TEFSİR A'RAF Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
A'RAF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

A'RAF Suresi 52.Ayet
A'RAF Suresi 52.Ayet
A'raf Sûresi Hakkında

A‘râf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 206 âyettir. İbretli “Ashâb-ı sebt” kıssasını anlatan 163-170. âyetlerin Medine’de indiğine dair rivayetler vardır. Mushaf tertibine göre 7, iniş sırasına göre 39. sûredir. İsmini 46 ve 48. âyetlerde geçen اَلأعْرَافُ (A‘râf ) kelimesinden alır. “A‘râf ”, cennetle cehennem arasında bulunan yerin ismidir. Bu sûrenin ayrıca اَلْم۪يثَاقُ (Mîsâk) ve اَلْم۪يقَاتُ (Mîkat) diye isimleri olmasına rağmen daha çok “A‘râf ” ismiyle anılmıştır.

A'râf Sûresi Konusu

A‘râf sûresi, hacmine uygun genişlikte ele aldığı Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb ve Hz. Mûsâ kıssaları çerçevesinde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in getirdiği Kur’an’ın gerçek bir kitap olduğunu, ona iman ve itaatin gerekli olduğunu; çünkü âhiretin, hesabın, cennet ve cehennemin kaçınılması imkânsız bir akıbet olduğunu son derece tesirli misallerle ve ibretli tablolarla beyân eder. Ehl-i kitaba da yer yer atıflarda bulunarak, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olmadığını, onun tebliğinin kıyamete kadar bütün insanlığı içine aldığını vurgular. Resûlullah (s.a.s.) ve ona inananlara da, İslâm’ı tebliğ ederken dikkat etmeleri gereken hususları hatırlatır. Özellikle din düşmanlarının tahriklerine karşı sabırlı ve tahammüllü olmalarını; hissî davranıp hedeflerine zarar verecek herhangi bir yanlış adım atmamalarını öğütler.

A'râf Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada 7., iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra, Cin sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine’de indiği de rivayet edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke’de inen sûrelerin en uzunudur, Kur’an’da da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple “es-seb‘u’t-tıvâl” (yedi uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En‘âm sûresiyle birlikte “iki uzun sûre” diye de anılır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 5-6).

A'râf Sûresi Fazileti

Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), A‘râf sûresini ikiye bölerek akşam namazında tilâvet etmiştir. (Buhârî, Ezan 98; Nesâî, İftitah 67)

A'RAF SURESİNİN TEFSİRİ


1. Elif. Lâm. Mîm. Sãd.

Bu harflere “hurûf-i mukataa” denilir. Bir kısım mânalar ifade ettikleri söylenmekle beraber, bunların, Allah ile Peygamber’i arasında bir şifre olduğu kabul edilir. (bk. Bakara 2/1)

Ebûbekir Sıddîk (r.a.): “Her kitabın bir sırrı vardır. Kur’an’ın sırrı da mukataa harfleridir” buyurur.
Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş hikmetini açıklamak üzere buyruluyor ki:

2. Bu Kur’an, kendisiyle insanları uyarman ve mü’minlere öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Onu tebliğ etme işinden ve buna karşılık alacağın tepkiden dolayı sakın göğsünde bir daralma olmasın!

Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlar için indirilmiştir. Onun muhataplarını “inananlar ve inanmayanlar” diye ikiye ayırmak mümkündür. İnanmayan kâfirler için bu kitap baştan sona bir uyarı ve korkutmadır. Çünkü Kur’an bu tür kimselerin hazin ve dehşetli âkıbetlerini haber vermektedir. Fakat onlar buna inanmayacaklar, inanmadıkları için de kendilerini azaba sürükleyecek yollardan sakınmayacaklardır. Ancak onların inkârları ve sakınmamaları gerçeği değiştirmeyecek, Kur’an’ın bildirdiği doğru haberler olduğu gibi gerçekleşecektir. Kur’an, mü’minler için de bir öğüt, nasihat ve hatırlatmadır. Onlara yapmaları gereken işleri, sakınmaları gereken yanlışları, iman ettikleri halde ayrıntılarını unuttukları hususları hatırlatır; akıllarına getirip gündemlerine almalarını sağlar. İşte Peygamber’in ve onun tebliğ misyonunu üstlenmiş kişilerin vazifesi, Kur’an’ı, indirildiği gaye istikâmetinde insanlara ulaştırmak; onunla kâfirleri uyarmak ve mü’minlere hatırlatmada bulunmaktır. Bunu yaparken de, karşılaşabilecekleri bir kısım zorluklar ve engellemeler sebebiyle içlerinde bir daralma ve sıkıntı duymamaktır. Gerçekten de cahiliyet karanlığına gömülmüş ve azgınlaşmış insanları ciddi bir eğitim ve öğretim süzgecinden geçirerek, onların içinden, sonradan gelecek nesillere örnek olacak bir toplum inşa edebilmek kolay bir durum değildir. Hatta son derece zor bir iştir. Bu zorluğu, Kur’an’ın emrine boyun eğip hakkı meydana çıkarmak uğrunda meşakkatlere göğüs gerenlerden, tıpkı Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yaptığı gibi, beşer hayatının her yönünü Allah’ın iradesine uygun olarak temelden değiştirmeyi hedef alanlardan başkasının tam olarak idrak ve tasavvur etmesi mümkün değildir. Bu işin gerçekten zor olması sebebiyle Allah Teâlâ, Peygamberimiz’i başlangıçta ikaz etmekte; son derece dikkatli, sabırlı, metanetli ve geniş gönüllü olması gerektiğini hatırlatmaktadır.

Bu âyet Peygamber’e hitap edip ona vazifesini hatırlatırken, gelen âyet de tüm insanlara hitap ederek, münkirleri öncelikle küfür ve şirkten, mü’minleri de günahlardan korunarak Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymaya davet eder:

3. Rabbinizden size indirilen Kur’an’a uyun; Allah’tan başkasını dost ve yardımcı edinip de onların ardından gitmeyin. Ne de az düşünüp öğüt alıyorsunuz.

Ölçü, kitaptır. Bu sebeple doğru olan kitabın ölçülerine göre hareket etmektir. Kitaba aykırı olan, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına aykırı bulunan hususlarda hiç kimseye tabi olmamak gerekir. Bizi yaratan Yüce Mevlâmızı bir kenara bırakarak başkalarının arkasından gitmek akıl kârı değildir. Bu sebeple âyet, aklımızı kullanmaya yönlendirerek, “Ne de az düşünüp öğüt alıyorsunuz” (A‘râf 7/3) ikazıyla sona ermekte; peşinden de, ilâhî gerçeklerden öğüt almayanların tepelerine inen ceza ve azaplar ibretli bir misal olarak haber verilmektedir:

4. Biz nice memleketleri helâk ettik. Geceleyin uyurlarken veya gündüz vakti dinlenirlerken azabımız ansızın başlarına çöküverdi.

5. Onlara azabımız geldiğinde son söz ve çığlıkları ancak: “Biz, gerçekten zâlimlermişiz” demek oldu.


Allah Teâlâ nüfusu hayli kalabalık şehirlerden اَلْقَرْيَةُ (karye) “köy” diye söz etmektedir. İçinde iman eden tek kişi bulunmayan bir şehirden böyle söz etmesi, ora halkını küçültmek ve horlamak içindir.

Allah Teâlâ, peygamberlerin davetini reddeden önceki nice toplumları helak etmiştir. Bunların bir kısmı, Lut kavminde olduğu gibi, geceleyin uyurken; bir kısmı da Hz. Şuayb’ın kavminde olduğu gibi gündüz istirahat ederken ilâhî azaba uğramışlardır. Azabın gelmesi için özellikle bu iki vakit belirlenmiştir. Çünkü bu iki vakit dinlenme ve istirahat zamanı olup bu vakitlerde azap beklentisi asgari seviyededir. Ayrıca insanın ummadığı bir nimetle karşılaşması onu daha çok sevindirdiği gibi, beklemediği bir belâ ile karşılaşması da ona daha fazla zorluk ve sıkıntı verir. Dolayısıyla onlar, beklemedikleri bir anda ansızın azapla karşılaşmışlar ve neye uğradıklarına şaşırmışlardır. Bu halin tabii bir neticesi olarak yaptıklarına pişman olup, Allah’ın takdirine teslimiyetten başka çare bulunmadığını anlamışlar ve “Biz, gerçekten zâlimlermişiz” (A‘râf 7/5) diyerek zulüm ve haksızlıklarını itiraf etmişlerdir. Kurtuluş için çırpınmalarına rağmen, artık iş işten geçtiğini anlamışlardır.

Buradaki “Biz, gerçekten zâlimlermişiz” (A‘râf 7/5) ifadesi, muhatapları iki hususta ikaz vazifesi görmektedir. Birincisi; imtihan için verilen süre sona erdiğinde bir kimsenin yaptığı hatayı itiraf edip pişmanlık duymasının bir faydası yoktur. Eğer insanlar kendilerine ikram edilen mahdut ömrü gaflet içinde geçirir ve kendilerini Hakk’a davet eden kimsenin ikaz ve tavsiyelerine karşı kulaklarını kapatırlarsa fert ve toplum olarak tam bir akılsızlık göstermiş olurlar. Bu tutum ve davranışlarının ne kadar korkunç olduğunu ancak Allah’ın azabı onları kuşattığı zaman anlarlar. İkinci ikaz, helak edilmiş toplumların hazin akıbetlerini duyanlar içindir. Onlara âdeta şöyle denilmektedir: “Hadlerini aşmış ve kendilerine ayrılan sürenin sonuna gelmiş nice toplumların, Allah’ın bir felâketi ile helâk oluşlarının misallerini bizzat gördünüz ve duydunuz. Yine siz, onların başına böyle bir felâket geldikten sonra, ondan kurtulmak için hiçbir çıkar yolun kalmadığını da anladınız. Bu, devamlı tekrarlanan tarihî bir hakîkat olduğu halde, niçin aynı hatayı tekrar tekrar işleyip de, tevbe etmek için, hiçbir nedametin fayda sağlamayacağı ve sadece çaresizlik, keder ve pişmanlık getireceği talihsiz bir son anı bekler durursunuz.” Üstelik bahsedilen bu felaketler, onların sadece dünyadaki azaplarıdır. Bunun arkasından bir gün gelecek ve yaptıklarının hesabı bir bir görülecektir:

6. Biz elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.

7. Sonra olup biten her şeyi kesin bir bilgiye dayanarak kendilerine anlatacağız. Çünkü biz, hiçbir zaman onlardan uzak ve habersiz değildik.


Cenâb-ı Hak, kendilerine peygamber gönderilen fert ve toplumlara: “Peygamberlerin davetine ne cevap vermiştiniz?” (Kasas 28/65) diye soracak; peygamberlere de: “Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele gördünüz?” (Mâide 5/109) diye soracaktır. Bu sorgulamadan maksad, o dehşetli günde inkârcıları peygamberlerin huzurunda azarlamak, paylamak, susturmak ve rezil etmektir. Peygamberlere sorulduğu zaman onlar: “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin” (Mâide 5/109) diyeceklerdir. Bunun üzerine Yüce Yaratıcı, en gizli durumlarına varıncaya kadar özellikle inkârcı ve günahkârların veya istediği her kimsenin yaptıklarını, içlerinde sakladıklarını, gizlediklerini nihayetsiz ilmiyle ortaya serecektir. Çünkü Allah onlardan uzak, habersiz ve gafil değildir. İlmiyle ve kudretiyle her zaman onlarla beraberdir. Gizli ve açık ne yaptılarsa, ne yapıyorlarsa Allah onları bilmektedir. Bunun bir sonucu olarak:

8. Gerçek tartı o gün olacaktır. Artık kimin iyilikleri tartıda ağır gelirse, işte onlar nihâî başarı ve kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

9. Kimin de iyilikleri tartıda hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı çıkmaları yüzünden kendilerini ziyan edenlerdir.


Kıyamet günü hassas teraziler konacak ve bütün ameller tartılacaktır. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır. Çünkü o gün ölçü/tartı, her şeyin, bütün amellerin hakikatlerinin gerçek belirleyicisi olan “hak” kavramıdır. Yani bir amel, o amelle ilgili Allah’ın belirlediği ölçüt ne ise onunla ölçülecek, sonuç bu ölçüte göre belirlenecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, biz onu getirip mizana koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz!” (Enbiyâ 21/47) Tartma neticesinde sevapları ağır gelenler cennete girecek, ebedi kurtuluşa ereceklerdir. Sevapları hafif gelip günahları ağır basanlar ise cehenneme atılacak, zarara uğrayanlardan olacaklardır. Çünkü onlar, dünya hayatında Allah’ın âyetlerinin kıymetini bilememişler, devamlı olarak yalanlama ve inkârla onun hakkını vermekten geri durmuşlardır. Böylece en büyük sermayeleri olan nefislerini helâke düçar kılmakla zarara uğratmışlardır. Yani bunlar ticaret yapıp da beş yerine on kaybetmiş değil, kendilerini ziyan edip kaybetmişlerdir. Bilinmelidir ki, kişinin kendisini ziyan etmesinin ötesinde bir ziyan yoktur.

Tartılar anlamındaki اَلْمَوَاز۪ينُ (mevâzîn) kelimesinden hareketle âyete şöyle bir işârî mâna verilmiştir: “Mevâzîn” kelimesi çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü her kul için bütün davranışlarına göre ayrı ayrı adâletli teraziler konulur. Bedeninin vasıflarını ölçmek için bir terazi, ruhunun sıfatlarını ölçmek için bir terazi, sırrının hallerini ölçmek için bir terazi, hafîsinin ahlâkını ölçmek için başka bir terazi vardır. Hafî, rabbânî ahlâkın feyzini kabul etme kâbiliyeti olan ruhanî bir latifedir. Bu yüzdendir ki Resûlullah (a.s.): “Şüphesiz mü’min güzel ahlâkı sayesinde oruç tutan ve namaz kılanların derecesine ulaşır” (Ebû Dâvûd, Edep 7; Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 6) buyurmuştur. Çünkü esas itibariyle güzel ahlâk, yaratılmışların sıfatlarından değildir. Bilakis o, Âlemlerin Rabbinin ahlâkıdır. Kullar ise O’nun ahlâkıyla ahlâklanmakla emrolunmuşlardır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 177)

Allah Teâlâ’yı tanıyıp O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek ve kullukta kemâle erebilmek için yaratılışımızın başlangıcını, nereden gelip nereye gittiğimizi derinden derine tefekkür etme zarureti vardır:

10. Gerçek şu ki sizi yeryüzüne yerleştirdik; orada sizin için geçim vasıta ve kaynakları var ettik. Fakat siz ne kadar az şükrediyorsunuz!

Allah Teâlâ biz insanları yeryüzünde yaratmış ve oraya yerleştirmiştir. Yeryüzünü bizim için kalacağımız, hayatımızı sürdüreceğimiz bir vatan, öldüğümüzde de içinde istirahat edeceğimiz bir karargâh kılmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sizi topraktan yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi diriltip oradan çıkaracağız” (Tâhâ 20/55) buyrulur. Orada bize, emrimize verilen tabiat kuvvetleri üzerinde tasarrufta bulunabileceğimiz güç ve kudret bahşetmiştir. Bunlarla birlikte hayatımızın devamı için gerekli olan yeme, içme, giyme ve barınma imkânlarını, her türlü ihtiyacımızı karşılayacak vasıtaları lutfetmiştir. Bu büyük nimetlere karşılık bize düşen vazife, gücümüz yettiğince şükretmektir.

Rabbimiz yeryüzünde maddî ihtiyaçlarımız için geçim vasıtaları var ettiği gibi, manevî ihtiyaçlarımız için de geçim vasıtaları var etmiştir. Şöyle ki; insan, özü itibariyle meleklik, hayvanlık, şeytanlık ve insanlık husûsiyetlerini kendisinde toplamıştır. Meleğin geçimi ruhunun, hayvanın geçimi bedeninin, şeytanın geçimi ise sürekli kötülüğü emreden nefsinin geçimidir. İnsan için bunların hepsi geçerli ve devrededir. Bunlarla birlikte insanın insanlık mertebeleri kalp, sır ve hafîdir. Bu açıdan bakıldığında kalbin geçimi ilâhî gerçekleri müşâhede, sırrın geçimi manevî keşifler, hafînin geçimi ise Hakk’ın rıza ve muhabbetine ermektir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 179)

Bu nimetlerin kıymetini bilmek ve onları Rabbimizin rızâsı istikâmetinde kullanmaktır. Fakat âyetin sonunda yer alan: “Fakat siz ne kadar az şükrediyorsunuz” (A‘râf 7/10) ikazı, bu konuda kulların ihmalkâr olduğunu haber vermekte ve bizi daha çok şükredici olmaya teşvik etmektedir.

İnsanın üzerindeki büyük nimetlerin farkında olabilmesi için yaratılışın başlangıcına bakmasını sağlamak ve ona kendini şükürden alıkoyan İblis’le olan mücadelesini hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Sizi yarattık, sonra size şekil ve biçim verdik, sonra da meleklere: “Âdem’e secde edin!” buyurduk. Hepsi hemen secde etti. İblîs müstesnâ; o, secde edenlerden olmadı.

Cenâb-ı Hak önce Âdem’i topraktan yarattı, ona insan şekli verdi ve ruhundan üfledi. Onu maddesi ve mânasıyla en güzel kıvamda bir varlık kıldı. Sonra eşi Havva’yı yarattı ve topyekün insanlığı onların zürriyeti olarak meydana getirdi. (bk. Nisâ 4/1) Âdem için sözkonusu edilen yaratılma ve şekil verilme gerçeği, onun neslinden gelen bütün insanlar için geçerlidir. Aynı şekilde meleklerin Âdem’e secdesi de, sadece kişi olarak Âdem’e değil, tüm insan cinsine ait bir keyfiyettir. Bu sebeple âyetin hitabı bir kişiye veya gruba değil, genel olarak insan cinsine yöneltilmiştir. Allah Teâlâ’nın “Âdem’e secde edin!” emrine, bütün melekler hemen icâbet edip secde ettikleri halde İblîs secde etmemiştir:

İblis’in Âdem’e secdeden kaçınması hakkında bk. Bakara 2/34.

12. Allah: “Ey İblîs! Emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sordu. İblîs: “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın” dedi.

13. Allah: “Öyleyse hemen in o cennetten! Orada büyüklük taslamaya hakkın yok. Haydi defol! Çünkü sen aşağılık kimselerden birisin!” buyurdu.


İblîs, Âdem’e secde etmemesinin gerekçesi olarak kendisinin ondan üstünlüğünü ileri sürmüştür. Bu anlayışa göre üstün olanın, aşağı derecedeki birine secde etmesi münâsip değildir. O halde Allah’ın bile olsa verilen bu emir şeytânî akla uygun gelmemektedir. Anlaşılan o ki; Âdem’e secde emrine kadar Allah Teâlâ, İblîs’in içinde taşıdığı isyan duygularını harekete geçirecek hiçbir emir vermemiş ve imtihan etmemişti. Dolayısıyla İblîs’in o zamana kadar meleklerin arasında bulunması ve isyan etmemesi, hâdiselerin kendi istek ve temâyüllerine uygun tarzda gerçekleşmesiyle alakalı idi. Âdem’i yaratıp ona secdeyi farz kılınca, bu imtihan İblîs’in isyan duygularını harekete geçirmiş ve onun o zamana kadar gizlediği iç yüzünü ortaya çıkarmıştır. Kendini Âdem’den daha üstün görüp, kibre kapılarak secdeden kaçınmıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona, içinde bulunduğu cennetten yahut melekler arasından inmesini; oradan defolup çıkmasını, onun artık aşağılık kimselerden olduğunu söylemiştir. Çünkü o makamda kibirlenip gururlanmak doğru değildir. O yüce makam, ancak haddini bilen, taat ve tevazu sahibi kimselere mahsustur.

13. âyette geçen اَلصَّاغِر۪ينَ (sâğirîn) kelimesi, “kendi kendini zelîl eden, haysiyetini çiğnettiren, aşağı ve bayağı kimse” mânasına gelmektedir. İblîs, sadece Allah’ın yarattığı bir kul olduğu halde, kendini beğenen, büyüklük taslayan düşüncesiyle, zillet içinde olmayı bizzat kendisi istedi. Yapacağı secdenin, asaletini ve şerefini alçaltacağını düşünerek kendini yaratan Rabbinin emrine küstahça karşı geldi. Üstünlük ve mükemmelliği hakkında, sanki bunlar ona aitmiş gibi gurur, kibir ve kendini beğenmişlik tasladı. Dolayısıyla bu durum, onu aşağılamış, sefil ve bayağı bir hale getirmiş ve bu alçaklığın sorumlusu da bizzat kendisi olmuştur.

Âyet-i kerîmelerden şöyle bir işârî mâna anlaşılması mümkündür:

Âdem’e secde edilmesi ve kendisine secde edenlerden üstün olması, yaratıldığı balçığın üstünlüğünden değil, yaratılmış olduğu çamurun bizzat Allah tarafından yoğrulmuş olmasından kaynaklanır. Nitekim Allah Teâlâ: “Ey İblîs! Bizzat iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sād 38/75) buyurur. Diğer taraftan Âdem’in meleklerden üstün ve faziletli olması, ona Allah’ın kendi ruhundan üflemesi sebebiyledir. Nitekim âyet-i kerîmede “İnsana kendi ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr 15/29) buyrulur. Yine ruhun üflenmesi sırasında Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla onda tecellî etmiş olmasındandır. İşte bu sırdan dolayı Allah Teâlâ Âdem’in çamurdan olan kalıbını düzeltip ona şekil verdikten sonra, meleklere hemen ona secde etmelerini emretmemiş; bilakis ona ruh üfledikten sonra emretmiştir. Nitekim Allah Teâlâ meleklere: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ben ona güzel ve düzgün bir şekil verip rûhumdan üflediğim zaman, siz de hemen onun önünde secdeye kapanın!” (Sād 38/71-72) buyurur. Çünkü Âdem, ancak kendisine ilâhî ruh üflendikten sonra tecellîyi kabul edecek hâle gelmiştir. Bu da tecellîye mazhar olacak ruhun letafet ve nûrâniyeti ile çamurun ilâhî feyzi kabul etmesinden ve tecellî sırasında onu tutmasıyla gerçekleşmiş; ancak bundan sonra meleklerin kendisine secde etmesine lâyık hale gelmiştir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 181-182)

Secdeden kaçınan İblîs, bu kez isyanına isyan katmak ve azgınlığını uzun bir zaman sürdürebilmek için bir çıkış yolu arıyor:

14. İblîs: “İnsanların yeniden diriltileceği güne kadar bana yaşama fırsatı ver” dedi.

15. Allah da: “Tamam, artık sen kendine yaşama fırsatı verilenlerden birisin” buyurdu.


İblîs, öldükten sonra tekrar diriliş ve hesaba çekilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesini istedi. Aslında bu talebiyle o, hiç ölmeme arzusunu dile getirmiş oldu. Çünkü diriliş gününden sonra artık bir daha ölümün olmadığını biliyordu. Kullarının dualarını işiten ve onlara icâbet eden Cenâb-ı Hak, İblîs’in talebini de bütünüyle reddetmemiş, ona müsaade buyurmuştur. Fakat bu süre, İblîs’in istediği diriliş gününe kadar değil, Allah’ın diledikleri hariç herkesin öleceği (bk. Zümer 39/68), vakti belli bir güne, sûra ilk kez üfürüldüğü zamana kadardır. Nitekim âyet-i kerîmede Allah Teâlâ’nın: “Ey İblîs! Tamam, artık sen kendisine yaşama fırsatı verilenlerden birisin. Ama diriliş gününe kadar değil, vakti ancak tarafımca bilinen belirli bir güne kadar!” (Hicr 15/37-38) buyurduğu haber verilmektedir. İblîs’e süre verilmesinin en mühim hikmeti, insanları imtihan etmek, ihlaslı olanlarla heva ve hevesine uyanları ayırmak ve şeytana muhalefet edenlerin kat kat sevap kazanmalarına vesile olmaktır. Ancak meselenin bu ince hikmet boyutunu kavrayıp İblis’le zor bir mücadeleye girişmek herkesin başarabileceği bir iş değildir. Çünkü İblîs bu konuda son derece ısrarcıdır:

16. Bunun üzerine İblîs şunları söyledi: “Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım.”

17. “Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi.

18. Allah da: “Kınanmış ve rahmetimden kovulmuş olarak haydi defol oradan! Artık insanlardan kim sana uyarsa, yemin olsun ki, hepinizi cehenneme tıkayacağım” buyurdu.


İblîs, kısmen de olsa dileğinin kabulünü gördükten sonra, o uzun ömrünü tevbe ve şükür ile kurtuluş yolunda kullanacak yerde, azgınlığını da Cenâb-ı Hakk’a nispet etme küstahlığını göstererek, Allah’ın dosdoğru yolu üzere oturup kulları saptıracağına and içer. Onlara “önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından” (A‘râf 7/17) geleceğine ve bin bir türlü vesvese, hile ve desiseleriyle onları şükürden uzaklaştıracağına yemin eder. Burada sayılan dört yön, düşmanın bir kişiye veya orduya saldırabileceği dört yöndür. İblîs’in bu dört yönden gelmesi farklı şekillerde tefsir edilmiştir. Bunlardan en güzel ve münasip olanı şöyledir:

“Önlerinden”: Âhiret yönünden onlara sokulacağım. Onları âhiret hakkında şüpheye düşüreceğim. Yine hasedi onlara sevimli gösterip, o zamanda yaşayan âlimlere ve faziletli insanlara hased etmeye; onların güzel hal, fiil ve sözlerine dil uzatmaya sevk edeceğim.

“Arkalarından”: Dünya cihetinden yanlarına sokulup onları dünyaya rağbet ettireceğim. Yine asabiyet; ırkçılık, soy sopla övünmeyi onlara cazip gösterip, ashâb-ı kirâma, tabiîne ve önceden yaşamış sâlih insanlara dil uzatmaya ve onları ayıplamaya yönlendireceğim.

“Sağlarından”: Onlara, yapmış oldukları iyilikler yoluyla yaklaşacağım. Onları ucüb yani yaptığını beğenip onunla övünmeye ve riyâya düşüreceğim.

“Sollarından”: Onlara günahları tarafından yaklaşıp günahları kendilerine süslü göstereceğim. Benim bu tahriklerim sonucunda onlar, doğru yol olan iman, İslâm ve ihsan çizgisinden sapacak, nankörlük yolunu tutacak ve böylece şükredici kullardan olamayacaklardır.

Bunun üzerine Allah Teâlâ İblîs’e, kınanmış, yerilmiş ve rahmetinden kovulmuş olarak cennetten çıkmasını söyler. Cehennemi de İblîs’e tabi olan cin ve insanlarla dolduracağına yemin eder. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Cehennem ve cennet birbirleriyle tartıştılar. Cehennem:

«- Bana zorbalar ve büyüklenenler girecek» dedi. Cennet ise:
«- Bana da güçsüzler ve miskinler girecek» diye cevap verdi.
Allah Teâlâ cehenneme:
«- Sen benim azabımsın; seninle dilediğime azab ederim» buyurdu. Cennete de:

«- Sen de benim rahmetimsin; seninle dilediğime rahmet ederim. Sizden her birinizi dolduracaklar var» buyurdu.”
(Buhârî, Tefsir 50/1; Müslim, Cennet 36)

Görüldüğü üzere İblîs, kendisinde benlik görmesi ve kibirlenmesi sebebiyle cennetten ve bütün hayırlardan uzaklaştırılmıştır. Bu haliyle o ve ona tabi olanlar cehennem yakıtı kılınmışlardır. Dolayısıyla akl-ı selîm sahibi herkesin, İblîs’in başına gelenlerden ders ve ibret alması gerekir.

Peki İblîs, cennete yerleştirilen Âdem ve Havva’yı isyana nasıl sürükledi:

19. Allah: “Ey Âdem! Sen de eşinle beraber cennete yerleşin. Dilediğiniz yerden canınızın çektiği her çeşit nimetten yiyin, için. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz!” buyurdu.

20. Derken şeytan, gözlerinden gizlenmiş edep yerlerini açığa çıkarmak ve fıtratlarında yer alıp da o ana kadar farkında olmadıkları şehvet duygularını kamçılayıp onları isyana sürüklemek için her ikisine de fısıldayarak şu telkinde bulundu: “Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek olmamanız veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Bir de ardından: “Gerçekten ben sizin iyiliğiniz için öğüt veriyorum” diye yemin üstüne yemin etti.

İlâhî huzurdan kovulduktan sonra insana düşmanlığını yeminle ve açıktan ilan eden ve bu hususta Rabbinden izin de alan İblîs, hemen harekete geçerek Âdem ve eşine vesvese verdi. Kalplerine girip sinsî düşünceleri üflemeye, tekrar tekrar telkin etmeye başladı. Hedefi, azgınlığının ortaya çıkmasına yegane âmil olan insanın ayaklarını kaydırmak, onu cennetten çıkarmak ve aşağıların aşağısına yuvarlamaya çalışmaktı. Bunu başarmak için de düşmanının en zayıf noktasını yakalaması gerekiyordu. Nihayetinde bu noktayı da buldu. Daha önce birbirine kapalı bulunan avret yerlerinin ve farkında olmadıkları şehvet duygularının açığa çıkıp onlara görünmesini sağlayacaktı. Halbuki Âdem ve Havva, o zamana kadar avret yerlerinin varlığından habersizdiler; bunu görmüyorlar hatta bilmiyorlardı. Cenâb-ı Hak başlangıçta bu yerleri bir şekilde örtmüş ve gizlemişti. İşte İblîs bu gizli avret yerlerinin ortaya çıkmasını sağlayacak, bu hususta Âdem ve Havva’yı dürtüp harekete geçirecek türden bir vesvese verdi. Yine aynı maksattan hareketle onlara “Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek olmamanız veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı” dedi. Bu yasak ağaçtan yedikleri takdirde yeme ihtiyacından kurtulup melekler gibi olacaklarını yahut ölüm yüzü görmeyip ebedi kalacaklarını söyledi. Bütün bu çaba ve gayretleri hep onların iyiliği için gösterdiğine ve kendisinin doğru söyleyen samimi bir nasihatçı olduğuna dair de ağır yeminler etti. Burada İblîs’in, insandaki cinsiyet, ihtiyaçsız olma ve ebedî kalma duygularını çok iyi kullandığı görülmektedir:

22. Böylece onları yaldızlı sözlerle aldatarak, konumlarına yakışmayan bir işe sürükledi: O yasak ağacın meyvesini tadar tatmaz birden edep yerleri kendilerine açılıp görülüverdi; onlar da cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar. Rableri onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Üstelik şeytanın sizin apaçık düşmanınız olduğunu söylemedim mi” buyurdu.

Gerçekten de İblîs, ısrarla vesvese vermek ve üst üste yeminler etmek suretiyle hedefine ulaştı. Âdem ve Havva’yı aldatarak, onlara yasak ağacın meyvesini yedirtti. Onları Allah’ın emrine itaat mertebesinden, Allah’ın gazabına uğrayacak bir duruma düşürdü.

Âdem ve Havva yasak ağacın meyvesinden tadar tatmaz avret yerleri kendilerine beliriverdi. İlahi emre isyanın uğursuzluğu tecelli etmeye başlayarak, önceden kapalı olan tenâsül uzuvları açılıverdi. Bunun üzerine utançlarından hemen cennetteki bitkilerin yapraklarıyla açılan yerlerini örtmeye, üzerlerini kapatmaya çalıştılar. Demek ki haya insanda fıtrî bir duygudur ve insan fıtraten avret yerlerinin kapalı olmasını ister, açık olmasını hoş görmez. İşledikleri günahın farkında olan Âdem ve Havva’ya, ilâhî ikaz da hiç gecikmeden geldi. Cenâb-ı Hak onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Üstelik şeytanın sizin apaçık düşmanınız olduğunu söylemedim mi” buyurdu. Bu ikazlardan birincisi, yasağa karşı gelmelerinden dolayı; ikincisi de düşman sözüne aldanmalarından dolayı vaki olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ onlara ağaca yaklaşmayı yasaklarken şeytanın kendileri için apaçık düşman olduğunu, onun hilesinden sakınmalarını da onlara ihtar etmişti. (bk. Tâhâ 20/117)

Böylece Âdem ve Havva, kıyâmete kadar insanlara musallat olacak baş düşmanları İblîs’le bu ilk karşılaşmalarında imtihanı kaybettiler. Fakat umutsuzluğa düşmediler, kibre kapılmadılar. Aksine günahlarını itiraf ederek Rablerine yöneldiler, O’nun sonsuz merhametine sığındılar:

23. Hemen niyâza durdular: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.”

Âdem ve eşi, yaptıkları hatanın hemen farkında olup Allah’a bu şekilde tevbe ve istiğfar ettiler. Tevâzu ve mahviyete büründüler. Günahlarını itiraf edip gözyaşı döktüler. İlâhî dergâhın kapısında af ümidi içinde inlediler. Bakara sûresi 37. âyetteki “Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı” ifadesiyle işaret edilen sözler, bu âyette haber verilen sözlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın sorduğu suallere karşı İblîs’in verdiği cevapla Âdem ve Havva’nın verdiği cevaplar mukayese edildiği zaman, Âdem’in mizacı ile İblîs’in içyüzü arasında ne büyük bir fark bulunduğu anlaşılır. İblîs’in ateş ile çamuru kıyaslayarak ateşi daha üstün görmesindeki cehaletinin sırrı bu noktada açığa çıkar. İlâhî huzurda İblîs’in sergilediği kibrin kötülüğü ile, Âdem ve eşinin gönüllerinden taşan tevâzu hissiyatının güzelliği idrakten uzak kalmaz. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in: “Kim Allah için tevâzu gösterirse Allah onu yüceltir; kim kibirlenip büyüklük taslarsa onu da alçaltır” (İbn Mâce, Zühd 16) beyânının tecellileri, İblîs ve Âdem kıssasında muşahhas bir halde görülür.

Konuyla ilgili âyet-i kerîmelerin muhtevasından hareketle Âdem’in, sergilediği beş güzel hususiyetle saadet ve selâmete eriştiği anlaşılır. Bunlar emre karşı gelmeyi itiraf etmesi, pişmanlık duyması, nefsini kötülemesi, tevbeye yönelmesi ve rahmetten ümidini kesmemesidir. Buna karşılık İblîs’in de şu beş çirkin vasıfla bedbaht olduğu görülür. Bunlar günahını kabul etmemesi, pişmanlık duymaması, kendini kınamayıp azgınlığını Allah’a nispet etmesi ve rahmetten ümidini kesmesidir. Bununla birlikte Âdem ve Havva’nın tevbe ve istiğfara sarılması, affedilmelerine vesile olsa da cennetten kovulmalarının önüne geçememiştir:

24. Allah buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak cennetten inin. Artık yeryüzüne yerleşecek ve belli bir süreye kadar oranın nimetlerinden faydalanacaksınız.”

25. “Orada yaşayacak, orada ölecek ve kıyâmet günü yeniden oradan diriltilip çıkarılacaksınız.”


“İniniz!” hitabı Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları zürriyetlerinedir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde indirilmişlerdir. Şeytanın insana düşman olduğu açıkça ortadadır. Çünkü âyet-i kerîmede: “Doğrusu şeytan size düşmandır, siz de onu düşman belleyin” (Fâtır 35/6) buyrulur. Dolayısıyla dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak, insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak, kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan ettiğinden bizzat kendine düşmanlık yapacaktır. Hepsi belli bir müddet yeryüzünde yaşayıp, onun nimetlerinden istifade edecekler; orada yaşayacak, orada ölecekler. Kıyametle bu süre sona erecek, yeni bir sayfa açılacak, akşamı olmayan bir gün doğacak ve herkes orada yeniden dirilip topraktan çıkarılarak Allah’ın huzuruna sevk edileceklerdir.

Burada şu inceliğe dikkat çekmekte fayda vardır: Âdem’e başlangıçta melekler tarafından gıpta edilmiş ve hepsi ona secde etmişlerdi. Onun başında vuslat tâcı, bedeninde kerâmet elbisesi, belinde Allah’a yakınlık kemeri, boynunda Hakk’a yakınlık gerdanlığı vardı. Yaratılanlardan hiçbiri mevkice ondan daha üstün değildi. Hiçbir kimse onun eriştiği yüceliklere ulaşamamıştı. Bir an bile kesilmeksizin ona: “Ey Âdem, Ey Âdem” diye daima iltifatla nida ediliyordu. Ancak işlediği bir hata yüzünden elbiseleri soyuldu, bazı üstün meziyetlerinden mahrum edildi ve mekanı değiştirildi, bütün işleri altüst oldu. Allah’ın her türlü ikramlarla taltif ettiği ilk insan, bir hata yüzünden böyle bir cezaya çarptırılırsa, bir çok günah işleyen diğer insanların halinin nice olacağını teemmül etmek gerekir.

O halde yeniden diriliş gününde kaybedenlerden olmamak için şu ilâhî talimatlara kulak verin:

26. Ey Âdem oğulları! Size hem edep yerlerinizi örtecek bir elbise, hem de giyinip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takvâ elbisesine gelince, en güzel ve en hayırlı elbise işte odur. Bunlar, insanlar düşünüp öğüt alsınlar diye Allah’ın indirdiği âyetlerdendir.

Âyet-i kerîme bütün insanlara hitap ederek, insanoğluna elbise nimetinin ihsan edilme sebep ve hikmetini açıklamaktadır. Bunlar; avret yerlerini örtmek, giyinip süslenmek ve giyinmeyi takvâ yani hem bedeni hem de ruhu korumak niyetiyle yapmaktır. Gerçekten de “takvâ elbisesi” yani takvâ hissiyâtı, utanma duygusu ve Allah korkusuyla giyilen ve Allah’ın izniyle maddî manevî her türlü ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan “korunma elbisesi”, mutlak mânada iyilik ve faydadan ibarettir. Elbise nimetinden istifade, ancak bununla mümkün olabilecektir. Ayrıca elbisenin var edilmesi, Allah Teâlâ’nın insanlığa olan ikram ve ihsanını, yardım ve rahmetini gösteren delil ve alametlerdendir. İnsanların bunun sebep ve hikmetlerini inceden inceye düşünmeleri, Allah’ın nimetlerinin kıymetini bilip çirkinliklerden sakınmaları beklenir.

Diğer yönden “takvâ elbisesi” ifadesine “iman, sâlih amel, iffet ve haya” gibi mecazi bir mâna vermek de mümkündür. Buna göre giyilen maddi elbise bedenimizi örttüğü, koruduğu ve süslediği gibi, takvâ da ruhumuzu kötü duygu ve düşüncelerden korur ve onu süsler. Bu mecazi mânadan hareketle âyet-i kerîmeden şu incelikleri anlamak da mümkündür:
İnsanın her bir azasından sadır olabilecek kötülükleri, hem dıştan hem de içten örten birer elbise vardır. “Şeriat elbisesi”, koyduğu hükümlerle açıktan açığa meydana gelebilecek kötü fiillerin çirkinliklerini örter. “Tarîkat elbisesi”, belirlediği adâp ve erkanla nefsânî ve hayvânî kötü sıfatların çirkinliğini örtmeye çalışır. “Takvâ elbisesi” ise kalbin, ruhun, sırrın ve hafînin elbisesidir. Kalbin takvâ elbisesi, doğruluk ve samimiyetle Mevlâ’yı talep etmektir. Bu, kişinin dünyaya tamah etmesini önler. Ruhun takvâ elbisesi, Hak Teâlâ’yı gönülden sevmektir. Bununla Hak’tan başkasına bağlanmanın çirkinlikleri gizlenir. Sırrın takvâ elbisesi, Allah’a ulaşma yollarını görüp anlamaktır. Onunla Allah’tan başkalarını görme çirkinliği örtülür. Hafînin takvâ elbisesi ise Hakk’ın zatı ile bâkî olmaktır. Bu da, yaratılmış olmanın getirdiği bir takım çirkinlikleri örter. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 191-192)

Âdem-İblîs kıssası vesilesiyle ademoğullarına verilen ikinci tâlimat şudur:

27. Ey Âdem oğulları! Şeytan nasıl anne-babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirlerine göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, sakın aynı şekilde sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! Çünkü şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları iman etmeyenlere dost ve onların işbirlikçileri yaptık.

İblîs, Âdem ve Havva’ya vesvese verip yeminler ederek yasak ağaca yaklaşmalarını sağlamış, onlar da yasak ağacın meyvesinden tadar tatmaz avret yerleri birbirine görünür olmuş ve bu sebeple cennetten çıkarılmışlardır. Dolayısıyla Âdem ve Havva’nın cennetten çıkarılma sebebi şeytan olmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bütün insanlığı, bu kıssadan ibret alarak şeytanın vesvesesine kanmama ve tuzaklarına düşmeme hususunda uyarmaktadır. Çünkü türlü türlü yalanlarla Âdem ve Havva’yı aldatan İblîs, onların çocuklarını daha kolay kandırabilecek ve ayaklarının kaymasına neden olabilecektir. Bu sebeple şeytanın hile ve desiselerine karşı dâimî bir surette uyanık durulması gereği ortaya çıkmaktadır. Çünkü o ve onun soyu, taraftar ve askerleri, insanları, kendilerini görmedikleri bir yerden görür ve onlara vesvese verirler. “Şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler” ifadesinde hem şeytanların sinsiliklerine dikkat çekilmekte, hem de görünmedikleri halde onların şeytanlık ve aldatma noktalarının bilinebileceği ve bundan korunmanın mümkün olacağı bildirilmektedir. Ayrıca bir âdemoğlu herhangi bir olaya İblîs ve yönettikleri gibi bakamaz. Onların bakış açıları daima düşmanca, sinsice ve tuzak kurma kasdıyladır. İnsanın bakışı böyle olmamalıdır.

Ancak âyetin ifadesinden, insanın şeytanı hiç göremeyeceği mânası çıkarılmamalıdır. Çünkü görülmeyecek bir yönden görmek, hiçbir şekilde görülememeyi gerektirmez. Nitekim bir kısım insanların şeytanları ve cinleri gördüğüne dair sahih rivayetler bulunmaktadır. (bk. Buhârî, Vekâlet 10; Müslim, Mesâcid 40)

Allah Teâlâ şeytanları, iman etmeyen kâfirlerin dostları, yoldaşları, başlarına belâ olmuş yakınları ve arkadaşları kılmıştır. İmansızlıkla şeytanlık arasında bir cezb ve incizâb kanunu cereyân eder. Korumasız bahçeye haşere ve böceklerin üşüşmesi gibi, imandan mahrum kalplere de şeytanlar öyle musallat olur. İman etmeyenler şeytanlığı sever, şeytânî haslet ve hareketlere meftûn olurlar. Nitekim bu hususa ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Görmedin mi, biz şeytanları kâfirlerin üzerine Musallat ettik; onları durmadan günaha tahrik ediyor, kaynatıyor, oynatıp kıvrandırıyorlar.” (Meryem 19/83)

Bu yüzdendir ki:

Cezb ve incizap: İki şeyin birbirine olan aşırı tutkunluğu sebebiyle birinin diğerini kendine doğru çekmesi ve asla ayrılmayacak şekilde ikisinin birbirine bağlanması. Güneşin, etrafında dönüp duran gezegenlerle ilişkisi gibi…

28. O imansızlar çirkin bir iş yaptıkları zaman: “Biz atalarımızın da böyle yaptığını gördük; esasen Allah da bize böyle emretti” derler. Şöyle de: “Allah, hiçbir zaman kötü ve çirkin işleri emretmez. Yoksa siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

Müşrikler putlara tapıyor ve Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. Körü körüne bir taklit taassubu içinde atalarının izlerini takip ediyor, atalarını böyle yaparken gördükleri için bundan vazgeçmeyeceklerini söylüyor, üstelik bu son derece çirkin fiil ve davranışları kendilerine bizzat Allah’ın emrettiğini iddia ediyorlardı. Halbuki Allah, asla ahlâksızlığı, hayâsızlığı, kötü ve çirkin şeyleri emretmez. Hiçbir dinde ve hiçbir peygamberin beyânında Allah’ın edepsizlik ve hayasızlığı emrettiğine dair en küçük bir delil bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanları kötülüğe, günaha ve edepsizliğe davet eden ruhî ve fikrî tedâilerin Allah ile, din ve vahiy ile hiçbir alakası yoktur. Bunlar şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir. O halde Allah’ın çirkin işleri emrettiğini iddia etmek, gerçek olup olmadığı bilinmeyen bir hükmü Allah’a nispet etmek ve O’nun adına yalan söylemekten ibaret kalacaktır. Gerçek şu ki Allah Teâlâ, adâleti, itidali, her şeyin ifrat ve tefrit tarafına varmayan orta biçimini emreder. O halde kullar, öteden beri devam ede gelen yanlış örf ve adetlere, nefsanî arzu ve isteklere değil Allah’ın emrine kulak vermelidir. Bunun da ilk sırasında namaz kılmak ve ihlasla, içtenlik ve samimiyetle O’na yalvarmak yer almaktadır. O halde her mescitte, her secde edilecek zaman ve mekanda, her namaz kılındığında yüzleri kıbleye yönlendirmeli, gönlü her türlü şirk tortularından arındırarak sadece Allah’a kulluk etmeli ve O’na dua etmelidir. Çünkü bizi ilk olarak yoktan var eden Allah olduğu gibi, dönüşümüz de yine kaçınılmaz bir şekilde O’na olacaktır. O’nun huzurunda büyük bir hesapla karşılaşmak mukadderdir:

29. De ki: “Rabbim her işte doğru ve adâletli olmayı emretti. Her secde ettiğinizde kalp ve beden ahengi içinde bütün varlığınızla O’na yönelin. İtaat ve ibâdetinizde yalnız O’nun rızâsını gözeterek tüm samimiyetinizle Allah’a yalvarın. Nasıl sizi ilk defa O yaratmışsa, yine O’na döneceksiniz.”

Müşrikler putlara tapıyor ve Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. Körü körüne bir taklit taassubu içinde atalarının izlerini takip ediyor, atalarını böyle yaparken gördükleri için bundan vazgeçmeyeceklerini söylüyor, üstelik bu son derece çirkin fiil ve davranışları kendilerine bizzat Allah’ın emrettiğini iddia ediyorlardı. Halbuki Allah, asla ahlâksızlığı, hayâsızlığı, kötü ve çirkin şeyleri emretmez. Hiçbir dinde ve hiçbir peygamberin beyânında Allah’ın edepsizlik ve hayasızlığı emrettiğine dair en küçük bir delil bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanları kötülüğe, günaha ve edepsizliğe davet eden ruhî ve fikrî tedâilerin Allah ile, din ve vahiy ile hiçbir alakası yoktur. Bunlar şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir. O halde Allah’ın çirkin işleri emrettiğini iddia etmek, gerçek olup olmadığı bilinmeyen bir hükmü Allah’a nispet etmek ve O’nun adına yalan söylemekten ibaret kalacaktır. Gerçek şu ki Allah Teâlâ, adâleti, itidali, her şeyin ifrat ve tefrit tarafına varmayan orta biçimini emreder. O halde kullar, öteden beri devam ede gelen yanlış örf ve adetlere, nefsanî arzu ve isteklere değil Allah’ın emrine kulak vermelidir. Bunun da ilk sırasında namaz kılmak ve ihlasla, içtenlik ve samimiyetle O’na yalvarmak yer almaktadır. O halde her mescitte, her secde edilecek zaman ve mekanda, her namaz kılındığında yüzleri kıbleye yönlendirmeli, gönlü her türlü şirk tortularından arındırarak sadece Allah’a kulluk etmeli ve O’na dua etmelidir. Çünkü bizi ilk olarak yoktan var eden Allah olduğu gibi, dönüşümüz de yine kaçınılmaz bir şekilde O’na olacaktır. O’nun huzurunda büyük bir hesapla karşılaşmak mukadderdir:

30. İki grup hâlinde: Bir grubu Allah doğru yola erdirmiştir. Diğer grubun ise, yanlış yolu seçmeleri yüzünden sapıklığa düşmesi kaçınılmaz bir gerçek olmuştur. Çünkü o sapıklığa düşenler, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler; yine de kendilerinin doğru yola olduklarını sanırlar.

Bu âyetle, sûrenin başından itibaren anlatılan mevzu, hususiyle Âdem ve İblîs kıssası bir neticeye bağlanmaktadır. Günahına tevbe eden ve Allah’a dönen Âdem doğru yolu bulanlara; kibir ve inadında ısrar edip Allah’a itaatten yüz çeviren İblîs de sapıklığa düşenlere misâl verilmektedir. Kıyâmete kadar bu hidâyet ve sapıklık çizgisi devam edecek; Yüce Allah’ın bir takdiri olarak kullardan bir kısmı Âdem gibi doğru yola erecek, bir kısmı ise İblîs gibi sapıklığa maruz kalacaktır. Ne hazindir ki, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinen hidâyet mahrumu ve sapıklık yolunun yolcuları olan o bedbahtlar, kendilerinin iyi bir iş yaptıklarını yani doğru yol üzere bulunduklarını sanıyorlar. Belki de onları hidâyetten alıkoyan en büyük nefsânî hastalık da bu yanlış düşünceleri olmaktadır.

Âdem oğullarına verilen tâlimatlar şöyle devam ediyor:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Ey Âdem oğulları! Namaz kıldığınız, ibâdet ettiğiniz her yerde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.

Erkek ve kadının avret yerlerini örtecek kadar giyinmeleri farzdır. Setr-i avret dediğimiz bu durum, namazın da dıştaki şartlarından biridir. Dolayısıyla namaz kılmak istendiğinde avret yerlerini örtmek gerekir. Âyet-i kerîme ilk olarak bize bu vazifemizi hatırlatmakta, cahiliye Araplarının yaptığı gibi çıplak olarak mescide gitmeyi ve tavaf yapmayı yasaklamaktadır. Bununla birlikte, “zînet” kelimesinin “süslenmek için giyilen kıymetli elbiseler” mânasından hareketle âyet, bir müslümanın namaz kılarken mümkün olabilecek en güzel elbiselerini giyinmesini, en güzel bir durum ve şekilde bulunmasını, özellikle cemaatle namaz kılmak, Cuma ve bayram namazlarını edâ etmek üzere mescide giderken temiz, tertipli ve düzenli olmasını emreder. Cemaatle namaz kılarken safların intizamı, camiye giriş çıkışta, cami içinde oturuşta edep, haya, vakar ve ağırbaşlılık da burada takınılması gereken zînetin muhtevasına dâhildir. Ayrıca burada İslâmî açıdan şehirlerdeki yerleşim yerleri tanzim edilirken cami ve cami civarlarının en güzel yerlerde bulunmasına özen gösterilmesine de teşvik vardır.

Rivayete göre cahiliye döneminde müş‏rikler, hac ibâdetini ve Kâbe’yi tâzim gayesiyle hac esnasında ancak ölmeyecek kadar yemek yerler, hac günlerinde iç yağı yemezlerdi. Bunu gören müslümanların “Biz hac ibâdetine tâzimde bulunmaya onlardan daha lâyıkız, yani biz de böyle yapalım” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş‏ (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 230); ölçülü bir şekilde yemeyi ve içmeyi emretmiş, fakat İsrâfı haram kılmıştır. Bu bağlamda helâl olan şeyleri haram saymak İsrâftır. Çünkü helâli haram saymak, malın zayi olup gitmesine yol açar. Allah’ın haram kıldığı yiyecek, içecek ve giyecekleri kullanmak da İsrâftır. Çünkü bu taatin dışına çıkma ve isyandır. Aynı şekilde bedenin ihtiyacından fazla yemek ve içmek de İsrâftır. Allah ise İsrâf edenleri sevmez, onların bu davranışından razı olmaz. Onlara, bu yaptıklarına karşılık sevap ve mükâfat ikramında bulunmadığı gibi, üstelik onları cezalandırır.

Yeme ve içme konusunda Allah Resûlü (s.a.s.)’in şu tavsiyelerine kulak vermek faydalı olacaktır:

“Kibirsiz ve İsrâfsız olarak yiyin, için, giyinin ve sadaka verin. Zira Allah, kulunun üstünde nimetini görmek ister.” (Buhârî, Libâs 1; Nesâî, Zekât 66)

“Âdem oğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokmacık yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekli ise midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya ayırsın.” (Tirmizî, Zühd 47)

Fakat bu açıklamalardan temiz ve helal nimetlerin mü’minlere haram kılındığı veya kısıtlandığı gibi yanlış bir mâna çıkarılmamalıdır:

32. Rasûlüm şöyle de: “Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılabilir?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir; kıyâmet günü ise sadece mü’minlerin olacaktır.” İşte biz, bilen bir toplum için âyetleri böyle açık açık beyân ediyoruz.

“Allah’ın kulları için çıkardığı zînet” ifadesi, pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve ipek gibi hayvanlardan, zırh ve benzeri gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysileri; hayvanlardan ve diğerlerinden üzerine binilen binitleri ve çeşitli zinet eşyalarının hepsini içine almaktadır. Ancak Resûlullah (s.a.s.), erkekler için altın, gümüş ve ipeği haram kılmıştır. “Temiz ve hoş rızıklar”dan maksat ise kazanç ve tat itibariyle helâl, temiz ve güzel olan bütün yiyecek ve içeceklerdir. Allah’tan başka hiç kimse bunları haram kılma yetkisine sahip değildir. Eşyada aslolan mübahlıktır. Bir şeyin haram olduğunu açıkça beyân eden bir nass olmadığı sürece, o şeyin haramlığına hükmetmek mümkün olamaz. Bu bakımdan aşırı dindarlık duygusu, şahsi tercihler, günah ve kötülüklerle mücadele arzusu gibi bir kısım şahsî hassasiyetlerin tesiriyle dinin izin verdiği saha içinde kalan tutum ve davranışları, yiyecek, içecek ve giyecekleri haram olarak nitelendirmek bu âyetin hükmüne terstir ve yanlıştır. Cenâb-ı Hak bütün bu nimetleri dünya hayatında mü’minler için yaratmıştır. Mü’minler, bu nimet ve imkânlardan istifadeyle Allah’a kulluk yapacaklardır. Dünya nimetlerinden en büyük ölçüde yararlanmak için ellerinden geldiğince çalışacak, araştırma yapacak, İslâm’ın izzetini, milletlerinin şerefini korumak, kâfirlere muhtaç olmadan yaşamak için gayret göstereceklerdir. Manevî kemal ve güzellikler yanında fert ve toplumun sağlık, güvenlik, refah ve mutluluğunu sağlayacak her türlü maddî imkânları bulup kullanacaklardır. Bu, Kur’an’ın hedeflediği ideal toplum yapısını oluşturma açısından Allah’ın mü’minlere bir emridir. Kâfirlere gelince, onlar dünyada mü’minlerin hürmetine bu nimetlerden istifade etmektedirler. Fakat kıyamet gününde bu nimetler sadece mü’minlere mahsus olacak, kâfirler asla onlara ortak olamayacaklardır. Diğer taraftan o zinet ve temiz şeyler, bu dünyada, her ne olursa olsun eksiklik, tatsızlık, karışıklık ve kederden uzak kalmamaktadır. Kıyamet gününde ise bu nimetler her türlü kederden uzak olarak mü’minlere ikram edilecek, kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır.
Haram kılınan hususlara gelince:

ز۪ينَةُ اللّٰهِ (zînetullah) ifadesinde gizli alemlerin zînetine işaret vardır. Buna göre kendini ibadete vermiş olanların zîneti başarı eserleri, Hakk’ı bulanların zîneti kazandıkları hakîkat nurları, Hakk’ı bulmayı hedefleyenlerin zîneti âdetleri terk etmek, âbidlerin zîneti güzel bir kulluk yapmaktır. Nefislerin zîneti Hak yolunda hizmete koşmak, kalplerin zîneti Allah’a, Peygamber’e ve dinin alametlerine karşı hürmet ve tâzimi muhafaza, ruhların zîneti ise dâimî bir korku, tazarru ve niyaz içerisinde Hakk’ın kapısını çalmaktır. Dilin zîneti zikir, kalbin zîneti şükürdür. Zâhirin zîneti büyük bir aşk ve şevkle yapılan secdeler, bâtının zîneti ilâhî gerçekleri görüp seyretmektir. Nefislerin zîneti mücâhedeler yönünden muamelenin güzel olması, kalplerin zîneti ise müşâhedeler yönünden vuslat hâlinin devamlı olmasıdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 331-332)

Nass: Kur’ân-ı Kerîm ve sünnetten bir delil.

33. De ki: “Rabbim açık ve gizlisiyle yüz kızartıcı bütün çirkin fiilleri, her türlü günahı, haksızlık edip ölçüyü aşmayı, ilâh kabul edilebileceklerine dair haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”

Önceki âyet-i kerîme, helâllerin haram kılınmasını yasakladığı gibi, bu âyet-i kerîme de Allah’ın haram kıldığı hususları haber vermektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak:
Zina, fuhuş başta olmak üzere açık ve gizli bütün çirkin fiilleri, hayasızlık ve ahlâksızlıkları,
Bütün günahları, şeriate uygun olmayan her türlü kötü fiili,
Başkalarının malına, canına, ırz ve namusuna karşı saldırıyı,
Allah’ın, ilâh ve mabud olduklarına dair haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmayı,
Herhangi bir doğru bilgi ve delile dayanmadan “Allah şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı” gibi sözler söylemeyi haram kılmıştır.

Âyet-i kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılabilir: اَلْفَوَاحِشُ (fevâhiş) “kötülükler”, kulun Rabb’ine giden yolunu kesen ve onu Hak yolunda yürümekten alıkoyan her şeydir. Avamın açık kötülüğü yasaklanan şeyleri işlemeleri; gizli kötülüğü ise yasaklandıkları fiilleri gönüllerinden geçirmeleridir. Havassın açık kötülüğü, zerre kadar dahi olsa içerisinde nefislerinin payı bulunan işleri yapmak; gizli kötülükleri ise bir lahza dahi olsa sevgiliden uzak kalmaktır. En seçilmiş olanların açık kötülüğü, edeplerden birini terk etmek ve herhangi bir sebebe bel bağlamaktır. Gizli kötülükleri ise dünya ve âhirete ait bir nesneye meyletmeleri ve Allah’tan başka bir varlığa iltifat göstermeleridir. اَلْاِثْمُ (ism) “günah”, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa Allah’dan yüz çevirmektir. اَلْبَغْيُ (bağy) “zulüm, saldırmak”, Allah’tan başkasını sevmektir. Çünkü zulüm, bir şeyi kendi yerinden başkasına koymak demektir. “Allah’a şirk koşmaktan” maksad, şeriat tarafından ruhsat ve cevaz verilmediği halde Allah’tan başkasından yardım talebinde bulunmaktır. “Allah hakkında bilmediğimiz şeyleri söylemeniz” (A‘râf 7/33) nefsin arzu ve isteğine göre hüküm vermeniz veya hakikatini bilmediğiniz bir şeyi, akılla hareket ederek Allah hakkında söylemenizdir, demektir. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 202)

Gelen âyetle ise Allah’ın toplum ve devletlerin hayatıyla alakalı koyduğu içtimâi bir kanuna işaret edilmektedir:

34. Her ümmet için takdir edilmiş belli bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.

Toplumlar ve devletler de aynen fertler gibi doğar, büyür ve ölürler. Cenâb-ı Hak, az veya çok, küçük veya büyük her toplum ve devlet için bir ömür ve helakleri için bir ecel tâyin etmiştir. Bu süre içinde onlara peygamberler gönderir; içlerindenâlimler ve ıslahatçılar çıkarır. Allah’ın emirleri kendilerine anlatılır. Bu tâlimatlar karşısında toplumların gidişatları, hal ve hareketleri, sergiledikleri tutum ve davranışları sosyolojik olarak bu ecelin tâyininde rol oynar. Bu ecel geldiği zaman çöküş başlar ve Allah’tan başka kimse bu çöküşü engelleyemez. O halde toplumlar ve devletler, ilâhî nizama göre yanlış olan gidişatlarını düzeltmedikleri halde, belirlenen ecel gereği kendilerine tanınan müsaadeye aldanıp da sonsuza kadar böyle devam edecek diye sanmamalı, fırsat elde iken hemen tevbekâr olup bir an önce Allah’ın emirlerine sarılmak suretiyle istikbalini emniyet altına almaya çalışmalıdır. Bunun da ilk şartı peygamberlerin davetine uymaktır:

35. Ey Âdem oğulları! İçinizden size âyetlerimi okuyup açıklayacak peygamberler gelir de, kim onlara karşı gelmekten sakınır ve güzel işler yaparak hâlini düzeltirse, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.

Peygamberlerin vazifesi, gönderildikleri topluma Allah’ın âyetlerini okuyup açıklamak, emir ve yasaklarını anlaşılır bir tarzda haber vermektir. Onların bu tebliğleri karşısında muhatapların iki farklı tavır takınmaları mümkündür: İman veya inkâr; kabul veya red. Peygamberlerin davetine icâbet edip, onlara karşı gelmekten sakınanlar ve öğretilen ilâhî talimatlar istikâmetinde nefislerini, tutum ve davranışlarını düzeltenler ebedi kurtuluşa ereceklerdir. Onlara âhirette herhangi bir korku olmayacak, kaybettiklerinden dolayı bir üzüntü de duymayacaklardır. Peygamberlerin haber verdikleri ilâhî talimatları yalanlayan ve kibirlenip onları kabule yanaşmayanları ise, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi beklemektedir.

Bu zâlimlerin ölüm ve âhiret hallerinden ibretli manzaralar gösterilmek üzere buyruluyor ki:

36. Âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar ateşin yoldaşlarıdır ve orada sonsuza dek kalacaklardır.

Peygamberlerin vazifesi, gönderildikleri topluma Allah’ın âyetlerini okuyup açıklamak, emir ve yasaklarını anlaşılır bir tarzda haber vermektir. Onların bu tebliğleri karşısında muhatapların iki farklı tavır takınmaları mümkündür: İman veya inkâr; kabul veya red. Peygamberlerin davetine icâbet edip, onlara karşı gelmekten sakınanlar ve öğretilen ilâhî talimatlar istikâmetinde nefislerini, tutum ve davranışlarını düzeltenler ebedi kurtuluşa ereceklerdir. Onlara âhirette herhangi bir korku olmayacak, kaybettiklerinden dolayı bir üzüntü de duymayacaklardır. Peygamberlerin haber verdikleri ilâhî talimatları yalanlayan ve kibirlenip onları kabule yanaşmayanları ise, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi beklemektedir.

Bu zâlimlerin ölüm ve âhiret hallerinden ibretli manzaralar gösterilmek üzere buyruluyor ki:

37. Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Bunların eline sadece kaderlerinde yazılan şeyler geçecektir. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara: “Allah’ı bırakıp da taptığınız sahte tanrılar hani nerede?” diye soracaklar. Onlar da: “Bizi yüzüstü bırakıp ortadan kayboluverdiler” diye karşılık verecek ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şâhitlik edeceklerdir.

En büyük zulüm Allah adına yalan uydurmak; bilgisizce “Allah şunu haram kıldı, şunu helâl kıldı” demek veya O’nun âyetlerini yalanlamaktır. Bundan daha çirkin ve daha büyük zulüm yoktur. Dolayısıyla bu zulmü işleyenden daha büyük zalim de olamaz. Dünya hayatında bu tür kimselere, kendileri için takdir edilip yazılmış bulunan ömür, rızık, amel, hayır ve şer mutlaka erişecektir. Fakat onların fani ömürleri tükenecek, canlarını almakla vazifeli ölüm melekleri ve yardımcıları geleceklerdir. Bir taraftan canlarını çekip alırken bir taraftan da ıstıraplarını daha da artırmak için, dünyada Allah’ı bırakıp da dua ve ibâdet ettikleri putların nerde kaldığını, niçin gelip kendilerini kurtarmadıklarını soracaklardır. Onlar ise derin bir pişmanlık içinde, taptıkları putların kaybolup gittiklerini, onlardan herhangi bir fayda beklemenin boşuna olduğunu söyleyecekler, kendilerinin de kâfir kimseler olduğunu ikrar ve itiraf edeceklerdir.

Kabir hayatı tamamlanıp İsrâfil’in suruyla yeniden dirilerek mahşer yerine toplandıkları zaman ise:

38. Allah şöyle buyuracak: “Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber siz de girin cehenneme!” Bu şekilde her bir topluluk ateşe girdikçe yoldaşlarına lânet edecek. Nihâyet hepsi birbiri ardınca orada toplandıklarında, sonra gelenler önce girenler hakkında: “Rabbimiz! Bizi doğru yoldan işte bunlar saptırdılar; bu sebeple onlara iki kat ateş azabı çektir” diyecekler. Allah da: “Her birinize iki kat azap var, fakat siz bilmiyorsunuz” buyuracak.

39. Öncekiler ise sonrakilere: “Sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktur. Öyleyse kazandığınız günahların karşılığı olarak tadın azabı!” diyecekler.


Kâfir olarak dünyadan âhirete göçenler, cinler ve insanlardan daha önce âhirete göçmüş olan kâfirlere katılacak, mahşerde hesap görüldükten sonra, bunlara hep birlikte cehenneme girmeleri emredilecek. Onlar, küfür, isyan ve günahlarının seviyesine göre gruplar halinde ateşe sevk edilecekler. Nitekim âyet-i kerîmede: “İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürülecek…” (Zümer 39/71) buyrulur. Bu gruplardan her biri cehenneme girdikçe, kendinden önce cehenneme girmiş olan gruba lânet edecek. Burada اَلأخْتُ (uht) yani kardeş kelimesi kullanılmıştır. Çünkü bunlar dünyada aynı din ve inancı paylaşmak suretiyle küfürde kardeş olmuşlardı. Grupların ardı ardına cehenneme girmeleri tamamlanıp hepsi orada bir araya gelince aralarında muhtelif konuşmalar olacak. Burada o konuşmalardan birine yer verilmektedir. Anlaşılan o ki, burada konuşanlardan bir grubu dünyada küfür ve sapıklıkta önderlik yapanlar, bir grubu ise onlara körü körüne tabi olanlardır. Tabi olanlar, cehenneme kendilerinden önce girmiş önderleri için: “Rabbimiz! Bizi doğru yoldan işte bunlar saptırdılar; bu sebeple onlara iki kat ateş azabı çektir” (A‘râf 7/38) diyecekler. Cenâb-ı Hak da, hem uyan hem de kendilerine uyulan herkese kat kat azap verileceğini ferman buyuracak. Her iki gruba da kat kat azap verilecek; çünkü öncekiler ve önderler hem kendileri sapıklık içinde oldukları hem de başkalarına sapıklık yollarını açtıkları için; diğerleri ise onlara uymaları yanında fikirleri, malları, güçleri, tutum ve davranışlarıyla onları destekleyip yüreklendirdikleri, güçlerine güç kattıkları ve sonrakilere kötü örnek oldukları için kat kat ceza göreceklerdir. Fakat bunun tam olarak hesabını yapıp neticenin nasıl tahakkuk edeceğini bilmemektedirler. Cehennemliklere verilecek azabın kat kat olmasına Resûlullah (s.a.s.)’in şu beyânı daha da bir açıklık getirmektedir:

“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69)

Küfürde önderlik yapan ve cehenneme önce giren grup da, dünyada küfür ve isyan, âhirette ise ceza bakımından kendilerine eşit olduklarını anladıkları sonrakilere, kazandıkları günahlar yüzünden kendileri için takdir edilen kat kat azabı tatmalarından başka çarelerinin bulunmadığını söyleyeceklerdir. Hâsılı hepsi için tam bir perişanlık, tam bir pişmanlık ve tam bir hüsran olacaktır. Böyle yalancı kâfirlere ne göklerin kapıları açılacak, ne de cennete girebileceklerdir:

40. Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar için açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. İşte biz günahkârları böyle cezalandırırız.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Onlar için cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte biz zâlimleri böyle cezalandırırız.

Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini; tevhid, ulûhiyet, nübüvvet ve âhirete ait delillerini yalanlayan, büyüklenip bu delillere inanmaya, onları nazar-ı itibara alıp gereğince davranmaya tenezzül etmeyenlere göğün kapıları açılmayacaktır. Yani duaları ve iyilik olarak yaptıkları amelleri kabul edilmeyecek, ruhları göğe yükselemeyecek, üzerlerine feyiz ve bereket inmeyecektir. Çünkü gökler ruhlar için saadet ve surûr kaynağıdır. Hayır ve bereket göklerden iner. Bu sebeple ruhlar ancak göklere yükselmek sûretiyle mutlulukların en güzeline erişme imkânı bulurlar. Yerde yürüyenlerin ayakalrı su topladığı halde, ruhları göklerde gezenlerin kalplerinde ilâhî feyiz ve bereket şabnemleri birikir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Gökte de hem rızkınız vardır, hem de size va‘dedilen cennetler.” (Zâriyât 51/22) İşte kâfirler bu nimetlerden mahrum kalacak ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Küçüklükte “iğne deliği”, büyüklükte ise “deve” mesel olmuştur. Dolayısıyla bir şeyin küçüklüğü ve inceliği mübalağa edileceği zaman “iğne deliği gibi”, irilik ve büyüklükte mübalağa için ise “deve gibi” denilir. Şu halde kâfirlerin cennete ebediyen giremeyeceklerini ifade bakımından, irilikte mesel olan olan devenin boynu, hörgücü, ayakları, özel şekli, bütün eğri büğrülüğü ve acaipliği ile incelikte mesel olan iğne deliğine girmesiyle verilen misal son derece mübalağalı ve tesirli olmuştur. Bu haliyle devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl mümkün değilse, kâfirlerin cennete girmesi de aynı şekilde mümkün değildir.

“Deve” olarak tercüme edilen âyetteki اَلْجَمَلُ (cemel) kelimesi “cümmel” diye de okunmuştur. Buna göre kelime “kendirden yapılmış kalın ip” veya “gemileri bağlamada kullanılan halat” mânalarına gelmektedir.

Verilen örnekten anlaşıldığına göre cennete sonsuza dek giremeyecek o kâfirler için, altlarında cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de yine cehennem ateşinden örtüler vardır. Hâsılı onların döşekleri, yorganları, yatak ve örtüleri sadece ateş olacak, cehennem onları her taraftan kuşatacaktır. Burada çok beliğ bir şekilde, tasvir edilen kişilerin dünyada rahatı, rahat yatakları ve bu yataklarda yatmayı çok sevdikleri ima edilmektedir. Çünkü ceza daima işlenen suçun cinsinden olur. Bu şekilde rahata ve rahat yataklarda yatmaya düşkün olanlar, yemeye, içmeye ve şehvetlere de düşkün olurlar. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Ümmetim için kârın büyüklüğü, çok uyku, tembellik ve yakîn azlığından korkarım” (Kenzü’l-Ummâl, III, 360) buyurarak bu hususta mü’minleri uyarmaktadır. Çünkü böyle bir hayat iman etmeye mâni olduğu gibi, başkalarının hakkına tecavüzün de sebeplerindendir. Âyetin sonunda bu insanların zâlim olarak nitelenmesi bu bakımdan mânidardır. Çünkü onlar hem başkalrına hem de kendilerine zulmektedirler.

Kâfirlerin bu perişan, feci ve hazin durumlarına karşılık mü’minlerin halleri son derece güzel ve aydınlıktır:

42. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, ki biz kimseyi gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutmayız, işte onlar cennetin yârânı ve yoldaşlarıdır; orada sonsuzca kalacaklardır.

43. Biz o mü’minlerin göğüslerinde diğer insanlara karşı kin, haset, suizan nâmına ne varsa hepsini söküp çıkarırız. Altlarından da ırmaklar akar. Onlar: “Bizi buna eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişler” derler. Onlara şöyle seslenilir: “Dünyada yaptığınız iyi amellere karşılık mirasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!”


42. âyette söz arasında yer alan “Biz kimseyi gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutmayız” kaydı, cennete girmek için takat getirilmeyecek işlerin altına girme şartının olmadığını, herkesin, gücü yettiği kadar ibâdet ve taata devam ettiği takdirde cennete girebilme imkânına sahip olduğunu haber verir.

Cennet ebedî huzur, surûr, saadet, selâmet ve mutluluk yurdudur. Cenâb-ı Hak kullarını “dâru’s-selâm”a davet etmektedir. (bk. Yûnus 10/25) Dünyada insanların huzur ve mutluluğunu bozan en kötü illet, kalpte diğer insanlara karşı beslenen kin, nefret, haset ve düşmanlık duygularıdır. Bu menfi duygular, insanlar arasında oluşması istenen sevgi ve kardeşliği engeller, dostluklara mâni olur. Halbuki cennet, aynı zamanda mü’minlerin dost oldukları ve koltuklar üzerinde karşılıklı oturup muhabbetle birbiriyle sohbet ettikleri feyiz ve bereket mekanıdır. Bu sebeple Yüce Mevlâmız, cennetine kabul buyurduğu mü’min kullarının, göğüslerinde bulunan sevgi ve kardeşliğe mâni kin ve nefretin tamamını söküp atacak, kalplerindeki mânevî arızâları bütünüyle temizleyecektir. Böylece aralarında sevgiden başka bir şey kalmayacak ve altlarından ırmaklar akan cennetlerde Hak Teâlâ’nın ikram buyurduğu sayısız nimetlerle nimetleneceklerdir. Onlar bu büyük mükafatı Allah’tan bilerek O’na hamdedecekler, Cenâb-ı Hak da bir iltifat olmak üzere “bu cennete dünyada yaptıkları sâlih ameller sayesinde vâris olduklarını” beyân buyuracaktır. Burada derin bir kulluk şuuru ve terbiyesiyle ilâhî lütfun büyük bir tecellisi vardır. Dolayısıyla mü’min çalışmalı, fakat başarıyı Allah’tan bilmeli; ameline aldanmayıp dâima ilâhî hidâyete sığınmalıdır. Yapılan sâlih amellerin ancak Allah’ın yardımıyla cennete girebilme sebebi olduğunu unutmamalıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.):

“- Sizden hiçbiriniz ameli sâyesinde cennete giremez” buyurdu. Ashâb-ı kirâmın:
“- Sende mi ey Allah’ın Rasülü!” demeleri üzerine de:
“- Ben dahi Allah’ın kendinden bir rahmete ve bir lütfa beni bandırması hali müstesnâ. Dolayısıyla oraya ancak Allah’ın fazlı ve rahmetiyle girebilirsiniz” karşılığını verdi. (Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Munafıkûn 71-73)

Resûlullah (s.a.s.), bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:

“Cennetlikler cennete girince bir kimse şöyle seslenir: «Siz cennette ebediyen yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz. Hep sağlıklı kalacak, hiç hastalanmayacaksınız. Hep genç kalacak, hiç yaşlanmayacaksınız. Hep nimet ve mutluluk içinde yaşayacak, hiç keder ve sıkıntı çekmeyeceksiniz.” Resûl-i Ekrem (s.a.s.) sözüne devamla buyurdu ki: “Onlara şöyle seslenileceğini bildiren: «Dünyada yaptığınız iyi amellere karşılık mirasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!» (A‘râf 7/43) âyeti de bunu göstermektedir.” (Müslim, Cennet 22)

Gelen âyetlerde cennetliklerle cehennemlikler arasındaki konuşmaların yer aldığı; bir yanda sevinç ve mutluluk sadâlarının, diğer yanda pişmanlık, bedbahtlık ve azap çığlıklarının yükseldiği pek dehşetli âhiret sahneleri gözler önüne serilmektedir:

44. Cennet ehli cehennem ehline: “Biz, Rabbimizin bize verdiği bütün sözlerin gerçek olduğunu gördük. Nasıl siz de Rabbinizin başınıza geleceğini söylediği şeylerin gerçekleştiğini gördünüz mü?” diye seslenirler. Onlar da: “Evet!” derler. Bunun üzerine aralarında bir münâdî: “Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” diye bağırır.

45. O zâlimler, dünyada insanları Allah’ın yolundan çevirir, o yolu eğip bükmeye ve kötü göstermeye çalışırlardı. Onlar âhireti de büsbütün inkâr ederlerdi.


Allah Teâlâ mü’minlere cenneti, kâfirlere cehennemi va‘detmiştir. Kıyamet günü hesap görüldükten sonra mü’minler cennete girecek, kâfirler ise cehenneme atılacaklardır. Aralarında mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla konuşma gerçekleşecektir. Cennet ehli, hem kavuştukları mükâfâta sevindiklerinden ötürü hem de kâfirlerle alay etme ve pişmanlıklarını artırma maksadıyla: “Biz, Rabbimizin dünyada bize va‘dettiklerinin gerçek olduğunu gördük ve cennete eriştik; peki siz de Allah’ın va‘dettiği cehennemin gerçek olduğunu gördünüz mü?” diye soracaklar. Onlar da, cehennemi boyladıklarından dolayı “Evet!” demekten başka cevap bulamayacaklardır. Bu sırada vazifelendirilmiş bir münâdî, ilâhî bir şamar gibi, Allah’ın lânetinin zâlimler üzerine olduğunu ilan edecektir. Buradaki zâlimlerden maksat, ebedi cehennemi hak etmiş kâfirlerdir. Bunların en önde gelen üç vasfı şudur:

Kendileri uzak durdukları gibi başka insanları da Allah’ın dininden çevirmek,

Dosdoğru dini eğri büğrü yapmaya çalışmak, dinin yanlış olduğunu göstermek için çalışıp çabalamak,
Âhireti inkâr etmek.

Şimdi A ‘râf’taki insanların durumları gösterime sunuluyor:

46. Cennetle cehennem arasında bir perde vardır. A‘râf üzerinde de cennetlik ve cehennemlikleri simalarından tanıyan adamlar bulunur. Onlar cennet ehline: “Selâm size!” diye seslenirler. Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamaktadırlar.

47. Gözleri cehennemlikler tarafına kayınca, onların o korkunç halleri karşısında: “Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğuyla beraber eyleme!” diye yalvarırlar.


Cennet ile cehennem arasında bir perde, bir engel, bir sûr bulunmaktadır. Nitekim “Derken, mü’minlerle aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın aralığından münafıkların pişmanlık içinde mü’minleri izleyecekleri bir kapısı vardır; o kapının mü’minlerin bulunduğu iç tarafında rahmet, münafıklara bakan dış tarafında ise azap vardır” (Hadîd 57/13) âyetiyle bu engele işaret edilmektedir. اَلأعْرَافُ (A‘râf ), yüksek bir yer mânasına gelen اَلْعُرْفُ (urf) kelimesinin çoğuludur. Meşhur görüşe göre bununla cennetle cehennem arasında bulunan sûrun yüksek tepeleri kastedilir. Burada bir kısım kimseler bulunur. Kur’an bunları رِجَالٌ (ricâl) yani “adamlar” olarak ifade buyuruyor. Bunların kimler olduğu hususunda başlıca iki görüş vardır: Birinci görüşe göre bunlar amelleri kusurlu olup, mizanda iyilikleri ve kötülükleri eşit gelmiş Allah’ın birliğine inanan bir topluluktur ki, cennetle cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teâlâ haklarında bir hüküm verir. İkincisine göre ise bunlar, peygamberler, şehitler, hayırlılar, âlimler veya adam şeklinde görünen melekler gibi dereceleri yüksek ve orada özel bir vazîfeyle görevlendirilmiş zâtlardır.

Birinci görüşe göre “Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamakta” (A‘râf 7/46) olanlar, A‘râf ’ta bulunan kişilerdir. Yani cennet ehli cennete girmiş, bunlar henüz girmemişler fakat girmeyi arzu ve ümit ederler. Cennetliklere özenerek “Selam size!” derler. Cehennem ve cehennemliklerden de Allah’a sığınırlar. İkinci görüşe göre ise, bu hal, cennet ehlinin o sırada içinde bulundukları hâldir. Yani cennet ehli henüz cennete girmemiş, fakat girmek ümidinde bulunmuş oldukları sırada A‘râf ehli onları selâmetle müjdelerler. Bunlar, cenneti hak etmiş yüksek rütbeli kimseler olsalar da, ilâhî bir yönlendirmeyle cehennem ehlinin acıklı hâlini gördüklerinde, onlarla beraber olmaktan Allah’a sığınırlar. Her iki ihtimale göre de cehennemin son derece dehşetli olduğu, bundan her an Allah’a sığınmak lazım geldiği gerçeği ortaya çıkar.

Nitekim:

48. A‘râftakiler, simalarından tanıdıkları cehennem ehli bazı adamlara seslenerek şöyle derler: “Gördünüz ya, ne kalabalık taraftarlarınız, ne hesapsız servetiniz, ne de kibirli tavırlarınız bugün size bir fayda sağladı.”

49. Cennetlikleri işaret ederek: “«Böylelerine Allah rahmetini eriştirmeyecek» diye yemin ettiğiniz kimseler şunlar değil miydi? Şimdi ise onlara Allah: «Girin cennete; artık size bir korku yok ve siz asla mahzun da olmayacaksınız» buyuruyor.”


Kâfirler dünyada mal, evlat ve taraftarlarının çokluğuna güvenir, bundan cesaret alarak hem hakkı kabulü gururlarına yediremez, kibirlenip yüz çevirir hem de insanları küçük görerek, “Allah bunlara mı merhamet edecek? Allah’ın rahmeti bunlara mı kaldı?” diye alay ederlerdi. Dolayısıyla kendilerini simalarından, yüzlerindeki nursuzluk, çirkinlik ve siyahlıktan tanıyan A‘râf ehli, bir taraftan cehennemliklere bu gaflet ve yanılgılarını hatırlatırken, bir taraftan da onların küçümsediği, değer vermediği mü’minleri cennet ve oradaki ebedî saadetle müjdelerler.

Şimdi ise mahşerdeki en acı manzaralardan biri gösteriliyor:

50. Cehennem ehli cennet ehline: “Suyunuzdan veya Allah’ın size ihsân ettiği diğer nimetlerden biraz da bizim üzerimize akıtın” diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” derler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. O kâfirler ki dinlerini oyun ve eğlence edinip, din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Onlar, nasıl kendilerini bekleyen bu dehşetli günle yüz yüze geleceklerini unutup âyetlerimizi bile bile inkâr ettilerse, biz de bugün onları öylece unutur, affedip nimet vermek için hiç hatırlamayız.

Cehennem ehli orada yine mâhiyetini tam olarak bilemediğimiz bir yolla cennet ehline seslenir, su ve diğer cennet nimetlerinden, az bir miktar da olsa, kendilerine ulaştırmalarını isterler. Çünkü çektikleri susuzluk ve açlık sebebiyle buna son derece muhtaç bir durumdadırlar. Fakat onlardan aldıkları “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” (A‘râf 7/50) cevabıyla, bütün ümitlerini kaybeder ve tam bir yıkım yaşarlar.

Bu âyet-i kerîme, yeme ve içme ihtiyacının insanda bulunup onu en son terk eden duygulardan olduğuna delâlet eder. Çünkü cehennemdekiler, o kadar şiddetli azap ve işkencelerin içinde kıvranırken bile açlık ve susuzluk hissediyor, bunun için bütün güçleriyle yalvarıyor, acı ve elemlerin zirvesinde oldukları halde bir yudum su ve bir lokma yiyecek istiyorlar. Halbuki dünyada bir insan şiddetli bir acıya maruz kalınca hemen yemeden ve içmeden kesilir. Demek ki cehennemde yaşanacak açlık ve susuzluk, diğer azaplardan daha şiddetli olacaktır. Burada dikkat çeken bir başka husus da şudur: Allah onları azaba düçar olmaktan kurtarıp ve istediklerini vermeye gücü yettiği halde onlara bir yudum su içirmiyor. İşte bu Allah’ın rubûbiyet kahrı ve ehadiyet izzetidir. O dilediğini yapmakta serbesttir. Dünyada kâfirleri irfanından zerre kadar rızıklandırmadığı gibi, cehennemde de onlara bir yudum su içirmeyecektir. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 336)

51. âyette cehenemliklerin ateşe mahkum ve cennet nimetlerinden mahrum kalmalarının gerekçeleri şöyle haber verilmektedir:

Dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinmişlerdi; din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı,
Dünya hayatı kendilerini aldatmıştı,
Kıyamet günü Allah’ın huzuruna çıkacaklarını unutmuşlardı,
Bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi.

İşte bu sebeplerden ötürü Allah onları kıyamet günü unutacak; hepsini cehenneme doldurarak her türlü istek ve feryatlarını cevapsız bırakacaktır. Böylesi feci bir âkıbet, tamamen onların yaptıklarının bir cezasıdır. Çünkü daha önce Allah onlara doğru yolu gösteren bir rehber kitap göndermişti:

52. Oysa biz onlara, kesin bir bilgiye dayanarak mânasını ve hükümlerini tek tek açıkladığımız, iman edecek kimselere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olan bir kitap göndermiştik.

Cenâb-ı Hak, insanların ileri sürecekleri haklı bir mazeret olmaması için itikat, ibâdet, muâmelât, mükâfât ve ceza gibi kulluğu ilgilendiren bütün hususları gerektiği şekilde açıklayan kitaplar indirmiş, bu sahada en son olarak da Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetmiştir. Kur’an, iman edenler için bir hidâyet rehberi ve rahmet kaynağıdır; onlara doğru yolu gösterir ve ilâhî rahmete ermelerine vesile olur. Âyetteki “kesin bir bilgiye dayanarak” kaydı ise, bu kitâbın ilâhî bilgiye dayandığını, bu sebeple onun verdiği bilgilerin, hüküm ve haberlerin yanlışlık ihtimali taşımaktan uzak olduğunu tekit eder. O halde:

53. Onlar, Kur’an’a iman etmek için ille de onun bildirdiği kıyâmet haberinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? O gerçekleştiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle diyecekler: “Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeğin ta kendisini getirmişler, ama biz kulak asmamışız! Şimdi bize şefaat edecek kimseler yok mu? Veya dünyaya tekrar gönderilsek de daha önce yapamadığımız sâlih ameller yapsak!” Ne var ki onlar kendi felaketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte tanrıları da onları yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi.

Kelime olarak “bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması” mânasına gelen اَلتَّأْو۪يلُ (te’vîl) burada “Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen özellikle âhiret, hesap, cennet ve cehenneme ait haberlerin gerçekleşmesi ve böylece açık seçik bir şekilde anlaşılması” anlamında kullanılmıştır. Demek Kur’an’a inanmayanlar, iman edebilmek için başka bir şey değil illâ da onun âhirete, mükâfat ve cezaya, cennet ve cehenneme ait verdiği haberlerin, ikaz ve tehditlerin vuku bulmasını, başlarına gelmesini bekliyorlar. Fakat bu haberlerin gerçekleştiği gün iş işten geçmiş olacak ve kurtuluş için bir çıkar yol kalmayacaktır. Kendilerine yardım edecek bir şefaatçi arasalar da, Allah’ın rızasına uygun ameller işlemek arzusuyla dünyaya dönmek isteseler de, bu talepler tümüyle sonuçsuz kalacak, bir medet bulurum ümidiyle uzatılan eller boş çevrilecek, sadece bir vehim ürünü olan sözde kurtarıcılardan bir eser kalmayacak, büyük bir pişmanlık ve zarar içinde ateşe mahkum edileceklerdir.

Böylesi fenâ bir son ve ebedî hüsrandan kurtulmanın yolu Allah’ı en güzel şekilde tanımaya çalışmak ve O’na layıkıyla kul olmaktır:

54. Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.

Yüce Rabbimiz gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. Fussılet sûresi 9-12. âyetlerde açıklandığı üzere bu altı günün dört günü yeryüzünün, oradaki dağların, diğer unsurların yaratılması ve vakitlerin belirlenmesine; iki gün ise göklerin yaratılmasına tahsis edilmiştir.

Bize göre “gün” 24 saatlik bir vakit diliminden ibarettir. Fakat Allah katında gün bizim hesap ettiğimiz 24 saatten ibaret değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre Allah katında bizim hesap ettiğimiz bin seneye (Secde 32/5), elli bin seneye (Meâric 70/4) denk günler olduğu gibi, “Allah, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma halindedir” (Rahman 55/29) âyetinde “gün”, tek bir ân mânasında kullanılmıştır. Buna göre Rabbimizin ölçülerine göre gün, duruma göre değişen ve miktarını ancak kendisinin bilebileceği bir zaman sürecidir. Göklerin ve yerin altı günde yaratılması da, yine süresini ancak Allah’ın bilebileceği altı devir, ilmî çalışmaların verdiği bilgiye dayanarak söylersek altı jeolojik devirde yaratılması anlamını taşır. Nitekim günümüzde bu alanda gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar, kâinatın, süresi milyar yıllarla ifade edilen çok uzun devirler içinde yaratıldığını söylemektedir.

Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri yarattıktan sonra “arşa istivâ etmiştir.” اَلْعَرْشُ (arş) yüksek bir mekân, eve nispetle tavan, tavana nispetle çatı, çadır ve çatı gibi yükselen ve gölge veren şeyler mânasına gelir. Bu mânalardan hareketle arş, hükümdarların oturduğu taht ve bu tahtın gereği olan kuvvet, hakimiyet ve saltanat mânasında da kullanılmıştır. اَلإسْتِوَاءُ (istivâ) ise oturmak, kurulmak, yerleşmek, yönetmek, idare etmek demektir. Allah’ın arşa istivâsını fizikî ve cismânî olarak düşünmek mümkün olamaz. Dolayısıyla bu ifade, bütün varlıkların üstünde ve ötesinde sonsuz yüceliğe sahip, mutlak hâkim olan Allah’ın, kâinata ve kâinatta bulunan her şeye hükmetmesi, onları en mükemmel şekilde düzenleyip yönetmesi mânasındadır. Bunun temsilî bir ifade olduğunu düşünürsek, hükümdarlar tahta oturup ülkelerini yönettikleri gibi, mâhiyetini sadece kendisinin bileceği bir şekilde Rabbimiz de tahtına oturup bütün kâinatı yönetmekte, sevk ve idâre etmektedir. Bunun açık delillerinden biri geceyi gündüzün üzerine örtmesi; gecenin gündüzü sür’atle takip etmesi ve ona yetişmeye çalışmasıdır. Aynı durum gündüz için de geçerlidir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede: “Allah sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor” (Zümer 39/5) buyrulur. Bilindiği gibi gece ve gündüz, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden oluşur. Dünya döndükçe güneşi gören yüz gündüz, güneşi görmeyen yüz gece olur. Döndükçe gündüz tarafı, gece tarafına gelir ve orası da gece olur. Fakat bir taraftan gece gündüzü örterken, bir taraftan da gündüz geceyi örter. Âdetâ birbirine meftûn iki sevgili gibi gece ile gündüz birbiri ardından kesintisiz bir şekilde koşar dururlar. Bu koşunun hızı ise dünyanın dönüş hızıdır.

Allah Teâlâ’nın sonsuz bir ilim, irade, kudret ve hikmetle kâinatı idâre etmesinin bir başka açık delili, O’nun güneşi, ayı ve yıldızları yaratıp emrine boyun eğdirmiş olmasıdır. Hiç biri Allah’ın emrine, irade ve tasarrufuna karşı bir başkaldırı, direniş ve muhalefet göstermez, gösteremez. Gerek gündüzün ortaya çıkıp dört bir yanı aydınlatan güneş, gerek geceleyin gökyüzünün kandilleri olarak arz-ı endâm eden ay ve yıldızlar, “Allah her bir göğe vazifesini bildirdi” (Fussılet 41/12) âyetinin beyân ettiği gibi kendilerine verilen ilâhî emre itaat etmek ve uymak zorundadırlar. Yaratılışları, mâhiyetleri, tabiatları, aldıkları emre uymaktan ibarettir. Hepsi yaratılmış, hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî saltanatın icabına boyun eğdirilmiş, onun tedbir ve hikmeti ile evirip çevirmesine göre hareket eden memurlardır.

Âyetin “Yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir” (A‘râf 7/54) kısmı pek derin mânalar ifade eder. Şöyle ki:

Maddesiyle, mânasıyla bütün varlıkları yaratan ve onlarla ilgili her türlü emri veren Allah’tır. Bütün kâinat O’nun yaratığı; bunların yaratılması, varlıklarının devam ettirilmesi ve yönetilmesiyle ilgili kanunlar da O’nun emridir. Madde ve mâna, beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep Allah’ın eseri ve düzenlemesi olup, O’nun mükemmel ilmi, hür iradesi ve nihayetsiz kudretiyle ortaya çıkıp varlıklarını devam ettirmektedirler. İşte bu muazzam işleri gerçekleştiren ve Âlemlerin Rabbi olan Allah pek yücedir. اَلْبَرَكَةُ (bereket) kelimesinde büyüklük, yücelik, süreklilik ve sağlamlıkla birlikte büyüme, artma ve gelişme mânaları vardır. Bunlara ilâve olarak iyilik ve refah mânalarını da taşır. Buna göre ayet, “Allah’ın iyilik, ihsan, ikram ve faziletleri nihâyetsizdir. O’nun hayrı her yere ulaşır. O, hudûdu olmayan yüce bir makam ve mevki sahibidir. Üstelik, O’nun iyilikleri ve faziletleri için bir bozulma veya eksilme sözkonusu değildir, sürekli ve sabittir. İnsanı yaratan ve onu kullukla sorumlu tutan da O’dur.” Dolayısıyla insan Rabbini en iyi şekilde tanımaya çalışacak, O’nun emrini her şeyin üstünde tutacak ve var gücüyle kulluğunun gereğini yerine getirmeye gayret gösterecektir. Bunu başarmak için de acziyetini fark edip Rabbine yalvaracaktır:

55. Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez.

56. Yeryüzü düzene konduktan sonra orada fitne fesat çıkarıp bozgunculuk yapmayın. Azâbından korkarak ve rahmetini umarak O’na dua edin. Hiç şüphesiz Allah’ın rahmeti, iyilik eden ve işini güzel yapanlara pek yakındır.


Dua, âdâbına riâyet ederek kulun ihtiyaçlarını Rabbinden istemesidir. Dua, mü’minin istinatgâhı ve kulluğun özüdür. Allah’ın huzuruna arzedilen bütün dualara icâbet olunur ve bunlar bir bir kabul edilir. Zira Rabbimiz: “Bana dua edin, size cevap vereyim” (Mü’min 40/60) buyurur. Ancak duanın kabul edilmesi için Allah Teâlâ’nın razı olacağı bir ihlas, samimiyet, gönül kırıklığı, tazarru ve niyaz halinde yapılmalıdır. Bağırıp çağırmak, emreder gibi istemek doğru değildir. Bu sebeple burada bize Rabbimize yalvara yakara, gizlice, için için, azabından korkarak ve rahmetini umarak dua etmemiz emredilmektedir. Bu hususta haddi aşanları Allah’ın sevmediği ihtarı yapılırken; güzel işler yapan, yaptığı işi güzel yapan, daima iyilik peşinde olan, her türlü bozgunculuktan uzak duran ihsan sahiplerinin Allah’ın rahmetine erecekleri müjdesi verilir.

Ebu Mûsâ el-Eş‘ârî’nin naklettiği şu hadise duada takınılması gereken edebi açıklar:

Biz Allah Resûlü (s.a.s.)’le beraber bir gazada bulunuyorduk. İnsanlar yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Peygamberimiz:

“ Ey insanlar! Kendinize acıyın; siz sağıra veya burada olmayana dua etmiyorsunuz. Bilakis siz işiten, bilen ve sizinle beraber olana dua ediyorsunuz” buyurdu.” (Buhârî, Tevhid 9; Müslim, Zikir 44-45)

56. âyette geçen “Yeryüzü düzene konduktan sonra orada fitne fesat çıkarıp bozgunculuk yapmayın” yasağından şu mânaları anlamak mümkündür: Cenâb-ı Hak yeryüzünü yaratmış, düzenini tesis etmiş ve kullarının ihtiyaçlarını temin edecek bütün nimetleriyle onu insanoğlunun emrine âmâde kılmıştır. Ayrıca nasıl bir kulluk yapacaklarını bildirmek üzere peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bu nimetlerin Allah’ın razı olacağı şekilde kullanılması ve kurulan bu düzenin korunup devam ettirilmesi vazifesini de yine insana yüklemiştir. Bu vazifeyi başarıyla ifa edebilmek için “bozgunculuk yapmayın” şeklindeki ilâhî tâlimatı iyi anlamak ve gereğini tatbik etmek mecburiyeti vardır. Hülasa olarak ifade etmek gerekirse insana dünyadaki hiçbir düzenli şeyi bozmama emri verilmiştir. Bu bağlamda öldürme, yaralama, gasp ve hırsızlık gibi insana verilen zararlar; inkâr ve bid‘atlerle dine verilen zararlar; zina, livata, zina iftirası gibi insan onuruna, namusuna ve aileye verilen zararlar; sarhoş edici şeylerle akla verilen zararlar bu yasağın şumûlüne girmektedir. Çünkü dünya hayatında insanlara ait beş temel hak ve menfaat konusu vardır: Can, mal, nesep, din ve akıl. İşte “Bozgunculuk yapmayın!” buyruğu bütün bu hak ve menfaatlerle bunların muhtevasına giren diğer şeylerin korunmasını gerektirir. Bunlar korunmadığı ve bunları korumak için gereken çalışmalar yapılmadığı takdirde dünyada karışıklıkların çıkmasına ve düzenin bozulmasına engel olmak mümkün değildir.

O halde Rabbinizin kâinatta nasıl bir düzen içinde işlerini yönettiğini ibretle seyredip, siz de hayatınızı aynı düzen içinde devam ettirmeye çalışın ve âhiret gerçeğini aklınızdan çıkarmayın:

57. O Allah ki, rüzgârları rahmetinin öncesinde müjdeci olarak gönderir. Nihâyet bu rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiği zaman biz onu kuruyup ölmüş bir memlekete sevk ederiz; böylece oraya su indirir de onunla her çeşit ürünü çıkarırız. İşte biz ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız; umulur ki düşünüp ders alırsınız.

Allah Teâlâ’nın sonsuz kudret, azamet ve bereket tecellilerinden biri de, canlılara rahmet vesilesi olan yağmuru yağdırmak istediği zaman, rahmetinin müjdecisi olarak rüzgârları göndermesi, bu rüzgarların o yağmur yüklü ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi yüklenmesi ve derleyip toparlamasıdır. Burada ilâhî irade ve kudret tekrar devreye girmekte, hitabı rüzgardan alıp yüce Zatına çevirmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak, yağmur yüklü bu bulutları ölü bir beldeye yani susuzluktan kurumuş, çatlamış, bitkileri kalmamış bir bölgeye sevk eder, onlardaki suyu o bölgeye indirir ve bu sayede meyve, sebze ve diğer bitkilerden çeşit çeşit ürünler çıkarır. İşin dikkat çeken tarafı, Kur’an sözünü, meselenin sadece dünya hayatını ilgilendiren yönünü bildirerek tamamlamaz, oradan âhirete intikal ederek, tabiatta tekrar tekrar meydana gelen bu hâdiseyi yeniden dirilişe bir misâl yapar. Suyla ölü bir beldeyi dirilttiği ve her türlü ürünü oradan çıkardığı gibi, mahşerde de ölüleri öylece diriltip çıkaracağını haber verir. Buna gücü yeten Allah’ın ona da gücü yeteceğini apaçık delilleriyle ispat ederek, selim akıl sahiplerini ilâhî hakîkatleri tefekküre, kabule ve ona teslimiyete mecbûr bırakır.

Ebû Ali Ahmed Ruzbar (k.s.), bunun gibi deliller üzerinde tefekkür edebilme hakkında şu izahı yapar:

“Tefekkür üç yönlüdür. Şöyle ki:

Yüce Allah’ın varlığına dair delilleri tefekkür etmek. Her kimde böyle bir tefekkür varsa onda sevgi doğar.
Yüce Allah’ın vereceğini va‘dettiği sevapları tefekküre dalmak. Her kimde böyle bir tefekkür varsa, onda ibâdetlere karşı istek doğar.
Yüce Allah’ın hatalara karşı azap tehdidini tefekkür etmek. Her kimde böyle bir tefekkür varsa, o kimsede ar ve hayâ duygusu doğar.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 290)

Böyle ince bir tefekkür nazarıyla bakınca âyetin şu mânalara işâret ettiği anlaşılabilir: “Rüzgârlar”, ilâhî yardım rüzgârlarıdır. “Bulutlar”, hidâyet bulutlarıdır. “Su” ise muhabbet suyudur. Allah Teâlâ bu su vasıtasıyla ilâhî gerçekleri yakından görme meyveleri ile türlü türlü ahlâkî güzellik ve olgunluklar meydana getirir. Aynı şekilde Allah Teâlâ ölü kalpleri dirilterek göğüs kabirlerinden çıkarır. Buna göre “İşte biz ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız” (A‘râf 7/57) sözü, “ölü kalpleri göğüs kabirlerinden böyle çıkarıp kurtarırız” mânasına gelir. “Umulur ki düşünüp öğüt alırsınız” (A‘râf 7/57) kısmı ise “umulur ki mukaddes mekanlarda bulunan ünsiyet havuzlarında ve yakınlık bahçelerinde geçirdiğiniz müstesnâ anlarınızı hatırlarsınız” demek olur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 232)

Ancak yağan yağmura karşılık her toprak aynı derecede diriliş heyecanı göstermez ve aynı kalitede ürün vermez:

58. Toprağı verimli güzel bir arazi, yağmuru görür görmez Rabbinin izniyle gür ve bereketli ürünler verir. Çorak ve verimsiz toprak ise, ne kadar yağmur yağarsa yağsın, faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. Biz, şükredecek bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz.

Toprağın durumu, kalite ve keyfiyetine göre elde edilebilecek sonuçlar farklılık arzeder. Bu sebeple âyet-i kerîmede verimli ve verimsiz iki arazinin durumu örnek verilir; bununla bir taraftan zahir mâna kastedilmekle birlikte, diğer taraftan hidâyeti kabul ve gereğince amel etme bakımından insanların iç dünyaları tasvir edilir. Şöyle ki:

Toprağı temiz ve bereketli, suyu tatlı olan bir arazi, Allah Teâlâ üzerine yağmuru indirdiği zaman ve vakti geldiğinde bütün mahsulatını en güzel şekilde ortaya çıkarır; faydalı ve hoş ürünler verir. Toprağı kıraç ve adi, suyu tuzlu olan bir arazi ise çok zor şartlarda az ve değersiz bir takım diken türü şeyler çıkarır. Bu ifade aynı zamanda bir darb-ı meseldir. Rabbimiz bununla mü’min ile kâfirin misalini verir: Rabbinin izniyle bereketli ürünler çıkaran güzel ve temiz toprak, ömrünü günahlardan uzak bir şekilde amel-i sâlihle dolduran mü’minin misalidir. Bereketsiz ve kötü toprak ise, hiçbir faydalı ameli olmayan kâfirin misalidir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VIII, 274-275)

Bu örneğe göre önceki âyetle birlikte bu âyetten şöyle bir mâna anlamak mümkün olabilir:

Peygamberler, dinî mânada ilâhî rahmetin müjdecisi ve yayıcılarıdır. Yüklenip getirdikleri şeriatler, ihtiva ettikleri ilâhî emir ve yasaklarla birlikte hayatın kendisiyle gerçekleştiği temiz suyla dolu ağır bulutlar gibidir. Kur’ân kalplerin âb-ı hayatı, onun öğrettiği din ve mârifet, ebedî bir hayat olan ilâhî rahmete ermenin en önemli vasıtasıdır. Bu ilâhî emirlere muhatap ve bunları yerine getirmekle sorumlu olan insanlar da yağmurun indiği yerler gibi iki kısımdır: Toprakların iyisi-kötüsü, verimlisi-verimsizi olduğu gibi insanların ve insan topluluklarının da iyisi ve kötüsü, mümini ve kâfiri vardır. İyileri, peygamberlerin davetinden istifade eder, ilâhî âyetler üzerinde tefekkür ederek onlardan ibret alır, iman eder, hayat bulur ve Allah’ın nimetlerine şükreder. Onların, gerçek hayat olan âhiret hayatını kazanmak için yaptıkları ibâdetler, hayırlı ameller, verimli toprağın çıkardığı güzel ürünler gibidir. Kâinatta ilâhî kudret akışları hâlinde cereyan eden bin bir türlü âyetlerin, ilâhî tanzim ve tasarrufların, peygamberler gönderme ve Kur’ân’ı indirmenin hikmeti de özellikle böyle güzel kulların bunlardan faydalanarak Rablerine şükranlarını arzetmelerini sağlamaktır. Çorak yer gibi kötü ve fena olan bedbahtlar ise Allah’ın nimetlerini ve rahmetini nankörlük ve küfür ile karşılarlar ve onlardan gereği gibi faydalanamazlar. Zorluk ve mahrûmiyet içinde felakete yuvarlanır giderler.

Resûlullah (s.a.s.) ise bu hakikati şöyle açıklamaktadır:

“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15)

Nitekim sûrenin bundan sonraki âyetlerinde beyân edilecek olan peygamber kıssaları ve geçmiş milletlerin tarihi bu değişmez gerçeğin en büyük şâhitleri olarak karşımızda durmaktadır:

59. Biz Nûh’u kavmine peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, başınıza gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum.”

60. Kavminin önde gelenleri ise: “Gerçekten biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Nûh şunları söyledi: “Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Bilakis ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”

62. “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyor, öğüt veriyor ve Allah’tan gelen vahiy sâyesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum.”


“Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrâhim 14/4) âyet-i kerîmesinin de delâletiyle Allah Teâlâ her kavme, kendi aralarından, dillerini bilen ve onlara apaçık tebliğde bulunabilen peygamberler göndermiştir. Bu, sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin kullarına çok büyük bir ihsanıdır. Bu münâsebetle Cenâb-ı Hak, Nûh (a.s.)’ı kavmine risâlet vazîfesiyle göndermiştir. O da, önceki ve sonraki bütün peygamberler gibi, onları, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, yegâne ma’bûd olan Allah’a kulluğa davet etmiştir. Yapılan bu davet gayet açık ve anlaşılır bir davettir; kapalı kalan ve anlaşılmayan bir tarafı yoktur. Ancak bu daveti kabulün en büyük engeli, küfür, isyan ve günah kirlerine batmış nefistir. Özellikle maddi imkânları yerinde olan, toplum içinde haklı veya haksız bir mevki elde etmiş bulunan ve böylece toplumun önde gelenleri arasında yer alan gururlu kimselerin, ilâhî daveti kabulde zorlandıkları net olarak görülmektedir. Bu kudsî davete icâbet ettikleri takdirde, ellerinde bulundukları imkânlardan mahrum kalacakları korkusu onları derinden sarsmakta ve onları peygamberlere karşı amansız bir mücadeleye itmektedir. Aynı şekilde Nûh kavminin ileri gelenleri de Hz. Nûh’un tebliğini reddetmişler ve onu sapıklığa düşmüş olmakla suçlamışlardır. Nûh ise, kendisinde sapıklıktan hiçbir iz olmadığını ve kendisinin Allah tarafından gönderilmiş, hidâyet üzere bulunan, istikamet üzere yaşayan ve Allah’ın dinini insanlara tebliğ eden, nasihat eden, vahiy aldığı için normal insanların bilmediklerini bilen bir peygamber olduğunu ısrarla söylemeye devam etmiştir.

“Risaleti tebliğ”le “nasihat etmek” arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Risaleti tebliğ, Allah’ın emrettiği bütün mükellefiyetleri, hükümleri, emir ve yasakları açıkça beyân etmek ve anlaşılır bir şekilde tanıtmaktır. Nasihat ise itaate teşvik, günahlardan sakındırmak ve âhirette faydası olacak hayırlı ameller işlemeye irşad etmektir. Nitekim hz. Nûh, kendi misyonunu şöyle hülasa etmektedir:

63. “Allah’ın azabını hatırlatarak sizi uyarması, böylece günahlardan sakınıp ilâhî merhamete nâil olabilmeniz için, içinizden biri vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı ve nasihat gelmesine mi şaşıyorsunuz?”

Seçtiği peygamberler ve onlara gönderdiği vahiyler vasıtasıyla talimatlarını kullarına ulaştırması Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur; başlangıçtan beri devam eden bir sünnetullahtır. Burada peygamberlik ve vahyin üç hikmeti beyân edilir:

İnsanları, gelecekte, özellikle öldükten sonra mahşerde ve cehennemde karşılaşacakları azap ve sıkıntılara karşı uyarmak,
Onları Allah’a karşı gelmekten ve her türlü günahlardan sakındırmak,
Böylece Allah’ın rahmetine ve cennetine nâil olmalarını sağlamaktır.

İşin dikkat çeken yönü şu ki onlar, Hz. Nûh gibi seçkin bir şahsın Allah’ın peygamberi olmasına taaccüp etmişler, fakat putların Allah’ın ortakları olduğu tarzındaki sapık düşüncelerine taaccüp etmemişlerdir. Bu, onların ne büyük bir cehalet ve müthiş bir ahmaklık içinde olduklarını gösterir.

Bütün bu uyarıları dikkate almayan azgın kavim Hz. Nûh’u yalandılar. Bu durum karşısında Allah Teâlâ Hz. Nûh’u ve gemide onunla beraber bulunanları kurtarıp selâmete çıkardı. Allah’ın âyetlerini yalanlayan, hiçe sayan o azgın kavmi de sulara garkederek boğdu. Bu hazin akıbet, onların kalp gözlerini ilâhî davete kapatmalarının tabii bir neticesi oldu.

Âd kavminin yaptıkları da Nûh kavminden farksızdı:

64. Fakat kavmi onu yalanladı. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Çünkü onlar, körleşmiş bir kavim idiler.

Seçtiği peygamberler ve onlara gönderdiği vahiyler vasıtasıyla talimatlarını kullarına ulaştırması Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur; başlangıçtan beri devam eden bir sünnetullahtır. Burada peygamberlik ve vahyin üç hikmeti beyân edilir:

İnsanları, gelecekte, özellikle öldükten sonra mahşerde ve cehennemde karşılaşacakları azap ve sıkıntılara karşı uyarmak,
Onları Allah’a karşı gelmekten ve her türlü günahlardan sakındırmak,
Böylece Allah’ın rahmetine ve cennetine nâil olmalarını sağlamaktır.

İşin dikkat çeken yönü şu ki onlar, Hz. Nûh gibi seçkin bir şahsın Allah’ın peygamberi olmasına taaccüp etmişler, fakat putların Allah’ın ortakları olduğu tarzındaki sapık düşüncelerine taaccüp etmemişlerdir. Bu, onların ne büyük bir cehalet ve müthiş bir ahmaklık içinde olduklarını gösterir.

Bütün bu uyarıları dikkate almayan azgın kavim Hz. Nûh’u yalandılar. Bu durum karşısında Allah Teâlâ Hz. Nûh’u ve gemide onunla beraber bulunanları kurtarıp selâmete çıkardı. Allah’ın âyetlerini yalanlayan, hiçe sayan o azgın kavmi de sulara garkederek boğdu. Bu hazin akıbet, onların kalp gözlerini ilâhî davete kapatmalarının tabii bir neticesi oldu.

Âd kavminin yaptıkları da Nûh kavminden farksızdı:

65. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”

66. Kavminin inkâra saplanmış ileri gelenleri de: “Şüphesiz seni biz bir çılgınlık ve beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin gerçekten yalancılardan olduğunu düşünüyoruz” dediler.

67. Hûd şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende herhangi bir çılgınlık ve beyinsizlik yoktur. Bilakis ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”

68. “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyorum. Ben sizin iyiliğinizi isteyen güvenilir bir nasîhatçiyim.”

69. “Allah’ın azabını hatırlatarak sizi uyarması için, içinizden biri vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı ve nasihat gelmesine mi şaşıyorsunuz? Düşünün ki, O sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halîfeler yaptı ve sizi yaratılış bakımından daha güçlü, kuvvetli ve gösterişli kıldı. O halde Allah’ın verdiği nimetleri hatırınızdan çıkarmayıp ona göre davranın ki kurtuluşa eresiniz.”


Âd kavmi, Yemen, Aden ve Ummân arasında bulunan Ahkâf diyârında yaşamış bir Arap toplumudur. Kavme ismi verilmiş bulunan Âd’ın, Hz. Nûh’un torunlarından olduğu rivayet edilir. Zamanları, Nûh (a.s.)’dan tahmînen sekiz yüz sene sonradır. Verimli toprakları olan bu kavim; otu, suyu, ve çeşitli nimetleri bol, bağlık-bahçelik bir yerleşim yerine sahip idiler. Yerin üzerinde gürül gürül akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları; yer altında da, çeşitli su depoları ve köşkleri vardı. (bk. Şuarâ 29/129, 133, 134) Bu kavmin insanları güçlü-kuvvetli, cüsseli, uzun boylu ve uzun ömürlü idiler. Kayaları yontarak evler yapar, gösterişli binâlar inşâ ederlerdi.

Cenâb-ı Hak bunlara da kardeşleri yani aynı sülâleden olan veya kabile birliği bakımından kardeşleri sayılan Hûd (a.s.)’ı peygamber gönderdi. Onları, aynen Hz. Nûh gibi, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ’ya kulluğa davet etti. Onları küfür, şirk ve her türlü günahlardan uzaklaşarak takvâ hayatı yaşamaya çağırdı. Fakat onlar bu kurtarıcı çağrıya kulak asmadıkları gibi Hz. Hûd’u sefîhlikle; beyinsizlik, akıl kıtlığı ve görüş zayıflığı ile itham ettiler; onun yalancı olduğuna hükmettiler. Hz. Hûd, kavminden belki kaba ve kötü konuşmayı gerektirecek pek kötü sözler duymasına rağmen, sabırlı davranarak nasihatçinin kemâl halindeki şahsiyetine yakışır tarzda onlarla güzellikle mücadele etme yolunu tuttu; tatlı ve leyyin bir lisanla kendisinde beyinsizlik, akıl kıtlığı olmadığını, hatta bu tür menfî hususiyetlerden bir iz bile taşımadığını ifade etti. Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen, akıl, rüşt ve doğruluğun zirvesinde bir peygamber olduğunu bildirdi. Onlara Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmekte olduğunu, bu hususta güvenilir bir nasihatçi olduğunu yineledi.

Hz. Hûd, yine Hz. Nûh gibi, içlerinden seçtiği peygamberler vasıtasıyla insanlara ilâhî tâlimatlarını ulaştırmanın, Allah Teâlâ’nın bir sünneti, bir âdeti olduğunu, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey bulunmadığını hatırlattıktan sonra, kendilerine ihsan edilen şu iki nimet üzerinde dikkatlerini çekerek kavmini düşünmeye davet etti:

Allah onları Hz. Nûh kavminden sonra getirip yeryüzünün halîfeleri ve hakimleri kılmıştır. Tufandan sonra ilk defa teşkilatlanan ve yeryüzünde imar faaliyetlerine başlayan kavim bunlar olmuşlardır.

Onları uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü ve kuvvetli yaratmıştır. Gerçekten Âd kavmi, diğer kavimlere göre uzun boylu ve güçlü kuvvetli idiler. Zamanlarında onlar gibi uzun vücutlu kimse yoktu.

halde inkâr bataklığında yok olup gitmek yerine, kurtuluşa erebilmek için Allah’ın bu nimetlerinin kadrini bilip hidâyete ermeye çalışmaları onlar için şüphesiz daha faydalı olacaktır.

Âyetin “O sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halifeler yaptı” (A‘râf 7/69) kısmından hareketle şöyle bir ince mâna anlamak mümkündür: “Allah Teâlâ yaratılanların bir kısmını, diğer bir kısmından sonra getirir ve hepsini yeryüzünde halifeler kılar. Onlardan bir cins yok olur olmaz, onların yerine yine aynı cinsten başka bir kavmi getirir. Aynı şekilde gaflet ehlinden bir grup yok olduğu zaman aynen onlar gibi başkalarını getirir. Vuslat ehlinden bir grup ortadan kalkınca yine yerlerine vuslat ehlinden başka bir grup getirir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 239)

Hz. Hûd’un, açık ve anlaşılır bu tebliğine karşı inkarcı kavmin sergilediği tavra gelince:

70. Dediler ki: “Ya! Demek sen bize tek olan Allah’a kulluk edelim ve babalarımızın tapa geldikleri putları bırakalım diye geldin ha? Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
71. Hûd şöyle dedi: “Artık gerçekten sizin başınıza Rabbinizden bir azap ve gazap inmesi kesinleşmiştir. Benimle, sizin ve atalarınızın uydurdup kendilerine ulûhiyet atfettiğiniz, fakat ilâh ve mabud olabileceklerine dair Allah’ın hiçbir delil indirmediği, indirmesi de mümkün olmayan birtakım boş isimlerden ibaret putlarınız hakkında mı tartışıyorsunuz? Madem öyle, bekleyin bakalım bu işin sonu ne olacak! Ben de sizinle beraber beklemekteyim!”

72. Nihâyet onu ve beraberinde olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık; âyetlerimizi yalanlayıp iman etmemiş olanların ise kökünü kestik.


Bedbaht kavim, peygamberlerinin nasihatini dinleyip Allah’ın verdiği nimetlere şükredecekleri yerde, inat ve inkârda daha da ileri giderek Hz. Hûd’a hakâret etmeye başladılar. “Ya! Demek sen bize tek olan Allah’a kulluk edelim ve babalarımızın tapa geldikleri putları bırakalım diye geldin ha?” (A‘râf 7/70) diyerek onunla alay ettiler. Sonunda, kendilerini zaman zaman tehdit ettiği azabı başlarına getirmesini isteyecek kadar cür’etkâr bir tavır sergilediler. Bu tutum ve davranışları, üzerlerine ilâhî azabın inmesi hakkındaki hükmün kesinleşmesine sebep oldu. Hz. Hûd onlara bu acı gerçeği haber verdi. Son olarak onları tekrar sarsmak ve uyandırmak için, hiçbir fayda veya zarar vermeye güçleri yetmeyen, atalarının ve kendilerinin uydurdukları isimlerden başka bir anlam ifade etmeyen putlara tapmak suretiyle içinde bulundukları perişan durumu hatırlattı. Gerçek bir delile dayanmayan böyle asılsız bir meselede kendisiyle münakaşa etmelerinin ne kadar yersiz ve mânasız olduğunu izah etmeye çalıştı. Fakat ne çâre ki, artık onların söz dinleyecek halleri yoktu ve ilâhî azabın gelmesini beklemekten başka çare kalmadı. Nihayet beklenen azap, yedi gün sekiz gece durmadan esen, değdiği her şeyi kökünden söküp havaya uçuran, paramparça eden korkunç bir rüzgar halinde geldi. (bk. Hâkka 69/6-8; Ahkâf 46/24-25) Allah bu azapla, âyetlerini yalanlayan ve imana yanaşmayan Âd kavminin kökünü kesti, bir kişi sağ kalmayacak şekilde hepsini tamamen yok etti. Hz. Hûd ve ona inananları ise rahmetiyle kurtardı.

Dikkat edilmelidir ki, nübüvvet rütbesinden daha üstün bir rütbe, risâlet derecesinden daha yüksek bir derece yoktur. Buna rağmen Allah Teâlâ, hem Hz. Hûd’u hem de ona inananları rahmetiyle kurtardığını haber vermektedir. Bunun hikmeti, kurtuluşun yapılan ameller karşılığında hak edilmiş bir durum değil de, ancak Allah’ın fazlı ve rahmetiyle ulaşılacak hayırlı bir netice olduğunu bildirmektir. Buna göre kurtulan herkes ancak Cenâb-ı Hakk’ın lütf u keremi ile kurtulmuştur ve kurtulacaktır. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 341)

72. âyette helâk olmanın sebebinin Allah’ın âyetlerini yalanlama ve imansızlık olduğuna, kurtuluş yolunun ise Allah’ın âyetlerini doğrulama ve bunlara iman olduğuna dikkat çekilmektedir.

İnsanlığın yaşadığı bir başka ibretli misal de Semûd kavminin halidir:

73. Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. O da, size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu kendi hâline bırakın, Allah’ın arzında yesin, içsin. Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi can yakıcı bir azap yakalayıverir.”

74. “Bir düşünün: Allah sizi Âd kavminin ardından halîfeler kıldı ve yeryüzünde size geniş imkânlar bahşetti. Yerin düzlüklerine saraylar kuruyor, dağları yontarak evler yapıyorsunuz. Öyleyse Allah’ın bütün bu nimetleri üzerinde düşünün de, bozguncular kesilip yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”


Semûd kavmi, Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın neslinden gelen Semûd’un kavmidir. Hûd (a.s.)’ın vefâtından sonra, Semûd’un torunları Kuzey Arabistan bölgesine, Şâm ile Hicâz arasında bulunan Hicr mevkiine yerleşmişlerdi. Daha sonra buradan ayrılıp Âd kavminin bölgesine yerleştiler. Semûd’un nesli çoğalıp bir kavim hâline geldi. Kendilerine “Âd-ı Sânî” yani “İkinci Âd” ismi verildi. Bu kavim de, vaktiyle Âd kavminin sahip olduğu nimetlere sahip oldular ve öncekiler gibi onlar da gaflet ve sapıklığa düştüler. Âd kavminin helâkini, azgınlıkları dolayısıyla gelen azâb-ı ilâhîden başka bir sebebe bağlayarak gaflet mahmurluğu içinde: “Âd kavmi, sağlam binâlar yapmadıkları için helâk oldular. Zira onlar, evleri kumlar üzerine yapmışlardı. Biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. Gelen fırtınalardan herhangi bir zarar görmeyiz…” dediler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını çeşitli şekillerle tezyîn ettiler. Tevhîd inancını unutup Allah’a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli sûrelerinde, iman etmedikleri ve sayısız azgınlıklarla haddi aştıkları için helâk edilen bu kavimden ibretle bahsedilir.

Allah Teâlâ, Semûd kavmine kardeşleri Hz. Sâlih’i peygamber göndermiştir. Sâlih (a.s.) da, önceki peygamberler gibi, onları tek olan Allah’a kulluğa davet etmiştir. Onlara, peygamberliğinin açık bir delili olarak, sert bir kayanın içinden dişi bir deve getirmiş, istediği gibi otlayabilmesi, yiyip içebilmesi için onu serbest bırakmalarını, ona herhangi bir kötülük yapmamalarını, aksi takdirde başlarına pek elem verici bir azabın geleceğini hatırlatmıştır. İman edip ilâhî emirlere tabi olmaları ve bozgunculuktan vazgeçip yeryüzünde karışıklık çıkarmamaları için de onları, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetler üzerinde tefekküre davet etmiştir. Bu nimetler şunlardır:

Âd kavminin helâkinden sonra onların yerine halîfe olmuşlardır. Yeryüzünün imarı, hâkimiyeti ve hükümranlığı onların eline geçmiştir.
Allah onları yeryüzüne yerleştirmiş; onlar da düzlük yerlerde köşkler, saraylar kurmuşlar, bununla da yetinmeyip daha sağlam ve uzun ömürlü olması için dağları yontarak evler yapmışlardır.

Onlara bu imkânları sağlayan şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. O halde bu nimetlerin değerini anlayıp O’na kulluk etmek; bozgunculuk ve kargaşa çıkarmak gibi kulluğa aykırı fiillerden de uzak durmak gerekir. Ancak azgın kavmin sergilediği tavır bunun tam aksi olmuştur:

75. Kavminin büyüklük taslayan önde gelenleri, kendi kavimlerinden zayıf ve hor gördükleri mü’minlere: “Sâlih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin olarak biliyor musunuz?” diye çıkışırlar, onlar da: “Biz, ona indirilen her şeye kesinlikle iman ediyoruz” derlerdi.

76. Büyüklük taslayan o zâlimler ise: “Siz neye inanıyorsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz” diye karşılık verirlerdi.

77. Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler, böylece Rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve: “Ey Sâlih, eğer gerçekten sen peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir de görelim!” diye meydan okudular.

78. Nihâyet o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakalayıverdi de oldukları yerde yüz üstü serilip kaldılar.

79. Bu tecelli karşısında Sâlih, oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, size samimi olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz.”


Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin hitap ettiği kitleler dikkate alındığında, bunlar içinde hem dünyada hem de âhirette birbiriyle hep münâkaşa halinde olan iki grubun var olduğu görülür. Müstekbirler ve mustaz‘aflar. Müstekbirler, gurur ve kibre kapılarak ilâhî hakîkatleri kabul etmemekte direnip büyüklük taslayan zorbalardır. Mustaz’aflar ise müstekbir kesimin zayıf ve hor gördüğü, değer vermediği, baskı altında tutup istedikleri istikamette yönlendirmeye çalıştıkları zavallı, biçâre kimselerdir. İşte Semûd kavmi içinde bulunan bu zorbalar, zayıf, fakir ve kimsesiz mü’minleri baskı altında tutarak imanlarından vazgeçirmeye çalışmışlar ve kendilerinin kâfir olduklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu yetmiyormuş gibi, deveye dokunmama hakkında Hz. Sâlih’e verdikleri sözden cayıp Allah’ın emrine karşı gelerek deveyi kesmişler, Hz. Sâlih’ten de kendilerini tehdit ettiği azabı getirmelerini isteyecek kadar ileri gitmişlerdir. Böylece başlarına ilâhî azabın gelmesi kesinleşmiş ve kendilerini yakalayan şiddetli bir deprem ile helak edilmişlerdir. Hz. Sâlih, “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, size samimi olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79) diyerek kavminin helak edilmesine duyduğu üzüntüyü dile getirmiş olsa da, artık karara bağlanmış ve vuku bulmuş bir azap için yapılacak bir şey kalmamıştır.

Tebük seferinde ashâb-ı kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Peygamber Efendimiz (s.a.s.):
“–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi...” buyurmuşlardı. Sahâbe-i kirâm:
“–Yâ Resûlallah, kırbalarımıza su doldurduk. Hattâ bu su ile hamur yaptık!” dediler. Peygamber (s.a.s.):
“–Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı da dökün!” buyurdu. (Buhârî, Enbiyâ 17)

Bir diğer rivayette Efendimiz, bu tavsiyesinin sebebini açıklarken: “Onların yaşadığı felâketin sizin başınıza da gelmesinden endîşe ettim” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 117)

Bu ibretli hâdiseden, ilâhî kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günah yüklü mekânlarda mânen devam eden o kahrın in’ikâsına mâruz kalmamak için oralarda bulunmamak, zarûreten geçmek gerektiğinde ise süratle geçmek îcâb ettiği anlaşılır.

Günümüz batı toplumlarında bir kangren haline dönüşen korkunç sapıklığın derin izlerini taşıyan Lut kavminin kıssası da pek ibretlidir:

80. Lût’u da peygamber gönderdik. Kavmine şöyle dedi: “Dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı o iğrenç işi bir yol hâline getirip nasıl irtikap ediyorsunuz?”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. “Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan azgın bir toplumsunuz.”

82. Kavminin cevâbı: “Lût ve yandaşlarını memleketinizden çıkarın. Çünkü bu beyler, kendilerince temizliğe çok düşkün insanlar!” demekten başka bir şey olmadı.


Lût (a.s.), Hz. İbrâhim’in kardeşinin oğludur. Yani İbrâhim (a.s.) onun amcasıdır. Allah Teâlâ onu Sodom ve Gomore halkına peygamber göndermiştir. O bölgede, daha önce hiçbir millette görülmeyen bir hayâsızlık yaygınlaşmıştı. Erkekler, kadınları bırakıp şehvetlerini tatmin için erkeklere yaklaşıyorlardı. Bu, fevkalâde çirkin ve insan haysiyetine uymayan bir davranıştı. Lût (a.s.) onları, hayvanların bile yapmayacağı bu hayâsızlıktan vazgeçirmeye çalıştı. Bunun bir cinsî sapıklık olduğunu, bunu yapanların da haddini aşan kimseler olacağını söyledi. Fakat böyle bir hayâsızlığı alışkanlık haline getirmiş o bölge halkının artık Lût’un kurtarıcı sesine kulak verecek halleri kalmamıştı. Hz. Lût ve arkadaşlarıyla, “bunlar, kendilerinin çok temiz olduğunu düşünen insanlarmış!” diyerek alay etmeye başladılar ve onların memleketlerinden sürülmelerini talep ettiler. Hâsılı başlarına ilâhî azâbın gelmesini gerektirecek bir azgınlık ve günaha tevessül ettiler:

83. Neticede Lût’u ve ailesini kurtardık. Karısı hâriç; o geride kalıp helâk edilenlerden oldu.

84. Üzerlerine müthiş bir taş yağmuru yağdırdık. Bir bak ki, günahkârların âkıbeti nasıl oldu!


Allah, onların üzerine şiddetli bir taş yağmuru yağdırarak hepsini helak etti. Hz. Lût ve ona iman edenleri kurtardı. Hz. Lût’un karısı ise, gizli gizli kâfirlerle işbirliği yaptığı ve hayâsızlığın işlenmesinde onlara destek olduğu için geride kalıp helâke uğrayanlardan oldu. Âyetteki “Bak!” emri, aklı olup düşünen herkesedir. Bakmak, onların durumundan ibret alıp yaptıklarından sakınmak içindir. O halde Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberlerine karşı gelen, günahkâr ve azgın kavimleri nasıl helâk ettiğine bakıp ibret almak; böyle bir hazin âkıbete uğramaktan sakınmak gerekir.

Şimdi de, bir ibret sahnesi olarak Medyen kavminin yaptıkları gözler önüne seriliyor:

85. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. Mal ve eşyanın değerini düşürerek insanlara haksızlık yapmayın. Yeryüzünde düzen sağlandıktan sonra orada bozgunculuk çıkarmayın. Gerçekten mü’min iseniz, sizin için hayırlı olan budur.”

86. “İnananları tehdit etmek, onları Allah yolundan alıkoymak ve bu doğru yolu eğri göstermek maksadıyla yol başlarını tutmayın. Düşünün ki, bir zamanlar siz az ve zayıftınız, fakat Allah sayınızı çoğalttı, gücünüzü artırdı. Bozguncuların sonu nasıl olmuş, bir bakın da ibret alın!”

87. “Eğer içinizden bir grup bana gönderilen gerçeğe inanmış ve bir grup da inanmamışsa, ben ne diyeyim; madem öyle, o zaman Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabırla bekleyin. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”


Medyen, Mısır ile Filistin arasında Sînâ yarım adasının kuzeyindeki bölgenin adıdır. Hz. Şuayb döneminde burada Arapların Emur koluna mensup kabileler oturmaktaydı. Medyenliler, sapıklık ve isyan yollarına düşmüşler, Allah’a ibâdet ve itâati terk etmişlerdi. Putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen’in kervan yolları üzerinde bulunması sebebiyle halk, ticâretle meşguldü. Ancak hîle yaygınlaşmış, bir sanat ve mârifet hâline gelmişti. Halk, kendileri için bir alışverişte bulunduğunda tartıyı fazla tutarlar, aldıklarını az gösterirler; başkalarına bir şey satarken ise, fazla ücret alıp eksik mal verir, hîle ile azı çok olarak gösterirlerdi. Hattâ alış için ayrı, satış için ayrı terâzi kullanırlardı. Yine bu azgın kavim, insanların yollarını keser, onların mallarından bir kısmına el koyarlardı. Özellikle yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli entrikalarla ellerinden alırlardı. Beşerî münâsebetleri tamamen hîle, eziyet ve zulüm üzerineydi. Hak Teâlâ’nın verdiği bol nimetlerin kıymetini bilip şükürlerini edâ etmezler, Allah’a isyan etmek ve putlara tapmak sûretiyle son derece nankörlük ederlerdi.

Allah Teâlâ onlara Hz. Şuayb’ı peygamber gönderdi. Medyen’de doğup büyüyen Şuayb (a.s.), o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Gençliği Medyen kavminin arasında geçti. Bölge halkı sapıtıp azıtmış olmakla birlikte Hz. Şuayb, onların kötülüklerinden uzak, temiz ve nezih bir hayat yaşardı. Şuayb (a.s.), kavmine güzel nasîhatlerde bulundu. Çok güzel konuştuğu için kendine خَط۪يبُ الأنْبِيَاءِ (Hatîbü’l-Enbiyâ) “Peygamberlerin Hatîbi” lakabı verilmiştir.

Hz. Şuayb, kavmine, Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmamalarını, yalnız O’na ibâdet etmelerini, çünkü O’ndan başka ibâdete layık başka bir ilâh olmadığını hatırlattıktan sonra, yukarıda da temas edildiği gibi toplumda revaçta olan bir kısım günahlardan sakınmalarını söylemiştir. Bunları şu şekilde hülasa etmek mümkündür:

Ölçüyü ve tartıyı doğru ve tam olarak yapmak, bu hususta hile yolarına kaçmamak. Rivayete göre Medyen halkının iki ölçeği ve iki tartısı vardı. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktü. Onlar, insanlardan bir şey satın aldıkları zaman büyük ölçeği kullanarak ölçüyü tam yapıyorlardı. Kendileri onlara bir şey sattıkları zaman küçük ölçeği kullanarak ölçü ve tartıyı eksik yapıyorlardı. Ölçerken ve tartarken insanların haklarını eksiltmek, nefsin hasisliği, himmetin düşüklüğü, hırsın fazlalığı, hevâ ve zulme uymaktan ileri gelir. Bu mezmûm sıfatlar, nefsin kötü huylarındandır. Şeriat, bu kötü sıfatların değiştirilmesini ve nefsin tezkiye edilmesini emretmiştir. Efendimiz (s.a.s.) bu hususta: “Koyun sürüsüne saldıran iki aç kurt, kişinin dini için, onun mal ve şöhrete olan hırsından daha zararlı değildir” (Tirmizî, Zühd 43) buyurmuştur.

İnsanların eşyasını eksik vermemek, mallarının değerini düşürmemek. Bu, mallarda kusurlu olduğunu söylemek, değerli ve rağbet edilen bir şey olmadığını ifade etmekle; ölçü ve tartılarda ise fazla ya da eksiltmek suretiyle hile yapmakla olur. Bütün bunlar, insanların mallarını haksız yollarla yemektir.
Gelen peygamberin gayretleriyle ıslah edilip belli bir düzen kurulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmamak, kargaşa ve anarşi çıkarmamak.
İnsanları tehdit ederek Allah’ın yolundan saptırmak ve Allah’ın dinini eğip bükmek maksadıyla yol başlarında oturmamak. Onlar, Hz. Şuayb’a iman edenleri öldürmek ve işkenceye uğratmakla tehdit ediyorlardı. Yine onlar, Hz. Şuayb’ın bulunduğu yere çıkan yolların başında oturuyor, onun yanına gitmek isteyen kimseleri tehdit ederek alıkoyuyor ve “O bir yalancıdır, onun yanına gitmeyin” diyorlardı. Kureyş müşriklerinin, Allah Resûlüne yaptıklarının aynısını yapıyorlardı.

Bu arada Hz. Şuayb onlara, Allah’ın ihsan ettiği bir kısım nimetleri hatırlattı. Mesela onlar sayıca az iken Allah onların sayılarını çoğaltmış, fakir iken onları zengin kılmıştı. Bu nimetleri hatırlayarak şükretmelerini, bir taraftan da önceden helak edilmiş olan Âd ve Semûd kavmi gibi bozguncuların hazin âkıbetlerinden ibret almalarını öğütledi. Fakat ne çâre ki, içlerinden inananlar olduğu gibi, bir kısmı da inkâr yolunu seçti. Bunun üzerine Şuayb (a.s.) onlara, en iyi, en doğru hüküm verici olan Allah aralarında hükmedinceye, inananları kurtarıp inkâr edenleri helak edinceye kadar sabretmelerini istedi.

Fakat azgın kavmin ne itirazlarının ne de düşmanlıklarının sonu geliyordu:

88. Kavminin büyüklük taslayan önderleri ona şöyle dediler: “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız, ya da siz bizim dînimize, düzenimize döneceksiniz.” Şuayb’ın cevabı ise şöyle oldu: “Bu teklifinizi çirkin görüyor, yürekten istemiyor olsak da bile, zorla öyle mi?”

89. “Allah bizi sizin o bâtıl dîninizden ve yolunuzdan kurtardıktan sonra yeniden ona dönersek, bu takdirde elbette yalan isnadıyla Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Doğrusu Rabbimiz Allah’ın dilemesi hâriç, bizim sizin bâtıl dîninize dönmemiz asla sözkonusu değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnızca Allah’a güvenip dayandık.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” diye yalvardı.


Müstekbirlerin ve zorbaların âdeti, daima üstün olmaya ve kendilerinden zayıf olanlara istediklerini yaptırmaya çalışmaktır. Çünkü onlar, elde ettikleri nimetlerin şımarıklığı, zenginliğin azgınlığı ve despotluğun taşkınlığı içindedirler. Tutuldukları dünya sevgisi, onlara, her türlü kötülüğü yaptıracak ve her türlü mel’aneti işletecek güçtedir. Bu sebeple Hz. Şuayb’ın nasihatlerini dinleyen kavmin büyüklük taslayan ileri gelenleri, Şuayb (a.s.) ve ona inananları baskı altında tutup yurtlarından çıkarmaya veya dinlerinden döndürmeye zorlamışlardır. İki ihtimalden birinin gerçekleşeceği hususunda yemin etmişlerdir. Fakat asıl maksatları, onları dinlerinden döndürmeye çalışmaktır. Sürgünü, onları buna zorlamak için ileri sürmüşlerdir.

Hz. Şuayb, tehditlere aldırmaksızın, korkusuzca, kendinden gayet emin bir şekilde, Allah’a olan iman ve tevekkülünü beyân ederek ve en açık bir ifadeyle hak din olan İslâm’ı bırakıp bâtıl bir dine dönmelerinin mümkün olmadığını; böyle bir şeyin Allah’a karşı düpedüz bir yalan isnadında bulunma mânasına geldiğini söylemiştir. Çünkü bâtıl dini kabul ettikleri takdirde, putların Allah’a eşit olduğunu, İslâm’ın bâtıl, şirk ve küfrün ise gerçek olduğunu tercih etmiş olacaklar ki, bundan daha büyük iftira düşünülemez.

Kavmin küfür ve kibirde direnmeleri üzerine Şuayb (a.s.): “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” (A‘râf 7/89) diye yalvarmış, artık kimin haklı kimin haksız olduğunun bir an önce ortaya çıkmasını Rabbinden talep etmiştir. Bunun üzerine:

90. Kavminin inkâra saplanmış önderleri halkı sıkıştırmaya başladılar: “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Bunun üzerine o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, oldukları yerde yüzüstü serilip kaldılar.

92. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç yaşamamış gibiydi. Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.

93. Bu tecelli karşısında Şuayb oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim ve iyiliğinizi isteyerek size samimi nasihatte bulundum. Şimdi böyle nankör, kâfirlikte böylesine ısrarlı bir gürûh için ne diye gam çekeyim ki?”


Kavmin küfürde ısrar eden eşrafı, bu kez, Hz. Şuayb’ın ve ona inananların imandaki salabetlerini, bağlılıklarını görünce kendi yandaşlarının gerçeği görmesinden korkup onları imandan alıkoymaya ve uzaklaştırmaya yönelmişlerdir. Yemin ederek, Şuayb’ın dinine girip atalarının dinini terk ettikleri takdirde din ve dünyalık bakımdan büyük bir zarara uğrayacakları tehdidinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine ilâhî intikam tecellileri zuhur etmeye başlamış, o azgın kavmi şiddetli bir deprem yakalamış ve hepsini yüz üstü yere sererek helak etmiştir. Onlar, Hz. Şuayb’ı yalanlamaları sebebiyle bu belâya maruz kalmışlar, sanki yurtlarında hiç yaşamamış gibi hâk ile yeksan bir şekilde yok olup gitmişlerdir. Büyük bir iddia ve yeminle söyledikleri “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız” (A‘râf 7/88) sözleri karşılığında cezaya çarptırıldılar ve yurtlarından feci bir şekilde, hem de ebediyen dönüşü olmayan bir çıkarılma ile çıkarılanlar da onlar oldu.

Şurası gerçek ki, yalanlayanlar ve büyüklenenler, bir müddet üstünlük ve kuvvete sahip olsalar da günleri çabuk geçer, güçleri elden gider, adları ve sanları unutulur ve izleri kaybolur. Hak ile beraber olan hak ehli ise her hususta galip olur. Bâtıl, bütün vasıflarıyla yok olup gidicidir. Hak ise değişmez bir şekilde ebediyen kalıcıdır.

“Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu” (A‘râf 7/92) sözü ile de onların “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz” (A‘râf 7/90) sözleri karşılığındaki cezaları haber verilmektedir. Onlar bu haksız sözlerine karşılık cezalandırılmışlardır. Böylece hem din hem dünya bakımından ziyana uğrayanlar Şuayb (a.s.)’a uyanlar değil, kendileri olmuştur.

Sonuç olarak Hz. Şuayb, helak edilen kavminden yüz çevirip, tebliğ ve nasihat olarak üzerine düşen vazifeyi yerine getirdiğini, dolayısıyla küfürleri sebebiyle helak edilen bir kavme üzülmenin yersiz olduğunu söyleyerek kendini teselli etmiştir.

Şimdi, böyle şiddetli bir azap ve ilâhî intikam tecellileriyle kökleri kazınıp yerle bir olan kavimlerin kıssalarındaki ibret tablolarını ve bunlardan alınması gereken dersleri hülâsa hâlinde gözler önüne sermek üzere şöyle buyrulmaktadır:

94. Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek, önce oranın halkını ezici fakirlikler, kımıldatmayan sıkıntılar ve musibetlere uğratırız ki, kalpleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve boyun büküp Allah’a yalvarsınlar.

95. Sonra kötülüğün yerini iyilikle, darlığın yerini bollukla değiştiriririz. Zamanla onların nüfusları ve servetleri artınca: “Atalarımız da bazan böyle darlık ve sıkıntılar, bazan de bolluk ve mutluluklar yaşamışlardı” der, olup bitenlerden hiç ders almazlar. Biz de onları, kendileri farkına bile varmadan ansızın yakalayıveririz.


Allah Teâlâ’nın toplumların hayatında câri olan kanunlarından biri de, peygamber gönderdiği ülke halklarını, kalplerini ilâhî hakîkatleri idrâke müsait hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle sınamasıdır. Bu kanuna uygun olarak Allah, peygamber gönderdiği kavimlere fakirlik, kıtlık ve hastalıklar göndermiş, onları çeşitli iktisâdî sıkıntılara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, az önce de ifade edildiği gibi onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini sarsmak içindir. Üzerlerinde, bütün mukadderatlarını kontrol eden sonsuz kudret sahibi Allah’ın olduğunu hatırlatmak ve bu sayede kalplerini, ilâhî ikazlardan ders çıkarabilecek bir hâle getirerek Rablerinin önünde huşû içinde boyun büküp O’nun emirlerine teslim olmalarını sağlamaktır. Fakat birinci sırada uygulamaya konan bu usul, eğer onları hakkı kabule yönlendirmede yeterli olamazsa, bu sefer de, o insanlar her türlü nimet, bolluk ve refah ile şımartılır. Bu durum, artık onların feci bir âkıbete doğru sürüklendiklerinin mühim bir işaretidir. Tecrübe edilmiş genel bir kâide olarak, sıkıntı ve felaketlere düçâr olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında, şükürlerini artıracak yerde, daha ziyade Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki hiçbir sıkıntı olmamış gibi unutup giderler. Gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin, Allah tarafından terbiyeye yönelik bir sebep ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmezler. Hatta: “Bunlarda öyle harikulâde sayılacak bir şey yok. Böyle darlık, boluk, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, kederli ve sürûrlu haller insan hayatının tabii bir gereği olarak öteden beri devam edegelen şeylerdir. Bunların, peygamberlerin davetini kabul edip etmeme, onların öğrettiği ahlâkî değerlere bağlı kalıp kalmamayla hiçbir ilgisi yoktur. Tarihin verdiği bilgilere göre, daha önce yaşayan atalarımızın başına da bu tür şeyler gelmiştir” diyerek kendilerini kandırırlar. Neticede bu gaflet ve şaşkınlık içinde, hiç farkına varamadan başlarına gelen ilâhî kahır tecellileriyle yok olur giderler.

Allah Resûlü (s.a.s.), belâ ve musîbetler karşısında mü’minle münâfığın tavrını ne güzel beyân eder:

“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)

Hz. Âmir (r.a.) anlatıyor:

Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gittim. Bir ağacın altına kendisi için bir yaygı serilmiş, O da üzerine oturuyordu. Ashâbı etrafına toplanmışlardı. Ben de yanlarına oturdum. Bir ara Allah Resûlü hastalıklardan ve dertlerden bahsedip dedi ki:

“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münafık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 1/3089)

Netice olarak eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah’a yönelmiyorsa veya Allah rahmetini ve bereketini saçarken O’nu hatırlamıyor ya da halini düzeltmek için hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun helâki artık yakın ve kaçınılmazdır.

Bu ayetler nâzil olduğu sırada Mekke’de Kureyş müşrikleri Peygamberimiz (s.a.s.)’e aynı muhalefeti gösteriyorlardı. Sonunda şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp açlıktan kıvranmaya başladılar. Hadise şöyle oldu: Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.s.)’in tebliğine karşı gelmeye başlayıp, müslümanlara olan işkence ve eziyetlerini had safhaya vardırınca, Resûlullah (s.a.s.), mübârek ellerini semâya kaldırdı ve Kureyş müşriklerine şöyle beddua etti:

“−Yâ Rabbi! Şu zâlim kavme, Yûsuf (a.s.) zamânındaki gibi yedi sene kıtlık azâbı vererek bana yardım eyle!”

Bunun üzerine, yağmurlar kesildi; Kureyş müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı ki, her şeyi kökten kazıdı, silip süpürdü. Birçokları açlıktan öldüler. Yiyecek bir şey bulamayınca, ölü hayvanların etlerini, derilerini yemeye başladılar. Onlardan biri göğe baktığında, açlık sebebiyle ortalığı duman kaplamış gibi görürdü!

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdiseden şöyle bahseder: “Öyleyse sen, göğün âşikâr bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bütün insanları her yönden saracak bir duman! Bu, gerçekten can yakıcı bir azaptır.” (Duhân 44/10-11)
Bu kuraklık son derece şiddetlenince Ebû Süfyân, Âlemlerin Efendisi’ne mürâcaat etti ve:

“−Ey Muhammed! Sen rahmet olarak gönderildiğini söylüyor, Allah’a itaati, akrabâya yardımı emrediyorsun. Kavmin ise kıtlıktan yok olmak üzeredir! Onlardan bu felâketin kaldırılması için Allah’a dua ediver! Eğer senin duan vesîlesiyle Allah bu belâyı üzerimizden kaldıracak olursa, Allah’a iman edeceğiz!” dedi. Ardından da yemin ederek söz verdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.s.) dua etti. Yağmur yağdı. Kıtlık nihâyete erdi. Rahata eren müşrikler ise tekrar şirke döndüler. (Buhârî, Tefsir 30, 44; Müslim, Münafıkîn, 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 431, 441)
Dolayısıyla bu ayetler, indikleri dönemde Peygamberimizin karşısında yer alan Kureyş’in o andaki durumu dikkate alındığında daha kolay ve güzel bir şekilde anlaşılacaktır.

Cenab-ı Hak, onlara ve tüm insanlığa kurtuluş, hayır ve bereket kapısını göstermek üzere buyruyor ki:

96. Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden boluk ve bereket kapılarını açardık. Fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de işledikleri günahlar yüzünden onları ansızın yakalayıverdik.

Burada göğün ve yerin bereket kapılarının açılmasının iki mühim sâiki beyân edilir. Bunlar iman etmek ve günahlardan sakınıp Allah’a karşı derin bir takvâ hissiyâtı içinde olmaktır. Eğer helak edilen o ülke halkları, bu hususlara dikkat etseydiler, helak olmayacak, aksine gökten ve yerden elbette büyük bereketlere nâil olacaklardı. “Bereketler”den maksat, gökten ve yerden insanoğluna ihsan edilen maddî ve manevî bütün hayırlar, nimet ve ihsanlardır. Burada özellikle “nimet” değil “bereket” kelimesinin kullanılmasında bir incelik vardır. Çünkü önemli olan nimet değil, nimetteki berekettir. Bu sebeple: “Onlara nimetleri kat kat artırırdık” değil, “verdiğimiz nimetleri bereketli kılardık” buyrulmuştur. Fakat bahsi geçen kavimler, “iman ve takvâ” yolunu değil, “inkâr ve günah” yolunu tercih ettikleri için ilâhî kahra uğramışlardır:

97. Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?

Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.

Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?

Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:

Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.

98. Veya o ülkelerin halkı, güpegündüz oyun eğlenceye daldıkları sırada kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güvende mi oldular?

99. Yoksa onlar, Allah’ın kendileri için hazırlayacağı tuzaktan güvende mi oldular? Unutmayın ki, tam olarak ziyana uğramış kimselerden başkası, Allah’ın hazırlayacağı tuzaktan kendini güvende hissedemez!


Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.

Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?
Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:

Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.

100. Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer biz dilemiş olsak, günahları yüzünden onları da benzer musîbetlere uğratıp helâk ederiz. Ne var ki, biz onların kalplerini mühürlüyoruz da gerçeği işitemez oluyorlar.
 
Üst Alt