Avrupalıların Tengri’yle tanışması

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
Murat Adji’nin, Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fahri UNAN’ın Türkçe’ye çevirdiği “Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi” adlı eserinde Kıpçak Türklerinin Batı dünyasıyla ilk tanışma bölgesi Kafkaslar olarak gösteriliyor. Bakın bu buluşma ve sonrasında Avrupa’nın, üstün Türk inanç ve kültüründen etkilenişi nasıl açıklanıyor:

Derbent kapılarının gerisinde uzanan ülke, Kıpçakları kendisine çekti. Kendi bilinmezliğine çekti. O, farklı kültürüyle, Doğu bozkır dünyası için yeni idi. Türkler, Avrupa ve Roma imparatorluğunu, tabii ki, daha önce işitmişlerdi. Fakat, onları hiç görmemişlerdi.

Kendilerini bir çıkmazda bulan Türkler, Gök Tanrı’ya inanıp güvendiler…

Deşt-i Kıpçak, kendi düzenli hayatını devam ettirdi: İnşaat yaptılar, demiri erittiler, ürünler ve hayvanlar yetiştirdiler. İnsanlar, bayramları ve düğünleri kutladılar; çocukların doğumuna sevindiler; yakınlarının öteki dünyaya göçüşüne üzüldüler. Her şey, her zamanki gibiydi. Hayat, mutad yoluna acele etmeden aktı.

Kafkas’ta Türk köyleri ortaya çıktılar; yeni şehirler yükseldiler. Onlardan biri de Hamrin’dir. Şehir, Kafkas tarihçilerinin yarısından çoğunun zikrettikleri kutsal bir ağaçla şöhret bulmuştu. “Tengri-Han” adlı ağaçla.

Şüphesiz, sözü edilen, paganlardaki gibi, alelade bir kutsal ağaç değildir… Hiç de değil… Türklerde, kendisinde Yüce Tengri’nin yaratmış olduğu her şeyin birleştiği bir “evrensel ağaç” efsanesi yaşıyordu. (Bu durumda, “Hoday” –“Kurucu”, “Yaratıcı” – sözüyle Tengri’ye yönelmek adetten idi).
Evrensel ağaçla ilgili öğreti, tam bir ilimdir; onu kavrayan kişi, bilge (hakim) oluyor. O, bir dünya modeli görüyor ve dünyanın nasıl yaratıldığını anlamaya başlıyor. Bu ilme Avrupa’da felsefe diyorlar.

Evrensel ağacın dalları göğe ulaşıyorlar, Tanrı’ya ve kuşlara ait oluyorlar. Ağacın kökleri derine, Cehenneme, Yılan’ın krallığına gidiyorlar. Gövdesi ise, dünyanın ortasında bulunuyor; burada insanlar, atlar ve vahşi hayvanlar yaşıyorlar.

Hayat ağacı, ebedidir; Tanrı’nın ebedi oluşu gibi. Onu görmek mümkün değildir; Tanrı’yı görmek mümkün olmadığı gibi.
Efsaneye göre, ruhlar ve fikirler hayat ağacının üzerinde, bir dünyadan öbürüne geçiyorlar. İnsana asıl o, evrensel ağaç bilgi veriyor… Hamrin şehri, ya bilgelerin ve filozofların şehri olduysa? Ya burada, evrensel ağacın dallarının örtüsü altında, Kıpçaklar, Tengri’nin nasihatlerini diledilerse?.. Etraf düşman bir dünya ile çevrili.

Sonradan Hamrin şehrinde tapınaklar, daha sonra da mescitler yaptılar. Fakat ağaç, şehrin asıl kutsalı olarak kaldı… Şimdi orada Kayakent köyü var. Tam bir şehir planlı köy. Köyün kenarında ise, geçmişin hatırası olarak, kutsal “Tengri-Han” ağacı yetişiyor… Kumuklar, tabii ki, bazı şeyleri unuttular; hayat ağacı hakkında fazla bir şey bilmiyorlar; fakat, Kayakent köyünde yetişen ağaca yönelik hususi saygıyı muhafaza ediyorlar.
O sırada –III. yüzyılda– dünyada büyük hadiseler filizleniyordu. Bunlar, Derbent duvarlarının yanı başında başladılar ve önceleri Türkler olmaksızın yol aldılar. Fakat, onların önde gelen iştirakçilerinin ve başlıca itici güçlerinin aslında Kıpçaklar olması gerekiyordu.
Eskiçağ bilgeliği, “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz”, diye öğretiyor.

İnanılmaz bir şey, ama gerçek; Derbent kapıları kendileri açıldılar!.. Bozkırlıların katkısı olmadan. Malumdur ki, temiz fikirleri Gök (Tengri) göndermiştir; onlar iz bırakmadan geçip gitmiyorlar. Sonraki Kafkas ve bütün Avrupa tarihi, bu kanaati veriyor.

Kendilerine ait olan uzak Kafkas-ötesinde, İran’la yaptıkları savaşı ümitsiz bir şekilde kaybeden Ermeniler, Kıpçakların gelişini haber almışlardı. Onlara güçlü bir müttefik gerekliydi; Ermeniler, Hamrin şehrine giden yolu buldular. Avrupa’da Türkleri ilk olarak onlar tanıdılar. Derbent’in atlılara yol vermesi için her şeyi yaptılar.

Hazar’ın batısı Türklerin hakimiyetinde…


Ermeni kralı I. Hazroy, müttefik konusunda yanılmamıştı. Kıpçaklar, düşmanı savaşta tam bir bozguna uğratarak, onu korkunç bir biçimde yere serdi. Savaş bununla bitti. Ermenistan, İran’ın idaresinden çıktı; Türkler ise, Derbent’i ve Hazar’ın batı sahillerinin tamamını hakimiyetleri altına aldılar…
Bugünkü Azerbaycan’da o güzel zamanlardan kalma bir çok iz vardır. Mesela, Kıpçak köyü ve Gence şehri. Hatta, çok az tanınan başka köylerde ve şehirlerde bile Büyük kavimler göçü devirlerinin hatıraları vardır. Gusar şehrine dikkatlice bakmak gerek; bu, onun bugünkü ismi; fakat, anlaşılan, Geser isminden geliyor… Türk dünyası, o sırada –III. yüzyılda–, Kafkas’a her türlü hakka sahip olarak girdi. Buraya kök saldı. Ebediyen, Kafkas ve bütün Avrupa kültürlerinin bir parçası oldu! En inanılmayacak buluşlar, burada böyle mümkün oldu.

Türklerin Kafkas’a girişi, dünya tarihinin olağanüstü bir hadisesi idi! Atlıların gücü (herkesin hesaba katmak zorunda olduğu yeni bir ordu), müstakbel Büyük kavimler göçü, onun görünen perspektifleri (Kıpçakların ufkunda Avrupa, Yakın ve Orta Doğu göründü), bu hadise içindedir.

O sırada, her şey, Kafkas’taki sıkı siyasi yumakla bağlantılıydı; her şey kendi devamını bekliyordu. Zaman, global tarihi hadiseleri hızlandırmaya hazırlanmış, bir zemberek gibi sıkılmıştı. Dünya, başka bir dünya olmaya hazırlanıyordu.

Avrupa’da antik çağın altına bir çizgi çeken ve orta çağı başlatan, asıl Türklerin Avrupa’ya gelişleridir!

Yeni bir Avrupa, artık Türk Avrupa başlıyordu!


O, ilk gençlik çağından delikanlılık çağına geçmiş gibiydi… Ne yazık ki, tarihçiler, bu fevkalade mühim hadisenin farkına varmadılar.
Kafkas, elbette, eskiden dünya politikasında hususi bir rol oynamıştı; o, Doğu ve Batı arasında sınırdı. İki dünyanın sınırı! İran’ın ve Roma imparatorluğunun çıkarları, uzun zaman burada kesişti: Yüzyıllarca kanlı savaşlar oldu.

Ayrıca, batı dünyasında demir yapımının bilindiği tek yer sadece Kafkas değildi. O demir ki, altından daha değerliydi. (Gerçekte, demiri burada eritemediler; düşük kaliteli olmaktaydı; benzerlerini Karpatlarda Keltler yaptılar). Fakat yine de, onlara sahip olmadan savaş, hayata değil, ölüme götürürdü. Kafkas metali olmasaydı, Roma imparatorluğunda sonsuza kadar bronz çağı olurdu. Burada demir yapmasını bilmiyorlardı. Onun için, lejyonerlerinin pusatlarını bile bronzdan yapıyorlardı. İran dahi Kafkas demirini kullanıyordu.

Türkler, Kafkasya’da İran ordusunu bozguna uğrattıkları zaman, her şey birden tersine döndü; her şey hiç beklenmedik bir biçimde değişti. Yüzyıllar içinde teşekkül eden dünya politikası, bir günde çöktü. Gürültüsüz, çatırtısız çöktü. Fakat bunu, ancak çok tecrübeli insanlar anlayabilirdi.

Kıpçakların arasında böyleleri bulunmuyordu. Onlar, Avrupa’da olup biten şeylerin çoğundan, umumiyetle habersizdiler. Kendi zaferlerinin meyvelerini bile tatmadan, Kafkasya’dan ayrıldılar; orayı başkalarına bıraktılar.

“Sahipsiz” kalan Kafkasya’da ise, o zamanın kurnaz tilkilerinden ve bilge politikacılarından, Roma imparatoru Diokletian acele etmeye başladı. Avrupa, onun hakimiyeti altında bulunuyordu; şimdi o, dünyanın sahibi olabileceğini hissediyordu.

Diokletian, 297 yılına doğru, bütün Kafkasya’yı hakimiyeti altına aldı. Sonra, zayıflamış olan İran üzerine saldırdı; onun en zengin eyaletlerini ele geçirdi. Sefer hızlı olmuştu. Muzafferane. Roma çok sevindi. Artık, imparatorluğun “Altın Çağı”nı konuşuyorlardı. Başarının böylesini hiç kimse beklememişti; imparatorun kendisi bile.

Fakat zafer çok kolay elde edilmişti. Şüphe uyandıracak kadar kolay; bu durum, Diokletian’ı kuşkulandırdı.
Farslar karşısında kazanılan bu zaferdeki felaketi, sadece o hissetti. Sonradan Ermenistan’da patlak veren isyan, imparatorluğun üzerine kaçınılmaz bir duvar gibi çöken bu felaketin uzak habercisiydi.
Ermenistan’daki isyanı, tabii ki, bastırdılar. İsyanı tertip eden Hristiyanları hapse attılar. Fakat, bu artık hiçbir şeyi değiştiremeyecekti. Ermeniler büyülenmiş gibiydiler. Neredeyse olması gereken, çok mühim bir hadiseyi bekliyorlardı. Hıristiyan Grigoriy’in önceden haber verdiği mucizeleri bekliyorlardı.
Bu Grigoriy, gök yüzünde ateşten bir sütun ve onun tepesinde bir haç görmüştü. Haçtan –yıldırımdan çıkar gibi– parlak bir ışık yayılıyordu.
Ermeniler, o sırada, haçın kurtarıcı gücüne henüz inanmıyorlardı; pagan idiler. Ama, buna karşılık, herkes, altında Kıpçakların savaştıkları haçlı bayrakları (Gök Tanrı’nın sembolü) çok iyi hatırlıyordu. Hayret içerisinde kalmışlardı. Grigoriy, gök yüzünde tıpatıp böyle bir haç görmüştü! İlahi bir işaret.

Onlar, “Türklere Gök Tanrı’ları yardım ediyor” diye düşündüler.

Her şeye kadir Türk Tanrısı hakkındaki rivayet, Avrupa’ya bir rüzgar hızıyla yayıldı. Onu, dünyayı Roma’nın hakimiyetinden kurtaran atlılarla ilgili İsa’nın (İsus Hristos) kehanete benzeyen sözlerini tekrarlayarak, Hıristiyanlara yaydılar. Bu kehanet, Hıristiyanların belli başlı kitaplarından biri olan Apokalipsis’te yazılıydı! Onunla yaşadılar. İnsanlar, her satırı, çevrelerinde olup biten şeylerle karşılaştırarak okudular ve tekrar okudular. Her şey tam da böyle olmuştu; onun söylediği gibi; ona Hristo adını verdiler.

Gökyüzünde Tengri’nin parlayan haçını gören Grigoriy, herkese “Kehanet hakikat oldu. Bekleyiniz.” dedi… Ermenilerin onu daha sonra kendi Eğitimci-Bilgi yayıcı-Hakimleri olarak tavsif etmeleri, bu sözler dolayısıyla değil midir?

Zafer pek yakındı; o kendisi gelmeliydi.

Kuşkusuz, Türkler Avrupa’da olup biten şeyler hakkında bir şey bilmiyorlardı; hatta tahmin bile etmiyorlardı. Onlar, kesinlikle hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlara, genç Ermeni papazı henüz gelmemişti. Ona, Grigoris adını verdiler; o, Hakim Grigoriy’in torunuydu. On beş yaşına yeni gelmiş bir gençti. O, başını eğerek selamladı ve kırık bir Türkçe ile, Kıpçakların hükümdarıyla görüşmek istedi.

Demişti ki: “Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”

TÜRKLER VE HRİSTİYANLIK


Genç piskopos Grigoris niçin gelmişti? Handan ne istiyordu? Hayır, askeri yardım değil.
Ermeniler, bu kez, onların galip gelmelerinin sebeplerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar (paganlar, ateistler), Türkleri yenilmez bir kavim yapan Gök Tanrı inancını kabul etmek istiyorlardı.

Hıristiyan piskopos Grigoris, Gök Tanrı inancını öğrenmek ve sonra kendi kavmini bilgilendirmek için gelen ilk Avrupalıdır. Aslında o, Geser’in ve Han Erke’nin faaliyetlerini devam ettirmek istiyordu; fakat artık Avrupa’da!..

Belirtmek gerekir ki, Avrupa’da Gök Tanrı’yı duymamışlardı bile. Yahudiler putlara (terafim) ve pagan tanrılarına (elohim) dua ediyorlardı. Romalılar, Jüpiter’e tapınıyorlardı. Her yerde putperest çok-tanrıcılığı ve açık bir barbarlık hüküm sürüyordu.

Hıristiyanlar, umumi olarak, hiçbir tanrıya inanmıyorlardı. Tanrıları inkar ve kendilerini ateist olarak tavsif ediyorlardı. Sadece, atlıların –Gök Tanrı’nın Elçisi’nin habercilerinin– gelişlerini bekliyorlardı… Ve işte atlılar zuhur ettiler!

Kıpçakların Roma imparatorluğunun sınırlarında belirmelerini, onların İran karşısındaki parlak zaferlerini ilk önce Hıristiyanlar fark ettiler. Yabancılar hakkında konuşmaya başladılar. Onlar çok farklı idiler:

Demirden pusatları ve teçhizatları, Türkleri, Avrupalıların gözlerinde başka bir dünyadan gelmiş yabancılar yapmışlardı. Aslında doğrusu da böyleydi. Onlar, Tengri’nin yüce göğü altında yaşayan aydınlık bir dünyadan gelmişlerdi.

Paganist Avrupa, onları tepeden tırnağa süzdü; yayanın atlıya ancak böyle bakması gerekir. Avrupa, aslında Türklerden geri idi: Tanrı’ya inanma, onun için erişilemez kadar değerliydi! Demiri Türk kavmine hediye eden Tanrı’ya.

Bu sözlerin manasını anlamak için basit bir örnek yeterlidir: İyi bir demir kılıç darbesi, bronz kılıcı ikiye bölmüştü. Başka bir ifadeyle, göklere çıkarılan Roma ordusu, Kıpçakların önünde sanki silahsızdı. Ağaç sopalı vahşiler gibi…

Roma imparatorluğunun inkırazı hakkında çok şey söylemek, pek çok faraziye ve tahmin sıralamak mümkündür; fakat bu basit gerçeği göz önünde bulundurmadan yapılan bütün konuşmaların boşuna olacağı açıktır.

Türk Tengri’si demiri sembolleştirdi, Roma’nın Jüpiter’i ise bronzu. Demirin bronz karşısındaki zaferi nasıl mukadderse, Kıpçakların zaferleri de öyle mukadderdi. Roma imparatorluğu, ölüme mahkumdu; onun mukadderatı, sadece zamana ve Kıpçakların arzularına bağlıydı.

Ermenilerin piskopos Grigoris’i Türklere göndermelerinin tesadüf olmadığı açıktır. Onlar, belki, Avrupa’da, müstakbel hadiselerin seyrini sezen yegane kimselerdir. Bu yüzden, can çekişmekte olandan uzaklaşmaya başladılar; ancak Roma henüz ölmüş değildi.

Genç Ermeni piskopos, işte bunun için Derbent’e gelmişti. O, vaftizi (Türkçe “arı-sil” veya “arı-alkın”) kabul etti. Onu, üç kere, gümüş haçla kutsanmış suya daldırıp çıkardılar.
Suyla takdis, Tengri dininin mühim bir törenidir. Dine girme! Diğer bir deyişle, Türk dünyasına. Bu bir Altay kaynaklı törendir; çünkü Eski Altay’da, yeni doğmuş çocukları buzlu vaftiz teknesine batırıp çıkarırlardı. İnsan, bu banyodan sonra Sonsuz Mavi Gök’ün dünyasına girerdi.

(En nihayet, Çince’de bile “sağlıklı”, “sağlam” manasına gelen Türkçe “Türk” sözü buradan geliyor.)
Eski Türklerde bir “arıg” sözü vardı. Bu söz, ruhi/manevi manada “temiz” manasına geliyordu. Onlara, ‘kutsal arınma törenini geçen insanlar’ adını veriyorlardı.

Suyla vaftiz, Altay’da ortaya çıktı. Kendisinin fiziki ve ruhi, manevi temizliğine itina gösteren bir kavimde. Bugün, bunu Hıristiyanlara ve başkalarına atfediyorlar ki, hiç de doğru değildir. İlk Hıristiyanlarda bu yoktu, olamazdı. Onu, Avrupa’da ancak Kıpçakların gelişlerinden sonra öğrendiler. Bu, inkarı mümkün olmayan bir hakikattir ki, bunu Hıristiyan tarihçiler bile gizlemiyorlar. IV. yüzyılda burada, içinde Hıristiyanları vaftiz ettikleri havuzlar yapmışlardı.

Bir de, Tengri inancı geleneğinin muhafaza olunduğu Tibet’te, arı-alkın ve arı-sili törenleri, eskiden olduğu gibi, hala duruyor…
Demek ki, Ermeni piskopos, Tengri dinine giren ilk Avrupalı idi. Böylece açık ruhlu Türkler, Batı ile ittifaka karşı kendi tavırlarını izhar ettiler… Grigoris’i vaftiz ettikleri göl bile biliniyor. O, Kayakent köyü yakınında ve Aci, yani “haç-gölü” adını taşıyor.

Türk din-adamları, (ruhen!) temizlenmiş olan Grigoris’i Hamrin şehrine gönderdiler ve orada kendisine evrensel ağacın sırrını açtılar. O, Türklerin kutsal metinlerini görmüştü; ki bunlar bugün, bazı parçalara bakılırsa, Kuran’a da girmişlerdir. Ancak, o zaman, sırların açıklanmasından sonra, ona sağ elin iki parmağını –baş ve adsız parmağı- birleştirme izni verdiler. Bu, ilahi rahatlama işareti oluyordu.

İki parmağı bu şekilde birleştirme, Doğu’da Gök Tanrı’ya bağlılık manasına geliyordu. Onları alına, göğüs’e, sol omuza, sağ omuza indirirlerdi… Türkler, bu hareketlerle Gök Tanrı’dan himaye ve iltimas diliyorlardı. (Bu şekilde istavroz çıkaran ilk Hıristiyan, yine piskopos Grigoris oldu.)
Hıristiyanlar haçın gücünü bilmedikleri gibi, istavroz çıkarmayı da bilmiyorlardı. Bunu da Kıpçaklardan aldılar.

Grigoris, onlara, Avrupa’da kendisine ibadet olunan İsa (Hrista)’yı ve Hıristiyanlara yönelik baskı ve zulümleri anlattı. Türkler, İsa (Hrista)’yı Gök Tanrı’nın oğlu kabul ederek, Grigoris’e inandılar. Bilhassa Geser’e, yani Türk kavminin Peygamberi’ne. Ona, kısa ve kolay anlaşılır kelimelerden oluşan dualar ithaf olundu.

Gök Tanrı dininin ‘semavi’ olduğunu ne kanıtlar?


“Biz sana Geser’i verdik, öyleyse sen de Rabbine dua et…”; (Geser= Tanrı’nın Eski Altay’a, insanları dürüst, dindar bir hayata sevk etmek için gönderdiği oğlu) Bu satırlar, Tanrı’nın öğütlerinden. (Bugün onlar, Kuran’ın 108. suresi oldular). “Geser” (Kausar, Kevser) sözünün manası, bugüne kadar Doğu’da her ne kadar unutulmamışsa da, burada artık herkes hatırlamıyor.

Grigoris, uzun süre ayinlerin sırlarını özümsedi. Derbent’te bir Hıristiyan kilisesi yapmasına yardım ettiler. (Daha sonra bu kiliseye –Kafkas’ta ortaya çıkan ülkenin ismiyle- Arnavut kilisesi adı verildi; Geser şehri, anlaşılan, Kafkas Arnavutluğu’nun şehirlerinden birisiydi.)

Ermenistan, Avrupa’daki ilk kilisenin, kendisindeki yeni Hıristiyan kilisesi olduğunu iddia etti. Bu, 301 yılında olmuştu. Orada Tengri’yi ve onun haçını kabul ettiler. Ermeniler, Türklerin ayin törenini benimsediler. (Hıristiyanların kendi törenleri bile yoktu; onlar Yahudi dininin sinagoglarındaki kaidelere göre dua ediyorlardı.)

Eski kaidelerden ilk olarak Ermeniler uzaklaştılar; böylece Roma’da infiale sebep oldular. İmparator Diokletian, o zaman, yeni Hıristiyanlara yönelik meşhur baskı ve kovuşturmalarına başladı.

Ne var ki, takipler, idamlar, sürgünler artık korkutmuyordu. Sadece, yeni dinin taraftarlarının sayısı arttı… Türk ruhi manevi kültürünün tohumları, pagan Roma’nın taşlık topraklarında bile bol ürünler verdiler! Çünkü, dünyada Gök Tanrı’dan daha güçlü kimse yoktur!

Roma imparatorluğu kavimleri, korkmadan, eski tanrıların güçsüzlüğünden söz ediyorlardı. Herkes, Jüpiter’den açıkça yüz çevirdi. Merkür’ün heykellerini yıktılar; putların heykellerini kırdılar…
“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”

Sonunda Roma’da bunu anladı. İmparator Diokletian, yeni Hıristiyanlığı kabul etmeyi bile istedi, fakat korktu. Ümitsizlik içinde tahtı terk etti ve saraydan ayrıldı. Bilge politikacı, birdenbire, Türklere yenildiğini hissetmişti.
Yenilmişti, onlarla savaşa bile girişmeden!

Murad Adji
Çeviri Prof. Dr.Fahri UNAN
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
 
Üst Alt