TEFSİR A'RAF Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. İşte helâk ettiğimiz o ülkeler: Rasûlüm! Onların ibret dolu haberlerinden bazı sahneleri sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, peygamberleri onlara apaçık deliller, mûcizeler getirdi. Fakat onların, daha önce de yalanladıkları gerçeklere inanmaya hiç niyetleri yoktu. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.

Dünya âdeta iki kapılı bir han gibidir; bir taraftan dolmakta bir taraftan boşalmaktadır. İnsan hayatının başlangıcından günümüze kadar kim bilir kaç nesil yok olmuş, yerine kaç nesil gelmiştir. Sonra gelenler, kendilerinden önce gelenlerin hayat hikayelerinden ve yaşadıkları tecrübelerden ibret ve ders almalıdırlar. Burada özellikle Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin kalıntıları üzerinde mesken tutan toplumlara, bunlar arasında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkelilere hususi bir ikaz olduğu âşikârdır. Seleflerinin yolunu tuttukları takdirde, başlarına neyin geleceği ve akıbetlerinin ne olacağı gayet net bir şekilde kendilerine haber verilmiştir. Bu takdirde günahları sebebiyle musibete uğrayacak ve kalpleri de mühürlenecektir. Olan biten hâdiselerden ibret alma ve hakikati bulma melekelerini kaybedeceklerdir. Nitekim, bir kısım kıssaları haber verilen Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin durumu buna en ibretli misal teşkil etmektedir.

Âyetlerde geçen “Allah’ın kalpleri mühürlemesi”nden maksat, insanların kendi tercihleri olan küfürlerinin, psikolojik olarak idrak ve anlayış kabiliyetlerini kapatması, manevî duygularını dumura uğratmasıdır. Hâsılı onlar, kendi inkârları, kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle bu hale düşmüşlerdir.

Netice itibariyle:

102. Onların çoğunda ahde vefâ diye bir şey görmedik. Tam aksine, onların çoğunun büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış kimseler olduğunu gördük.


اَلْعَهْدُ (ahit)ten maksat, Allah Teâlâ’nın, Elest Bezmi’nde kıyamete kadar gelecek insanların ruhlarından aldığı kulluk sözüdür. Bu ahdi, “Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanların fıtratına bahşettiği hakikati bulma, kabul etme meyli, her insanın fıtrî olarak sahip kılındığı iman ve iyilik istidadı” olarak da açıklamak mümkündür. İnsanların pek çoğu bu kulluk sözünü yerine getirememiş, fıtratındaki Allah’a inanma ve bağlanma melekesini doğru yolda kullanamamış, böylece hak yolun dışına çıkmıştır. İşte âyet-i kerîme, Allah’ın sonsuz ilmine göre sonunda ortaya çıkacak çok feci bir neticeyi haber vererek, muhataplara, ahdini tutmayarak fâsıklardan olan talihsiz grup arasında yer almama hususunda ciddi bir ikazda bulunmaktadır.

Şimdi de ibret ve hikmet dolu sahneleriyle Hz. Mûsâ kıssasına geçilmektedir:

103. Sonra adı geçen peygamberlerin ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun’a ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik; fakat onlar da diğerleri gibi, emrimizi tutmayıp âyetlerimize karşı zâlimce bir tutum sergilediler. Bir defa daha gör ki, o bozguncuların sonları nasıl oldu!

Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’yı bir kısım mûcizelerle Firavun ve kavmine peygamber olarak göndermiştir. Onun risâleti gönderildiği kavmin tümüne şâmil iken (bk. Neml 27/12) burada özellikle “Firavun ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik” (A‘râf 7/103) buyurulması, bunların işleri sevk ve idarede asıl, geri kalanların ise her konuda onlara tabi olması sebebiyledir. اَلْمَلَأ (mele’) daha önce de geçtiği üzere “bir fikir ve bir karar üzere bir araya gelip şekil ve görünüş itibariyle gözleri, kıymet ve ehemmiyet itibariyle gönülleri dolduran, aklı eren, sözü dinlenen heyet; bir toplumun önde gelenleri” demektir. Onlar ne derse, halk onu kabul eder ve peşinden giderler.

“Firavun”, bir şahsın özel ismi değil, Amâlika kabilesinden Mısır ülkesinin başına geçen hükümdarlara verilen lakaptır. Nitekim o zamanlar İran hükümdarlarına “Kisrâ”, Rum meliklerine “Kayser”, Habeşistan krallarına da “Necâşî” denilmekteydi.

Hz. Mûsâ’nın gösterdiği dokuz mühim mûcize vardır. (bk. İsrâ 17/101; Neml 27/12) Bunlar; asâ, beyaz el, kıtlık yılları, ürünlerin azaltılması, tufan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve kandır. Burada asa ve el mûcizelerinden söz edilmektedir. Diğerleri yeri geldikçe açıklanacaktır. Firavun ve önde gelen adamları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri kabul etmediler, onları inkâr ederek en büyük zulmü işlemiş oldular. Böylece hak yoldan çıktılar.

Bu âyet bir girizgâh, bundan sonraki âyetler ise bunun tafsilatı olup, o fâsıkların başlarına neler geldiğini açıklamaktadır:

104. Mûsâ şöyle dedi: “Ey Firavun! Ben, gerçekten Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”

105. “Bana düşen Allah hakkında ancak doğru ne ise onu söylemektir. Bakın size Rabbinizden apaçık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğulları’nı sal da, benimle beraber gelsinler.”

106. Firavun dedi ki: “Eğer bir mûcize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, haydi onu göster bakalım!”

107. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı; o birdenbire apaçık, kocaman bir yılan kesiliverdi.

108. Sonra elini koynundan çıkardı; o da, orada bulunan herkesin hayret dolu bakışları arasında bembeyaz oluverdi.


Hz. Mûsâ kardeşi Hârûn’la beraber Firavun’a giderek kendisinin Allah’ın bir peygamberi olduğunu, O’nun hakkında doğru olandan başkasını söylemeye hakkı olmadığını, elinde bunu kanıtlayacak sağlam deliller bulunduğunu belirtir. Dolayısıyla İsrâiloğullarını serbest bırakıp kendisiyle beraber göndermesini ister. Zira İsrâiloğulları Mısır’da Firavun’un zulüm ve baskısı altında köle olarak çalışmakta; en adi ve ağır işleri yapmakta idiler. Firavun’nun, sözü edilen delilleri talep etmesi üzerine önce elindeki asayı yere atar; asa birdenbire son derece çevik hareket eden koskocaman bir ejderha kesilir. Bunun peşinden elini cebine sokar çıkarır, esmer olan eli, görenleri hayrete düşürecek şekilde, âdeta filorasan gibi bembeyaz oluverir.

Bunlar Hz. Mûsâ’nın gerçekten peygamber olduğunu gösteren ve ancak ilâhî kudretin tesiriyle olabilecek apaçık delillerdi. Fakat bakalım Firavun ve eşrafının buna tepkisi nasıl oldu:

109. Firavun’un kavminin ileri gelen yetkilileri, konuyu aralarında müzakere edip şöyle dediler: “Bu, gerçekten de çok mahir, çok usta bir sihirbaz!”

110. “Sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” Firavun: “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. Şöyle dediler: “Onu ve kardeşi Hârûn’u alıkoy; şehirlere de tellâllar gönder.”

112. “Ne kadar mahir, usta sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirsinler.”


Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin son derece tesiri altında kalan ve belli bir derecede de şaşkınlığa uğrayan Firavun, durumu önde gelen çevresiyle istişâre eder. Başarılı olabilmek için, bu fevkalâde hâdise karşısında nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini belirlemeye çalışır. Önde gelenler, öncelikle bir durum tespiti yaparak Mûsâ’nın mâhir, bilgili, işini çok iyi yapan bir sihirbaz olduğunu söylerler. Bir adım daha atarak, istikballeri için tehlike arzeden bu adamı kendi haline bırakmamak ve Firavun’u onun üzerine kışkırtmak için, bir mânada niyet okuyuculuğu yapıp onun arzusunun, Firavun ve kavmini Mısır’dan çıkarmak olduğunu belirtirler. Önceleri “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Nazi’ât 79/24) diye meydan okuyan Firavun, bu ciddi durum karşısında belli bir süre rabliğini bir tarafa bırakıp, kulları saydığı insanları âmir, kendini memur yerine koyarak “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” (A‘râf 7/110) diye sorar. Onlar da Mûsâ ve kardeşi Hârûn’u hemen cezalandırma cihetine gitmemesini, onları bir müddet bekletmesini, çevre illerde bulunan mâhir sihirbazları toplatarak, Mûsâ’yı onlar vasıtasıyla mağlup etmesini ve böylece halka Mûsâ’nın bir sihirbazdan başka bir şey olmadığını göstermesini tavsiye ederler.

Elimizdeki bilgiler, o dönemde sihrin çok yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmalarına alışık olduğunu haber verir. Bu sebeple Hz. Mûsâ’ya verilen asanın ejderha olma mûcizesi bu sahayla ilgili olmuştur.

Firavun çevre illere toplayıcı memurlar gönderir. Ne kadar iş bilen sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirirler:

113. Sihirbazlar Firavun’a geldiler: “Gâlip gelen biz olursak, herhalde bize bir mükâfat olur, değil mi?” dediler.

114. Firavun: “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” dedi.


Sihirbazlar, galip geldikleri takdirde elde edecekleri mükâfât hususunda Firavun’dan söz ve garanti almak isterler. Böyle bir mükâfât beklentisi içinde olmaları, onların hem halk içinde yüksek bir itibara sahip olduklarını hem de sihirdeki maharetleriyle Mûsâ’yı mağlup edecekleri hususunda kendilerine güvendiklerini gösterir. Firavun’un ise onların bu taleplerine karşılık “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” (A‘râf 7/114) diyerek, onlara beklediklerinden daha fazlasını va‘detmesi de, onun her şeye rağmen Mûsâ’nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi ortaya koyar.

Derken Hz. Mûsâ ile sihirbazlar, bir bayram sabahı şehrin büyük meydanında toplanan kalabalık halkın karşısına çıktılar:

115. Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Asânı önce sen mi atacaksın, yoksa ilk olarak biz mi atalım?” dediler.

116. Mûsâ da: “Siz atın!” dedi. Sihirbazlar, son hazırlıklarını yapıp ellerindeki büyü aletlerini yere atınca, orada bulunan herkesin gözünü boyadılar, onları korkudan dehşete düşürdüler ve böylece büyük bir sihir gösterisi yaptılar.


Müsabaka meydanında sihirbazlar öncelikle kimin maharetini göstereceği hususunda Hz. Mûsâ’ya danıştılar. Bir anlamda ona karşı edepli davrandılar ve onun kararına saygı duyacaklarını ifade etmiş oldular. Neticede iman şerefine ermelerinde bu saygının bir tesiri olduğu düşünülebilir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, bu hususla ilgili şöyle bir işârî îzahta bulunur: “Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allah’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd inancına geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezaya uğradılar.”

Hz. Mûsâ, öncelikle onların atmasını talep etti. Onlar da sihir yapmak için getirdikleri asalarını ve iplerini attılar. Rivayete göre bunlar şekil itibariyle büyük ve kalın yılanlara benziyorlardı. İçlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin sıcaklığıyla ısındıkça, bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve meydanda korkunç pek çok yılan dolaşıyormuş gibi bir manzara arz ediyorlardı. Bu sebeple onlar, büyük bir sihir gerçekleştirerek insanların gözlerini büyülemeyi ve onların içine müthiş bir korku salmayı başarmışlardı. Hatta Mûsâ (a.s.) bile bu yüzden içinde bir korku duymuştu. (bk. Tâhâ 20/67) Fakat Mûsâ (a.s.s)’a Allah’ın yardımı yetişmede gecikmedi:

117. Biz de Mûsâ’ya: “Asânı yere at!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler; asâ, sihirbazların büyü adına ortaya koydukları ne varsa hepsini yalayıp yutuyor!

118. Böylece gerçek ortaya çıktı ve diğerlerinin yaptığı sihirler boşa gitti.

119. İşte oracıkta Firavun ve takımı yenildiler ve küçük düşüp rezil oldular.


Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a asâsını yere atmasını emretti. Atınca hemen o, küçük yılan gibi kıvranabilen koskocaman bir ejderha kesiliverdi. Sihirbazların, sahte yılanlar halinde dolaşan bütün asâ ve iplerini bir anda yalayıp yutuverdi. Ortalıkta ne bir asa, ne bir ip, ne de onlardan bir eser kaldı. Rivayete göre sihirbazlar: “Eğer Mûsâ’nın yaptığı sihir olsaydı, iplerimizi ve değneklerimizi yutamaz, onlar ortada kalırdı” dediler. Böylece Hz. Mûsâ’nın Allah tarafından gönderilen gerçek bir peygamber ve gösterdiği harikulâde olayların da Allah’ın kudretiyle meydana gelen gerçek mûcizeler olduğu kesinlik kazandı. Firavun’un bütün planları suya düştü ve sihirbazların yapa geldikleri büyülerin de bâtıl ve asılsız olduğu gün yüzüne çıktı. Firavun ve avânesi büyük bir yenilgiye uğradılar. Kendilerini üstün görüyor iken zelil, makhûr ve perişan olarak geriye döndüler.

Peki sihirbazlar ne yaptı:

120. Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
121. Ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.”

122. “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!”


Sihrin ne olduğunu ve en püf noktalarını çok iyi bilen sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği hâdisenin sihir olmadığını, sihrin sınırının ötesinde ve ondan bambaşka bir iş olduğunu ve bunun Âlemlerin Rabbinden kaynaklanan bir gücün eseri olduğunu hemen anladılar. Her çeşit sihrin bunun karşısında güçsüz ve hükümsüz kalacağını hep bir ağızdan kabul ve itiraf ettiler. Böylece Mûsâ (a.s.)’ın gerçek peygamber olduğuna karar verip ona inandılar. Gönüllerine sinen hakikatin tesiriyle kendilerini tutamayıp derhal secdelere kapandılar. Bu âniden yerlere serilişlerinin, başka bir şey değil, kalplerine yerleşen ve iç dünyalarını yakan iman ateşinin bir tezâhürü olduğunu ifade etmek üzere de: “Âlemlerin Rabbine iman ettik. Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!” (A‘râf 7/121-122) diye haykırdılar. Bu durumda Firavun ve eşrafı için, Hz. Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğunu iddia etmek artık imkânsız hale geldi. Çünkü bu işi en iyi bilen sihirbazlar, bilfiil gösteri ve deneme ile bunun bir sihir olmadığını doğrulamışlardı. O halde Mûsâ’nın gerçek bir peygamber olduğunu kabulden başka yol kalmamıştı.

Fakat Firavun öyle kolaylıkla pes edecek ve davasından vazgeçecek gibi görünmüyordu:

123. Firavun, tehditler savurarak şöyle dedi: “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!”

124. “Elbette ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi darağacında sallandıracağım!”


Firavun, davet edip pek mühim menfaatler va‘dettiği sihirbazların bu kadar kalabalık halk önünde Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini tasdik ettiklerini ve şartların Mûsâ’nın lehine, kendilerinin ise aleyhine döndüğünü görünce, başka bir planın peşine düştü. Bir şeytanlık yapmak istedi ve halkın zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmaya çalıştı. Önce sihirbazları azarlayıp tehdit etti. Köleleri, kulları olarak gördüğü o insanlara, kendisi izin vermeden kafalarına göre Mûsâ’ya nasıl iman ettiklerini sordu. Yani bunun imkânsız bir şey olduğunu, olduysa da büyük bir suç ve töhmet sebebi sayılacağını söylemek istedi. Böylece tüm meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin çiğnenmesi ve şahsi gururunun pâyimâl edilmesi noktasına getirdi. Âdeta şöyle demek istiyordu: “Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız bakımından, müsabaka sonrasında ulaştığınız kanaatinizi önce bana arzetmeniz ve bunu halka ilan için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim olmadan inanıp, üstelik bunu herkese ilan ettiniz.” Bu sebeple tüm gösterilerinin, sihirbazların Hz. Mûsâ ile kurmuş oldukları gizli bir planın, hâince bir tuzağın neticesi olduğunu söyledi. Ona göre tüm bunlar, müsâbaka meydanına gelmeden önce yapılan bir anlaşmanın, bir danışıklı dövüşün, bir hîlenin ustaca sergilenmesinden başka bir şey değildi. Hedefleri de, Firavun’a karşı bir komplo gerçekleştirmek, hükümetin nüfûzunu kırıp ülkede ihtilal yapmak, sonuçta İsrâiloğulları’nı arkalarına alıp Mısır’ın yerli halkı olan Kıptîleri oradan sürüp çıkarmaktı. Firavun, bu teşebbüsüyle, bir taraftan halkı “vatan elden gidiyor” telaşına düşürüp onları Hz. Mûsâ ve iman edenler aleyhine kışkırtıyor, bir taraftan da, yaptığı bu suçlamanın doğru olduğunu itiraf etmeleri için de sihirbazları şiddetli bir ceza ve ölümle tehdit ediyordu. Ama sihirbazların artık bu tehditlere aldırış edecek halleri kalmamıştı:

125. Onlar da şöyle dediler: “Zâten biz Rabbimize döneceğiz.”

Firavun’un bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.

Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş, önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.

Beklemediği bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:

126. “Ama sen, başka bir sebeple değil, sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde ona iman ettik diye bizden intikam alıyorsun.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak canımızı al!” diye yalvardılar.

Firavun’un bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.

Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş, önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.

Beklemediği bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:

127. Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: “Sihirbazları öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?” dediler. Firavun da: “Merak etmeyin! Bilakis onların erkek çocuklarını öldürecek, kız çocuklarını da kullanmak üzere sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” cevabını verdi.

Firavun, kavminin önde gelenleri ile sihirbazların ve Mûsâ’nın durumunu ve bundan sonra izlemesi gereken stratejiyi görüştü. Firavun’nun Hz. Mûsâ’ya ilişmeyip daha çok sihirbazları tehdit ettiğini, onlar üzerinden bir siyaset belirlemeye çalıştığını gören önde gelenler, onun dikkatini Mûsâ ve kavmi üzerine çekmeye çalıştılar. Bir taraftan, sihirbazları davete sebep olduklarından dolayı suçun ucunun kendilerine değmesinden korkarken, bir taraftan da Mûsâ’nın serbest kalmasından endişe duydular. Bu korku ve endişe içinde Firavun’un damarına basarak, onu, Mûsâ ve kavmi aleyhine kışkırttılar. Onları serbest bıraktığı takdirde ülkede bozgunculuk çıkaracaklarını, Firavun’u ve onun tanrılığının gereklerini yapmayı terk edeceklerini ve ülkenin milli bütünlüğünü bozacaklarını gerekçe gösterdiler. Böylece kendi mevkilerini güçlendirmeye ve sağlama almaya çalıştılar. Firavun, elinde bulundurduğu ezici saltanat gücünü kullanarak İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını sağ bırakmak, böylece nesillerini kurutmak suretiyle meseleyi halledeceğini, dolayısıyla herhangi bir endişeye mahal olmadığını söyledi. Özellikle “Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” (A‘râf 7/127) sözüyle, içinde taşıdığı mağlubiyet ezikliğini silmek ve etrafına moral vermek istemiştir. Fakat dikkat çeken bir husus şu ki; Firavun Mûsâ hakkında bir şey söylemiyor, ismini bile ağzına almıyordu. Zira asâdan gözü yılmış, Mûsâ’dan son derece korkmuştu. Mûsâ denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendisini yutmaya hazır bir ejderhanın üzerine atıldığı hayali zihninde canlanıyordu. Lakin bu korkusunu gizlemeye ve konuyu karıştırıp başka taraflara çekmeye çalışıyor ve cevabında güya Mûsâ’nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi görünerek, âdeta “Mûsâ’nın şahsen hiçbir önemi yoktur” fikrini ima etmeye çalışıyordu. Onun bütün kuvvet kaynağının İsrâiloğulları olduğunu, onları ortadan kaldırdığında Mûsâ’nın hiçbir şey yapma imkânının kalmayacağını söylemek istiyordu. Bunu yapmaya güçleri olduğuna göre artık herhangi bir korku ve endişeye gerek yoktu. İşte tarih boyu Firavun’un ve onun siyaseti böyle olmuştur ve böyle olmaya devam etmektedir.

Firavun hânedanının aleyhlerinde aldığı kararı duyan İsrâiloğulları büyük bir endişe ve korkuya kapıldılar. Çünkü benzeri zulüm onlara daha önce yapılmış, Hz. Mûsâ’nın doğduğu yıllarda binlerce erkek çocuklarını kurban vermişlerdi:

128. Mûsâ, kavmine şu tenbih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar. Unutmayın ki, hayırlı son, nihâî zafer, ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.”

129. İsrâiloğulları Mûsâ’ya: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da hep işkence gördük, eziyetlere uğradık” diye sızlandılar. Bunun üzerine Mûsâ: “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar” dedi.


Mûsâ (a.s.) onlara Allah’tan yardım dilemelerini ve sabırlı olmalarını tavsiye etti. Çünkü bütün güç ve kuvvet Allah’ın kudret elinde olup, O dilemeyince hiç kimsenin bir şey yapması mümkün değildir. O halde O’na güvenmek, acele etmemek, sabır ve teenniyle hareket etmek ve ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bütün yeryüzü Allah’a ait olduğu gibi Mısır ülkesi de O’nundur. Oraya kullarından dilediğini vâris kılma yetkisi de O’na aittir. Ancak güzel akıbet, hayırlı netice Allah’tan korkan, günahlardan sakınan gerçek takvâ sahibi kullar için gerçekleşecektir. Bu tavsiyesi ile Hz. Mûsâ kavmine, tam olarak Allah’a güvenip dayandıkları, yardımı sadece O’ndan istedikleri, sabra sarıldıkları ve güzel bir takvâ hayatı yaşadıkları takdirde istikballerinin parlak olacağı müjdesini vermekteydi. Ancak onlar yapılan bu tavsiye ve verilen müjdeden pek teselli olmadılar. Hz. Mûsâ’ya şikayet ve serzenişte bulundular. Onun peygamber olarak gelmesinin durumu değiştirmediğini; ondan önce de ondan sonra da hep eziyete maruz kaldıklarını söylediler. Onlar, “öncekiyle” Hz. Mûsâ’nın doğumu sırasında yapılan eziyeti ve erkek çocuklarının öldürülmesini; “sonrakiyle” de bu defa yapılması söylenen eziyetleri kastediyorlar, bir an önce bu çileli hayattan kurtulma arzularını dile getirmek istiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Allah’tan aldığı bilgiye dayanarak onların sızlanmalarını durdurmak ve istikbale yönelik gönüllerinde umut çiçekleri yeşertmek düşüncesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın, yakın bir zaman içinde düşmanları olan Firavun ve kavmini helak edeceği ve yerlerine kendilerini hakim kılacağı müjdesini verir. Fakat bunun da bir imtihan olduğunu; nimetin kıymeti bilinince mükâfâta, bilinmeyince ise ilâhî kahır ve intikam tecellisine sebep olacağını hatırlatmadan edemez.

Şimdi söz, Hz. Mûsâ’nın, Firavun ve İsrâiloğulları hakkında verdiği haberlerin nasıl ve ne ölçüde tahakkuk ettiğine gelmektedir:

130. Gerçekten biz, düşünüp akıllarını başlarına almaları için Firavun ve yandaşlarını senelerce kuraklık, ürün kıtlığı ve gelir darlığıyla cezalandırdık.

Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği açık mûcizelerden hareketle onun davetini kabul etmedikleri gibi, üstelik İsrâiloğulları’nı acımasızca yok etmeyi planlayan Firavun ve halkını, sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak bir anda helak etmedi. Bilakis sebepleri üzerinde düşünüp öğüt almaları ve nebevî davete kulak verip hakikati bulmaları hikmetine binâen onları bir takım sıkıntılara maruz kıldı. Öncelikle onları senelerce devam eden kıtlıkla ve bunun tabii bir neticesi olarak ürünlerin azaltılmasıyla cezalandırdı. Nasihatin kâr etmediği bir toplumu musîbetle ikaz etti. Üzerlerinde, bütün hal ve hareketlerine âgâh olan, her türlü söz, fiil ve davranışlarını takip eden, haklarında istediği kararı alıp uygulayabilen, istediğinde mühlet vermeye, istediğinde ise helak etmeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi bir Allah’ın olduğunu, dolayısıyla ilâhî emirlere karşı gelmekten sakınmak gerektiğini hatırlattı.

Âyet-i kerîmede şu hususlara dikkat çekildiği görülür:

Fert ve toplum hayatında ekonomik şartların çok mühim bir yeri vardır. İktisâdî hayatın sarsıntıya uğraması ve bozulması, o toplumun çökmekte olduğunun ciddî bir işareti sayılmalıdır. Toplumun iktisâdî yönden iyileşip kalkınabilmesi ise fertlerinin ahlâklı olup, Allah’ın ihsan ettiği zenginlik kaynaklarını, İsrâftan kaçınarak, fert ve toplumun menfaatine olacak şekilde çalıştırıp geliştirmelerine bağlıdır.
Allah Teâlâ’nın rahmetinin ne kadar geniş ve sonsuz olduğu anlaşılmaktadır. Zira Rabbimiz, Firavun ve kavmi gibi her bakımdan helâke hak kazanmış kimseleri bile hemen helak etmeyip, onları daha önceden bir takım sözlü ve fiilî ikazlarla kendine dönmeye davet etmektedir.
Gelen musibetler, zorluk ve sıkıntılar insanların uyanmasına ve ibret alıp gerçeği kabullenmesine mühim bir sebeptir.
Ancak Firavun hânedânı başlarına gelen musibetlerden bir türlü ders almıyorlardı:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
131. Hayatın akışı içinde onlara bir iyilik geldiğinde “Bu bizim hakkımız” derlerdi. Kötü bir durumla karşılaştıklarında ise bunun Mûsâ ile beraberinde olanların uğursuzluğundan kaynaklandığını söylerlerdi. Şunu bilin ki, onların uğursuz saydığı şey, kötü işlerine karşı Allah’ın verdiği cezadır; fakat onların çoğu bunu bilmez.

Hayatın normal süreci içinde kendilerine bir iyilik; bolluk ve genişlik geldiğinde bunun kendilerinin tabii hakları olduğunu söylüyorlardı. Bunu kâbiliyet ve çalışmalarının bir ürünü olarak görüyorlardı. Bir kötülük; kıtlık, kuraklık ve hastalık dokunduğunda ise bunu Mûsâ ve ona inananlardan biliyorlardı. Yani başlarına bu uğursuzluğun onlar sebebiyle geldiğini düşünüyorlardı. Halbuki Fâil-i Mutlak Allah olmakla beraber, uğursuzluğun sebebi bizzat kendileri idi. Allah katında uğursuz sayılmalarına ve başlarına uğursuzlukların gelmesine sebep, bizzat kendi inkârları ve günahları idi. Fakat çoğu bunu bilmiyordu. Bilenler de inat ve kibirleri sebebiyle bildiklerinin gereğini yerine getirmiyordu.

Âyette geçen اَلتَّطَيُّرُ (tatayyur) kelimesi bir şeyi; bir hayvanı, insanı veya olayı uğursuz sayma demektir. Câhiliye döneminde bir kimse sefere çıktığında karşılaştığı ilk kuş kendisine göre sağ tarafa uçarsa bunu uğurlu, sol tarafa doğru uçarsa uğursuz sayardı. Dolayısıyla ilk zamanlar hem uğursuzluğu hem uğurluluğu ifade eden bu kelime daha sonra sadece “uğursuzluk” mânasında kullanılır olmuştur. Allah Resûlü (s.a.s.), bir şeyi uğursuz saymanın cahiliye âdeti olduğunu ve bunun İslâm’da yeri olmadığını haber vermektedir. (bk. Buhârî, Tıp 17, 19; Müslim, Selam 102, 107, 109) Fakat bazı şeyleri geleceğe ait bir hayır ve ümit vesilesi olarak görmede bir sakınca olmadığını bildirerek hatta bunu teşvik ve tavsiye buyurmaktadır. (bk. Buhârî, Tıp 43, 44; Müslim, Selâm 110-113)

İnkâr ve inatlarında devm etmeleri yüzünden o azgın kavmin üzerine musibetler şiddetli azap kamçıları halinde peşpeşe inmeye başladı:

132. Onlar Mûsâ’ya şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için hangi mûcizeyi getirirsen getir, sana asla inanacak değiliz.”

133. Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan felâketlerini gönderdik. Yine de iman etmeyi kibirlerine yediremediler ve dâimâ günah işlemekle meşgul inkârcı bir toplum olarak kaldılar.


Kıtlık ve açlık Firavun hânedânının başına gelen ilk musibetti. Fakat bundan lazım gelen ibreti alamadılar. İsyan ve taşkınlıklarına devam ettiler. Allah’a ve peygamberine meydan okuyacak kadar ileri gittiler. Hz. Mûsâ’yı sihirbazlıkla itham edip, gözlerini boyamak için ne tür bir mûcize, bir işaret getirirse getirsin, ona asla inanmayacaklarını söylediler. Bu sebeple 133. âyette beyân edilen musibetler, Allah’ın birer kudret nişânesi, varlığının apaçık delilleri olarak onların üzerine peş peşe gelmeye başladı:

اَلطُّوفَانُ (tufan): Bir hafta aralıksız devam eden şiddetli bir yağmur yağdı, Nil nehri taştı ve büyük bir sel tufanı meydana geldi. Bu tufan Mısır halkının evlerini basıp hepsini tahrip etti. Fakat İsrâiloğullarına bir zararı olmadı.

اَلْجَرَادُ (cerâd): Çekirgeler demektir. Bunlar, bütün yeşil ürünleri yiyip bitirir, araziyi kısa sürede çırılçıplak hale getirirler. Anlaşılan o ki, bu çekirgeler, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri yiyip bitirmişlerdir.

اَلْقُمَّلُ (kummel): Bit, pire ve güve gibi çeşitli cinsteki küçük böceklerdir. Bunlar Firavun kavminin hem bedenlerine hem ürünlerine Musallat olmuşlar, onları son derece sıkıntıya sokmuşlardır.

اَلضَّفَادِعُ (dafâdi‘): Kurbağalar demektir. Her tarafı kurbağalar doldurmuş, âdetâ başlarına kurbağa yağmıştır.

اَلدَّمُ (dem): Kan demektir. İçecekleri bütün sular ve Nil nehri kan olarak akmaya başlamıştır.

Onlar, çeşitli isyan ve günaha teşebbüs ettikçe, Allah da onlara çeşitli cezalar vermiştir. Bir türlü günahlardan kurtulup temizlenmeye yönelememişlerdir. Esasında onlar, kalp cihetiyle, hakikatin delillerini görmekten uzaklaştırılmak suretiyle cezalandırılmışlardır. Bu ise, zahirlerine dokunan pek çok felâketten daha büyük bir belâdır.

Gelen bu musibetler karşısında inkarcı halkın sergilediği tavır pek gülünçtür:

134. Başlarına o felâketlerden her biri çöktükçe: “Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine bizim için Rabbine dua et! Andolsun ki, eğer bizden bu azabı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz ve hiç şüphesiz İsrâiloğulları’nı serbest bırakıp seninle göndereceğiz” diyorlardı.

135. Biz, verdikleri sözü yerine getirebilecekleri bir süreye kadar musîbeti üzerlerinden kaldırınca da, her seferinde sözlerinden hemen dönüyorlardı.

136. Bu şekilde âyetlerimizi yalanlayıp onları hiç umursamadıkları için, neticede biz de hak ettikleri cezayı verdik ve hepsini denizde boğduk.


Belâyı başlarından savuşturduğu takdirde kendisine iman edeceklerine ve İsrâiloğullarını serbest bırakacaklarına yeminler ederek söz veren Firavun kavmi, her seferinde yeminlerini bozuyor ve sözlerinden vazgeçiyorlardı. Azabın biri gidince diğerinin gelmeyeceğini zannediyorlardı. Nihayet Hz. Mûsâ’nın duasıyla son musibet de kaldırılıp yine sözlerinden cayınca, kalplerinin hidâyeti kabul etme özelliği tamamen köreldiği ve uyanma kabiliyetleri bütünüyle tükendiğinden Cenâb-ı Hak onları Kızıldeniz’de boğdu, içlerinden bir fert bile kurtulamadı.

İsrâioğulları’nı bekleyen güzel neticeye gelince:

137. Asırlardır hor görülüp ezilmekte olan İsrâiloğulları halkını da, feyiz ve bereketlerle donattığımız o toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldık. Böylece Rabbinin İsrâiloğulları için verdiği o güzel söz, sabretmelerinin bir neticesi olarak tamâmen gerçekleşmiş oldu. Firavun ve kavminin, o sanat ve sanayi ürünü eserlerini; yükseltmekte oldukları köşkleri, sarayları; yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri yıkıp yerle bir ettik.

Allah Teâlâ, Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrâiloğulları’nı “feyiz ve bereketlerle donattığı toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldı”, o bölgenin hâkimiyetini onlara ihsan etti. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bahsedilen bölgenin doğu tarafı bugünkü Filistin ve Suriye, batı tarafı ise Mısır’dır. Ancak, Mâide sûresi 21. âyette geçen “Allah’ın sizin için takdir ve girmenizi emir buyurduğu şu mukaddes ülke” ve İsrâ sûresi 1. âyette geçen “etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ” beyânlarından hareketle bahsedilen bereketli yerin hususiyle Filistin olduğunu söylemek de mümkündür.

İsrâiloğullarının zilletten kurtulup yeryüzünde hâkimiyet elde edeceklerine dair Cenâb-ı Hakk’ın va‘di vardı. Bu va‘d Kasas sûresi 5. âyette: “Biz ise o ülkede hor ve hakir görülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları Firavun’un devlet ve saltanatına mirasçı kılmak istiyorduk” şeklinde yer almaktadır. Ayrıca bunu Mûsâ (a.s.): “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz düşmanlarınızı helak eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar” (A‘râf 7/129) sözüyle de dile getirmişti. İşte Firavun hânedânının bütün köşk ve sarayları, bağ ve bahçeleriyle birlikte helak edilmesinden sonra bu ilâhî va‘d bütünüyle gerçekleşmiş, İsrâiloğulları, bahsedilen topraklara yerleşmiş ve orada hâkim duruma gelmişlerdir.

Şimdi sıra Firavun’un zulmünden kurtulan İsrâiloğulları’nın, Allah’ın bu ihsanına karşılık neler yaptıklarını, nasıl bir davranış sergilediklerini izlemeye geldi:

138. İsrâiloğulları’nı denizden geçirdik. Derken kendilerine ait bir takım putlara tapmakta olan bir kavme rastladılar. Hemen: “Ey Mûsâ! Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” dediler. Mûsâ şunları söyledi: “Gerçekten siz, hep böyle cehâlet içinde gidip gelen bir topluluksunuz.”

139. “İmrendiğiniz şu kimselerin din diye tutundukları şey yıkılmaya mahkûmdür ve ibâdet kasdıyla işleyegeldikleri bütün ameller de boştur, mânasızdır.”

140. Mûsâ şöyle devam etti: “Allah sizi, ihsân buyurduğu iman ve din sayesinde diğer bütün milletlere üstün kılmış iken, ben size O’ndan başka bir ilâh mı arayayım!”


İsrâiloğulları’nın denizi geçtikten sonra rastladıkları bu kavmin kimler olduğu hususunda Kur’an açık bir beyânda bulunmaz. Fakat bunların, kendilerine ait bir kısım putlara tapan putperest bir toplum olduğunu belirtir. Tapanlar hangi toplum, tapılanlar da ne tür bir put olursa olsun, mutlak mânada hepsinin bâtıl ve hepsinin de yok olmaya mahkum olduğu gerçeğini hatırlatır. Bir kısım tarihî bilgiler, o kavmin taptıkları putların sığır ve boğa heykelleri şeklinde olduğunu, İsrâiloğullarında daha sonra baş gösterecek buzağıya tapma hastalığının da ilk olarak buradan kaynaklandığı yönündedir.
Uzun seneler Firavunların hâkimiyeti altında köle olarak yaşamış ve şahsiyetleri ezilmiş İsrâiloğulları, onların ellerinden kurtulsalar da, hayatlarına girmiş olan kötü tesirlerden kendilerini bir anda temizleyememişlerdi. Mısır’dan çıktıktan sonra bir put tapınağı görür görmez, önceki alışkanlıklarının tesiriyle ve tabii bir refleks halinde hemen benzeri bir şeye tapınma ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu arzularını kendisine açtıklarında Mûsâ (a.s.)’ın tepkisi son derece sert oldu. Bunca büyük mûcizeleri ve delilleri gördükten sonra, kendilerini kurtarmaya çalışan ulü’l-azm bir peygamberin huzurunda putçuluğa özenmek câhillikten başka bir şey değildi. Aynı zamanda böyle bir talep, Hz. Mûsâ’nın başarmak istediği işi, başlamadan bitirmek anlamına geliyordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ, o puta tapan kavmin mevcut hallerinin hiç de özenilecek bir durum olmadığını, yaşadıkları bu bâtıl dinin yıkılıp helak olacağını, yapmakta oldukları ibâdetlerin de faydasız, mânasız ve boş olduğunu söyleyerek kavmini ikna etmeye çalıştı. Kendilerine bunca nimetler ihsan eden; peygamber göndermek, kölelikten kurtarmak gibi bir kısım özel lutuflarla kendilerini başkalarına üstün tutan Allah’ı bırakıp başka bir ilâh aramanın boşuna bir çaba olduğunu hatırlattı.

Hz. Mûsâ’nın önceki ayetlerde yer alan ikazlarına ilâveten gelen âyet-i kerîmede de bizzat Cenâb-ı Hak İsrâiloğullarına hitap etmektedir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
141. Ey İsrâiloğulları! Sizi Firavun hânedânının elinden kurtardığımız zamanı da hatırlayın. Onlar size en kötü işkencenceleri yapıyor; erkek çocuklarınızı öldürüyor ve kızlarınızı kullanmak için sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.

Cenab-ı Hak burada özellikle kendilerine işkencenin en acımasızını revâ gören; erkek çocuklarını öldürüp, kötü emelleri için kız çocuklarını sağ bırakmak suretiyle nesillerinin kökünü kurutmaya azmeden Firavun hânedânından kendilerini kurtarması gibi en büyük ihsanını hatırlatarak onları şiddetle uyarmakta, onları şükür ve tefekküre çağırmakta, hiç olmazsa putperestliğe meyledip tevhid gibi en hassas bir mevzuda yanlışlığa düşmemelerini istemektedir.

Kavmi ile arasında nükseden bu yeni imtihan ve sıkıntının ardından Hz. Mûsâ’ya Rabbi ile Tur dağında buluşma müjdesi geliyor:

142. Tūr dağında ibâdet etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a: “Kavmim içinde benim yerime geç, onların hatalarını düzelt; sakın ha bozguncuların yoluna uyma!” dedi.

İsrâiloğulları Mısır’dan ayrıldıktan sonra esaret bağlarından kurtularak hür ve bağımsız bir millet haline geldiler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, kavminin uyacağı şeriat kendisine öğretilmek üzere ilâhî bir emirle Tur-i Sînâ’ya çağrıldı. Kendisine yüklenecek bu ağır vazifenin gerektirdiği kuvvet ve salâhiyeti kazanmasını sağlayacak oruç, zühd, ibâdet, dua, murakebe, tezkiye ve tefekkür için önce otuz günlük bir süre belirlendi. Sonra ihtiyaca binâen on gün daha ilave edilerek bu süre kırka tamamlandı. Nitekim Bakara sûresi 51. âyette bu sürenin “kırk gece” olduğu kaydedilir. Gündüzleri de belirlenen bu süreye dâhil olduğu halde, yalnızca “gece” buyrulması, ay hesabına göre günün geceden başlaması hikmetine bağlıdır. Hz. Mûsâ bu esnada kavmini, Vadi’ş-Şeyh denilen yere bıraktı. Kardeşi Hârûn’u da kavminin başında bulunup onları yönetmesi için yerine vekil tayin etti. Kavminin ne yapacaklarına tam güvenemediği için kardeşini özellikle “bozguncuların yoluna uymama” konusunda uyardı. Hz. Hârûn, peygamberlik görevi hususunda onun emri altındaydı ve tebliğ çalışmalarında ona yardımcı olmak üzere vazifelendirilmişti. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz Mûsâ’ya kitabı verdik, kardeşi Hârûn’u da beraberinde yardımcı kıldık” (Furkan 25/35) buyrulur.

Allah Teâlâ ile konuşma ve O’ndan vahiy alma öncesinde Hz. Mûsâ’ya kırk gün riyâzat yaptırılması ve özellikle “gece” ifadesinin kullanılmasından şöyle bir mâna sezilebilir: Allah’a yakın olmak isteyen kulların, büyük bir aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. Çünkü ilâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Nitekim oruç, ibâdet ve riyâzatla geçirilen bu kırk gecenin fecr-i sadık saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ’nın kelâmına mazhar olmuş ve şu tecelliye ermiştir:

143. Nihâyet Mûsâ belirlediğimiz zamanda buluşma yerine geldi. Rabbi kendisiyle konuşmaya başlayınca, gerek bunun verdiği şevk ve heyecan, gerekse O’nu görme aşk ve cezbesi içinde: “Rabbim! Kendini bana göster de sana bakayım!” dedi. Allah ona: “Sen beni asla göremezsin! Fakat şu dağa bak; eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince: “Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, affına sığınarak sana yöneliyorum, sana iman edenlerin ilki de benim” dedi.

Mûsâ (a.s.) tayin edilen vakitte Tûr dağına vardı. Allah Teâlâ onunla aracısız fakat perde arkasından konuştu. Hz. Mûsâ Rabbinin konuşmasını işitti. Rivayete göre ilâhî kelâm ona her cihetten geliyordu. Mûsâ (a.s.) Allah kelâmının şevk ve neşesiyle kendinden geçti. Konuşmasını işitmek ruha bu kadar heyecan, neş’e ve surûr verdiğine göre acaba bizzat kendisini görmek nasıl olur diye düşündü. Gönlünde son derece şiddetli bir şekilde Allah’ı görme arzusu uyandı. Aşk ve muhabbeti galeyana geldi ve “Rabbim! Bana kendini göster sana bakayım. Aradan perdeyi kaldır ve bana bizzat tecelli et de seni göreyim” diye yalvardı. Muhtemelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’ı dünya gözüyle görebilmenin mümkün olabileceğini zannetmişti. Fakat olmadı. Hak Teâlâ, dünyada, dünya gözüyle kendisini görmesinin mümkün olmadığını ferman buyurdu. Yine de seçkin peygamberinin bu konuda kalbinin iyice mutmain olması için bir misal vermeyi murad etti. Mûsâ’ya, kendi bünyesinden daha güçlü ve daha sağlam olan dağa bakmasını söyledi. Üzerine tecelli ettiğinde eğer dağ yerinde durur ve sarsılmazsa kendisini görebileceğini; eğer dağ bu tecelliye dayanamaz, yerinde duramaz da parçalanırsa kendisini görmeye takat getiremeyeceğini bildirdi. Cenâb-ı Hak, mâhiyetini aklımızla kavrayamayacağımız bir şekilde dağa tecelli edince onu paramparça etti. Bu dehşetli manzarayı seyreden Mûsâ kendinden geçti ve baygın bir halde yere yığıldı. Dağdan kendine yansıyan bir izafi tecelliye dayanamadı. Eğer tam ve mutlak bir tecelli olsaydı, hiçbir şeyin; ne dağın, ne dünyanın ne de kâinatın buna tahammül etmesi mümkün olacaktı. Tam ve mutlak tecelli bir tarafa, dağa olan o tecelli eğer bizzat Mûsâ’ya olsaydı, belki zerreler halinde yok olup gidecekti. Şâirin ifadesiyle:

“Âftâbı görecek zerrede tâkat mı kalır.” (Âgâh Paşa)
“Güneşi görür görmez küçücük bir su damlasında ona karşı dayanacak tâkat mı kalır?”

Bu sebeple Mûsâ, baygınlığı geçip ayılınca hemen Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etti, zâtını görme talebindeki hatadan dolayı O’na tevbe etti ve bunun böyle olduğuna inananların ilki olduğunu ikrar etti.

Âyetteki “dağa bak” emrinde şu işârî mânalar hissedilmektedir: Bu emirde Mûsâ (a.s.) için pek şiddetli bir imtihan vardır. Çünkü Allah Teâlâ onu, istediğini görmekten men etmiş ve ondan başkasına bakmayı emir buyurmuştur. Eğer ona, gözlerini kapayıp bundan sonra hiç bir şeye bakmamayı emretseydi bu ona daha kolay gelirdi. Ne var ki ona: “Sen beni asla göremezsin, fakat dağa bak” (A‘râf 7/143) denilmiştir. Bundan daha da şiddetlisi, dağa Cenâb-ı Hakkın tecellîsi verildi. Sonra da Mûsâ (a.s.)’a Rabbini görme isteğiyle geldiği dağa bakması emredildi. Bu, hakikaten çok zor bir imtihandır. Fakat Mûsâ (a.s.) Allah’ın yaptığına rızâ göstermiş ve hükmüne boyun eğmiştir. “Dağa bak” emrinin Mûsâ (a.s.) için bir lutuf olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s.)’ın isteğini açıkça reddetmemiş, bilakis sabırlı davranmasına yardımcı olmak üzere bu reddi bazı sebeplere bağlamıştır. Mûsâ (a.s.) uyanıklık haline geri döndürülüp ayılınca tekrar işin başına dönüp “Affına sığınarak sana yöneliyorum” dedi. Yani “Mertebelerin en yücesi olan seni görmek gerçekleşmemiş olsa bile, işin başı olan tevbeyi azaltacak değilim” demek istedi. Ayrıca Allah’ı görme talebi, kulluk mahallinden ayrılmak mânasını taşır. Çünkü kulluğun şartı, kul ile Rab arasında yakınlık meydana gelse de bir an hizmet mahallinden uzak durmamaktır. Zira yakınlık nefsin payıdır; hizmet ise Rabbin hakkıdır. Rabbin hakkıyle birlikte olmak ise nefsin hazzı ile birlikte bulunmaktan daha mühimdir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 354)

Cenâb-ı Hakk’ın görülmesi aklen caizdir. Çünkü bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak naklî deliller Allah’ın dünyada değil, âhirette görüleceğini haber vermektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), cennette mü’minlerin Allah’ı dolunayın görüldüğü gibi açık olarak göreceklerini müjdelemektedir. (bk. Buhârî, Ezan 129; Müslim, Fiten 95) Bu bilgiler doğrultusunda bakıldığında, Hz. Mûsâ, Allah’ı görmeyi talep ederken, imkânsız olanı değil, caiz olanı istemiştir. Rabbimiz ise “Sen beni asla göremezsin” (A‘râf 7/143) cevâbı ile, kendini görmenin ebediyen imkânsızlığını değil, dünyada görülemeyeceğini beyân buyurmuştur.

Bu fevkalâde tecellîler ardından Hz. Mûsâ’ya ilâhî iltifatlar gelmeye başladı:

144. Allah şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Seni peygamberlikle, buyruklarımı tebliğle görevlendirmek ve seninle vasıtasız olarak konuşmak sûretiyle insanlar arasında sana seçkin bir mevki verdim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”

Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)’ı, halinin ıslahı ve varlığının devamı için kendisini görmekten men etmişti. Bu hitapla onu teselli etti, keder ve üzüntüden kurtardı. Onu pek çok faziletlerle diğer insanlardan üstün kıldı. Bunların başında onu peygamber yapması, emir ve yasaklarını ona bildirmesi ve kendisiyle vasıtasız konuşmasıdır. Bu sebeple ondan, ilâhî emirlere göre hareket etmesi, verilen bu nimetlerin kadrini bilip şükretmesi ve şikâyet makâmında bulunmaması istenmiştir.
“Şükredenlerden ol” (A‘râf 7/144) emrinde şöyle latîf bir işaret vardır: “Sakın şikâyet edenlerden olma. Yani eğer dileğini geri çevirdik ve istediğini vermediysek, döndüğünde bana şikâyette bulunma!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 355)

Şükredilecek nimetlerin başında Tevrat ve orada yer alan hükümler bulunmaktadır:

145. Biz Mûsâ için Tevrat levhalarında her türlü öğüdü verdik; yapılacak her şeyin açıklamasını yaptık. Sonra da şunu söyledik: “Bunlara kuvvetle sarıl! Kavmine de buradaki hükümleri hayatlarında en güzel şekilde uygulamalarını emret. Yakında size doğru yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.”

Hz. Mûsâ’ya verilen vahiyler levhalar üzerine yazılmıştı. Burada her mevzuda en güzel öğütler; yapılması ve terk edilmesi gereken hususlarda lazım gelen dinî açıklamalar, emirler ve yasaklar yer almaktaydı.

Hz. Mûsâ’dan bu levhaları sağlam ve güvenilir bir şekilde muhafaza etmesi, orada yer alan hükümlerle amel etmesi, kavmine de bu hükümlerin muhtevâsına uygun olarak en güzel şekilde davranmalarını emretmesi istenir. Şüphesiz iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli vardır. Azimetle amel etmek ruhsatlara sarılmaktan, affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipleri yerine getirmek mübahlarla amel etmekten daha güzeldir. Dolayısıyla burada takvâ hayatının geliştirilmesine ve olabildiği kadar ruhen olgunlaşmaya bir teşvik vardır. Onların da buna ihtiyacı bulunmaktadır. Zira Cenâb-ı Hak onlara yakın bir gelecekte doğru yoldan çıkmış günahkâr kimselerin yurdunu göstereceğini haber vermektedir. Bu haber hem bir müjdeyi, hem de bir tehdidi şumülüne almaktadır: Bir taraftan günahlar içinde ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını müjdelemektedir. Buna erişmelerinin de ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarılmalarıyla mümkün olabileceğini hatırlatmaktadır. Diğer taraftan ise onları, yurtlarına girecekleri o fâsıkların uğradıkları feci âkıbetle tehdit ederek, fısk u fücûrdan uzak durmaya yönlendirmekte, aynı zamanda kendilerinden zuhur edecek fâsıklara karşı da uyanık olmaya çağırmakta, netice itibariyle fısk yolunu tutup cehennemi boylamaktan da sakındırmaktadır.

Mühim olan, Allah’ın âyetlerini anlamayı engelleyen kalbî hastalıkları iyi tanıyıp onlardan arınabilmektir:

146. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onlar her ne mûcize görseler, ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Buna karşılık azgınlık ve taşkınlık yolunu görseler hemen onu uyulacak yol olarak benimserler. Bunun sebebi, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve bunları anlamaktan büsbütün uzak durmalarıdır.

147. Âyetlerimizi ve bir gün âhiretle yüz yüze gelecekleri gerçeğini yalanlayanların bütün amelleri boşa gitmiştir. Hem başka nasıl olacaktı ki? Yoksa yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?


Hakları olmadığı halde, tamâmen nefsâniyetlerinin tesir ve sâikiyle kendilerini büyük görenler, kendilerini insanların en faziletlisi sayıp başkalarına yukarıdan bakanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmî, kevnî ve enfüsî ne kadar âyeti, varlığının delili varsa onları idrakten, onların istikâmetinde hareketten ve onların müjdelediği şeref ve saadeti tatmaktan alıkonacaklardır. Bu bir ilâhî kanundur. Zira bu haksız davranışları sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir.

Allah Resûlü (s.a.s.) kibrin ne büyük bir günah olduğu hususunda şöyle buyurur:

“Kibir hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim, İman 147; Ebû Dâvûd, Libâs 26)
“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” ( Ebû Dâvûd, Libâs 26)

Kur’ân-ı Kerîm, kendisini, Allah’a kul olmaktan, O’nun emirlerine boyun eğmekten daha üstün gören; gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar ve gösterdiği mûcizelere aldırış etmeyen; sanki o Allah’ın kulu ve Allah da onun Rabbi değilmiş gibi davrananları, “kibirli, gururlu ve kendini beğenmiş” kimseler olarak vasıflandırır. Allah’a karşı açıkça sergilenen böyle bir küstahlığın hiçbir haklı gerekçeye dayanması mümkün değildir. Zira hiçbir kulun Allah’ın arzında ve sadece O’nun verdiği nimetler ile yaşarken, sanki O’nun kulu değilmiş gibi bir tavır içinde olmaya elbette hakkı yoktur. Bu sebeple âyette “haksız yere büyüklük taslayanlar” (A‘râf 7/146) kaydı getirilmiştir.

Âyette geçen سَب۪يلَ الرُّشْدِ (sebîle’r-rüşd), Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve sâlih amellerle ifade buyrulan bütün iyilik ve güzellikleri içine alan ve dosdoğru yol olan İslâm yoludur. سَب۪يلَ الْغَيِّ (sebîle’l-gayy) ise başta küfür, şirk, nifak olmak üzere her türlü sapıklık, azgınlık, kötülük ve bozgunculuğu içine alan azgınlık yoludur. İşte kibir ve gurur hastalığına yakalananlar, bunu tedavi etmedikleri sürece ne bir peygambere kulak verme, ne de ona tabi olma istidadı gösterebilirler. Hangi tür bir mûcize, işaret ve delil görürlerse görsünler, ona iman etmezler; kalplerinin kuvveti inanma başarısını göstermeye yetmez. Az önce tarif edildiği üzere “doğru yolu” görseler, onu yol edinmeye yanaşmazlar. Ona tabi olmak nefislerine ağır gelir. Fakat “azgınlık yolu”nu görür görmez hemen ona yönelirler. Bunun da esas sebebi Allah’ın âyetlerini yalanlamaları ve onları yeterince okuma, araştırma, anlama ve tefekkürden gafil olmalarıdır.

Allah’ın âyetlerini ve âhiret gününün varlığını yalanlayıp, o artık gecesi olmayan ebedî günde Allah’ın huzurunda hesap vereceklerini kabul etmeyenlerin dünyadaki akrabayı ziyaret, darda kalmışlara yardım, fakirlere iyilik ve buna benzer diğer amelleri boşa çıkacak ve bu amellerden hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Bütün emekleri heba, bütün akıbetleri zarar ve felaket olacaktır. Zira yaptıklarının karşılığı ancak budur.

Bu iki âyet-i kerîmeden hareketle hidâyetten nasip alamayıp bütün emekleri boşa gidecek ve ebedî hüsrâna uğrayacak talihsiz bir toplumun belli başlı hususiyetlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

Yeryüzünde haksız yere büyüklenmek; kibir ve gurura kapılmak,
Bu mezmûm hastalığın bir neticesi olarak Allah’ın ayetlerini anlamaktan yüz çevirmek,
Hangi mûcize, ne kadar kuvvetli delil olursa olsun hiçbirine inanmamak; hiçbirini dikkate almamak,
Doğru yolu reddetmek,
Azgınlık yolunu tercih edip ona sımsıkı sarılmak,
Allah’ın ayetlerini yalanlamak,
Allah’ın âyetlerini okuma, araştırma ve üzerinde tefekkürden gafil olmak,
Âhiret gününe kavuşmayı yalanlamak.

Geçmişte yaşanan şu ibret verici örnek, böylesi kötü toplumların hallerini ve başlarına gelen felâketi ne güzel anlatmaktadır:

148. Mûsâ’nın kavmi, kendisinin Tūr’a gitmesinin ardından süs takılarından böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya başladılar. O heykelin kendileriyle konuşmadığının ve onlara bir yol göstermediğinin de mi farkında değillerdi? Buna rağmen onu tanrı edindiler ve zâlimlerden oldular.

149. Onlar, doğru yoldan saptıklarını anlayıp yaptıklarına pişmanlık içinde kıvranarak: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, yemin olsun ki biz elbette bütün bütün kaybedenlerden oluruz” dediler.


Denizi geçince karşılaştıkları putperest kavimden etkilenerek içlerinde puta tapma sevdası alevlenen, fakat Hz. Mûsâ’nın son derece sert tepkisiyle karşılaşan İsrâiloğulları, bu arzularını gerçekleştirmek için âdeta fırsat kolluyorlardı. İşte Mûsâ (a.s.)’ın Tûr’a gidip orada 40 gün gibi uzun bir süre kalması bunun için bir fırsat teşkil etti. Tâhâ sûresinin 83-98. âyetlerinde daha geniş bir şekilde anlatıldığı üzere İsrâiloğulları, Mısır’dan çıkarken yanlarına almış oldukları Kıptîlere ait süs takılarını bir yere topladılar. İyi bir kuyumcu olan Sâmirî, bunları eritip buzağı şeklinde bir heykel yaptı. İçine bir takım özel borular yerleştirdi ve onu rüzgârın estiği istikâmete doğru çevirdi. Rüzgâr estikçe ondan buzağı sesine benzer bir böğürtü geliyordu. Bunun üzerine: “İşte sizin de, Mûsâ’nın ilâhı da budur. Fakat Mûsâ bunu unuttu, başka ilâh aramak üzere kalkıp dağlara gitti” (Tâhâ 20/88) dediler. Buzağıya tapıp, onun etrafında dönmeye başladılar. Belki biraz düşünebilselerdi, buzağı heykelinin kendileriyle konuşamayacak ve bir yol gösteremeyecek kadar değersiz bir şey olduğunu görecekler ve ona tapmaya cüret etmeyeceklerdi.

Burada uluhiyet sıfatı olarak “konuşmanın” ve “yol göstermenin” seçilmesi çok mânidardır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Mûsâ vasıtasıyla İsrâiloğulları ile konuşmuş, onların peygamberi olan Mûsâ (a.s.)’ı kelâmına muhatap kılmakla şereflendirmişti. İkinci olarak da Allah Teâlâ, bilhassa Mısır’dan çıkmak üzere harekete geçtikleri andan itibaren Mısır içinde, denizde ve çölde kendilerine yol gösteriyordu. İsrâiloğulları, Cenâb-ı Hakk’ın bu her iki büyük nimetine ve icraatına şâhittiler. Bunlara gücü yetmeyen bir şeyin ilâh olamayacağı açıktı. Fakat onların, bunu düşünecek halleri bile yoktu. Bu sebeple onu tanrı edindiler, câzibesine kapılıp ona tapındılar. Allah’ın emrine uygun davranmadıkları; Allah’a kulluğu bırakıp buzağıya taptıkları; hakikati bulmaları için verilen gözlerini, kulaklarını ve akıllarını yok saydıkları ve Hz. Mûsâ’nın talimatlarını unuttukları için zâlimler oldular.

Hz. Mûsâ Tûr’dan dönüp kavmini bu halde görünce, onlara yanlış bir iş yaptıklarını ve dinden saptıklarını söyledi. Onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attı (bk. Tâhâ 20/97). Bunun üzerine yaptıklarına son derece pişman oldular ve kendilerini bağışlaması için Allah’a yalvardılar.

149. âyetin haber verdiği bu durum, belirtildiği gibi Hz. Mûsâ’nın Tûr’dan dönmesinden sonra olmakla birlikte, onların yaptıkları işlerin bütünüyle pişmanlığa dönüştüğü daha net bir şekilde anlaşılması için önce zikredilmiş, bu işin nasıl gerçekleştiği de bu âyetin bir açıklaması olarak aşağıdaki âyetlerde şöyle haber verilmiştir:

150. Mûsâ, son derece öfkeli ve üzgün bir halde kavmine dönünce: “Ben gittikten sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye çıkıştı. Elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı; kardeşi Hârûn’un başından tutup kendine doğru çekmeye başladı. Kardeşi de: “Anamın oğlu! İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Şimdi kalkıp bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zâlimler güruhuyla bir tutma” dedi.

Hz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü. Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.

Hz. Hârûn, kardeşinin öfkesini böyle zarîf ve belîğ bir yumuşaklıkla karşıladı. Bu itidalli ve vakur davranış, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesinin sakinleşmesine yardımcı oldu. Bu vesileyle kendisine gelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a yalvararak kendisi ve kardeşi için bağışlanma diledi. İşlediği bir suçu olmadığı halde kardeşine yaptığından dolayı kendisini; kavminin buzağıya tapmalarına mani olmakta bir kusuru varsa, mesela savaşması gerektiği halde savaşmadıysa, kardeşini bağışlamasını istedi. Bu, aynı zamanda kardeşine bir özür dileme ve düşmanlarına karşı ona bir sevgi ızhârı mânası taşımaktaydı. Sonra Mûsâ (a.s.) Allah’tan, yalnız günahlarını bağışlamakla kalmayıp, kendilerini rahmetine, fazlasıyla nimet ve ikramına eriştirmesini, lutuf ve ihsanına garketmesini niyaz etti. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kuluna ana-baba ve diğer dostlarından daha çok merhamet eder. O halde kulun dünya ve âhirette dâimâ Allah’ın nihâyetsiz rahmeti içinde bulunmayı ümid etmesinden daha tabii bir durum yoktur.
Buzağıya tapanların durumuna gelince:

Burada şöyle bir işâri mâna hissedilir: Tûr dağında Cenâb-ı Hak ile buluşan, O’nun beşer hissiyatına akseden yönüyle tarifsiz halâvetteki kelâmını işiten Mûsâ (a.s.), oradan döndüğünde kavmini binlerce derece bir titizlikle ilâhî buyruklara ve kendi tâlimatlarına uyduklarını, kendi aralarında son derece bir uyum, birlik ve beraberlik halinde olduklarını görseydi bile, Allah’ın kelâmını işitmekten mahrum bırakılarak ağyârı müşâhedeye döndürülmekle tabi tutulduğu imtihan sebebiyle yine de bir ıstırab ve huzursuzluk içinde olması beklenirdi. Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği bilinemez:

1. Allah’ın kelâmını işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
2. “Sen beni asla göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
3. İsrâiloğullarının fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine ve velîlerine olan belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 358)
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
151. Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine eriştir. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin.”

Hz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü. Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.

Hz. Hârûn, kardeşinin öfkesini böyle zarîf ve belîğ bir yumuşaklıkla karşıladı. Bu itidalli ve vakur davranış, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesinin sakinleşmesine yardımcı oldu. Bu vesileyle kendisine gelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a yalvararak kendisi ve kardeşi için bağışlanma diledi. İşlediği bir suçu olmadığı halde kardeşine yaptığından dolayı kendisini; kavminin buzağıya tapmalarına mani olmakta bir kusuru varsa, mesela savaşması gerektiği halde savaşmadıysa, kardeşini bağışlamasını istedi. Bu, aynı zamanda kardeşine bir özür dileme ve düşmanlarına karşı ona bir sevgi ızhârı mânası taşımaktaydı. Sonra Mûsâ (a.s.) Allah’tan, yalnız günahlarını bağışlamakla kalmayıp, kendilerini rahmetine, fazlasıyla nimet ve ikramına eriştirmesini, lutuf ve ihsanına garketmesini niyaz etti. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kuluna ana-baba ve diğer dostlarından daha çok merhamet eder. O halde kulun dünya ve âhirette dâimâ Allah’ın nihâyetsiz rahmeti içinde bulunmayı ümid etmesinden daha tabii bir durum yoktur.
Buzağıya tapanların durumuna gelince:

Burada şöyle bir işâri mâna hissedilir: Tûr dağında Cenâb-ı Hak ile buluşan, O’nun beşer hissiyatına akseden yönüyle tarifsiz halâvetteki kelâmını işiten Mûsâ (a.s.), oradan döndüğünde kavmini binlerce derece bir titizlikle ilâhî buyruklara ve kendi tâlimatlarına uyduklarını, kendi aralarında son derece bir uyum, birlik ve beraberlik halinde olduklarını görseydi bile, Allah’ın kelâmını işitmekten mahrum bırakılarak ağyârı müşâhedeye döndürülmekle tabi tutulduğu imtihan sebebiyle yine de bir ıstırab ve huzursuzluk içinde olması beklenirdi. Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği bilinemez:

1. Allah’ın kelâmını işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
2. “Sen beni asla göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
3. İsrâiloğullarının fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine ve velîlerine olan belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 358)

152. Buzağıyı tanrı edinenlerin başına hiç şüphesiz Rablerinden bir gazap çökecek ve böylece dünya hayatında bir zillete mahkum olacaklardır. İşte biz, gerçeği çarpıtarak Allah adına yalan uyduranları böyle cezalandırırız.

Allah Teâlâ, buzağıyı ilâh edinip tevbe etmeyenleri şiddetli bir şekilde cezalandıracak; akıl ermez uhrevî bir cezaya çarptıracaktır. Onları, dünya hayatında da müthiş bir zillete maruz bırakacaktır. Bu zillet, düşmanları karşısında mağlup duruma düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine va‘dedilen kutsal topraklardan mahrum bırakılarak vatansız bir hâle gelmeleridir. Sâmirî’ye isâbet eden zillet insanlardan uzaklaşması; onun insanlara, insanların da ona dokunmasının yasaklanmasıdır. (bk. Tâhâ 20/97) اَلْمُفْتَر۪ي (müfteri) olmaları ise, hiçbir haklı bir gerekçeye dayanmadan, tamâmen nefislerinin arzusu istikametinde hareket ederek âdi bir nesneden yapılmış buzağı heykeline tapmalarıdır. Bu âyetle Allah Teâlâ, sadece İsrâiloğullarını değil, kendisi dışında bir kısım ilâhlar edinip onlara tapan başka toplumları da cezalandırıp zillete düşüreceğini, bunun bir sünnetullâh olduğunu haber vermektedir.

Ancak şirk günahı bile olsa tevbe kapısı devamlı açıktır:

153. Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Şirk ve inkâr dâhil hangi kötülük olursa olsun bunları işledikten sonra, bu kötülükleri işlemede ısrar etmeyip tevbe ettikleri, bunları tekrar işlemeyecek şekilde bıraktıkları, bununla beraber iman edip onun gereğini de yerine getirdikleri takdirde, Allah onların günahlarını bağışlayacak ve onlara merhamet edecektir.

Bu arada Mûsâ (a.s.)’ın durumuna bakılacak olursa:

154. Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. O levhalarda, Rablerinden korkanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve Allah’ın rahmet edeceği yazılıydı.

Aradan geçen belli bir müddet ve bahsedildiği üzere vâki olan bir kısım hâdiselerden sonra Hz. Mûsâ’nın öfkesi dindi, sakinleşti, kızgınlığın yerini sükûnet aldı. Mûsâ (a.s.) da yere bırakmış olduğu levhaları tekrar eline aldı. Burada öfkenin insana, doğru olmayan bazı işler yaptırdığına dair dolaylı bir işaret vardır. Ayrıca “öfkenin susması” ifadesiyle Kur’ân-ı Kerîm, öfkeyi canlı bir varlık gibi somutlaştırmakta; onu Mûsâ’nın üzerine çullanan, onu durmadan şiddete sarılmaya iten, “şunu yap, şöyle söyle, levhaları bırak, kardeşinin başını tut” tarzında emirler veren canlı bir varlık gibi tasvir etmektedir. Bu canlı varlık, ondan el çekip, onu kendi haline terk ettiğinde Mûsâ kendine gelmekte; öfke saikiyle yaptığı bir kısım yanlışları düzeltmektedir. Attığı levhaları tekrar eline alması bunlardan biridir. Bu levhalarda, Rablerinden korkup günahlardan sakınanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve ilâhî rahmete ermeyi sağlayacak hayırlı ameller ile manevî terakkiye irşat eden bilgiler bulunmaktaydı.

Ayette özellikle “Rablerinden korkanlar için” buyrulur. Çünkü, Allah’ın kitabının ayetlerinden istifade edebilecek olanlar yalnız onlardır. Kul, samimi bir istekle Allah’ı, güzel amel ile de cenneti arzular; Allah’tan uzak kalmanın ve cehenneme girmenin can yakıcı azabından korkarsa tam korku ile ümit arasında olmuş olur. Korku ve ümitle de arzuladığı şeye ulaşır. Hak Teâlâ’nın sıfatlarını tanıdığı nispette kulun kalbinde korku hisleri canlanmaya başlar. Bunun dışa yansıyan alameti ise, kalben dünyayı ve insanları terk etmek, nefis ve şeytan ile savaşmaktır.

Şimdi kavminin yaptıkları yüzünden Hz. Mûsâ’nın çekildiği bir diğer imtihanı ibretle izlemeye başlıyoruz:

155. Mûsâ halkı arasından temsilci olarak yetmiş kişi seçip, tâyin buyurduğumuz vakitte dağa geldi. (Ama oraya gelince bunlar Allah’ı görmek istediler; Allah’ı görmedikçe inanmayacaklarını söylediler.) Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi. Mûsâ şöyle yalvarmaya başladı: “Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin yaptıkları yüzünden mi hepimizi helâk edeceksin? Bu iş, ancak senin bir imtihanındır ki, onunla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola erdirirsin. Sen bizim dostumuz ve yardımcımızssın. Bizi bağışla ve bize merhamet et. Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın!”

156. “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur. Şüphesiz biz sana yöneldik, senin yolunu tuttuk.” Allah şöyle buyurdu: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Fakat rahmetimi özellikle bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere nasip edeceğim.”


Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’ya, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemek üzere kavminin en iyilerinden yetmiş kişi seçerek belirlenen vakitte huzuruna getirmesini emretmişti. Mûsâ (a.s.) da bunları seçip Tûr’a götürdü. Rivayete göre Hz. Mûsâ onlardan oruç tutmalarını, yıkanıp temizlenmelerini ve elbiselerinin de temiz olmasını istemişti. Bunlar dağa yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Mûsâ da onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Mûsâ’ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da işitiyorlardı. Sis açılınca, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanacak değiliz!” (Bakara 2/55) diyerek direttiler. İhtimal ki, bununla “Sen işittiğimiz bu sesin Allah’ın sesi olduğunu söylüyor «nefislerinizi öldürün» (bk. Bakara 2/54) diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz Allah’ı göremediğimiz takdirde senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz” demek istiyorlardı. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Bakara sûresi 55-56. âyetlerde geçtiği üzere onları yıldırım çarptı veya dağda bir zelzele oldu; onlar da düşüp bayıldılar, hatta öldükleri rivayet edilir. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) şöyle bir münâcatta bulundu:

“Rabbim! Dileseydin bunları, buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları, vazifelerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak durmadıkları sırada helak edebilirdin. Beni de daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman mahvedebilirdin. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmana hiç bir engel yoktu. Ancak sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin, görüşü zayıf beyinsizlerin; dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz hafif akıllıların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin? Ne olur, bizi helak etme ya Rabbi! Bu ancak senin imtihanından başka bir şey değildir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf senden gelen bir mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin sana meftun oldular, duramadılar, kendilerine hakim olamayıp daha fazlasına arzu duydular da seni görmek istediler. Sen böyle bir imtihanla dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz olur. Dilediğine hidâyet eder, bir hakikati anlatırsın, onun imanı kuvvet kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin; dünya ve âhiret işlerimizde hâkimimiz, yardımcımız, koruyucumuz ve sığınağımız ancak sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nâil eyle. Sen bizim velimiz olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın; garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Tekrar tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu sarsıntıdan ve bu helâkten bizi kurtar. Bizim için dünyada bir iyilik yaz; bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle. Hayırlı ameller yapabilecek güzel bir hayat ihsan eyle. Şiddetten, meşakkatten ve fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat takdir eyle. Âhirette de bize güzel bir âkıbet ihsan buyurup, güzel güzel sevaplar yaz. Âhiret yurdumuzun da cennet, felâh ve mutluluk olmasını değişmeyecek bir şekilde takdir buyur. Çünkü biz sana döndük, yeniden hidâyete geldik ve tevbe ettik. Hani sen, “Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir” (A‘râf 7/153) buyurarak tevbeden sonra mağfiret ve rahmeti kesin olarak va‘detmiştin. Biz de tevbemizin kabulü için bütün kavmimiz namına sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem de âhirette iyilik yaz.”

Mûsâ (a.s.)’ın bu yakarışına Cenâb-ı Hak şöyle mukabelede bulundu:

“Benim bir azabım vardır; dilediklerimi onunla cezalandırır, ona azabımı mutlaka ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz. Azabımın özelliği budur. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta «şey» adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini kaplamış, hepsini içine almıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Rahmetimin dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.”

Şâir Bâkî ne güzel söyler:

“Garkede âlemleri bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyâs et vüs’at-ı deryâ-yı rahmet neydiğin.”


“Allah Teâlâ’nın bir damlalık mağfireti, bağışlaması bile bütün bir kâinatı içerisine alacak ve bütün günahları bir anda yok edecek kadar kudretli ve azametlidir. Artık sen, o Ulu Allah’ın ilâhî merhamet deryâsının büyüklüğünü, enginliğini ve muazzam kudretini hesâb et.”

Ancak bunun böyle olması, her şeyin ilâhî rahmetten eşit pay almasını, işin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete mazhar olmasını gerektirmez. Allah dilediğinde, o her şeyi kuşatmış olan rahmeti içinden istediği kimselere azabını isabet ettirir. Kimse hükmüne ve iradesine müdahale edemez. İşte Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın, “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur” (A‘râf 7/156) şeklindeki duasına karşılık: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) buyurmak suretiyle, bir taraftan ona ve onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermiş; ancak bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mâhiyetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiştir. Sonra da azaptan koruyup rahmete erdirecek iyi hal ve sâlih amellere misâl olmak üzere:

Takvâ ehlinden olmayı,
Zekâtı vermeyi ve
Allah’ın âyetlerine inanmayı zikretmiştir.

İbn Abbas (r.a.)’ten rivayete göre, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) ayeti inince şeytan cesaretlenip: “Ben de şeylerden bir şeyim” dedi. Allah Teâlâ, “o rahmeti takvâ sahiplerine.... yazacağım” (A‘râf 7/156) buyurarak onu rahmetinin kapladığı şeyler cümlesinden çıkardı. Yahudiler ve hıristiyanlar da: “Biz de günahlardan korunur, zekâtı verir ve Rabbimizin tüm ayetlerine inanırız” dediler. Allah Teâlâ, aşağıda gelen ayetlerle onlardan son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanıp ona uymayanları rahmetinin sınırları dışına çıkardı: (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 108)

157. Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o Peygamber’e uyarlar. O Peygamber onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği emretmekte; her türlü kötülüğü ve çirkinliği yasaklamakta; temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmakta; sırtlarındaki kendi şeriatlarından kalma ağır yükleri kaldırmakta, boyunlarına vurulmuş zincirleri kırıp atmaktadır. Bu bakımdan ona inanan, ona saygı duyan, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen Kur’an’a uyan kimseler, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Onlar, yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de özellikleri yazılı bulunan; kendi öz evlatları gibi tanıdıkları (bk. Bakara 2/146) ümmî peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e uyup itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtta onun arkasından gidenler ve gidecek olanlardır.

Bu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Hak Hz. Mûsâ’ya Tur dağındaki buluşmasında ve Tevrat’ta âlemlere rahmet olan son peygamberi haber vermiş; talep ettiği rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını va‘dederek, vakti gelince İsrâiloğulları’nın ona iman edip tâbi olmalarını teşvik etmiştir. Aynı zamanda Tevrat’tan sonra ve Kur’ân’dan önce İncil’in geleceğini bildirmiştir. Tevrat ve İncil’de, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ona nâzil olacak Kur’ân-ı Kerîm hakkında bir kısım vasıf ve özellikleri itibariyle bilgiler yer almaktaydı. Efendimiz geldiği sırada Tevrat ve İncil’i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Mûsâ’nın talep ettiği rahmet ve iyiliğe erebilmenin ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e uyma sayesinde mümkün olacağını ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.

Günümüzde de bir kısım İslâm âlimleri, mevcut Tevrat ve İncilleri inceleyerek Peygamber Efendimiz’i müjdeleyen ifadeleri tespit etmeye çalışmaktadırlar.

Âyet-i kerîmede Allah Resûlü (s.a.s.)’in şu mühim vasıfları haber verilir:

1.
O, Allah’ın elçilik vazifesini yüklenmiş ümmî bir peygamberdir. Peygamber Efendimiz’in ümmîliği; Ümmü’l-Kurâ olan Mekke’ye nispetle “Mekkeli olması”, ümmet kelimesine nispetle “Arap milletinden olması” ve anne mânasındaki الأم (ümm) kelimesine nispetle “anasından doğduğu gibi, okuma yazma bilmeyen” mânalarını ihtivâ eder. Fakat daha ziyade son mâna tercih edilmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sen, bu kitap sana indirilmeye başlamadan önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun” (Ankebût 29/48) buyrulur. Aslında ümmîlik sıradan insanlar için ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatıdır. Ancak ilmî yüceliği ve kemâli, hangi seviyede olursa olsun bütün okuyup yazanları aciz bırakacak bir peygamberin “ümmî” olması, onun doğrudan doğruya Allah tarafından gönderildiğini her türlü şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir. Başlı başına bir mûcizedir.

2. O her türlü iyiliği, hakkı, adâleti, dinin ve aklın güzel gördüğü ve insanın selim fıtratına uygun düşen her türlü hayırlı işleri emreder.

3. O yapılmaması ve sakınılması gereken her türlü çirkin söz, fiil ve davranışlardan sakındırır.

4. O, zararlı olmayan ve tiksinti vermeyen temiz ve hoş şeyleri, yiyecek, içecek ve giyecekleri helâl kılar. Böylece Efendimiz sayesinde içine pis bir şey karışmadığı ve İsrâf edilmediği müddetçe yaratılıştan temiz, hoş ve lezzetli olan her şeyin yenilip içilmesi helâl kılınmıştır. Halbuki yaptıkları zulümler sebebiyle bunların bir kısmı daha önce İsrâiloğullarına haram kılınmıştı. (bk. Nisâ 4/160)

5. O, yaratılıştan pis, zararlı ve tiksinti verici, selim insan fıtratının nefret ettiği her şeyi haram kılar. Gerek domuz eti, leş, kan ve alkollü içecekler gibi maddi bakımdan; gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi manevî bakımdan pis olan şeyleri yasaklar. Çünkü bunları kullanmak azap sebebidir, Azaptan kurtulup rahmete erebilmek için bunlardan kaçınmak gerekir.
Âyet-i kerîmede “ma‘rûf ve münker”in daha çok fiil ve davranışlar; “tayyibât ve habâis”in ise yiyecek ve içecekler için kullanıldığı dikkati çekmektedir.

6. O, daha önceki şeriatlerde, özellikle yahudilikte bulunan mesela tevbesinin kabul edilmesi için insanın kendini öldürmesi (bk. Bakara 2/54), bazı helâl gıdaların haram kılınması, cumartesi günü çalışmanın yasak olması gibi ağır mükellefiyetleri kaldırır, zincirleri kırar; yerine kolaylık ve müsâmaha üzerine kurulmuş bir din getirir.

Hâsılı o Ümmî Peygamber, bütün insanlık için rahmet, kurtuluş ve özgürlük vesilesidir. O, akla, insan fıtratına ve insanın maddi ve mânevî olarak her türlü ihtiyacının en ideal bir şekilde karşılanmasına uygun olan bir din getirmiştir. Bütün insanlarla birlikte burada özellikle Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlara da bu fırsatı kaçırmamaları, o şanlı Peygamber’e iman ederek; ona gereken en yüce saygı ve hürmeti göstererek; getirdiği dinin öğrenilmesi, yaşanması ve yaşatılmasına samimane yardım ederek ve onun getirdiği Kur’an’ın ve sünnetin ahkâmına tâbi olarak kurtuluşu yakalamaları ve Allah’ın her şeyi kuşatan rahmetine girmeleri tavsiye edilmektedir. Peygamberimiz’e de, kendisinin bütün insanlığa gönderildiğini şöylece ilan etmesi emir buyrulmaktadır:

158. Rasûlüm! Bütün insanlara ilan et: “Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hâkimiyeti O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur; hayat verir ve öldürür. O halde Allah’a iman edin; Allah’a ve O’nun bütün sözlerine, kitaplarına inanan o Ümmî Peygamber'e de iman edip ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”

Bu âyet-i kerîme, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâletinin, diğer peygamberlerin aksine bir kavme veya bir bölgeye hususi değil, bütün insanları, cinleri ve bütün çağları içine alacak şekilde umûmî olduğunu gösteren açık beyânlardan biridir. (bk. Sebe’ 34/28) Bu âyetle ayrıca bazı yahudilerin, “Muhammed gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar’ın peygamberidir; yahudilere gönderilmemiştir” tarzındaki iddiaları da reddedilmektedir. Peygamberimiz ve Kur’an geldikten sonra artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş olduğundan, kitap ehli de dâhil olmak üzere herkes, doğru yolu bulup kurtuluşa erebilmek için Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e inanıp ona uymaya çağrılmaktadır. Zira cennete ve Allah’a varan yol, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’e uymaya bağlıdır. Âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! De ki: «Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir»” (Al-i İmrân 3/31) buyrulur. Bu sebeple Resûlullah (s.a.v.)’in izini takip edip onun sünnetine uyan ve onun yolundan yürüyenlerden başkasına Hakk’a varan bütün yollar kapalıdır. Çünkü bütün hayır yolları onun yolundan gidenlere ve sünnetine uyanlara açıktır.

Allah Resûlü (s.a.s.)’e itaat ve sünnetine uyma hususunda sahâbe-i kirâmın ve sâlih zatların sergilediği çok güzel örnekler vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) der ki: “Birisi hariç Peygamberimiz’den sâdır olan bütün sünnetleri yerine getirmeye çalıştım. Yapamadığım sünnet şuydu: Resûlullah (s.a.v.) kızı Fatıma’yı Hz. Ali ile evlendirmişti. Onun evinde tekellüfsüz gecelerdi. Benim kız çocuğum olmadığı için bu sünneti işleyemedim.”

Bayezid-i Bistamî (k.s.) bir gün arkadaşlarına: “Kalkın, kendini velî diye takdim eden şu adamı görelim” der. İçlerinden biri şöyle anlatıyor: “Gittik, bahsettiği adama yolda rastladık. Camiye gidiyordu. Yolda kıbleye karşı tükürdü. Bayezid geri döndü, adama selâm bile vermedi ve: «Resûlullah (s.a.v.)’in edeblerinden bir edep hususunda bile güvenilir olmayan bu adama, nasıl olur da, iddia ettiği gibi velîlerin ve sıddîkların makamı konusunda itimat edilebilir?» dedi.”

Ahmed b. Hanbel (r.h.) de şöyle demiştir: Bir gün, bir grup insanla beraber bulunuyordum. Onlar soyunup suya girdiler. Ben ise “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse peştemalsiz olarak hamama girmesin” (Tirmizî, Edep 43) hadisiyle amel ederek soyunmadım ve suya girmedim. O gece rüyamda bir adamın bana şöyle dediğini gördüm: “Ey Ahmed, sana müjdeler olsun! Sünnete uygun davrandığın için Allah seni bağışladı ve kendisine uyulacak bir imam kıldı.” Adama: “Sen kimsin?” diye sordum, “Cebrâilim” diye cevap verdi. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 329-330)

Nitekim Hz. Mûsâ’nın kavmi arasında da böyle seçkin kimseler vardı:

159. Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı.

Hz. Mûsâ’nın kavminin hepsi, yukarıda bir kısım kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zâlim insanlar değillerdi. İçlerinden dinin emirlerine uygun yaşayan, insanları da doğrulukla hak dine davet eden ve insanlar arasında adâletle hükmeden iyiler de vardı. Peygamber Efendimiz’e iman edenler de bu iyilerin halefleridir.

İsrâloğulları’ndan kısaca bahsetmek gerekirse:

160. Biz İsrâiloğulları’nı, Yâkub’un on iki oğlundan türeyen oymaklar hâlinde on iki kabileye ayırdık. Çölde susuz kalıp da kavmi Mûsâ’dan su isteyince ona: “Asanla taşa vur!” diye vahyettik. O da vurur vurmaz taştan on iki pınar birden fışkırıverdi. Böylece her kabile su alacağı yeri öğrendi. Yine çöl sıcağında üzerlerine bulutu gölge yaptık; kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti ikram ettik. “Size verdiğimiz temiz ve helâl rızıklardan yiyin” dedik. Onlar bu nimetleri hiçe saymakla aslında bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.

اَلأسْبَاطُ (esbât) kelimesi “torun” mânasına gelen “sıbt” kelimesinin çoğuludur. Burada Hz. Yakub’un on iki oğlundan gelen nesilleri ifade etmek üzere “boy, oymak” mânasında kullanılmıştır. Buna ilâveten “ümmetler” mânasındaki اَلأمَمُ (ümem) kelimesinin getirilmesi ise, bunların sadece birer boy değil, her biri bir ümmet olmak üzere on iki ayrı cemaate ayrıldıklarına işaret eder.

Tih çölünde susuz kalan İsrâiloğulları, Mûsâ (a.s.)’dan su isterler. Allah’ın emriyle Mûsâ asasını taşa vurur ve oradan on iki pınar fışkırır. Bir kargaşa olmaması için her kabilenin kullanacağı pınar belli olur. (bk. Bakara 2/60) Cenâb-ı Hak onları bulutla gölgelendirir; kudret helvası ve bıldırcın etiyle besler. Fakat onlar bu nimetlerin kıymetini bilemez, nankörlük yapar; zulüm ve haksızlık yolunu tutarlar. Fakat bunun cezasını da yine kendileri çekerler. (bk. Bakara 2/57)

O İsrâiloğulları ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
161. Bir zamanlar onlara şöyle buyurduk: “Şu şehre yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz gibi yiyin, için. «Günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz!» deyip şehrin kapısından alçakgönüllülükle eğilerek girin ki biz de hatalarınızı bağışlayalım. Böyle doğru ve güzel davranışlarda bulunanları fazlasıyla ödüllendireceğiz.”

162. Fakat onlardan zulmedenler, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka bir şekle koydular. Biz de, zulmü âdet hâline getirmelerinden dolayı üzerlerine gökten korkunç bir azap indirdik.


Bahsedilen şehir Kudüs veya Erîha’dır. İsrâiloğulları’ndan oraya girip yerleşmeleri, orada istedikleri nimetlerden yiyip içmeleri, bağışlanma dilemeleri ve şehrin kapısından da başlarını eğerek tevâzu içinde girmeleri istenir. Böyle yaptıkları takdirde büyük mükâfatlara nâil olacakları müjdelenir. Fakat onlar bu konuda da haksız davranma yolunu tercih ederler ve gökten üzerlerine inen büyük bir azaba uğrarlar. (bk. Bakara 2/58-59)

İsrâiloğulları’nın “Ya Rabbi! Affet, günahlarımızı bağışla!” mânasında الحطة (hıtta) değil de bir harf ilâvesiyle arpa dânesi mânasında اَلْحِنْطَةُ (hınta) demeleri ve bu yüzden azaba uğramalarında şöyle bir nükte yer almaktadır: “Onlar, söylemeleri istenen kelimeye bir harf ekleyerek «hıtta» yerine alayvâri bir şekilde «hınta» dediler ve bahsedilen azaba uğradılar. Bu hâdise, dini mevzularda bir ilavede bulunmanın ve bidat çıkarmanın gerçekten ne kadar tehlikeli ve zararlı bir durum olduğunu göstermektedir. Ayrıca söz amelden her bakımdan noksan ve geridedir. Şu halde sözü değiştirmek böyle bir azabı gerektirdiğine göre, fiil ve ameli değiştirmenin ne kadar daha büyük bir cezayı gerektirdiğini düşünmek lazımdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 363)

Şimdi anlatılacak olan “Ashâb-ı Sebt” kıssası, Allah’ın buyruklarına karşı gelmenin dünyada bile nasıl acı sonuçlara sebep olduğunu çok ibretli sahneler halinde gözler önüne serer:

163. Rasûlüm! O yahudilere deniz kenarında bulunan şehir halkının başına gelenleri sor: Onlar Cumartesi günü Allah’ın koyduğu balık avlama yasağını alenen çiğniyorlardı. Çünkü balıklar onlara Cumartesi günü sürüler hâlinde su yüzünde görülerek geliyorlardı. Cumartesi dışındaki günlerde ise gelmiyorlardı. Kendileri için konan hükümleri açıktan çiğneyip durmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.

164. İçlerinden bir grup: “Allah’ın dünyada helâk edeceği veya âhirette çok şiddetli bir şekilde azap edeceği bir gürûha ne diye boş yere öğüt verip duruyorsunuz?” dedi. Öğüt verenler ise: “Rabbinize karşı tebliğ sorumluluğumuzdan kurtulmak için; bir de belki onlar da Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınırlar diye böyle yapıyoruz” şeklinde cevap verdiler.


Kendilerinden sorulması istenen kimseler, Resûlullah (s.a.v.) döneminde yaşayan yahudilerdir. Sorudan maksad ise, soranın bilmediği bir şeyi öğrenmeye çalışması değil, bilakis Resûlullah (s.a.s.)’in onları, eskiden beri nankör olduklarını, Allah’ın koyduğu sınırları tecavüz ettiklerini ve seleflerinden gördükleri şekilde peygamberlere muhalefetlerini ikrara zorlaması ve bu yolla onları kınamasıdır. Ayrıca Peygamberimiz, bu kıssayı doğru bir şekilde anlatarak, kendisinin, bilmediklerini vahiy yoluyla öğrenen gerçek bir peygamber olduğunu ispatlayan bir mûcize göstermiştir.

Âyette bahsedilen yer, Medyen ile Tûr arasında bulunan Eyle kasabasıdır. Cumartesi, yahudilerin kutsal günüdür. O günde çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaktı. İsrâil oğullarından Eyle kasabası halkı, Cumartesi günü bütün işleri tatil edip ibâdet etmeleri gerektiği hâlde balık avlıyorlardı. Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler hâlinde gelirdi. O gün saldırıya uğramamaya alıştıkları ve kendilerine dokunulmayacağını hissettikleri için kaçmıyorlardı. Diğer günlerde ise gelmiyorlardı. Allah’ın emirlerini hiçe sayan bu halk, Cumartesi günleri balıkların akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını yenemediler ve balıkları avlamaya başladılar.

Bir müddet sonra halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı yasakları çiğneyen günahkâr kimseler, diğer kısmı da dindar ve iyiliksever insanlardı. Fakat sâlihler azınlıkta kalmışlar ve âsilere söz geçiremez, onları önleyemez olmuşlardı. Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar. Bir grup uğraşıp didindi, her yolu ve usûlü deneyerek zahmetler çekti, nasihat etti, sonunda bıkarak ümitsizliğe kapıldı. Sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki onlar ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak o söz dinlemez halka vaaz ve nasihate devam ettiler. İşte o ümitsizler grubu:

“– Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Bu söz dinlemez azgınlara niçin boş yere nasihat edip duruyorsunuz?” diyerek bunları tebliğden vazgeçirmeye çalıştılar. Diğerleri ise bu menfî telkinlere aldırış etmeyip âhiretteki hesâbı düşünerek, tebliğ vazifelerini yaptıklarına dair ellerinde Allah Teâlâ’ya arzedecekleri bir mazeret olması için; bir de o insanların azgınlıktan vazgeçebilecekleri ümidiyle tebliğe devam ettiler.

Aslında dini tebliğ, her müslüman için son nefesine varıncaya kadar pek mühim bir vazifedir. Ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların doğru yola ulaşmasını arzu etmek ve bu husûsta ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bir kısım insanlar belki yarın söze kulak verip günahlardan sakınmaya başlayabilir. Yasakları bütünüyle terk etmese bile, onların bir kısmından uzaklaşarak bu sâyede çekeceği azâbı hafifletebilir. Dolayısıyla hangi durum ve şartlar altında olursa olsun tebliğ yapmaya ve öğüt vermeye devam etmek, bunları tamâmen terk etmekten evlâdır. Zira tebliği bütünüyle terketmek ümit kapısını tamamen kapatmak anlamına gelir. Bu ise İslâm’ın yasakladığı son derece hazin bir durumdur. Şurası açıktır ki, hiç bir mukâvemetle karşılaşmayan fenâlıklar, daha süratli yayılır. O halde herhangi bir fenalığı ortadan kaldırmak mümkün olmasa bile, hızını azaltmanın önemi de göz ardı edilmemelidir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, IV, 2313)

Netice şöyle oldu:

165. Onlar, kendilerine yapılan uyarıları tamâmen kulak ardı ettiler. Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, alışkanlık hâline getirdikleri günahlar yüzünden dehşetli bir yoksulluk azabıyla cezalandırdık.

166. Yine onlar, iyice azgınlaşıp, kendilerine yasaklanan şeyleri küstahça işlemeye devam edince, biz de onlara “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.


Kasaba halkı, bu kadar nasihat ve hatırlatmalara rağmen yine de yasağı çiğnemekten vazgeçmediler. Uyarılara aldırış etmediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, tebliğ vazifesine devam edip kötülüklerden sakındıranları kurtardı. Günah, isyan ve azgınlığı itiyat haline getiren zâlimleri ise cezalandırdı. Onları kıtlık, fakirlik ve yoksullukla terbiyeyi murad etti. Fakat yine de uslanmadılar. Aksine azdıkça azmaya ve kendilerine yasak kılınan şeyleri ısrarla ve küstahça işlemeye devam ettiler. Buna engel olmak isteyenlere de kin besleyip düşmanlık yapmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları, her taraftan hoşt hoşt diye kovulan alçak, zelil ve aşağılık maymunlara çevirdi. (bk. Bakara 2/66; Mâide 5/60, 78)

Allah Teâlâ’nın yahudilere verdiği cezalar bununla da sınırlı değildir:

167. Bu yüzden Rabbin şu kesin hükmünü ilân etti: Yahudiler bu kötü huylarından vazgeçmedikleri sürece tâ kıyâmet gününe kadar onlara en ağır işkenceleri çektirecek kimseleri başlarına musallat edeceğim. Şüphesiz senin Rabbin, vakti gelince cezalandırması çok süratli olandır; elbette O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

168. Daha sonra onları parçalanmış topluluklar hâlinde yeryüzünün her tarafına dağıttık. İçlerinde iyi olanlar da vardır, iyi olmayanlar da. Belki gittikleri yanlış yollardan, işledikleri günahlardan dönerler diye onları bazan nimetlerle, bazan de musîbetlerle imtihan ettik.


Gerçekten yahudiler, zulüm ve isyanları sebebiyle Mûsâ (a.s.)’dan Peygamberimiz (s.a.s.)’e, asr-ı saadetten de günümüze kadar âyette haber verilen şiddetli sıkıntılara mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır. İnsanlık tarihinde ilk defa Hz. Mûsâ yahudilere yedi veya on üç yıl süreyle vergi yüklemiştir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 310) Daha sonraki dönemlerde Yunan ve Keldânî krallarının, ardından hıristiyanların boyunduruğu altına girip onlara vergi ödemişler; Peygamberimiz zamanında da müslümanların hükümranlığı altında bulunarak onlara haraç ve cizye ödemişlerdir. Sonraki dönemlerde vuku bulan, hatta Almanya’daki Nazilerin yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve baskılara kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönemlerde yahudilerin mâruz kaldıkları her türlü baskı ve sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Âyetin açık beyânına göre, zulüm ve azgınlıkta devam ettikleri takdirde, kıyâmete kadar bu durum sürecektir. Çünkü Allah, istediği zaman çok çabuk cezalandırmaktadır. Ancak O’nun bağış ve merhameti de sınırsızdır. İster yahudi ister başkalarından olsun tevbe edip hakka dönenleri bağışlayacak, onlara merhamet edecek; çok güzel ikram ve ihsanlarda bulunacaktır.

Yahudiler, yine bu inkârcı ve ısyancı tutum ve davranışları sebebiyle parça parça gruplar halinde dünyanın her bir tarafına dağılmışlardır. Kurulan İsrâil devleti, bu parçalanmış grupları toplamak için yıllardır büyük harcamalar yapmakla birlikte hâlâ bunu tam olarak başaramamıştır. Yalnız bu durum, onlar içinde hiç iyilerin olmadığı mânasına gelmemelidir. Onlar içinde gerçekten çok iyi kimseler vardır. Nitekim “Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı” (A‘râf 7/159) âyetiyle bunlara işaret edilmişti. Peygamber Efendimiz’e iman edenler bunlardandı. Fakat içlerinde iyiliğe yakın olanlardan başlayıp derece derece en alt basamaklara kadar son derece bayağı kimseler bulunmaktaydı. Bunlar hem sayıca çok, hem de yönetimi elinde tutan kimselerdi. Esas sıkıntılar da buradan kaynaklanmaktaydı. Cenâb-ı Hak onları, uyanıp kendilerine gelmeleri ve Allah yolunu tutmaları için tarih boyunca böyle zaman zaman sıhhat, servet ve refah gibi iyiliklerle; zaman zaman da hastalık, kıtlık ve yokluk gibi sıkıntılarla imtihan etmiştir.

Daha sonra:

169. Derken onların ardından hayırsız bir nesil türedi ve Tevrat onların eline geçti. Ama onlar bu kitabın âyetlerini şu dünyanın geçici ve değersiz geçimliğine değişir, tam bir aldanmışlık içinde “Allah’ın sevgili kulları olarak nasıl olsa bağışlanacağız!” derler. Aynı şekilde yine meşrû olmayan bir kazanç zuhur etse onu da almaktan çekinmezler. Peki onlardan, Allah hakkında doğru olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o kitap gereğince sağlam bir söz alınmamış mıydı? Evet, alınmıştı. Üstelik kendileri de kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi. Şunu bilin ki, âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

Dünyanın her bir tarafına dağılan yahudilerin çocuklarından, daha hayırsız, değersiz ve âdi bir nesil onların yerine geçti. Tevrât, öncekilerden bunlara miras kaldı. Okumasını ve yazmasını öğrendiler. Eğitim, öğretim, fetvâ ve hüküm verme; Tevrat’tan istifadeyle Allah adına söz söyleme mevkilerini ele geçirdiler. Kendileri kitabın muhtevâsına göre yaşamadıkları gibi, üstelik onu geçici dünya menfaatini kazanmada alet olarak kullanıyorlardı. Azıcık bir dünya menfaati karşılığında Allah’ın âyetlerini yanlış yorumluyor ve tahrif ediyorlardı. Bunun büyük bir günah olduğunu bilseler de, Allah’ın yakınları, sevgilileri oldukları kuruntusuyla, “Nasıl olsa bağışlanacağız” diyorlar, samimi bir tevbeye yanaşmıyorlardı. Bu sebeple rüşvet veya faiz ne bulurlarsa her seferinde alıyorlar, kitabı da bunun için vasıta olarak kullanmaktan çekinmiyorlardı. Halbuki onlardan, okudukları o kitapta da açıkça beyân edildiği gibi, Allah adına yalan söylememeleri, ancak doğru olanı söylemeleri hususunda sağlam bir söz alınmıştı. Onlar bu bilgileri okumuşlar, öğrenmişler ve çocuklarına da öğretmişlerdi. Bugün inkâr ettikleri bütün o gerçekleri; Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ile ilgili müjdeleri ve nasıl takvâ sahibi olunacağı ile alakalı tâlimatları çok iyi biliyorlardı. Fakat bu doğru bilgilere göre hareket etmek hiç de işlerine gelmiyordu. Bu yüzden yanlış yollara sapıyorlardı. Âhiret yurdunun öyle haksız kazançlardan ve diğer günahlardan uzak duran takvâ sahipleri için daha hayırlı olduğunu unutuyorlardı. Eğer akıllarını kullansalardı bunu anlayabileceklerdi.

Bu âyet-i kerîme, her ne kadar Tevrat’ı dünya menfaati için yanlış bir şekilde kullanan yahudileri kınamakta ise de, âyetin mesajı bütün insanları ve özellikle de Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra Kur’an’a vâris olan müslümanları yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmak, rüşvet ve faiz almak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl olsa Allah affeder” şeklinde boş kuruntulara kapılmak, sadece yahudilere mahsus bir hastalık değildir. Günümüzde bir takım müslümanların da bu şekilde günahlar işledikleri görülmektedir. Hem ilâhî emir ve yasaklar istikâmetinde yaşamak sadece yahudilerden istenen bir sorumluluk değil, bütün müslümanların da en mühim vazifesidir. Buna göre:

170. Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz ki biz, hem kendilerinin, hem de toplumun ıslahına adanmışların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.

Âhiret yurdu kendileri için daha hayırlı olan takvâ sahipleri, Allah’ın hidâyet rehberi olarak gönderdiği kitabın buyruklarına sımsıkı sarılan, onu hayatının her alanına ulaştıran, o kitap muhtevasında diğer ibâdetlere devamla birlikte, özellikle namazı dosdoğru kılmaya itina gösteren kimselerdir. İşte bunlar hem kendi hallerini ıslah eden, hem de başkalarını ıslaha çalışan olgun kimselerdir. Allah Teâlâ, bu şekilde hep iyilik ve ıslah yolunda çalışan kullarının ecrini asla zayi etmeyecek; onlara bol bol ihsanda bulunacaktır. Ameldeki ihlas ve titizliklerinin derecesine göre bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazla olmak üzere onlara kat kat mükâfâtlar verecektir.

Kitaba sımsıkı sarılmakla alakalı bir misal olmak üzere Hasan Basrî (k.s.)’un ashâb-ı kirâm hakkındaki şu müşahedesi câlib-i dikkattir: “Bedir savaşına katılmış yetmiş sahâbî gördüm. Onlar helâllerden, sizin haramlardan sakındığınızdan daha çok sakınırlar; belalara, sizin iyiliklere sevinmenizden daha çok sevinirlerdi. Siz onları görseydiniz deli derdiniz. Onlar, sizin en hayırlılarınızı görselerdi, «Bunların herhalde âhiretten hiç nasibi yok» derlerdi. Şerlilerinizi görselerdi, onların hesap gününe inanmadıklarına hükmederlerdi. Kendilerine, helâl olan şeylerden verilmek istense, kalplerinin bozulması korkusuyla almazlardı.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 345)

Şimdi kitabın emirlerine sıkı sarılmayan yahudilere, daha önce tâbi tutuldukları bir imtihan hatırlatılmaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
171. Bir zamanlar o dağı yerinden sökerek üzerlerine sanki bir gölgelik gibi kaldırmıştık da onun başlarına düşüvereceğini sanmışlardı. Biz de onlara şöyle demiştik: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve içindeki kanun, irşat ve tavsiyeleri belleyip aklınızdan kesinlikle çıkarmayın. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten ve O’nun azabına uğramaktan sakınırsınız.”

Tevrat hükümleri oldukça ağır ve zor olduğundan dolayı yahudiler bunu kabule yanaşmamışlar, Allah Teâlâ da onları bunu kabule mecbur tutmak için dağı yerinden sökerek bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırmıştı. (bk. Bakara 2/63)
Burada bu kıssanın hatırlatılmasındaki hikmet şudur: Allah’ın hükmüne ve kudretine karşı koymak mümkün değildir. Gönül rızâsıyla O’na itaat etmeyenler, nihayet zorla boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Bu açıdan dağın yerinden sökülüp bir gölgelik gibi üzerlerine sarkıtılması gibi o dayanılması mümkün olmayan zorlama ve baskı mûcizesinin hükmünü unutmamak lazım gelir. Çünkü o ve onun gibi ilâhî baskılar; deprem, heyelan, tufan, yanardağ patlaması ve yangın gibi büyük musibetler her zaman vuku bulabilmektedir. Buna göre esas akıllılık, o duruma düşmeden, hürriyet içinde ve gönül rızâsıyla hakkın emrine boyun eğmek ve kitabın ahkâmına sarılmaktır. İnsanların her günah ve isyanlarına mukâbil dağlar yerinden oynamasa da, her vakit Hz. Mûsâ’nın mûcizesi gibi bir mûcize olmasa da, Allah’ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele etmek sevdasında bulunanlar, Allah Teâlâ’nın, her zaman için dağlar kadar belaları insanların başına yıkabilecek bir kudret ve kuvvete sahip olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Cenâb-ı Hak mühlet verir, fakat ihmal etmez. Zaman zaman hem kelâmî hem de kevnî olarak ikaz ve inzar da bulunarak intibaha davet eder. Bunlardan gerekli dersleri çıkarıp doğru yola gelmeyenleri ise ebedî azabına uğratır. Şu âyet-i kerîme ne kadar inzar yüklü ve kalpleri sarsıcı mâhiyettedir:

“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)

Bu ilâhî gerçekleri gönlümüzde canlı tutabilmek için Rabbimizle yaptığımız şu fıtrî misaka dikkatlerimizi çevirmemiz gerekir:

172. Hani Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine şâhit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Onlar da: “Evet, şâhitlik ederiz ki sen bizim Rabbimizsin” demişlerdi. Böyle yaptık ki kıyâmet günü: “Doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu!” demeyesiniz.

173. Veya: “Çok önceden beri atalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı; biz de onların ardından gelip yapabileceği başka bir şey olmayan bir nesil idik. Şimdi kalkıp, o bâtıl şirk yolunu başlatanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” şeklinde bir mazerette bulunmayasınız.

174. İşte biz âyetleri böyle detaylı bir şekilde açıklıyoruz ki, belki onlar doğru yola dönerler.


Allah Teâlâ ile Âdem oğulları arasında cereyan eden bu ahitleşmeyi ve Allah’ın onları rubûbiyetine şâhit tutmasını hem hakîki hem de temsilî mânada anlamak mümkündür.

Hakiki mânaya göre; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını “Elest Bezmi” diye meşhur olan ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına şâhit tutmuştur. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” süaline “Evet!” cevabını alarak, kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara ikrar ettirmiştir. Böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün insanlar arasında Rab-kul ilişkisi bağlamında bir sözleşme yapmıştır. Ayrıca bu sözleşmeye bizzat kendilerini şâhit tutmuş veya bizzat kendisi ve melekleri bu sözleşmeye şâhit olmuşlardır. Nitekim, “Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı gerçeğe şâhittirler” (Âl-i İmran 3/18) âyeti bu şâhitliğe işaret etmektedir. Günümüzde genetik ilmi, bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, babaları Hz. Âdem’in sulbüne rahatlıkla sığabileceğini söylemektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rûhlar âleminde bu ilk ahdi almasına ve bizlerin de “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza bir mâni gözükmemektedir.

Tasavvuf erbâbı âlimler de bu hakiki mâna üzerinden hareket ederek âyet-i kerîmede şu işaretlerin olduğunu söylemişlerdir:

“Yaratılmışların alması, mevcut olan bir şeyden mevcut olan bir şeyi almak şeklindedir. Yaratanın alması ise bazan yok olan bir şeyi, yokluktan almak şeklinde olur. Nitekim “Daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım” (Meryem 19/9) ayeti bu türlü bir almaya delâlet eder. Bazan de yok olan bir şeyi, yine yok olan bir şeyden almak şeklinde olur. Nitekim “Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almıştı” (A‘râf 7/172) ayeti sözü edilen ikinci almaya örnek verilebilir. Çünkü ayette bahsedilen “alma” zamanında Âdemoğulları, onların belleri ve zürriyetleri yoktu. Allah Teâlâ kemâl-i kudretiyle onların kıyamete kadar vücuda gelecek olan, fakat o anda yok bulunan zürriyetlerini, yok olan Âdem oğullarının yok olan bellerinden almış ve onları o anda var ederek içinde bulundukları duruma uygun bir vücut vermiştir.

Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın belinden çocuklarının zerrelerini, çocukların bellerinden de kıyamete kadar gelmesi mukadder olan zürriyetlerinin zerrelerini çıkardığı zamanda ruhlar, üç saf halinde dizilmiş bir ordu gibiydi: Birinci saf, hayırda önde olanların ruhlarıdır. İkinci saf, amel defterini sağ taraftan alacakların ruhlarıdır. Üçüncü saf ise amel defterini sol taraftan alacakların ruhlarıdır. Babalarının bellerinden alınan zerreler, kendilerine ait ruhlar ile aydınlanıp rabbânî bir vücudla ruhânî vücud elbisesini giydiler. Kulaklar, gözler ve kalpler de ruhânî bir örtüye büründüler.

Sonra Hak Teâlâ onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hayırda önde olanlar, Allah Teâlâ’nın bu hitabını nûrânî ve ruhânî bir kulakla dinleyip nûrânî gözlerle O’nun cemâlini müşâhede ettiler. O’nu, O’na vuslat arzusuyla nurlanmış rabbânî ve ruhânî bir kalple sevdiler. Bu sevgi üzere O’nun: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna icâbet ederek: “Evet, sen bizim mahbûbumuz ve mabûdumuz olan Rabbimizsin. Senin mahbûbiyetine ve rubûbiyetine şâhid olduk” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlardan, sadece kendisini sevip kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sağ taraftan alanlar, Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla işitip ruhânî gözlerle O’nun celâlinin ruhâniyetini gördüler. İlâhî ve rabbânî bir kalple O’na inanıp kulluk üzere davetine icâbette bulunarak: “Evet, sen bizim taptığımız, kulluk ettiğimiz Rabbimizsin. İşittik, itaat ettik” dediler. Allah Teâlâ da onlardan, sadece kendisine kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sol taraftan alanlar ise Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla izzet perdesinin arkasından işittiler. Kulaklarında gaflet ağırlığı, gözlerinde şekavet perdesi, kalplerinde ise mihnet mührü vardı. Hak Teâlâ’nın buyruğuna mecbûren icâbet edip: “Evet, sen bizim Rabbimizsin. Fakat biz bunu istemeyerek işittik” dediler. Allah Teâlâ da, kendisine kulluk etmeleri için onlardan söz aldı. Şimdi iman ve küfür bakımından insanlar arasında var olan farklılıklar, onlara verilen rabbânî ve ruhânî istîdatların farklılığından kaynaklanmaktadır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 351)

Temsilî mânaya göre ise; Allah Teâlâ insanı fıtrat olarak Rabliğini kabul edecek şekilde yaratmıştır. Ona hissetme, düşünme, akletme, idrak ve iman etme özelliklerini vermiştir. Ayrıca hem insanın varlığına hem de kâinata pek çok deliller koyup, insanın bunlara bakarak kendi Rabliğini tanımasına imkân hazırlamıştır. İşte sözleşmeden murat budur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer temsilî anlatımlar vardır. Şu ayette yer alan: “Bundan başka, gaz halinde olan göğe yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: «İsteseniz de istemeseniz de gelin!» buyurdu. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet 41/11) şeklindeki konuşma bunlardan biridir.

İster hakiki ister temsilî olsun yapılan bu sözleşmenin ve alınan bu ahdin hikmeti, insana kulluk mesuliyetini hatırlatmak; kıyâmet günü, “bizim böyle bir şeyden haberimiz yoktu” veya “bâtıl yola sapmış müşrik bir toplumun içinde dünyaya geldik, böyle dinî hakîkatlerin farkında bile olamadık” şeklinde mazeretler ileri sürmesine mâni olmaktır. Allah Teâlâ’ya karşı samimi bir kulluk sorumluluğu olduğu ve hiçbir kimsenin diğerinin günahından sorumlu olmayacağı şuurunu, ilâhî kudret elinden kendine has müstesnâ bir güzellikle varlık sahasına çıkan her bir insanın aklına tek tek yerleştirmektir. Âyetlerin böyle açık ve anlaşılır bir şekilde beyân edilmesinin hedefi de yine insanın taklidi bırakıp tahkike ermesine, gittiği yanlış yolları terk edip doğru yola dönmesine ve Allah’a yönelmesine yardımcı olmaktır.

Ancak Allah’ın âyetlerine kulak verip doğru yolu bulanlar da, bu nimetin kıymetini bilmeli, var gücüyle buna şükretmeye çalışmalı ve tekrar küfre dönmek gibi kötü bir sonuçtan Allah’a sığınmalıdır. Anlatılan şu kıssa, bu konuda ne ibretli bir misâldir:

175. Rasûlüm! Onlara şu kimsenin ibret verici haberini anlat: Biz ona âyetlerimizi vermiştik. Fakat o, gurura kapılarak, âyetlerimizden sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan onu kandırıp peşine taktı. Sonunda yolunu yitirip azgın sapıklardan biri hâline geldi.

176. Eğer dileseydik, onu âyetlerimiz sâyesinde yüceltirdik; fakat o dünyaya saplandı ve nefsinin isteklerine uydu. Onun hâli, köpeğin hâline benzer ki, üzerine varıp kovalasan da dilini çıkarır solur, kendi hâline bıraksan da solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun hâli böyledir. Sen kendilerine bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.

177. Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir toplumun hâli gerçekten ne kötüdür!

178. Allah kimi doğru yola erdirirse, işte doğru yolu bulan kimse odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.


Bu ayetlerde şöyle bir insan tipinden bahsedilmektedir: O insana Allah Teâlâ ayetlerini veriyor; tevhidinin delillerini gösteriyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor, hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o bunların hepsini tamamen bir kenara bırakıyor, koyunun derisinin yüzülmesi gibi hepsinden sıyrılıp çıkıyor. Şeytan onu kendine uyduruyor, böylece sapıklardan oluyor. Allah dilese onu, kendisine verdiği bu ayetlerle, bilgilerle yükseltmeğe kadirdir. Fakat o zelil kişi bu delillere itibar etmiyor, kendisini yüce ufuklara yükseltecek bütün vesileleri elinin tersiyle bir tarafa itiyor, nefsinin arzularına uyuyor ve yere saplanıyor, çamurlara batıyor.

Bahsedilen bu kimsenin Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel‘am b. Ebr veya Kenanîlerden Bel‘am b. Ba‘ûra isminde birisi olduğuna yahut Araplardan Ümeyye b. Ebî Salt Sekafî olduğuna; bu ayetin de bunlardan biri hakkında indiğine dair bazı rivayetler vardır. Bel’am bir kısım ilâhî kitaplar hakkında bilgisi olan duası kabul olunur bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girerken Hz. Mûsâ’nın veya Yuşa’nın karşısında dünya sevgisiyle zalimlere tarafdarlık etmişti. Mekke’nin önde gelen şairlerinden olan ve şiirlerinde sıkça mânevî hususlara temas eden Ümeyye de bir kısım ilâhî kitapları okumuş, bir peygamber geleceğine kanaat getirmiş ve fakat onun kendisi olabileceğini düşünmüş, o sırada Resûlüllah (s.a.s.) gönderilince hasedinden küfre sapmıştı. Diyebiliriz ki asıl kıssa, Bel’am’ın olduğu halde ayetin iniş sebebi Ümeyye b. Ebi Salt olmuştur. (Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb, XV, 54) Fakat ayetin nüzûl sebebi hususi olsa da mânası, bu durumda olan herkese şamildir.

Allah Teâlâ böyle bir insanın durumunu çok dikkat çekici bir misalle şöyle canlandırmaktadır:

Karşımızda yere saplanmış, çamura batmış, üstü başı çamurla iyice sıvanmış perişan bir adam bulunmaktadır. Çamurun içinde kıvranıyor, kıvrandıkça batıyor, battıkça perişanlığı artıyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu adam şekil değiştiriyor, köpek suretine giriyor. Şimdi karşımızda her tarafı pis ve kirli adi bir köpek dilini sarkıtmış soluyor. Kovduğunuz zaman da soluyor, kovmadığınız ve kendi haline bıraktığınız zaman da soluyor. İşte Allah’ın ayetleri kendilerine verildiği, gözlerine, iz’an ve idraklerine sunulduğu halde ondan uzaklaşan, yeryüzünün çamurlarına saplanıp ilâhî ayetlerden sıyrılan, heva hevese tabi olan, ne ilk ahdi tutan ne de doğru yolu gösteren ayetlere bağlanan, dolayısıyla şeytanı dost edinip Allah’ın muhafazasından kovulan herkesin durumu işte bu soluyan köpeğin durumu gibidir. Bunlar hiçbir zaman rahat yüzü görmezler, huzur nedir bilmezler, sükûnet ve karara eremezler. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, III, 1396-1397)

Dikkat edilirse, benzetmenin bütün köpeklere değil sadece soluyan köpeklere yapıldığı görülür. Bu benzetmeden maksat şöyle izah edilebilir:

Soluyan her canlı ya yorgunluğundan veya susuzluğundan dolayı soluduğu halde soluyan köpek böyle olmayıp, yorgun veya rahat, susuz veya değil her halükarda solur. Çünkü bu onun huyudur; bir ihtiyaçtan dolayı değil, o adi huyundan dolayı solur. İşte Allah, kendisine ilim ve din nasip ettiği bir kimseyi, insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan zengin kılmış olur. Sonra o kimse kalkar, dünya peşine düşer, kendisini onun içine atarsa bunun durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten dolayı değil de sırf kötü nefsinden, adi huyundan ötürü çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin durumu gibi olur.

Bir âlim, Allah rızâsını bırakıp ilmi vasıtasıyla sırf dünya malı elde etmeğe yönelirse, bu, insanlara çeşitli ilimlerini öğretmek ve kendisinin faziletlerini, şan ve şöhretini ortaya koymak için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken dilini sarkıtır ve dünyalık elde etmeğe karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile hırsının hararetinden ötürü dilini çıkarır, sarkıtır. Böylece bu kimsenin durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf adi huyundan ötürü, dilini hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.

Soluyan köpeğin soluması hiç sona ermediği gibi, hırslı olan insanın hırsı da böyle hiç tükenmez. Köpek kovsan da kovmasan da, yorsan da rahat bıraksan da soluduğu gibi hırslı insan da böyledir. Ona nasihatta bulunsan da bulunmasan da o sapıklığını sürdürür. Zira sapıklık artık onun karakteri olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 56-57; Ebussuûd, İrşâd, III, 293)

Hz. Mevlânâ (k.s.), Bel’am örneğinde olduğu gibi hiç kimsenin nefsin düşmanlığından emin olmaması ve nefsin görünmez zararlı yönlerine karşı son derece uyanık olunması uyarısında bulunmak üzere şu ibretli misali anlatır:

Bir yılancı, efsunları ile yılan tutmak için dağlık yerlere gitti. O, karda kışta, dağlarda iri bir yılan arayıp durmada idi. Orada pek büyük bir ejderha gördü. Ejderha ölmüştü ama, şeklinden, yılancının gönlü korku ile doldu. Yılancı, halkı hayrete düşürmek için o ejderhayı aldı, Bağdat’a getirdi. Zavallı, birkaç kuruş kazanmak için o direk gibi olan ejderhayı sürükleyip duruyordu. “Ben size ölü bir ejderha getirdim ama, onu yakalamak için çok zahmetler çektim” diyordu. Yılancı onu ölmüş sanıyordu. Halbuki ejderha diri idi. Dikkatle bakıp onun canlı olduğunu anlayamamıştı. O soğuktan, kardan donmuş, kaskatı kesilmişti. Ölü gibi görünüyordu ama diri idi. Onu Bağdat’a kadar getirdi. Çarşıda dört yol ağzında bir gürültü koparmak, halkı başına toplamak istiyordu.

Sonunda o yılanı aldı, Dicle nehri kıyısında bir peykenin üstüne koydu ve kocaman bir ejderhanın getirilmiş olduğu haberi Bağdat içinde çalkalanmaya başladı. “Bir yılancı” diyorlardı, “Görülmemiş, kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş!” Yüzbinlerce ahmak toplandı. Onlar ahmaklıklarından onun gibi donmuş bir yılana av oldular. Ejderhayı görmeye gelen kişiler de, yılancı da, şehirde işini gücünü görmek için dağılmış olan halkın toplanmasını bekliyorlardı. Yılancı, seyre gelen halk çoğalsın da, eline geçecek para daha da artsın” diye düşünüyordu. Yüzbinlerce meraklı kişi toplandı. Onlar halka olmuşlardı. Herkes ayak parmaklarının uçlarına basarak boyunu yükseltiyor, ejderhayı görmek istiyordu. Kalabalıktan, heyecandan erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyâmet günü gibi, halkın ileri gelenleri ile câhil ve avamdan olanları birbirine karışmıştı. Yılancı yılanı sardığı kilimi kımıldattıkça, toplanan halk boyunlarını uzatıyordu.

Soğuktan donmuş, uyumuş olan ejderha, bir takım paçavraların, kilimin altında idi. Yılancı ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle, halatlarla bağlamıştı. Fakat, halkın toplanması beklenirken iyice zaman geçmiş ve Irak güneşi yılanın üstüne vurmuştu. Sıcak memleketin güneşi ejderhayı ısıtınca, onun bedenindeki soğukluk, uyuşukluk gitmişti. Ölü sanılan ejderha dirilmiş, kımıldanmaya başlamıştı. Ejderhanın kımıldanışı yüzünden de, halkın şaşkınlığı bir iken yüzbin oldu. Seyirciler, şaşkınlıktan naralar attılar. Ejderhanın kımıldanışını görünce, hepsi de bağırışarak kaçışmaya başladılar. O bağırışmalar arasında yılan iplerini, bağlarını kopardı. Kopan iplerin çatırtısı her taraftan duyuluyordu. O çirkin ejderha, kükremiş arslan gibi bağlarını kopardı ve örtülerinin altından sıyrılıp çıktı. Ejderhanın korkusundan kaçışan seyirciler arasında, bir çok kişi ayaklar altında kaldı, ezilip öldü. Yere yıkılıp kalanlardan, ölenlerden yığınlar meydana geldi. Yılancı, “Ben; dağlardan, kırlardan ne getirmişim?” diye korkusundan olduğu yerde kaskatı kaldı, kaçamadı. Ejderha yılancıyı yuttuktan sonra, kendisini bir direğe sardı ve direği sıkarak yuttuğu yılancının kemiklerini kırdı.

Bu hikâyedeki yılancı; nefsin heva ve hevesine uyan, dünyalıktan başka bir şeyi düşünmeyen gâfil kişiyi göstermektedir. Ejderha ise; Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “nefs-i emmare”yi göstermektedir.

Mevlânâ bu misali verdikten sonra, bundan alınacak dersler hakkında şöyle der:

“Ey insanoğlu; senin nefsin de bir ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir! Nefis güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Mûsâ’nın, yüzlerce Hârûn’un yolunu keser! Nefis ejderhası; yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, küçük bir kuvvet hâline girer. Fakat mal mülk, yüksek mevki yüzünden nefis sivrisineği çaylak kesilir. Sen nefis ejderhasını ayrılık karları altında tut; aklını başına al da, onu güneşin altına getirme! Dikkat et ki, ejderhan donmuş bir hâlde kalsın; eğer o canlanırsa, sen onun bir lokması olursun! Onu mat et de, mat olmaktan, mânen ölmekten emin ol! Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık değildir! Çünkü üstün şehvet güneşinin harareti vurunca, o pis baykuş kanatlanır uçar! Onunla yiğitçe savaşa giriş de, buna karşılık Allah, sana mânen kendisiyle buluşmayı ihsan etsin! Sen o nefse cefâ etmeksizin, riyâzatlar ve mücahede çektirmeksizin, onu uslu, vefâlı bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Her soysuz ve aşağılık kişiye nefsi zabtetmek nasib olur mu? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ olmak gerek!” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 994-1066 beyitler)

İşte Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve onları hiçe sayan kimselerin örneği budur. Bu çok çirkin ve kötü bir örnektir. Bundan ibret alıp, bu gibilerden ve bunlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü hidâyet ve dalâlet Allah’ın dilemesine bağlı olup, neticede cehennem de insan ve cinlerden nasibini alacaktır:

179. Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfil olanlar da bunlardır.

Cenâb-ı Hak kullarına zerre kadar zulmetmez. Bütün insanları, fıtrat itibariyle eşit olarak yaratmış, her birinin özüne Allah’ın varlığını idrak ve kabul edebilecek bir cevher yerleştirmiştir. O cevher, şâirin; “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-ı hüsn u kubh olunur”(Şinâsî) diye bahsetiği akıl nûrudur. Gerçekleri idrak edebilmeleri için kalpler, görmeleri için gözler ve işitmeleri için kulaklar lütfetmiştir. Bu âyette netice itibariyle cehennemlik oldukları haber verilen kimselerin durumu da böyledir. Fakat görüldüğü üzere onlar, gerçeği araştırma, inceleme ve idrak etmelerine vesile olması için kendilerine verilen bu muazzam melekeleri gereği gibi kullanmamışlar, bu nimetlerin şükrünü îfâ edememişler ve kendi ihmalkârlıkları sebebiyle böyle hazin bir âkıbete düçar kalmışlardır.

İnsanı hayvandan ayıran en mühim fark, gözüyle Allah’ın varlık delillerini görmesi, kulağıyla bunları duyması ve kalbiyle de bunları anlayıp hissetmesidir. Yaratılış gayesi istikâmetinde kullanılmayan bu büyük nimetler, insana faydasız yük olmaktan başka bir şeye yaramaz. Şâir Niyâzî-i Halvetî der ki:

“Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol düşmanıdır sahibinin bâş üzerinde.”


Dolayısıyla bu muhteşem melekelerini dumura uğratanlar, aradaki fark ortadan kalktığı için hayvanlar gibi olurlar. Hatta bu melekelerini yanlış yolda kullandıklarından ötürü hayvanlardan daha şaşkın duruma düşerler. Çünkü hayvanlar, yaratılıştan gelen hedeflerinden sapmazlar, takatleri nispetinde faydalarına ve zararlarına olan şeyleri seçerler, onları elde etmeye çaba gösterirler ve tehlikelerden korunmaya çalışırlar. Hiçbir uzuvlarını yaratılış gayesinin dışında kullanmazlar. Fakat, “cehennemlik” mührünü yiyenler, bunun aksine, terbiye edildiğinde ebedî saadeti elde edebilme istidadında olan fıtratlarından gereği gibi yararlanamazlar, hatta yanlış yolda kullanmak suretiyle onun bozulmasına sebep olarak ebedi hayatlarını zayi ederler. Yine hayvanlar sahiplerini tanırlar, onları hatırlayıp itaat ederler. Bu gafiller zümresi ise ne Allah’ı zikrederler ne de O’na itaat ederler. İşte asıl şaşkınlık ve gaflet de budur.

Âyet-i kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılmaktadır: “İnsanda bir ruhânî yön, bir de cismânî yön vardır. Ona hem akıl, hem de farklı duygular ve istekler verilmiştir. Eğer aklı, nefsinin arzularına galip gelirse meleklerden üstün olur. Nefsine ve hevasına mağlup olursa o zaman da hayvanlardan daha aşağı hale gelir.

Allah Teâlâ, insanları kısım kısım yaratmıştır. Onlardan bir kısmını, güzellik ve cemalini göstermek üzere yakınlık ve muhabbet için yaratmıştır. Bunlar, ehlullahtır; Allah’ın seçkin kullarıdır. Bunlar Allah’ın kelamını yine Allah ile işitirler; cemâlini görürler ve kemâlini tanırlar. Onlardan bir kısmını, lutuf ve rahmetini göstermek üzere cennet ve onun nimetleri için yaratmıştır. Allah Teâlâ bunlara, tevhid ve mârifetin delillerini anlayabilecekleri kalpler ve Hakk’ın ayetlerini görecek gözler vermiştir. Diğer bir kısmını da kahır ve izzetini göstermek üzere cehennem ateşi için yaratmıştır. Bunlar cehennem yârânı olup hayvanlar gibidirler; Allah’ı sevmezler ve O’nu istemezler. Hatta onlar hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların mârifet ve Hakk’ı talep için istidatları yoktur. Onlarda ise bu istidatlar vardır. Fakat dünyaya ve süsüne meyletmek ve nefse uymak suretiyle, Hakk’ı tanıma ve O’nu taleb etmekle ilgili fıtrî istîdadlarını zâyî ederler. Dünya karşılığında dini ve âhireti satarlar, Mevlâ’yı talebi terk ederler. Böylece istîdatlarını ifsat ettikleri için hayvanlardan daha da sapık olurlar. İşte onlar, Allah’tan ve mârifet ehlinin büyüklük ve kemâlâtından gâfil olanların tâ kendileridir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 358-359)

Bununla birlikte eğer bir kul Allah’ı tanımak isterse, bunun yolları açıktır. Çünkü Allah Teâlâ güzel isimleriyle insan ve kâinatta devamlı tecelli halindedir:

“İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik ancak akıl nûruyla birbirinden ayırt edilebilir.”

180. En güzel isimler Allah’ındır; siz O’na bu isimlerle dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları kendi hallerine bırakın. Çünkü onlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

Âyetin şöyle bir iniş sebebi vardır: Bir müslüman namaz kılarken bir keresinde Allah ismiyle, bir keresinde de Rahman ismiyle dua etmişti. Ya da “Yâ Rahmân, yâ Rahîm” diyerek Allah’a yalvarmıştı. Bunu duyan müşriklerden biri: “Muhammed ve ashâbı bir Rabbe taptıklarını iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki iki Rabbe dua ediyor!” demiş, bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 325)

Âyette geçen اَلْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى (el-esmâü’l-hüsnâ) ifadesi, “en güzel isimler” mânasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının böyle güzellikle vasıflandırılmasının hikmetlerinden bazıları şöyledir:

Bu isimler, Yüce Rabbimizin pek yüce, müteâl bir zat olduğunu ifade eder ve kullarda büyük bir tâzim ve hürmet hissi uyandırır. Bunları işitmek kulaklara ve kalplere sonsuz bir lezzet ve halâvet verir.

Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır.

Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.

En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, mânalarını anlayarak okumak, okuyanının değerini yüceltir ve güzelliğini artırır.

Bu isimler Allah Teâlâ hakkında bilinmesi ve inanılması gereken zaruri bilgileri ifade ettiklerinden bu isimleri bilip okumak kâmil bir imanın teşekkülüne vesile olur. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberleyip sayabilirse cennete girer” (Buhâri, Da‘avat 68; Müslim, Zikir 5) hadisini de bu istikâmette anlamak gerekir.

Rabbimizin en yüce ismi “Allah”tır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının eşi ve benzeri olmadığı gibi, Allah isminin de eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklardan hiç kimseye bu isim verilemez, verilmemiştir. Bu isim, aynı zamanda, Kur’an ve sünnette geçen Allah’ın zât, sıfat ve fiillerine ait bütün esmâ-i hüsnâyı da içine alır. Allah tek olduğu halde, Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz, biz yarattık, biz indirdik…” gibi çoğul sîğasının kullanılmasındaki azamet ve ihtişam, işte bu ilâhî isim ve sıfatların bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği beyân eder.

Allah Teâlâ’ya, Kur’an ve sahih sünnette yer alan bu güzel isimlerle dua edilmeli; O’na nispeti doğru ve kesin olmayan isimleri zikrederek dua edilmemelidir. Allah’ın güzel isimlerini kullanmada doğru yoldan sapıp bâtıla meyledenleri de kendi hallerine bırakmak, onlarla tartışmaya bile girmemek gerekir.

Esmâ-i hüsnâ’nın kullanılmasında eğriliğe sapmak şu yollarla olabilir:

Müşriklerin yaptığı gibi Allah’ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, Allah’ın isimlerini değiştirip putlarına ad olarak veriyorlardı. Mesela “Lât” kelimesini “Allah” lafza-i celâlinden, “Uzzâ” ismini “Aziz” isminden, “Menât” ismini ise “Mennân” isminden almışlardı.
Bu isimlere fazlalık ilave etmek veya noksanlıklar yapmak.
Allah’ı baba, oğul gibi sadece yaratılmışlara ait isim ve sıfatlarla anmak,
Allah’ın isimlerini tamamen inkâr etmek.

Dolayısıyla yüce Allah’a, O’na ait olmayan isimlerle hitap etmek, O’na, şânına yakışmayan fiiller isnad etmek, isimlerinde fazlalık veya eksiklik yapmak ve sonsuz yüceliğine uygun düşmeyecek dualar ihdas etmek açık bir sapıklıktır.

Şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ’yı şânına layık isim ve sıfatlarıyla tanıyıp O’na layık kul olmaya çalışanlar şu âyetin övgüyle bahsettiği hak ve adaletle mâruf erlerden olacaklardır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
181. Yarattığımız kimseler içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardır.

Mûsâ (a.s.)’ın kavminden övgüye lâyık, hak ve adâlet ölçülerine göre davranan bir seçkin cemaat olduğu gibi (bk. A‘râf 7/159), Peygamber Efendimiz’in ümmeti de hak dine sarılarak rehberlik eden, insanlara yol gösteren, hal ve davranışlarında örnek olan ve yeryüzünde adâleti ikameye çalışan böyle seçkin ve en hayırlı bir ümmet olarak yaratılmıştır. Bu mânada ümmet-i Muhammed’e hitap eden bir diğer âyet-i kerîmede de:

“Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız” (Âl-i İmrân 3/110) buyrulmaktadır.

Âyetin işârî mânası şöyledir: “Hak Teâlâ, dünya durdukça orada hakka sahip çıkacak ve hakla hükmedecek ehliyetli ve liyakatli şahsiyetler var edecektir. Bunların hakla hidâyeti, insanları hakka çağırmaları ve daima hak olanı göstermeleridir. Onlar hakla hareket ederler; yine hakla hak için sükûnete bürünürler. Onlar hem hakla ayakta duran hem de hakkı ayakta tutanlardır. Hak Teâlâ onları hakla sağa sola çevirir. İşte bu kimseler, Allah’ın izniyle halkın yardım ve inâyet kaynaklarıdır. Kıtlık olunca onların hürmetine yağmur ve bolluğa kavuşurlar. Dua ettiklerinde onlar sayesinde dualarına icâbet olunur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)

Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara gelince:

182. Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları hiç farkına varmayacakları şekilde ve hiç bilmeyecekleri bir yerden adım adım helâke yuvarlayacağız.

اَلإسْتِدْرَاجُ (istidrâc) sözlükte derece derece yükseltmek veya alçaltmak demektir. Burada ise “Allah Teâlâ’nın bazı insanlara, bir kısım günah ve azgınlıklarına rağmen mühlet tanıması, hatta iyice şımarmaları için bol nimetler vermesi, helak olma derecesinin en üst noktasına çıktıklarında ise, onları oradan helak uçurumuna yuvarlaması” mânasında kullanılmıştır. Bu sebeple velinin gösterdiği hârikulâde hallere “keramet” denildiği halde, istikâmeti bozuk kimselerden zuhur eden bu nevi olaylara “istidrâc” denilmiştir. O halde Allah’ın sözlü ve fiilî âyetlerini yalanlayarak, yok sayarak yaşayanlar, dünyevi açıdan bazı işlerinin yolunda gitmesine aldanmasınlar. Buna rağmen kendilerine ikram edilen nimetlerin, ciddi bir imtihan mânası taşıdığını; hiç bilmedikleri, beklemedikleri bir yerden azabın gelme ihtimalinin her an mevcut olduğunu unutmasınlar. Zira Allah mühlet verebilir, azabı erteleyebilir; fakat yakaladığı zaman pek çetin ve şiddetli bir şekilde yakalar.

Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”

İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)

“İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)

En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:

183. Onlara belli bir süreye kadar mühlet veririm. Fakat, vakti gelince, benim tuzağım pek çetindir.

اَلإسْتِدْرَاجُ (istidrâc) sözlükte derece derece yükseltmek veya alçaltmak demektir. Burada ise “Allah Teâlâ’nın bazı insanlara, bir kısım günah ve azgınlıklarına rağmen mühlet tanıması, hatta iyice şımarmaları için bol nimetler vermesi, helak olma derecesinin en üst noktasına çıktıklarında ise, onları oradan helak uçurumuna yuvarlaması” mânasında kullanılmıştır. Bu sebeple velinin gösterdiği hârikulâde hallere “keramet” denildiği halde, istikâmeti bozuk kimselerden zuhur eden bu nevi olaylara “istidrâc” denilmiştir. O halde Allah’ın sözlü ve fiilî âyetlerini yalanlayarak, yok sayarak yaşayanlar, dünyevi açıdan bazı işlerinin yolunda gitmesine aldanmasınlar. Buna rağmen kendilerine ikram edilen nimetlerin, ciddi bir imtihan mânası taşıdığını; hiç bilmedikleri, beklemedikleri bir yerden azabın gelme ihtimalinin her an mevcut olduğunu unutmasınlar. Zira Allah mühlet verebilir, azabı erteleyebilir; fakat yakaladığı zaman pek çetin ve şiddetli bir şekilde yakalar.

Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”

İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)

“İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)

En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:

184. Onlar, yıllardır aralarında yaşayan arkadaşları Muhammed’de en küçük bir delilik emâresi dahi olmadığını hiç düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.

Âyetin şöyle bir iniş sebebi olduğu rivayet edilir: Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.) Safâ tepesine çıkıp “Ey filân oğulları, ey filân oğulları...” diye kabile kabile, aile aile Kureyş’i çağırdı. Etrafına toplandılar. Onları, iman etmedikleri takdirde Allah’ın azabı ve başlarına getireceği musibetler hakkında ikaz etti. İçlerinden birisi: “Hiç şüphe yok, bu arkadaşınız delirmiş. Bırakalım sabaha kadar bağırsın dursun” dedi de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 182)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) uzun seneler onların arasında yaşamıştı. Mekkeliler onu çok iyi tanıyorlardı. Arkadaşlık ve komşuluk yapıyorlar, dostluğundan yararlanıp duruyorlardı. Onu “Muhammedü’l-Emîn” diye çağırıyorlardı. Bu sebeple Efendimiz’in şahsında delilikten en küçük bir eser, en ince bir iz olmadığını çok iyi biliyorlardı. Zaten âyette “kendi arkadaşları” ifadesinin kullanılması da onlara bu gerçeği iyice vurgulamak içindir. Fakat kapıldıkları kibir ve gurur sebebiyle ve bir takım çıkar hesapları yüzünden bunu düşünecek fırsatları bile yoktu. O halde şunu bilmeliler ki Hz. Muhammed, delilikle alakası olan biri değil, ancak ebedî azap konusunda apaçık bir uyarıcıdır.

Madem onlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini anlayamıyorlar, o halde Allah’ın kudretini görmek için hiç nazarlarını varlık âlemine ve oradaki sonsuz ihtişam ve güzellikteki ilâhî kudret akışlarına da mı çevirmiyorlar:

185. Onlar, göklerin ve yerin nasıl muhteşem bir hükümranlık altında idare edildiğini görmüyorlar mı? Allah’ın yarattığı bunlarca varlığa hiç ibret nazarıyla bakmıyorlar mı? Belki de ecellerinin iyice yaklaşmış olduğunu hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Peki onlar Kur’an’a inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?

Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:

Göklerin ve yerin melekûtu bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:

“Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:

Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,

İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)

Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.

Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)

“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)

Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.

Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.

İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:

“Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.

186. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah onları kendi hallerine terk eder de, azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.

Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:

Göklerin ve yerin melekûtu ; bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:

“Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:

Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,

İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)

Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.

Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)

“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)

Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.

Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.

İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:

“Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.

187. Rasûlüm! Sana kıyâmetin ne zaman kopacağını soruyorlar. Şöyle de: “Onun ilmi sadece Rabbimin yanındadır; zamanı gelince de onu ortaya çıkaracak olan sadece O’dur. Onun ağırlığına ne gökler dayanabilir, ne de yer. O, beklemediğiniz bir anda sizi ansızın yakalayacaktır.” Sanki onun vaktini araştırıp da öğrenmişsin gibi sana ısrarla soruyorlar. De ki: “Onun ilmi sadece Allah katındadır, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”

Âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet nakledilir:

Bir grup yahudi Peygamber (s.a.s.)’e gelip: “Eğer peygamber isen bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Çünkü biz, onun ne zaman kopacağını biliyoruz” dediler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)

Diğer rivayete göre ise soranlar yahudiler değil, Mekke müş‏rikleridir. Gelip, “Ey Muhammed, biliyorsun aramızda akrabalık bağı var. Bize gizlice söyle, kıyamet ne zaman kopacak?” demiş‏lerdi. Onların bu istekleri üzerine bu âyet-i kerîme indi‏. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)

Âyette iki kez “Sana soruyorlar” (A‘râf 7/187) ifadesinin geçmesi, bir anlamda bu iki iniş sebebine işaret sayılabilir. Burada kıyâmetin ismi اَلسَّاعَةُ (saat) olarak geçmektedir. Arapçada “saat”, bizdeki meşhur olan şekliyle altmış dakikalık bir zaman dilimi değil, saniyeyi hatta saliseyi bile ifade eden bir kelimedir. Kıyametin göz açıp kapamadan her an kopabileceğini haber vermek için bu kelime özellikle seçilmiştir. Nitekim kıyametin ansızın kopacak bir büyük olay olduğu bu ayette beyân edildiği gibi, bu durum şu âyet-i kerîmede daha net belirtilir:

“…Kıyâmetin kopması ise başka değil ancak bir göz kırpması süresi, hatta ondan daha kısa bir zaman içinde olup bitecektir. Şüphesiz ki Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nahl 16/77)

Kıyâmet gerçekten son derece dehşetli bir hadisedir. Kâinatın yıkımıdır. Kur’ân-ı Kerîm kıyâmet üzerinde çok durmakta; kalpleri yerinden sökecek, akılları durduracak dehşetteki kıyâmet sahnelerini, canlı ve hareketli manzaralar halinde takdim etmektedir. Gerçekten o, göklere yere ağır gelen; ağırlığı hepsinin tahammülünün dışında ve dayanılmaz boyutta olan bir durumdur. Gelince onun şiddetine ne gökler ne de yer dayanabilir. Onun dehşetiyle, Allah’ın diledikleri hariç, gökte ve yerde kim varsa hepsi bayılır, ölür giderler. (bk. Zümer 39/68) O gün yer başka bir yerle, gökler başka göklerle değiştirilir. (bk. İbrâhim 14/48) Fakat onun vuku bulacağı vakti sadece Allah Teâlâ bilmektedir. Peygamberimiz dâhil, kullarından hiç kimseye bu sırrı bildirmemiştir. Bu gizlilik, onun dehşetini bir kat daha artırmaktadır.

Bu bakımdan Peygamber’in görevi, işi olmayan şeylerle uğraşmak değil, belirlenen çerçevede tebliğ, irşat, uyarı ve müjdeleme vazifesini yerine getirmektir:

188. De ki: “Allah dilemedikçe kendim için ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat, ben ancak iman edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.”

Mekkeliler “Ey Muhammed, Rabbın fiyatlar ucuz iken sana haber vermez mi ki yükselmeden satın alıp kâr edesin. Kuraklık ve kıtlık vereceği yeri sana haber vermez mi ki oradan bolluk ve bereket verdiği yere gidesin” dediler de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.232)

Resûlullah (s.a.s.), kendisine vahiy gelen bir insandı. (bk. Kehf 18/110) Cenâb-ı Hak, zaman zaman “Rasûlüm, söyle!” hitabıyla kendisinin beşer bir peygamber olduğunu; vazifesinin Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak, onları ebedi azapla korkutup sonsuz nimetlerle müjdelemek olduğunu; bunun dışında kendisine gaybı bilmek gibi beşer üstü bir kısım özellikler izafe edilmesinin doğru olmadığını; bilgi ve tasarrufunun, kabiliyet ve imkânlarının, diğer insanlarda olduğu gibi, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu sınırlar içinde geçerli olduğunu söylemesini ister. Bunun dışında kendiliğinden bir fayda sağlamaya veya bir zararı gidermeye muktedir olmadığını; eğer gaybı bilebilseydi, kendine dokunacak zararlara, kötülüklere engel olup, gelecek iyilikleri artırma cihetine gitmesinin mümkün olabileceğini belirtir. Dolayısıyla, âyette kendisine söylemesi emredilen bu sözle Efendimiz, bir taraftan peygamberin kimliği hakkında net bir çerçeve çizerken, diğer taraftan Allah’a olan gönül bağlılığını beyân ederek, aslında, insanın Allah karşısında sahip olması gereken kulluk şuuru hususunda da örnek bir davranış sergilemektedir.

Nitekim onun, insanları bu istikâmette irşad etmek üzere Rabbinden getirdiği mesajların özü şudur:

189. Allah, sizi başlangıçta tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle ünsiyet edip gönül huzuru bulacağı eşini de aynı cins ve mâhiyetten var etti. İnsan nesli bu ikisinden türeyip çoğalarak bugüne kadar sürüp geldi. Bilindiği üzere erkek eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklenip hamile kalır ve onu karnında bir müddet taşır. Nihâyet hamileliği ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rableri olan Allah’a yönelerek: “Eğer bize eli ayağı düzgün kusursuz bir çocuk verirsen, yemin olsun ki, biz de karşılığında şükredenlerden olacağız” diye dua ederler.

190. Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine bağışladığı bu nimetin meydana gelmesinde O’ndan başka güçlere de yer verip şirk koşmaya başlarlar. Oysa Allah, onların ortak koşmasından da, koştukları ortaklardan da sonsuz derecede yücedir.


Allah Teâlâ, insanlığın başlangıcı olarak ilk önce Âdem’i, sonra aynı cins ve mâhiyetten eşi Havva’yı yarattı. İkisinin, sonra da bunların çocuklarının birbiriyle evlilikleri vasıtasıyla günümüze kadar artarak gelen tüm insanlık câmiası ortaya çıktı. Dolayısıyla bu âyetler öncelikle insanlığın başlangıcına dikkat çekmektedir. Âdem ve Havva, mü’min ve muvahhid idiler. Bir kısım hataları olmakla birlikte, Allah’a yalvardılar, tevbe ettiler ve affedildiler. Allah’a şirk koştuklarına dair sahih kaynaklarda en küçük bir bilgi yer almamaktadır. Onlarla birlikte tevhid inancı bir müddet devam etti. Fakat çocukları ve torunları arasında şirk emâreleri yüz göstermeye başladı. İnsanlık, başlangıçta doğru Allah inancına bağlı tek millet iken, şirkin zuhuruyla birlikte bölündüler, ayrılığa düştüler. (bk. Yûnus 10/19) Kur’an indiği zaman Mekke’de koyu bir putperestlik anlayışı içinde yaşayan ve bu inançlarından vazgeçmeyi kolay kolay düşünmeyen müşrikler, işte o şirk çizgisinin sımsıkı takipçileri idi. Dolayısıyla söz, insanın yaratılışından şirke, oradan da Mekke müşriklerine ve o yolda devam eden diğer müşriklere getirilmiş oldu.

Cenâb-ı Hakka değişik yollarla şirk koşmak imkân dâhilinde iken, bu âyetlerde ana-baba olacak herkesin, dolayısıyla büyük bir nispette bütün insanların daha kolay anlayabileceği çocukla alakalı muşahhas bir misal tercih edilmiştir. Hamilelik döneminde zaman ilerledikçe, bebek büyüyüp doğum yaklaştıkça ana-babanın da heyecanı artar. Bir kısım bebeklerin sağlam, bir kısmının ise değişik noksanlıklarla dünyaya geldiğini tecrübeyle bildiklerinden, kusursuz bir yavrularının olması için Allah’a yalvarırlar. Mü’minler böyle yaptığı gibi, diğer din mensupları hatta müşrikler de böyle yaparlar. Çünkü müşrikler bile, o bebeği kusursuz olarak yaratıp dünyaya getirecek olanın sadece Allah olduğunu bilirler. Nitekim bazı ayetlerde “onlara yeri göğü, güneşi ayı kim yarattı? Yağmuru kim yağdırıyor, onunla yeryüzünü kim diriltiyor?” gibi sorular sorulduğunda “Allah” diye cevap verdikleri bildirilir. (bk. Ankebût 29/61, 63) Demek ki, mühim olan ara sıra, özellikle zorluk, sıkıntı ve ihtiyaç zamanlarında tevhid inancıyla buluşmak değil (bk. Yûnus 10/22; Ankebût 29/65), bunu hayatın vazgeçilmez bir umdesi halinde sürekli devam ettirebilmektir. Fakat bir kısım insanlar, bu kuvvetli iradeyi gösteremediklerinden şirke sapmakta, kendilerine lütfedilen çocuk nimetine şükredecekleri yerde, tam aksine onu Allah’a şirk koşmaya bir sebep yapmaktadırlar. Ya bunu bir “tabiat olayı” olarak değerlendirip tabiatı veya çocuklarına “Abdüşşems, Abdüllât, Abdüluzza” gibi isimler koyarak putları Allah’a ortak koşmaktadırlar. Halbuki Allah, onların koştukları bütün ortaklardan çok yüce, çok münezzehtir:

191. Bir şey yaratmak şöyle dursun, bizzat kendileri yaratılmış bulunan varlıkları mı Allah’a ortak koşuyorlar?!

192. Onlara hiçbir yardımı olmayan, bırakın onlara yardım etmeyi, kendilerine bile bir yardımı dokunmayan varlıkları mı?


Bu âyetlerde ulûhiyetin en başta gelen üç özelliğine dikkat çekilir:

Yaratma: Her şeyi yaratan Allah Teâlâ’dır. Onun dışındaki bütün varlıklar O’nun yaratığıdır. Dolayısıyla kendisi yaratılmış olan bir varlığın ilâh olması mümkün değildir.
Başkalarına yardım edebilme, onların bütün ihtiyaçlarını karşılamaya güç yetirebilme: Allah, her türlü yardım taleplerine cevap verecek kadar zengin, lutufkâr, cömert ve merhametlidir. O’nun dışında hiçbir varlık bu vasıflara sahip olamayacağı için ilâh da olamaz.

Kendi kendine yetebilme. Allah kayyûmdur; bizzat kendi kendine var olduğu gibi, başka varlıkların var olması ve ayakta durması da O’na bağlıdır. Allah samettir; O kimseye muhtaç olmadığı gibi, bütün yaratıklar O’na muhtaçtır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, kendi kendine yeterli olan ve hiçbir yönden başka bir varlığın yardımına muhtaç olmayan tek varlıktır. O’nun dışındaki varlıklar ise bizzat kendilerine bile yardım etmekten âciz olduğuna göre bunlara ulûhiyet kesinlikle izafe edilemez:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
193. Ey müşrikler! Size doğru yolu göstermeleri için onlara yalvarsanız, size cevap bile veremezler. O halde onlara yalvarsanız da, sükût etseniz de sizin için birdir.

194. Şüphesiz ki, Allah’tan başka taptıklarınız da tıpkı sizin gibi yaratılmış kullardır. Eğer siz başka türlü inanıyor ve bu konuda doğru söylüyorsanız, haydi onlara dua edin de size karşılık versinler!

195. Onların yürüyecekleri ayakları mı var; yoksa tutacakları elleri mi? Görecekleri gözleri mi var; yoksa işitecekleri kulakları mı? Onlara şöyle de: “Haydi Allah’a ortak koştuğunuz tüm varlıkları çağırın; sonra da elele vererek bana istediğiniz tuzağı kurun ve yapabiliyorsanız bana hiç göz açtırmayın!”

196. “Şüphesiz ki benim dost ve yardımcım, Kur’an’ı indiren Allah’tır. O, bütün iyi kulları koruyup gözetir.”


Putlar, hiçbir fayda ve zarar vermeye güçleri yetmeyen cansız ve şuursuz varlıklardır. Bunların doğruluk ve sapıklığın ne olduğunu bilmeleri mümkün değildir. O halde müşriklerin putlara, kendilerine doğru yolu göstermeleri için yalvarmaları da boşunadır. Bu konuda, dua etmeleri ile susmaları arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı gibi, onların duaları işitip, ona cevap verebilecek güçleri yoktur. Putlar da, kendilerine tapanlar gibi, Allah’ın yarattığı ve O’nun koyduğu kevnî kanunlara uymak mecburiyetinde olan kullardır. Hatta onlardan daha aşağı seviyededirler. Çünkü kendilerine tapanların yürüdükleri ayakları, tuttukları elleri, gördükleri gözleri ve işittikleri kulakları olduğu halde, putlar, bu gibi sıradan bir canlıda bulunan imkânlara bile sahip olmaktan mahrumdurlar. O halde onları ilâh edinmek ve onlara tapmak nasıl akıl kârı olabilir?

Küfür cephesinde inkâr, inat ve taklit duygularının zirveye tırmandığı bu noktada Peygamber’e düşen ise ancak şöyle demektir: “Ben kendi işimi yapmaya devam edeceğim. Sizin ne haliniz varsa görün. Bana karşı da ne hile yapabiliyorsanız yapın, ne tuzak kurabiliyorsanız kurun, elinizden geleni arkaya bırakmayın, bana bir an bile mühlet vermeyin. Bana göre bunların artık hiçbir ehemmiyeti yoktur; sizden de hiçbir korkum yoktur. Çünkü benim dostum, yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah’tır. Ona inanıyor, O’na güveniyor ve O’na tevekkül ediyorum. Size tebliğ ettiğim Kur’an’ı bana indiren de O’dur. O sadece beni değil, kendine inanan ve bağlanan bütün sâlih kullarını da korur, gözetir ve kollar.”

196. âyetin “Allah, bütün iyi kulları koruyup gözetir” kısmını daha iyi tefekkür edip anlayabilmek açısından manevî şahsiyetiyle ün yapmış Emevî halîfesi Ömer b. Abdülaziz (r.h.)’le ilgili şu olay dikkat çekicidir:

Bir gün vezîri, son derece yüksek bir zühd hayatı yaşayan ve oldukça dar imkânlarla geçinmeye çalışan Ömer b. Abdülaziz’e:

“–Efendim, beytülmâlden aldığınız şeylerin geçiminize kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!” dedi.

Bu teklif karşısında Ömer b. Abbdülazîz şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Eğer benim geride kalan evlâtlarım iyi, sâlih ve güzel kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak; «Allah, bütün iyi kulları koruyup gözetir» (A‘râf 7/196) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak, onların yardımcısı ve koruyucusu olduktan sonra onların ilerde karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem. Yok, iyi ve sâlih kimseler değil de aklı ermez, ne yapacağını bilmez sefih kimseler olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mallarınızı bir takım aklı ermez, nereye ve nasıl harcanacağını bilmez İsrâfçı kişilere vermeyin» (Nisâ 4/5) buyrulmuştur. Bu ilâhî yasağa rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım!” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)

Gelen âyetlerde tekrar putların acizliklerine, güçsüzlüklerine ve çaresizliklerine vurgu yapılır.

197. “Sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınızın, ne size yardıma güçleri yeter, ne de bizzat kendilerine bir yardımı dokunur.”

198. “Eğer size doğru yolu göstermeleri için onlara yalvarsanız, sözünüzü işitemezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa görmezler.”


Putlar, kendilerine yalvaranlara yardım edebilmeyi bir tarafa bırakalım, bizzat kendilerine yardım edebilecek ve kendilerinden zararı giderebilecek güçleri bile yoktur. İster hidâyet talebiyle, ister herhangi bir yardım talebiyle olsun, bırakın gereğini yerine getirmelerini, yapılan duaları işitmekten bile acizdirler.

198. âyetin “Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa görmezler” kısmına iki farklı mâna verilebilir:

Birincisi; müşrikler putlarına kıymetli taşlardan, parlak ve ışık saçan mücevherlerden gözler takar ve onları baktığı şeye doğru gözbebeğini çeviren kişi gibi şekillendirirlerdi. Dolayısıyla buradaki görme baş gözüyle görme olup, hitap, müşriklerin her birinedir. Yani sen bakınca putların sana doğru bakan kimselere benzediğini görürsün; halbuki onlar görmeye güç yetiremezler. Böylece putların işitmekten âciz oldukları belirtildikten sonra görmekten de âciz oldukları ifade edilmiştir.

İkincisi; burada hitap Resûlullah (s.a.s.)’e yapılmıştır. Buna göre mâna şöyle olur: “Ey Rasûlüm! Müşriklerin sana baş gözleriyle baktıklarını görürsün. Fakat onlar basîretleriyle senin hakikatini göremez, seni olduğun gibi fark edemezler. Gerçekte onlar senden çok uzaktırlar. Fakat iman edip peygamberliğini kabul ettikleri takdirde, basîretleri açılır ve bu uzaklık yerini yakınlığa bırakır.”

Peygamberin hakikatini basîret gözüyle görmenin mânasını anlamaya yardımcı olacak şu kıssa çok ibretlidir: Sultan Mahmûd Gazi, şeyh Ebü’l-Hasan Harakânî (k.s.)’u ziyarete vardı. Bir müddet oturduktan sonra şeyhe:

“–Bâyezîd-i Bistâmî hakkında ne buyurursun?” diye sordu. Şeyh Harakânî:

“–O öyle bir adamdır ki onu gören doğru yola ve apaçık bir saadete erer” diye cevap verdi. Sultan Mahmûd:

“–Bu nasıl mümkün olabilir? Ebû Cehil, Resûlullah (s.a.s.)’i gördüğü halde ebedî saadete ulaşamadı ve şekavetten kurtulamadı” diye itirazda bulundu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan:

“–Ebû Cehil, Resûlullah (s.a.v.)’i görmedi. O sadece Ebû Talib’in yetimi Abdullah’ın oğlu Muhammed’i gördü. Eğer Resûlullah’ı görseydi şekavetten kurtulur, saadete nâil olurdu” diye cevap verdi, bu âyeti okudu ve: “Baş gözüyle bakmak, bu saadete ulaşmak için yetmez. Bilakis bunun için sır ve kalb gözüyle bakmak gerekir. İşte Bâyezîd’i kim bu gözle görürse saadete erer” dedi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 378)

Gerçeği görüp ebedî saadete erişmenin yolu, Rabbimizin şu buyruklarını can kulağıyla dinleyip gereğini yapmaktır:

199. Rasûlüm! Sen yine de af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.

Üç mühim husustan meydana gelen bu âyeti kerîme, emir ve yasaklara dair dinin bütün esaslarını hülâsa eder:
Af ve kolaylık yolunu tut: Öncelikle affedici ol. İnsanların eksiklerine ve kusurlarına bakma. Kusurları bağışla, suçluları ve özür dileyenleri affet. Katılık ve sertlikten uzak dur. Beşerî münâsebetlerde hep müsâmaha ve kolaylık yolunu tut. Önce sen, sana kolay gelecek şeyleri yap, insanlara da kolaylıkla yapabilecekleri şeyleri söyle. Onlara zor gelecek ve sıkıntı verecek şeyleri isteme. Şiddet ve zorluk taraftarı olma. İnsanlardan vergi alacağın zaman da, onlara zorluk ve sıkıntı vermeyecek şekilde hayatî ihtiyaçlarından fazla olan mallardan vergi al.

İyiliği emret: Burada “iyilik” olarak tercüme ettiğimiz اَلْعُرْفُ (örf), “Allah’ın kitabına, Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve akl-i selîm sahibi kimselerin değerlendirmesine göre yapılması gerekli, yapılması yapılmamasından daha iyi, varlığı yokluğundan hayırlı, güzel ve faydalı bütün işler”dir. Buna göre “örf”, sadece yapılması farz olan işleri değil, aynı zamanda mendup olan, dinin hüküm ve hedeflerine ters düşmemek şartıyla aklı selimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet haline getirdiği her türlü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri de ihtiva eder.

Câhillerden yüz çevir: Kendini ve Rabbini bilmez cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine aynı ile karşılık vermeye kalkışma. Onlarla oturup kalkma, onlarla münazara ve münakaşadan sakın. Yanlışlarını düzeltmek ve kendilerine doğruları öğretmek üzere beraber olduğunda onlara karşı hilimle muamele et. Sana yaptıkları kötülükleri görmezlikten gel. Çünkü bazı cahiller, onlarla alakadar olduğun esnada akılsızca davranmaya, sana eziyet etmeye, gülmeye ve alay etmeye kalkışabilirler. Bunlara karşı dikkatli ol.

Hadis-i kudside şöyle buyrulur: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman, sana zulmedeni affetmendir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438)

Bu ilâhî talimatlara harfiyen uyan Allah Resûlü (s.a.s.), kötü söz söylemez, çirkin iş yapmaz, çarşı pazarda bağırmaz ve kötülüğe kötülükle karşılık vermez, affeder ve bağışlardı. (bk. Tirmizî, Birr 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 174, 328)

İslâm’ın bu güzelliklerini yaşamada başarılı olmanın yolu, şeytanın vesvese ve tahriklerine karşı uyanık bulunup ayaklarımızın Allah’a taatte sabit olmasıdır:

200. Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

201. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, içlerinde şeytandan gelen bir kışkırtı duyar duymaz, hemen Allah’ı hatırlayıp gerçeği görürler.


200. âyette geçen اَلنَّزْغُ (nezğ) kelimesi, tahrik etmek, batırmak, kışkırtmak, vesvese vermek ve iki kimsenin arasını bozmak mânalarına gelir. Burada şeytanın kişiye vesvese verip onu günaha kışkırtması, bir kimsenin bindiği hayvanı tahrikine benzetilir. Sahibi tarafından tahrik edilen hayvan nasıl rahatsız olur, harekete geçer ve tuhaf hareketler yaparsa, şeytanın iğvâ verdiği insan da aynı şekilde davranmak durumunda kalır. Bu sebeple âyet, şeytanın, Allah’ın emrinin aksi istikamete yönlendirmek, kızdırmak, gayr-i ahlâkî şeyleri emretmek gibi tahrikleri karşısında hemen Allah’a sığınmayı emreder. Çünkü Allah’a sığınan insan, O’nun rahmetinin büyüklüğünü ve azabının şiddetini düşünerek kendine çekidüzen verme imkânı bulur. Yine Allah’a inanan, O’nun her şeyi işittiğini ve bildiğini düşünen bir insan, kurtuluşun O’na teslimiyette olduğunu anlar ve şeytanın vesveselerine yem olmaz. Bu mücadeleye devam ettikçe gönlündeki takvâ duyguları da gelişmeye başlar. Nihâyetinde müttaki bir kul olur. Takvâ mertebesine erişmiş olanların, şeytanın iğvâsına karşı dirençleri daha kuvvetli olur. Onun şerrinden tümüyle emniyette olmasalar da, şeytandan kendilerine çok az bir vesvese dokunduğu; içlerinde en küçük şeytânî bir his, zararlı bir duygu, yıkıcı bir düşünce oluştuğu zaman bile hemen durup düşünürler, Allah’a sığınmak gerektiğini hatırlarlar, böyle durumlarda Allah’ın razı olacağı en doğru davranışın nasıl olacağını tespit ederek, gerçeği görerek ona göre davranırlar. Tabir yerindeyse gözlerini dört açarlar; kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen bu yanlıştan uzaklaşırlar.

Şeytan taşlama sadece hac ibâdetini ifâ ederken Minâ’da olmaz. O sadece bir temsildir. Ondan devamlı Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü “kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” derken şeytanın vasfı olarak geçen “taşlanan” mânasındaki “racîm” kelimesi süreklilik ifade eder. Dolayısıyla onun devamlı taşlanması gerekir. Sâlih amellerle de bunun kuvvetlendirilmesi lazımdır. Allah Teâlâ: “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer” (Ra‘d 13/28) buyurur. Kalp itminan buldukça ruh kuvvetlenir ve şeytana karşı mukavemeti ve mücadelesi artar.

201. âyetten de şu işârî mânalar anlaşılabilir:

“Müttakîlere şeytanın vesvesesi ve dürtmesi, Allah’ın zikrinden gâfil oldukları zamanlarda dokunur. Eğer onlar kalpleriyle Allah’ın zikrine devam ederlerse, şeytanın vesvesesi onlara dokunamaz. Çünkü şeytan, Allah’ı müşâhede etmekte olan bir kalbe yaklaşamaz. Bu durumda oradan uzaklaşır, pusup gizlenir. Fakat her bir kılıç için bir isabet edememe; her bir âlim için bir sürçme, çelişme; her bir kulluk yapan için bir zorluk; her bir hedefe yönelen için bir yorgunluk, bıkkınlık; her bir yürüyen için bir duraklama ve her bir ârif için bir perdelenme olması mümkündür. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bile: “Bazan kalbim buğulanır” (Müslim, Zikir 41) buyurarak, kendisine de, başkalarına arız olan bazı şeylerin arız olduğunu haber vermektedir. Yine Efendimiz: “Hiddet, ümmetimin seçkinlerine bile arız olur” (Taberânî, Mu‘cemü’l-Kebîr, XI, 194) buyurarak, rütbelerinin yüksek olmasına rağmen, onların bile bazı durumlarda hiddetten kendilerini kurtaramayıp, hilim halini devam ettiremediklerini bildirir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 375)

Demek ki, daimî zikir halinde bulunup şeytanın vesvesesinden tam anlamıyla uzak durabilmek kolaylıkla ulaşılacak ve muhafaza edilecek bir mertebe değildir. Mühim olan onun tesirini azaltmak ve mümkün olduğunca şerrinden Allah’a sığınabilmektir. Yoksa onun, insana olan düşmanlığı ve onunla uğraşması bitecek gibi değildir. Nitekim:

202. Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler, bir daha da yakalarını bırakmazlar.

“Şeytanın kardeşi” (A‘râf 7/202) denilecek kadar inkâr ve günahlara saplanmış olanlara gelince, dostları olan şeytanlar onları azgınlığa sürükler; azgınlıklarını daha da arttırırlar. Şeytanın en küçük vesvesesi karşısında hemen Allah’a sığınan müttakîlerin aksine, bu günahkârların Allah akıllarına gelmez, böylece azgınlık yapmakta kusur etmez ve bundan geri durmazlar. Şeytanlar da onların yakalarını bir daha bırakmazlar; onların günah, fesat ve azgınlık temayüllerini daha da güçlendirirler. Böylece onlar şeytanlıkta azdıkça azar, saptıkça sapar ve helak uçurumlarına yuvarlanır giderler.

Şeytanın insanlara olan bu düşmanlığı şu âyet-i kerîmelerde dikkat çekici bir üslupla beyân edilir:

“İblîs şunları söyledi: «Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın.»” (A‘râf 7/16-17)

Artık şeytanın kardeşi haline gelmiş kâfirlerin durumuna müşahhas bir örnek olması bakımından şöyle buyruluyor:

203. Onlara istedikleri türden bir mûcize getirmediğin zaman: “Onu da bir taraftan derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben, ancak, Rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, Rabbinizden size gelen ve gerçeği gösteren belgeler, iman edenleri doğru yola ileten bir rehber ve rahmettir.”

Bahsedildiği şekilde bütünüyle şeytanların güdümüne girmiş müşrikler, inanmak maksadıyla değil, sırf onu zor durumda bırakmak ve insanlar karşısında küçük düşürmek için Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’den dağları altın yapmak, yerden pınarlar fışkırtmak, göğü parçalayıp üzerlerine indirmek gibi (bk. İsrâ 17/90-93) mûcizeler isterlerdi. Ancak peygamberler, Allah’ın izin verdiği mûcizeyi gösterme imkânına sahipken, izin vermediğini göstermeleri olacak şey değildi. İşte Efendimiz (s.a.s.), onların istediği mûcizeyi göstermediği zaman müşrikler alaylı bir edâ içinde: “Zaten önceki gösterdiklerini de sağdan soldan toparlayarak gösteriyordun; şimdi istediğimizi de bir şekilde toparlayıp göstersene!” diyorlardı. Veya zaman zaman vahiy kesiliyor, âyetler gelmez oluyordu. Çünkü vahiy, tamâmen Allah Resûlü (s.a.s.)’in dışında, Allah Teâlâ tarafından kontrol ve idare edilen bir hadiseydi. Peygamber Efendimiz’in istediği zaman istediği vahyi alabilme hak ve salahiyeti yoktu. Bu durumlarda da yine o müşrikler atılıp: “Zaten önceki okuduğun âyetleri de oradan buradan derleyip toparlıyordun; haydi yine toparlasana” diyorlardı. Bu şekilde Allah Resûlü (s.a.s.)’in peygamberliğine dil uzatmak istiyorlardı. Bu durumlarda Efendimiz’in verdiği cevap hiç değişmiyordu: “Benim vazifem, sizin istediğiniz gibi hareket etmek, istediğiniz mûcizeleri göstermek, âyetleri getirmek değil, sadece ve sadece Rabbimden bana vahyedilen tâlimatlara tâbi olmak, onların tarif ettiği bir kulluk yapmaktır.”

Efendimiz’in, Rabbinden gelen vahiylere, emir ve yasaklara kayıtsız şartsız uyması, şüphesiz bütün insanlık için güzel bir örnektir. İnsana düşen, o yüce Peygamber’e dil uzatmak değil, onu en büyük nimet bilip, ona ve onun getirdiği Kur’an’a bütün gücüyle ve kuvvetiyle sarılmaktır. Çünkü Peygamber bu ittibaya lâyık en büyük insan, Kur’an bu itaata lâyık en yüce kitaptır. Burada Kur’an’ın üç mühim vasfına yer verilir;

بَصَاۤئِرُ (besâir): Kur’an, hakikatin ortaya çıkmasını sağlayan kesin bilgiler ve deliller ihtiva eder. İnsanların din ve dünya hayatlarıyla alakalı doğru bilgiler verir, akılları aydınlatır, itikadı düzeltir, kalpleri tenvir eder.

هُدًى (hüdâ): Kur’an fert ve topluma rehberlik yapar, onların kurtuluşunu sağlar.

رَحْمَةٌ (rahmet): Kur’an netice itibariyle kendisine inanan ve tâbi olan fert ve toplumları gerçek iyiliğe, ebedi nimete, saadet ve selâmete ulaştırır.

O halde:

204. Kur’an okunduğu zaman hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup dinleyin ki rahmete eresiniz.


Böyle pek yüce vasıflara ve tarifi imkânsız kıymete sahip olan Kur’an okunduğu zaman, inananlarına düşen vazife, onu can kulağıyla, bütün ruhuyla dinlemek, gönül kapılarını onun mânalarına açmak ve nefes almazcasına, kılı kıpırdamazcasına, tam bir teslimiyet ve konsantre içinde susup o şekilde dinlemektir. Kur’ân-ı Kerîm’i böyle dinlemek, ilâhî rahmetin tuğyan edip, coşkun bir ırmak gibi dinleyenleri kuşatmasına vesile olacaktır. Çünkü susmak güzel bir şekilde dinlemeye, iyi dinlemek basîretin açılmasına, basîretin açılması manevî duyguların harekete geçip kişinin iman ve sâlih amellere yönelmesine, iman ve sâlih ameller de ilâhî rahmete ve nimete ermeye sebep teşkil eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’e gösterilmesi gereken tâzim ve ihtimamın derinliğini anlamak bakımından şu misaller pek ibretlidir:

Hz. Ömer ve Hz. Osman her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullah b. Ömer (r.a.) da her sabah Mushaf’ı eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:

“Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, et-Terâtibu’l-idâriyye, II, 196-197)
İkrime (r.a.) Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve:

“Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifade ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 272/5062)

Önceleri, mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Hz. Enes, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rastgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Bu suları aynı zamanda şifa niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, et-Terâtibu’l-idâriyye, II, 200)

Âyetin işârî mânası şöyledir: Susmak, iyice dinlemek için; iyice dinlemek de kulaklar için şarttır. “Susun” emrindeki işaret şudur: Zahir kulaklarınızla dinlemek için zahir dillerinizle susun. Bâtın kulaklarınızla dinlemek için de bâtın dillerinizle susun. Umulur ki hakiki kulakla dinlemekle rahmete erersiniz. Hakiki kulak ise “Ben onun kulağı olurum da benimle işitir” (Buhârî, Rikak 38) kudsî hadisinde bahsedilen kulaktır. Kim Kur’an’ı Yaratıcısı’nın kulağıyla dinlerse onu asıl okuyandan duymuş olur. İşte “Rahman, Kur’an’ı öğretti” (Rahmân 55/1-2) ayetlerinin sırrı budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 389)

Bu sırra erişin en mühim yolu, zikrin ruha işlemesi ve gelen ayetlerde tarif edildiği şekilde kişinin Rabbini daimî olarak zikretmesidir:

205. Rabbini sabah akşam içten içe, boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret! Sakın gâfillerden olma!


Âyet-i kerîme gizli zikri emretmekte ve onun âdâbını öğretmektedir: Bu zikir iç âlemle, gönülle, ruhla yapılacaktır. Tazarru ve yakarış içinde, yalvararak ve ürpererek, kalben ve fikren yapılacaktır. Sesli olmayan bir sözle, yani sırrî olanın biraz üstünde, yalnızca kendin işitecek kadar bir sesle yapılacaktır. Sabah ve akşamları, yani bütün vakitler, kesintisiz yapılacaktır. Böyle olunca gaflet gidecek, kalp daima uyanık olacak ve kişi Rabbiyle beraberlik şuuru içinde ve O’na muhabbetlerin en yücesini duyarak Allah’ı zikre devam edecektir. Bu şekilde yapılan zikir ibâdetlerin en faydalısı olup, mü’minin mâneviyatının ve ahlâk-ı hamîdesinin gelişmesine yardımcı olur.

Âyetin işârî açıklaması şöyledir:

“Rabbini içten içe zikret”: Allah’ın emrettiği amellerle nefsinin fiillerini, Allah’ın ahlâkıyla da nefsinin ahlâkını değiştirmek ve nefsinin varlığını Allah’ın zâtında yok etmek suretiyle fiillerle, ahlâkla ve zât ile O’nu içinden zikret. Nitekim bir kudsî hadiste: “Kulum beni kendi içinde zikrederse ben de onu kendi içimde zikrederim” (Buhârî, Tevhid 15, 43; Müslim, Zikir 18-19) buyrulur. Bu da “Siz beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) ayetinin sırrını ifade etmektedir. Tıpkı kelebeğin, kendi zâtını onun zâtında yok ederek içinden mumu anınca, mumun da onu kendi bekasıyla bâkî kılarak anması gibi. Ancak Allah misil ve misalden münezzehtir.

“Boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret”: Yalvarmakta zorlama vardır. Çünkü zikrin başlangıcında, nefsin fiillerini şeriatin emrettiği ameller ile değiştirmek gerektiğinden zâhiren bir kısım zorluklar olur. Zikrin orta hâli Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp tarikatın âdâbıyla edeplenmek sûretiyle gizli ve içten olur. Zikrin nihayeti, hakikat nurlarıyla zâtını Allah’ın zâtında ifnâ etmekle olur ki, bu makama gelen kişi sözle açıktan zikretmekten men olunur.

“Sabah akşam zikret”: “Sabah”, ezel sabahına, “akşam” ise ebed akşamına işaret eder. Çünkü hakiki zikir ve hakiki mezkûr, hakiki zâkirdir. Hakikatte zâkir ve mezkûr, ezelî ve ebedî olan Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ ezelde “Siz beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) buyurmuştur. Allah’ın kulları ezelde zikretmesi, onlara hitap ettiği zamanda olmuştur. Aslında zâkir de mezkûr da O’dur. Dolayısıyla hakîki mânada Allah’ı, Allah’dan başka kimse zikredemez. Bu sebeple Allah Teâlâ: Sakın hakîkatte zâkir ve mezkûrun Allah Teâlâ olduğunu bilmeyen “gafillerden olma” buyurur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 393)

Kalbin devamlı Allah’ın zikriyle hemhâl olması ve ondan bir an gafil kalmamasını izah bakımından şu misâl pek ibretlidir:

Rivayete göre Îsâ (a.s.), teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş, hasta bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Hz. İsa, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allah’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi. Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, s. 384)

Allah’a güzel kulluğun müşahhas bir örneğini vermek üzere buyruluyor ki:

206. Şüphesiz ki Rabbinin huzurunda bulunan melekler, asla büyüklenip O’na ibâdetten geri durmazlar. O’nu dâimâ tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.

“Rabbin katındakiler”den maksat, “O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar” (Zümer 39/75) âyetinde bahsedilen Allah’a yakın meleklerdir. Bunlara aynı zamanda “Mele-i A’lâ” denilir. Bunlar büyüklenip Cenâb-ı Hakk’a kulluktan bir an bile geri durmazlar. Daima O’nu tesbih ederler ve O’nun için secde ederler. Bu hususta diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’a aittir. O’nun yakınında bulunan melekler ise, ne büyüklenip O’na ibâdetten yüz çevirirler, ne de yorulurlar. Gece gündüz usanmadan, ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.” (Enbiyâ 21/19-20)

Âyetlerde bahsedildiği üzere Allah’a yakınlıkları âşikâr olan melekler bile Allah’a kulluk etmekten bir an geri durmayıp tesbih ve secde ederek kulluğa devam ettiklerine göre, her an günah işleme durumunda bulunan insanların ibâdete daha çok ihtiyaçları bulunduğu açıktır. Buna göre yaratılış maksatları kulluk olan insanların, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dil ve kalpleriyle O’nu tesbih etmeleri, O’nun karşısında tam bir tevazu ile secdeye kapanmaları; Allah’ın rızâsını nefsânî isteklerinden üstün bilip âyette örnek gösterilen melekler gibi bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmaları istenmektedir.

Bu âyet-i kerîme okunduğu vakit tilâvet secdesi yapmak gerekir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tilâvet secdesi hakkında şöyle buyurur:

“Âdem oğlu secde âyetini okuyup da secde ettiği zaman şeytan ağlayarak çekilir ve kendi kendine «vay» diyerek hayıflanır ve «bu kişi secde ile emrolundu, secde etti, ona cennet var; ben ise secde ile emrolundum isyan ettim, bana da ateş var» der.” (Müslim, İman 133)

Bundan sonra, bir mânada güzel ahlâk, takvâ, zikir, ibâdet ve secde ile ulaşılacak cennet ganimetlerini hatırlatan Enfâl sûresi gelmektedir:
 
Üst Alt