ÂLİ İMRÂN Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
ÂLİ İMRÂN  Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri
ÂLİ İMRÂN Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri
Bismillâhirrahmânirrahîm

3/ÂLİ İMRÂN-1: Elif lâm mîm.
Elif lâm mîm.


3/ÂLİ İMRÂN-2: Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm(kayyûmu).
Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, O, Hayy'dır (hayattadır), Kayyum'dur (ezelî ve ebedîdir).


3/ÂLİ İMRÂN-3: Nezzele aleykel kitâbe bil hakkı musaddikan limâ beyne yedeyhi ve enzelet tevrâte vel incîl(incîle).
Sana, onların ellerindeki (kitapları) tasdik eden Kitab'ı (Kur'ânı) hak ile, kısım kısım (âyet âyet) indirdi. Ve Tevrat ve İncil'i de indirdi.


3/ÂLİ İMRÂN-4: Min kablu huden lin nâsi ve enzelel furkân(furkâne), innellezîne keferû bi âyâtillâhi lehum azâbun şedîd(şedîdun), vallâhu azîzun zuntikâm(zuntikâmin).
Daha önce insanlar için, hidayete erdirici olarak (Tevrat'ı ve İncil'i indirdi) ve (sonra da) Furkan'ı (Hak ile bâtılı ayıran Kur'ân'ı) indirdi. Muhakkak ki onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Onlar için şiddetli azap vardır. Ve Allah Azîz'dir, intikam sahibidir (intikam alandır).


3/ÂLİ İMRÂN-5: İnnallâhe lâ yahfâ aleyhi şey'un fîl ardı ve lâ fîs semâ(semâi).
Muhakkak ki Allah'a yeryüzünde (hiç) bir şey gizli değildir ve gökte de…


3/ÂLİ İMRÂN-6: Huvellezî yusavvirukum fîl erhâmi keyfe yeşâ (yeşâu), lâ ilâhe illâ huvel azîzul hakîm(hakîmu).
O (Allah) ki, rahimlerde sizi dilediği gibi tasvir eder (şekil verir). O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîz'dir, Hakîm'dir.


3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te'vîlih(te'vîlihi), ve mâ ya'lemu te'vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: "Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).


3/ÂLİ İMRÂN-8: Rabbenâ lâ tuziğ kulûbenâ ba'de iz hedeytenâ veheb lenâ min ledunke rahmeh(rahmeten), inneke entel vehhâb(vehhâbu).
Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra, kalplerimizi saptırma. Senin katından bize vehbi olarak rahmet bağışla. Muhakkak ki sen, Vehhab'sın (vehbi olarak bağışlayansın).


3/ÂLİ İMRÂN-9: Rabbenâ inneke câmiun nâsi li yevmin lâ raybe fîh(fîhî), innallâhe lâ yuhliful mîâd(mîâde).
Rabbimiz muhakkak ki insanları, hakkında şüphe olmayan günde toplayacak olan Sen'sin. Muhakkak ki Allah vaadinden dönmez.


3/ÂLİ İMRÂN-10: İnnellezîne keferû len tuğniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şey'â(şey'en), ve ûlâike hum vekûdun nâr(nâri).
Muhakkak ki Allah'tan gelen bir şeye (azaba) karşı, kâfirlere, onların malları ve evlâtları asla bir fayda vermez. Ve işte onlar, onlar ateşin yakıtıdırlar.


3/ÂLİ İMRÂN-11: Ke de'bi âli fir'avne, vellezîne min kablihim kezzebû bi âyâtinâ, fe ehazehumullâhu bi zunûbihim vallâhu şedîdul ıkâb(ıkâbi).
(Onların durumu) Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin durumu gibidir. Âyetlerimizi yalanladılar, bunun üzerine Allah, onları günahları sebebiyle yakaladı. Ve Allah ikâbı (azabı) şiddetli olandır.


3/ÂLİ İMRÂN-12: Kul lillezîne keferû se tuglebûne ve tuhşerûne ilâ cehennem(cehenneme), ve bi'sel mihâd(mihâdu).
Kâfir olanlara de ki: "Yakında mağlup olacaksınız, cehennenemde toplanacaksınız. Ve (o) ne kötü bir döşektir."


3/ÂLİ İMRÂN-13: Kad kâne lekum âyetun fî fieteynil tekatâ fietun tukâtilu fî sebîlillâhi ve uhrâ kâfiratun yeravnehum misleyhim ra'yel ayn(ayni), vallâhu yûeyyidu bi nasrihî men yeşâ (yeşâu) inne fî zâlike le ibreten li ulîl ebsâr(ebsâri).
(Bedir savaşında) çarpışan iki fırka, sizin için bir ibret olmuştur. Bir fırka Allah'ın yolunda savaşıyor ve diğeri kâfir olan (fırka), onları (bizzat) gözleri ile kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah dilediğini, kendi yardımı ile destekler. Muhakkak ki bunda, ulûl ebsar (basîret sahipleri) için mutlaka ibret vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).
İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.


3/ÂLİ İMRÂN-15: Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim cennâtun tecrî min tahtıhel enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun ve rıdvânun minallâh(minallâhi), vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi).
De ki: "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için, Rabb'lerinin katında, içinde devamlı kalacakları, altından nehirler akan cennetler, temiz eşler ve Allah'ın rızası vardır." Allah kullarını en iyi görendir.


3/ÂLİ İMRÂN-16: Ellezîne yekûlune rabbenâ innenâ âmennâ fagfir lenâ zunûbenâ ve kınâ azâben nâr(nâri).
Onlar (takva sahipleri): "Rabbimiz, biz hiç şüphesiz mü'min olduk (îmân ettik), artık bizim günahlarımızı (sevaba çevirerek) bize mağfiret et ve bizi ateş azabından koru." derler.


3/ÂLİ İMRÂN-17: Es sâbirîne ves sâdıkîne vel kânitîne vel munfikîne vel mustagfirîne bil eshâr(eshâri).
(Onlar), sabredenler, sâdıklar (ahdlerine vefa edenler), kânitîn olanlar (Allah'ın huzurunda saygı ile duranlar), infâk edenler (Allah için verenler) ve seherlerde mağfiret dileyenlerdir.


3/ÂLİ İMRÂN-18: Şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ huve, vel melâiketu ve ulûl ilmi kâimen bil kıst(kıstı), lâ ilâhe illâ huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Allah, şehâdet (şahitlik) etti: Muhakkak ki O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de adaletle kâim oldular (şahit oldular) ki, O'ndan başka ilâh yoktur, (O) Azîz'dir, Hakîm'dir.


3/ÂLİ İMRÂN-19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mahtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba'di mâ câehumulılmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).
Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.


3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


3/ÂLİ İMRÂN-21: İnnellezîne yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayri hakkın ve yaktulûnellezîne ye’murûne bil kıstı minen nâsi, fe beşşirhum bi azâbin elîm(elîmin).
Muhakkak ki, Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri, peygamberleri haksız yere öldürenleri, insanlardan adalet ile emredenleri öldürenleri artık "elîm azap" ile müjdele.


3/ÂLİ İMRÂN-22: Ulâikellezîne habitat a'mâluhum fîd dunyâ vel âhirah(âhirati), ve mâ lehum min nâsırîn(nâsırîne).
İşte onların amelleri dünyada ve âhirette hebâ olmuştur. Ve onlar için bir yardımcı yoktur.


3/ÂLİ İMRÂN-23: E lem tera ilellezîne ûtû nasîben minel kitâbi yud'avne ilâ kitâbillâhi li yahkume beynehum summe yetevellâ ferîkun minhum ve hum mu’ridûn(mu’ridûne).
Kendilerine Kitab'dan nasip verilenleri görmedin mi? Aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitab'ına davet olunuyorlar, sonra onlardan bir grub geri dönüyor ve onlar yüz çevirenlerdir.


3/ÂLİ İMRÂN-24: Zâlike bi ennehum kâlû len temessenen nâru illâ eyyâmen ma'dûdât(ma'dûdâtin), ve garrahum fî dînihim mâ kânû yefterûn(yefterûne).
Bu, onların "Ateş bize sayılı günlerden başka asla dokunmayacak" demeleri sebebiyledir. Ve onların dînleri hakkında iftira etmiş oldukları şeyler, kendilerini aldattı.


3/ÂLİ İMRÂN-25: Fe keyfe izâ cema'nâhum li yevmin lâ raybe fîhi ve vuffiyet kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
O halde, hakkında şüphe olmayan bir gün için onları topladığımız ve her nefse, kazandığının karşılığı verildiği zaman halleri nasıl olacak? Ve onlar zulüm olunmazlar (haksızlığa uğramazlar).


3/ÂLİ İMRÂN-26: Kulillâhumme mâlikel mulki tû'til mulke men teşâu ve tenziul mulke mimmen teşâ(teşâu), ve tuizzu men teşâu ve tuzillu men teşâ (teşâu, bi yedikel hayr(hayru), inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
De ki: "Mülkün mâliki olan Allah'ım. Mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Ve dilediğini azîz kılarsın ve dilediğini zelil edersin. "Hayır" senin elindedir. Muhakkak ki sen herşeye kaadirsin.


3/ÂLİ İMRÂN-27: Tûlicul leyle fîn nehâri ve tûlicun nehâra fîl leyl(leyli), ve tuhricul hayya minel meyyiti ve tuhricul meyyite minel hayy(hayyi), ve terzuku men teşâu bi gayri hısâb(hısâbın).
Geceyi gündüzün içine sokarsın ve gündüzü gecenin içine sokarsın. Canlıyı ölüden çıkarırsın ve ölüyü canlıdan çıkarırsın. Ve dilediğin kimseyi hesapsız rızıklandırırsın.


3/ÂLİ İMRÂN-28: Lâ yettehizil mu'minûnel kâfirîne evliyâe min dûnil mu'minîn(mu'minîne), ve men yef'al zâlike fe leyse minallâhi fî şey'in illâ en tettekû minhum tukâta(tukâten), ve yuhazzirukumullâhu nefseh(nefsehu), ve ilallâhil masîr(masîru).
Mü'minler, mü'minlerden başkasını (yani) kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, o Allah'dan bir şeyin (rahmet ve fazlın) içinde değildir. Onlardan korunmanız için sakınmanız (dost olmanız) hariç. Ve Allah, sizi kendisinden sakındırır (takva sahibi olmanızı ister). Ve dönüş Allah'adır (ruhun ulaşacağı makam, Allah'ın Zat'ıdır).


3/ÂLİ İMRÂN-29: Kul in tuhfû mâ fî sudûrikum ev tubdûhu ya'lemhullâh(ya'lemhullâhu), ve ya'lemu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı), vallâhu alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
De ki: Sinelerinizde olanı, gizleseniz veya onu açıklasanız da, Allah onu bilir. Ve (Allah), göklerde ve yerde olanları bilir. Ve Allah herşeye kadîrdir.


3/ÂLİ İMRÂN-30: Yevme tecidu kullu nefsin mâ amilet min hayrin muhdâran, ve mâ amilet min sû (sûin), teveddu lev enne beynehâ ve beynehû emeden baîdâ(baîden), ve yuhazzirukumullâhu nefseh(nefsehu), vallâhu raûfun bil ıbâd(ıbâdi).
O gün her nefs, hayırdan ne yaptıysa onu hazır olarak bulur (hayat filminde tüm yaptıklarını görür). Ve kötülükten ne yaptı ise, onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını temenni eder. Ve Allah sizi, kendisinden sakındırır (Takva sahibi olmanızı, ölmeden önce, ruhunuzu Allah'a ulaştırmanızı ister). Ve Allah kullarına karşı Raûf'tur.


3/ÂLİ İMRÂN-31: Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vallâhu gafûrun rahîm(rahîmun).
De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, o taktirde bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı mağfiret etsin (sevaba çevirsin). Ve Allah "Gafur"dur, "Rahîm"dir."


3/ÂLİ İMRÂN-32: Kul etîûllâhe ver resûl(resûle), fe in tevellev fe innallâhe lâ yuhibbul kâfirîn(kâfirîne).
De ki: "Allah'a ve Resûl'e itaat ediniz." Bundan sonra eğer dönerlerse, o taktirde muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez.


3/ÂLİ İMRÂN-33: İnnallâhestafâ âdeme ve nûhan ve âle ibrâhîme ve âle imrâne alel âlemîn(âlemîne).
Muhakkak ki Allah, Hazreti Âdem'i, Hazreti Nuh'u, Hazreti İbrâhîm'in ailesini ve İmran ailesini, âlemlerin üstüne seçti.


3/ÂLİ İMRÂN-34: Zurriyyeten ba'duhâ min ba'd(ba'din), vallâhu semîun alîm(alîmun).
(Onlar) birbirinin zürriyetindendir (neslindendir). Ve Allah Semî 'dir (en iyi işitendir), Alîm'dir (en iyi bilendir).


3/ÂLİ İMRÂN-35: İz kâlet imraetu ımrâne rabbi innî nezertu leke mâ fî batnî muharraran fe tekabbel minnî, inneke entes semîul alîm(alîmu).
İmrân'ın eşi (Hanne): "Rabbim ben, karnımda olanı (doğacak çocuğumu), hür olarak senin için (yalnız sana itaat ve ibadet etsin diye) nezrettim (adadım). Artık (onu) benden kabul buyur. Muhakkak ki Sen Semi'sin (en iyi işitensin), Alîm'sin (en iyi bilensin)." demişti.


3/ÂLİ İMRÂN-36: Fe lemmâ vadaathâ kâlet rabbi innî vada tuhâ unsâ vallâhu a'lemu bi mâ vadaat ve leysez zekeru kel unsâ, ve innî semmeytuhâ meryeme ve innî uîzuhâ bike ve zurriyyetehâ mineş şeytânir racîm(racîmi).
Fakat onu doğurunca: "Rabbim, gerçekten ben onu kız olarak doğurdum" dedi. Ve Allah, onun ne doğurduğunu çok iyi biliyordu. "Erkek, kız (çocuğu) gibi değildir. Ben onu, "Meryem" diye isimlendirdim ve muhakkak ki ben, onu ve onun zurriyetini, taşlanmış şeytandan Sana sığındırırım" dedi.


3/ÂLİ İMRÂN-37: Fe tekabbelehâ rabbuhâ bi kabûlin hasenin ve enbetehâ nebâten hasenen, ve keffelehâ zekeriyyâ kullemâ dehale aleyhâ zekeriyyal mihrâbe, vecede indehâ rızkâ(rızkan), kâle yâ meryemu ennâ leki hâzâ kâlet huve min indillâh(indillâhi), innallâhe yerzuku men yeşâu bi gayri hısâb(hısâbın).
Böylece Rabbi onu güzel bir kabulle kabul buyurdu, güzel bir şekilde yetiştirdi. Ve Zekeriyya (A.S)'ı, ona bakmakla mükellef kıldı. Zekeriyya (A.S), onun yanına mihraba her girişinde, onun yanında bir rızık bulurdu, "Yâ Meryem, bu sana nasıl, nereden (geldi)" deyince, o da: "O, Allah'ın katından" diyordu. Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.


3/ÂLİ İMRÂN-38: Hunâlike deâ zekeriyyâ rabbeh(rabbehu), kâle rabbi heblî min ledunke zurriyyeten tayyibeh(tayyibeten), inneke semîud duâ’(duâi).
Zekeriyya (A.S), işte orada Rabbine dua etti: "Rabbim, bana Senin katından temiz bir nesil bağışla, muhakkak ki sen duayı en iyi işitensin" dedi.


3/ÂLİ İMRÂN-39: Fe nâdethul melâiketu ve huve kâimun yusallî fîl mihrâbi, ennallâhe yubeşşiruke bi yahyâ musaddikan bi kelimetin minallâhi ve seyyiden ve hasûran ve nebiyyen mines sâlihîn(sâlihîne).
Bunun üzerine, o (Zekeriyya A.S) mihrabda kaim olarak namaz kılarken, melekler, "Allah'ın, onu, "Allah'tan bir kelimeyi (Hazreti İsa'yı) tasdik edici olarak, seyyid, nefsine hakim, ve Nebî olan, salihlerden "Yahya" ile müjdelediğini" nidâ ettiler (bildirdiler).


3/ÂLİ İMRÂN-40: Kâle rabbi ennâ yekûnu lî gulâmun ve kad beleganiyel kiberu vemraetî âkir(âkirun), kâle kezâlikellâhu yef"alu mâ yeşâ(yeşâu).
(Zekeriyâ A.S) : "Rabbim benim oğlum nasıl olur, bana ihtiyarlık erişmişken. Ve benim kadınım da kısırdır. dedi. (Allah da ): "İşte böyle, Allah dilediğini yapar." buyurdu.


3/ÂLİ İMRÂN-41: Kâle rabbic’al lî âyeh(âyeten), kâle âyetuke ellâ tukellimen nâse selâsete eyyâmin illâ remzâ(remzan), vezkur rabbeke kesîran ve sebbih bil aşiyyi vel ibkâr(ibkâri).
(Zekeriyâ A.S): "Rabbim bana bir alâmet (işâret) kıl" dedi. (Allah): "Senin alâmetin üç gün insanlarla rumuzdan (işaretten) başka bir şekilde konuşmamandır. Ve Rabbini çok zikret ve O'nu, akşam ve sabah tesbih et." buyurdu.


3/ÂLİ İMRÂN-42: Ve iz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhastafâki ve tahhareki vestafâki alâ nisâil âlemîn(âlemîne).
Ve melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem muhakkak ki Allah, seni seçti ve tertemiz yarattı ve seni âlemlerin kadınları üzerine üstün kıldı."


3/ÂLİ İMRÂN-43: Yâ meryemuknutî li rabbiki vescudî verkai mear râkiîn(râkiîne).
Ey Meryem! Rabbin için kânitîn ol (Rabb'inin huzurunda huşû ile dur) ve secde et ve rukû edenlerle birlikte rukû et.


3/ÂLİ İMRÂN-44: Zâlike min enbâil gaybi nûhîhi ileyk(ileyke), ve mâ kunte ledeyhim iz yulkûne eklâmehum eyyuhum yekfulu meryeme, ve mâ kunte ledeyhim iz yahtesımûn(yahtesımûne).
İşte bu, gayb haberlerindendir, onu sana vahyediyoruz. Ve "Meryem'e, onlardan hangisi kefil (vekil) olacak? diye, onlar (kur'a çekmek için) kalemlerini attıkları zaman, sen onların yanlarında değildin. Ve onlar tartışırken de, sen onların yanlarında değildin.


3/ÂLİ İMRÂN-45: İz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhe yubeşşiruki bi kelimetin minh(minhu), ismuhul mesîhu îsebnu meryeme vecîhan fîd dunyâ vel âhıreti ve minel mukarrebîn(mukarrebîne).
Melekler şöyle demişlerdir: "Ey Meryem,! Muhakkak ki Allah, Kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor. Onun ismi "Mesih, Meryem oğlu Îsâ'dır. Dünyada ve ahirette şereflidir ve mukarrebinlerdendir."


3/ÂLİ İMRÂN-46: Ve yukellimun nâse fîl mehdi ve kehlen ve mines sâlihîn(sâlihîne).
Ve beşikteyken ve yetişkin olunca da insanlarla konuşacak. Ve o sâlihlerdendir.


3/ÂLİ İMRÂN-47: Kâlet rabbi ennâ yekûnu lî veledun ve lem yemsesnî beşer(beşerun), kâle kezâlikillâhu yahluku mâ yeşâ(yeşâu) izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn(yekûnu).
(Hz Meryem): Rabbim, benim çoçuğum nasıl olur? Bana bir beşer dokunmadı dedi. (Allah şöyle buyurdu): İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir emrin (işin) olmasını takdir ettiği zaman, sadece ona "ol!" der, o hemen olur.


3/ÂLİ İMRÂN-48: Ve yuallimuhul kitâbe vel hikmete vet tevrâte vel incîl(incîle).
Ve (Allah) ona Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.


3/ÂLİ İMRÂN-49: Ve resûlen ilâ benî isrâîle ennî kad ci'tukum bi âyetin min rabbikum, ennî ehluku lekum minet tîni ke heyetit tayri fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh(iznillâhi), ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyîl mevtâ bi iznillâh(iznillâhi), ve unebbiukum bi mâ te'kulûne ve mâ teddehırûne, fî buyûtikum inne fî zâlike le âyeten lekum in kuntum mu'minîn(mu'minîne).
Ve onu (Meryem oğlu Îsâ Mesih'i ), "Benî İsrâîl'e (İsrailoğulları'na)" resûl olarak gönderecek. (Onlara şöyle diyecek): "Muhakkak ki ben size Rabbiniz'den âyet (mucizeler) getirdim. Ben gerçekten size nemli topraktan kuş heykeli yaparım, sonra onun içine üflerim. O zaman o, Allah'ın izniyle kuş olur. Doğuştan kör olanı ve abraş hastalığını iyileştiririm. Ve Allah'ın izniyle ölüyü diriltirim. Yediğiniz şeyleri ve evlerinizde biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm. Eğer siz mü'minler iseniz muhakkak ki bunlarda sizin için elbette âyetler (deliller) vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-50: Ve musaddikan limâ beyne yedeyye minet tevrâti ve li uhılle lekum ba'dallezî hurrime aleykum ve ci'tukum bi âyetin min rabbikum fettekûllâhe ve etîûn(etîûni).
Ve önümde bulunan Tevrat'tan (olan âyetleri ) tasdik edici olarak, ve de size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl kılmak için, Rabbiniz'den size âyet getirdim. Allah'a karşı takva sahibi olunuz. Ve bana itaat ediniz.
 

MURATS44

Özel Üye
3/ÂLİ İMRÂN-51: İnnallâhe rabbî ve rabbikum fa'budûh(fa'budûhu), hâzâ sırâtun mustakîm(mustakîmun).
Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim ve sizin de Rabbiniz'dir. O halde O'na kul olun. (İşte) bu Sırâtı Mustakîm'dir (Allah'a ulaştıran yoldur).


3/ÂLİ İMRÂN-52: Fe lemmâ ehassa îsâ min humul kufre kâle men ensârî ilâllâh(ilâllâhi), kâlel havâriyyûne nahnu ensârullâh(ensârullâhi), âmennâ billâh(billâhi), veşhed bi ennâ muslimûn(muslimûne).
Fakat İsa, onlardan inkâr hissedince Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kimlerdir? dedi. Havariler: Biz Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a îman ettik (ruhumuzu ölmeden önce Allah'a ulaştırmayı diledik) ve bizim (Allah'a) teslim olduğumuza şahit ol. dediler.


3/ÂLİ İMRÂN-53: Rabbenâ âmennâ bi mâ enzelte vetteba'nâr resûle fektubnâ meaş şâhidîn(şâhidîne).
Rabbimiz, Senin indirdiğin şeye inandık ve Resûl'e tâbî olduk, artık bizi şahitlerle beraber yaz.


3/ÂLİ İMRÂN-54: Ve mekerû ve mekarallâh(mekarallâhu), vallâhu hayrul mâkirîn(mâkirîne).
Ve onlar hile yaptılar, Allah da (onlara) hile yaptı. Ve Allah, (hileye karşı) hile yapanların en hayırlısıdır.


3/ÂLİ İMRÂN-55: İz kâlellâhu yâ îsâ innî muteveffîke ve râfiuke ileyye ve mutahhiruke minellezîne keferû ve câilullezînettebeûke fevkallezîne keferû ilâ yevmil kıyâmeh(kıyâmeti), summe ileyye merciukum fe ahkumu beynekum fîmâ kuntum fîhi tahtelifûn(tahtelifûne).
Allah, şöyle buyurmuştu: Ey Îsâ! Muhakkak ki seni vefat ettirecek olan ve seni Kendime (katıma) yükseltecek olan ve kâfirlerden temizleyecek olan Benim. Sana tâbî olanları kıyâmet gününe kadar, kâfirlerden üstün kılacak olan Benim. Sonra sizin merciiniz Benim (dönüşünüz Bana'dır). O zaman sizin ihtilâf etmiş olduğunuz şeyler hakkında aranızda hüküm vereceğim.


3/ÂLİ İMRÂN-56: Fe emmellezîne keferû fe uazzibuhum azâben şedîden fîd dunyâ vel âhıreti, ve mâ lehum min nâsirîn(nâsirîne).
Fakat inkâr edenlere ise, o taktirde dünyada ve ahirette şiddetli azapla azap edeceğim. Ve onların bir yardımcısı yoktur.


3/ÂLİ İMRÂN-57: Ve emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe yuveffîhim ucûrehum vallâhu lâ yuhibbuz zâlimîn(zâlimîne).
Lakin, âmenû olan (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyen) ve amilus sâlihat (nefsi tezkiye edici amel) yapanlara ise ecirleri (mükafaatları) ödenir. Ve Allah, zâlimleri sevmez.


3/ÂLİ İMRÂN-58: Zâlike netlûhu aleyke minel âyâti vez zikril hakîm hakîmi).
Bu sana tilavet ettiklerimiz (anlattıklarımız), âyetlerden ve Hakîm olan (hüküm ve hikmet içeren) Zikir'dendir.


3/ÂLİ İMRÂN-59: İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem(âdeme), halakahu min turâbin summe kâle lehu kun fe yekûn(yekûnu).
Muhakkak ki Allah'ın indinde (nezdinde) Hz. Îsâ'nın durumu, Hz. Âdem'in durumu (yaratılışı) gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi ( ve o oldu).


3/ÂLİ İMRÂN-60: El hakku min rabbike fe lâ tekun minel mumterîn(mumterîne).
Hak, senin Rabbin'dendir. Öyleyse şüphe edenlerden olma!


3/ÂLİ İMRÂN-61: Fe men hâcceke fîhi min ba'di mâ câeke minel ilmi fe kul teâlev ned'u ebnâenâ ve ebnâekum ve nisâenâ ve nisâekum ve enfusenâ ve enfusekum summe nebtehil fe nec'al la'netallâhi alel kâzibîn(kâzibîne).
Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışırsa o zaman de ki: Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım (bir araya toplanalım). Sonra dua edelim, böylece Allah'ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.


3/ÂLİ İMRÂN-62: İnne hâzâ le huvel kasasul hakk(hakku), ve mâ min ilâhin illâllâh(illâllâhu), ve innellâhe le huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Muhakkak ki bu (Hz. Îsâ hakkında anlatılan), "gerçekten hak kısas"tır (gerçektir). Ve Allah'tan başka bir ilâh yoktur. Ve muhakkak ki Allah, gerçekten O Azîz'dir, Hakîm'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).


3/ÂLİ İMRÂN-63: Fe in tevellev fe innallâhe alîmun bil mufsidîn(mufsidîne).
Buna rağmen dönerlerse, o zaman muhakkak ki Allah, fesat çıkaranları en iyi bilendir.


3/ÂLİ İMRÂN-64: Kul yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum ellâ na'bude illâllâhe ve lâ nuşrike bihî şey'en ve lâ yettehize ba'dunâ ba'den erbâben min dûnillâh(dûnillâhi), fe in tevellev fe kûlûşhedû bi ennâ muslimûn(muslimûne).
De ki: Ey Kitab Ehli! Sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye (Tevhit sözüne) geliniz. Allah'tan başkasına kul olmayalım ve O'na hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayalım ve bir kısmımız, bazılarını, Allah'tan başka Rab'ler edinmesinler. Bundan sonra eğer dönerlerse, o zaman; "Bizim müslüman olduğumuza (teslim olduğumuza) şahit olun" deyiniz.


3/ÂLİ İMRÂN-65: Yâ ehlel kitâbi lime tuhâccûne fî ibrâhîme ve mâ unziletit tevrâtu vel incîlu illâ min ba'dih(ba'dihî), e fe lâ ta'kılûn(ta'kılûne).
Ey Kitab ehli! Hz. İbrahim hakkında nasıl tartışıyorsunuz ki; Tevrat ve İncil ondan önce indirilmedi ki (ondan sonra indirildi). Hâlâ akıl etmiyor musunuz?


3/ÂLİ İMRÂN-66: Hâ entum hâulâi hâcectum fî mâ lekum bihî ilmun fe lime tuhâccûne fî mâ leyse lekum bihî ilm(ilmun), vallâhu ya'lemu ve entum lâ ta'lemûn(ta'lemûne).
İşte siz busunuz. Kendisine dair ilminiz olmayan bir şey hakkında tartıştınız. Artık bilginiz olmayan bir şey hakkında siz niçin tartışıyorsunuz? Ve Allah bilir ve siz bilmezsiniz.


3/ÂLİ İMRÂN-67: Mâ kâne ibrâhîmu yahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfen muslimâ(muslimen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).
Hz. İbrâhîm, yahudi veya nasrani olmadı. Fakat hanif (Allah'ın tek oluşuna, ölmeden önce ruhun O'na ulaştırılmasının ve Allah'a teslim olmanın farz olduğuna inanan), (Allah'a teslim olmuş) bir müslümandı. Ve o müşriklerden olmadı.


3/ÂLİ İMRÂN-68: İnne evlen nâsi bi ibrâhîme lellezînettebeûhu ve hâzan nebiyyu vellezîne âmenû vallâhu veliyyul mu'minîn(mu'minîne).
Muhakkak ki Hz.İbrâhîm'e insanların en yakın olanı elbette ona tâbî olanlar ve bu peygamber (Hz. Muhammed) ve âmenû olanlardır (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir). Ve Allah, mü'minlerin dostudur.


3/ÂLİ İMRÂN-69: Veddet tâifetun min ehlil kitâbi lev yudillûnekum ve mâ yudıllûne illâ enfusehum ve mâ yeş'urûn.
Ehli Kitap'tan bir grup sizi dalâlete düşürmeyi diledi. Onlar, kendilerinden başkasını dalâlete düşüremezler. Ve onlar farkında değiller.


3/ÂLİ İMRÂN-70: Yâ ehlel kitâbi lime tekfurûne bi âyâtillâhi ve entum teşhedûn(teşhedûne).
Ey Ehli Kitap! Siz şahit olduğunuz halde niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?


3/ÂLİ İMRÂN-71: Ya ehlel kitâbi lime telbisûnel hakka bil bâtılı ve tektumûnel hakka ve entum ta'lemûn(ta'lemûne).
Ey Kitap Ehli! Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz? Ve siz bildiğiniz halde hakkı niçin gizliyorsunuz?


3/ÂLİ İMRÂN-72: Ve kâlet tâifetun min ehlil kitâbi âminû billezî unzile alellezîne âmenû vechen nehâri vekfurû âhirahu leallehum yerciûn(yerciûne).
Kitap ehlinden bir grup (diğerlerine): Âmenû olanlara indirilmiş olana, gündüz îmân edin, ve (günün) sonunda (akşamleyin) inkâr edin. Umulur ki böylece onlar (dînlerinden) dönerler. dediler.


3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu'minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu'tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu'tîhi men yeşâ (yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın. (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah'a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir. Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: "Muhakkak ki fazl Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir". Ve Allah, Vâsi'dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


3/ÂLİ İMRÂN-74: Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ (yeşâu), vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Rahmetini dilediğine tahsis eder. Ve Allah, "Büyük Fazl" sahibidir.


3/ÂLİ İMRÂN-75: Ve min ehlil kitâbi men in te"menhu bi kıntârin yueddihî ileyk(ileyke), ve minhum men in te'menhu bi dînârin lâ yueddihî ileyke illâ mâ dumte aleyhi kâimâ(kâimen), zâlike bi ennehum kâlû leyse aleynâ fîl ummiyyîne sebîl(sebîlun), ve yekûlûne alâllâhil kezibe ve hum ya'lemûn(ya'lemûne).
Kitap ehlinden öyle kimseler var ki; ona kantar kantar (altın) emanet etsen onu sana iade eder. Ve yine onlardan öyle kimseler var ki; eğer ona bir dinar emanet versen başında devamlı dikilmedikçe onu sana iade etmez. Bu onların: Ümmiler hakkında bizim üzerimize bir yol (sorumluluk) yoktur.” demelerindendir. Allah'a karşı bilerek yalan söylüyorlar.


3/ÂLİ İMRÂN-76: Belâ men evfâ bi ahdihî vettekâ fe innallâhe yuhibbul muttekîn(muttekîne).
Hayır, (öyle değil)! Kim (Allah ile olan) ahdini yerine getirir ve takva sahibi olursa, o taktirde muhakkak ki Allah, takva sahiplerini sever.


3/ÂLİ İMRÂN-77: İnnellezîne yeşterûne bi ahdillâhi ve eymânihim semenen kalîlen ulâike lâ halaka lehum fîl âhırati ve lâ yukellimuhumullâhu ve lâ yenzuru ileyhim yevmel kıyâmeti ve lâ yuzekkîhim ve lehum azâbun elîm(elîmun).
Muhakkak ki onlar; Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere satarlar. İşte onlar için ahirette bir nasip yoktur. Ve Allah onlar ile konuşmayacak ve kıyamet günü onlara nazar etmeyecek (bakmayacak). Ve onları temize çıkarmayacak ve onlar için elim azap vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-78: Ve inne minhum le ferîkan yelvûne elsinetehum bil kitâbi li tahsebûhu minel kitâbi ve mâ huve minel kitâb(kitâbi), ve yekûlûne huve min indillâhi ve mâ huve min indillâh(indillâhi), ve yekûlûne alâllâhil kezibe ve hum ya'lemûn(ya'lemûne).
Ve muhakkak ki onlardan (Ehli Kitap'tan) bir grup mutlaka, onu (okuduklarını) kitaptan zannetmeniz için kitabı okurken dillerini eğip bükerler oysa o kitaptan değildir. O, Allah'ın katından olmadığı halde: "O, Allah'ın katındandır" derler. Ve onlar Allah'a karşı bilerek yalan söylüyorlar.


3/ÂLİ İMRÂN-79: Mâ kâne li beşerin en yu'tiyehullâhul kitâbe vel hukme ven nubuvvete summe yekûle lin nâsi kûnû ıbâden lî min dûnillâhi ve lâkin kûnû rabbâniyyîne bi mâ kuntum tuallimûnel kitâbe ve bimâ kuntum tedrusûn(tedrusûne).
Bir insan için, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra onun insanlara; "Allah'tan başka bana kul olun" demesi olamaz (mümkün değildir). Fakat, sizin kitabı tedris etmiş (okuyup öğrenmiş) olmanız ve öğretiyor olmanızdan dolayı ancak: "Rabbâni (kendini Rabb'e adamış) kullar olunuz" der.


3/ÂLİ İMRÂN-80: Ve lâ ye'murekum en tettehizûl melâikete ven nebiyyîne erbâbâ(erbâben), e ye’murukum bil kufri ba'de iz entum muslimûn(muslimûne).
Ve size: "Melekleri ve peygamberleri Rab'ler edinin!" diye emretmez. Siz, müslüman olduktan (teslim olduktan) sonra size küfrü emreder mi?


3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tensurunneh(tensurunnehu), kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, "Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, ona mutlaka îmân edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz" diye misak aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?" diye buyurdu. (Onlar da): "İkrar ettik (kabul ettik)" dediler. (Allahû Teâlâ): "Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim." buyurdu.


3/ÂLİ İMRÂN-82: Fe men tevellâ ba'de zâlike fe ulâike humul fâsikûn(fâsikûne).
Artık bundan sonra, kim yüz çevirirse (nebilerden sonra gelecek olan bu Resûl'ü inkâr ederse), işte onlar, onlar fâsıklardır.


3/ÂLİ İMRÂN-83: E fe gayre dînillâhi yebgûne ve lehû esleme men fîs semâvâti vel ardı tav'an ve kerhen ve ileyhi yurceûn(yurceûne).
Onlar, hâlâ Allah'ın dîninden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde kim varsa, hepsi tav'an ve kerhen (isteyerek ve istemeyerek) O'na teslim oldular ve onlar, O'na (Allah'a), geri döndürülecekler.


3/ÂLİ İMRÂN-84: Kul âmennâ billâhi ve mâ unzile aleynâ ve mâ unzile alâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya'kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ven nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum, ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne).
"Allah'a ve bize indirilene ve İbrâhîm (A.S)'a, İsmâil (A.S)'a, İshâk (A.S)'a, Yâkub (A.S)'a ve Yâkub oğulları'na indirilenlere, Hz. Mûsâ'ya ve Hz. Îsâ'ya ve nebilere Rab'leri tarafından verilenlere îmân ettik. Onların arasından birini (diğerlerinden) ayırdetmeyiz. Ve biz O'na (Allah'a) teslim olanlarız." de.


3/ÂLİ İMRÂN-85: Ve men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minh(minhu), ve huve fîl âhireti minel hâsirîn(hâsirîne).
Ve kim İslâm'dan başka bir dîn ararsa, o taktirde kendisinden asla kabul edilmez ve o, ahirette "hüsranda olanlar"dan olur.


3/ÂLİ İMRÂN-86: Keyfe yehdillâhu kavmen keferû ba'de îmânihim ve şehidû enner resûle hakkun ve câehumul beyyinât(beyyinâtu) vallâhu lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Îmânlarından sonra inkâr eden kavmi, Allah nasıl hidayete erdirir? Ve onlar, Resûl'ün Hak olduğuna şahit oldular ve onlara beyyineler (açık deliller) geldi. Ve Allah, zâlimler kavmini hidayete erdirmez.


3/ÂLİ İMRÂN-87: Ulâike cezâuhum enne aleyhim la'netallâhi vel melâiketi ven nâsi ecmaîn(ecmaîne).
İşte onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lânetinin onların (fâsıkların) üzerlerine olmasıdır.


3/ÂLİ İMRÂN-88: Hâlidîne fîhâ, lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunzarûn(yunzarûne).
Onlar, onun (lânetin) içinde ebedi kalacak olanlardır. Onlardan azab hafifletilmez ve onlara bakılmaz...


3/ÂLİ İMRÂN-89: İllellezîne tâbû min ba'di zâlike ve aslehû fe innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Bundan sonra tövbe edip, ıslâh olanlar (nefslerini tezkiye edenler) hariç. O taktirde muhakkak ki Allah, Gafur'dur, Rahîm'dir.


3/ÂLİ İMRÂN-90: İnnellezîne keferû ba'de îmânihim summezdâdû kufran len tukbele tevbetuhum, ve ulâike humud dâllûn(dâllûne).
Muhakkak ki, îmân ettikten sonra inkâr edenlerin ve sonra da küfürlerini artıranların, onların (üçüncü defa fıska düşenlerin) tövbeleri asla kabul edilmez. Ve işte onlar, dalâlette olanlardır.


3/ÂLİ İMRÂN-91: İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun fe len yukbele min ehadihim mil'ul ardı zeheben ve leviftedâ bih(bihî), ulâike lehum azâbun elîmun ve mâ lehum min nâsırîn(nâsırîne).
Muhakkak ki, inkâr edip, kâfîr olarak ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altını olsa ve onu fidye olarak verse artık asla kabul edilmez. İşte onlar, onlar için elim azap vardır. Ve onlar için bir yardımcı yoktur.


3/ÂLİ İMRÂN-92: Len tenâlûl birre hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn(tuhibbûne), ve mâ tunfikû min şey'in fe innallâhe bihî alîm(alîmun).
Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe (Allah için vermedikçe), asla Birr'e nail olamazsınız. (Allah'ın size verdiklerinden, Allah için) bir şey infâk ettiğiniz zaman muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir.


3/ÂLİ İMRÂN-93: Kullut taâmi kâne hillen li benî isrâile illâ mâ harrame isrâîlu alâ nefsihî min kabli en tunezzelet tevrât(tevrâtu), kul fe'tû bit tevrâti fetlûhâ in kuntum sâdıkîn(sâdıkîne).
Tevrat indirilmeden önce İsrailoğullarının kendi kendilerine haram kıldığı şeylerden başka bütün yiyecekler İsrailoğulları için helâldi. De ki: "Eğer siz, (yeminlerinizde ve sözlerinizde) sadık iseniz, öyleyse Tevrat'ı getirin de okuyun."


3/ÂLİ İMRÂN-94: Fe menifterâ alâllâhil kezibe min ba'di zâlike fe ulâike humuz zâlimûn(zâlimûne).
Artık bundan sonra kim, Allah'a yalanla iftira ederse, o takdirde işte onlar, onlar zalimlerdir.


3/ÂLİ İMRÂN-95: Kul sadakallâhu fettebiû millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: "Allahû Teâla doğruyu söyledi. Öyle ise hanif olarak Hz. İbrâhim'in dînine tâbî olun. Ve o, müşriklerden olmadı."


3/ÂLİ İMRÂN-96: İnne evvele beytin vudia lin nâsi lellezî bi bekkete mubâreken ve huden lil âlemîn(âlemîne).
Muhakkak ki, mübarek ve âlemlere hidayet vesilesi olan (beyt), elbetteki insanlar için Bekke'de (Mekke'de) yapılmış olan ilk Beyt'tir.


3/ÂLİ İMRÂN-97: Fîhi âyâtun beyyinâtun makâmu ibrâhîm(ibrâhîme), ve men dahalehu kâne âminâ(âminen), ve lillâhi alen nâsi hiccul beyti menistetâa ileyhi sebîlâ(sebîlen), ve men kefere fe innallâhe ganiyyun anil âlemîn(âlemîne).
Orada (Beytullah'da) açık beyyineler, Hz.İbrâhîm'in makamı vardır. Ve kim oraya girerse emin (emniyette) olur. Ona yol bulmaya (Hacc'a gitmeye) gücü yetenlere, Allah için o Beyt'in hac edilmesi, insanların üzerine (farz)dır. Ve kim inkâr ederse, artık muhakkak ki Allah, âlemlerden ganidir (hiçbir şeye muhtaç değildir).


3/ÂLİ İMRÂN-98: Kul yâ ehlel kitâbi lime tekfurûne bi âyâtillâhi, vallâhu şehîdun alâ mâ ta'melûn(ta'melûne).
De ki: "Ey Kitap ehli! Niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ve Allah, yapmakta olduğunuz şeylere şahit."


3/ÂLİ İMRÂN-99: Kul yâ ehlel kitâbi lime tesuddûne an sebîlillâhi men âmene tebgûnehâ ivecen ve entum şuhedâu ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn(ta'melûne).
De ki: "Ey Kitap ehli! (Gerçeklere) şahit olduğunuz halde, niçin îmân eden kimseleri, onun eğriliğini isteyerek, Allah'ın yolundan men ediyorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir."


3/ÂLİ İMRÂN-100: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tutîû ferîkan minellezîne ûtûl kitâbe yeruddûkum ba'de îmânikum kâfirîn(kâfirîne).
Ey âmenû olanlar! Eğer o kitap verilenlerden bir gruba itaat ederseniz, sizi îmânınızdan sonra kâfîrliğe döndürürler.
 

MURATS44

Özel Üye
3/ÂLİ İMRÂN-101: Ve keyfe tekfurûne ve entum tutlâ aleykum âyâtullâhi ve fîkum resûluh(resûluhu), ve men ya"tesim billâhi fe kad hudiye ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).
Ve size, Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun (Allah'ın) Resûl'ü varken, siz nasıl inkâr edersiniz. Ve kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık o Sıratı Mustakim'e (Allah'a ulaştıran yola) hidayet olunmuştur.


3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah'a karşı "O'nun hak takvası" ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah'a) teslim olmadan ölmeyin!


3/ÂLİ İMRÂN-103: Va'tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni'metallâhi aleykum iz kuntum a'dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne).
Ve hepiniz, Allah'ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki ni'metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O'nun (Allah'ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidayete erersiniz.


3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed'ûne ilel hayri ve ye'murûne bil ma'rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.


3/ÂLİ İMRÂN-105: Ve lâ tekûnû kellezîne teferrakû vahtelefû min ba'di mâ câehumul beyyinât(beyyinâtu), ve ulâike lehum azâbun azîm(azîmun).
Ve kendilerine beyyineler (açık deliller) geldikten sonra, fırkalara ayrılıp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Ve işte onlar, onlar için “azîm azap” vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-106: Yevme tebyaddu vucûhun ve tesveddu vucûh(vucûhun), fe emmellezînesveddet vucûhuhum e kefertum ba'de îmânikum fe zûkûl azâbe bimâ kuntum tekfurûn(tekfurûne).
O gün (bazı) yüzler ağaracak ve (bazı) yüzler kararacak. O zaman yüzleri kararan kimselere: Îmânınızdan sonra siz inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr etmiş olmanızdan dolayı azabı tadın (denir).


3/ÂLİ İMRÂN-107: Ve emmellezînebyaddat vucûhuhum fe fî rahmetillâh(rahmetillâhi), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Amma, yüzleri ağarmış olanlar ise, artık Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar, onun (o rahmetin) içinde ebedî kalacak olanlardır.


3/ÂLİ İMRÂN-108: Tilke âyâtullâhi netlûhâ aleyke bil hakk(hakkı), ve mâllâhu yurîdu zulmen lil âlemîn(âlemîne).
İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir, onları sana hak olarak tilavet ediyoruz (okuyup açıklıyoruz). Ve Allah, âlemlere zulüm olmasını istemez.


3/ÂLİ İMRÂN-109: Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı), ve ilâllâhi turceul umûr(umûru).
Göklerde ve yerlerde ne varsa Allah'ındır. Ve emirler (bütün işler), Allah'a döndürülür.


3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te'murûne bil ma'rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu'minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.


3/ÂLİ İMRÂN-111: Len yedurrûkum illâ ezâ(ezen), ve in yukâtilûkum yuvellûkumul edbâr(edbâre), summe lâ yunsarûn(yunsarûne).
Onlar size ezadan başka asla bir zarar veremezler. Ve eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarına dönüp kaçarlar. Sonra onlar, yardım da olunmazlar.


3/ÂLİ İMRÂN-112: Duribet aleyhimuz zilletu eyne mâ sukıfû illâ bi hablin minallâhi ve hablin minen nâsi ve bâû bi gadabin minallâhi ve duribet aleyhimul meskeneh(meskenetu), zâlike bi ennehum kânû yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnel enbiyâe bi gayri hakk(hakkın), zâlike bimâ asav ve kânû ya'tedûn(ya'tedûne).
Onların üzerlerine, nerede olurlarsa olsunlar zillet (alçaklık) damgası vuruldu. Ancak Allah'ın ipine (Sıratı Mustakîm'e) ve insanlardan bir ipe (Allah'a ulaştıracak olan mürşide) tutunanlar (ulaşanlar) hariç. (Onlar) Allah'tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları sebebiyledir. İşte bu, onların (Allah'a) isyan etmelerinden ve haddi aşmış olmalarındandır.


3/ÂLİ İMRÂN-113: Leysû sevâ (sevâen), min ehlil kitâbi ummetun kâimetun yetlûne âyâtillâhi ânâel leyli ve hum yescudûn(yescudûne).
Onların (hepsi) bir değildir. Kitap ehlinden, gece saatlerinde kıyamda durup, Allah'ın âyetlerini tilavet eden ve secde eden bir ümmet vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-114: Yu'minûne billâhi vel yevmil âhiri ve ye'murûne bil ma'rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl hayrât(hayrâti), ve ulâike mines sâlihîn(sâlihîne).
Onlar, Allah'a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder ve kötülükten nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar, sâlihlerdendir.


3/ÂLİ İMRÂN-115: Ve mâ yef'alû min hayrin fe len yukferûh(yukferûhu), vallâhu alîmun bil muttekîn(muttekîne).
Ve hayır olarak bir şey yaparlarsa, o taktirde o (hayır), asla örtülmez (mutlaka mükâfâtı verilir). Ve Allah, takva sahiplerini en iyi bilendir.


3/ÂLİ İMRÂN-116: İnnellezîne keferû len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şey'â(şey'en), ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki inkâr edenlere, malları ve evlatları, Allah'tan bir şeye (azaba) karşı kendilerine asla bir fayda vermez. Ve işte onlar ateş ehlidir, onlar, orada devamlı kalacak olanlardır.


3/ÂLİ İMRÂN-117: Meselu mâ yunfikûne fî hâzihil hayâtid dunyâ ke meseli rîhin fîhâ sırrun esâbet harse kavmin zalemû enfusehum fe ehlekethu ve mâ zalemehumullâhu ve lâkin enfusehum yazlımûn(yazlımûne).
Onların (kâfirlerin), bu dünya hayatında (gösteriş ve övünmek için) infâk ettikleri şeylerin durumu, kendilerine zulmeden (Allah'ın emirlerine ve nehiylerine itaat etmeyerek, devamlı derecat kaybeden) bir kavmin, "kavurucu, dondurucu soğuk bir rüzgarın isabet ederek, böylece helâk ettiği" ekininin durumu gibidir. Allah, onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlar.


3/ÂLİ İMRÂN-118: Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettehızû bitâneten min dûnikum lâ ye'lûnekum habâlâ(habâlen), veddû mâ anittum, kad bedetil bagdâu min efvâhihim, ve mâ tuhfî sudûruhum ekber(ekberu), kad beyyennâ lekumul âyâti in kuntum ta’kılûn(ta'kılûne).
Ey âmenû olanlar! Kendinizden (mü'minlerden) başkalarını sırdaş edinmeyin. Onlar sizi fesada düşürmekten geri kalmazlar ve size sıkıntı verecek şeyleri temenni ettiler. Kin ve öfkeleri ağızlarından (sözlerinden) belli olmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şey (kinleri) daha da büyüktür. Akıl etmiş olsaydınız, size âyetleri açıklamıştık.


3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû’minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca "biz îmân ettik" dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: "Öfkenizden ölün."Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


3/ÂLİ İMRÂN-120: İn temseskum hasenetun tesû'hum, ve in tusibkum seyyietun yefrahû bihâ ve in tasbirû ve tettekû lâ yadurrukum keyduhum şey'a(şey'en), innallâhe bi mâ ya'melûne muhît(muhîtun).
Şayet size bir hasenat (güzellik) dokunursa onları hüzünlendirir. Ve şayet size bir seyyiat (kötülük) isabet ederse, onunla ferahlanırlar (ona sevinirler). Ve eğer siz sabrederseniz ve takva sahibi olursanız, onların hileleri size hiçbir şeyle zarar veremez. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını (ilmi ile) kuşatandır (bilendir).


3/ÂLİ İMRÂN-121: Ve iz gadavte min ehlike tubevviul mu'minîne makâide lil kıtâl(kıtâli), vallâhu semîun alîm(alîmun).
Ve bir sabah erkenden ailenden ayrılmıştın, mü'minleri savaş için (uygun) mevzilere yerleştiriyordun. Ve Allah en iyi işiten, en iyi bilendir.


3/ÂLİ İMRÂN-122: İz hemmet tâifetâni minkum en tefşelâ vallâhu veliyyuhumâ ve alâllâhi fel yetevekkelil mu'minûn(mu'minûne).
Sizden iki grup, korkaklık göstererek bozgunluğa meyletmişti. Allah, o ikisinin de (iki grubun da) dostudur ve artık mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.


3/ÂLİ İMRÂN-123: Ve lekad nasarakumullâhu bi bedrin ve entum ezilleh(ezilletun), fettekûllâhe leallekum teşkurûn(teşkurûne).
Ve andolsun ki, Bedir (savaşında), siz (sayıca ve silahça) daha zayıf bir halde iken, Allah size yardım etti. Artık Allah'a karşı takva sahibi olun. Ve umulur ki böylece siz şükredersiniz!


3/ÂLİ İMRÂN-124: İz tekûlu lil mu'minîne e len yekfiyekum en yumiddekum rabbukum bi selâseti âlâfin minel melâiketi munzelîn(munzelîne).
O zaman mü'minlere (şöyle) diyordun: "Rabbinizin, indirilen meleklerden üç bini ile size yardım etmesi, size kâfi gelmiyor mu?"


3/ÂLİ İMRÂN-125: Belâ in tasbirû ve tettekû ve ye'tûkum min fevrihim hâzâ yumdidkum rabbukum bi hamseti âlâfin minel melâiketi musevvimîn(musevvimîne).
Bilâkis, eğer siz sabrederseniz ve takva sahibi olursanız ve onlar size aniden gelirlerse (saldırırlarsa), Rabbiniz bu nişaneli meleklerden beş bini ile size yardım eder.


3/ÂLİ İMRÂN-126: Ve mâ cealehullâhu illâ buşrâ lekum ve li tatmeinne kulûbukum bih(bihî), ve men nasru illâ min indillâhil azîzil hakîm(hakîmi).
Ve Allah, onu (bu yardım vaadini), size müjde olması ve kalplerinizin onunla tatmin olmasından başka bir şey için yapmadı. Yardım ancak, Azîz ve Hakîm olan Allah'ın katındandır.


3/ÂLİ İMRÂN-127: Li yaktaa tarafen minellezîne keferû ev yekbitehum fe yenkalibû hâibîn(hâibîne).
(Ve bu yardım), kâfirlerden bir kısmını kesmek (helâk etmek) veya onları perişan etmek, böylece bozguna uğrayarak dönüp gitmeleri içindir.


3/ÂLİ İMRÂN-128: Leyse leke minel emri şey'un ev yetûbe aleyhim ev yuazzibehum fe innehum zâlimûn(zâlimûne).
Senin için bir emir (yapacağın bir şey) yoktur. (Allah), ya onların tövbesini kabul eder veya onlara azap eder. Oysa onlar, gerçekten zalimlerdir.


3/ÂLİ İMRÂN-129: Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı), yagfiru li men yeşâu ve yuazzibu men yeşâ (yeşâu), vallâhu gafûrun rahîm(rahîmun).
Ve göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Dilediğini mağfiret eder ve dilediğine de azap eder. Ve Allah, Gafur'dur, Rahîm'dir.


3/ÂLİ İMRÂN-130: Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ te'kulur ribâ ad'âfen mudâafeh (mudâafeten), vettekûllâhe leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar! Faizi, kat kat artırarak yemeyin. Ve Allah'a karşı takva sahibi olun. Umulur ki böylece siz, felâha erersiniz.


3/ÂLİ İMRÂN-131: Vettekûn nârelletî uiddet lil kâfirîn(kâfirîne).
Ve kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.


3/ÂLİ İMRÂN-132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).
Ve Allah'a ve Resûl'e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz.


3/ÂLİ İMRÂN-133: Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâs semâvâtu vel ardu, uiddet lil muttekîn(muttekîne).
Ve Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!


3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.


3/ÂLİ İMRÂN-135: Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiruz zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya'lemûn (ya'lemûne).
Ve onlar (takva sahipleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve Allah'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.


3/ÂLİ İMRÂN-136: Ulâike cezâuhum magfiretun min rabbihim ve cennâtun tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, ve ni'me ecrul âmilîn(âmilîne).
İşte onların mükâfatları, Rab'lerinden mağfiret ve altlarından nehirler akan, içlerinde devamlı kalacakları cennetlerdir. (Böyle) amel edenlerin mükâfatları ne güzel!


3/ÂLİ İMRÂN-137: Kad halet min kablikum sunenun, fe sîrû fîl ardı fenzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Sizlerden önce (bir çok kavimlerde) Allah'ın sünnetleri gelip geçti. Artık yeryüzünde gezin (Allah'ın âyetlerini) böylece yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bakın.


3/ÂLİ İMRÂN-138: Hâzâ beyânun lin nâsi ve huden ve mev'ızatun lil muttekîn(muttekîne).
Bu (âyetler), insanlar için bir açıklama ve bir hidayet ve takva sahipleri için bir öğüttür.


3/ÂLİ İMRÂN-139: Ve lâ tehinû ve lâ tahzenû ve entumul a'levne in kuntum mu'minîn(mu'minîne).
Ve gevşemeyin ve mahzun olmayın! Eğer mü'min iseniz, üstün olan sizsiniz.


3/ÂLİ İMRÂN-140: İn yemseskum karhun fe kad messel kavme karhun misluh(misluhu), ve tilkel eyyâmu nudâviluhâ beynen nâs(nâsi), ve li ya'lemallâhullezîne âmenû ve yettehize minkum şuhedâe vallâhu lâ yuhibbuz zâlimîn(zâlimîne).
Eğer size bir yara dokunursa, o taktirde o kavme de, onun aynısı bir yara dokunmuştur. Ve bu (sevinçli ve kederli) günleri, Biz, insanlar arasında döndürüp dolaştırırız. Allah'ın, âmenû olanları (sınayıp) bilmesi (belli etmesi) ve sizden (içinizden) şahitler edinmesi içindir. Ve Allah, zalimleri sevmez.


3/ÂLİ İMRÂN-141: Ve liyumahhisallâhullezîne âmenû ve yemhakal kâfirîn(kâfirîne).
Ve (bu), Allah'ın âmenû olanları temize çıkarması ve kâfirleri yavaş yavaş helâk etmesi içindir.


3/ÂLİ İMRÂN-142: Em hasibtum en tedhulûl cennete ve lemmâ ya'lemillâhullezîne câhedû minkum ve ya'lemes sâbirîn(sâbirîne).
Yoksa siz, Allah sizden cihad edenleri ve sabredenleri belli etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?


3/ÂLİ İMRÂN-143: Ve lekad kuntum temennevnel mevte min kabli en telkavhu, fe kad raeytumûhu ve entum tenzurûn(tenzurûne).
Ve andolsun ki siz, ölümü (şehit olmayı), onunla karşılaşmadan (yüzyüze gelmeden) önce, temenni ediyordunuz. İşte şimdi onu görmüş oldunuz. Ve (oysa) siz (şehit olarak ölmeyi) bekliyordunuz.


3/ÂLİ İMRÂN-144: Ve mâ muhammedun illâ resûl(resûlun), kad halet min kablihir rusûl(rusûlu), e fein mâte ev kutilenkalebtum alâ a'kâbikum, ve men yenkalib alâ akıbeyhi fe len yadurrallâhe şey'â(şey'en), ve se yeczîllâhuş şâkirîn(şâkirîne).
Ve Muhammed sadece bir Resûl'dür. Ondan önce de resûller gelip geçmiştir. Şimdi O, öldü veya öldürüldü ise, siz topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim topukları üzerinde geriye dönerse, bundan sonra Allah'a, asla hiçbir şeyle zarar veremez. Ve Allah, şâkirleri (şükredenleri) yakında mükâfatlandıracaktır.


3/ÂLİ İMRÂN-145: Ve mâ kâne li nefsin en temûte illâ bi iznillâhi kitâben mueccelâ(mueccelen), ve men yurid sevâbed dunyâ nu'tihî minhâ, ve men yurid sevâbel âhirati nu'tihî minhâ, ve se neczîş şâkirîn(şâkirîne).
Ve bir kimsenin, Allah'ın izni olmadan ölmesi olmamıştır (olamaz), o (ölüm), süresi tayin edilmiş bir yazıdır. Ve kim dünya sevabı isterse, kendisine ondan veririz, ve kim ahiret sevabı isterse, kendisine ondan veririz. Ve şâkirleri (şükredenleri) yakında mükâfatlandıracağız.


3/ÂLİ İMRÂN-146: Ve keeyyin min nebiyyin kâtele, meahu rıbbiyyûne kesîr(kesîrun), fe mâ vehenû li mâ asâbehum fî sebîlillâhi ve mâ daufû ve mestekânû vallâhu yuhibbus sâbirîn(sâbirîne).
Ve peygamberlerden niceleri var ki; onlarla birlikte birçok rıbbıyyun (ilim, irfan sahibi mürşid) de savaştı. Allah yolunda, kendilerine isabet eden şeyler (elem ve sıkıntılar) sebebiyle gevşemediler, zayıflık göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah, sabredenleri sever.


3/ÂLİ İMRÂN-147: Ve mâ kâne kavlehum illâ en kâlû rabbenagfir lenâ zunûbenâ ve isrâfenâ fî emrinâ ve sebbit akdâmenâ vensurnâ alel kavmil kâfirîn(kâfirîne).
Ve onların sözleri: "Rabbimiz, bizim günahlarımızı mağfiret et ve işimizdeki israfımızı (aşırılığımızı) bağışla. Ve ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler kavmine karşı bize yardım et." demekten başka birşey olmadı.


3/ÂLİ İMRÂN-148: Fe âtâhumullâhu sevâbed dunyâ ve husne sevâbil âhireh(âhireti), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Böylece Allah, onlara dünya sevabını ve ahiret sevabınının en güzelini verdi. Ve Allah, muhsinleri sever.


3/ÂLİ İMRÂN-149: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tutîûllezîne keferû yeruddûkum alâ a'kâbikum fe tenkalibû hâsirîn(hâsirîne).
Ey âmenû olanlar! Eğer kâfirlere itaat ederseniz , sizi topuklarınız üzerinde geri çevirirler. O zaman "hüsrana uğramış olanların" haline dönersiniz.


3/ÂLİ İMRÂN-150: Belillâhu mevlâkum, ve huve hayrun nâsırîn(nâsırîne).
Hayır! Sizin mevlânız (dostunuz) Allah'tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.
 

MURATS44

Özel Üye
3/ÂLİ İMRÂN-151: Se nulkî fî kulûbillezîne keferûr ru'be bimâ eşrakû billâhi mâ lem yunezzil bihî sultânâ(sultânen), ve me'vâhumun nâr(nâru), ve bi'se mesvez zâlimîn(zâlimîne).
Allah'ın, hakkında bir sultan (delil) indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşmaları sebebiyle, o kâfirlerin kalplerine korku vereceğiz. Ve onların sığınağı (gideceği yer), ateştir (cehennemdir). Ve zalimlerin kalacağı yer ne kötü.


3/ÂLİ İMRÂN-152: Ve lekad sadakakumullâhu va'dehû iz tehussûnehum bi iznih(iznihî), hattâ izâ feşiltum ve tenâza'tum fîl emri ve asaytum min ba'di mâ erâkum mâ tuhıbbûn(tuhıbbûne), minkum men yurîdud dunyâ ve minkum men yurîdul âhireh(âhirete), summe sarafekum anhum li yebteliyekum, ve lekad afâ ankum, vallâhu zû fadlin alel mu'minîn(mu'minîne).
Andolsun ki; Allah, size olan vaadine sadık kaldı. O'nun (Allah'ın) izni ile onları perişan edip öldürüyordunuz. Fakat, Allah size sevdiğiniz şeyi (galibiyeti) gösterdikten sonra gevşeklik göstermiştiniz. Ve verilen emir hakkında nizaya (anlaşmazlığa) düştünüz ve isyan ettiniz. Sizden kiminiz dünyayı istiyordu (ganimete koştu), kiminiz ahireti istiyordu (onlar şehit olana kadar yerlerinde kaldı). Sonra sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi (mağlup olup geri döndünüz) ve andolsun ki, (buna rağmen) sizi affetti. Ve Allah, mü'minlere karşı fazl sahibidir.


3/ÂLİ İMRÂN-153: İz tus'idûne ve lâ telvûne alâ ehadin ver resûlu yed'ûkum fî uhrâkum fe esâbekum gammen bi gammin li keylâ tahzenû alâ mâ fâtekum ve lâ mâ asâbekum, vallâhu habîrun bimâ ta’melûn(ta'melûne).
Siz (dağa çıkarak) uzaklaşıyor ve dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz, (Allah'ın) Resûl'ü ise sizi arkanızdan çağırıyordu. Bundan sonra size gam üstüne gam isabet etti, elinizden çıkan şeyler (zafer, ganimet) ve size isabet eden şeyler (musîbetler) için mahzun olmayın (üzülmeyin) diye. Ve Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.


3/ÂLİ İMRÂN-154: Summe enzele aleykum min ba'dil gammi emeneten nuâsen yagşâ tâifeten minkum, ve tâifetun kad ehemmethum enfusuhum yezunnûne billâhi gayrel hakkı zannel câhiliyyeh(câhiliyyeti), yekûlûne hel lenâ minel emri min şey’(şey'in), kul innel emre kullehu lillâh(lillâhi), yuhfûne fî enfusihim mâ lâ yubdûne lek(leke), yekûlûne lev kâne lenâ minel emri şey’un mâ kutilnâ hâhunâ, kul lev kuntum fî buyûtikum le berezellezîne kutibe aleyhimul katlu ilâ medâciihim, ve li yebteliyallâhu mâ fî sudûrikum ve li yumahhısa mâ fî kulûbikum, vallâhu alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
Sonra (Allah), bu gamın arkasından sizin üzerinize sükûnet veren bir uyku indirdi, içinizden bir grubu sarıp kaplıyordu ve diğer grup, canlarını önemsemişti (canlarının kaygısına düştüler). Allah'a karşı cahiliyye zannı ile haksız zanda bulunuyorlar: "Bu emirden bize bir şey (bir nasib) var mı?" diyorlar. (Onlara): "Muhakkak ki emirlerin hepsi Allah'ındır." de. İçlerinde sana açıklamadıkları bir şey saklıyorlar. "Bu emirden bize bir şey (bir nasib) olsaydı, burada öldürülmezdik." diyorlar. Eğer siz, evlerinizde bile olsaydınız, üzerlerine katl (öldürülmeleri) yazılmış olanlar, yatacakları (ölüp düşecekleri) yere mutlaka çıkıp giderlerdi. (Bu) Allah'ın sizin sinelerinizde olanı sınamak ve kalplerinizde olandan (şüpheden), sizi temize çıkarmak (fitneden kurtarmak) içindir. Ve Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


3/ÂLİ İMRÂN-155: İnnellezîne tevellev minkum yevmel tekal cem'âni, inne mestezellehumuş şeytânu bi ba'di mâ kesebû, ve lekad afâllâhu anhum innallâhe gafûrun halîm(halîmun).
Muhakkak ki, iki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden bir kısmı yüz çevirdi, oysa şeytan, kazandıkları bazı şeylerden dolayı (Resûlün emrine itaat etmemek, ganimete koşmak gibi), onları zillete düşürmek istedi. Ve and olsun ki, Allah onları affetti. Muhakkak ki Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.


3/ÂLİ İMRÂN-156: Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tekûnû kellezîne keferû ve kâlû li ıhvânihim izâ darabû fîl ardı ev kânû guzzen lev kânû indenâ mâ mâtû ve mâ kutilû, li yec'alallâhu zâlike hasreten fî kulûbihim vallâhu yuhyî ve yumît(yumîtu), vallâhu bi mâ ta'melûne basîr(basîrun).
Ey âmenû olanlar! Siz, yeryüzünde sefere çıkmış veya gâzi olan (savaşa katılan) kardeşleri için "Eğer bizim yanımızda olsaydılar ölmezler ve öldürülmezlerdi." diyen kâfirler gibi olmayın! Allah, bunu onların kalplerinde bir hasret (pişmanlık) kılmak için yaptı. Ve Allah yaşatır ve öldürür. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.


3/ÂLİ İMRÂN-157: Ve lein kutiltum fî sebîlillâhi ev muttum le magfiretun minallâhi ve rahmetun hayrun mimmâ yecmeûn(yecmeûne).
Ve eğer siz, Allah'ın yolunda öldürülür veya ölürseniz, mutlaka Allah'tan mağfiret ve rahmet vardır, onların topladıklarından (dünya malından) daha hayırlıdır.


3/ÂLİ İMRÂN-158: Ve lein muttum ev kutiltum le ilâllâhi tuhşerûn(tuhşerûne).
Ve elbette, ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah'a haşr olunacaksınız (Allah'ın huzurunda toplanacaksınız).


3/ÂLİ İMRÂN-159: Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîzal kalbi lenfaddû min havlik(havlike), fa'fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fîl emr(emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh(alâllâhi), innallâhe yuhibbul mutevekkilîn(mutevekkilîne).
O zaman, Allah'tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka senin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla muşavere et (danış). Azmettiğin zaman, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri (Allah'a güvenenleri) sever.


3/ÂLİ İMRÂN-160: İn yansurkumullâhu fe lâ gâlibe lekum, ve in yahzulkum fe menzellezî yansurukum min ba'dih(ba'dihi), ve alâllâhi fel yetevekkelil mu'minûn(mu'minûne).
Eğer Allah size yardım ederse, o zaman sizi yenecek yoktur. Ve eğer sizi yardımsız (yüz üstü) bırakırsa, ondan sonra size kim yardım eder. Öyleyse mü'minler, Allah'a tevekkül etsinler (Allah'a güvensinler).


3/ÂLİ İMRÂN-161: Ve mâ kâne li nebiyyin en yagull(yagulle), ve men yaglul ye'ti bimâ galle yevmel kıyâmeh(kıyâmeti), summe tuveffâ kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
Ve bir peygamber için "ganimet malından gizlice alması" olamaz. Ve kim ganimet malından gizlice alırsa (hıyanet ederse), kıyâmet günü o, gizlice aldığı şey ile gelir. Sonra herkese kazandığı şey ödenir ve onlar zulmedilmezler.


3/ÂLİ İMRÂN-162: E femenittebea rıdvânallâhi ke men bâe bi sehatin minallâhi ve me’vâhu cehennem(cehennemu), ve bi’sel masîr(masîru).
Artık, Allah'ın rızasına tâbî olan kimse, Allah'dan gazaba uğramış ve barınacağı yer cehennem olan kimse gibi midir? Ve (o) ne kötü varış yeri.


3/ÂLİ İMRÂN-163: Hum derecâtun indallâh(indallâhi), vallâhu basîrun bi mâ ya'melûn(ya'melûne).
Onların (Allah'ın rızasına tâbî olanların) kazandıkları dereceler, Allah'ın katındadır. Ve Allah, onların yaptıklarını en iyi görendir.


3/ÂLİ İMRÂN-164: Le kad mennallâhu alel mu'minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü'minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni'met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O'nun (Allah'ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.


3/ÂLİ İMRÂN-165: E ve lemmâ asâbetkum musîbetun kad asabtum misleyhâ, kultum ennâ hâzâ, kul huve min indi enfusikum innallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).
Ve iki mislini (düşmanlarınıza) isabet ettirdiğiniz bir musibet, size isabet ettiği zaman: "Bu nasıl oldu?" dediniz. De ki:"O sizin kendi nefslerinizdendir." Muhakkak ki Allah, her şeye kaadirdir.


3/ÂLİ İMRÂN-166: Ve mâ asâbekum yevmel tekal cem’âni fe bi iznillâhi ve li ya’lemel mu’minîn(mu’minîne).
Ve iki topluluğun karşılaştığı o gün, size isabet eden şey (musibet) ancak Allah'ın izniyleydi ve mü'minleri bilmesi (belirlenmesi) içindi.


3/ÂLİ İMRÂN-167: Ve li ya’lemellezîne nâfekû, ve kîle lehum teâlev kâtilû fî sebîlillâhi evidfeû kâlû lev na’lemu kıtâlen letteba’nâkum, hum lil kufri yevmeizin akrabu minhum lil îmân(îmâni), yekûlûne bi efvâhihim mâ leyse fî kulûbihim, vallâhu a’lemu bi mâ yektumûn(yektumûne).
Ve (bu) nifak çıkaranları bilmesi (münafık olanların belirlenmesi) içindi. Ve onlara: "Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunun (müdafaa edin)." denildiği zaman, "Biz harp (etmeyi) bilseydik, elbette size tâbî olurduk (sizinle gelirdik)." dediler. İzin günü onlar, îmândan çok küfre yakındırlar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar. Ve Allah, onların gizledikleri şeyi çok iyi bilir


3/ÂLİ İMRÂN-168: llezîne kâlû li ihvânihim ve kaadû lev atâûnâ mâ kutil(kutilû), kul fedreû an enfusikumul mevte in kuntum sâdıkîn(sâdıkîne).
Onlar (münafıklar), kendileri oturdukları (savaşa gitmedikleri) halde, savaşa katılan kardeşleri için: "Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi." dediler. (Onlara) de ki: "Eğer (sözünüzde) sâdık kimselerseniz, haydi ölümü kendinizden savın."


3/ÂLİ İMRÂN-169: Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ(emvâten), bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn(yurzekûne).
Ve Allah'ın yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) hayydırlar (canlıdırlar), Rab'lerinin katında rızıklandırılırlar.


3/ÂLİ İMRÂN-170: Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim, ellâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Allah'ın onlara kendi fazlından verdiği şeyle ferahlarlar. Ve arkalarından henüz kendilerine katılmayan (henüz şehit olmayan) kimselere, "onlara bir korku olmayacağını ve onların mahzun olmayacaklarını" müjdelemek isterler.


3/ÂLİ İMRÂN-171: Yestebşirûne bi ni’metin minallâhi ve fadlin, ve ennallâhe lâ yudîu ecrel mu’minîn(mu’minîne).
Onlar, Allah'tan olan ni'meti, fazlı ve "Allah'ın mü'minlerin mükâfatını zayi etmeyeceğini" müjdelemek isterler.


3/ÂLİ İMRÂN-172: Ellezinestecâbû lillâhi ver resûli min ba’di mâ asâbehumul karh(karhu), lillezîne ahsenû minhum vettekav ecrun azîm(azîmun).
Onlar (o mü'minler) ki, kendilerine yara isabet ettikten sonra bile Allah'ın ve Resûl'ün davetine icabet ettiler. Onlardan ahsen olanlar (Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyenler) ve (azîm) takvaya ulaşanlar için "Azîm Ecir (en büyük mükafat)" vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-173: Ellezîne kâle lehumun nâsu innen nâse kad cemeû lekum fahşevhum fe zâdehum îmânâ(îmânen), ve kâlû hasbunâllâhu ve ni’mel vekîl(vekîlu).
O (ahsen) kimseler ki, insanlar onlara: "Muhakkak ki, insanlar, sizin için (size saldırmak için) toplandılar. Artık onlardan korkun." dedikleri zaman, (bu söz), onların îmânını artırdı. Ve "Allah bize kâfîdir ve O, ne güzel vekildir." dediler.


3/ÂLİ İMRÂN-174: Fenkalebû bi ni’metin minallâhi ve fadlin lem yemseshum sûun, vettebeû rıdvânallâh(rıdvânallâhi), vallâhu zû fadlin azîm(azîmin).
Böylece onlara bir kötülük dokunmadan, Allah'tan bir nimet ve fazl ile geri döndüler. Ve Allah'ın rızasına tâbî oldular. Ve Allah "Büyük Fazıl" sahibidir.


3/ÂLİ İMRÂN-175: İnnemâ zâlikumuş şeytânu yuhavvifu evliyâ’eh(evliyâ’ehu), fe lâ tehâfûhum ve hâfûni in kuntum mu’minîn(mu’minîne).
Fakat şeytan, böylece ancak kendi dostlarını (onu dost edinenleri) korkutur. Artık onlardan korkmayın ve eğer sizler mü'min iseniz, (sadece) Ben'den korkun.


3/ÂLİ İMRÂN-176: Ve lâ yahzunkellezîne yusâriûne fîl kufr(kufri), innehum len yadurrûllâhe şey’â(şey’an), yurîdullâhu ellâ yec’ale lehum hazzan fîl âhireh(âhireti), ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Ve küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Muhakkak ki onlar, Allah'a hiçbir şey ile asla zarar veremezler. Allah, onlara ahirette bir nasip vermemek istiyor. Ve onlar için “Büyük Azap” vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-177: İnnellezîneşteravul kufra bil îmâni len yedurrûllâhe şey’â(şey’en), ve lehum azâbun elîm(elîmun).
Muhakkak ki îmân karşılığında küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir şey ile asla zarar veremezler. Ve onlar için “Elîm Azap” vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-178: Ve lâ yahsebennellezîne keferû ennemâ numlî lehum hayrun li enfusihim, innemâ numlî lehum li yezdâdû ismâ(ismen), ve lehum azâbun muhîn(muhînun).
Ve sakın o kâfirler, onlara mühlet vermemizi, kendileri için bir hayır sanmasınlar. Sadece günahlarını artırmaları için onlara mühlet veriyoruz. Ve onlar için ”Alçaltıcı Azap “ vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-179: Mâ kânallâhu li yezerel mu’minîne alâ mâ entum aleyhi hattâ yemîzel habîse minet tayyib(tayyibi), ve mâ kânallâhu li yutliakum alel gaybi ve lâkinnallâhe yectebî min rusulihî men yeşâu fe âminû billâhi ve rusulih(rusulihî), ve in tu’minû ve tettekû fe lekum ecrun azîm(azîmun).
Allah, habis olanı (kötüyü), temiz olandan (mü'min olanı, mü'min gözükenden) ayırıncaya kadar mü'minleri, sizin bulunduğunuz hâl üzere (mü'min olanla mü'min gözükenin bir arada olduğu bir durumda) terk edecek değildir. Ve Allah sizi gayba muttali edecek (gaybı bildirecek) değildir. Ve lâkin Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer (gaybı o resûlüne bildirir). O halde, Allah'a ve O'nun resûllerine îmân edin. Ve eğer âmenû olur ve takva sahibi olursanız, o zaman sizin için "Büyük Ecir" vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-180: Ve lâ yahsebennellezîne yebhalûne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî huve hayran lehum, bel huve şerrun lehum se yutavvekûne mâ bahilû bihî yevmel kıyâmeh(kıyâmeti), ve lillâhi mîrâsus semâvâti vel ard(ardı), vallâhu bi mâ ta’melûne habîr(habîrun).
Ve Allah'ın kendi fazlından onlara verdiği şeyleri, (Allah yolunda infak etmeyip) cimrilik edenler, sakın zannetmesinler ki o, kendileri için hayırdır. Bilâkis o, onlar için bir şerrdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacak. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptığınız şeylerden haberdar olandır.


3/ÂLİ İMRÂN-181: Lekad semiallâhu kavlellezîne kâlû innallâhe fakîrun ve nahnu agniyâu se nektubu mâ kâlû ve katlehumul enbiyâe bi gayri hakkın, ve nekûlu zûkû azâbel harîk(harîki).
Andolsun ki: "Muhakkak ki Allah fakirdir, biz zenginiz" diyen o kimselerin sözünü Allah işitti. Biz onların söylediklerini ve peygamberlerini haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve onlara: "yakıcı azabı tadın" diyeceğiz.


3/ÂLİ İMRÂN-182: Zâlike bimâ kaddemet eydîkum ve ennallâhe leyse bi zallâmin lil abîd(abîdi).
İşte bu (azap), Allah kullara zulmedici olduğundan değil, ellerinizle takdim ettiğiniz (yaptığınız) şeyler sebebiyledir.


3/ÂLİ İMRÂN-183: Ellezîne kâlû innallâhe ahide ileynâ ellâ nu’mine li resûlin hattâ ye’tiyenâ bi kurbânin te’kuluhun nâr(nâru), kul kad câekum rusulun min kablî bil beyyinâti ve billezî kultum fe lime kateltumûhum in kuntum sâdıkîn(sâdıkîne).
Onlar, "Muhakkak ki Allah, “bize ateşin yiyeceği bir kurbanı getirinceye kadar, hiçbir Resûl'e“ îmân etmememiz için bize ahdetti" dediler. Onlara de ki: "Benden önce Resûller, beyyinelerle ve sizin söylediğiniz o şey ile size gelmişlerdi. Eğer siz sâdıklar (doğru söyleyenler) iseniz, o halde onları niçin öldürdünüz.


3/ÂLİ İMRÂN-184: Fe in kezzebûke fe kad kuzzibe rusulun min kablike câu bil beyyinâti vez zuburi vel kitâbil munîr(munîri).
Artık seni yalanlarlarsa (üzülme), halbuki, senden önceki, açık belgeler, yazılı sayfalar ve nurlu kitaplar getiren resûller de yalanlanmıştı.


3/ÂLİ İMRÂN-185: Kullu nefsin zâikatul mevt(mevti), ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevmel kıyâmeh(kıyâmeti), fe men zuhziha anin nâri ve udhılel cennete fe kad fâz(fâze), ve mâl hâyâtud dunyâ illâ metâul gurûr(gurûri).
Her nefs, ölümü tadıcıdır ve lâkin ecirleriniz (amellerinizin karşılığı) kıyamet günü ödenir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o takdirde o kurtulmuştur. Ve dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.


3/ÂLİ İMRÂN-186: Le tublevunne fî emvâlikum ve enfusikum ve le tesmeunne minellezîne ûtûl kitâbe min kablikum ve minellezîne eşrakû ezen kesîrâ(kesîran), ve in tasbirû ve tettekû fe inne zâlike min azmil umûr(umûri).
Mallarınız ve canlarınız hususunda siz mutlaka imtihan olunacaksınız. Sizden önce kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan elbette birçok incitici (sözler) duyacaksınız. Eğer siz sabrederseniz ve takva sahibi olursanız, ki bu muhakkak, işlerin “âzim” olanlarındandır.


3/ÂLİ İMRÂN-187: Ve iz ehazallâhu mîsâkallezîne ûtûl kitâbe le tubeyyinunnehu lin nâsi ve lâ tektumûneh(tektumûnehu), fe nebezûhu verâe zuhûrihim veşterav bihî semenen kalîlâ(kalîlen), fe bi’se mâ yeşterûn(yeşterûne).
Ve Allah, kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz." diye, misâk almıştı. Fakat onu (misâkı), arkalarına attılar (sözlerini tutmadılar) Ve onu az bir değere sattılar. Oysa yaptıkları alışveriş ne kötü.


3/ÂLİ İMRÂN-188: Lâ tahsebennellezîne yefrahûne bi mâ etev ve yuhıbbûne en yuhmedû bi mâ lem yef’alû fe lâ tahsebennehum bi mefâzetin minel azâb(azâbi), ve lehum azâbun elîm(elîmun).
Sakın zannetme ki, (Kitab Ehli'ninden olup, Kitap'tandır diyerek) getirdikleri şey ile (doğrusunu gizleyip, gerçeği açıklamayarak yaptıkları ile) ferahlayan (sevinen) kimseler ve yapmadıkları ile övülmeyi seven kimseler ki, bundan sonra onların azaptan kurtulacak bir yerde olduğunu sanma. Ve onlar için “Elîm Azap” vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-189: Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard(ardı), vallâhu alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).
Ve göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Ve Allah her şeye kaadirdir.


3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.


3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


3/ÂLİ İMRÂN-192: Rabbenâ inneke men tudhılin nâre fe kad ahzeyteh(ahzeytehu), ve mâ liz zâlimîne min ensâr(ensârin).
Ey Rabbimiz! Muhakkak ki Sen, kimi ateşe sokarsan artık onu hakir ve rezil etmişsindir. Zalimler için bir yardımcı yoktur.


3/ÂLİ İMRÂN-193: Rabbenâ innenâ semi’nâ munâdiyen yunâdî lil îmâni en âminû bi rabbikum fe âmennâ, rabbenâ fagfir lenâ zunûbenâ ve keffir annâ seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr(ebrâri).
Rabbimiz! Muhakkak ki biz, “Rabbiniz'e âmenû olun” diye îmâna davet eden davetçiyi işittik, böylece îmân ettik (davetçiye tâbî olarak âmenû olduk) Rabbimiz artık bizim günahlarımızı mağfiret et, seyyiatlarımızı ört ve bizi ebrar olan (Allah'a ulaşan ve veli olan cennetlik) kullarınla beraber vefat ettir.


3/ÂLİ İMRÂN-194: Rabbenâ ve âtinâ mâ vaadtenâ alâ rusulike ve lâ tuhzinâ yevmel kıyâmeh(kıyâmeti), inneke lâ tuhliful mîâd(mîâde).
Rabbimiz! Resûllerin vasıtasıyla bize vaad ettiğin şeyleri bize ver ve kıyamet günü bizi rezil ve perişan etme. Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin.


3/ÂLİ İMRÂN-195: Festecâbe lehum rabbuhum ennî lâ udîu amele âmilin minkum min zekerin ev unsâ, ba’dukum min ba’d(ba’dın), fellezîne hâcerû ve uhricû min diyârihim ve uzû fî sebîlî ve kâtelû ve kutilû le ukeffirenne anhum seyyiâtihim ve le udhılennehum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâr(enhâru), sevâben min indillâh(indillâhi) vallâhu indehû husnus sevâb(sevâbi).
O zaman Rab'leri, onların dualarına icabet etti. (Şöyle buyurdu): Sizden erkek veya kadın amel edenin amelini, Ben kesinlikle zayi etmem. Siz birbirinizdensiniz. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Ben'im yolumda işkenceye uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin seyyiatlarını mutlaka örteceğim. Ve onları mutlaka, altlarından nehirler akan cennetlere sokacağım, Allah'ın katından bir mükâfat olarak. Ve Allah, O'nun katında mükâfatların en güzelidir.


3/ÂLİ İMRÂN-196: Lâ yegurranneke tekallubelluzîne keferû fîl bilâd(bilâdi).
Kâfirlerin beldeler arasında (gezip) dolaşmaları, sakın seni aldatmasın.


3/ÂLİ İMRÂN-197: Metâun kalîlun summe me’vâhum cehennem(cehennemu), ve bi’sel mihâd(mihâdu).
(Bu) Az bir metâdır. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü bir döşektir.


3/ÂLİ İMRÂN-198: Lâkinillezînettekav rabbehum lehum cennâtun tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ nuzulen min indillâh(indillâhi), ve mâ indallâhi hayrun lil ebrâr(ebrâri).
Fakat Rab'lerine karşı takva sahibi olanlar...Onlar için altlarından nehirler akan, içinde ebediyen kalacakları cennetler, Allah tarafından ziyafet sofraları vardır.Ve Allah'ın katında olan şeyler, ebrar kullar için daha hayırlıdır.


3/ÂLİ İMRÂN-199: Ve inne min ehlil kitâbi le men yu’minu billâhi ve mâ unzile ileykum ve mâ unzile ileyhim hâşiîne lillâhi, lâ yeşterûne bi âyâtillâhi semenen kalîlâ(kalîlen), ulâike lehum ecruhum inde rabbihim innallâhe serîul hısâb(hısâbi).
Ve muhakkak ki kitap ehlinden öyle kimseler var ki, Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene mutlaka îmân ederler. Allah'a karşı huşû duyarlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere satmazlar. İşte onlar, onların mükâfatları, Rab'lerinin katındadır. Muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.


3/ÂLİ İMRÂN-200: Yâ eyyuhâllezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekûllâhe leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (ölmeden önce, ruhlarını Allah'a ulaştırmayı dileyenler)! Sabredin ve sabır sahibi olun! Ve râbıta kuranlar olun (râbıta kurun)! Ve Allah'a karşı takva sahibi olun! Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
 

MURATS44

Özel Üye
1- Elif Lâm-Mim.

Birbirinden kopuk, Elif, Lam, Mim harfleri hakkında Bakara suresinin giriş kısmında kesin bir hüküm şeklinde olmamakla birlikte yaptığımız açıklamanın paralelinde bir açıklamayı burada da yapmayı uygun görüyoruz. "Bu harfler Kitabın bu tür harflerden meydana getirildiğine dikkat çekmek içindir. Bu harfler, Kur'an ile muhatap olan Arapların o güne kadar kullana geldikleri harfler olmasına rağmen bu olağanüstü edebi Kitabı oluşturmaktadır ve kendilerinin aynı harflerden yararlanarak Kur'an'ın bir benzerini meydana getirebilmeleri asla mümkün değildir."

Surelerin başında yeralan bu harflerin açıklanmasında, `kesin bir hükümdür' demeden ve fakat tercilı ettiğimiz bir görüş olarak yaptığımız açıklama, değişik surelerdeki bu işaretlerin ilgilerini de kolayca kavramamıza uygun düşmekte ve onlara paralel olmaktadır. Nitekim Bakara suresinin başında bu işaret kullanıldıktan sonra, ileride şu ayeti kerimeyle inanmayanlara meydan okunuyordu...

"Allah'ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağrılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor." (Al-i İmran: 23)

Açıklamaya çalıştığımız Ali İmran Suresindeki bu harflerin ise başka bir anlamı ortaya çıkmaktadır.

Bu kitap, kendisinden başka ilah bulunmayan Allah tarafından indirilmiştir. Sûrede muhatap olarak seçilen ehl-i kitabın kabul ettiği kendisinden önceki semavi kitaplar gibi bu kitap da harflerden ve kelimelerden oluşmaktadır. Öyleyse Allah'ın (cc) bu kitabı Resûlüne bu şekilde indirmesinde anlaşılmayacak bir durum yoktur.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
2- O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır.

3/4- Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve intikam alıcıdır.2

5- Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir.

6- Size döl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur. O, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
İşte sure, Peygamberin (salât selâm üzerine olsun) mesajını reddeden ehl-i kitaba hitaben başlıyor. Eğer mesele hüccet ve delil ile ikna olma meselesi olsaydı Peygamberliğin, peygamberlerin, Allah tarafından indirilen kitapların, Allah'tan gelen valıyin ne olduğunu daha iyi bilmeleri gereken ehl-i kitab, diğer insanlardan daha önce davranıp kendilerine sunulan gerçeği tasdik edip müslüman olmaları gerekirdi.

Sure, onların içlerini kemiren ya da kasıtlı olarak müslümanların kalplerine ekmeye çalıştıkları büyük şüphe tohumları hususunda meseleyi kesin çizgilerle ayıran, bu şüphelerin hangi kanallardan ve gizli yollardan kalplere akıtıldığını ortaya çıkaran, gerçek müminlerin Allah'ın ayetleri karşısındaki tutumları ile kalblerinde hastalık ve sapıklığa eğilim duyanların tavırlarını belirleyen, müminlerin Rabblerine karşı tutumlarını, O'na sığmışlarını, O'na niyazda bulunuşlarını ve O'nu yüce sıfatlarıyla tanımalarını tasvir eden bir bölümle başlıyor:

"O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Bu apaçık ve berrak Tevhid inancı, müslümanın inancıyla diğer bütün inançlar arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin inançları ile Hakk yoldan sapmış olan yahudi ve hıristiyanların inançları, aralarındaki tüm din ve mezhep ayrılığına rağmen aynı kategoriye girer. Bu da müslümanın hayatı ile yeryüzündeki diğer inanç sahiplerinin hayatı arasındaki ayrılış noktasıdır. İşte burada sözü edilen inanç, hayat düzenini her alanda kontrol altına almakta ve ona yön vermektedir.

"O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip, yöneten Allah'tır."

Uluhiyette O'nun ortağı yoktur. "Hayy"dır; Mutlak olarak hayatı kendisinden kaynaklanır. O'nun hayatı her çeşit kayıttan uzaktır, sıfatlarında O'nun bir benzeri yoktur. "Kayyum"dur; her canlı ve cansız O'nunla varlığını sürdürebilir, bütün hayata ve tüm varlıklara hakim olan da O'dur. Bu evrende O'nsuz ne bir varlıktan ne de hayattan söz edilebilir.

İşte bu, düşünce ve inançta yol ayrımıdır; hayat ve ahlâk sisteminde yol ayrımı. Uluhiyet hakkını yalnız Allah'a veren bir inançla, birçok cahili düşüncenin kargaşası sonucu ortaya çıkan çok ilahlılık inancı arasındaki yol ayrımı. O zaman Arap yarımadasında hüküm süren müşriklerin inançlarıyla Allah'a oğul isnad eden yahudi ve hıristiyan inancı arasında veya birden çok ilahı benimseyen hıristiyan inancı arasında hiçbir fark yoktur.

Kur'an-ı Kerim yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın oğludur" dediklerini haber veriyor. Nitekim bugün yahudilerin "Kitab-ı Mukaddes" olarak kabul ettikleri kitap da buna benzer birtakım sapık düşüncelerle doludur. Tekvin bölümü, altıncı babda buna değinilmiştir."(Bu kitabın "el-ishahhüssadis" denen yerinde şunlar yazılıdır: "Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başlayıp çok miktarda kız evlatları olunca, Allah'ın oğulları bu kızların güzelliğine hayran kalıp beğendiklerini kendilerine zevce edindiler. Sonra Rabb dedi ki: Benim ruhum insanoğlunda devamlı kalamaz. Zira o beşerdir. Bu durum yüzyirmi yıl sürdü. O yıllarda yeryüzünde birtakım azgınlar vardı. Bilahare ise, yine Allah'ın oğulları insanların kızlarıyla evlendiler ve çocukları oldu. O günden beri bunlar birtakım isimlerle tesmiye olunan "zalimler"dir.)

Hıristiyanların sapık düşüncelerine gelince, Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür", "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i Allah'ın dışında iki ilah olarak benimsediklerini, keşişleri ve rahiplerini de kendilerine Rabb'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.

T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de bu düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya çıkışından yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye kadar sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen dağıldı.

Bunun üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın kurulmasını sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu.

Bu amaçla birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî hükümete bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik benimsenen tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha da arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin yerine geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve birbirine kin besleyen gruplar arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin arasını bulmaya ve daha sonra . da onlarla merkezi hükümetin birliğini sağlamaya çalıştı. Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik) toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Baraziiye tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar. (el-Raid S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün Mesih'i "Üçten biri" olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı."

Aynı şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu hristiyanlarının durumunu şöyle ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve meleklerden bazılarına tapıyorlardı "(Hasan İbrahim ve iki arkadaşı tarafından yapılan tercüme sayfa: 52-53)"

Müşriklerin inançlarındaki sapıklıklara gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."

İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur:

"...O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

İşte bu, hem düşünce ve hem de inançta yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol ayrımıdır.

Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek sahibi; Hayy olan, her varlığın, her canlının kendisiyle ayakta durup O nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir insan düşünün.

Bu varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam biçimi ve hayat düzeni ile, tüm duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız düşüncelerle bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren uluhiyet hakkında hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat tarzı temelde ayrı olması gerekmektedir.

Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de ahiret hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde. Gerçeğinden saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve ekonomik alanda... Bunların tamamında...

Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve ne de durulabilecek bir yerden sözedilebilir. 8u düzenlerde ne helal ve haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden alındığı, yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin yalnız kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde herşey netleşir ve ahenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla karşılaşıyoruz:

"O, kendinden başka bir ilah bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik hayata tesiri olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk düzeni ve Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an, Tevhid, anlam kazanır. Allah'ın zatı ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün insanlık tarihi boyunca beşeri hayatın düzenlenmesi için gönderilen peygamberlerin, kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:

"...Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve intikam alıcıdır."

Bu ayetin birinci bölümü, İslâm inancının temel ilkelerinden bir kısmını kapsaması yanında, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından getirdiği gerçekleri reddeden ehl-i kitab ve diğer inkârcıların iddialarını da çürüten ifadeleri de içeriyor.

Peygamberlere gönderilen kitapların tek bir kaynaktan gönderildiği bildirilen ayeti kerimede şöyle deniliyor: "Daha önce de Musa'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i indiren kendisinden başka ilah olmayan, hayatın ve kudretin yegane kaynağı yüce Allah'tır sana bu Kur'an'ı indiren". O halde uluhiyet ve ubudiyeti birbiriyle karıştırma veya aynı bedende birleştirmeden söz edilemez. Ortada, kulları arasından seçtiği bazı kimselere kitap veren tek bir ilâh ve bir de o kitapları teslim alıp kabul eden Allah'ın kulları vardır. Sonuçta onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar Allah'ın kullarıdırlar.

Ayeti kerime, Allah katından indirilen kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında bir olduğunu açıklıyor. "Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi". Bukitapların her biri aynı ortak amacı hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu göstermek". Daha önce hıristiyan bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a Çağrı" adlı kitabından yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu kitap, aynen kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve insanların heva ve heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal akımların etkisiyle bu kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri gerçek olandan ayrıştıran "Furkan"dır.

Ayeti kerimede kapalı bir üslupla ehl-i kitabın yeni gelen peygamberi ve peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir yanı olmadığı belirtilmekte. Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki Risaletlerin metoduna bağlı kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki kitaplar gibi Hakk ile indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların arasından bir elçiye indiği gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye indirilmiştir ve bu yeni Risaletin kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki kitapları doğrulamakta; diğer kitapların kanat gerdiği Hakki bu kitap da koruma altına almaktadır. Üstelik bu yeni kitabı da kitap indirmede tek yetki sahibi olan Allah indirmiştir. İşte bu kitap, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini, ahlâk, eğitim ve yasalarım belirleyen ve elçisine indirdiği kitap doğrultusunda temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.

Ayetin ikinci bölümü ise, Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte, Allah'ın kudretini, üstünlüğünü, azap ve intikamının dehşetini onlara göstermektedir. Allah'ın ayetlerini kabul etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle reddedenlerdir. Daha önce kendilerine indirilen Allah'ın kitabından sapmış olan ve bu hareketlerinin sonucu olarak, Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde ayıran, bu yeni kitabı da yalanlama yoluna sapan ehl-i kitab, burada küfürle nitelendirilmekte; Allah'ın dehşet verici azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün olmayacağı intikamıyla tehdit edilenlerin başında yer almaktadırlar.

Bu azap ve intikam tehdidinin hemen ardından da kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip kaçırılamadığı Allah'ın sınırsız bilgisi vurgulanmaktadır:

"Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir."

Burada, Allah'ın hiçbir şeyin kendisinden gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla vasıflandırılması, surenin başında yeralan ulûhiyet ve otorite birliği kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi bir önceki ayette dile getirilen korkunç tehditle de ahenk içindedir. "Ne yerde ne de gökte" tüm genişliğine ve sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kurtulamayacaktır. Öyleyse niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün olmadığı gibi, tuzakları örtbas etmek de mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz cezasından, herşeyi en ince ve gizli yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin bilgisinden kaçma imkanı yoktur.

Ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, herşeyin en ince ve gizli taraflarına varıncaya kadar bilinen kapsamlı bilginin ışığı altında insanların duygularına hassas ve engin bir şekilde temas edilmekte; gayb aleminin bilinmezliği ve ana rahminin karanlığında insanın hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı mahiyeti bilinmeyen yaratılışa değinilmektedir:

"Size dâl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."

Böyle "şekillendiriyor sizi". Allahinsanı kendi mutlak iradesi ve isteğiyle beşeri vasıflar doğrultusunda şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan başka ilâh yoktur; Aziz'dir; yaratma ve şekil vermede güç ve kudret sahibidir; Hakim'dir; yarattığı ve şekil verdiği mahlukatının işlerini kendi hikmetiyle hiçbir yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymaksızın idare edendir.

Bu noktaya temas edilmekle Hristiyanların, Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun), yaratılışı ve doğumu hakkında yaydıkları şüpheler aydınlanmaktadır. Buna göre; İsa'ya "dilediği" şekli veren Allah'tır. Yoksa Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb, Allah, Oğul ya da beşeri ve ilahî nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç varlıktan biri değildir. Aynı zamanda O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği apaçık Tevhid düşüncesinin karşısına çıkan saptırılmış ve gizemli bir nitelik kazandırılmış düşüncelerin ileri sürdüğü gibi anlaşılması zor bir şahıs da değildir.

Daha sonra, Kur'an'ın apaçık (muhkem) ayetlerindeki kesin gerçekleri bırakıp, te'vil yapma imkanı bulunan (müteşabih) ayetlerini kuşku uyandırmak amacıyla kurcalayarak eğip-büken ard niyetliler deşifre edilirken diğer taraftan Allah'a samimiyetle inananların parlak simaları, tertemiz inançları ve kendilerine Allah katından gelen herşeyi tereddütsüz kabul edip teslim olmalarını tasvir eden ayetlere geliyor sıra:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
7- Sana bu Kitab'ı indiren O'dur. Bu Kitab'ın bir kısım ayetleri kesin anlamlı (muhkem)dir, bunlar onun özünü oluştururlar. Diğer kısmı da birden çok anlamlı (müteşabih)dir. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve keyfi yorumlar yapmak amacı ile bu kitabın birden çok anlamlı ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onların yorumunu sadece Allah bilir. Köklü bilgiye sahip olanlar ise "Bu Kitab `a inandık, O bütünü ile Allah katından gelmiştir" derler. Bunu ancak aklı başında olanlar düşünebilirler.

8- (Böyleleri şöyle der): "Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın.

9- Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle biraraya getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz.
Rivayet edildiğine göre, Necran hıristiyanları Peygamber efendimize; "Sen Hz. İsa hakkında; `O, Allah'ın kelimesi ve ruhudur' demiyor musun?" demişlerdi. Bu ifade ile, O'nun insan olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına destek bulmaya çalışıyorlardı. Bu hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifade eden, O'na şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi reddeden kesin ve muhkem ayetleri bırakıp mecazi ve te'vile müsait ayetleri kendi yanlış inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.

Yalnız, ayetin kapsamı bu belirli olayla sınırlı değildir. Aynı zamanda Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren, bu Kitap karşısında insanların benimsedikleri farklı tutumların yanında insan aklının kendi özel vasıtalarıyla kavrama imkanı olmayan ve nassların açıkladığının dışında hiçbir şekilde doğru olarak anlaşılma imkanı bulunmayan gayb ile ilgili meseleler de bu ayetin kapsamı içinde yer alıyor.

Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu ve yaratılışı gibi sem'iyata ve gaybe ait konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize Allah'tan gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler de "Hakk" olan aynı kaynaktan gelmiştir. Onların mahiyetini ve keyfiyetini kavramak insan tabiatının sınırlı olan düşünce alanı ve kavrayış vasıtaları ile, mümkün değildir.

İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşabih" ayetleri farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine bina edildiği apaçık muhkem ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek müteşabih ayetlerin ardına düşerler. Halbuki bu ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir. Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır . Bu ayetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona batılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür... O ard niyetliler, müteşabih ayetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşabih ayetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür müteşabih ayetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."

İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar; elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vasıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği zeminin şartlarını idrak etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler ki:

"Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır."

Kitabın, Rabbleri katından indiğine inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Hakktır ve doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun mahiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.

Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından kendilerine gelen herşeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir.

Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.

İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu halleriyle varolan herşeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle (!) değerlendirmeye kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevazidirler. Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği kavramada aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hakk ile temasa geçer ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.

"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir."

Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hakk, birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir.

İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükunet dolu bir duaya, samimiyet dolu bir niyaza yönelerek, Allah'ın kendilerini Hakk'tan ayırmaması, hidayete erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe bulaşmaktan koruması, rahmet ve iyiliğini kendilerinden esirgememesi için yalvarırlar.. Herkesi biraraya getirecek olan kuşku götürmeyen günü ve asla değişmesi düşünülemeyecek olan verilmiş va'di (sözü) hatırlarlar:

"Böyleleri şöyle der: `Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."

"Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle biraraya getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz."

İşte bilgide derinleşmiş olanların Rabblerine karşı tavırları budur; ve zaten imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu tavır, kişinin Allah'ın sözüne ve va'dine gönül huzuru ile bağlılığından, O'nun sözüne ve va'dine güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini tanımasından, aynı zamanda O'nun değişmez kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından, imanın bir sonucu olan kalpdeki takvadan, duyarlılıktan ve uyanıklıktan kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece ne de gündüz dalgınlığa, duyarsızlığa ve unutkanlığa yer yoktur.

İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı hidayetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a varmanın, kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrak eder...

Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman sayesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda yürümekte olan bir yolcu, nasıl karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar, gölgenin serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın çöllerde öğle sıcağında yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar sapıklığa dönüş yapmaktan böyle korkar. İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini ve acı bedbahtlığını tadanlardan başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül huzurunda öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş olandan başkası onu algılayamaz!

İşte müminler şu sükunet dolu dua ile Rabblerine yönelirler:

"Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma."

Sapıklıktan sonra birden hidayet ile kendilerine yönelen ve böyle iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan Allah'ın rahmetine talib olurlar:

"Bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."

Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile hakim olamazlar; o kalpler de Allah'ın elindedir. Bundan dolayı dua ile O'na yönelerek kurtuluş ve yardımını esirgememesini talep ederler.

Hz. Aişe bir rivayetinde diyor ki: "Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) çoğu zaman şöyle dua ederdi; `Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren (Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.' `Ey Allah'ın elçisi bu duayı ne de çok yapıyorsun' dedim. `Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse saptırır' buyurdu "

Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir kalp, ısrarla Allah'ın himayesine girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O'na yönelip dua etmekten başka çaresi olmadığının bilincine varır!

KÂFİRLERİN DURUMU

Bu açıklamalardan sonra az sonra okuyacağımız ayetlerde inkâr edenleri bekleyen kötü sona temas ediliyor ve günahları karşılığında cezalandırılmalarının asla değişmeyen Sünnetullah'ın gereği olduğuna değiniliyor. Ehli kitaptan inkâr edenlerin ve bu dine karşı çıkanların tehdit edildiği ayetlerde Peygamber efendimize seslenilerek bizzat gözleriyle gördükleri Bedir savaşındaki az bir topluluğun inkârcı kalabalık bir topluluğa nasıl üstün geldiğini müslümanlara hatırlatması telkin ediliyor:

 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
10- Kafirlere gelince onların ne malları ve ne de evlatları Allah'ın karşısında hiç bir işlerine yaramaz. Onlar Cehennem ateşinin yakacağıdırlar.

11- Tıpkı Firavunoğulları gibi, daha öncekilerin durumu gibi. Onlar ayetlerimizi yalanladılar. Allah da günahları yüzünden onların yakalarına yapıştı. Hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır.

12- Kafirlere de ki: "Yenilecek ve Cehenneme sürüleceksiniz' : Orası ne fena bir barınaktır.

13- (Bedir savaşında) karşılaşan iki grubun durumunda sizin için ibret dersi vardır. Taraflardan biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü ise kafirdi ve karşı tarafı gözleri ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah dilediğini yardımı ile destek1er. Bu olayda basiret sahipleri hesabına ibret dersi vardır.
Bu ayetler İsrailoğullarına hitap sadedinde gelmiştir. Kendilerinden önceki ve sonraki inkârcıların vardığı kötü âkıbetle tehdit edilmektedirler. Ayrıca ibret verici hassas bir üslûbla Firavun hanedanının uğradığı kötü son kendilerine hatırlatılmaktadır. Yüce Allah Firavun ailesini yok etmiş ve İsrailoğullarını kurtarmıştı. Fakat bu durum sapıklığa düşüp inkâra kalkıştıkları zamanda onlar için özel bir imtiyaz değildi. Bozuldukları zaman onları küfürle damgalamaktan ve Allah'ın kendilerini zulümlerinden kurtardığı Firavun ailesi gibi onları da hem dünyada hem de ahirette inkârcıların cezasına uğramaktan kurtarmıyordu!

Aynı şekilde -inkârcı olan- Kureyş'in Bedir'de uğradığı hezimet hatırlatılıyor: "Allah'ın yasası değişmez. Hiç kimse Kureyş'in başına gelenlerin onların da başma gelmesine engel olamazdı. Çünkü onları hezimete uğratan neden küfürdü. Hiç kimse bu konuda Allah'a rağmen bir güce sahip değildir. Sağlam bir imandan başka bir aracısı da yoktu, kimsenin!.."

"Kâfirlere gelince onların ne malları ve ne de evlâtları Allah karşısında hiçbir işlerine yaramaz. Onlar Cehennem ateşinin yakacağıdırlar."

Mallar ve çocuklar; savunma ve korunma vasıtaları olarak kabul edilir. Yalnız, geleceğinden şüphe edilmeyen ahiret gününde ikisi de hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü Allah'ın verdiği sözde dönüş olmaz. Ve onları o günde; "Ateşin yakıtıdırlar".. "İnsanın" tüm özelliklerini, ve üstünlüklerini söküp alan ve onları odun, kütük ve benzeri varlıklar şeklinde tasvir eden şu ifade ile "Ateşin yakıtı".

Hayır, hayır! Mallar, çocuklar ile şan-şöhret ve otorite dünyada bile fazla bir işe yaramaz:

"Tıpkı Firavunoğulları ile daha öncekilerin durumu gibi. Onlar ayetlerimizi yalanladılar. Allah da günahları yüzünden onların yakalarına yapıştı. Hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."

Bu, tarihte sık sık tekrarlanan ve Allah'ın bu kitabında detaylı olarak dile getirdiği olaylardan bir misaldir. Ayetlerini yalanlayanlara karşı Allah'ın murad ettiği şekilde takdirini gerçekleştirdiğinin ifadesidir bu olay... Allah bu yasayı dilediği şekilde yürürlüğe koymaktadır. Öyle ise, Allah'ın ayetlerini yalanlayan için ne bir güvence ne de bir kefaletten söz edilebilir.

Şu halde, Hz. Muhammed'in davetini (salât ve selâm üzerine olsun) ve O'na Hakk ile inmekte olan Kitab'ın ayetlerini inkâr edip yalanlayanlar, hem dünyada hem de ahirette bu acı sona uğratılacaklardır.

Bu nedenle aşağıdaki ayetler peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) her iki dünyada da kendilerini kuşatacak olan bu acı sondan onları sakındırmasını istemektedir. Ayrıca yalanlama ve bunun sonucu olarak katı biçimde cezalandırılmanın Firavun ve ondan önceki örneklerini unutmuşlardır diye yakında meydana gelen Bedir gününü onlara örnek göstermesini telkin etmektedir:

"Kâfirlere de ki: `Yenilecek ve Cehenneme sürüleceksiniz' Orası ne fena barınaktır!

`(Bedir savaşında) karşılaşan iki grubun durumunda sizin için ibret dersi vardır. Taraflardan biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü ise kâfirdi ve karşı tarafı gözleri ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah dilediğini yardımı ile destekler. Bu olayda basiret sahipleri hesabına ibret dersi vardır."

Yüce Allah'ın"...Karşı tarafı gözleri ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı..."ayeti iki şekilde yorumlanabilir.

1- "Görüyorlardı" ifadesindeki zamir kâfirleri, "Karşı taraf" ifadeside müslümanları kastetmiş olabilir. Buna göre anlamı şöyle olur; "Kâfirler o kadar kalabalık olmalarına rağmen, bir avuç müslümanı "kendilerinin iki katı" olarak görüyorlardı... Bu da Allah'ın bir planıydı, Allah, müşriklere müslümanları çok, kendilerini az göstermişti. Böylece kalpleri sarsılmış, ayakları kaymıştı.

2- Ya da bunun tam tersi olmuştu... Buna göre anlamı şöyle olur: Müslümanlar -müşrikler kendilerinin üç katı olduğu halde- müşrikleri kendilerinin "iki katı" olarak görmelerine rağmen direnmiş ve onlara karşı üstün gelmişlerdi.

Burada önemli olan, zaferin Allah'ın desteğine ve takdirine havale edilmesidir... Bunda kâfirleri bir tehdit ve kendi haliyle başbaşa bırakma söz konusu olduğu gibi, inananlara bir destek, onların düşmanlarını küçümseme ve onlardan korkmamalarını sağlama da yer almaktadır... Durum -surenin girişinde belirttiğimiz gibi- hem bunu hem de onu gerektiriyordu... Kur'an burada da orada da işliyordu...

Kur'an, büyük hakikati ve bu hakikate benzer içeriğiyle bugün de işlemektedir... İnkâr edenlerin, yalanlayanların ve Allah'ın yolundan sapanların hezimete uğramasıyla ilgili Allah'ın sözü her zaman diliminde geçerlidir. -Sayıları az da olsa-mümin topluluğun zafere ulaşması ile ilgili va'dide her an geçerlidir. Zaferin Allah'ın dilediği kimseye bahşedilmesi, Allah'ın desteğine bağlı kalışı, hükmünün yürürlükten kaldırılması mümkün olmayan geçerli bir hakikat ve askıya alınması imkânı olmayan geçerli bir yasadır.

İnanmış topluluğun görevi bu hakikati gönül huzuru ile kabullenmek, bu verilen söze güven beslemek, elinden gelen bütün imkânlarını kullanarak ona en güzel şekilde hazırlanmak, Allah izin verinceye kadar sabretmek, acele etmemektir. Allah, kendisinin ilim sıfatında gizli olan ve kullarının bilemeyeceği hikmetini bir müddet geciktirebilir. Bu durumda mümin kula düşen görev acele etmemek ve umudunu yitirmemektir.

"...Bu olayda basiret sahipleri hesabına ibret dersi vardır."

İbretin tesbit edilmesi ve gönüllerin onu kavrayabilmesi için görebilen bir göz, düşünebilen bir zekâ gerekmektedir. Yoksa ibret, gece-gündüz her zaman göz önünde olsa ne fayda!

İNSAN FITRATI

İslâm cemaatinin eğitilmesi gizli olan fıtrî duygularla ilgilidir. Bu gizli olan ve doğuştan gelen duygulara sürekli bir uyanıklık ile hakim olunmadığı, insanın arzu ve istekleri daha yüce ufuklara yönelmediği ve bu duygular Allah katından gelen daha sağlam ve daha iyi ilkelerle temasa geçmediğinde sapmanın ilk adımı atılmış olur.

Dünya ihtiraslarında, nefislerin arzu ve istekleri ile doğuştan gelen eğilimlerin etkisinde boğulmak insanın gönlünü basiretten ve ibret almaktan alıkoyar. İnsanları somut günübirlik zevklerin dalgaları arasında boğar. Onların daha yüksek ve daha yüce hedeflere yönelmelerine engel olur. Böylece duyguları katılaşan insan yakın, günübirlik zevklerin ötesine uzanma yeteneğinden yoksun kalır, onlara yükselemez. Oysa Allah, insanoğlunu yeryüzündeki mahlukat arasından seçip ona halifelik görevini vermiştir.

-Bununla beraber- söz konusu fıtrî duygular ve istekler doğuştan gelen tabiî arzular olup hayatın korunması ve sürdürülmesinde gereklidirler. Yalnız onları kontrol altına almayı, belli bir düzene sokmayı, aşırı tahriklerini ve sivriliklerini frenlemeyi öğütler ki, insan onlara sahip olsun ve onları gerektiği gibi kullansın, onlar insana egemen olup istediği tarafa yöneltmesin, insanda yüce hedeflere yönelme ve daha üstün şeylere talib olma sözünü takviye etsin. Bu nedenle cemaatin eğitilmesi için bu yönlendirmeyi üstlenen Kur'an'ın bu ayetleri bir taraftan bu istek ve duygulara değinirken öbür taraftan ahiretin maddi ve manevi zevklerinin sayısız lezzetine dikkat çekmektedir. Bu dünya hayatında kendilerini onùn sevimli zevklerinde boğulmaktan koruyan ve kendi yüce insanî niteliklerini muhafaza edenler ancak öbür dünyanın nimetlerinden yararlanabileceklerdir.

Kur'an'ın anlatım gücü yeryüzünün insan nefsine hoş gelen başlıca şehvetlerini bir tek ayette toplamaktadır. Kadınlar, çocuklar, üstüste biriktirilmiş mallar, atlar, verimli topraklar ve hayvanlar (deve, sığır, koyun...) Bunlar bizzat kendileri ya da sahiplerine sağladıkları diğer zevkler açısından yeryüzündeki isteklerin özünü oluşturmaktadır... Bundan sonra gelen ayette ise, diğer alemdeki başka zevkler ortaya konmaktadır: Altından ırmaklar akan Cennetler, el değmemiş eşler ve tüm bunların ötesinde Allah'ın rızası... Gelecek iki ayetin de arz ettiği şekilde bunların hepsi, gözlerini dünya zevklerinin ötesine diken ve gönlünü Allah'a bağlayanlar içindir:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
14- Kadınlara, evlâdlara, tartı tartı biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa yayılmış atlara, küçükbaş hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak yer Allah katındadır.
"İnsanlara câzip (süslü) gösterildi." Fiilin burada edilgen kipte verilmiş olması onların fıtri oluşumlarının bu eğilimi kapsadığına işaret etmektedir. Bu nedenle onlara sevimli ve hoş görülmektedir. Bu, aynı zamanda bir yönden realitenin de ifadesidir. İnsanda bu "arzulara" yönelik bir eğilim vardır. Bu onun temel yapısının bir parçasıdır. Öz itibariyle onu ne inkâr etmeye, ne de çirkin görmeye gerek yoktur. -Daha önce belirttiğimiz gibi- bunların kökleşmesi, gelişmesi ve bir düzen içinde varlığını sürdürmesi, beşer hayatı için zorunludur.

Yalnız realiteler, insan yaratılışında bu eğilimi dengeleyen, insan hayatının yalnız bu tek yönde boğulmasına ve yüce duygularının gücünü ve ilhamını yitirmesine engel olan bir yön daha bulunduğunu da göstermektedir. İnsan fıtratının bu diğer yönü; yüce hedeflere doğru yönelme yeteneği, nefse hakim olma, bu "arzulara" tümüyle yönelirken nefsi en sağlıklı sınırda durdurma yeteneğidir. Bu, nefsi ve hayatı yapıcı sınırında durduran, bunun yanında hayatın sürekli biçimde terakkisini ve onun yüce davetin ufuklarına doğru yükselişini, insanın gönlünü Melei A'lâ'ya, ahiret yurduna ve Allah'ın rızasına bağlanmasını sağlayan fıtratın öbür yüzüdür. Bu ikinci yetenek birinci yeteneği düzene sokar, terbiye eder, onu kirden, pisliklerden arındırır, onu güvenli bir düzeye çıkarır. Böylece insanın duygusal arzuları ve günübirlik özlemleri, insanlığın özüne ve gönlünün engin arzularına, Rabbine yönelişine, O'ndan sakınmasına engel olamaz. Öyleyse fıtratın bu yönü, insanlığın yüce hedeflere doğru yükselme ve yücelme çizgisidir.

"Zevklere aşırı düşkünlük insanlara süslü (çekici) gösterildi."

Öyleyse bunlar sevilen, hoş görülen arzulardır. Pis ve tiksindirici olarak görülmüş değildir. İfade biçimi onları pis görmeyi ve onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor. Yalnızca yapısının ve etkenlerinin bilinmesi ve yerli yerince kullanılıp bu sınırın aşılmaması, hayatta kendisinden daha değerli ve yüce şeylerin üstüne çıkarılmaması gerektiği belirtilmiştir. Bu "arzulara" dalmaksızın ve onlarda boğulmaksızın zorunlu olanlarını alıp daha başka ufuklara açılmamız gerektiği ifade edilmiştir!

Burada İslâm, beşerin, fıtratına uygun hareket etmek, ona realitesinden hareketle fıtrattan gelen duyguları baskı altına almaya ve kökünden söküp atmaya değil, eğitmeye ve ilerletmeye çalışmakla farklı bir uygulama getirmiştir. Günümüzde insanın şehevi arzularını baskı altına almaktan ve bunun zararlarından, ayrıca bu duyguları, baskı altına almak ve söküp atmaktan kaynaklanan "psikolojik bunalımlardan" söz edenler, bu bunalımların sözü edilen duyguların "denetim altına alınmasından" değil, onları baskı altında tutmaktan kaynaklandığını kabul etmektedirler. Bu ise doğuştan gelen duyguları pis olarak değerlendirmek ve onları kökten reddetmektir. O da insanı birbirine aykırı iki taraflı baskı altına sokar.

Düşüncenin veya dinin ya da geleneklerin oluşturduğu bilinçten gelen baskı. Buna göre fıtri olan duygular pis duygulardır. Hiçbir şekilde var olmaları doğru değildir. "O, bir eksiklik ve şeytani bir dürtüdür" düşüncesi ile bu içgüdüleri bastırmak kolayca başarılabilecek bir iş değildir.

Çünkü bunlar, fıtratın derinliklerinde yer eden beşer hayatının oluşmasında önemli bir görev yapan içgüdülerdir. Hayat ancak onlarla tamamlanır. Ve Allah onları boşuna fıtrata yerleştirmemiştir. İşte burada ve bu çalışma atmosferinde "psikolojik kompleksler" oluşmaya başlar. Biz birbirine zıt olan bu psikolojik teorileri kabul etsek bile İslâm bunu kabul etmez. İslâm'ın insan bünyesini, beşeri psikolojinin iki ucu arasındaki çatışmadan uzak tuttuğunu görürüz. İnsanın şehvet ve lezzet özlemleri ile yükselme ve yücelmeye duyduğu arzular arasında bir güven ortamı hazırladığını görüyoruz. Böylece İslam hem bu özlemlere hem öteki arzulara en güzel bir ortamda, dengeli sınırlar çerçevesinde, sürekli bir gelişme zemini hazırlamış olmaktadır.(Bukonuda daha geniş bilgi için Muhammed Kutub'un "islam ve Materyalizm arasında insan" adlı eserine bakınız.)

"Kadınlara, evlâtlara, tartı tartı biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa yayılmış atlara, küçükbaş hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak güzel yer Allah katındadır."

Kadınlar ve çocuklar insan nefsinin güçlü arzularından birer arzudur. Bunlar "kantarlarca" yığılmış altın ve gümüş ile birlikte verilmiştir.

Burada "kantar kantar" yığılmış olma biçimi beşerin mala olan düşkünlüğünü ifade eder. Eğer burada sırf mala duyulan eğilim amaçlanmış olsaydı: Mallar, ya da altın ve gümüş denirdi. Yalnız, kantarlarca yığılmış olma burada özellikle belirtilmek istenen özel bir vurgudur. Altın ve gümüşü yığmak için duyulan aşırı düşkünlüktür. Burada, -malın sahibi için sağladığı diğer arzulara ulaşma imkanını gözardı etsek bile- mal yığmak kendi başına bir zevktir!

Sonra kadınlara, çocuklara, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşe bir madde daha ekleniyor... Meraya salınmış atlar. At, bugünkü teknik çağda bile arzu edilen sevimli bir ziynettir. At, gençliğin, hareketin, kuvvetin ve güzelliğin.. sevginin, kaynaşmanın ve atılganlığın sembolüdür. İnsanın yapısında genç atın görünümünü seyretmekle harekete geçen bir canlılık bulunduğu sürece binicilik mahareti olmayanlar dahi onu seyretmekten hoşlanacaklardır.

Bu arzulara bir de evcil hayvanlar (deve, sığır, koyun) ve arazi (ekim ve dikim yapılan toprak) de eklenmiştir. Bu son iki madde düşünce ve realite olarak birbirine yakındır. Hayvanlar ve verimli tarlalar... Ekinler, yeşerme ve gelişme görünümleriyle beşer için ayrı bir zevktir. Orada hayatın açması tek başına bile güzel bir manzaradır. Buna, oraya sahip olma zevkini de ilave ettiğimizde arazi ve hayvanlar arzu edilen birer varlık olarak ortaya çıkar.

Burada söz konusu edilen arzular, nefsani arzuların bir örneğini oluşturmaktadır. Bu, Kur'an ile muhatab olan toplumun arzularını somutlaştırmaktadır. Bunların bazıları her zaman geçerli olan ve herkesin arzularını temsil etmektedir. Kur'an bu arzuları arz ederken, herbiri kendi konumunda değerlendirilsin, sınırını aşmasın ve diğerlerine karşı taşkınlık yapmasın diye onların gerçek değerini de ifade eder.

"Bunlar dünya hayatının güzellikleridir."

Ayeti kerimelerin burada temas ettiği bütün sevimli zevkler -ve bunlara benzer diğer zevkler ve arzular- normal hayatın güzellikleridir.

Bunlar ne yüce bir hayatın ne de engin ufukların güzellikleridir. Yakın olan bu yeryüzünün güzellikleri... Bunlardan daha iyisini arzu edenlere gelince onlara nimet Allah katındandır. O nimetler daha iyidir; zira insanın nefsini yükseltir ve onu arzu ve isteklere boğulmaktan, göklere yükselmesine engel olacak ve onu yere çakılmaktan kurtaracaktır. Daha iyisini arzu edenlere Allah katındaki güzellikler daha hayırlıdır. Bunlar aynı zamanda söz konusu arzuların yerini de doldurur:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
15- Deki: Size bunlardan daha hayırlı olanı haber vereyim mi? Takvalılar için Rabbleri katında sürekli kalacakları, altından ırmaklar akan Cennetler, el değmemiş eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Hiç kuşkusuz Allah kullarını hakkıyla görür."
Ayeti kerimenin burada temas ettiği, ve Rasulün (salât ve selâm üzerine olsun) takva sahiplerini kendisiyle müjdelemesi emredilen güzellikler anahatlariyle somut nimetlerdir. Yalnız bunlar ile dünya güzellikleri arasında temel bir fark vardır. Bu güzelliklere ancak muttaki olanlar erişebileceklerdir. Allah'ın korkusu ve Allah'ın zikri kalplerinde olan muttakiler. Takva bilinci hem ruhu hem de somut duyguları eğiten bir bilinçtir. Nefsi, arzu ve isteklerde boğulmaktan ve hayvanlar gibi ona uyum sağlamaktan kurtaran frenleyici bir bilinçtir. Rabblerine karşı takva sahibi olanlar, kendisiyle müjdelendikleri bu somut güzelliklerden haberdar olunca duyu organlarının kabalıklarından kurtularak arı-duru, şeffaf bir düzlemde ona doğru ilerler! hayvani arzu ve isteklerden arındırılmış bir duyarlılık içinde yol alırlar. Bukimseler, yeryüzünde bulunmakla birlikte bu yüce duygularından dolayı Allah'ın vaad ettiği yere varırlar.

Bu tertemiz ve nezih olan güzellikler dünya güzelliklerinin hepsini tam olarak karşılar. Onları geride bırakır...

Eğer onların dünya güzellikleri verimli bir tarla ise, ahirette altlarında ırmakların aktığı mükemmel Cennetler vardır. Bunun da ötesinde onlar sonsuzdur. Kendileri de orada sonsuza dek kalacaklardır. Süresi sınırlı olan tarlalar gibi değildir!

Şayet dünya güzellikleri kadınlar ve çocuklar ise ahirette el değmemiş eşler vardır. Bu hanımların tertemiz olmaları dünya hayatındaki arzulara karşı daha üstün ve daha faziletli olmalarını ifade eder!

Otlağa salınmış atlar, evcil hayvanlar -deve, sığır, koyun- kantarlarca yığılmış altın ve gümüşe gelince, bunlar dünyanın asıl güzelliklerine erişmek için birer vasıtadır. Ahiret nimetlerinde ise, amaçlara ulaşmak için vasıtalara ihtiyaç yoktur!

Sonra.. orada tüm güzelliklerden değerli bir şey var... Orada "Allah'ın hoşnutluğu var..." hem dünya hayatına hem de ahiret hayatına denk olan ondan daha da değerli olan, Allah'ın rızası var. Kelimenin kapsadığı bütün sıcaklık ve yine kelimenin ihtiva ettiği tüm merhametiyle Allah'ın hoşnutluğu...

"Allah kullarını hakkıyla görendir"...

Fıtratlarının ve fıtratlarını oluşturan eğilimlerinin gerçek yapısını gören ve bu fıtrat için yararlı olan şeyleri dünya ve ahiret için nasıl oluşturmak gerektiğini takdir eden yüce Allah'tır 0...

Ayeti kerime daha sonra bu kulların niteliklerinden söz eder. Takva sahiplerinin Rabblerine karşı tutumları, onunla Allah'ın rızasına kavuştukları tavırlarını göz önüne serer.
 
Üst Alt