yolunu bilmekte ve onun gibi fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Tek olan canlı hücre tüm görevlerini yapması için mükemmel bir yapıya ve yeteneğe sahiptir. Bu konuda hücrenin durumu, en karmaşık kompleks varlıkların en mükemmelinin durumundan farksızdır.

Yalnız başına bir atom ile güneş sistemi arasında bir canlı hücre ile canlı varlıkların en karmaşığı arasında pek çok düzenleme oluşum ve birleşim dereceleri vardır ve bu derecelerin hepsi yaratılıştaki bu mükemmelliği korumaktadır. Toplu ahengi muhafaza etmektedir. Kendisine hükmedip idare eden tedbire ve takdire boyun eğmektedir. Bütün bir evren bu derin gerçeğe bizzat kendisi şahit-tir.

İnsan kalbi bu evrendeki direktifleri ve mesajları bir bütün olarak ele aldığında, sağduyusunu kullanarak varlıklar üzerinde düşündüğünde bu gerçeği kavrayacaktır. Duygu ile dolu bir kavrayışı hangi toplumda yaşarsa yaşasın ve hangi ilmi seviyede bulunursa bulunsun her insan zorlanmadan elde edebilir. Yeter ki kalb açılan pencereleri açıl: tutsun ve varlığın gönderdiği mesajları alması için alıcı cihazlarını hazır tutsun.
İlk bakışta duyamadığım bu gerçekleri, üzerinde düşünerek ve deneysel ilmi kullanarak daha yakından kavramak mümkündür. Artık evrendeki herbir varlığın, bu kapsamlı gerçeğe işaret ettiğine ilişkin birçok değerlendirme ve araştırmalar elimizin altındadır.

Newyork İlimler Akademisi başkanı bilgin A. Crassy Morrisson "İnsan Tek Başına Ayakta Duramaz" adlı kitabında şöyle diyor:

"Kuşların yuvaya dönüş içgüdüleri vardır. Kapınızın üzerinde yuva yapan nar bülbülü sonbaharda güneye göç eder, fakat ilkbahar gelir gelmez doğruca eski yuvasına döner. Her Eylül ayında memleketimizde (Amerika'da) bulunan kuşların çoğu sürüler halinde güneye göç eder. Bu kuşlar yolculukları esnasında engin denizler üzerinde aşağı yukarı bin mil kadar bir mesafe Alırlar. Fakat hiçbir zaman yollarını şaşırmazlar. Posta güvercini, kendisine kapalı bir kutu içinde yaptırılan uzun yolculuk esnasında tepesi üzerindeki yeni yeni seslerden bunalıp şaşkına dönünce bir müddet tur attıktan sonra hiç şaşırmadan vatanına doğru yönelir. Esen rüzgar, ağaçları ve dalları ne kadar karıştırırsa karıştırsın, arı, maharetle kovanını bulur. Bütün bunlar gözle görülen delillerdir.

Meskene dönüş duyarlılığı insanda zayıftır. Fakat o, bu alandaki eksikliğini birtakım aletlerle yapar. Demek ki biz böyle bir içgüdüye muhtacız, fakat aklımız bu ihtiyacı karşılamaktadır. Halbuki nice mikroskobik gözlere sahiptir. Şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşların teleskopik bir göz taşıdıkları şüphesizdir. İnsan bu konuda da mekanik aletleriyle üstünlüğünü korumaktadır. Çünkü insan icat ettiği teleskop sayesinde, görme kuvvetinin ancak iki milyon defa artırılması halinde görebileceği yıldız kümelerini seyretmektedir. Yine o, elektron mikroskobu yardımıyla çıplak gözle görülmeyecek bir bakteriyi görebilir.

İhtiyar atınızı tek başına bırakacak olursanız, karanlık ne kadar koyu olursa olsun, yolunu bulacaktır. At, karanlıkta net olmasa da görebilir. Çünkü o, yolun yaydığı kırmızı ötesi rengin ışınlarından az da olsa faydalanan gözleri sayesinde yol ile iki tarafın ısı derecesindeki farkı hisseder. Baykuş, gece karanlığı ne kadar koyu olursa olsun, serin otlar üzerinde yürüyen sıcak kanlı fareyi fark eder. Biz insanlar ise ışık dediğimiz demette radyasyon olayını icat ederek geceyi gündüze çevirebiliyoruz.

İşçi arılar peteklerinde üremek için değişik hacimli hücreler yaparlar. Küçük hücreleri yeni doğacak işçi arılara, büyükleri de erkek arılara ayırırlar. Àyrıca müstakbel kraliçeler (arı beyi) için de özel hücreler hazırlarlar. Kraliçe, döllenmemiş yumurtaları erkek arılara tahsis edilen hücrelere, döllenmiş yumurtaları da yeni doğacak dişi işçiler ve müstakbel kraliçeler için hazırlanmış münasip hücrelere yerleştirir. Değişikliğe uğramış olan işçi arılar yeni arı neslinin gelişini uzun zaman beklerken arı yavrularının (kurtçukların) beslenmeleri için gereken hazırlıkları da yaparlar. Yavrular, ilk önce, bal ve çiçek tozundan hazırlanmış lokmalar ve işçi arıların başlarındaki bezeden çıkan süt koyuluğunda besleyici bir sıvı ile beslenirler. Fakat erkek ve dişi arı yavrularının gelişmesine bağlı olarak, belirli bir devreden sonra, balın çiğnenmesi ve ön sindirim işinden vazgeçilir ve bu andan itibaren sadece bal ve çiçek tozu verilir. Bu şekilde beslenen dişi arı yavruları işçi arılar olur. Kraliçe hücrelerinde bulunan dişi yavrulara gelince; bunlara çiğnenmiş ve ön sindirime uğramış besinlerin verilmesine devam edilir. Böyle özel bir şekilde bakım gören yavrular kraliçe arılar olur ve döllenmiş yumurtaları yalnız bu kraliçe arılar verir.

Buraya kadar sözkonusu ettiğimiz arıların üreme şekli peteklerde hususi hücrelerin bulunuşuna ve bu hücrelere has yumurtaların konuluşuna bağlıdır. Ayrıca gıdayı değiştirmek için ona esrarengiz bir tesir yapmak bahis konusudur. Bütün bunlar belirli süreler içinde beklemeyi çeşitli elemanları ve hadiseleri birbirinden ayırd etmeyi, verilen gıdanın doğurduğu tesir safhalarını takip etmeyi gerektirir. Böylesi değişiklikler, özellikle bir topluluk hayatına tatbik edilmekte ve onun varlığı için zaruri görülmektedir. Bunun için gerekli olan bilgi ve maharet mutlaka arıların toplum halindeki yaşayışları başladıktan sonra teşekkül etmiştir. Fakat arının oluşturulması ve hayatını sürdürebilmesi için bu büyük bilgi ve maharetin doğuştan mevcut olması zaruri değildir. O halde öyle anlaşılıyor ki, belirli şartlar altında gıdanın göstereceği tesirleri bilmekte arı insanı bile geçmiştir. Koklama ve işitme duyguları:

Köpek, geçmekte olan hayvanı bakmadan hissedebilir. İnsan, zayıf olan koklama duyusunu kuvvetlendirecek herhangi bir cihaz henüz icat edememiştir. Hatta biz koklama duyumuzun mesafesini uzatma çarelerini araştırmak için işe nereden başlayacağımızı bile kestiremiyoruz. Fakat bizim bu duyumuz, zayıf olmasına rağmen, son derece küçük, mikroskobik zerreleri teşhis edebilecek kadar bir keskinliğe sahiptir. Acaba aynı korkuyu hepimiz Aynı şekilde mi hissederiz? Öyle anlaşılıyor ki her birimizin aldığı tesir aynı olmuyor. Tat her birimizde farklı bir tatma duyusu meydana getirmektedir. İşin Hayret edilecek bir yönü de duyumların böyle farklılık göstermesinde irsi yetin ehemmiyetidir.

Bütün hayvanlar işitir. Hayvanların duyabildiği seslerin birçoğu bizim duyabileceğimiz titreşim sınırlarının dışındadır. Öyle ince ve hafif sesler vardır ki bizim sınırlı işitme duyumuzun kat kat üstünde kalır. Fakat insan, icat ettiği cihazlar sayesinde, kilometrelerce uzakta yürüyen bir sineğin sesini kulak kepçesinin üzerinde yürüyormuş gibi duyabilmektedir. İnsan buna benzer cihazlarla güneş ışınlarının tesirini bile tespit etmiştir.
Örümcekler, balıklar, kelebekler...

Su örümceklerinden biri, kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon şeklinde yuva yapar ve onu suyun altında bir yere bağlar. Sonra su yüzüne çıkar ve gayet ince bir ustalıkla vücudunun altındaki kıllar arasında bir hava kabarcığı saklayarak suyun içine dalar. Hava kabarcığını yuvasının altına bırakır. Buişi defalarca tekrar eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine girip yavrular. Şu örümceği, bu balon içinde hava cereyanlarından emin olarak yavrularını büyütür. Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık ilimlerinin bir sentezi ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

Yavru halindeki "som" balığı yıllarca denizde yaşar. Fakat birgün gelir doğduğu nehre döner. İşin enteresan tarafı "som" balığının, içinde doğduğu nehir kolunun büyük nehirle birleştiği yerden içe doğru girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında bulunan iki Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde gevşektir, fakat kanunlar, nehrin sadece bir kıyısını tercih ettiğini söyleyebileceğimiz som balığına göre mutlak manada kesindir. Peki, bu balığı o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum yerine döndüren şey nedir? Doğduğu yer istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin başka bir koluna nakledilse yanlış yolda olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.

Bu konuda çözüm bekleyen daha güç bir bilmece vardır; yukarıda anlattığımız hareketin tanı aksini yapan yılan balıklarının macerası. Bu Hayret verici yaratıklar, olgunluk çağına erişince, bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye başlar. Söz gelimi Avrupa'da bulunan yılan balıkları denizde binlerce kilometre seyrettikten sonra, hepsi de Bermudanın güney açıklarındaki dipsiz derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür.

Yavru balıklar, engin denizin ortasında hiçbir şeyden haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa çıkar. Ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri sahile varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin yaşadığı nehri, gölü veya su birikintisini bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan balığıyla tanışmış olur. Düşünelim ki, bu hayvan buraya gelebilmek için en kuvvet!i akıntılara göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve kasırgalarına mukavemet göstermiş ve birçok azgın dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir. Şimdi artık gelişebilir. Nihayet birgün olgunluk çağına gelince gizli bir kuvvet onu dönmeye, geldiği yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder.

O halde yılan balığına böyle yön veren kuvvet nereden doğmaktadır? Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan balığı Avrupa sularında yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan balağına da Amerika sularında rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan balağının gelişmesini diğerlerine nispetle bir veya birkaç yıl daha geciktirmiştir ki yürüyeceği uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.

Ne dersiniz, maddenin en küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan balığını teşkil etmek için bir araya geldiklerinde, bunlarda bir yön verme şuuru ve icra için gerekli bir irade gücü mü doğmaktadır, acaba?

Rüzgarın dişi bir kelebeği üst kattaki odanızın penceresinden içeriye attığını düşünelim. Dişi kelebek hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek kelebek ne kadar uzakta bulunursa bulunsun bu işareti Alır ve karşılığını verir. Siz bu iki kelebeği şaşırtmak için ne yapsanız faydasızdır.

Acaba bu çelimsiz ve cılız yaratığın verici ve radyo istasyonu ve erkeğinin de antenli bir alıcı radyosu mu vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da öteki bu titreşimleri mi alıyor?

Biz bugün, uzakta bulunan bir kimse ile böyle bir münasebet kurabilecek kudreti elde etmek için pek hassas cihazlara başvurmak mecburiyetindeyiz. Birgün gelecektir ki delikanlı, hiçbir mekanik cihaz kullanmadan, uzak mesafelerdeki dostuna seslenecek ve ondan cevap alabilecektir, bunlara hiçbir engel mani olamayacaktır.

Telefon ve radyo (telsiz) pek mükemmel iki cihazdır. Her ikisi de uzakta bulunan kimselerle çabuk temas kurmayı sağlar. Fakat bunları kullanabilmek için tel şebekesine ve belirli makinaya ihtiyaç vardır. Bu bakımdan kelebek bizden üstündür. Ne var ki onu kıskanmaya hakkımız yoktur. Biz insanlar da aklımızı kullanmalı ve ferdî bir telsiz sistemi keşfetmeliyiz. Ancak o zamandır ki biz de telepati sahibi olacağız.

Bitkiler, döllenmeyi sağlamak ve dolayısıyle varlıklarını sürdürebilmek için bazı aracılar kullanmasını başarmışlardır. Yaptıkları İşten habersiz olan bu aracılar bir çiçekten diğerine çiçek tozu taşıyan böcekler, rüzgar, tohumları o çiçekten bu çiçeğe taşıyan uçar yürür. Nihayet bitkiler insanı, o yüce mahluku da tuzağa düşürmüştür. İnsan, doğrusu, tabiatı güzelleştirmiş, tabiat da onu bol bol mükafatlandırmıştır. Fakat insan çok üreyen bir mahluktur, bu sebeple de ziraata başvurmak mecburiyetinde kalmıştır. O, tohum ekmeye, ekini yetiştirip biçmeye, depolamaya, ayrıca bitkileri geliştirmeye, aşılamaya ve gübrelemeye mecburdur. Eğer insan bu işlemi ihmal edecek olursa aç kalır. Böylelikle medeniyet yıkılır, yeryüzü tekrar ilk haline döner.

Henüz yavru halinde iken yuvalarından Alınan kuşlar, büyüdükleri zaman kendi familyalarının tipinde yuva yaparlar. Öyle anlaşılıyor ki, nesilden nesle intikal eden gelenekler çok eski ve derin temellere sahiptir. Acaba bütün bu işler bir tesadüf eseri mi, yoksa hikmetli bir varlığın yaratması mahsulü müdür? Bir kısmından söz ettiğimiz, hayvanlara ait bu kudret ve imkanlar, "içgüdü" diye isimlendirdiğimiz ve nesilden nesile geçen (irsî) bir geleneğin kuvvetinin belirtileridir. Yeryüzünün her köşesini işgal eden bunca canlı içinde, insanda olduğu gibi, akıl yürütme ve netice çıkarma kudretine sahip bulunan hiçbir varlık yoktur. Canlılar dünyasında çevre şartlarına uyma sayesinde hayata devam etmek vardır, bunun yanında şartlara uymada çok 'ileri gidildiği takdirde yok olmak tehlikesi de sözkonusudur. Fakat sadece insandır ki rakam bilgisi ve matematik zekâsı ilerleyebilmiştir. Böceklerden biri ayaklarının sayısını bilecek olsa bile kendi familyasından iki böceğin ayak sayısını bilme imkanına sahip olamayacaktır, çünkü bu, akıl yürütme kudretine bağlıdır.

Istakoz gibi birçok hayvan vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini kaybedecek olsa vücudundan parça koptuğunu farkeder, hücrelerini çalıştırmak ve bakiye unsurlarından faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye koyulur. Organ tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması durur, çünkü hücreler, bilinmeyen bir yolla işi bırakma zamanının geldiğini anlar.

Tatlı su polipi ikiye ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri yoluyla yeniden teşekkül etme imkanını bulur. Solucanın başını kesecek olursanız hemen yeni bir baş imal ettiğini görürsünüz. Biz insanlar da yaralarımızı iyileştirme imkanına sahibiz. Fakat operatör -gerçekten olabilecekse- hücreleri harekete geçirip de yeni yeni kollar, tırnaklar... Ve sinirler elde etme imkanına ne zaman kavuşacaklardır?

Burada "yeniden yaratma" bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş bir gerçek vardır: Hücreler ilk gelişimi sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam bir canlı meydana getirme kudretine sahip olmaktadır. O halde ilk hücre iki ayrı parçaya ayrılırsa her bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur. İkizlerin birbirine benzemesi bu olayla izah edilebilir. Fakat hadiseden daha önemli bir netice çıkarmalıyız: Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün ayrıntılarıyla türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe yok ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.

Palamut ağacının yemişi yere düşer, sert, kahve rengi kabuğu onu korur, toprak içinde çukurlardan birine yuvarlanır. ilkbahar geldi mi yemişin içindeki öz dirilir, kabuk yarılır; içinde genlerin sakladığı yumurta biçimindeki özden bir yemek ziyafeti hazırlanmıştır. Palamut yemişi toprağa kök salar, İşte size bir filiz, taze bir fidan ve birkaç yıl sonra bir palamut ağacı daha. Genleri bulunduran pala mat yemişinin özü, bu tomurcuk milyarlarca defa çoğalmış ve dalları, gövdesi, yaprakları ve meyvesiyle yeni bir ağaç meydana getirmiştir, her tarafıyla, zamanında meyvesi olduğu pala muta benzeyen bir ağaç. Yüzlerce yıl sayılmayacak kadar çok palamut yemişlerinde aynı atom düzeni mevcuttur. Belki üç milyon yıl önce palamut ağacını meydana getiren bir düzen.

Her hücre, hangi canlıda bulunursa bulunsun, bir et parçası olabilmesi için kendisine biçim vermesi veya hemen eskiyi veren cildin bir kısmını teşkil edebilmesi için kendisini kurban etmesi gereklidir. Yine hücre dişlerdeki mine tabakasını oluşturmaya, gözdeki saydam sıvıyı meydana getirmeye ve mesela burunla kulağın oluşumunda vazife almaya mecburdur. Aynı zamanda herbir hücre, vazifesini yerine getirebilmesi için gerekli form ve özellikleri elde etmelidir.

Herhangi bir hücrenin sağ veya sol eli bulunabileceğini tasarlamamız pek güçtür. Fakat şu bir gerçektir ki, hücrelerden biri sağ kulağın bir parçasını teşkil ederken diğeri de sol kulağın bir cüzü oluverir. Kimyevi özellikleri bakımından birbirinin aynı olan bazı kristallerin, güneş ışınlarını sola, diğerlerinin de sağa saptırdığını biliyoruz. Böyle bir özelliğin hücrelerde de mevcut olması muhtemeldir. Çünkü hücreler, kendilerine has ve gerçekten isabetli bir mekanda bulundukları takdirde, öyle anlaşılıyor ki, ya sağ veya sol kulağın bir parçasını teşkil eder. Kulaklarınız başınızda aynı hizadadır ve mesela ağustos böceğinde olduğu gibi dirseğin üstünde değildir. Kulaklarda birbirine ters düşen girinti ve çıkıntılar vardır. iki kulak birbirine o kadar benzer ki birini ötekinden ayırd etmek son derece güçtür.

Yüz binlerce hücre en doğru işi en münasip zamanda ve en uygun yerde yapmaya mecbur edilmiş gibidir.

Bazı karıncalar, içgüdünün veya düşüncenin -hangisi hoşunuza giderse onu tercih ediniz- sevkiyle, gıdasını temin etmek için, "mantar tarlaları" diyebileceğimiz yerlerde besin olarak mantar yetiştirirler. Bu karıncalar aynı zamanda gül biti ve tırtıl gibi küçük böcekleri avlar. Bu küçük yaratıklar karıncaların sağmal inekleri ve keçileri gibidir. Karıncalar bunlardan bala benzer belirli bir su alarak beslenirler.

Karıncalar diğer bazı karıncaları esir alarak işlerinde çalıştırırlar. Bazı karıncalar da yuva yaparken bitki yapraklarını arzu edilen ebada uygun olarak keserler. işçi karıncalar yuvanın etrafını düzene koyarken bu iş için yavru karıncaları çalıştırır, çünkü -ipekböceği gibi- ipek iplik salgılayan bu yavrular yuvanın etrafını beraberce örerler. Çoğu defa yavru karınca kendisi için bir yuva (koza) yapmaya fırsat bulamaz, fakat bununla beraber o, topluma hizmet etmiş olur!

Karıncayı oluşturan cansız atomlar ve moleküller bu kadar karmaşık işlerin içinden nasıl çıkabiliyor?

Şüphe etmemelidir ki bütün bu işleri yaparken karıncaya yol gösteren bir Yaratıcı vardır."

Evet... Hiç şüphesiz ona ve küçük-büyük diğer tüm yaratıklara yol gösteren bir yaratıcı vardır. Ve o yaratıcı "Rabbinin yüce adını takdis et. O yarattı, düzene koydu. O, herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."
Bu bilginin sözlerinden aktardığımız bu pasajlar insanların bitkiler, böcekler, kuşlar ve hayvanlar dünyasında tesbit ettiklerinin sadece bir kısmıdır. Bunların ötesinde daha yığınlarca gerçekler bulunmaktadır. Ayrıca bunların hepsi de yüce Allah'ın: "O yarattı, düzene koydu. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir." sözünün geniş anlamından sadece bir yönünü dile getirmektedir. Gözlerimizin önündeki bu varlığın ne yazık ki, ancak pek az bir kısmını tanıyor, biliyoruz. Bu varlıkların ötesinde gayb alemi yer almaktadır. Gayb ile ilgili dünyayı da ancak yüce Allah'ın bize bildirdiği kadarı ile; zayıf olan beşeri yapımızın kaldırabileceği kadarı ile tanıyabiliyoruz.

Koca evrenin sayfasından Alınan bu geniş kapsamlı ifadeden, kainatın dört bir yanında yankılanan takdis çınlamalarından, evrenin en ücra köşelerinin bile bu yankıya karşılık vermesinden sonra kendisine göre yüklü mesajı ve anlamı bulunan bitki hayatına ilişkin bir dokunuş yer almaktadır:

"O, yeşiller bitirmiştir. Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."

Yeşillik, her türlü bitkiyi kapsamaktadır. Hiçbir bitki yoktur ki Allah'ın yaratıklarından birine yaramasın. Yani buradaki yeşillik hayvanların otlatıldığı çayırların ötesinde bir anlam taşımaktadır. Çünkü yüce Allah bu dünyayı yaratmış ve burada yaşayan her canlının gıdasını da temin etmiştir. isterse bu yaratık toprağın üzerinde dolaşsın, ister yerin içinde yaşasın isterse havada uçsun farketmez.

Bitkiler ilk önce yemyeşil olarak boy verir. Sonra sararıp solarak kupkuru bir hale gelir. Bitki, hem yemyeşil iken hem de kupkuru hale geldikten sonra yiyecek olarak kullanılır. Yaratan ve düzenleyen, takdir edip yol gösterenin dilemesi ile her iki halde de bu bitkiler işe yaramaktadır.

Burada bitkilerin hayatına değinilmesi, gizliden gizliye şu gerçeği çağrıştırmaktadır: Her ekinin bir hasadı, her canlının mutlaka bir sonu vardır. Bu dokunuş, dünya hayatı ile ahiret hayatından söz eden konunun içeriği ile bütünleşmektedir... "Fakat siz şu yakın hayatı tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır." Dünya hayatı tıpkı bu Yeşillik gibidir. Sonra eriyip kupkuru hale gelen ot gibidir. Ahiret hayatı ise sonsuza dek kalıcıdır.

Ayetlerin akışı içinde ele Alınan bu gerçekler, koca evrenin sayfasından Alınan ve derin anlamlar taşıyan bu girişten sonra bu varlık alemi ve bu alemdeki yaratıklarla temasa geçmektedir. Hem de bu güzel sunuş ve sergileniş içinde. Zaten bu cüzdeki surelerin tamamı bu türden bir çerçeveye oturmaktadır. Bu çerçeve, ayetlerin havası gölgesi ve vurguları ile gerçek bir uyum sergilemektedir. Tam bir ahenk içine girmektedir.

Bundan sonra Hz. Peygambere ve O'nun arkasındaki ümmetine büyük müjde yer alıyor:
 

MURATS44

Özel Üye
Cevap: A'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

6- Ey Muhammed! Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın.
7- Yalnız Allah'ın dilediği başka. O açığı da bilir gizliyi de.
8- Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz.
9- O halde hatırlatmak fayda verirse hatırlat.


Burada müjde Kur'ana Kerimin ezberlenmesi ve hafızada tutulması için gereken çaba ve yorgunluğun Hz. Peygamberin boynundan kaldırılması ile başlıyor: "Ey Muhammed! Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın." Peygamberin görevi sadece okumaktır. Onu Rabbinden almaktır. Bundan sonra onu kalbe yerleştirecek ve O'nun okuttuğunun unutulmamasını sağlayacak olan Rabb indir. Rabbi bu konuda O'na teminat vermektedir.

Bu Hz. Peygamberi bu yüce, güzel Kur'an konusunda rahatlatıp huzura kavuşturan bütün bir kalbiyle sevdiği Kur'an konusundaki endişelerini silip süpüren bir müjdedir. Daha önceleri Hz. Peygamber gönlünden gelen bir sevgi ile O'nu koruma bilinci ve arzusuyla ve bu konudaki büyük sorumluluğuyla heyecana kapılıyor, Hz. Cebrail O'nu bir ayet getirdiğinde hemen onu defalarca tekrar ediyor, herhangi bir harfini unuturum endişesiyle Cebrail'in söylediklerini arkasından tekrarlıyordu. Bu tutumu, gönlünü rahatlatan ve Rabbinin bu konuda kendisine teminat verdiğini bildiren müjdeler gelinceye kadar böyle devam etmişti.

Bu aynı zamanda peygamberin izinden giden ümmeti için de bir müjde idi. Ümmet bu müjde ile inanç sistemi konusunda gönül rahatlığı içinde olacaktı. Çünkü bu sistemi gönderen Allah'tı. Peygamberin kalbinde O'nu koruyup teminat altına alan O'ydu. Bu da yüce Allah'ın kendi himayesini, bu dinin O'nun katındaki değerini ve bu dinin Allah'ın terazisindeki ağırlığını ifade ediyordu.

Kesin bir sözün verildiği veya şaşmaz bir ilkenin dile getirildiği her yerde olduğu gibi burada da Allah'ın iradesinin özgür olduğu, herhangi bir kayıtla sınırlanamayacağı ifade ediliyor. isterse bu kayıt ve sınır ilahi iradenin verdiği sözden, belirlendiği yasadan kaynaklansın. ilahi irade verilen söze ve belirlenen yasaya rağmen tam anlamıyla özgürdür. Kur'an-ı Kerim her yerde bu gerçeği kafalarımıza yerleştirmeye özen göstermektedir. Nitekim biz de Fizilal'de bu konuya zaman zaman değindik. İşte buradaki ifade de aynı gerçeğe parmak basmaktadır:

"Yalnız Allah'ın dilediği başka." Bu,Hz. Peygambere Kur'an'ı asla unutmayacağına dair verilen gerçek sözün ardından ilahi iradenin özgürlüğünü ve enginliğini ortaya koymak için sözkonusu edilmiştir. Böylece iş yine de özgür iradenin denetiminde kalmaktadır. Söz verdiği konularda bile sürekli olarak herkes bu mutlak iradeye yönelecek, sürekli gözünü ona dikecektir. Kalb Allah'ın isteğine, sonsuza kadar canlı ve diri bir şekilde bağlı kalacaktır.

"O açığı da bilir, gizliyi de bilir." Sanki bu açıklama bu bölümde geçen, koruma ve istisnanın bir sebebi niteliğindedir. Bunların hepsi bir hikmete bağlıdır. Bu hikmeti de gizli ve açık herşeyin gözeticisi Allah bilmektedir. işi her yönüyle en iyi bilen sadece O'dur, Bu eksiksiz gözetimi ve bilgisi uyarınca kararını O belirler ve O açıklar.

İkinci kapsamlı müjde ise şudur: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz."

Bu hem Hz. peygamberin şahsına, hem de izinden giden ümmetine yönelik bir müjdedir. Ayrıca bu dinin yapısını bu davanın gerçek mahiyetini, insan hayatındaki fonksiyonunu ve varlık düzenindeki yerini, konumunu belirlemektedir. iki kelime ile de olsa: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz". Bu iki kelime inanç sisteminin ve aynı zamanda bu evrenin en önemli gerçeklerinden birini dile getirmektedir. Böylece bu peygamberin karakteri bu inanç sisteminin karakteri ve bu evrenin karakteri ile ilişkiye geçmektedir. Kudretin elinden kolaylıkla yaratılan; yoluna kolaylıkla devam eden, kolaylıkla amacına doğru yönelen varlıkla, peygamber ve akidenin bağını sağlamlaştırmaktadır. Öyle ise bu bir ışık patlamasıdır. Sınırı olmayan gerçeğin ufuklarına, boyutlarına ve derinliklerine kadar ulaşan bir patlama...

Yüce Allah'ın kendisini kolay olana muvaffak ettiği insan bütün hayatı boyunca kolay bir yol izleyecektir. Oluşuma, hareket ve yönelişi Allah'a doğru olan bu evrenle uyum içinde yoluna davam edecektir. Bu koca evrenin çizgisinden sapanların dışında hiç kimseyle çatışmayacaktır. Bunlar ise koca evrenle karşılaştırıldıklarında hiçbir ağırlığı ve hiçbir değeri olmayan yaratıklardır. Bu durumda insan bütün bir evren ile bütün olaylar, varlıklar ve kişilerle ayrıca olaylara varlıklara ve kişilere hükmeden yasalar ile bütünleşerek kolay, yumuşak, düzenli bir hareket içine girer. Elinde kolaylık, dilinde kolaylık, attığı adımında kolaylık, işinde, eyleminde kolaylık, yaklaşımında kolaylık, düşüncesinde kolaylık, işleri ele alışında kolaylık, işlere çözüm getirmesinde kolaylık vardır. Kendisine karşı kolaylık, başkasına karşı kolaylık vardır.

İşte bu şekilde Hz. Peygamberin her işinde kolaylık vardı. iki şey arasından tercih yapmak durumunda kaldığında kolayını tercih ederdi. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir rivayette bu gerçeğe parmak basılmaktadır. Hz. Aişe diyor ki: "Hz. Peygamber evinin içinde insanların en yumuşak olanıydı. Sevinçli-güleç yüzlüydü."(Buhari, Müslim) Sahih-i Buhari'de deniyor ki: "Bir cariye Hz. Peygamberin elini tutar ve onu dilediği yere Alır götürürdü."

Hz. Peygamberin giyimi, yiyeceği, yatışı ve diğer tüm hareketlerinde kolaylığı tercih ettiği ve sürekli külfetsiz olanını seçtiği görülmektedir.
Ebu Abdullah Şemseddin, Muhammed İbni Kayyim, EI Cevziye'nin "Zadu'l Meal" adlı kitabında Hz. Peygamberin giyimi ile ilgili olarak şunları kaydetmektedir: "Hz. Peygamberin "sehap" adı verilen bir sarığı vardı. Onu Ali'ye giydirdi. Hz. Peygamber bu fesi sarar ve altında takke de giyerdi.

Bazen fes olmadan sadece takke giyer, bazen de takkesiz fes giyerdi. Sarık sardığı zaman sarığın ucunu iki omsuzunun arasına salıverirdi. Nitekim Müslim "Sahih"inde Ömer ibni Haris'ten şöyle bir hadisi aktarmaktadır: "Hz. Peygamberi minber üzerinde gördüm. Başında siyah bir sarık vardı. Ucunu iki omsuzunun arasına salıvermişti." Yine Müslim'de Cabir'den gelen hadiste sarığının bir uzunluğu olduğu ifade edilmektedir. Böylece anlaşılıyor ki Hz. Peygamber sarığını sürekli olarak omuzlarının arasına sarkıtmazdı. Yine denilir ki Hz. Peygamber Mekke'ye girdiğinde üzerinde savaş kıyafeti vardı. Başında ise miğferi bulunuyordu. Yani her yerde uygun olan kıyafeti giymiştir.

Başka bir bölümde diyor ki, doğrusu şudur ki yolların en güzeli Peygamberin yoludur. Peygamberin belirlediği, uyulmasını istediği, teşvik ettiği ve sürekli uyguladığı yoldur. Bu yola göre O'nun sünneti insanın en kolay olanı tercih edip giymesidir. Bazen yünden, bazen pamuktan, bazen ketenden giyinmesidir. Peygamber bazen Yemen abasını giymiş, bazen yeşil aba giymiş, cübbe giymiş, başına takke örtmüş, gömlek giymiş, şalvar giymiş, fistan giymiş, kürk giymiş, mest giymiş, ayakkabı giymiş, bazen saçının örüklerini arkaya sarkıtmış, bazen de olduğu gibi bırakmıştır...

Peygamberin yemeği hususunda ise şunları kaydetmektedir: Hz. Peygamberin yemeğine ilişkin hayatı da böyle idi. Var olanı geri çevirmez, olmayanı aratmazdı. Güzel şeyleri kendisine ikram edildiği zaman yerdi. Hoşuna gitmeyeni yemez ancak başkasının yemesine de engel olmazdı.

Asla bir yemeğe kusur aramazdı. Hoşuna giderse yer, yoksa bırakırdı. Nitekim kendisine ikram edilen keler yemeğini alışmadığı için yememiş, fakat onu ümmetine de haram kılmamıştır. Bu yemek O'nun kendi sofrasında yenmiş, O'da bakmıştır. Tatlı ve bal yemiş ve bunları çok sevmiştir. Yaş hurmayı da kuru hurmayı da yemiş, sütü hem sade olarak hem de başka şeylerle karışık olarak içmiştir. Kağut ve balı, su ile içmiş, hurma şerbetini içmiş, sütten ve undan yapılan çorbayı yemiş, salatalığı yaş hurma ile yemiş, kaymak yemiş, hurmayı ekmekle, ekmeği sirke ile yemiştir.

Kavrulmuş eti yemiş, pişirilmiş kabağı yemiş ve bu yemeği sevmiştir. Haşlanmış pazı- , yemeğini yemiş, tiridi yağla yemiş, peynir yemiş, ekmeği zeytinyağı ile yemiş, karpuzu yaş hurma ile yemiştir. Hurmayı kaymakla yemiş ve bunu sevmiştir. Güzel bir yemeği reddetmemiş ve zorla yemeye çalışmamıştır, zorluk çıkarmamıştır. İzlediği yol bulduğu yemekti, bulamadığında ise sabretmekte...

Peygamberin uykusu ve uyanması ile ilgili olarak da, şunları söylemektedir: Bazen döşek üzerine, bazen post üzerine, bazen hasır üzerine bazen yere, bazen divanın kumları üzerine, bazen de siyah bir örtü üzerine yatardı.

Hz. Peygamberin işleri düzenlemesinde kolaylığı, yumuşaklığı ve toleranslı davranmayı teşvik eden hadisleri ise gerçekten pek çoktur. Hepsini burada vermemiz zordur. Kolaylık gösterilen konuların başında inanç sistemi ve yükümlülükleri gelmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber "şüphesiz bu din kolaydır. Dinin tüm emirlerine sarılmayı deneyen herkes mağlup olur." (Buhari)

"işinizi kendi kendinize zorlaştırmayınız. Yoksa işiniz zorlaşır. Çünkü bir topluluk kendi işini zorlaştırmaya yöneldiğinde işleri zorlaştırılmıştı."(Ebu Davud)

"Bitkiler ne bir aşılmadık düzlük bırakmış ne de bir sırtı çıplak toprak bırakmıştır."(Buhari)

"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız."(Buhari, Müslim)

Sosyal ilişkilerle ilgili ise şöyle buyurmuştur: "Satın aldığında, sattığında ve hüküm verdiğinde toleranslı davranan adama Allah'ın rahmeti üzerine olsun."(Buhari)

"Mümin kolaycıdır ve yumuşak huyludur."(Beyhaki)

"Mümin başkalarıyla iyi geçinen kendisi ile iyi geçinilendir."(Darakutni) "Allah'ın en sevmediği adam, aşırı kin ve düşmanlık besleyendir."(Buhari, Müslim) Hz. Peygamberin takılan isimlerde ve jest ve mimiklerde bile zorluk ve katılıktan hoşlanmaması derin anlamlı işaretlerden sayılmaktadır.

Bu da onun fıtratının gerçek yüzünü Rabbinin O'nu düzenlemesini, yapı ve karakter olarak kolaylığa muvaffak kılışı göstermektedir. Said ibni Musayyib babasından (Allah ondan razı olsun) rivayetle babasının Hz. Peygambere geldiğini bildiren bir rivayeti kaydeder. Burada Peygamber Musayyib'e sorar: Adın nedir? O da sert ve katı anlamına gelen Hazn der. Bunun üzerine Peygamber: Aksine sen Sehl'sin, kolaysın der. Musayyib ise: Babamın bana verdiği ismi değiştirmem! der. İbni Musayyib der ki: O aramızda bundan sonra hep Hazune katı, üzüntülü olarak kalmıştır.(Buhari)

İbni Ömer derki: Hz. Peygamber Âsiye ismini Cemile diye değiştirmiştir. (Müslim) Hz. Peygamberin sözlerinden biri de şudur: Kardeşini güzel bir yüzle karşılaman iyiliktendir. (Tirmizi)

Bu öyle şefkatle dolu bir duygudur ki isimlerdeki ve detaylardaki sertlik ve katılığı bile görmekte ve ondan nefret etmektedir. Kolaylığa ve yumuşaklığa eğilim duymaktadır.

Hz. Peygamberin bütün hayatı hoş görünüm, kolaylığın, sakinliğin, yumuşaklığın ve tüm işlerde kolaylıkla bütünleşmenin en açık örnekleri ile doludur. Hz. Peygamberin gönülleri nasıl tedavi ettiğini gösteren aşağıdaki örnek Aynı zamanda O'nun metodunu ve karakterini, ortaya koymaktadır.

"Birgün kırsal kesimde yaşayan bir köylü Hz. Peygambere geldi. O'ndan birşeyler istiyordu. istediğini verdi ve ona dedi ki: sana iyilik ettim mi?

Köylü adam, hayır iyilikte etmedin, güzel de davranmadın! Müslümanlar öfkelendiler ve üzerine yürüdüler. Hz. Peygamber kendilerine işaret ederek durmalarını söyledi. Sonra evine gitti. Köylü adamı çağırdı ve birşeyler daha verdi. Sonra ona dedi: Sana iyilikte bulundum mu? Adam evet dedi. Allah sana güzel bir aile, güzel bir akraba çevresini vererek mükafatlandırsın. Hz. Peygamber ona sen daha önce birşeyler söylemiş ve arkadaşlarımın kalbini kırmıştın. Eğer dilersen yanımda söylediğin bu sözü onların yanında da söyle. Böylece onların gönlündeki sana olan kırgınlığı giderebilirsin dedi. Adam olur dedi. Sabah olduğunda adam geldi. Hz. Peygamber de geldi ve şöyle buyurdu: Bu köylü adam söylediğini söylemişti.

Biz de ona biraz daha ikramda bulunduk. O da buna razı oldu, öyle değil mi? Köylü adam evet dedi. Allah sana güzel bir aile ve hayırlı bir akraba çevresi versin. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Benimle bu köylü adamın durumu devesi kaçan bir adamın durumu gibidir. insanlar devenin peşinde koşmuş ama bu kalabalık deveyi daha çok ürkütmüştür. Deve sahibi sonunda insanlara benimle devemi başbaşa bırakın. Ben onun dilinden anlar, ona nasıl davranacağımı bilirim diye seslenmiştir. Devenin sahibi ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesi sakinleşerek gelip önüne çökmüştür. O da yükünü yüklemiş ve üstüne binmiştir. Eğer ben adamı söylediği o yerde kendi haline bıraksaydım onu öldürürdünüz ve ateşe girerdiniz.

İşte Hz. Peygamber kendisinden kaçan gönülleri böyle avucuna Alıyordu. Hem de bu sadelik, bu kolaylık, bu yumuşaklık ve bu uyum ile. Peygamberin hayatında bu konuda pekçok örnekler vardır. İşte bunların hepsi Rabbinin O'na müjdelediği hayatında, çağrısında ve tüm işlerinde kendisini muvaffak kıldığı, işlerin kolaylaştırılması türünden davranışlardır.

Kolaylığa muvaffak kılınan bu değerli, sevimli şahsiyet insanlığa bu davayı taşıyıp götürsün diye böyle yetiştirilmiştir. Böylece davanın doğası ile bu kişiliğin doğası, bu davanın gerçekliği ile bu kişiliğin gerçekliği bütünleşmiştir. İşte bu da Allah'ın kolaylaştırması ve başarılı kılması ile O'nun onca büyüklüğüne rağmen büyük emaneti omuzlaması için bir yeterlilik kazandırıyordu. Bu kolaylaştırma ile peygamberlik mesajı ağır bir yük olmaktan çıkıyor, sevilen bir işe, güzel bir uğraşıya sevince ve iç rahatlığına düşünüyordu.

Hz. Muhammed'in misyonu ve yerine getirmesi için görevlendirildiği davanın sıfatı hakkında Kur'an-ı Kerim'de şu açıklama yer almaktadır:
AYET-İ KERiME
"Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya 107)
AYET-İ KERiME
"Ümmi olan Resule, Nebiye uyanlar onu ellerindeki Tevrat ve incil'de görüyorlardı. Peygamber onlara iyiliği emrediyor, kendilerini kötülükten alıkoyuyor, güzel şeyleri kendilerine helal, kötü şeyleri kendilerine haram kılıyor, yüklerini hafifletiyor ve boyunlarındaki ağır yükümlülükleri kaldırıyordu." (A`raf 157)
Hz. Peygamberin omsuzuna aldığı peygamberlik misyonu hakkında ise Kur'an şöyle buyuruyor:
AYET-İ KERiME
"Biz Kur'an'ı öğüt için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?" (Kamer 22)
AYET-İ KERiME
"Allah dinde sizin üzerinize bir zorluk yüklememiştir." (Hac 78)
AYET-İ KERiME
"Yüce Allah hiç kimseye gücünün taşıyacağı yükten fazlasını yüklemez." (Bakara 286)

"Allah size bir zorluk yüklemek istemez. Sadece sizi arındırmak ister." (Maide 6)

Bu peygamberlik misyonu insanın gücü ölçüsünde kolaylaştırılmıştır. insanlara bir zorluk ve sıkıntı yüklemez. Bu kolaylık onun tüm yükümlülüklerine sirayet ettiği gibi ruhuna da yerleşmiştir. "Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (Rum 30)
İnsan nerede bu inanç sistemi ile beraber yürürse yürüsün, orada kolaylığı, insan gücünün göz önünde bulundurulduğunu, insanın değişik hallerinin, her çevrede ve her durumda karşılaştığı şartların hesaba katıldığını görecektir. inanç sisteminin kendisi dahi kolay kavranabilecek bir düşüncedir. Bir tek ilah vardır. O'nun hiçbir benzeri yoktur. O herşeyi yoktan var etmiştir. Varlığının amacına doğru yöneltmiştir. Peygamberler göndermiş, insanlara varlıklarının amacını hatırlatmış, onları yaratıcısına doğru çevirmiştir. Bunun ötesindeki tüm yükümlülükler hiçbir eğrilik ve sapma göstermeden sınırsız bir ahenkle bu inanç sisteminden kaynaklanmıştır.

insanlar onun kendilerine yüklediği görevi sıkıntıya düşmeden, zorlanmadan yerine getirebilmektedirler. "Size bir şey emredildiğinde gücünüz ölçüsünde onu yerine getiriniz. Size neyi yasak etmişsem ondan sakının." (Buhari,Müslim) Yasak olan konularda bile zaruret halinde bir sakınca yoktur. "Mecbur kaldıklarınız hariç." (En'am) İşte bu geniş ölçüler çerçevesinde tüm yükümlülükler bir bir belirlenir.

İşte bu nedenle peygamberin doğası ile peygamberlik misyonun doğası bütünleşmiştir. Davet yapan adam gerçeği ile davanın gerçeği birleşmiştir. Hem de bu köklü apaçık. oluşum içinde. Aynı şekilde kolaylaştırıcı peygamberin kolaylaştırılmış bir risalet misyonu ile kendisine gönderildiği ümmet de bu doğaya sahip idi. Bu orta bir ümmetti. Rahmetle müjdelenmiş iyiliği ve kolaylığı yüklenmiş bir ümmetti. Bu ümmetin yaratılışı ile bu koca evrenin yaratılışı gerçek bir uyum içine girmişti.

Bu evren bütün bir uyumu ve hareketindeki ahengi ile Allah'ın sanatını somutlaştırmakta hiçbir çatışmaya ve sürtüşmeye mahal vermeyen kolaylığını ve ahengini göstermektedir. Milyonlarca cisim, Allah'ın fezasında yüzmekte, gerçek bir uyum ve şaşırtıcı bir üstünlük içinde yörüngelerinde akıp gitmektedir. Herhangi bir çatışma karışıklık ve sürtüşmeye yer vermeden. Milyarlarca canlı yaratığı hayat, gayet düzenli ve mükemmel bir şekilde uzak ve yakın, amaçlarına doğru yönlendirmektedir. Her biri yaratılış görevini rahatlıkla yerine getirir, belirlenmiş biçimde amacına göre yol alır. Milyonlarca hareket, olay ve varlıklar belirlenmiş hedefleri doğrultusunda topluca veya kendi başlarına seyreder. Tıpkı aynı müzik aletlerinden yayılan farklı melodiler gibi. Böylece hepsi uzun ve devamlı bir orkestra ile bütünleşmektedir!

Hiç şüphesiz bu, varlığın doğası, liderlik misyonunun doğası. Peygamberin doğası ve Müslüman ümmetin doğası arasındaki sınırsız uyumun bir ifadesidir. Zira bu tek olan Allah'ın sanatıdır. Yoktan var eden, usta yaratıcının eseridir.

"O halde hatırlatmak fayda verirse hatırlat." Allah kelimesini O'na okutmuştur ve o artık unutmayacaktır. Allah'ın dilediği dışında hiçbir şeyi unutmayacaktır. O'nu kolay olana muvaffak etmiştir. Büyük emaneti omuzlayabilsin diye, hatırlatmada bulunsun diye. Çünkü O bunun için hazırlanmış, bunun için müjdelenmiştir. Nerede kalplere öğüt için fırsat bulabilirsen yol bulabilirsen, ulaştırma için araç bulabilirsen orada öğüt ver. Öğüt ver "fayda verecekse tabi'. Hatırlatma sürekli fayda verir. Ondan az çok yararlananlar asla tükenmez. Hiçbir nesil ve hiçbir yerleşim birimi öğütten faydalanma ve yararlanma yeteneğini tamamen yitirmez. İnsanlar ne kadar bozulursa bozulsun kalbler ne kadar katılaşırsa katılaşsın, perdeler ne kadar kalınlaşırsa kalınlaşsın.

Ayetlerin bu sıralanışı ve dizilişi üzerinde düşündüğümüzde peygamberlik misyonunun değerini ve emanetin büyüklüğünü kavrarız. Bu emaneti yerine getirmek bu kolaylığa muvaffak olmayı gerektirmiş, sözü edilen okutmayı ve Allah'ın teminatını zorunlu kılmıştır ki Hz. Peygamber bu azıkla donandıktan sonra hatırlatmanın zorluklarının üstesinden gelebilsin.

Hz. Peygamber bu görevini ve yükümlülüğünü yerine getirdiğinde vazifesini yapmış olur. Ondan sonra insanlar kendi halleri ile başbaşadırlar. Bu konudaki tutumları ve akıbetleri farklı olabilir. Yüce Allah bunların bu öğüde karşı tutumlarını göz önünde bulundurarak dilediği şekilde onları cezalandırır veya ödüllendirir:
 

MURATS44

Özel Üye
A'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

10- Allah'tan korkan, öğüt Alır.
11- Bedbaht olan ondan kaçacaktır.
12-O en büyük ateşe yaslanacaktır.
13- Sonra onun içinde ne ölür ne de yaşar.


Sen öğüt ver, hatırlat. "Allah'tan korkan." bu öğütten yararlanacaktır. Korkacak olan kalbi takva ile donanmış olandır. Allah'ın öfkesinden ve azabından korkandır. Diri olan kalb ürperir ve korkar. Çünkü o varlığını yaratıp düzelten, takdir edip yol gösteren insanı kendi haline bırakmayan, onları ihmal etmeyen, mutlaka iyiliğe ve kötülüğe karşı hesaba çekilecek olan doğrulukla, adaletle onları cezalandıracak olan bir ilahı olduğunu bilir. Bu nedenle korkar. Hatırlatıldığı zaman kendine gelir. Gösterildiği zaman görür. Öğüt verildiği zaman ibret Alır.

"Bedbaht olan ondan kaçacaktır." Öğütten kaçınır. Ona kulak asmaz, ondan yararlanmaz. Öyle ise o "Bedbahttır." Bütün anlamı ve kapsamı ile kötü. Bedbahtlığın son sınırının ve zirvesinin kendisinden somutlaştığı bedbaht. Boş, ölü, maddeye ve eğlenceye gömülmüş varlığın gerçeklerini hissetmeyen onun dosdoğru tanıklığına kulak asmayan, köklü ve derin mesajlarından etkilenmeyen, ruhu ile dünyada bedbaht olan yeryüzündeki küçük ve basit değerler peşinden, korku ve endişe içinde sürüklenerek yaşayan insan dünyada da bedbahttır. Ahirette de haddi hesabı olmayan azabı hak etmesiyle yine bedbaht olacaktır:

"O en büyük ateşe yaslanacaktır. Sonra onun içinde ne ölür ne de yaşar." Büyük ateş cehennem ateşidir. Şiddeti ile korkunç, süresi ile sonsuz, hacmi ile büyüktür. İnsan orada sürekli olarak kalacaktır. Ne orada ölüp rahatın tadına varacak, ne de rahat ve güven içinde yaşayacaktır. Sadece sürekli azap görecektir. Bu öyle bir azaptır ki, onunla karşılaşanlar ölümü en büyük kurtuluş umudu olarak göreceklerdir.

Devamda ise kurtuluşun temizlenmek ve arınmakla beraber olduğunu görüyoruz.
 

MURATS44

Özel Üye
A'LÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

14- Doğrusu mutluluğa ermiştir.
15- Rabbinin adını anıp namaz kılan.
16- Fakat siz şu dünya hayatını üstün tutuyorsunuz.
17- Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır.
18- Bu hüküm elbette ilk sahifelerde de vardır.
19- İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde.


"Doğrusu mutluluğa ermiştir. Rabbinin adını anıp namaz kılan." Ayet-i kerimede geçen teskiye her tür pislik ve kirden arınmaktır. Yüce Allah arınan ve Rabbinin adını anan, kalbine O'nun yüceliğini yerleştirip "namaz kılan". Evet İşte bu arınan, öğüt alan ve namaz kılan insanın "kurtulduğunu" kesin biçimde açıklıyor. Hem bu dünyada kurtulmuş hem de diri bir kalb ile Rabbine bağlı bir halde yaşayarak hatırlamanın tatlılığını ve sıcaklığını hissederek kurtulmuştur, hem de ahirette kurtulmuştur. Cehennemin büyük ateşinden kurtularak, nimetleri ve Allah'ın rızasını elde etmiştir. Bu ayette geçen fesallakavramının saygı ile ürpererek bağlandığı veya literatürdeki anlamı ile namazı ifade etmesi arasında fark yoktur. Her ikisi de hatırlamadan, Allah'ın yüceliğini kalbe yerleştirmeden ve onun ürpertisini vicdanında hissetmeden kaynaklanabilir.
Bu akıbet nerede, diğeri nerede? Bu son nerede, diğeri nerede?

Bu sahnenin gölgesinde bedbahtları bekleyen büyük ateş ve arınanları bekleyen kurtuluş ve başarı sahnesinin havasından muhatapları onların bedbahtlıklarının sebebine gafletlerinin kaynağına onları öğüt almaktan arınmaktan, kurtuluş ve başarıdan alıkoyan, büyük ateşe ve acı bedbahtlığa sürükleyen sebebe yöneltmektedir:

Şüphesiz dünya hayatını tercih etmek her kötülüğün başıdır. İşte bu tercihten dolayı insan öğütten/hatırlatmadan yüz çevirir. Çünkü öğüt onların ahireti hesaba katmalarını ve onu tercih etmelerini gerektirir. Halbuki onlar dünyayı istemekte ve onu tercih etmektedirler.

Dünyaya dünya denmesi tesadüf değildir. Dünya hem aşağılatıcı hem düşürücüdür. Ayrıca fanidir. Çabucak geçer. "Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha hayırlıdır. Zaman itibariyle daha kalıcıdır.

Bu gerçeğin ışığında dünyayı ahirete tèrcih etmek aptallık ve kötü değerlendirme olarak ortaya çıkmaktadır. Akıllı, sağduyu sahibi hiç kimse onu ahirete tercih edemez.

Surenin sonunda bu davanın tarihi seyri, kaynağının köklülüğü, köklerinin zamanın derinliklerine yayıldığı, yer ve zaman süreci boyunca ilkelerinin birliğine ilişkin bir işaret yer almaktadır.

"Bu hüküm elbette ilk sahifelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde." Bu akidenin büyük ilkelerini içeren, ve bu surede yer alan bu köklü-engin gerçek ilk kutsal sayfalarda; Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın kutsal sayfalarında yer alan gerçeğin aynısıdır.

Gerçeğin birliği, inanç sisteminin birliği, bunların kendisinden kaynaklandığı yerin birliğinin, insanlara peygamber göndermeyi gerektiren iradenin birliğinin gereğidir. Gerçek bir tanedir. Bir tek kaynağa dayanmaktadır. Yenilenen ihtiyaçların ve ardarda gelen devrelerin değişmesine göre detayları ve cüzi bölümleri değişir. Fakat yine de tek olan bir kaynaktan gelen aslı, temeli değişmez. Bu değişmeyen asıl yaratan ve düzelten takdir edip yol gösteren yüce Rabbinden gelmiştir.
 
Üst Alt