Hz. Muhammed (sav ) Ayırma günü (Yevmü’l Furkan) : Bedir

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
AYIRMA GÜNÜ : BEDİR

Ayırma günü (Yevmü’l Furkan) : Bedir
Ayırma günü (Yevmü’l Furkan) : Bedir
Ey Allah’ın Resulü! Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözünü tutmak konusunda söz verdik. Ey Allah’ın Resulü! Ne istiyorsan onu yap, biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin olsun ki, Sen şu denize dalacak olsan, bir an tereddüt etmeden biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmana karşı gitmenden rahatsız değiliz. Savaşta direnmek, zorlukları göğüslemek, düşmanla karşılaştığımızda emirlerine uymak; hepsi bizim içindir, biz bunları yapacak bir topluluğuz. Umuyoruz ki Allah sana bizden gözünü edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. Sonuna kadar seninle beraberiz. (Sâ’d b. Muaz)

Ey Utbe b. Rebîa! Ey Şeybe b. Rebia! Ey Umeyye b. Halef! Ey Ebû Cehil b . Hişam!… Sizler, Peygamberin en azgın düşmanlarıydınız. Başkaları peygamberi tasdik ederken, sizler yalanladınız. Siz beni yurdumdan, yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtı. Siz benimle savaştınız, başkaları ise bana yardım etti. Siz Rabbımizın size vadetmiş olduğu azabı gerçek olarak buldunuz mu? Ben Rabbımin bana vadetmiş olduğu zaferi gerçek olarak buldum. (Hz. Muhammed (s)

Müslümanların Mekke’yi terk etmeleri, Mekke eşrafını yıllardır karşı karşıya oldukları islâm daveti probleminden kurtarmıştı. Artık çevrelerinde, toplumsal sistemlerini, ekonomilerini, siyasetlerini, inançlarını, geleneksel itibarlarını sorgulayan ve sarsan kimseler yoktu. Ancak bütün bunlar sadece görünüşteydi. Gerçekte bu sakin günlerin çok daha büyük problemlere gebe olacağını biliyor ve bunun tedirginliğini yaşıyorlardı. Zaten bu nedenle Resûlüllah’ın Mekke’den ayrılmasını önlemek istemişlerdi. Hicret edeceği zaman Resûlüllah’ı öldürmeyi planlamalarının başlıca nedeni, ileride çıkacak muhtemel problemlerdi. Ama girişimlerinde başarılı olamamışlar ve Resûlüllah’ı ellerinden kaçırmışlardı. Bizzat kendilerinin açıkça ifade etmelerinden açıkça anlaşıldığı üzere, gelecekle ilgili korku ve tedirginliklerinin nedeni, Müslümanların Medine’de güçlenmeleri ve Mekke’ye gelip hakimiyeti ellerine almaları ihtimaliydi. Fakat bu korkular yetmiyormuş gibi, son zamanlarda korku ve tedirginliklerini sürekli artıran bir başka durum daha açığa çıkmıştı.Şam ticaret yolunun güvenliği tehlikeye girmişti. Müslümanlar Şam ticaret yolunun kontrolünü ele geçirmek üzereydiler. Her an Mekke’nin Şam bölgesıyle olan ticarî ilişkilerinin tamamen kesilmesi söz konusuydu. Bunun ise Mekke ekonomisi için telafisi imkânsız bir zarar anlamına geleceği kesindi.

Korku Ve Umut

Mekkeliler korku ve endişe ile dolu iki yıl geçirdiler. Müslümanların Medine’ye hicretiyle başlayan bu süre içerisinde bazı kervanları Müslümanların saldırılarına maruz kalmış olsa bile, ciddi bir zararla karşılaşmadan işlerini yürüttüler. Ancak hicretin ikinci senesi düzenlenen bir ticaret kervanı ile korkuları büyüdü. Çünkü, neredeyse ticaretle uğraşan bütün Mekkelilerin katılımıyla gerçekleşen 1000 develik büyük bir ticaret kervanını Şam’a göndermişlerdi. Kervan, Ebû Süfyan’m idaresi altında yaklaşık 40 kişilik bir süvari birliği tarafından korunuyordu. Kervan her hangi bir tehlikeyle karşılaşmadan Şam’a ulaşmış, satılacak mallar satılmış, alınacak mallar alınmış ve oldukça büyük miktarda nakitle tekrar Mekke’ye dönmek üzere yola çıkılmıştı.

Kervan Şam’a giderken bir tehlikeyle karşılaşılmamıştı, ama dönüş yolunda Ebû Süfyan’ı bir korku sardı. Kervanın Müslümanların saldırısına uğramasından korkuyordu. Herhangi bir kervanları bile Müslümanların eline geçse, bu Mekke ekonomisi için ciddi bir kayıp olurdu. Ama özellikle bu son kervanın Müslümanların eline geçmesi demek, Mekke için telafisi mümkün olmayan bir kayıp demekti. Zira bu çok büyük sermayeye sahip bir kervandı. Kervanın malî değerinin büyüklüğü, Ebû Süfyan’m korkusunu besleyip kuvvetlendiriyordu.

Medine bölgesine yaklaştıkça Ebû Süfyan’ın korku ve tedirginliği arttı. Yolda karşılaştığı kimselerden, Müslümanların durumuyla ilgili bilgiler toplamaya başladı. Müslümanların kervana yönelik bir girişimde bulunmak niyetinde olup olmadıklarım anlamaya çalışıyordu. Korkusuna haklılık kazandırır nitelikte bazı haberler aldı. Müslümanlar kervana saldırmayı düşünüyorlardı. Eğer bu düşüncelerini uygulamaya koyarlarsa, kervanı kolaylıkla ele geçirirler. Koca kervanı sadece 40 kişiden oluşan muhafız grubu koruyordu .’Ebû Süfyan ne yapabileceğini düşündü. Yol değiştirerek tehlikeden kurtulması mümkün olabilirdi. Ancak işi şansa bırakmak istemedi. Durum hakkında bilgi vermesi ve yardım istemesi için Dumdum b. Amr el-Gıfari’yi Mekke’ye gönderdi.

Dumdum b. Amr, Mekke’ye ulaşınca, böylesi durumlarda bir gelenek olduğu üzere, çırılçıplak bir hâlde Kabe’nin yanında durup halka seslenmeye başladı. Kervanın Müslümanların saldırısına uğrayacağını, tez elden kervana yardımda bulunulması gerektiğini bildirdi. Mekke’de bir panik havası esti. Kervanları Müslümanların eline geçmek üzereydi. Belki de Dumdum b. Amr’ırr yolda olduğu süre içerisinde korktukları başlarına gelmiş ve kervanları Müslümanların eline geçmişti. Bu ihtimal bir süre sonra kesin bilgiye dönüştü. Kervanın Müslümanların eline geçtiği, bunun hesabının sorulması gerektiği kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Muhtemeldir ki bu, Mekke eşrafından bazılarının ve özellikle de Ebû Cehil’in halkı Müslümanların aleyhine kışkırtıp bir savaşa vesile olmak ve böylelikle Müslümanların kökünü kazımak için düşündüğü bir oyunun gereğiydi. Ebû Cehil’in bu konudaki özel çabasını, Ebü Leheb’in savaşa katılmakta isteksiz davranmasına verdiği tepkiden anlamak mümkün olmaktadır. Ebû Cehil, Mekke ordusuna katılmakta ağır davrandığını gördüğü Ebû Leheb’e ‘Kalk Utbe’nin babası! Vallahi biz senin ve atalarının dinine yapılana kızmaktan başka bir maksatla yola çıkmıyoruz’ demişti.

Müslümanlar son bir yıl içinde birkaç kez Kureyş’in kervanlarına yönelik askerî harekâtlar düzenlemişler, bu girişimleriyle Kureyş’i korkutmayı arzulamışlardı. Kureyş’in gururunu kırmak istiyorlardı. Ancak bu son kervanın durumu çok iarklıydı. Kervan oldukça büyüktü, büyük malî değere sahipti. Üstelik 40 kişilik bir süvari birliği tarafından korunuyordu. Bu durum, mallarım, mülklerini Mekke de bırakmış ve Mekke eşrafına kaptırmış muhacirlerde kervana saldırma ve mallara el koyma arzusu oluşturdu. Hiç değilse hem böylelikle kaybettikleri mallarının bir kısmını elde etmiş ve hem de Kureyş’i cezalandırmış olurlardı. Ensar ise az emekle zengin olmalarını sağlayacak bir girişime destek vermekten geri durmayacaklarını belli ediyorlardı.

Müslümanlar sadece kervanı ele geçirerek mal sahibi olmayı, zararlarını telafi etmeyi değil, aynı zamanda Kureyş’in gururunu kırmayı da istiyorlardı. Kervanı ele geçirmeleri, Kureyş’i tüm Arapların gözünde itibarsız hale getirecekti. Arapların bu işe karışmak istemeyecekleri kesindi. Biliyorlardı ki, herkes bu durumu Kureyş’in bir iç problemi olarak değerlendirecekti. Müslümanlardaki kervana yönelik düşünce ve istekler Resûlüllah tarafından da onaylandı. Resûlüllah, kervanın durumu hakkında bilgi edinmek için Adiyy b. Zagb ve Bisbas b. Amir’i gözcü olarak kervanın geçeceği bölgeye gönderdi.

İki Ordu

Kervanın Müslümanların eline geçtiği haberi, tüm Mekkelilerin harekete geçmesi için fazlasıyla yeterli oldu.Yalan haber çabucak taraftar buldu. Mekke’de bir anda savaş bağırtıları duyulmaya, herkes birbirini savaşa teşvik etmeye başladı. Hemen herkes ‘Muhammed ve adamları bunun Hadremî’nin kervanı [155] gibi olacağım mı sanıyorlar. Hayır! Vallahi, ondan bambaşka olduğunu onlara öğreteceğiz’ diyerek birbirini savaş teşvik ediyordu. Mekke’de adeta genel seferberlik ilan edildi. Geçerli mazereti nedeniyle savaşa katılamayacak olanlar bile ücretini vererek kendi yerine savaşması için adam görevlendiriyordu. Zenginler mal varlıklarının önemli bir kısmını hazırlıklar için harcıyorlar; silahı olmayana silah, zırhı veya binecek hayvanı olmayana zırh veya hayvan temin ediyorlardı. Hazırlıklar birkaç gün içinde tamamlandı. Mekke ordusu yaklaşık bin kişiden oluşuyordu. Askerlerin 100’ü atlı süvariydi, 700’ü ise deveye biniyordu. Yarısından fazlası zırhlıydı. Ayrıca, orduda yer alanlar sadece savaşçılar değildi. Bazı hür veya köle kadınlar da orduya katılmışlardı. Bunlar, söyledikleri şarkılarla, okudukları şiirlerle ve oyunlarıyla savaşçıların cesaretlerini artıracaklardı.

Mekke’de savaş hazırlıkları için yoğun bir faaliyet sürdürülürken, Müslümanlar hazırlıklarını tamamlamışlar ve yola çıkmışlardı (5 Mart 624). Amaçları kervanı ele geçirmekti. Sayılan 300’ü biraz aşkındı.[156] Mücahitler, Mekke ordusunu oluşturan adamların aksine, sadece sayı olarak değil teçhizat yönünden de çok zayıftılar; 70 deve ve 2 atları vardı. 6 veya 9 kişi de zırha sahipti. Mücahitlerin yaklaşık üçte biri Muhacirlerden, diğerleri ise Ensardandı. Medine’den ayrılırken bazı kadınlar da mücahitlere katılmak istemişler, fakat istedikleri izni alamamışlardı. Resûlüllah, yaralıları tedavi etmek amacıyla da olsa kadınların bu harekâta katılmalarını doğru bulmuyordu. Ayrıca harekâta katılmak isteyen bazı çocukları da geri çevirdi. Orduya katılmak isteyen çocukların arasında Ömer’in oğlu Abdullah, Zeyd’in oğlu Usâme, Ebt Vakkas’m oğlu Umeyr vardı. Bu çocuklar başlarını önlerine eğip, üzüntü içerisinde evlerine dönmek zorunda kaldılar. Müslümanların sancaklarını Ali, Mus’ab b. Umeyr ve Sâ’d b. Muaz taşıyordu. Mus’ab’ın taşıdığı sancak beyaz, Ati ve Sâ’d’m taşıdıkları sancaklar ise siyah renkteydi.

Resûlüllah, Medine’den ayrılırken, namaz imamlığı yapması İçin ‘kendisi nedeniyle Rabbinin ikazına maruz kaldığı’ İbn Ümm-ü Mektûm’u, idarî işler için de Ebû Lübabe’yi görevlendirdi. Mekke kervanını karşılamak için en uygun yerin Bedir ovası olduğunu düşünüyordu. Üstelik, kervanın Bedir’e yakın bir bölgede olduğunun haberini de almıştı.

Bedir, Medine’nin 160 km kadar güney batısında, Kızıldeniz sahiline 30 km uzaklıkta, Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan hurma bahçeleriyle ünlü bir yerleşim merkeziydi. O günün şartlarında Medine’den Bedir’e 3 günde gidilirdi. Müslümanlar kervanı kaçırmamak için mümkün olduğunca hızlı hareket ettiler. Ancak sahip oldukları develerin bazıları uzun yolculuğa çıkamayacak kadar zayıf ve güçsüzdü. Bu nedenle bir kısmı Bedir’e varma-an yorgunluktan yığılıp, yerinden kalkamaz hale geldi. Müslümanlar ikişerli, erli olmak üzere develere nöbetleşe biniyorlar, birisi deveye binerken diğerleri yaya yürüyordu. O sırada 55 yaşında olan Resûlüllah her zaman olduğu gibi bu sefer de kendisini ayrı tutmamış, kendisi için özel, istisna şart veya imkân tahsis etmemişti. Bir deveye Ali ve Mersed b. Ebî Mersed ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası kendisine geldiğinde, yol arkadaşlarının “Ey Allah’ın Resulü! Ne olur, sen bin biz yürürüz, teklifini kabul etmiyor; “Siz yürümekte benden daha kuvvetli değilsiniz- Sevap ve mükafat konusunda da ben ihtiyaç sahibi olmayan birisi değilim. Ben de sizin gibiyim [157] diyerek binekleri olan deveye nöbetleşe binme konusundaki hassasiyetini dile getiriyordu.

Müslümanlar kervanı ele geçirmek arzusuyla yola çıkmışlardı, ancak askerî bir birlik veya ordu olmaktan son derece uzak bir görünüme sahiptiler. Ordudan çok, düzensiz ilerleyen bir kitle görünümü sergiliyorlardı. Bu nedenle sayıca küçük ve askerî teçhizat açısından olduğu kadar, giyecek ve yiyecek açısından da son derece yoksul ordusunu seyreden Resûlüllah, kendisini şu şekilde dua etmekten alıkoyamadı: ‘Allahım! Bunlar yaya ve yalın ayaklar; sen onları donat. Allahıml Onlar açık ve çıplaklar; sen onları giydir. Allahım! Onlar açlar; sen onları doyur. Allahım! Onlar yoksullar; sen onları fazl-ı kereminle zenginleştir. [158] Üstelik, ramazan olduğu için oruç tutuyorlardı. Resûlüllah, Medine’den çıkıldıktan bir süre sonra herkesten orucunu açmasını istedi. Bazıları oruçlu kalmak konusunda ısrar edip ve oruçlarını açmadılar. Onlar, Resulüllah’m orucu açma isteğini bir tavsiye olarak düşünmüşlerdi. Resûlüllah bunlardan haberdar olunca herkesin orucunu açmasını tekrar istedi. Sözünü dinlemeyenlere sitem ederek ‘Ey söz dinlemeyen topluluk! Oruçlarınızı açın. Ben orucumu açtım, sizlerde açın [159] dedi. Bunun üzerine herkes orucunu açtı; oruçlu kimse kalmadı.

Resûlüllah birkaç kişiyi keşif birliği olarak önden göndermişti. Keşif birliğinin getirdiği her türlü haberi titiz bir şekilde değerlendiriyordu. Arada bir yeni keşif birlikleri göndermeye de devam ediyordu. Ayrıca Medine’de durumların nasıl olduğunu, münafıkların ve Yahudilerin bir kötülüğe kalkışıp kalkışmadıklarını öğrenmek için bazı Müslümanları da Medine’ye gönderdi. Çünkü, Medine’nin güvenliğini de düşüncesinden uzak tutamıyor, bu konuda da belirgin bir tedirginlik yaşıyordu.

Bedir

îslâm ordusu Bedir’e yakın bir yere gelince mola verdi; ovaya girilmedi. Resûlüllah iki kişiyi Bedir’e göndererek kervanla ilgili bilgi toplamalarını istedi. Bedir ovası, su kaynakları nedeniyle bedevilerin uğrak yerlerinden birisiydi. Üstelik o sırada bedevilerden bazıları Mekke kervanına mal satmak veya kervan için görecekleri hizmet karşılığında bir şeyler kazanmak için Bedir’de bekliyorlardı. Bu insanlardan çölde olup-bitenler konusunda, özellikle de Mekke kervanı konusunda almak mümkün olabilirdi. Resulüllah’ın görevlendirdiği iki süvari Bedir’e gidip sanki ovadan geçen iki yolcu gibi kuşkulandırmadan bedevilerle konuştular. Öğrendiklerine göre kervan yakınlardaydı ve Bedir’den geçecekti. Hemen geri dönüp, haberi Resulüllah’a bildirdiler.

Kervan Bedir’e yaklaşınca Ebû Süfyan’ın endişesi iyice arttı. Kervana yönelik bir saldırı için en uygun yerin Bedir ovası olduğunu biliyordu. Ovaya girmeden kervanı durdurdu ve yanma aldığı birkaç adamla birlikte durumu bizzat yerinde değerlendirmek için Bedir’e hareket etti. Su kuyularının yanma geldiğinde birkaç bedeviyle karşılaştı. Bunlardan birisi Mekke kervanına mal satmak için bekleyen Cüheynîlerin reisi Mecdî b. Amr idi. Mecdî, Ebû Süfyan’ın yakından tanıdığı birisiydi; dost sayılırlardı. Merhabalaşıp, birbirlerinin hâl ve hatırlarını sordular. Ebû Süfyan sözü uzatmadan konuya girdi. Birkaç gün içinde bölgede yabancılar görüp görmediğini sordu. Mecdî yabancı herhangi bir kimseyi görmediğini söyledi. Ebû Süfyan’ın sorusunu adamlarına yönelterek onların konuyla ilgili herhangi bir bilgileri olup olmadığını öğrenmek istedi. Adamlardan birisi, kısa süre önce iki yabancı süvarinin bölgeden geçtiğini ve kervanla ilgili bir şeyler sorduklarını söyledi. Ebû Süfyan o iki kişinin hangi yöne gittiklerini sordu. Gösterilen yön Medine tarafıydı. Ebû Süfyan hemen kalkıp gösterilen tarafa yöneldi, iz sürerek bir süre gitti ve çok geçmeden süvarilerin bineklerine ait olduğunu düşündüğü deve pisliklerini gördü. Ebû Süfyan aradığını bulmuştu; dikkatli bir şekilde deve pisliklerini inceledi. Hayvanların Medine hurması yedikleri anlaşılıyordu. Ebû Süfyan artık emindi; Müslümanlar yakındaydı ve kervana Bedir’de saldıracaklardı. Hemen hızlı bir şekilde geri dönüp kervanın bulunduğu yere gitti. Bedir ovasına girmekten vazgeçti. Vakit kaybetmeden kervanı harekete geçirdi. Sahile uzanan bir yolu takip ederek bölgeden uzaklaştı. Amacı Bedir ovasının çevresini dolaşarak Mekke’ye ulaşmaktı.

İman Ve Tercih

Müslümanlar Bedir’e yakın bir yerde konaklamış, kervanla ilgili bilgiler toplamaya çalışıyorlardı. Ancak o sırada hiç beklemedikleri bir haber aldılar. Mekke ordusunun kendilerine doğru geldiğini öğrendiler. Bu savaş demekti. Kendileri bir orduyla savaşmak için değil, bir kervanı basıp, mallara el koymak için yola çıkmışlardı. Kervan basmak kolaydı, ama orduyla savaşmak zordu. Ne yapacaklardı? Herkes bir şey söylüyor, farklı görüşler dile getiriliyordu. Bazıları kervanı takip edip, mallara el koyarak Medine’ye dönmenin iyi olacağını söylerken, diğer bazıları kervanı da bırakıp, durumu riske etmeden Medine’ye dönmenin daha doğru olacağını söylüyordu. Ancak kararı verecek olan Resulüllah’tı. Birkaç kişi Resulülah’ın yanına giderek durum hakkındaki görüşünü öğrenmek istediler. Anladıkları kadarıyla Resulûllah kervanı ele geçirmek yerine, doğrudan Mekke ordusuna yönelip savaşmayı tercih ediyordu. Bu hiç birisinin düşünmediği ve istemediği bir şeydi. Korktular. Ne yapacaklarını ve diyeceklerini bilemez bir hâlde kalakaldılar. Müslümanların o anki durumuna tanıklık eden bir ayet şöyledir: ‘Hatırlayın ki, Allah, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanı (kervanın) tercih ediyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve Kureyş ordusunu yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. (Bunlar,) günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.[160] Ayetten anlaşıldığı üzere, Müslümanlara kervanı ele geçirme veya Mekke ordusunu yenilgiye uğratma müjdesi verilmişti. Bu rahatlatıcı bir müjdeydi. Birisini seçmeliydiler. Fakat yine aynı ayetten anlaşıldığı üzere, Allah’ın muradı Müslümanların Mekke ordusuyla savaşmaları ve müşrikleri büyük bir yenilgiye uğratmalarıydı. Ne var ki Müslümanların büyük çoğunluğu daha az zahmet gerektiren, ama buna karşılık herkesi zengin edecek kervanı ele geçirme arzusu içerisindeydi. Elbette ki, Resûlüllah’ın niyeti de, ayetin dolaylı şekilde ifade ettiği üzere, kervana saldırmaktan daha başka idi.

O, Mekke ordusuyla savaşıp, şirki bozguna uğratmak istiyordu. Üstelik bir süre önce vahyolunan bir ayet, Müslümanların müşrikleri yenilgiye uğratılacakları müjdesini de vermişti: ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.[161] Bu ayet müşriklere karşı savaşma düşüncesine sahip olanların görüşlerini kuvvetlendirdi. Gerçi ayette kime karşı galibiyet elde edileceği açıkça ifade edilmiyordu; genel bir müjde vardı. Fakat bunun, üzerlerine gelen Mekke ordusu olmaması için hiçbir sebep yoktu. Hz. Ömer’in anlattıkları, o sıralar bu ayetle ilgili düşüncelerin neler olduğunu bildirmesi açısından önemlidir: ‘Bu ayet vahyolundugu zaman kendi kendime ‘Acaba hangi topluluk bozguna uğrayacak?’ demiştim. Bedir günü gelip de Resûlüllah’ın zırhını giyinmiş bir halde bu ayeti okuduğunu görünce anladım ki yüce Allah meğer Kureyş müşriklerini bozguna uğratacakmış.[162]

Resûlüllah’ın niyetinin Mekke ordusuyla savaşmak olduğu Müslümanlar tarafından anlaşılınca, bir ktsmı korkarak savaşmak istemediklerini ifade etmeye başladılar. Bazıları Mekke ordusuyla savaşa girişmeyi ölüme gitmek gibi düşünüyordu. Bir başka grup ise hem Resulûllah istediği ve hem de Mekke müşriklerine kinle dolu oldukları için Mekke ordusuyla savaşmayı arzuluyordu. Resulûllah, Müslümanların ileri gelenlerini yanma topladı. Konu hakkında karar vermek ve fikir birliği oluşturmak istiyordu. Muhacirler kendisini kurnazlardı, ama Ensar konusunda emin değildi. Çünkü İkinci Akabe Biatı’nda verilen savaşma sözü tamamıyla savunmaya yönelik bir sözdü. Ensar, bu savaşı savunma savaşı olarak değerlendirmeyip savaşmak istemeyebilirdi. Ancak ne var ki, Mekke ordusu yola çıkmış, üzerlerine doğru geliyordu. Kervana yönelik bir saldırıları olmasa bile, Mekke ordusunun savaşsız geri dönmeyeceği kesindi. Resulûllah Müslümanların sözcülerini yanında toplayınca düşüncesini açıkça ifade etti: ‘Ey Müslüman topluluğu. Kureyş Mekke’den çıktı, üzerimize doğru büyük bir öfke ve azgınlıkla geliyor. Ne dersiniz?. Sizce kervan mı daha uygundur, yoksa Kureyş ordusu mu?’ Bazıları hemen bir çırpıda düşüncelerini ifade ettiler: ‘Bizce kervan daha uygundur, kervanın üzerine gidelim ve onu kolayca ele geçirelim’. Bunlar Resûlüllah’ın ne dediğini anlamayan, ganimet elde etmek arzusuyla hareket eden bazı kimselerdi. Halbuki Resulûllah, Mekke ordusunun kendilerine doğru geldiğini istense de istenmese de savaş çıkacağını söylüyordu. Üstelik Ebû Süfyan’ın, kervanın yolunu değiştirip Bedir ovasından uzaklaştığının haberi de alınmıştı. Artık kervana ulaşmak çok zordu.

Resulûllah kervan konusunda ısrarcı olan Müslümanlara tekrar sordu: ‘Kervan sahile doğru çekip gitti. Fakat Ebü Cehil üzerinize geliyor. Ne diyorsunuz?’ İstek yine aynıydı: ‘Kervanı isteriz. Sen orduyu boş ver, bize kervan lazım.’ Resulûllah, geçerliliği olmayan düşüncede ısrar edilmesi üzerine üzüldü ve hiçbir şey demeden ayağa kalktı. O zaman Resûlüllah’ın niyetinin ne olduğunu anlayan Müslümanlar hatalarını fark ettiler. Hz. Ebû Bekir ayağa kalkarak Mekke ordusuyla savaşmanın daha uygun bir görüş olduğunu savunan bir konuşma yaptı. Ebû Bekir’i takiben Ömer kalktı ve aynı çerçevede bir konuşma yaptı. Daha sonra Mekke Müslümanlarmdan Mıkdad b. Amr kalkarak tarihe mal olmuş bir konuşma yaptı. Konuşması şöyleydi:

Ey Allah’ın Resulü! Allah sana ne emrettiyse onu yap. Biz seninle beraberiz ve hep böyle olacağız. Biz İsrail oğullarının Hz. Musa’ya dedikleri gibi Git Rabbin ve sen savaş; biz burada oturup bekleyeceğiz demeyiz. Biz deriz ki; Git Rabbin ve sen onlarla savaş; fakat bizde sizinle birlikte onlarla savaşacağız Seni hak olan bir kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Birkü’l Gımad’a [163] kadar yürütecek olsan, seninle birlikte oraya kadar yürür, senin sağında, solunda, önünde, arkanda çarpışırız. [164]

Muhacirlerin bu tutumu Resûlüllah’ı sevindirdi. Ensarm temsilcilerine dönerek düşüncelerinin ne olduğunu sordu. Ensarı temsilen Sâ’d b. Muaz ayağa kalkarak kararlarını ifade etti:

Ey Allah’ın Resulü! Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözünü tutmak konusunda söz verdik. Ey Allah’ın Resulü! Ne istiyorsan onu yap, biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen şu denize dalacak olsan, bir an tereddüt etmeden biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmana karşı gitmenden rahatsız değiliz. Savaşta direnmek, zorluklan göğüslemek, düşmanla karşılaştığımızda emirlerine uymak; hepsi bizim içindir, biz bunları yapacak bir topluluğuz. Umuyoruz ki Allah sana bizden gözünü aydın edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. Sonuna kadar seninle beraber olacağız.[165]

Sâ’d b. Muaz’ın sözleri Resûlüllah’ı sevindirdi ve ilâhî müjdeyi verdi: ‘Haydi öyleyse, yürüyün! Size müjdelerim ki Allah iki topluluktan birisini vaat etti. Vallahi Kureyş’in bozguna uğradığını görür gibiyim. Sanki Mekke’nin askerlerinin vurulup düşecekleri yerleri görür gibiyim. [166]

Tarafların Savaş Hazırlıkları

Resûlüllah şunu kesin olarak biliyordu ki, bu savaş herhangi bir savaş değil, bir iman-küfür savaşı olacaktı. Bir tarafı İslâm’ın ordusu, diğer tarafı ise küfrün ordusu oluşturuyordu. İslâm’ın ordusuna İslâm dışı hiçbir unsurun karışmasını istemiyordu. Bu nedenle. Müşrik olduğu hâlde Müslümanların safında savaşa katılmak isteyen Hubeyb b. Yesafın isteğini geri çevirdi. O, iyi bir savaşçı olduğunu ve savaşa katılmasının Müslümanlara fayda sağlayacağını, savaşmasının karşılığında sadece ganimetten pay istediğini bildirmesine rağmen, Resûlüllah ‘Hayır olmaz. Eğer savaşacaksan önce Müslüman olmalısın [167] dedi. O da Müslüman oldu ve orduya ancak o şekilde katılabildi.

Müslümanlar, Mekke ordusunun Bedir’e doğru hareket ettiğini biliyorlar, fakat ordunun kaç kişiden oluştuğunu bilmiyorlardı. Resûlüllah, gözcülerden Mekke ordusuna yaklaşmalarını ve bilgi elde ederek getirmelerini istedi. Ancak buna gerek kalmadan ilk bilgiler elde edildi. Yolda bir Mekkeli yakalandı. Mekke ordusu hakkında ilk bilgiler bu kişiden alındı. Alman bilgilere göre Mekke ordusu 950 ile 1000 civarında savaşçıdan oluşuyordu. Çünkü, ordunun yiyecek ihtiyacını karşılamak için günde dokuz veya on deve kesiliyordu. Normal şartlarda yüz kişi için bir deve kesilirdi. Bu, Müslümanlar için kötü bir haberdi; kendilerinin üç katı bir orduyla karşılaşacaklardı. Ancak sayı farklılığına rağmen, başta Resûlüllah olmak üzere, Müslümanların özellikle seçkinleri durumundaki kişiler herhangi bir tereddüt ve korkuya kapılmadılar. Müşriklerle savaşümaya ve böylelikle şirk ordusunun bozguna uğratılmasına karar verilmişti; bu karar uygulanacaktı. Resûlüllah Mekke ordusunda kimlerin bulunduğunu, orduyu kimlerin sevk ve idare ettiğini öğrenmek istedi. Mekkeli şahıs Mekke eşrafının hemen hepsinin ismini sayınca, Resûlüllah Müslümanlara dönerek; İşte, Mekke ciğerparelerini sizlere sundu [168] dedi. Bunu derken yüzünde memnuniyetini yansıtan bir tebessüm vardı.

Mekke’nin müşrik ordusu için Bedir’e varmak 8-10 günlük bir yolculuk demekti. Bedir Müslümanlar için ise üç günlük yolculuk demekti. Mekke ordusu yola çıkmadan önce veya aynı günlerde Müslümanlar Medine’den hareket ettiler, islâm ordusu Bedir’e Mekke ordusundan 4-6 gün önce geldi. Mekke ordusuna beklenmeye başlandı. Kuvvetle muhtemeldir ki bu günler içerisinde Resûlüllah yakın yerleşim merkezlerindeki insanlarla görüştü, onlara İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Bu süre içerisinde Müslüman olanlardan bahseden herhangi bir tarihi kaydın bulunmaması, Resûlüllah’ın davetinin kabul edilmediğine delil olabilir. Özellikle de bir varoluş savaşının arifesinde, savaşı kaybetme ihtimali son derece yüksek görünen bir topluluğun mensubu olmak, hiç kimseye cazip gelmemiş olmalıdır. Fakat böylece insanlarından İslâm’ı kabul eden olmadıysa da, en azından Müslümanları yakından tanımış olmaları nedeniyle daha sonraları İslâm’ı kabulde zorlanmadıkları da kesindir. Ayrıca bu birkaç günlük süre içerisinde dostluk anlaşmalarının yapılmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Bölge kabilelerinden Demre, Müdlic, Zûr’a, Rab’a kabileleri ile çok erken tarihlerde başlayan dostane ilişkilerin temelleri muhtemeldir ki Bedir’de Mekke ordusunun beklendiği günlerde atılmıştı.

Müşrik liderler, Bedir’e olan yolculukları sırasında aldıkları bir haberle sevindiler. Kervan saldırıya uğramamış, üstelik Ebû Süfyan kervanı tehlikeli bölgeden uzaklaştırmayı başarmıştı. Bazıları savaşa gerek kalmadığını, kervanın kurtulduğunu, Mekke’ye dönmek gerektiğini dile getirdiyse de, bu düşüncede olanların sesleri çok zayıf kaldı. Başta Ebû Cehil olmak üzere neredeyse Mekke’nin tüm eşrafı, yıllardır karşı karşıya oldukları problemi kökten çözmenin zamanının geldiğini, bu sefer işin bitirilmesi gerektiğini ifade edip, geri dönmeye yanaşmadılar. Müslümanların Bedir’de beklediği haberi ise kararlarının doğruluğuna bir gerekçeydi. Bu meydan okuma karşısında sessiz kalamazlardı. Yoksa bütün itibarları yerle bir olur, Araplar arasında alay konusu haline gelirlerdi.

İslâm ordusu Bedir ovasına girdi. Resûlüllah, ordusunu Bedir bahçelerinin yakınında bir bölgeye yerleştirdi. Fakat, savaş taktiklerini iyi bilen Hubab b. Münzir ordunun yerleştiği yeri beğenmedi. Resûlüllah’a, ordunun yerleşme yerinin ve düzeninin Allah’ın emrine göre olup olmadığmı sordu, Resûlüllah, bu konuda ilâhî bir emir olmadığını, kendi istek ve düşüncesine göre ordunun yerleşim yerine ve düzenine karar verdiğini bildirdi. Hubab b. Munzir, ordunun durduğu yerin doğru tercih olmadığını söyleyerek; ‘Ey Allah’ın Resulü! Bizler savaşçı insanlarız ve nasıl savaşılacağını iyi biliriz. Burada uygun olan şey bütün kuyuları kapatıp sadece bir tanesini açık bırakmaktır. Bizler açık olandan ihtiyacımızı görürüz, Mekke ordusu ise susuz kalır. Bu nedenle buraya yerleşmek uygun değildi. Ey Allah’ın Resulü! Orduyu buradan kaldır ve kulunun başına yerleşelim. Biz çarpışırken susadıkça su-yumuzu içeriz, müşrikler ise susuzluktan kırılırlar’ dedi. Resûlüllah onun bu görüşünü beğendi ve orduyu su kaynaklarının yakınma yerleştirdi. Ayrıca kazdırdığı kanallarla suyun Mekke ordusunun muhtemel yerleşme bölgesine gidişini önledi. Suyun tamamı Müslümanların bulunduğu alanda kalıyordu.

Ordu gerektiği gibi yerleştirildikten sonra, Sâ’d b. Muaz, Resûlüllah’a ordugâh olarak kullanacağı bir gölgeliğin yapılmasını teklif etti. Sâ’d’ın teklifi uygun bulununca ovaya hakim bir bölgeye, ordunun hemen arkasındaki yükseltinin üzerine bir gölgelik yapıldı. Ayrıca, Sâ’d b. Muaz, Ebû Bekir ve Ali dönüşümlü olarak kendi istekleriyle gölgeliğin yanında nöbet tutup, Resûlüllah’ın korunması görevini üstlendiler.

Kuşku Ve Güven

Mekke’nin müşrik ordusu, islâm ordusuna göre son derece güçlü, oldukça iyi teçhizatlı bir orduydu. Ancak önemli bir problemleri vardı. Birçok kimse sırf gözdağı vermek için Müslümanlarla savaşmanın doğru olmadığını düşünüyordu. Bunlar, Müslümanların inançları uğruna her şeylerini feda edebileceklerini düşününce görüşlerinde ne kadar haklı olduklarını anlamakta zorlanmıyorlardı. Müslümanlarla savaşarak başlarına bela alacaklarına inanıyorlardı. Ayrıca birçok kimse utandıkları, zorlandıkları, tehdit edildikleri için istemedikleri hâlde orduya katılmışlardı. Abbas b. Abdulmuttalib bunlardan birisiydi. O, eşrafın zorlamasıyla orduya katılmak ve üstelik ordunun birçok ihtiyacını karşılamak zorunda kalmıştı. Eğer eşrafın isteğini yerine getirmezse bir tefeci olarak piyasadaki alacaklarını tahsil etmekte zorlanacağını biliyordu. Bütün bunlara ilâveten, Müslümanlarla savaşmayı arzuluyor olmalarına rağmen, yaptıkları işin doğruluğu konusunda ciddi tereddütleri olanlar vardı. Üstelik bunların sayısı az da değildi. Bunlar, Resûlüllah’tan yıllar önce duydukları ‘Bir gün Müslümanların galip geleceği ve Müslüman olmayanların, özellikle de Mekke’nin müşrik eşrafının öldürüleceği’ sözlerini hatırlıyorlar ve hiçbir zaman yalan söylememiş bir kişiye ait bu sözler karşısında korkmaktan kendilerini alıkoyamıyorlar di. Hatta Umeyye b. Halef korktuğu için orduya katılmak istememiş, istemeden katıldığı ordu ile Mekke’den yola çıktığında karısı ‘Muhammed yalan söylemez! diyerek korkusunu paylaştığını belli etmişti. Utbe ve Şeybe b. Rebia kardeşler de sıkıntı içerisindeydiler. İkisi de orduya isteyerek katılmışlardı. Ancak köleleri Addas’m zihinlerini karıştırıcı ifadeleri karşısında oldukça tedirgin ve tereddütlü bir hale gelmişlerdi.

Taif dönüşü sırasında Resûlüllah’la görüşen ve Resûlüllah’ı tasdik eden Addas, iki efendisine Muhammed’in bir peygamber olduğunu ve peygamberle savaşanların muhakkak kaybedeceklerini, bu nedenle orduya katılmaktan vazgeçmelerinin doğru bir davranış olacağını söyleyip durmuştu. Onlar bir kölenin sözlerine uyacak kişiler değillerdi, ama bir kez düşünceleri altüst olmuş, zihinlerine ‘acaba?’ sorusu gelip saplanmıştı. Bir de tüm bunların yanı sıra, akrabalık bağlan nedeniyle Müslümanlarla savaşmanın Mekkelilere bir yarar sağlamayacağını, hatta Mekkeliler arasında kin ve düşmanlıkların doğmasına yol açacağını düşünüp, bu nedenle savaşmaktan vazgeçilmesini isteyenler vardı. Mekke’nin en saygın liderlerinden Utbe b. Rabia bu görüşteydi. O, imanlı gına, dizginlenmez kinine rağmen bu savaşın kazansalar bile aleyhlerine sonuçlanacağını düşünüyordu. Bu nedenle de arkadaşlarına şöyle diyordu: Ey Kureyş toplulugu! Vallahi, siz Muhammed ve adamları ile savaşıp da yenseniz hile bir şey elde edemeyeceksiniz. Birbirinize baktığınız zaman, birbirinizin şahsında amcanızın, yeğeninizin veya yakınlarından birisinin katilini göreceksiniz. Bu ise aranızda kin tohumları ekecek; birbirinize düşman olacaksınız. Gelin bu işten vazgeçin. Muhammed ile Arapların arasından çekilin; Muhammed ile Arapları baş başa bırakın. Eğer Araplar Muhammed’in hakkından gelirlerse bu sizin için amacınıza ulaşmaktan başka bir şey olmaz. Yok eğer Araplar Muhammed’i desteklerlerse, O’na dokunmadığınızdan size karşı yumuşak davranacak, iyiliklerde bulunacaklardır.[169]

Fakat ordunun sevk ve idaresinden sorumlu olan, daha doğrusu mevcut bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla Mekke ordusunun Bedir’de gerçekleşecek savaşa girmesinde inisiyatifi elinde bulunduran Ebû Cehil, “Utbe’nin ve diğer bazılarının bu tür görüşlerine oldukça sert tepkiler veriyor, her ne olursa olsun bu savaşın gerçekleşmesi gerektiğini savunuyordu. Ebû Cehil, Utbe’nin Muhammed ve adamlarını görünce korkudan ciğerleri şişti. Hayırf Allah, Muhammed’le bizim aramızdaki hükmünü verinceye kadar bu işten geri durmayacağız [170] diyerek kesin kararını açıklayarak tartışmalara son verdi.

Mekke ordusu Bedir’de kendilerini bekleyen Müslümanlarla savaşmak için ilerliyordu. Ancak, İslâm ordusu hakkında bilgiye sahip değillerdi. Müşrik liderler bilgi elde etmeye çalıştılar. Birkaç kişiyi, İslâm ordusunu gözlemekle görevlendirdiler. Gözcülerin getirdiği haberlerle düşmanları hakkında bilmeleri gerekenleri elde etmiş oldular. Gözcülerden birisi şöyle diyordu: ‘Vallahi, ne teçhizat, ne zırhlar, ne de atlar gordüm. Bu sevindirici bir haberdi. Anlaşılan o ki, sayı olarak az ve teçhizat olarak son derece zayıf bir grupla karşı karşıya geleceklerdi. Ancak ne var ki aynı gözcü şunu da söylemişti: “Vallahi, öyle bir topluluk gördüm ki, onlar, ailelerine dönüp gitmek istemiyorlar. Ölmeye karar vermişler. Ölümden hiç korkmuyorlar, önlerin kılıçlarından başka ne bir koruyucuları var, ne de herhangi bir sığınakları. Buna rağmen zırhlar altında kavga ve belâ tüten gök gözlerlerden başka bir şey görmedim. [171] İşte bu kötü bir haberdi. Ölüme razı bir kitleyle karşı karşıya gelmeleri nedeniyle tedirginlik duyanlar oldu. Bazıları savaşmamanın daha doğru karar olacağını daha güçlü ifade etmeye başladılar. Eakat Ebû Cehil inadından vazgeçmiyordu. Son kararını söyledi: ‘Bedir’e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız; develer keser yemekler yer, şaraplar içeriz. Cariyelere şarkılar söyletir, eğleniriz. Başımıza toplanan Araplar ise bizi dinler, seyrederler. Bundan sonra kararlılığı ve gücümüz karşısında bizden hep çekinir, bize karşı içlerinde bir korku taşırlar. [172]

İslâm ordusu Bedir ovasına yerleştikten ve savaş için gerekli hazırlıkları ta-nıamladıktan bir müddet sonra ovanın girişinde şirk ordusu gözüktü. Şirk ordusu ilerleyip Müslümanların karşısında bir yere geldi ve durdu. Resûlüllah, şirkin ordusunu görünce sesli olarak dua edip Müslümanları cesaretlendirecek sözler söyledi. Duasının bir bölümü şöyleydi: ‘Allahım! îşte bunlar Kureyş müşrikleri. Olanca kibir ve gururlanyla; olanca büyüklerime ve övünmeleriyle geldiler. Başkasına değil, Sana meydan okuyor, resulünü yalanlıyorlar. Allahım! Bana yapmış olduğun vaadini gerçekleştir ve bunları burada helak et. Âllahım! Sen bana kitap verdin. Müşriklerle savaşmayı emrettin. îki taifeden birini nasip edeceğini vaadettin. Sen verdiğin sözden dönmezsin. [173]

Savaş kaçınılmaz görünüyordu. Ancak buna rağmen, daha sonra Müslümanların bir geleneğine dönüşeceği üzere, Resulüllah problemi savaşsız çözmek için müşrik tarafa elçi gönderdi. Elçi Hz. Ömer’di. Ömer, Resulüllah adına Mekke eşrafına ‘Bu savaştan vazgeçin. Geri dönüp gidin’ teklifinde bulundu. Hakîm b. Hizam bu teklifi saygıyla karşıladı; arkadaşlarına Muhammed bize karşı insaflı davranıyor. İstediğini kabul edelim. Eğer kabul etmezsek bize karşı insafını terk edecektir’ dedi. Fakat onun bu görüşü kabul görmedi. Ebû Cehil, öfke içerisinde, ‘Allah bize ondan intikam alma imkânı verdikten sonra, bu işten vazgeçmek doğru olmaz. Hayır! Kesinlikle geri dönmeyeceğiz. Onlara hadlerini bildireceğiz. Hadlerini bildireceğiz ki, bundan sonra ne bize karşı bir harekete girişsinler, ne de kervanlarımızın önünü kessin/er [174] dedi. Ömer elçiliğinin gereğini yerine getirmiş olarak geri dönüp, durumu Resulüllah’a bildirdi.

Resulüllah savaştan önceki gün, savaş alanını gezdi. Savaş teknik ve taktiklerini iyi bilen Müslümanlarla savaşın seyri hakkında konuştu. Bir taktik geliştirmeye çalıştılar. Nerede durulacağına, nereden saldırılacağına karar verdiler. Resulüllah, eğer savaş planladıkları gibi gerçekleşirse, Allah’ın yardımıyla Mekke ordusunu yeneceklerini söyledi. Hatta Mekke eşrafının vurulup düşecekleri yerleri gösterdi. Bu moralleri yükselten bir müjdeydi
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
İlahî Yardımlar

İslâm ordusu, Bedir’e önceden gelip, uygun bir yere yerleştiği için avantajlı görünüyordu. Fakat yerleşilen alan kumdu; hareket ederken zorlanılıyordu. Bu oldukça önemli bir dezavantajdı. Ancak buna rağmen yer değişimine gidilmedi. Yer değişimine gidilmesi durumunda kuyuların ve havuzların kontrolünü kaybetmek söz konusu olacaktı. Halbuki kuyu ve havuzların kontrollerinde olması Müslümanların önemli bir avantajlarıydı. Müslümanlar kuyu ve havuzları kontrollerinde tutmakla, kumluk alanda bulunmak seçenekleri arasında tereddüt içerisinde ne yapacaklarını düşünürlerken, savaş boyunca birçok kez kendisini hissettirecek ilâhî yardımın bir kısmı savaştan önceki gece geldi. O gece, hiç beklenmeyen bir şekilde yağmur yağdı. Yağmur Müslümanların bulunduğu kumluk zemini sertleştirirken, müşriklerin yerleşmesi muhtemel yerleri bataklığa çevirdi. Müşriklerin hareket etmesi son derece güç olacaktı. Bir başka önemli gelişme ise, savaşın gerçekleştiği günün öncesindeki gece bütün Müslümanların üzerine ağır bir uyku çökmesiydi.

Resulüllah hariç bütün Müslümanlar derin bir uykuya daldılar. Herkes bulunduğu yerde çöküp kaldı. Bu ilâhî yardımdan başka bir şey değildi. Çünkü bu uyku zihinleri dinlendirdi, kuşkuları yok etti, korkuları sildi. Bu uykunun Müslümanların yorgunluğundan dolayı gerçekleşen bir durum olmadığı, Müslümanları savaşa hazırlayan, Müslümanları dinçleştiren bir ilâhî yardım olduğu bir ayetle şöyle açıklandı:. ‘(Hatırlayın ki, Allah ) o zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) simden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.[175]

Herkesin uyuduğu o gece Resulüllah sabaha kadar dua etti. Sabah namazı vakti askerlerini uyandırarak namaz kıldırdı. Hz. Ali o gecenin tanığı olarak şunları anlatmıştır; ‘Bedir gecesi hepimi? uyuyakaldık. Sadece Resûîüîlah uyumadı. O, bir ağacın altında sabaha kadar namaz kılıp, dua etti. Gece bira? yağmur yağdı. Hemen ağaçların veya deri kalkanlarımızın altına sığındık. Bu sırada Resulüllah ara vermeksizin duasına devam ediyor; “Allah’ım! Şu Müslümanlar helak olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz’ diyordu. Resaîüllah fecr doğunca ayağa kalktı ve ‘Ey Allah’ın kulları! Namaza’ diye seslenmeye başladı. Hepimiz derin uykularımızdan uyandık. Resûlüllah’ın imamlığında namazlarımızı kıldık. Resulüllah bîzîere savaşa teşvik eden bir konuşma yaptı. [176] O gece islâm ordusunda bunlar olurken, Müslümanlar dinlenip, rahatlarlarken; Mekke ordusunu bir tedirginlik, bir korku sardı. Öyle ki sabaha kadar hiç birisi uyuyamadı. Herkes bedenen yorgun, zihnen bitkin, tedirgin ve korku içindeydi.

Sabah olunca Resulüllah savaş tecrübesine sahip Müslümanlarla bir kez daha istişare etti. Asım b. Sabit savaşa ok atarak başlamanın, düşmanla aradaki mesafenin azalmasıyla taş atmanın, mesafenin iyice azalmasıyla mızrak atmanın ve mesafenin tamamen kapanmasıyla da kılıçlarla savaşmanın uygun olacağını bildirdi. Resulüllah bu taktiği beğendi ve buna göre davranılması talimatını verdi. Herkes çevreden taş toplayıp, duracağı yere yığdı. Müslümanlar düşmana atacakları taşları topladıktan sonra hizaya geçtiler. Resulüllah, elindeki okla herkesin duracağı yeri gösteriyor, geri çekilmesi gerekene dokunuyor veya ileri çıkması gerekene işaret ediyordu. Bu sırada şaşırtıcı bir olay yaşandı. Resulüllah elindeki okla mücahitleri hizaya sokarken, önde duranlardan Sevâd b. Gaziyye’nin göğsüne vurarak geri çekilmesini istedi. Sevad hiç beklenmedik bir tepki verdi. ‘Ey Allah’ın Resulü! Canımı acıttın kısas isterim’ dedi. Arkadaşları susmasını söylediler ama Sevâd eteğinde ısrarcıydı. İsteğinden vazgeçirmek mümkün görünmüyordu. Resulüllah göğsünü açarak ‘Haydi kısasını uygula, ödeşelim’ dedi. Sevad’ın ısrarlı bir şekilde kısas isteğinin neden olduğu şaşkınlık kaybolmadan, yeni bir şaşırtıcı olay yaşandi. Sevâd, göğsünü açmış ve kendisine vurulmasını bekleyen Resûlüllah’a sarılıp, vücudunu öpmeye başladı. Bir yandan da kısas istemekle asıl amacının ne olduğunu söylüyordu: ‘Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun. Bu gün Allah’ın emriyle, ecelimin geldiğini görüyor ve ölüp senden ayrı kalmaktan korkuyorum. Bunun için, seninle birlikte olan şu son anımda sana sarılmak, tenine dokunmak istedim. Hakkımda dua et. [177]

Resûlüllah orduyu gerektiği şekilde hizaya soktuktan sonra bir konuşma yaptı. Her zaman olduğu gibi, bu sefer de Allah’a hamd ettikten sonra şunları söyledi: ‘Ey Müslümanlar! Ben Allah’ın emirlerini bildiriyor, teşvik ettiği şeylere teşvik edip, sizi yasakladığı şeylerden uzak tutmaya çalışıyorum. Şüphe yok ki şanı yüce olan Allah, hak ve gerçek olanı emreder, doğruluğu sever. Hayır sahiplerine sevap verir, onları mükafatlandırır. Sabredin. Sabrederek zahmet ve zorluklardan kurtulur, gam ve kederlerinizi dağıtırsınız, Allah’ın felahına ulaşırsınız. Bu gün burada O’nun görmesini istemediği, utanacağınız şeyleri yapmaktan kaçının. Ben aranızda Allah’ın bir peygamberi olarak O’nun azabından sakınmanızı istiyor, O’nun azabıyla korkutuyorum. Biliniz ki Allah Allah’ın gazabı, sizin birbirlerinize olan öfkenizden daha büyüktür’ buyurdu. O hâlde Allah’ın kitabında size emrettiği şeyleri hatırlayın. Allah size zilletten sonra izzet ve şeref verdi. Öyle ise Kitabına ve emirlerine sımsıkı sarılın ki Rabbiniz de sizden razı olsun. Bugün burada Allah’ın sizlere rahmet ve affıyla va-aâettiği şeye ulaşmak için çabalayın ve imtihanı kazanın. Bilin ki onun sözü hak ve azabı çetindir. Ben ve sizler Hayy ve Kayyum olan Allah’a bağlıyız. O’na sığındık, O’na tutunduk. O’na güvenip dayandık. Dönüşümüz O’nadır. Allahım beni ve bu mümin kullarını bağışla. [178] Sonra Mücahitlerin önünde yürüyerek, tespit ettiği eksikleri giderecek isteklerini söylemeye başladı. Bir ara, tam bir itaatle kendisini takip eden ve vereceği hücum emrini yerine getirmek için sabırsızlanan ordusuna baktı ve ‘Siz bugün, burada Talût’un suyu geçen arkadaşları kadarsınız. Talût’la beraber nehri ancak müminler geçmişti [179] dedi.

Bu bir övgü, bir müjde ve aynı zamanda bir uyarıydı. Övgüydü; Bedirdeki müminleri, Talût’un komutasında müşrik Calût’un ordusuna karşı savaşa çıkan ve bu sırada gerçekleşen imtihanları başaran müminlere benzetiyordu. Müjdeydi; Talût’un az sayıdaki mümin askerleri kendilerine göre çok kalabalık bir müşrik ordusuna karşı giriştikleri savaşta Allah’ın yardımıyla zafere ulaşmışlardı. O hâlde Bedir’deki müminler de zafere ulaşacaklardı. Uyarıydı; Talût’un az sayıdaki mümin askerleri itaat, sabır gibi şartlara uyarak ve Allah’a sığınarak zafere ulaşmışlardı. O hâlde Bedir’deki müminler de, savaşı kazanmanın şartlarından olduğu üzere, verilen emirlere itaat, zorluklara sabretmek gibi şartları yerine getirmeliydiler.

Resûlüllah sürekli dua ediyor ve dualarında sık sık Allahım! Şu bir avuç Müslüman eğer helak olursa, sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmayacak. Sen onları galip kıl [180] diyordu. Bir ara gölgeliğe gidip, ellerini kaldırarak dua etmeye başladı.Dua ederken ellerini kaldırmaktan üzerindeki abası sıyrılıp yere düştü. O’nun bu hali ve yakarışları Müslümanları etkiledi. Ebû Bekir yere düşen abayı tekrar Resûlüllah’ın omuzlarına koyarken, duygulu bir sesle ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Rabbin vaadini yerine getirecektir [181] dedi. O bunu söylerken, Resûlüllah’ın kendirinin göreceği zarardan dolayı üzülmesini istemediklerini söylemek istiyordu. Resûlüllah bir ara çadırına girdi. Kısa süre sonra zırhını giyinmiş olarak çadırın önünde gözüktü. Bu sırada ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarım dönüp kaçacaklardır [182] ayetini okuduğu duyuldu. Müslümanlar sevindiler, daha bir cesaretlendiler. Savaşı kazanacaklarına, müşrikleri perişan edeceklerine inanıyor, bu konuda hiçbir kuşku duymuyorlardı.

Savaş

İki ordu da savaşa hazır durumda karşılıklı yerlerini alınca, Arap geleneğinde olduğu üzere ilk bireysel çatışmalar başladı. Müşriklerden Amir b. Hadrami öne çıkarak Müslümanlara meydan okuyup, kendisine rakip istedi. Ömer’in azatlı kölelerinden Mihca b. Salih yerinden fırlayıp Amir’in karşısına çıktı. Amir attığı okla Mihca’yı şehit etti. Mihca, Müslümanların savaş alanında verdikleri ilk şehit oldu. Bu arada Adiy b. Neccar havuz başında su içerken bir müşriğin attığı okla boynundan vuruldu ve Müslümanlar ikinci şehitlerini verdiler.

Resûlüllah, savaş öncesinin bu son dakikalarında Müslümanların arasında geziniyor, onları cesaretle savaşmaya teşvik ediyor, dualar ediyor ve ayetler okuyordu. Sıklıkla okuduğu bir ayet şöyleydi: ‘Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok anın ki başarıya ensesiniz. Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve (insanları) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar (kâfirler) gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.[183] Resûlüllah’ın Müslümanlara hitaben konuşmalar yaptığı, dualar edip, ayetler okuduğu bu anlarda, Ebû Cehil de kendi askerlerine hitap ediyor, onları cesaretlendirmeye çalışıyor ve dualar ediyordu. Onun duası da şöyleydi: Allahım.’ Bibimle akrabalık ilişkisini keseni, bize bilmediğimiz şeyleri getireni ve adamlarını helak et. Bugün burada haklı olanı galip kıl, haksız olanı perişan et.[184]

Savaşı kızıştırmak için Mekke’nin eşrafından Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ile birlikte öne çıkarak Müslümanlardan kendilerine rakip istedi. Utbe’nin Müslümanların safında yer alan oğlu Huzeyfe dayanamayarak öne atıldı. Müşrik babasının hesabını bizzat kendisi görmek istiyordu. Ancak Resûlüllah onu durdurdu. Onun yerine Ensarın gençlerinden üç kişiyi çıkardı. Utbe kendilerine doğru gelen rakiplerin Medineliler olduğunu anlayınca itiraz etti. Medinelilerle bir problemlerinin olmadığını söyleyip, Mekkeli rakip istedi. Resûlüllah ‘Kalk ya Ubeyde! Kalk ya Hamza! Kalk ya Ali!’ diyerek üç muhaciri savaş alanına çıkardı. Utbe karşılarına çıkan yeni rakipleri beğendi ve birebir çatışma başladı. Hamza ve Ali rakipleri olan Şeybe ve Velid’i kısa sürede öldürdüler. Ubeyde, Utbe’nin hakkından gelemedi. Üstelik yaralandı. Ali ve Hamza yaralanmış ve rakibinin hakkından gelememiş olan Ubeyde’ye yardıma gidip Utbe’yi öldürdüler. Müşriklerden üç kişinin, üstelik eşraftan üç kişinin öldürülmesi Müslüman saflarında sevince neden olurken, müşrik saflarında üzüntü ve kederi artırdı.

îki ordu birbirine saldırmaya hazır haldeydi. Bir ara Hz. Ebû Bekir’in, müşriklerin safında Bedir’e gelmiş olan oğlu Abdurrahman öne çıktı ve kendisine rakip istedi. Abdurrahman kuvvetli ve maharetli bir savaşçıydı. Müslümanlardan rakip isterken şımarıkça tavırlar sergiliyordu. Ebû Bekir oğlunun şımarık tavrına öfkelendi. Hiç tereddüt etmeden öne çıktı. Niyeti oğluna karşı savaşmak ve onu öldürmekti. Ancak Resûlüllah ‘Sen bize lazımsın diyerek Ebû Bekir’i durdurdu. Ebû Bekir oğlunun şımarık tavrına çok kızmıştı, öfke içindeydi. Bu nedenle ‘Ey pislik!’ diye oğluna hakaret etmekten kendisini alamadı. Müslüman saflarında gerçekleşenleri izleyen Abdurrahman geri çekilip, müşrik arkadaşlarının arasına döndü.

Savaş başlamak üzereydi. Resûlüllah Müslümanların önüne geçerek yerden avuçladığı kumu müşriklere doğru savururken ‘Yüzleri kara olsun! Allahım onların kalplerini korku ile doldur. Ayaklarım gevşet, titret [185] diye dua etti. Sonra Müslümanlara dönüp ‘Hücuma geçin! Saldırın!’ enirini verdi. Savaşın bu ilk anı, daha sonra vahyo bir ayette şöyle anlatılmıştır: ‘(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.[186]

Resûlüllah, düşmanın üzerine saldırma emrini verirken bir yandan da ‘Ey Allah’ın kulları! Allah’ın cennetine koşun!’ diyordu. Umeyr b. Humam el-Ensarî düşman üzerine atılmak üzereyken Resulüllah’ın bu sözünü duyunca durdu ve ‘Ey Allah’ın Resulü! Cennet mi?’ diye sordu. Resûlüllah ‘Evet’ dedi. Umeyr sevinçle ‘Çok güzel! Çok güzel! Vallahi hep ona sahip olmak istemiştim’ diye bağırdı. Bunları söylerken, bir yandan da azık torbasından avuçladığı hurmaları yiyordu. Sonra bir an elindeki hurmalara baktı ve ‘Şu kurmaları yiyecek kadar beklemek bile çok geç olur [187] deyip, elinde kılıcı müşrik saflarına daldı. Şehit oluncaya kadar da savaştı.

Resûlüllah ön saflardaydı. Hep aynı ayeti okuduğu duyuluyordu: ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.[188] O anları Hz. Ali şöyle anlatıyor; ‘Bedir’de, savaşın en kızgın anlarında Resülüllah’a sığınıyor, O’nun yanında durmaya çalışıyorduk. O, o gün insanların en cesuruydu. Hep düşmana en yakın noktada duruyordu’. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûlüllah bir ara dua etmek için gölgeliğe çekildi. İnsanlar içindeki en önemli sığınağını göremeyen ve O’nu gölgeliğinde dua ederken bulan Hz. Ali anlatıyor: ‘Bedir günü biraz çarpıştıktan sonra ne yaptığını görmek için Resulüllah’ın yanına gittim. Baktım ki secdeye kapanmış dua ediyordu. [189] Resûlüllah bir süre dua ettikten sonra secdeden kalkıp tekrar Müslümanların yanma döndüğünde yüzü daha bir başkaydı; gülümsüyordu. Müslümanları bir kez daha kesin bir zaferle müjdeledi. Allah’ın kendilerine yardım edeceğini ve meleklerin Müslümanlara yardım için hazır beklediklerini bildirdi. Bu durum daha sonra vahyolunan bir ayette şöyle anlatıldı: ‘Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da,’Peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek duanızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.[190]

Müslümanların tarafında bunlar olurken, müşriklerin tarafında ise Ebü Cehil kendi ordusunu cesaretlendirmekle meşguldü. Avazı çıktığı kadar bağırıyor; ‘Yemin ederim ki, Muhammed ve adamlarını tutup iplerle bağlamadıkça buradan ayrılmayacağız. Sizden her biriniz onların birini öldürsün. Fakat eğer onlan öldurmeyip yakalamayı düşünüyorsanız, dinlerinden ayrılmanın, atalarının yolundan ayrılmanın ne demek olduğunu, Lat ve Uzza’ya sırt çevirmenin nasıl olduğunu öğreteceğiz [191] diyordu.

Daha önce birçok kez açıklandığı üzere, risâlet sürecinin rehberi, îslâm davetinin kaynağı Kur’an’dı. Kur’an tüm risâlet süresince hayatın içinde yer aldı ve hayata yön verdi. İnsanlık için örnek bir nesil inşa etti. İnsanlığın temel problemlerine yönelip, bu problemlerin çözüm yollarını gösterdi. Hem dünya hayatını mutluluk, doğruluk, güzellik üzerinde yükseltecek, hem de ahireti esenlik yurdu kılacak ilke ve ölçüleri herkesin anlayabileceği bir üslûpta ve sadelikte sundu. Kur’an’m bireysel hayata aktarılmasında ebedi model ise Resûlüllah’dı; Kur’an Resulüllah’ın şahsında bedenleşti. Kur’an’m ilke ve ölçülerinin toplumsal hayata aktarılmasında insanlık için ebedî modele gelince o ise Resulüllah’m yanındaki ilk Kur’an nesliydi. Kur’an onların şahsında örnek toplumunu inşa etti. Kur’an’m hayatın kitabı, hareketin ilkesi olması en açık biçimde Müslümanlar için bir varoluş savaşı olan Bedir’de kendisini ortaya koydu. Kur’an’m inşa ettiği Müslüman toplumunun, müşrik toplumla ilk savaşı olan Bedir, Kur’an merkezli incelendiğinde, Kur’an’ın Bedir savaşının her safhasında aktif olarak yer aldığı anlaşılmaktadır.

O, savaşın her aşamasında bilgi vermiş, açıklamalarda bulunmuş, Müslümanları cesaretlendirmiş, müşrikleri tehdit etmiştir. Müslümanları başarıyla müjdelerken, müşrikleri azapla, bozguna uğramakla korkutmuştur. Bunun örneklerinden birisi savaşın perde arkasını açıklayan şu ayettir: ‘Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreğine korku satacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına! diye vahyediyordu. Bu söylenenler, onların Allah’a ve Resulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır.[192]

Ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere, Allah, Müslümanların eliyle küfrü Bedir’de bozguna uğratmak istiyor ve bu nedenle de Resûlüllah’m söz ve tavırlarına yansıdığı gibi, kolay olanı, yani kervanın ele geçirilmesini değil; zor olanı, yani Mekke ordusuyla savaşılmasını murat ediyordu. Fakat olur ki taraflardan birisi korkar da savaşmaktan vazgeçer ve savaş olmadığı için müşrik ordusu eski azgınlık ve şımarıklığını aynen devam ettirir diye her iki tarafı da savaşa cesaretlendirmek için, her iki tarafı da birbirlerine az göstermişti: ‘Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a döner.[193] Bu durumun bir tanığı olarak Abdullah b. Mes’ud şunları söylemiştir: ‘Bedir günü Mekke ordusu gözümüze az görünmüştü. Öyle ki, yanımdaki kardeşime ‘Yetmiş kişi varlar mı?’ diye sordum. O da ‘Daha fazlalar, yüz kişi kadarlar’ dedi. Savaşın sonunda, onlardan aldığımız esire kaç kişi olduklarını sorduğumuzda ‘Bin kişiydik’ cevabını aldık’. Bir başka ayet ise müşrik ordusundaki cesareti kırmak için belki savaşın başından itibaren belirli bir kesimin veya savaş başladıktan sonra bütün müşriklerin bir yanılgısından bahsetmektedir: ‘(Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir grup. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.[194] Savaş başladığı zaman Müslümanları desteklemesi, görünmeyen ordularıyla Müslümanları kuvvetlendirmesi ise Allah’ın muradının gerçekleşmesi için irade ettiklerinden bir başkası idi: ‘Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz hâlde Allah, Bedir’de de size yardım etmişti, öyle ise, Allah’tan sakının ki O’na şükretmiş olasınız. O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: ‘İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir?’ Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.[195]

Müslümanlar daha savaş başlamadan Bedir’de gerçekleşecek savaşın önemini kavramışlar, bunun bir varoluş savaşı olduğunu, hangi taraf galip gelirse o tarafın hep güçlü olacağını; hangi taraf yenilirse o tarafın yok olacağım bilmişlerdi. Bu nedenle olağanüstü çaba ile, sabır ve cesaretle savaştılar. Hatta bazıları iki elinde birer kılıç bir kişi gibi değil, sanki iki kişi gibi savaştı. Hamza bunlardan birisiydi. Yine aynı şekilde Ali, Sâ’d b. Ebî Vakkas, Mâbed b. Vehb iki elinde iki kılıçla savaşanlardandı. Bazıları ise savaş sırasında kolunu veya bacağını yitirmesine rağmen, bunu savaştan çekilmenin bir gerekçesi kabul etmemiş, daha büyük bir hınçla ileri atılmış, her atılışında birkaç müşriği birden savurmuş, öldürmüş veya sakat bırakmıştı. Muaz b. Amr bunlardan birisiydi. O, savaşın o en kızgın anlarını şöyle anlatıyor: ‘Müşrikler ‘Ebül Hakem (Ebû Cehil) erişilmez yerdedir, ona kimse zarar veremez’ diye bağırırlarken, o tarafa doğru gittim. Ebü Cehil’i öldürmek İstiyordum. Yanına kadar sokulma imkanı bulunca üzerine saldırıp bir vuruşta bacaklarından birisini kopardım. Vurulunca yere düşmesi, hurma çekirdeğinin değirmen taşının altından sıçramasına benziyordu. O sırada Ebü Cehil’in oğlu takrime kılıcı ile vurup kolumu kesti. Kolum tamamen kopmadı, deri tutuyordu. Bu nedenle kolum yanımda sallanıp kaldı. Çarpışmanın şiddetinden kolumu hiç dikkate almadım. O gün kesik kolumu arkama atıp, çarpıştım. Kolum bir ara bana sıkıntı vermeye, hareketlerimi engellemeye başlayınca, yere eğilip ayağımla üzerine bastım, sonra ani bir hareketle kalkıp kolumu tutan deriyi kopardım. Hemen savaşa dönüp, çarpışmaya devam ettim.[196]

Artık savaşın şirk ordusunun aleyhine geliştiği anlaşılmaya başlanmıştı. Her geçen an daha fazla adam kaybediyor, her an daha fazla bozguna yaklaşıyorlardı. Eşraftan kişiler peş peşe öldürülüyordu. Abdurrahman b. Avf, Umeyye b. Halef ile oğlunu esir almıştı. Bir zamanlar .Umeyye b. Halefin can alan işkencelerine maruz kalan Bilâl, eski patronunun esir olduğunu görünce hemen o tarafa koşup Abdurrahman b. Avfa ‘Eğer o kurtulduysa ben kurtulmayayım [197] dedi. Abdurrahman b. Avf onun bu isteğine itiraz etmedi. Bilâl, Ensardan bazı Müslümanlarla birlikte Kureyş’in bu zorba eşrafım öldürdü.

Savaşın iyice kızıştığı bir anda îbn Mes’ud, yerde can vermek üzere olan Ebû Cehil’i gördü. Onu, Muaz b. Amr ve Muaz b. Afra isminde iki genç bu hale getirmişler, öldü diye bırakıp savaşa dönmüşlerdi. Onlar bacağı kesildiği için yerde çırpman Ebû Cehil’e saldırırken esasen onun kim olduğunu bilmiyorlardı. Çünkü Ebû Cehil’i tanımıyorlardı, lbn Mes’ud, Ebû Cehil’e yaklaştı ve canını alacak son darbeyi indirmeden önce ayağıyla boynuna basıp ‘Ey Allah’ın âüşmanı\ Gördün mü Allah seni nasıl rezil ve perişan etti’ dedi. Ebû Cehil başucunda duranı tanımıştı, zorla ‘Beni neyle rezil etti? Savaşta ölen adamdan daha şerefli kim var? Söyle bana durum nasıl? Bu gün devran kimindir?’ dedi. lbn Mes’ud ‘Allah’ın ve Resulünündür [198] deyince, Ebû Cehil hiçbir şey demedi. Canını vermek üzereydi. îbn Mesud eğilip İslâm’ın ve Müslümanların zorba, acımasız düşmanının boynunu kesti. Sonra kesik başı havaya kaldırarak Ebû Cehil’in öldüğünü ilan etmeye başladı. Onun bu bağırmaları müşrik saflarında şiddetli bir sarsıntıya neden oldu. Müşrikler lidersiz kaldıklarını anladılar. Dağılıp, gerisin geri kaçmaya başladılar. Savaş birkaç saatte sonuçlandı. Zafer Müslümanlarındı. Daha da önemlisi Mekke eşrafının önemli bir kısmı, İslâm’ın en zorba düşmanlarının çoğu öldürülmüştü. Müslümanların kaybı 14 kişi, müşriklerinki ise 70 kişiydi. Ayrıca bir o kadar müşrik de esir alınmıştı.

Savaş Sonrası

Mekke’nin müşrik ordusu bozguna uğrayınca Resûlüllah Müslümanları üçe ayırıp bir grubu Ali’nin komutasında kaçan müşrikleri kovalamakla, ikinci grubu savaş alanındaki ganimetleri toplamakla, üçüncü grubu ise komuta merkezinde nöbet tutarak düşmanın ani saldırısına karşı gerekli tedbirleri almakla görevlendirdi. Resûlüllah, müşrikleri kovalayanlara bazı isimleri bildirerek, onları yakalayacak olurlarsa öldürmemelerini, eziyet etmemelerini söyledi. İsimlerini verdikleri savaşa zorla getirilmiş kimselerdi. Aralarında Abbas, Ebû’l Bahteri b. Hişam, Akil, Nevfel, Talib gibi kimseler vardı.

islâm ordusu Bedir’de üç gün kaldı. Resûlüllah bütün şehitleri cenaze namazı kılmadan defnetti. O günden sonra şehitlerin cenaze namazını kılmamak islâm’ın önemli geleneklerinden birisi oldu. O gün orada cenaze namazı kılmmaması şehitler için bir onurdu, çünkü ölümleriyle tevhid hakikatinin şahitliğini yapmışlardı. Zaten şehitlikleri bunun gereğiydi. İmanlarına tanıklık etmek için cenaze namazına ihtiyaçları yoktu.

Müşriklerin cesetleri de ortada bırakılmadı, açılan bir çukura gömüldüler. Müşrik eşrafından 24’ü bir kuyuya atılarak üstleri toprak ve taşlarla kapatıldı. Bu şekilde kuyuya atılanlardan birisi Utbe b. Rebia idi. Utbe’nin cesedi yerde sürüklenerek kuyuya doğru götürülürken Müslümanların safında bulunan oğlu Ebû Huzeyfe’nin rengi değişti. Babasının bu haline üzülmüştü. Resûlüllah, Ebû Huzeyfe’nin üzüntüsünü fark etti ve ona yaklaştı, ‘Ey Ebû Huzeyfe! Yoksa babanın hali seni etkiledi mi?’ diye sordu. Ebû Huzeyfe’nin cevabı, iman dolu bir kalbin gereğine uygun bir cevaptı: ‘Hayır, vallahi etkilemedi, üzülmedim ya ResuJallah! Babamın burada vurulup düşeceğine şüphem yoktu. Ancak babam ileri görüşlü, yumuşak tabiatlı ve bazı faziletlere de sahip birisiydi. Bu özelliklerinin onu İslâm’a sevk edeceğini umuyordum. Buna rağmen onun küfründe ısrar etmesi ve bir kâfir olarak ölmesi beni üzdü.[199]

Müşrik liderlerin cesetleri gömüldükten sonra, Resûlüllah gidip içine atıldıkları çukurun başında durdu ve ‘Ey kuyuya atılanlar!’ diye seslendi. Sonra da her birini ismen çağırmaya başladı: ‘Ey Utbe b. Rebîa! Ey Seybe b. Rebia! Ey Umeyye b. Halef! Ey Ebû Cehil b . Hişam….’ Bu seslenişini takiben, hem kendi kalbine ve hem de çevresindeki müminlere ve esir edilmiş müşriklere mesaj veren sözlerini dile getirdi: ‘Sizler, Peygamberin en azgın düşmanlarıydınız. Başkaları peygamberi tasdik ederken, sizler yalanladınız. Siz beni yurdumdan, yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtı. Siz benimle savaştınız, başkaları İse bana yardım etti. Siz Rabbinizin, size vadetmiş olduğu azabı gerçek olarak buldunuz mu? Ben Rabbimin bana vaadetmiş olduğu zaferi gerçek olarak buldum. [200]

Esirler

Ölülerin gömülmesini, yaralıların tedavilerinin tamamlanmasını takiben, Resûlüllah bazı Müslümanları toplayarak esirler konusundaki görüşlerinin ne olduğunu sordu, istişare toplantısında ilk konuşan Ebû Bekir oldu. Ebû Bekir, esirlerin Müslümanlarla kan bağına sahip kimseler olduklarını, bu nedenle hepsinin de fidyeleri alınarak serbest bırakılmalarının iyi olacağını savundu. Ömer, Ebû Bekir’in görüşünü uygun bulmadığını, bütün esirlerin öldürülmesi gerektiğini, çünkü onların hepsinin de Müslümanları öldürmek için gelmiş kimseler olduklarını söyledi. Ona göre, öldürülen müşrigin Müslüman akrabasının o müşriği öldüren kimseye karşı olumsuz duygulara sahip olmaması için, her esiri kendi akrabası olan bir Müslüman öldürmeliydi. Bu düşüncesini ise isim vererek örneklendirdi: ‘Akil’i Ali, Abbas’ı Hamza…. öldürmeli’. Abdullah b. Revâha müşriklere karşı daha büyük bir kine sahipti. İntikam istiyordu. Hepsinin yanan odunlarla dolu bir çukura atılmalarını teklif etti. Müşriklere dünyadayken cehennem azabını tattırmaktan yanaydı. Bütün görüşleri dikkatle dinleyen Resûlüllah, görüş bildirenlerin çoğu esirlerin öldürülmesine taraftar olmasına rağmen, Ebû Bekir’in görüşünü beğendiğini, esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmasının uygun olacağını söyledi. Bunun gerekçesini de ‘Sizler yoksul kimselersiniz. Esirlerden kurtulma fidyesi alınması iyi olur diyerek açıkladı. Bu arada, Taif dönüşü büyük yardımını gördüğü Mutim b. Adiyy’i anmadan edemedi; ‘Eğer Mutim b. Adiyy sağ olup, bu esirleri salıvermemi isteseydi, onun hatırına hepsinin serbest bırakırdım [201] dedi.

Resûlüllah, esirlerin başlarındaki nöbetçilere emanetlerine iyi davranmalarını, hiç birine eziyet etmemelerini bildirdi. Bundan sadece Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebî Muayt’ı istisna etti; ikisinin de öldürülmesi emrini verdi. Nadr b. Haris risâle-tin Mekke yıllarında İslâm’a ve Müslümanlara en acımasız düşmanlıkta bulunan kişiydi. Ebû Muayt ise Mekke’de Resûlüllah’ı boğmaya kalkışmış, hicret edildiği zaman da Müslümanların aleyhine şiirler söylemiş, Resûlüllah’ı muhakkak öldüreceğini dile getirip durmuştu. Resulüllah’ın isteği anında yerine getirildi. Böylelikle müşrik zorbalardan ikisi daha cehenneme gönderildi.

Müslümanlar, Resûlüllah’ın emri gereği, esirlere oldukça iyi davrandılar. Hatta Medine’ye dönerken kendisine emanet edilen esirle hayvanına nöbetleşe binenler oldu. Her biri esirine yediğinden yedirdi. Esirler arasına bulunan Mus’ab b. Umeyr’in kardeşi Ebû Aziz o zaman şahit olduklarını şöyle anlatmıştır: ‘Esirler Bedir’den Medine’ye götürüldükleri zaman, ben Ensardan bir ailenin payına düşmüştüm. Resûlüllah biz esirler hakkında tavsiyelerde bulunduğu için sabah akşam yemeklerinden bana da verirlerdi. Onlardan birisinin eline bir ekmek parçası geçse onu bana verir, ben de utandığımdan iade eder, almazdım. Fakat o, ekmeğe dokunmadan bana tekrar verir ve yememi isterdi. [202]

Hz. Ömer, esirlere ne yapılması gerektiğiyle ilgili gerçekleştirilen istişare toplantısının ertesi günü, sabah vakti, Resûlüllah’ın yanma geldiğinde, Resûlüllah ile Ebû Bekir’in oldukça üzgün olduklarını gördü. Merakla üzüntülerinin sebebini sordu. Resûlüllah ‘Esirleri kurtuluş fidyesi alarak bağışlamamız nedeniyle neredeyse helak olacaktık. Fakat bu durumda sen kurtulacaktın ey Ömer! [203] dedi. Sonra, yeni vahyolmuş bir grup ayeti okudu: Yeryüzünde küfrün belini kırıp, tam hakimiyet sağlamadıkça hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz bu dünyanın geçici kazançlarını istiyorsunuz- Ama Allah, sizin için ahiretteki cenneti elde etmenizi istiyor. Çünkü Allah en yüce iktidar sahibi olup, yaptığı her şeyi yerli yerince yapandır. Allah tarafından, önceden buyurulmuş böyle bir ilke olmasaydı, (fidye elde etmek için) aldığınız bütün bu esirler yüzünden, başınıza mutlaka büyük bir azap çökerdi. Artık savaşta elde ettiğiniz ganimetlerden, helâl ve temiz olanları kullanın ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve acıyandır.[204]

Bu ayetler önemli bir uyanda bulunuyordu. Hak-batıl, ilim-zan, tevhid-şirk… ayrımının gerektirdiği çatışma ve savaşlarda müminlerin amacının ne olması gerektiğini ifade ediyordu. Hakka rağmen batılı tercih eden ve onun egemenliği için çalışıp, çabalayanları; zan üzerinde inşa edilen inanç ve hayat tarzlarım; tevhid hakikatine sırtını dönüp şirke meyleden anlayış ve uygulamaları yok etmek, bunların egemenliğine son vermek için çalışıp, çabalamak gerekirken; esir alıp fidye edinmek, ganimet elde etmek gibi bazı küçük dünyalıkları gaye haline getirmenin yanlışlığına değiniliyor ve bunu yapanları; buna bilerek veya bilmeyerek meyledenler eleştiriyordu. Resulüllah da eleştirilenler arasındaydı. Ve o an için değilse bile, bu uyanların ne kadar önemli olduğu Uhud’da yaşanarak anlaşıldı. Ayneyn tepesine yerleştirilen okçuların müminler için zaferle sonuçlanmak üzere olan bir savaşı kaybetmelerine ve yetmiş şehit vermelerine yol açtı. Bu ayetler gereği müminler, gerçekleşen savaşlar nedeniyle ganimetler elde etme, esirler ele geçirip fidyelerini alma sürecine girdikleri bir aşamada asıl gayelerinin ne olduğunu tekrar düşünmeliydiler. Düşünüp, yanlış uygulamalardan, eğilimlerden, tavırlardan uzak durmalıydılar. Böylelikle bir kez daha anlaşılmış oldu ki İslâm davetinin kaynağı Kur’an’dı. Daveti rotasına oturtan ve rotasında gitmesini sağlayan, rotadan çıkmaya veya sapmaya yönelik en ufak girişime, hâl veya harekete müsaade etmeyen hep Kur’an’dı. Resulüllah ve O’nun çevresinde oluşan topluluk insanlık için model niteliğini Kur’an sayesinde işte böyle kazandı.

Resulüllah, savaşın sonrasında Abdullah b. Revâha ve Zeyd b. Harise’nin hazırlanarak Medine’ye müjdeci olarak gitmelerini istedi. İki müjdeci Medine’ye gittikleri zaman Resûlüllah’m kızı Rukayye vefat etmiş, savaşa katılamamış erkekler ve kadınlar onu kabre koymakla meşgul idiler. Rukayye çoktandır hastaydı. Resulüllah, Rukayye hasta olduğu için kocası Osman’a kervanı ele geçirmek için Medine’den çıkan birliğe katılmama izni vermiş, Osman’dan, karısının tedavisiyle ilgilenmesini istemişti. Rukayye’nin ölümü nedeniyle üzüntülü olan Medine’deki Müslümanlar, savaşın kazanıldığı haberini alınca sevindiler. Üzüntü ve sevinci bir arada yaşadılar. Mekke eşrafından birçok kimsenin öldürülmüş olması sevinçlerini bir kat daha artırdı. Ancak münafıklar ve Yahudiler bu müjdeye inanmadılar.

Müjdeci olarak gelenlerin akıllarını yitirdiklerini, aslında Müslümanların bozguna uğradığını, peygamberin ve seçkin ashabının katledildiğini söyleyerek Müslümanları üzmeye çalıştılar. Çünkü aksinin mümkün olmayacağına inanıyorlardı.

İslâm ordusu Medine’de büyük bir coşkuyla karşılandı. O gün Medine’de adeta bir bayram yaşandı. Üzgün olanlar sadece sevinçli gibi görünmeye çalışan münafıklar ve Yahudilerdi. Bunun nasıl olduğunu, bu bir avuç Müslümanm doğru dürüst savaş araç ve gereçlerine dahi sahip olmadan, kendilerinin üç katı büyüklükte ve üstelik hepsi de son derece iyi teçhizatlı bir orduyu nasıl bozguna uğrattıklarını bir türlü anlayamadılar.

Medine’ye gelinince esirler için ekonomik durumlarına göre değişen kurtuluş fidyeleri belirlendi. Fidyesini akrabaları aracılığıyla ödeyen serbest bırakıldı. Müslümanlar Abbas b. Abdulmuttahb’in fidye miktarını azaltmayı düşündüler. Müslümanlar onun fidyesini azaltmakla Resûlüllah’ı memnun edeceklerini düşünüyorlardı. Ne de olsa Resûlüllah’ın amcasıydı ve risâletin Mekke yıllarında Resûlüllah’a yardımı olmuştu. Ayrıca Bedir’e de istemediği hâlde zorla getirilmişti. Abbas tefecilikle uğraşan ve bu nedenle son derece zengin birisiydi. Amcasının fidyesinin azaltıldığını duyan Resulüllah itiraz etti. Böylesi bir özel muameleye karşı çıktı; ‘O zengindir. Fidyesini bir dirhem bile olsa indirmeyin [205] dedi. Dediği gibi yapıldı. Bazı esirler ise fidye veremeyecek kadar yoksuldular. Yakınlarının da bir zenginliği yoktu. Bunlardan okur-yazar olanlara on Müslümana okuma yazma öğretmesinin kurtuluş fidyesi olarak kabul edileceği bildirildi. Zeyd b.Sabit bu şekilde okuma-yazma öğrenenlerden oldu. Hem yoksul olup, hem de okur-yazar olmayan esirler ise fidyesiz serbest bırakıldılar.

Bir Hatıra Ve Üzüntü

Bedir’de esir edilenler arasında Resûlüllah’m damadı Ebû’l As b. Rebî de vardı. Ebû’l As ticaretle uğraşan ve zengin sayılabilecek birisiydi. Annesi Hâle bint-i Hu-veylid, Hz. Hatice’nin kız kardeşiydi. Bu nedenle eşi Zeyneb aynı zamanda kuzeniydi. Zeyneb’i severdi; Zeyneb’e karşı iyi bir eşti. O zamanlar henüz nikahın ayrıntılarıyla ilgili ayetler vahyolunmadığı için, Resulüllah kızını bir müşrik olan Ebû’l As’dan ayırmamış ve Mekke’de kalmasına razı olmuştu. Ebû’l As’m İslâm’a ve Müslümanlara karşı bir düşmanlığı görülmemiş, ama Bedir’e gelen Mekke ordusuna katılmazhk da edememişti.

Mekkeliler, esirleri için kurtuluş akçeleri gönderirken, Zeyneb de kocasının kurtuluş akçesi olarak değerli bir gerdanlık gönderdi. Gerdanlığın değeri kocasının fidyesini karşılamaya yetiyordu. Gerdanlık Resûlüllah’a takdim edildi. Müslümanlar gerdanlığı eline alan Resûlüllah’ın üzüldüğünü fark ettiler. Önce bunun sebebini anlayamadılar. Çünkü damadının kurtuluş akçesini tayin eden kendisiydi ve fidyeyi gönderecek olanın da kızı olduğunu biliyordu. Ama ne var ki, fidye olarak verilen gerdanlığı görünce değişmiş ve üzülmüştü. Bunun sebebini öğrenmek istediler, ‘Ey Allah’ın Resulü! Üzüldüğünü görüyoruz. Ne oldu? Seni üzen nedir?’ dediler. Resûlüllah ‘Bu Hatice’nin gerdanlığıydı. Onu Zeyneb’e vermişti. Onu görünce Hatice’yi hatırladım. Bu beni üzdü. Eğer uygun bulursanız esiri serbest bırakalım ve gerdanlığı da sahibine iade edelim [206] dedi. Müslümanlardan hiç kimse bu isteğe itiraz etmedi. Ebû’l As’ı serbest bıraktılar, Zeyneb’e iade etmesi için de gerdanlığı kendisine verdiler.

Resûlüllah, diğer kızı Rukayye vefat ettiği için üzüntülüydü. Muhtemeldir ki, Ebû’l As’tan Zeyneb’in Medine’ye gelmesine müsaade etmesini istedi. Ebû’l As, gördüğü iyilik üzerine, Mekke’ye varınca, eşine isterse Medine’ye gidebileceğini söyledi. Zeyneb Medine’ye gitmeyi tercih edince, Ebû’l As yol hazırlığı yaparak eşini Medine’ye gönderdi. Ancak yolda Mekke’nin serserilerinden iki kişi Zeyneb’e sataştılar. Itiş-kakış sırasında Zeyneb devenin üzerinden yere düştü ve hamile olduğu için düşük yaptı. Zeyneb kendisini almaları için Resulüllah’ın yola çıkardığı Zeyd b. Harise ve Ensardan bir Müslümanm refakatinde zorlu bir yolculuğu takiben Medine’ye ulaştı. Fakat vefatına kadar da sağlığı hiç düzelmedi.

Bedir’den bir ay sonra Medine’ye gelen Zeyneb babasına kavuştu. Resûlüllah, Rukayye’nin acısını Zeyneb ile gidermeye çalıştı. Ancak onun yaralanmış ve sağlığının bozulmuş olmasına çok üzüldü. Bir ara, bir baba olarak yaşadığı acı ve üzüntünün etkisiyle kızma yapılanın intikamını alacağını söylemesine rağmen, sonra bu kararından vazgeçti. Zeyneb’in düşüp yaralanmasına neden olan Habbâr b. Esved Müslüman olduğu zaman hiçbir şey demedi, Habbâr’ı affetti.

İntikam Yemini ve Davetin Gizli Düşmanları

Bozgun haberi Mekke’de çok çabuk duyuldu. Mekke’de yaşanan tam anlamıyla bir şoktu. Bir türlü gerçekleşeni anlayamadılar, sonucu kabullenemediler. Sonuca inanamıyor, akıllarına sığdıramıyorlardı. Mekke bir anda neredeyse bütün ileri gelenlerini kaybetmişti. Şehir devleti adeta başsız kalmıştı. Bütün Mekke’yi bir matem havası sardı. Birçok kişinin intikam yeminleri ettiği duyuluyordu. Ebû Süfyan tüm Mekke’de sözü dinlenecek tek kişi olarak kontrolü eline aldı. Halkı toplayarak: ‘Ey Kureyş topluluğu! Ölenleriniz için ağlamayın. Onlar için ne ağıtçılar ağlasın, ne de bir şair onlar için mersiyeler söyleyip yakınlarım ağlatsın. Sabırlı olun. Çünkü siz onlar için feryatlar edip ağladığınız zaman öfkenizi kaybeder, Muhammed ve adamlarına karşı yumuşarsınız. Ayrıca feryat ve ağıt haberleriniz Muhammed ve adamlarına ulaşırsa onlan sevindirmiş olursunuz. Onların sevinmesi ise daha büyük yenilgidir [207] dedi. Ebû Süfyan’m eşi Hint, Bedir’de babasını, kardeşini, amcasını, kuzenini kaybetmiş olmasına rağmen ağlamadı, kinini ağıtıyla yumuşatmadı. Yasanan yenilgiyle ilgili düşüncelerini açıklarken Uhud’un haberini verir gibiydi ‘Vallahi Muhammed ve adamlarıyla savaşıp intikamımızı alıncaya kadar güzel koku sürünmeyeceğim. Vallahi ağlamakla hüznümün azalacağını busem ağlardım. Benim hüznüm ancak Muhammed ve adamlarının öldürüldüğünü görmekle azalır.[208]

Ebû Leheb muhtemelen sağlık problemleri nedeniyle orduya katılamamış, kendi yerine Asî b. Hişam’ı donatıp, orduya katmıştı. Ordusunun yenilgisi Mekke’ye ulaşınca inanamadı. Bütün dostlarını kaybetmeyi kabullenemedi. Üzüntüsünden perişan oldu. Mekke ordusunun yenildiğini duyduktan bir hafta sonra üzüntüsünden öldü. Yakınları bulaşıcı bir hastalıktan öldüğünü sanıyorlardı. Hastalığın kendilerine de bulaşacağı korkusuyla kimse cesedine yaklaşamadı. Cesedi şişip, koktu. Hiç kimse eve giremedi. Oğulları, üzerine su döküp, kokuyu azaltarak babalarının cesedine ancak yaklaşabildiler. Sonra sürükleyerek götürüp bir çukura gömdüler, islâm’ın azgın ve zorba düşmanı Ebû Leheb Bedir’e katılamadı, ama diğer müşrik dostları gibi o da Bedir savaşında öldürülmüş gibi oldu.

Bedir zaferi Müslümanları sevindirirken, münafıkları ve Yahudileri öfkelendirdi. Münafıklar Müslümanların Bedir’de yenilgiye uğrayacaklarına inanıyorlardı. Fakat umdukları gerçekleşmemiş ve Müslümanlar Medine’ye zaferle dönmüşlerdi. Bu durum münafıkları korkuttu. Kendilerine yönelik muhtemel bir tehlikeyi önlemek için Müslüman olduklarını daha açıktan ve yoğun olarak ifade etmek ihtiyacı hissettiler. ‘Bu savaş, zafer ve gücün Müslümanlara ait olacağını gösteriyor [209] diyerek, nasıl bir konumda olmaları gerektiğiyle ilgili değerlendirmelerde bulundular. Böylelikle İslâm’ın hakim olacağı gelecek günlere hazırlık yapıyorlardı. Fakat fırsatını buldukça bazen açıktan, ama çoğu zaman gizlice, dedikodu meclislerinde Müslümanları aşağılamaktan, İslâm’la ve Müslümanlarla alay etmekten de geri durmadılar. Mekkeli bazı müşriklerin islâm’ı ve Müslümanları hicveden şiirlerini söylemekten büyük keyif alıyorlardı. Onların bu durumlarına Yahudiler de ortak oldular. Fırsatını buldukça hicivleriyle Müslümanları aşağılamaya çalıştılar. Müşrik ve Yahudi şairler islâm ve Müslümanları aşağılayan yeni şiirler yazmaktan geri durmuyorlardı. Her ne kadar Ali ve Hamza bu hicivlere karşı islâm’ı ve Müslümanları öven ve müşrikleri aşağılayan şiirler söylemişlerse de, bu konuda Hassan b. Sâbit’in ayrıcalıklı bir yeri vardı. O, Resulüllah’ın övgüsünü alan şiirleriyle islâm’ın ve Müslümanların temsilciliğini yaptı, düşmanın olumsuz propagandasına en uygun cevaplan verdi.

Bedir’in Önemi

Sonuç olarak belirtmek gerekirse; Bedir savaşı, insanlık tarihinin hemen her sayfasını dolduran savaşlar dikkate alındığında, iki grubun çatışmasından farklı görünmez. Ancak bu aldatıcı bir görünümdür. O genelde insanlık tarihinin, özelde ise islâm tarihinin dönüm noktasını teşkil edecek kadar büyük bir öneme sahip olmuştur. Resûlüllah’ın savaş öncesinde ve savaş sırasındaki dualarında sıklıkla dile getirdiği üzere, Müslümanlar bu savaşı kaybetseler ve öldürülseydiler îslâm daveti başlangıç aşamasında, ilâhî iradenin hayata, insanlık tarihine müdahalesinin 15. yılında sona ermiş olacaktı. Bu savaşı kazanmaları durumunda Mekke müşriklerinin Bedir’deki Müslümanları toptan kılıçtan geçireceği, Medine’deki Arap müşriklerin ve Yahudilerin de Medine’deki kadın, çocuk ve ihtiyarlara aynı şeyi yapacağı kesindi.

Bedir önemliydi. Bir kere tevhid-küfür ayrımının toplumsal boyutunu temsil ediyordu. Kalplerinde hâlâ tevhid-küfür ayrımını tam gerçekleştiremeyen, bu ayrımında pürüz bulunanlar için bir imtihandı. Böyle olduğu içindir ki, Bedir, Kur’an’da ‘Yevmu’l Furkan’ (ayırma günü) [210] olarak isimlendirildi. Çünkü onunla hak ile batıl her yönüyle birbirinden ayrıldı. Evladı, babası, amcası veya bir başka yakın akrabası bile olsa mevcut bütün bu bağların, Müslümanlar için iman kardeşliğine göre geri planda yer aldığının göstergesi oldu. islâm’ın inşa ettiği iman kardeşliğinin tüm bağların üstünde olduğunun test alanı oldu.

Bedir, bir îslâm toplumunun oluşumunda, İslâm devletinin inşa sürecinde önemli aşamalardan birisini ve hatta en önemlisini teşkil etti. Bu savaşla, Müslümanlar o günün şartlarında Arap yarımadasının tüm topluluklarına ‘Artık biz de varız ve varlığımızın devamım gerekirse savaşarak sağlarız’ mesajını vermiş oldular. Artık onlar Mekke veya Medine toplumlarının içinden çıkmış bir alt grup veya farklı bir inanca sahip küçük bir cemaat değillerdi.

[155] Nahle harekatını kasdediliyor. Bu harekatta Amr b. Hadramî’nin yönetimindeki Kureyş kervanı, Abdullah b. Cahş komutasındaki mücahitler tarafından ele geçirilmişti.
[156] İbn İshak’a göre 314, Vâkıdî’ye göre 313 veya 314, Musa bin Ukbe’ye göre 316, tbn-i Şeybe’ye göre 319, İbn-i Sa’d’a göre 300 küsur.
[157] İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 11/21.
[158] İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 11/20; Vakıdî, Meğazi, V16.
[159] Vakıdî, Meğazi, 1/33.
[160] Enfal, 8:7,8
[161] Kamer, 54:45
[162] İbn Sâ’d, et-Tabakatü’î-Kübra, 11/25.
[163] Mekke İle sahil arasında, Medine’ye beş günlük mesafede bir yer. Burada uzaklık ifadesi olarak kullanılmıştır.
[164] Vakıdî, MeğazU 1/34; İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 111/162; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/320.
[165] İbnü’l Esir, d~Kâmil fi’t-Târih, 11/57; ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/320.
[166] İbnü’l Esir, d-Kâmil fi’t-Târih, 11/57.
[167] Vakıdî, Meğazi, 1/32, 33
[168] İbnü’l Esir, el-Kâmîl fi’t-Târih, 11/56.
[169] Vakıdî, Meğazi, 1/44, 45; ibnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, 11/58.
[170] Vakıdî, Meğazi, 1/44, 45; ibnü’l Esir, d-Kâmil fi’t-Târih, 11/59.
[171] Vakıdî, Meğazi, 1/45
[172] ibnü’l Esir, d-Kâmü fi’t-Târih, 11/57; Vakıdî, Meğazi, 1/30.
[173] İbnü’l Esir, d-Kâmû fi’t-Târih, 11/58.
[174] Vakîdî, Meğazi, 1/44.
[175] En/al, 8:11
[176] Taberi, Tarihu’r-Rusül ve1-Matofe.il/269.
[177] Vakıdî, Meğazi, 1/40, 41; İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 111/517.
[178] Vakıdî, Meğazi, 1/42, 43.
[179] Fahreddin Razî, Te/str-i Kebîr V/355
[180] ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 111/ 601; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve1-Mutok.il/280.
[181] ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 111/ 601, 602; Taberî, Tarihu’r-Rusül vel-Mütofe.II/280.
[182] Kamer, 54:45
[183] Enfal, 8:45-47
[184] Vakıdî, Meğazi, 1/50; Ahmed, Müsned, V/431; Belâzürî, Ensabül Eşraf, 1/129.
[185] ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/628.
[186] Enfal, 8:17
[187] Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mütofc,lI/281.
[188] Kamer, 54:45
[189] îbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 11/26; Hakim, Müstedrek, 1/222.
[190] Enfal, 8:9-10
[191] Vakıdî, Meğazi, 1/51.
[192] Enfal, 8:12,13
[193] Enfal, 8:44
[194] Al-i îmran, 3:13
[195] Ahi îmran, 3:123-125
[196] Vakıdî, Meğazi, 1/63; Taberî, Tarihu’r-Rusül vel-Mulûk, 11/284; ibn Abdilber, el-îstiâbfi Esmai’l-Ashâb, III/1410.
[197] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/350.
[198] Vakıdî, Meğazi, 1/66; Taberî, Tarihu’r-Rusü! ve’!-Mü/ük,IT/284.
[199] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/640, 641.
[200] Vakıdî, Meğazi, 1/83, 84; Taberî, Tarihu’r-Rusûl ve1-Mutofe.il/285; İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, U/61.
[201] Buharı, Meğazi 12, Farzu’l Humus 16
[202] Taberî, Tarihu’r-Rusûl ve1-Mutofe.il/287; îbn Kesir, e\-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/373, 374.
[203] Müslim, Cihad ve Siyer 58; Tirmizî, Tefsir 8; Vakıdî, Meğazi, 1/82; Fahreddin Razî, Tefsîr-i Kebîr, Xi/369-373; El-Kadî, Abdulfettah, Esbâb-ı Nüzul, 195; Vahidî, Esbâb-ı Nü-Zülü’l, 257-259.
[204] Enfal, 8:67-70
[205] ibn Sâ’d, et-Tabahatü’l-Kübra, IV/14; Ahmed, Müsned, 1/353; Ibnü’i Esir, el-Kâmil fi’t- Târih, 11/63.
[206] Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/290, 291; İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, 11/63, 64.
[207] Vakıdî, Meğazi, 1/90.
[208] Vakıdî, Meğazi, 1/92, 93.
[209] Koksal, Asım, islam Tarihi-Medine Devri, 11/206.
[210] Enfal, 8:41
 
Üst Alt