Anadoluda Yunan mezalimi

MURATS44

Özel Üye
http://www.devletarsivleri.gov.tr/assets/content/Yayinlar/osmanli-arsivi-yayinlar/030-yunan.pdf

Yukardaki Linkten yunan mezalimi ile bilgileri evlet arşivlerine dayanarak hazırlanan belgeleri .pdf formatında okuyabilirsiniz.

YUNAN MEZALİMİ
Tarihçi George Finlay, 1864’te yayınlanan Yunan Ayaklanmasının Tarihi (History of Grek Revolution) adlı kitabında şöyle yazıyor:”1821 Nisanında 20.000 kişi toplamına yakın bir Müslüman nüfus Yunanistan’da dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler; adamlar, kadınlar, çocukları hiç acımadan ve sonra pişmanlık duymadan öldürdüler”.
Yunanlı Başpiskopos Germenos’un ağzından çıkan ayaklanmanın milliyetçi sloganı “Hıristiyanlara huzur, konsoloslara saygı, Türkler’e ölümdü”
Balkan Harbi’nde Yunan mezalimi akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Bu konuda Yanya’da bulunan bir Rum eczacının yaptıkları dehşet vericidir:
“Her gece sekiz-on Türk Osmanlı kızını ağlata ağlata soymak, oynatmak, tehditle, işkencelerle onları meyus etmek. Helen oğullarına ne kadar neşeli bir zafer gururu bahşediyor. Yanya düştüğü zaman müşterilerimin kapılarını çalıp onları himaye etmek istediğimi belirtince, beni Osmanlı dostu bildikleri için mücevher, para ve aileleriyle evime geldiler. Bunlardan erkek olan yedi kişiyi su kuyusuna yuvarladım. Üç ihtiyar kadını boğazladım. Şimdi en müstesna dokuz metrese sahibim. Biri Yüzbaşı hanımıydı ve hamileydi. Çırılçıplak soyunmak ve oynamak istemediği için tekmeledim, çocuğu düşürdü. Bu uğursuz Türk yavrusunu yumurta kırar gibi ezdim. Diğer Türk kadınlarıyla mücevherlerinin yerini göstermek şartıyla ırzlarına tecavüz etmemek üzere bir anlaşma yaptım. Bütün mücevherler geldikten sonra anlaşmayı bozdum”.
Bir Selanikli dükkân sahibi olan ve daha sonra Yunan Ordusunda Yedek subaylık yapan Yunanlının hatıra defterinde anlattıkları da etnik soykırımın boyutlarını akıl almaz derecelere çıkarmaktadır. Günümüzdeki en tehlikeli savaş çeşitlerinden biri olarak görülen biyolojik savaş taktikleri daha o zaman Türkler’e uygulanmıştı.
“Çocuklar, kadınlar süngülerimizin parıltısını görünce derhal haçı öperek Hıristiyan oluyorlar. Mutaassıp Türkler’in kafalarını kasaturalarımızla vücutlarından ayırıyoruz, uğursuz birer numune olan minare ve camiler derhal dinamitlerle havaya uçuruluyorlar. Alman gazeteciler yüzünden Türk esirleri aşikâre boğazlayamıyoruz. Ama bir doktor ile yeni bir usul bulduk. Şişelerle dizanteri, tifo mikrop kültürlerini bakkallara dağıttık. Müslüman müşterilerinin aldığı şeylere hemen bir iki damla katıyor, hastalık alametleri başladığında o havaliyi kordon altına alıyoruz, ne konsolos ne de gazeteci giremiyor. Bundan sonra kuvvetli zehirleri ilaç diye veriyoruz. Kıvrana kıvrana telef oluyorlar. Türk çocuklarına şeker satarken kolera mikrobu bulaştırıyoruz, hemen ölüyorlar. Türkleri katlederken kurtulanlar bir camiye sığındılar ve sürgüleri kapadılar. Caminin dört tarafına gazyağı dökerek ateşleyince ikinci bir eğlenceye tesadüf ettik. Kapıdan çıkanlar derhal süngüleniyordu. Kadınların saçlarından tutuşunca pervane gibi nasıl dans ettiğini görmeli. Hele Türklerin vücudu tutuştuktan sonra mısır kızartırken hasıl olan çatırtılardan daha müthiş sadalar çıkıyor.”

KAYNAK: Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi: Göç

H.Yıldırım AĞANOĞLU Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001 S:64–67
 

MURATS44

Özel Üye
SARIKAMIŞ HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİ
Cihan Harbinin mağdurları içinde en talihsiz kesim, hiç şüphesiz Ruslara esir düşen Türk askerleri ile bölgeden tehcir edilen Müslüman halktı. Dünyanın en sağır ve sessiz kamplarında son asrın insanlık trajedisi yaşandı. Çok duygusal yanlışlara kolayca düşülebilecek bir konuda iddialı olmak ilk planda yadırganabilir. Tarih ilmi şahitlik ettiği konularda, her zaman ilmin objektif kuralları peşinde koşmaz. Tarihe mal olmuş olayları, ileriye doğru sürdürülmek istenen hâkimiyet için bir malzeme olarak ele alma alışkanlığı hakikat peşinde koşanları aldatır.

Dünya hâkimiyeti ve menfaat kavgalarını kendi topraklarında seyreden Osmanlı imparatorluğu, tarihin yönünü çevirmek bir yana, binlerce Türkün yaşadığı bu kanlı trajedileri insanlık alemine duyurmak becerisini dahi gösterememiştir. Hakim güçlerin işaret etmeye çalıştığım alışkanlıkla ileri sürdükleri sözde Ermeni soykırımı iddiaları bir bakıma, Osmanlı esirlerinin, maruz kaldığı zulümlerin yeterince anlatılamamasından kaynaklandı denilebilir. Bu bölüm incelendiğinde akla ilk gelen soru, bu iddiaların psikolojik altyapısını Osmanlı esirlerine yapılan zulümlerin oluşturup oluşturmadığı sorusudur. Zira yapılan bunca fecaatin üstünü bu iddiadan başka bir şeyle örtme imkânı yoktur.
Harp meydanlarında esir edilen askerlerin yanında, işgale uğrayan bölgelerden ve Kafkasya içlerinden toplanılan yerli halka bilhassa Rus Ordusu'nda bulunan Ermeniler tarafından yapılan zulümler artan bir kin ve hırsla, Cihan Harbi boyunca devam etmiştir.
ESİRLERİN NAKLİ
Sarıkamış'ta esir edilen Türk subayları, askerlerle karışık bir şekilde hayvanlara mahsus vagonlar içerisinde Tiflis'e kadar götürüldüler. Tiflis'te 4 kişilik mevkilere 13 subay oturtulmak şartıyla ayrı bir trene alındılar. Bir ay süren bir yolculuktan sonra Sibirya'da Kamışlı istasyonuna gelindi. Bölgede kurulan İrbid panayırında Kazan, Oranburk, Samara, Oka, Simbirsk taraflarından gelen Müslümanlara teşhir edilen subaylar buradan Krosnobarsk şehrine sevk olundular.

Sarıkamış'ta esir düşen IX. Kolordu karargâh subaylarının üstlerindeki elbiseleri dahil bütün şahsi eşyalarına General Prezevalski'nin kumandasındaki Plaston Tugayı Kazak süvarileri tarafından el konuldu. Ruslar esir subaylar hakkında uygulanan yerleşmiş kuralların aksine Osmanlı subaylarına her türlü hakareti yaptılar. Sadece ekmek almaya yetecek kadar para (50 Rus kapiği) verilerek açlığa mahkûm edilmekle kalınmamış, tedaviden mahrum bir şekilde hakaret maksadı ile en pis ve sefil hapishanelere yerleştirildiler. Alman ve Avusturyalı esirler Rusya'nın Avrupa kıtasındaki şehirlerinde tutulurken Osmanlı esirlerinin tamamı Sibirya'ya sevk edildiler.
Ruslar rütbesiz askerleri 30 kişilik vagonlara 50, 60 kişi istif ederek Sibirya'nın en uzak ve en soğuk bölgelerine sevk ettiler. Yaklaşık iki ay süren yolculuk esnasında açlık, bakımsızlık ve tedavi imkânlarından yoksunluk yüzünden esirlerin %50'den fazlası yollarda şehit edildi. Askerler ayakta ancak durabildikleri vagonlarda günlerce yolculuk ettiler. Yol boyunca esirlere ekmek ve su verilmedi. Yolculuk esnasında vagonların açılmasına izin verilmiyordu.
Tuvaletin bulunmadığı vagonlarda insan pislikleri ayak altına bırakılıyordu. Kokunun şiddetinden vagonların yanlarına yaklaşmak imkânı yoktu. Pislikten kaynaklanan ishal ve tifüs yaygın bir şekilde devam ediyordu. Asker arasında hergün dört beş ölüm olayı yaşanıyordu. Cenazeler üç dört gün vagonlardan alınmıyor ya da yolculuk esnasında dağ başlarına atılıyordu.
Sarıkamış'ta esir edilen Türk askerlerini İsveç Salib-i Ahmer Murahhası Graf Londrof şöyle tarif etmişti. "İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve kalplerini sızlatacak derecedeydi."
Her birinde 40-50 esirin bulunduğu iki vagon kapıları kilitlenerek Tiza istasyonuna terk edilmiş, günler süren yürek parçalayıcı feryatlara kimse kulak vermemiş, açlık ve susuzluktan esirlerin tamamı şehit olmuştur. Bu cinayetten bir iz bırakmak istemeyen Ruslar vagonları ateşe verdiler.
Ruslar hastalık var bahanesi ile 500 askerin üzerlerinden elbiselerini soydular. Yalnız don gömlek kalan askerler Tiza şehrine varana kadar tamamen soğuktan dondular. İçlerinden yalnız bir tanesi kurtulabildi. Sınır bölgelerini boşaltan Ruslar yerlerinden ettikleri kadın ve kızlara tecavüz etmekten geri kalmadılar. Yerli Müslüman halktan toplayıp sürgün ettikleri insanlar arasında 3 yaşında kız çocukları ile beraber 80 yaşında ihtiyarlar vardı.
Kafkasya içlerine sürgün edilen Osmanlı esirlerinden Rus ve Gürcülerin yaşadıkları bölgelere gönderilenler nispeten iyi şartlarda tutulmuş, iç karışıklıkların başladığı dönemlerde serbest kalarak çeşitli iş kollarında çalışmakla hayatta kalmayı başarmışlardır. Ancak Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelere sevk edilen Osmanlı esirlerinin imhası için hiçbir şart eksik değildi. Buralarda hiçbir zaman hasta erler diğerlerinin içinden alınmadılar.
Barınaklar son derece pis ve havasızdı. Ekmek oldukça yetersizdi ve günde bir defa sade suya salınmış balık çorbası verilmekteydi. Ermeni askerler sırf zevk için Osmanlı esirlerini öldürüyor ya da işkence ediyorlardı. Bilhassa Kars ve Aleksandrapol’de her türlü zulüm yapılıyordu. Buralarda Osmanlı esirlerini alıp satmak için pazarlar kurulmuştu. Sağlam esirler 12 ruble, zayıflar daha ucuz, hastalar bir paket tütüne satılıyordu.
Doğu cephesinde Ruslar esirlere fena davranmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler. 1916 Ocak'ında Hasankale'den 13 esir subay ve 350 askerle yola çıkarılan bir esir kafilesinde, yolda yürümekte zorlanan 95 asker kafilenin gözleri önünde kurşuna dizildi. Gece üstü açık dört duvar arasında bir yere tıkılan kafilede 8 asker donarak şehit oldu. Aynı kafile ikinci gün yine sözde muhafız Rus askerlerinin kurşunları ile 80 şehit daha verdi. Sarıkamış'a kadar 15 günde götürülen kafileye yol boyunca yiyecek bir şey verilmedi. Frankfurt Çaytong Gazetesi'nde yer alan bir haberde (22.6.1916) Şubat 1916'da Krasnobarsk'tan Primor'a sevk edilen 1.000 Osmanlı esirinden sadece 200'ünün Primor'a varabildiği belirtilmekteydi.
ESİR KAMPLARI
Osmanlı esirleri Kars, Gümrü, Batum, Gori, Aleksandropol, Tiflis, Rostof, Nargin Adası, Ziç Adası, Tambuk, Kamışlı, Nermi, İrbid, Krosnoyarsk, Omusk, Estroniski, İrkotks, Kosturma, Otlaga, Çohluma, Noryevski, Açinisk, Skotof, İstavrapol, Maykop, Tuays, Bielaritzenskaya gibi Sibirya şehirlerinde kurulan kamplarla Rusya Avrupa'sında bulunan Moskova, Nijni, Nevagordo, Petrograt, Şarye, Nikolsk şehirlerinde tutuldular.

Krasnoyarsk şehrinde kurulan kampta lekeli humma şiddetle hüküm sürüyordu. Esirler hasta da olsa tamamen kuru tahta üzerinde yatıyorlardı. Esirlerin durduk yerde şehit edildikleri görülüyordu. Osmanlı esirlerinin üzerlerinden elbiseleri alınmış bir çoğu iç çamaşırları ile Sibirya'nın soğuğuna terk edilmişti. Ruslar ele geçirdikleri yaralıların tedavisi ile ilgilenmediler. Yaralıların büyük çoğunluğu bulundukları yerlerde ölüme terk edildi. Bir hastaneye kaldırılmak bahtiyarlığına erenler buralarda bulunan Ermeni doktorlar ve hastabakıcılardan devamlı surette kötü muamele gördüler. Ruslar diyet yapacak hastalara siyah ekmek vererek ölümlerine sebep oluyorlardı. Hiçbir temizliğin olmadığı hastanelerde lekeli hummadan pek çok asker şehit oldu, Az bir dikkatle tedavi edilebilecek hastaların çoğu bakımsızlık yüzünden ölüyordu.
Krasnoyarsk'in 3.000 km kuzeyinde bulunan Sirentiski'de havalar ekseriya eksi 40–50 derece arasında seyrediyordu. Yazlık barakalara doldurulan esirler arasında salgın hastalıkların korkunç boyutlara varması üzerine esir düşen Türk doktorların bir kısmı bu kampa gönderildi. Esirler arsında lekeli humma, yılancık, kızıl mançuri humması yaygındı. Bu salgın hastalıklara rağmen askerler kucak kucağa yatıyordu. Hastaların üzerine örtecek örtüleri yoktu. Hastanelerde ilaç bulmak mümkün değildi. Ruslar dışardan ilaç sağlanmasına da izin vermiyordu. Birtakım bahanelerle esirlerin birkaç gün aç bırakıldığı oluyordu.
Kızıl Deniz'in Bakû tarafında bulunan Nargin Adası, üzerinde bitkiden eser olmayan yılanları ile meşhur bir yerdi. Havası gayet bozuk olan adada su bulunmazdı. Ada Rus canilerinin sürgün yeri idi. 500 metre eninde 1500 metre uzunluğunda olan adada 1915 yılında 10.000 esir alacak şekilde ikişer katlı olarak 40 baraka yapıldı. Barakalar 125 kişilik olarak planlanmıştı. Harbin başlaması ile birlikte Osmanlı esirleri Nargin adasına gelmeye başladılar. Zaman zaman sayıları 10.000'ni bulan bu esirlerin çoğu kısa zamanda hastalanıyordu. Temizlenme imkânı olmayan esirler son derece pis ve zayıftı. Cansız bir şekilde yerde yatan hastaların üzerinde binlerce sinek dolaşıyordu Bu hastaların çoğu abdest bozmak için yerinden kalkamıyordu. Esirlere verilen ot minderler çoktan parçalanmış, yerden hafifçe yüksek tahtalar üzerinde yatıyorlardı... Esirlerin en çok ihtiyaç duydukları şey içmek için bir parça su idi. Esirlere bazen 6 gün su verilmediği oluyordu. Adada kaynak suları olmadığı için şehirden getirilen su, öncelikle Rus kahvehanelerine verilir, muhafız Rus askerleri ihtiyacı olan suyu aldıktan sonra kalırsa esirlere verilirdi. Susuz ve kanalsız helâlar kısa zamanda dolduğu için esirlerce barakalar etrafına bırakılan pislikler yüzünden etrafı çirkin bir koku kaplamıştı. Hastane olarak ayrılan 400 kişilik bir barakada 1200 hasta bulunuyordu. Adada görevlendirilen 5 Rus doktoru tıbbi malzeme alamadıkları gibi hastalarla da ilgilenmiyorlardı. Bütün olumsuz şartlara rağmen esirler arasında bulunan Konsolos Doktor Ferbets Nidermayer küçük büyük 1800 ameliyat gerçekleştirmişti. Ölüler hiçbir merasime tabi tutulmadan deniz kenarında açılan çukurlara üst üste gömülürdü. Temizlenme imkânı olmayan esirler arasında çıkan kolerada bir çok Türk esiri şehit oldu. Esirler barakalarda beton zemin üzerinde yatıp kalkmaktaydı. Eksi 45 derece soğukta ısınma imkânı yoktu. Esirlere günlük olarak içinde yağ ve et bulunmayan bol sıcak su ile yapılmış bir çorba ile 100 gram siyah ve ekşi bir ekmek veriliyordu. Sonradan bu miktar yarıya indirildi. Esirlerin tamamından ayakkabıları alınmıştı. Bu şartlarda pek çoğu hastalanan esirler süngü tehdidi altında yollarda çalıştırılıyordu. Hastalanan esirlerin tedavisine bakılmadığı gibi istirahat etmelerine de imkan verilmiyor, çalışamayacak durumda olanlar Ermeni ve Rum muhafızlar tarafından dövülüyordu.

Esirler 200, 250 kişilik döşemesiz ve penceresiz barakalarda tutulurdu. Barakalarda sinek ve tahtakurusundan uyumak mümkün değildi. Hiçbir zaman temizlik maddesi verilmemişti. İlaçlama bahanesi ile esirlerin elinden alınan elbiselerin yerine gayet fena elbiseler verilirdi. Esirlerin beslenmesi için ayrılan tahsisat üzerinde bir çok yolsuzluk yapıldığı tespit edilmişti.

İsveç ve Danimarka Konsolosları ile Azerbaycan Himmet Fırkası Murahhası, Alman doktorlar Nerimof ve Mahmudof, Muhacat Fırkası'ndan Ağa Muhammed ve Muavenet Cemiyeti üyesi Morislof un katıldıkları bir heyet Nargin Adasına geldiler. Gördükleri karşısında dehşete kapılan heyet üyeleri Osmanlı esirleri karşısında ağlamaktan kendilerini alamadılar. 300 kişinin kalabileceği bir hastanede 1200 hasta vardı. Bir kısmı ölüm halinde bulunan hastalar su ve yemek isteriz diye inliyorlardı. 30 kadar cenaze bir kenarda üst üste yığılmıştı. Hastaların büyük kısmı için yatak yoktu. Üzerlerinde elbiseleri de bulunmayan hastalardan günde en az 30 kişi vefat ediyordu.
Kafkasya bölgesinde yaşayan Ermeni, Gürcü ve Rus Muhacirleri Türklere karşı çok acımasız ve asabi davranıyorlardı. Bu yüzden Nargin adasındaki esirler çok ağır davranışlara maruz kaldılar. Bu fecaatler Rusya Menzil Sıhhiye Müfettişi General Prens Oldenburg'a şikâyet edildiği halde herhangi bir iyileştirme sağlanmadı. Nargin Adası'nda inceleme yapan Rusya Üsera ve Muhacirin Komiserliği memurlarının adaya esir sevkinin durdurulmasını isteyen raporları Tiflis'te alıkonuluyordu. Esirlerin büyük kısmı ölmesine rağmen sevkıyatın devam etmesi yüzünden adadaki esir sayısı 6000'nin altına inmedi.
Tomask şehrinde bulunan Kıryos zindanında elbiseleri üzerinden alınarak tahtalar üzerine atılmış 20 kadar hasta Osmanlı askerinin perişanlığı, gören herkesi ağlatıyordu. Bu karanlık ve pis zindanda esirler hemen her gün telgraf tellerinden yapılmış kırbaçlarla dövülüyordu. Tomask'ta bulunan 1400 Osmanlı esirinden sadece 200'ü hayatta kalmayı başardı.
Bölgede yaşayan Müslüman halktan esirlere yiyecek ve giyecek yardımı yapmak isteyenler şiddetle men ediliyordu. Tomask şehrinde esirlere elbise, kitap, harita ve sair eşyaları satanlar 5 ay hapis ve 3000 ruble hapis cezasına çarptırılıyordu.
ESİR KAYIPLARI
Sarıkamış ve Oltu civarında esir edilen 4000 askerden sadece 400'ü Kars'a ulaşabilmiş diğerleri Rus Kazaklarının cinayetleri ve hastalık yüzünden yollarda kaybedilmiştir. Sarıkamış civarında Hamamlı mevkisindeki esir kampında vefat eden Türk esiri miktarı tahminen 30.000 kadardı (10 Temmuz 1333). Sarıkamış'tan bir ay uzaklıktaki Nermi'ye sevk olunan askerlerin büyük kısmı tifüs hastalığı ile şehit oldular. Nargin adasında hastalanan 700 askerin Tambuk'a nakilleri esnasında 176 asker vefat etti. Sibirya'ya gönderilen Türk esirlerinin üçte ikisi pislik ve gıdasızlık yüzünden kaybedildi. 1916 senesi Ağustos ayına kadar lekeli humma teşhisi ile vefat eden Türk esirlerinin sayısı tahminen 64.000'e ulaştı.

Hiçbir yorum yapmadan aktarılan bu satırlar esir Türk subaylarının esaret dönüşü verdikleri raporlar ve tarafsız ülkelerin Salib-i Ahmer heyetlerinin raporlarından alınmıştır. Aktarılan kısımlar rapor sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri noktalardır. Ruslar doğu vilayetlerini işgal edince esir Osmanlı askerleri ile birlikte bölgede yaşayan halkın büyük kısmını da Sibirya içlerine sürdüler. Bunu fırsat sayan Ermeniler Rusya'daki iç karışıklıklardan da yararlanarak Türk esirleri üzerinde milli duygularını tatmin ettiler!

Geri dönüş imkânlarının son derece sınırlı olduğu bölgeden salgın hastalıklar ve katliamların da etkisi ile pek az Osmanlı esiri kurtulabildi.

Dr:Ramazan BALCI:Tarihin Sarıkamış Duruşması
S:261-268 Tarih Düşünce Kitapları-İstanbul
 

MURATS44

Özel Üye
YUNAN MEZALİMİ
Tarihçi George Finlay, 1864’te yayınlanan Yunan Ayaklanmasının Tarihi (History of Grek Revolution) adlı kitabında şöyle yazıyor:”1821 Nisanında 20.000 kişi toplamına yakın bir Müslüman nüfus Yunanistan’da dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler; adamlar, kadınlar, çocukları hiç acımadan ve sonra pişmanlık duymadan öldürdüler”.

Yunanlı Başpiskopos Germenos’un ağzından çıkan ayaklanmanın milliyetçi sloganı “Hıristiyanlara huzur, konsoloslara saygı, Türkler’e ölümdü”
Balkan Harbi’nde Yunan mezalimi akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Bu konuda Yanya’da bulunan bir Rum eczacının yaptıkları dehşet vericidir:
“Her gece sekiz-on Türk Osmanlı kızını ağlata ağlata soymak, oynatmak, tehditle, işkencelerle onları meyus etmek. Helen oğullarına ne kadar neşeli bir zafer gururu bahşediyor. Yanya düştüğü zaman müşterilerimin kapılarını çalıp onları himaye etmek istediğimi belirtince, beni Osmanlı dostu bildikleri için mücevher, para ve aileleriyle evime geldiler. Bunlardan erkek olan yedi kişiyi su kuyusuna yuvarladım. Üç ihtiyar kadını boğazladım. Şimdi en müstesna dokuz metrese sahibim. Biri Yüzbaşı hanımıydı ve hamileydi. Çırılçıplak soyunmak ve oynamak istemediği için tekmeledim, çocuğu düşürdü. Bu uğursuz Türk yavrusunu yumurta kırar gibi ezdim. Diğer Türk kadınlarıyla mücevherlerinin yerini göstermek şartıyla ırzlarına tecavüz etmemek üzere bir anlaşma yaptım. Bütün mücevherler geldikten sonra anlaşmayı bozdum”.
Bir Selanikli dükkân sahibi olan ve daha sonra Yunan Ordusunda Yedek subaylık yapan Yunanlının hatıra defterinde anlattıkları da etnik soykırımın boyutlarını akıl almaz derecelere çıkarmaktadır. Günümüzdeki en tehlikeli savaş çeşitlerinden biri olarak görülen biyolojik savaş taktikleri daha o zaman Türkler’e uygulanmıştı.
“Çocuklar, kadınlar süngülerimizin parıltısını görünce derhal haçı öperek Hıristiyan oluyorlar. Mutaassıp Türkler’in kafalarını kasaturalarımızla vücutlarından ayırıyoruz, uğursuz birer numune olan minare ve camiler derhal dinamitlerle havaya uçuruluyorlar. Alman gazeteciler yüzünden Türk esirleri aşikâre boğazlayamıyoruz. Ama bir doktor ile yeni bir usul bulduk. Şişelerle dizanteri, tifo mikrop kültürlerini bakkallara dağıttık. Müslüman müşterilerinin aldığı şeylere hemen bir iki damla katıyor, hastalık alametleri başladığında o havaliyi kordon altına alıyoruz, ne konsolos ne de gazeteci giremiyor. Bundan sonra kuvvetli zehirleri ilaç diye veriyoruz. Kıvrana kıvrana telef oluyorlar. Türk çocuklarına şeker satarken kolera mikrobu bulaştırıyoruz, hemen ölüyorlar. Türkleri katlederken kurtulanlar bir camiye sığındılar ve sürgüleri kapadılar. Caminin dört tarafına gazyağı dökerek ateşleyince ikinci bir eğlenceye tesadüf ettik. Kapıdan çıkanlar derhal süngüleniyordu. Kadınların saçlarından tutuşunca pervane gibi nasıl dans ettiğini görmeli. Hele Türklerin vücudu tutuştuktan sonra mısır kızartırken hasıl olan çatırtılardan daha müthiş sadalar çıkıyor.”

KAYNAK: Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi: Göç
H.Yıldırım AĞANOĞLU Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001 S:64–67
 

MURATS44

Özel Üye
KIRIM TATARLARININ GÖÇÜ
Kırım Tatarları, bölgeye 1000 ile 1300 yılları arasında çeşitli fetih dalgalarıyla gelmiş Türk kökenli budunların soyundan inme sayılır.

Kırımlılar, aslında geniş ölçüde kendi öz Hanlarına bağımlı olmakla birlikte, 15. yüzyıl sonlarından başlayarak, Osmanlı Sultanının sözde egemenliği altındaydılar. Kırım Hanları, gerek kendi başlarına, gerek Osmanlıların bağlaşıkları ya da bağımlıları olarak, Rus Çarlarına karşı savaştılar. Rusların gücü arttıkça, Tatarların gücü buna koşut olarak azaldı. Asıl Kırım Yarımadasının kuzeybatı yanındaki Yedisan bölgesinin Nogay Tatarlarını Kırım Hanının bağımlısı olmaktan caydırmayı 1770 yılında becerdikten sonra, Ruslar, 1771 yılında Kırımı istilâ ettiler ve Kırımlıları Rus bağımlılığına girmek zorunda bıraktılar; 1774 yılındaki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla, Osmanlılar, Kırım üzerinde egemenliği yitirdikleri gerçeğini kabul ettiler ve orada, ülkesi küçültülmüş, Rusların onaylayacağı bir Han'ın yönetimi altında bağımsız bir devletin varlığını tanıdılar. Ruslar, Osmanlı imparatorluğu ülkelerinden gelme Hıristiyanları, kendilerinin vaktiyle Kırım Hanlığı ülkesi iken zapt etmiş bulundukları arazilere yerleştirmeye başladılar. Bu yeni yerleşimciler aslında Ruslarca örgütlenmiş askerî birlikler idi [Bizans’ın ve Osmanlının tımarlı sipahi düzenine benzer bir düzen kurulmuştu]. Tatarlar Rusların başa geçirdiği yeni Han'a karşı ayaklandıklarında, bu yeni Rus güçleri Tatarlara saldırdılar, Kefe'yi ve diğer Kırım kentlerini yaktılar, bu kentlerdeki yüzlerce ayaklanmış Tatarı, eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte, kıyımdan geçirdiler. Kaçabilenler dağlarda sürek avı yürütülürcesine izlendi ve oralarda öldürüldü. Kırım'ın bağımsızlığı ancak 1783'e kadar sürebildi; o yıl, daha ilerilere uzanan Rus istilâlarının ardından, Çariçe Büyük Katerina, Kırım’ın Ruslarca kendi ülkelerine katıldığını ilân etti.


Rus egemenliğinden kaçmak arzusuyla, Kırım'dan ve bitişik bölgelerden Osmanlı imparatorluğu ülkesine doğru Tatar göçü, 1772'de başladı. Sayıları belki 100.000'i bulan bu ilk göçmenler hakkında pek az şey biliniyor. Keza, onları kaçmak zorunda bırakan Rus baskılarının niteliği hakkında pek az şey biliniyor. Ancak, gidenlerden çok daha fazlasının yerli yerinde kaldığı bilinmektedir. 19. yüzyılın başlarında, Kırım ve Nogay Tatarları, kendi ata ocaklarında baskın sayıdaki nüfus öğesi olarak kalmışlardı. Daha sonra, geride kalmış Tatarlar da yurtlarından göç etmeğe zorlandılar. Mark Pinson, saptadığı bir olaydan yola çıkarak, Tatarları göçe zorlayan baskının ağırlıklı kaynağının yönetimden gelen baskı olduğunu, inandırıcı biçimde, savunmaktadır. Gerek "yasal" olan gerek olmayan yollardan, Rus arazi sahipleri ve yönetim görevlileri Tatarlara ait pek geniş mülkleri zapt ettiler. Tatar köylüler, sürekli olarak, atadan kalma arazilerinden atıldılar. Dahası; yeni efendilerinin arazilerinde çalışmak üzere geride kalan Tatarlara, ek vergiler, mallarının elinden alınması ve ücretsiz çalışmaya zorlanma gibi uygulamalar musallat edildi. Rus hükümeti, sürekli olarak Tatarlardan alınan vergileri arttırdı durdu; yöneticiler, kendi ceplerine atmak üzere, yasa dışı ek vergiler de topladılar. Rus yönetiminin tırtıklamalarına ek olarak, ordu dahi onların sırtından geçinme uygulamalarını âdet edinmişti. Örneğin, 1828–29 Rus-Türk savaşından sonra tam mevcutlu bir Kazak ordusu Kırım kıyısına yerleştirildi ve yöredeki Tatar köylerini talan etmeğe koyuldu.
1854-56'daki Kırım Savaşı, Tatarların durumunu, çıbanın patlama olgunluğu aşamasına getirdi. Rus hükümeti, güçlü olasılıkla doğru bir yargıyla, Tatarların eğiliminin Rusya'dan yana olmaktan çok daha fazla, Osmanlılardan ve onların İngiliz, Fransız bağlaşıklarından yana olduğunu varsaydı. Bir ayaklanmaya karşı önlem olmak üzere, Ruslar, Tatarların arasına ordu birlikleri gönderdiler. Kazaklar ve diğer askerler, Tatar köylerini talan ettiler, bunları yakma yıkma tehditleri savurdular. Çok insan öldürüldü ya da kaçmak zorunda bırakıldı. Bilinmeyen sayıda insan, Rusya’nın iç bölgelerine sürgün edildi. Olaylara tanık olmuş bir Rus Generali şunları yazmıştı:
“Savaşın başlangıcından sonuna kadar, Kazaklar, Kırımlıların köyleri arasında devriye gezdiler, hep Kırımlıları düşmana yardımcı olmakla suçladılar, onları tutukladılar ve kendilerine haraç ödenmesi üzerine serbest bıraktılar, kimini de öldürdüler yahut yerinden yurdundan kaçırdılar.”
Aslında, Kırım Tatarlarının, Kırım Savaşı sırasında bağlaşıklara ettiği yardım, olabilecek en düşük düzeyde idi. Tatarlar tümüyle silâhsızlandırılmış bir halk idiler ve etkin bir ayaklanmaya girişmek umutlan yoktu. Böyle iken, savaştan hemen sonra, Rus hükümeti orada Tatar varlığını istemediğini açığa vurdu. 1856'da Çar Alexandr, "Tatarların göç etmesinin kolaylaştırılmasını" buyurdu. Günümüzde psikolojik baskı olarak adlandırılacak türden pek çok baskı, Tatarlara uygulandı: Hıristiyanlığı yayma derneklerinin oluşturulması, kuzey illerine yığınsal sürgün uygulamalarına girişileceği dedikodularının yayılması, eğitimde ve yönetim işlerinde kullanılan dilde "Ruslaştırma" ve benzerleri. Daha da somut eylemler olarak, Tatar topraklarına yeni vergiler yüklendi, daha çok arazi sahiplerinin elinden alındı ve daha çok Tatar ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı. Kırım Tatarları için en uğursuz gelecek göstergesi, Kırım kuzeyindeki ve batısındaki ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılmış olan ve Osmanlı imparatorluğunun liman kentlerine [yürüyerek] giderken Kırım ülkesini bir uçtan öteki uca geçen onbinlerce Nogay Tatarının Kırım'da görülmesi oldu. Nogaylara, ya Rusya’nın başka bölümlerinde daha az istenebilir nitelikte bölgelere göçmek için kendi yurtlarını terk etmek, ya da Osmanlı imparatorluğuna göçmek seçeneği verilmişti. Böyle olunca, onların kardeş halkı Kırım Tatarları, ancak, kendilerine de az sonra sıranın gelmesini bekleyebilirlerdi.

Nogay Tatarlarının göçü 1860'lı yıllar boyunca sürdü. Kırım Tatarlarından da bu göçe katılanlar oldu. Göçmenler, onları karşılamak için hiç de hazırlıklı olmayan bir Osmanlı imparatorluğuna geldiler. Kırımlıların yığınsal göçünü gözlemlemiş kişiler, [Osmanlıda, bu kişileri ülke içinde uygun yerlere aktarıp yerleştirmek için] yeterince para, yeterince çadır, yeterince yiyecek ve yeterince ulaşım aracı bulunmadığını belirtiyorlar. Çok sıkışık yaşam düzeninin bulunduğu göçmen kamplarında, sağlık koşulları, ağlanacak durumdaydı. Sürgün edilmiş Tatarların toplanma ve geçici olarak yerleştirilme merkezlerinden biri olan [Dobruca bölgesindeki, şimdi Medgidia denen] Mecidiye'de, belki günde 50–60 arasında insan ölüp gidiyordu, göçmenlerin geldiği diğer bölgelerdeki durum da aynı idi. Kırım, artık bir Müslüman ülkesi değildi. En azından 300.000 Tatar, topraklarını Slav'lar ve diğer Hıristiyanlar tarafından işgal edilmek üzere bırakarak, göç etmişlerdi. Oradan ayrılmayan az sayıdaki Tatar kalıntısı, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar, yani Stalin'in geri kalmış olanların tümünü sürme yoluyla Kırım’da Tatar varlığına son verişine kadar, ata yurdunda kaldı.
İnanılmaz şey; çok ağır çileler çekmiş olmalarına rağmen, Tatarlar, Ruslar tarafından yurtlarından göç etmek zorunda bırakılmış Müslüman halklar arasında [gurbette] en çok başarı göstereni oldular. Ruslar ise, Tatarlara karşı başlattıklarını, çok daha azgın bir zulümle, Kafkasya’da ve Balkanlarda uygulamayı sürdürdüler. Tatarları yurtlarından kaçmak zorunda bırakmak amacıyla, yönetimsel baskı, haksızlık etme yöntemleri ve zaman zaman kaba güç kullanılmıştı. Silâhsız, savunmasız olan ve dinleri, kültürleri, yaşamları yok edilecek diye korkmak için haklı nedenleri bulunan Tatarlar, kaçıp gittiler. Rusların bu insanların sırtına süngü dayayıp onları ittirmesi pek görülmedi; buna gereklilik yoktu. Ancak, sonra Kafkasya'da gerçekleşen olayların kanıtladığı üzere, Tatarların, süngüler hazırdır ve [Ruslarca] gereklilik görülürse kullanılacaktır hesabını yapmış olmaları, pek haklı idi.
BUNLARI İZLEYEN SAVAŞLAR VE SÜRÜLMELER Rus yöneticiler, sürgüne gönderme politikasına, Kırım uygulaması ile başladılar. 19. yüzyıl ortasında, kimi, bu politikaya, Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanların varlığı sorununa kesin çözüm getirecek bir çare olarak ve ayrıca, pek açık olan ekonomik ve stratejik nedenlerle, sarıldı. Diğerleri [başka bazı yöneticiler] ise, özellikle Kırım yöresinin asıl tarımsal üretim öğesinin [tarım emekçileri kitlesinin] ayrılıp gidişini izleyen, kısa vadede gerçekleşmiş ekonomik kayıp yüzünden, bu uygulamayı yerinde bulmak konusunda duraksamada idiler. Bununla birlikte, Tatar göçünden sonra, bu eksilmenin çaresine bakıldı ve Kırım toprakları, Slav ülkesi Rusya'nın, [gerçekleştirdiği tarımsal üretim açısından] değerli bir parçası oldu, çünkü çok geniş arazi parçaları Rus soylularınca alınmıştı [ve işletilmesine girişilmişti]. Rus politikasını belirleyenler, bundan, gelecekte izleyecekleri tutum konusunda ders çıkardılar. Sonraki yıllarda Kafkasya’da gerçekleştirilen fetihlerde, yerli halkın zorla yurdundan sürülmesi, Rus politikasının etkili bir aracı oldu. Kırım Tatarlarının tersine, bu Müslümanlar, ağırlıklı olarak yönetim örgütünce uygulanan baskıdan ibaret kalacak bir nedenle yurtlarından ayrılmağa niyetli değillerdi; onlara karşı uygulanan baskı araçları çok daha zorbaca oldu: kıyımdan geçirme, talan etme, evlerin ve köylerin yakılıp yıkılması.
Ulusçuluğun ve emperyalizmin Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’da Müslümanların yok olup gitmesine yol açmış aracı, savaş idi. Bunların bir tek istisna ile tümü, Rus imparatorluğuyla girişilmiş savaşlardı ve sonuncusu dışında tüm savaşlarda Müslümanlar yenilmişlerdi. Batıdaki savaşlar, 1821 Yunan ayaklanması ve 1828–29 Rus-Türk savaşı ile başladı. 1853–56 Kırım Savaşı ile 1877–78 Rus-Türk Savaşı ile arkasından 1912–13 Balkan Savaşları ile süregitti. Doğudaki savaşlar, 1827-29'daki Rus-İran ve Rus-Türk Savaşları ile başladı; sonra Kırım Savaşı, 1877–78 Savaşı ve I.Dünya Savaşı yapıldı. Bu savaşların sonucunda gerçekleşen, Müslümanların kitle hâlinde sürülmelerine ek olarak, Ruslar, 1860'larda Kafkasyalı Müslümanlarla çarpıştılar ve onları yurtlarından sürdüler. Savaşların sonuncusu, 1919-23'de yapılan Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanların kazandığı tek savaş oldu.
19. ve 20. yüzyıl savaşlarının tümünde Müslümanlar kıyımdan geçirildiler ve yerlerini yurtlarını bırakıp gitmeğe zorlandılar. Müslümanlardan milyonlarcası öldü ve milyonlarcası yurdundan sürüldü. Savaşların her biri diğerlerine göre bir hayli farklı idi, ama bunların Müslümanlar üzerindeki etkisi hep aynı kaldı: onlar, pek büyük sayılarla, öldürüldüler ya da yurtlarından uzağa sürüldüler. Osmanlı yenilgileri yalnız askerî ve siyasal birer olgu niteliğiyle kalmıyordu; bunlar, kitlesel nüfus hareketlerinin ve çok yüksek sayıda ölümlerin nedeni idi. Gerçekleşen süreçte ölümler sadece Müslümanların ölümlerinden ibaret olmamıştı ama ölmüş Yunanlıların, Bulgarların ya da Ermenilerin sayısı, ölen Türklerin sayısı karşısında pek küçük oranda kalıyordu. Balkanlar’ın, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için 19. ve 20. yüzyıllar, bir dehşet dönemi olmuştur. Bütün topluluklar savaşın, açlığın ve savaş zamanında patlak veren [dizanteri, tifüs gibi] hastalıkların, ayrıca, yenilen yan için kendini gösteren, yurdunu bırakıp gurbete göçme zorunluluğunun dehşetlerinden nasibini aldı.

Justin McCharty: Ölüm ve Sürgün
Çeviren:Bilge UMAR Sayfa:14-20 İnkılap Yayınları İstanbul 1998
 

MURATS44

Özel Üye
SOYKIRIM
Soykırım, (Jenosid/ Genoside) kavramının kökleri Yunanca’daki Genos (Irk, aşiret, klan) ve Latince’deki cide (kırım, öldürme, yok etme) kelimlerinin birleşmesinden meydan gelmektedir.

Soykırım, Birleşmiş Milletler 1948 Sözleşmesinde de belirtildiği gibi; insanların, dinsel, ırki ve etnik farklılıklarından dolayı sistemli olarak yok edilmesi anlamına gelmektedir.
Lemkin’e göre ,”soykırım; diretkt olarak kişileri hedef almaz, kişinin dahil olduğu grubu hedef alır, kişi de bu gruba dahil olduğu için saldırıya uğrar” diyordu.
Soykırım, askeri düşman hedefi belli olmadan, yardıma muhtaç ve savunmasız insanlara karşı seri şekilde katliamlar yapmaktır.
SOYKIRIM ÇEŞİTLERİ 1.Policide (Siyasi kırım)
2.Omnicide (Canlı olan her şeyi aynı anda toptan yok etme), (Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarını atılması)
Atom bombası, tüm canlıları imha etmek silahı olduğu için soykırım karakterini taşımaktadır ve atom bombasının üretiminin ve bulundurulmasının suç kabul edilmesinin gerektiğini, çünkü bombanın kullanılmasının omnicide yol açtığı belirtiliyor.
3.Ecocide (Çevre soykırımı). Kimyasal ve nükleer silahların kullanımının çevre katliamına yol açtığı
4.Democide (İnsan soykırımı).Democide kavramı, eski Yunanca’da demos (halk) anlamında kullanılan kelimeyle Latince’deki caeder (öldürme) anlamına gelen kelimelerden oluşmaktadır.
Deocide, özellikle iktidarlar tarafından planlı, istekli ve amaca uygun bir şekilde silahsız ve savunmasız birey ve toplumun yok edilmesinin içeriyor.
5.Cultur-cide (Kültürel soykırım). Kültür değerlerinin yok edilmesi
6.Ethnocide
7.Economicide
8.Socialcide

Sefa YÜRÜKAL:Batı Tarihinde İnsanlık Suçları
 

MURATS44

Özel Üye
II.DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ VE SONRASI RUS SÜRGÜNLERİ

MENSUP OLDUĞU MİLLET

SÜRÜLEN KİŞİ SAYISI

Sovyet Almanı
774.174
Kulak (Mülk sahibi köylü. SSCB'nin her halkından)
577.121
Çeçen-İnguş
400.478
Tatar, Bulgar ve Kırımlı Rum
193.959
Savaş tutsağı Alman
121.459
Vlasovcu (Savaşla Nazi safında yer alan Rus as.)
95.386
Türk, Kürt, Hemşinli
84.402
Kalmuk
81.673
Karaçay
60.130
Balkar
32.817
Aynı resmi belge nereye kaç kişi gönderildiği
SÜRÜLDÜĞÜ YER
MİKTAR
Kazakistan'a
890.698
Özbekistan'a
179.992
Kırgızistan'a
120.858
Kemerovo bölgesine
129.423
Molotov (Perm) bölgesine
115.436
Sverdlovsk bölgesine
113.746
Krasnoyarsk bölgesine
112.316
Novosibirsk bölgesine
92.968
Tomsk bölgesine
83.276
Tümen bölgesine
56.611
Çelyabinsk bölgesine
51.865
Omsk bölgesine
44.767
Altay bölgesine
35.381
 

MURATS44

Özel Üye
TATAR SÜRGÜN HATIRALARI
Tatar sürgününden 50 yıl sonra, sürgün operasyonunan katılan A. Vesnin "Prikaz Vıpoinen" (Emir Yerine Getirildi) isimli kitabının 70. sayfasında operasyonu söyle anlatıyor: "Yanımızda NKVD'den bir subay, bir çavuş ve bir de onbaşıyla bir iki saatlik yolculuktan sonra, 18 Mayıs gecesi saat 03.30'da Oysul köyüne vardık. Saat O4'de operasyonu başlattık ve her eve girerek, "Sovyet iktidarı adına vatana, ihanetten dolayı hepiniz SSCB'nin başka bir bölgesine sürüldünüz" diye anons yaptık." Her aile için yanlarına alacakları eşya ağırlığını 200 kilo olarak belirledik. (Stalin'in imzasını taşıyan kararname ise 500 kg. olarak belirtiliyor.) Kamyonlarda insana yer kalması için her türlü evcil hayvanı yasakladık. En kötüsü, NKVD'li yetkililer hiç durmadan toparlanma zamanını kısıyorlardı. İnsanlara 20 dakikanız var çabuk olun, yanınıza müsaade edilen eşyayı alın diye hiç durmadan bağırıp çağırıyorlardı. Operasyon çok iyi örgütlenmişti. Her şey dakikası dakikasına işliyordu. Bir defada tüm köy halkını kamyonlara doldurduk ve en yakın tren istasyonu Sem Kolodeze'ye gönderdik."
Acıyatmak köyü sakinlerinden Tenzile İbrahimova ise, 1966 yılında 23. Parti Kongresinde sürgüne şöyle tanıklık ediyordu: "18 Mayıs gecesi NKVD'li yetkililer üç çocuğumla beni uykumuzdan saat 3 sularında kaldırdılar. Evi boşaltmamız için 5 dakika verdiler. Vahşice davranıyorlardı. Yanımıza yiyecek dahi aldırmadılar.Gün boyu yemek yemeyen çocuklarım açlıktan ağlaşıyorlardı. Köyü tamamen boşalttılar... Ben evde çocuklarımla yalnızdım. Çünkü eşim cephede Nazilere karşı savaşırken yaşamını yitirmişti: Tenzile İbrahimova yolculuğu ise şöyle anlatıyordu: "Semarkant bölgesindeki Zerabulak istasyonunda biten yolculuk 24 gün sürdü. Bölge halkından kolhoz için toplanmış kağnı arabalarını tamir etmeye zorlandık, aç çalıştırıldık. Açlıktan birçok insanın bacaklarında tabak hastalığı çıktı. Aynı çalışma kampında bizim köyden benimle birlikte 30 aile vardı. Her beş aileden ikisi açlık ve hastalıktan öldü."
Tenzile İbrahimova gibi eşini cephede kaybeden ve sürgün edilen diğer bir Tatar kadın 1979 yılında yolculuğu şöyle dile getiriyordu: "Vagonlar tıka basa doluydu. Açlık ve havasızlıktan insanlar sinekler gibi ölüyordu. Yolculuk boyunca ne bir yudum su, ne bir lokma ekmek verdiler. Geçtiğimiz ve durduğumuz her tren istasyonunda, vatan hainlerini taşıyoruz diye bölge halkını bize karşı kışkırttılar. Hemen her yerde vagonlarımız taş yağmuruna tutuldu. Vagonlarda ölenleri dini inançlarımıza göre gömdürmediler. Sadece, vagon kapılarını açtılar ve ölülerini demiryolu kenarına attılar. Vagon kapıları sadece ölüler atıldığı sırada açılıyordu. Kapılar yaşayanlara ise ancak Kazakistan steplerinde açıldı."
 

MURATS44

Özel Üye
KABARDA BALKARLAR'IN SÜRGÜNÜ SSCB'nin askeri olarak en güçlü olduğu, milyonlarca nüfusun yaşadığı, yüz binlerce kilometrekarelik Batı Rusya'yı (Ukrayna ve Beyaz Rusya dahil) üç dört ay gibi kısa bir sürede geçip Moskova önlerine dayanan Nazi orduları için 1939 yılında 349 bin nüfusa ve 12.500 km2 toprağa sahip Kabardey-Balkar topraklarını işgal etmek daha kolay olmuştur. Fakat Nazilerin bu topraklardaki saltanatı SSCB'nin işgal altındaki diğer bölgeleri kadar uzun sürmemiştir. 12 Ağustos 1942'de Kabardey-Balkar topraklarını kontrol altına alan Naziler, 11 Nisan 1943'de yani 5 ay sonra bu topraklardan koyulmuşlardır.
Beş ay gibi kısa bir süre de olsa işgalci Alman orduları, her işgal ettikleri bölgede uyguladıkları işbirlikçi bulma politikalarını burada da uygulamaya çalışmışlardır. Kuzey Kafkasya'da işgal ettikleri diğer bölgelerde, o bölgelerin eski yerlilerinden (bunlar Çarlık yanlısı ve iç savaş sırasında Beyazlardan yana tavır alan, 1917'den sonra Avrupa'ya ve Türkiye'ye kaçan büyük toprak sahipleri ve soylulardan oluşuyordu) kukla hükümetler kuran Naziler, Kabardey-Balkar topraklarında da aynı politikayı izlemiştir. "29 Ekim 1942’de başkent Nalçik'i kontrolüne alan Alman Naziler, yönetimi eski sığınmacı prenslere devretmişlerdir." Prens Z. Kelemet, Çekman ve A. Uzden, ayrıca Prens Devletgeri Tavkeç, Mahdi, Hocciç ve Prizenko gibi şahsiyetler kukla yönetimde aktif roller almışlardır.
Moskova'nın kolhoz, sovhoz ve yasakçı din politikalarından dolayı halkıyla barışık olmadığını bilen Naziler, işgal ettikleri bölgelerde insanların kendilerinden yana desteğini almak için özellikle bu konularda vaatlerde bulunmuşlar ve bu vaatlerin bir kısmını da yerine getirmişlerdir. Ağustos 1942'de Kabardey-Balkar'ı işgal eden Naziler "6 Aralık 1942'de kolhoz ve sovhoz örgütlenmelerini dağıtmışlardır." Bu tarihten yaklaşık on yıl önce atı, eşeği, koyunu, keçisi, ineği ve hatta tavukları dahi elinden zorla alınarak devlet çiftliği sovhozlara doldurulan halk bu mallarını geri almak için kukla hükümetin ve işgalcilerin bu politikalarına sempati duymuştur. Fakat Kabardey-Balkar Cumhuriyeti'nde bu politikaya sempati gösterenler sadece Balkarlar olmamıştır. Cumhuriyette yaşayan 127 bin Rus da mallarını geri alabilmek umuduyla ve kiliselerinin ibadete açılması nedeniyle sempati göstermişlerdir. Ayrıca Naziler Müslüman Kabardey ve Balkar halklarına, Moskova'nın daha önce yasakladığı "dini bayramlarını kutlama izni de vermişlerdir." (Bu satırlardan Nazi rejiminin Sovyet rejiminden daha demokrat, insancıl ve özgürlükçü olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Naziler bu politikayı işgalin devamı için ve demagojik düzeyde izlemişlerdir.) Bu izinden sonra Balkarlar son on yıl içinde ilk defa kurban bayramını kutlama şansına kavuşmuşlardır. "Balkarlar ve Kabardeyler 18 Aralık 1942'de başkent Nalçik'de büyük şenliklerle bayramı kutlamışlardır."
Kabardeylerle birlikte Balkarların yoğun şekilde katıldığı bu kurban bayramı kutlamaları savaş sonunda, daha önce Nazi SS subaylarının Führer Hitler'e bölgeden gönderdikleri hediye beyaz at gibi "işbirliği" gerekçesi olarak gösterilmiştir.
Fakat nedense Balkarlara "işbirlikçi" damgası vurulup toplu halde sürgün katarına bindirilirken, işgal sırasında Balkarlarla aynı süreci yaşayan Kabardeyler ve Ruslar bu kervanın dışında tutulmuşlardır.
1939 yılında askerlik çağrısı gereği Balkarlar da ülkede yaşayan Ruslar ve Kabardeyler gibi nüfusları oranında Kızılordu'ya asker göndermişlerdir. İşgal sırasında Balkarlar da Nazilerden zulüm görmüşlerdir. Beş aylık işgal sırasında "Almanlar bölgede 2 bin 53 savaş esiri, 2 bin 188 sivil katletmişlerdir."
Aynı dönemde Balkar topraklarının sadece bir bölgesinde "işgalci Alman subaylar Balkar halkından 150'si çocuk 500 kişiyi katletmişlerdir.' ''Diğer bir bölgede ise 125 evden 52'sini yakışlar, 512 bölge sakini vahşi işkenceden geçirilmiş ve 63 kişi katledilmiştir."
Savaşın başlarında Balkarlar da Nazilere karşı çeşitli cephelerde savaşmışlardır. "İlk başlarda beş bin Balkar Kızılordu saflarında kendi topraklarının ve SSCB'nin savunmasına katılmıştır.", "Sadece Baksan bölgesinin Gündelen köyü 600 insanını savaşın çeşitli cephelerinde kaybetmiştir." "Ayrıca cephe gerisinde kalan halkın çoğu da partizan gruplarına katılmıştır."
Nazilerin Balkar topraklarındaki işgal süresi 5 ay gibi kısa bir dönem olsa da, halkın bir kısmı Almanların demagojik vaatleri karşısında pasifize olmuşlardır. Bu pasiflik kimilerince işbirliği olarak değerlendirilse de, Ruslardan ve Kazaklardan oluşan üç yüz bin kişilik Vlasov ordusunun askerleri gibi Balkarlar hiçbir zaman elde silah Nazilerin safında Kızılordu'ya karşı savaşmamıştır.
Prenslerden oluşan kukla hükümet yetkililerinin Nazilerle işbirliği olmuştur. Hatta bu işgal sırasında Türkiyeli Pan-türkçüler de bu işbirliğine katılmışlardır. Pantürkçüler Nazi işgali sırasında Balkar topraklarını Karaçaylarla birleştirme girişiminde bulunmuşlardır. Gerçekten bu konuda Balkarların hepsi kukla hükümet ve Pantürkçü heyet gibi mi düşünüyordu? Bu konuda bütün olarak Balkar halkının tutumu pek bilinmiyor.
NALÇİK'İN KURTULUŞU VE BALKARLARIN SÜRGÜNÜ İşgalden beş ay sonra Kabardey-Balkar Cumhuriyetinin başkenti Nalçik, Kızılordu subayı Binbaşı Okman'ın birliği tarafından 4 Ocak 1943 günü kurtarılmıştır. Bölgedeki son Nazi birliği ise ülkeyi 11 Ocak'ta terk etmiştir, Beş aylık da olsa işgal sırasında ekonomisi Naziler tarafından yağmalanan Balkarlar, ekonomilerini tekrar ayağa kaldırmak için "canla başla çalışmışlardır." Haklarında Moskova'da toplu sürgün cezasının tartışıldığından habersiz olan "Balkarlar, Nazi işgalinden kurtuluşun yıldönümünü (4 Ocak 1944) görkemli bir şekilde kutlamışlardır."
Şubat 1944'de Kafkasya'nın en asileri sayıian Çeçenleri ve İnguşları oldu bittiyle bir araya toplayarak sürgünü gerçekleştiren Beriya ve adamları için Balkar sürgünü çocuk oyuncağı gibi olmuştur. Kurtuluş kutlamalarının üzerinden iki ay geçtikten sonra, 8 Mart 1944'de tüm Balkar köyleri NKVD polisleri ve Kızılordu askerleri tarafından çembere alınmıştır. Çeşitli cephelerde savaşan ve işgal sırasında oğlunu, eşini kaybedenler, Kızılordu'nun açtığı ekonomik yardım kampanyasına katılanlar dahil, işbirliği yapan yapmayan ayırt edilmeden herkes sürgüne tabi tutulmuştur. Yaşlı, kadın ve çocuk farkı dahi gözetilmeden tüm Balkar halkı önce askeri araçlara doldurarak en yakın tren garlarına taşınmış, daha sonra ise yük vagonlarına doldurarak Kazakistan'ın çıplak bozkırlarına ve Kırgızistan'ın çalışma kamplarına sürülmüştür.
Balkarların toplu sürgünü konusunda tek satır yazmayan ''Sosyalist Kabardey-Balkar" gazetesi, sürgünden iki gün sonra, 10 Mart 1944 tarihli sayısında ekonomik yardım kampanyası sırasında Kızılordu'nun Balkar ülkesinden topladığı "15 milyon 300 bin ruble için Stalin'in bölgedeki Kızılordu mensuplarına teşekkür telgrafını" manşetten yayınlamıştır.
Sonuçta Balkarlar Kafkasya'da ilerleyen Nazi ordularına rehberlik etmek, işgal sırasında Kurban bayramlarını kutlamak ve Balkar topraklarından Hitler'e "hediye" olarak gönderildiği iddia edilen beyaz attan dolayı çoluk çocuk, kadın erkek ve yaşlılara varıncaya kadar hepsi işbirliği yaptıkları gerekçesiyle "5 katarı Özbekistan'a, 9 katarı ise Kazakistan ve Kırgızistan'a olmak üzere toplam 14 tren katarıyla" gönderilmişlerdir. Bu rakamdan anlaşıldığına göre, her katara 2 bin 500 kişi doldurulmuştur.
Balkarların Orta Asya sürgünü de diğer sürgünler gibi yaklaşık on beş yıl sürmüştür. Stalin'in ölümünün ardından N. Kruşçev'in iktidara gelmesiyle bu halkjann anavatanlarına dönme talepleri daha da yoğunlaşmıştır. N. Kruşçev bu talep karşısında sürgün halkların geri dönüşünü kapsayan kısmi bir af çıkartmak zorunda kalmıştır. Kruşçev bu afta Karaçaylarrı, Çeçenlerin, İnguşların, Kalmukların ve Balkarların topraklarına geri dönmelerine izin vermiştir. Ama aynı Kruşçev Kürtlerin eski Özerk Kızıl Kürdistan topraklarına, Mesketlerin eski Özerk Mesket (Ahıska) bölgesine, Almanların Volga toprağına ve Tatarların Kırım'ı Ukrayna'dan tekrar alacakları korkusuyla geri dönüşlerine izin vermemiştir.
Buna karşılık Kruşçev iktidarı bu halklara kendi toprakları dışında, SSCB dahilinde istedikleri her hangi bir bölgeye yerleşme izni vermiştir.
İŞBİRLİĞİNİN NEDENLERİ VE İŞBİRLİKÇİLER Balkarların toplu sürgün gerekçesi de, oldukça gülünç olmasına karşın sürgün edilen diğer halkların gerekçelerine çok benziyor. Kremlin iktidarı, Nazilerin SSCB'ye saldırmasıyla birlikte Volga Almanlarına "yataklık" suçlamasıyla sürmüştür. Çeçen, İnguş ve Karaçay halkını ise Kafkasya'da ilerleyen Nazilere bir bütün olarak "rehberlik" ettikleri gerekçesiyle cezalandırmıştır. Yine isbirlikçilik yine beyaz at burada da geçerliydi.
İşgalci Nazi ordusu, işgalci olduğu kadar, ister batı cephesinde olsun ister doğu, her girdiği bölgede yağmacı da olmuştur. SS subayları "Führer"lerine yaranmak için işgal ettikleri Batı Avrupa ülkelerinden vagonlar dolusu tarihi eşya (tablo, halı, kilim vd.) hediye etmişlerdir. Bu hediye seferberliğini işgal ettikleri SSCB'nin her bölgesinde de yapmışlardır. Leningrad'da, Minsk'te, Kiev'de Kırım'da boşaltmadık müze bırakmamışlardır. Yağmaladıkları müze ve hazinelerden elde ettikleri en değerli eşyaları yine "Führer"e hediye olarak göndermişlerdir.
Fakat Kremlin iktidarı, savaş sonrası nedense Slav başkentleri sakinlerini bu nedenlerden dolayı toplu halde Nazilerle "işbirliği" yapmakla suçlamamıştır.
 
Üst Alt