Babil uygarlığı

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Hammurabi Yasaları

http://img.webme.com/pic/g/gizliilimler/codeofhammurabi.jpg

Hammurabi Yasaları

1. Bir kimse, bir diğerini esir eder ve onu köle ilan eder fakat bunu kanıtlayamazsa o zaman esir eden kişi ölümle cezalandırılır.[SUP][7][/SUP]
2. Bir kimse, bir adam hakkında bir suçlamada bulunur ve suçlanan kişi ırmağa gidip ırmağın üzerinden atlar da batarsa, suçlayan kişi onun evine sahip olur. ama ırmak suçlanan kişinin suçlu olmadığını kanıtlar ve o kişi canı yanmadan kurtulursa o zaman onu suçlayan kişi ölümle cezalandırılır ve ırmağı atlayan kişi kendisini suçlayanın evine sahip olur.
3. Bir kimse büyüklerinin huzurunda bir suç iddia eder ve yaptığı suçlamayı kanıtlayamazsa, iddia ettiği büyük bir suç ise ölümle cezalandırılır.
4. O kimse, büyüklerini tahıl ya da para cezasına hükmetmeyi başarırsa o fiilden dolayı ödenen cezayı alır.[SUP][7][/SUP]
5. Eğer bir yargıç bir davaya bakar ve bir karara varırsa verdiği hükmü yazılı olarak takdim eder; daha sonra verdiği kararda bir hata ortaya çıkarsa ve bu kendi hatasından kaynaklanırsa o zaman davada onun tarafından kararlaştırılan para cezasının on iki katını öder ve halka ilan edilerek yargıçlık makamından el çektirilir ve bir daha asla yargıçlık icra etmek için oraya oturamaz.
6. bir kimse tapınağın ya da mahkemenin eşyasını çalarsa ölümle cezalandırılır ve ondan çalınmış malları alan kişi de ölümle cezalandırılır.
7. bir kimse, tanık ya da yazılı bir anlaşma yokken başka bir adamın oğlundan ya da kölesinden gümüş ya da altın, erkek ya da kadın köle, öküz ya da koyun, eşek ya da başka bir şey satın alırsa ya da ücretini ödeyerek kiralarsa hırsız addolunur ve ölümle cezalandırılır.
8. biri sığır ya da koyun ya da eşek ya da domuz ya da keçi çaldığında, eğer o çaldığı şey tanrı’ya ya da mahkemeye aitse hırsız otuz katını öder, eğer kralın özgür bir vatandaşına aitse on katını öder, eğer hırsızın ödeyecek bir şeyi yoksa ölümle cezalandırılır.
9. Bir kimse bir eşyasını kaybedip ve onu bir başkasının zilyetliğinde bulduğunda, eşyanın zilyedi olan kişi “bunu bana bir tacir sattı. onun parasını tanıklar huzurunda ödedim” derse ve eşyanın maliki: “mülkiyetin bana ait olduğunu bilen tanıklar getireceğim“ derse o zaman eşyayı satın alan kişi ona eşyayı satan taciri ve huzurunda eşyayı satın aldığı tanıkları getirir, malik de onun mülkiyetini tanıyabilen tanıklar getirir. yargıç hem huzurunda ödeme yapılan tanıkların hem de kayıp eşyayı tanıyan tanığın yeminli ifadelerini muhakeme eder. bu durumda satıcının hırsız olduğu kanıtlanmış olur ve ölümle cezalandırılır. kayıp eşyanın maliki malını geri alır ve onu satın almış olan da satıcıya ödemiş olduğu parayı geri alır.
10. Eğer satın alan kişi satıcıyı ve de huzurunda eşyayı satın aldığı tanıkları getirmezse ama malın sahibi eşyayı tanıyacak tanıklar getirirse o zaman satın alan hırsızdır ve ölümle cezalandırılır ve malik de kayıp eşyasını geri alır.
11. Eğer malik kayıp eşyayı tanıyacak tanıklar getirmezse o kötü niyetlidir, iftira atmıştır ve ölümle cezalandırılır.
12. Eğer tanık bulunamıyorsa yargıç azami sekiz ay olmak üzere bir süre tanır. Sekiz aylık süre içinde tanık ortaya çıkmamışsa suçludur ve henüz karara bağlanmamış davadaki para cezasını üstlenir.
13. – On üç, rakamı uğursuz sayıldığı için; on üç numaralı madde yoktur-
14. Bir kimse bir diğerinin reşit olmayan çocuğunu çalarsa ölümle cezalandırılır.
15. Bir kimse mahkemenin erkek ya da kadın kölesini ya da özgür bir adamın erkek ya da kadın kölesini şehir kapılarının dışında alırsa ölümle cezalandırılır.
16. Bir kimsenin evine mahkemenin ya da özgür bir adamın kaçak erkek ya da kadın kölesi gelir de o kişi köleyi vekilharça getirip durumu bildirmezse evin sahibi ölümle cezalandırılır.

17. Eğer bir kişi açık alanda kadın ya da erkek bir kaçak köle bulursa ve onu efendisine getirirse kölenin sahibi ona iki şikel gümüş ödeyecektir.
18. Eğer köle efendisinin adını söylemezse onu bulan kişi saraya getirecektir; daha fazla araştırma yapıldıktan sonra efendisine geri götürülecektir.
19. Eğer köleleri evinde tutar da onlar orada yakalanırlarsa evin sahibi ölümle cezalandırılır.
20. Eğer yakaladığı köle ondan kaçarsa o zaman kölenin sahibine yemin verir ve tüm suçlamalardan kurtulur.
21. Bir kimse bir eve girecek delik açarsa o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve gömülür.
22. Bir kimse soygun yaparken yakalanırsa ölümle cezalandırılır.
23. Soyguncu yakalanamazsa, soyulan kişi zararının miktarını yemin ederek söylerse o zaman soygunun yapıldığı yerin ya da toprakların ya da mekanın sahibi olan kişi ya da topluluk çalınan mallarını tazmin eder.
24. Eğer insan çalınmışsa topluluk ve ... onun akrabaların bir mina gümüş öder.
25. Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa kendisi de aynı ateşe atılır.
26. Savaşmak için kralın seferine katılması emrolunan bir subay ya da bir er sefere katılmaz da paralı asker tuttuğu takdirde bedelini kendi uhdesinde tutuyorsa o yetkili ya da er ölümle cezalandırılır ve onu temsil eden kişi onun evine sahip olur.
27. Bir subay ya da er savaşta kralın talihsizliğine uğrarsa (esir düşerse) ve onun arazileri ve bahçesi başkasına verilir ve verilen kişi onlara sahip olursa, esir olan geri dönüp kendi yerine vardığı takdirde arazisi ve bahçesi ona iade edilir ve o bunlara tekrar sahip olur.
28. Bir subay ya da er kralın talihsizliğine uğrarsa (esir düşerse) ve oğlu onun varlıklarının sahipliğini üstlenebilecek durumda ise o zaman arazi ve bahçe ona verilir ve o babasının ücretine de hak kazanır.
29. Eğer esir düşenin oğlu henüz gençse ve sahipliği üstlenebilecek durumda değilse arazi ve bahçenin üçte biri onun annesine verilir ve annesi onu yetiştirir.
30. Eğer bir kabile reisi ya da bir adam evini, bahçesini ya da arazisini terk eder ve ücret karşılığı kiraya verirse ve başka biri onun evinin, bahçesinin ve arazisinin zilyedi olursa ve onları üç yıl süresince kullanırsa onların ilk sahibinin geri dönüp evini, bahçesini ve arazisini geri istemesi halinde ona geri verilmez ve onların zilyedi olan ve kullanan kişi onları kullanmaya devam eder.
31. Eğer onları bir yıllığına kiralar ve bir yıl sonra geri dönerse evi, bahçesi ve arazisi ona geri verilecek ve onlara tekrar sahip olacaktır.
32. Eğer bir kabile reisi ya da bir adam savaşta ele geçirilir ve bir tüccar onların özgürlüğünü satın alırsa ve onları saraya geri getirirse kendi evinde özgürlüğünü satın almaya yetecek araçlarının olması halinde kendisinin özgürlüğünü satın alır; evinde kendi özgürlüğünü satın almaya yetecek hiçbir şey yoksa kendi topluluğunun mabedi tarafından özgürlüğü satın alınır; onun özgürlüğünü satın almak için tapınakta bir şey yoksa mahkeme onun özgürlüğünü satın alır. Arazisi, bahçesi ve evi özgürlüğünü satın almak için verilemez.
35. Her hangi bir kişi kralın kabile reislerine hediye ettiği sığırı ya da koyunu satın alırsa parasını kaybeder.
36. Bir kabile reisinin, bir adamın ya da bir tebaanın kiraladığı arazisi, bahçesi ve evi satılamaz.
37. Her hangi Bir kimse, bir kabile reisinin, bir adamın ya da bir tebaanın kiradaki arazisini, bahçesini ya da evini satın alırsa onun satış sözleşmesi tableti kırılır (geçersiz ilan edilir) ve parası yanar. Arazi, bahçe ve ev sahibine geri verilir.
38. Bir mülkün kirasının ödeyerek başka her türlü yükümlülükten muaf olma hakkına sahip olan bir kabile reisi, adam ya da tebaa tarlası, evi ve bahçesi üzerindeki bu imtiyazını karısına ya da kızına devredemez; borcuna karşılık veremez.
39. Ancak, satın aldığı bir tarlayı, bahçeyi ya da evi karısına ya da kızına devredebilir, onların mülkiyetine katabilir veya borcuna karşılık olarak verebilir.
40. Tarlasını, bahçesini ve evini bir tüccara ya da başka bir kamu görevlisine satabilir, alıcı ise tarlayı, evi ve bahçeyi yararlanma hakkı karşılığında elinde tutabilir.
42. Eğer bir kişi işlemek üzere bir tarlayı teslim alır ve o tarladan hiçbir mahsul elde edemezse bu onun tarlada çalışmadığını ispatlar ve komşusunun yetiştirdiği kadar tahılı tarla sahibine teslim etmelidir.
43. Eğer tarlayı işlemeyip nadasa bırakmışsa komşularının ki kadar tahılı tarla sahibine verecektir ve nadasa bıraktığı tarlayı sabanla sürüp tohum ektikten sonra sahibine iade edecektir.
44. Bir kimse çorak bir araziyi ekilebilir bir hale getirmek için teslim almış; ancak, tembellik yaparak o araziyi ekilebilir bir hale getirmemişse dördüncü yılda araziyi sabanla sürmeli, tırmıklamalı ve çift sürmeli ve ondan sonra sahibine geri vermeli ve ayrıca on gan (bir arazi ölçüm birimi)'lık bir arazi için on gur (bir ölçü birimi) tahılı arazi sahibine vermelidir.
45. Bir kimse tarlasını sabit bir kira karşılığı ziraat için kiralıyor ve kira bedelini de alıyorsa; ancak, havaların kötü gitmesi nedeniyle ürün yok oluyorsa zarar toprağı işleyene aittir.
46. Tarladan sabit bir kira almaz ve ürünün yarısı ya da üçte biri karşılığı kiralarsa tarladan elde edilen mahsul mal sahibi ile araziyi işleyen arasında orantılı olarak taksim edilir.
47. İlk yıl ürün almada başarılı olamadığı için başkalarınca işlenen bir tarlayı teslim alırsa ilk tarlanın sahibi itiraz edemez, tarla işlenir ve anlaşmaya göre mahsulü toplanır.
48. Bir kimse borçlanmışsa ve bir fırtına tahılları yere yatırmış ya da hasat başarılı olamamışsa veya susuzluktan tahıllar büyüyememişse o yıl alacaklısına tahıl vermesi gerekmez; borç tabletini suda yıkar ve o yıl için hiçbir kira ödemez.
49. Bir kimse, bir tüccardan para alır ve tüccara susam ya da mısır ekilebilen bir tarlayı verir ve tarlaya susam ya da mısır ekilmesini sipariş ederse ve yetiştirici tarlaya susam ve mısır ekerse hasat edilen susamlar tarla sahibine aittir ve tarla sahibi tüccardan aldığı para ve yetiştiricinin geçimini sağlamak için tüccara mısır ile ödemede bulunur.
50. Ekili bir mısır ya da susam tarlası verilirse tarladaki mısır ve susamlar tarla sahibine aittir ve kira olarak tüccara para ile ödeme yapar.
51. Ödeme için hiç parası yoksa o zaman kraliyet tarifesine göre tüccardan aldığına karşılık kira olarak para yerine susam ya da mısır ile ideme yapar.
53. Bir kimse, su bendini uygun koşullarda tutmaz ve bakımını yapmaz ve bu nedenle bent yıkılır ve tarlalar su altında kalırsa, o zaman barajı yıkılan kişi para karşılığı satılır ve elde edilen para harap olmasına yol açtığı mısırın karşılığı olarak verilir.
54. Eğer bu mısırların karşılığı olarak yeterli gelmiyorsa malları da mısırları sular altında kalan çiftçiler arasında paylaştırılır.
55. Bir kimse mısırlarını sulamak için ark açarsa; ancak, dikkatsizliği nedeniyle sular komşusunun tarlasını basarsa o zaman komşusunun mısır kaybını öder.
56. Bir kimse suyun önünü açar ve komşusunun arazisinde su taşkınına yol açarsa her on gan'lık arazi için on gur mısır ödemelidir.
57. Eğer bir çoban, arazi sahibinin izni ve koyunların sahibinin bilgisi olmaksızın otlamaları için koyunların tarlalara girmesine izin verirse, o zaman tarla sahibi mahsulünü hasat eder ve tarla sahibinin izni olmaksızın sürüsünü tarlada otlatan çoban her on gan'lık arazi için 20 gur'luk mısırı tarla sahibine öder.
58. Sürü otlamayı bıraktıktan ve şehrin kapısında ortak sürüye katıldıktan sonra her hangi bir çoban onların tarlaya girmesine müsaade eder ve onları orada otlatırsa bu çoban otlatmaya müsaade ettiği tarlanın zilyedi olur ve hasatta her on gan'lık arazi için 60 gur mısır öder.
59. Bahçe sahibinin izni olmaksızın her hangi bir adam bir ağacı kesip bahçeye devirirse yarım mina para öder.
60. Her hangi Bir kimse, bir tarlayı bahçıvana bahçe haline getirmesi için bırakırsa ve o da bahçede çalışıp dört yıl süre ile bahçeye bakarsa beşinci yılda bahçıvan ile bahçenin sahibi bu bahçeyi ikiye bölerler ve bahçe sahibi kendi payını alır.
61. Bahçıvan bahçenin bir kısmını hiç kullanılmamış bir vaziyette bırakarak tarlayı bahçe haline getirmeyi tamamlamamışsa işlenmemiş kısım onun payı olarak tahsis edilir.
62. Bahçe olarak ona verilen tarlayı ekip biçmiyorsa ve ekilebilir (mısır ya da susam) bir arazi ise, komşu tarladaki ürünlere göre, nadasa bıraktığı yıllar süresince tarladan elde edilecek mahsulü arazi sahibine verir ve tarlayı ekilebilir konuma getirdikten sonra sahibine iade eder.
63. Çorak arazileri ekilebilir hale getirdikten sonra sahibine geri verirse tarla sahibi ona bir yıl için on gan başına on gur öder.
64. Her hangi bir kişi bahçesini bir bahçıvana işlemesi için devrederse bahçıvan bahçenin mülkiyetine sahip oluncaya dek bahçe sahibine bahçede üretilen ürünlerin 2/3'ünü verir.
65. Eğer bahçıvan bahçeyi işlemezse ve bahçedeki mahsul perişan olursa, bahçıvan komşu bahçelerdeki ürünle orantılı olarak ödemede bulunur. (Burada paragrafın ¾'üne karşılık gelen bir kısım kayıptır.
66. - 99. (Burada, paragrafın dörtte üçüne karşılık gelen bir kısım, kayıptır.)
100. .....aldığı paraya göre faiz verir ve bunu yazılı olarak bildirir ve de uzlaştıkları gün tacire ödeme yapar.
101. Gittiği ülkelerle ticaret anlaşması yoksa kazandığı bütün parayı tüccara vermek amacıyla simsara bırakacaktır.
102. Bir tüccar yatırım için bir miktar parayı simsara emanet ederse ve simsar gittiği yerde bir miktar zarar ederse ana parayı tüccara vermek zorundadır.
103. Seyahatte iken düşmanlar sahip olduğu her şeyi ondan alırlarsa simsar Tanrı adına yemin eder ve yükümlülükten kurtulur.
104. bir tüccar nakletmesi için simsara mısır, yün, yağ veya başka bir mal verirse aracı aldığı miktarı belirten bir makbuzu tüccara vermelidir. Bundan sonra tüccara verdiği para için de ondan bir makbuz alır.
105. Simsar dikkatsiz ise ve tüccara verdiği para için bir makbuz almamışsa faturalanmamış parayı kendi parası olarak sayamaz.
106. Simsar tüccardan parayı teslim alırsa; ancak, tüccarla arasında bir anlaşmazlık varsa (makbuzu reddediyorsa) o zaman tüccar Tanrı ve parayı simsara verdiğine tanıklık eden şahitlerin huzurunda yemin eder ve simsar toplam meblağın üç katını ona öder.
107. Eğer tüccar simsarı aldatırsa, yani simsar kendisine verilen her şeyi geri getirdiği halde, tüccar kendisine geri verilen şeylere ilişkin makbuzu inkar ediyorsa o zaman simsar tüccarı yargıçlar ve Tanrı önünde suçlar ve simsarın kendisine verdiği şeyleri aldığını hala inkar ederse simsara toplam meblağın altı katını öder.

108. Eğer bir meyhaneci (kadın) içilen içkinin bedeli olarak brüt ağırlığına göre mısır kabul etmiyorsa ve para alıyorsa ve içki için aldığı para mısırın değerinden daha az ise tutuklanır ve suya atılır.
112. Eğer bir kişi seyahate çıkar ve başka birisine gümüş, altın, değerli taşlar veya başka her hangi bir taşınır mal emanet ederse ve ondan tekrar geri almayı isterse ve emanet edilen kişi bütün malları belirlenen yere getirmez ve tam aksine onları kendisi kullanırsa o zaman malları geri getirmeyen bu kişi mahkum edilir ve kendisine emanet edilen her şeyin beş katını öder.
113. Her hangi bir kişinin para veya mısır sevkıyatı varsa ve onları sahibinin bilgisi olmaksızın bir tahıl ambarından ya da bir kutudan almışsa; bu durumda sahibinin bilgisi olmaksızın tahıl ambarından mısırı ya da kutudan parayı alan kişi mahkum edilir ve aldığı mısırı geri öder. Ve ödediği komisyonu kaybeder.
114. Eğer para veya mısır karşılığında bir hak talep etmez ve güç kullanarak hakkını almaya kalkışırsa her bir olay için bir mina (yarım kilo)'nın 1/3'ü kadar gümüş verir.
115. Eğer bir kişinin diğerinden para veya mısır alacağı varsa ve onu buna karşılık hapsetmişse ve mahkum hapishanede doğal yollardan ölmüşse, olay kapanır.
117. Eğer her hangi bir kişi borcunu ödeyemezse ve para için kendisini, karısını, oğlunu ya da kızını satarsa veya zorla çalıştırılmalarına izin verirse onları satın alan adamın ya da mal sahibinin evinde üç yıl süresince çalışırlar ve dördüncü yılda özgür bırakılırlar.
118. Zorla çalıştırılmaları için kadın ya da erkek bir köleyi vermeleri halinde tüccarın bunları kiraya vermesi ya da para ile satması durumunda buna itiraz edilebilir.
119. Eğer bir kişi borcunu ödemekte başarısız olursa ve kendisine bir çocuk doğuran kadın hizmetçiyi para karşılığı satarsa tüccarın ona ödediği para köle sahibine geri verilir ve kadın hizmetçi özgür bırakılır.
120. Her hangi bir kişi diğer bir kişinin evinde muhafaza için mısırlarını depolamışsa ve depolanan mısırlara her hangi bir zarar gelmişse ya da evin sahibi tahıl ambarını açmış ve bir miktar mısır almışsa veya özellikle mısırların kendi evinde depolandığını inkar ediyorsa; o zaman, mısırların sahibi Tanrı'nın huzurunda (yeminle) hak iddia eder ve ev sahibi aldığı bütün mısırları sahibine geri verir.
121. Her kim ki başkasının evinde mısırlarını depolar her yıl için her beş ka mısır başına bir gur oranında ardiye ücreti öder.
122. Eğer bir kişi başkasına saklaması için gümüş, altın ya da başka bir şey verirse verdiği her şeyi birkaç şahide göstermelidir, bir sözleşme hazırlanmalıdır ve ondan sonra saklanması için teslim edilmelidir.
123. Eğer şahit ve sözleşme olmaksızın saklanması amacıyla teslim ediliyorsa ve teslim alan kişi bunu inkar ediyorsa o zaman yasal olarak talep edebileceği bir hak yoktur.
124. Eğer her hangi bir kişi gümüş, altın ya da başka bir şeyi şahitler huzurunda saklanması için birisine teslim eder de teslim edilen kişi bunu inkar ederse bu kişi bir hakimin huzuruna çıkarılmalı ve inkar ettiği her şeyi sahibine tam olarak geri vermelidir.
125. Eğer bir kişi mallarını muhafazası için başka birine bırakırsa ve hırsız ya da soyguncular sayesinde onun ve diğer adamın malları ortadan kaybolursa ihmali nedeniyle kaybın oluşmasına yol açan evin sahibi ücret karşılığında kendisine teslim edilen bütün malları tazmin eder. Ancak, evin sahibi malların peşine düşerek onları hırsızlardan geri alabilir.
126. Mallarını kaybetmeyen bir kişi kaybettiğini belirtiyor ve yanlış iddialarda bulunuyorsa; onları kaybetmemiş olsa bile eğer Tanrı huzurunda mallarını kaybettiğini miktarı ile birlikte iddia ediyorsa kaybettiğini iddia ettiği bütün malları tazmin edilir.
127. Eğer her hangi bir kişi rahibelere (Tanrı'nın kız kardeşlerine) yada her hangi bir kişinin karısına iftira atarsa ve bunu ispat edemezse bu adam hakim huzuruna çıkarılır ve alnı işaretlenir (derisi çizilerek ya da belki de saçı kesilerek).
128. Bir adam bir kadını karı olarak alır; ancak, aralarında her hangi bir ilişki söz konusu olmazsa bu kadın o adamın karısı olmaz.
129. Bir adamın karısı başka bir adam ile basılırsa (suçüstü halinde) her ikisi de bağlanır ve suya atılır; ancak, koca karısını, kral da kölelerini affedebilir.
130. Bir kişi, henüz erkek olarak bilinmeyen, hala babasının evinde yaşayan ve onunla uyuyan başka bir adamın karısına (nişanlı ya da çocuk annesi) tecavüz ederse ve bu adam öldürülür; ancak kadın masumdur.
131. Eğer bir adam başka birisinin karısını itham ederse; ancak, o kadın başka bir adamla basılmazsa kadın yemin etmek zorundadır ve ancak ondan sonra kendi evine dönebilir.
132. Bir adamın karısının başka bir adam ile ilgili olarak dedikodusu yapılırsa; ancak, kadın diğer adamla uyurken yakalanamazsa kadın kocası için nehre atılır.
133. Eğer bir kişi savaşta esir alınırsa ve evinde geçimi sağlayacak şeyler olduğu halde karısı evini ve bahçesini terk edip başka bir eve giderse; bahçesine bakmadığı ve başka bir eve gittiği için yasal olarak suçlu bulunur ve nehre atılır.
134. Eğer bir kişi savaşta esir alınırsa ve evinde geçimi sağlayacak şeyler olmazsa ve bu durumda karısı evini terk edip başka bir eve giderse masumdur.
135. Eğer bir kişi savaşta tutsak edilirse ve evinde geçimi sağlayacak şeyler olmazsa ve karısı başka bir eve giderek orada çocuklarına bakarsa ve kocası geri geldiğinde evine dönerse, o zaman kadın evine geri dönebilir; ancak, çocuklar babalarına ait olur.
136. Eğer bir kişi evinden ayrılırsa, kaçarsa bu kaçağın karısı kocasına geri dönmeyebilir.
137. Bir adam kendisine bir çocuk veren karısından ya da kendisine bir çocuk veren kadından ayrılmak isterse, o zaman karısına çeyizini geri verir ve çocuklarına baksın diye tarlanın, bahçenin ve malların bir kısmının kullanım hakkını verir. Çocuklarını büyüttüğü zaman çocuklara verilenlerden bir parça, oğlanınkine eşit olan bir parça da ona verilir. Ondan sonra kalbinin erkeği ile evlenebilir.
138. Eğer bir adam kendisine çocuk vermeyen karısından ayrılmak isterse ona babasının evinden getirdiği çeyizi ve başlık parasını verir ve ondan sonra onun gitmesine izin verir.
139. Başlık parası yoksa ayrılma parası olarak yarım kilo altını ona vermelidir.
140. Eğer adam azat edilmiş bir köle ise yarım kilonun 1/3'ü kadar altın verir.
141. Eğer bir adamın birlikte yaşadığı karısı onu terk etmek isterse, borç altına sokarsa, evini virane haline getirirse ve kocasını ihmal ederse yargı kararıyla suçlu bulunur. Kocası onun serbest kalmasını teklif ederse kendi yoluna gider ve ayrılma parası olarak kadına hiçbir şey ödemez. Kocası onun serbest kalmasını istemezse ve başka bir kadın alırsa kocasının evinde hizmetçi olarak kalır.
Kaynaklar

[1] www.turksite.eu/tarih/hammurabi-yasalari.html
[2] forum.arkitera.com/kahve-molasi/992-hammurabi-yasalari.html
[3] www.ansiklopedim.info/?p=783
[4] Hammurabi Yasaları nedir | Sevgiadası
[5] Hukuk Sitesi (H.Argun BOZKURT)
[6] MsXLabs® Organization - Mavi Karanlık®
[7] Diziizleyelim.com
[8] Etkinlik Örnekleri
[9] tr.wikipedia.org/wiki/Hammurabi_Kanunları
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Hammurabi Kanunları 2.Bölüm

http://img.webme.com/pic/g/gizliilimler/the_code_of_hammurabi.jpg

Hammurabi Kanunları

Hammurabi Yasaları, Hammurabi's Code, The Code of Hammurabi

142. Bir kadın kocası ile kavga ederse ve ona “Benim için uygun biri değilsin” derse bu peşin hükmünün nedenlerini ileri sürmek zorundadır. Eğer kadın suçsuzsa ve onun payına düşen bir hatası yoksa; buna karşılık kocası onu terk etmiş ve ihmal etmişse, o zaman bu kadına hiçbir suç ithaf edilemez, çeyizini alır ve babasının evine geri döner.

143. Eğer kadın masum değilse ve buna rağmen kocasını terk etmiş, evine bakmamış ve kocasını ihmal etmişse bu kadın suya atılır.
144. Bir adam bir kadın alır da bu kadın ona bir kadın hizmetçi verirse ve çocuklarına bakarsa; ancak, buna rağmen adam başka bir kadın almak isterse ona izin verilmez; bu adam ikinci bir kadın alamaz.

145. Bir adam bir kadını alır da kadın hiçbir çocuğa bakmazsa ve bu durumda adam başka bir kadın almak isterse ve o kadını alıp evine getirirse bu ikinci kadın karısı ile eşit düzeyde olmasına izin verilmez.
146. Eğer bir adam bir kadın alır da bu kadın ona karılık yapsın diye bir kadın hizmetçi verir ve çocuklarına da bakarsa ve ondan sonra bu hizmetçi kadın onun karısı ile eşit olmak isterse ona çocuk doğurduğu için onun efendisi para karşılığı satamaz; ancak, onu kadın hizmetçiler arasında addederek ve bir köle olarak tutabilir.
147. Eğer ona bir çocuk vermemişse o takdirde onun hanımı onu para karşılığı satabilir.
148. Bir adam bir kadın alır da kadın hastalığa yakalanırsa ve adam ikinci bir kadın almak isterse hastalığa yakalanan karısını boşayamaz; bunun yerine onu inşa ettiği bir eve yerleştirir ve yaşadığı sürece ona yardım eder.
149. Bu kadın kocasının evinde kalmak istemezse babasının evinden getirdiği çeyizi tazmin edilir ve kadın gidebilir.,
150. Eğer bir adam karısına bir tarla, bahçe ve ev ile bunlara ait bir vesika verirse ve kocasının ölümünden sonra oğulları buna itiraz etmezlerse, o zaman anne tercih ettiği oğullarından birine mirasının tümünü bırakabilir ve kardeşlerine hiçbir şey bırakmayabilir.
151. Bir adamın evinde yaşayan bir kadın kocasıyla hiçbir alacaklının onu tutuklayamayacağına dair bir anlaşma yapar ve buna ilişkin bir belge alırsa bu kadınla evlenmeden önce adamın borcu varsa alacaklı borca karşılık kadını alamaz. Adamın evine girmeden önce kadın bir borç sözleşmesi yapmışsa alacaklı da bu borç için kocayı alıkoyamaz.
152. Kadının eve girmesinden sonra her ikisi birlikte bir borcun altına girmişlerse her ikisi de tüccara borcu ödemek zorundadır.
153. Bir kadın başka bir adamın hesabına her ikisinin eşlerini öldürürse suça katılın çiftlerin her ikisi de kazığa oturtulur.
154. Bir adam kendi kızıyla ensest ilişki içine girerse bulunduğu yerden sürülür.
155. Bir kişi bir kızı kendi oğlu ile nişanlarsa ve oğlu da o kızla ilişkiye girerse ve bundan sonra baba kızı kirletirse ve birlikte basılırlarsa baba bağlanarak suya atılır.
156. Bir kişi bir kızı kendi oğlu ile nişanlarsa ve oğlu o kızla ilişkiye girmeden babası kızı kirletirse yarım mina (250 gr) altın verir ve kızın babasının evinden getirdiği her şeyi tazmin eder. Kız ise gönlünün erkeği ile evlenebilir.
157. Her hangi bir kişi babasından sonra annesi ile ensest ilişki suçunu işlerse her ikisi de yakılır.
158. Her hangi bir kişi babasından sonra çocuk doğuran şef anne ile basılırsa babasının evinden kovulur.
159. Kayınpederinin evine menkul mal getiren ve başlık parasını ödeyen her hangi bir kişi başka bir karı ararsa ve kayınpederine “senin kızını istemiyorum” derse kızın babası onun getirdiği her şeyin sahibi olur.
160. Eğer bir kişi kayınpederinin evine taşınır mal getirir ve karısı için başlık parası öderse ve ondan sonra kızın babası “Sana kızımı vermeyeceğim” derse kendisi ile birlikte getirdiği her şeyi geri götürür.
161. Eğer bir kişi kayınpederinin evine taşınır mal getirir ve karısı için başlık parası öderse ve ondan sonra arkadaşı ona iftira eder ve kayınpederi genç kocaya “Sen benim kızımla evlenemezsin” derse kendisinin yanı sıra getirdiği her şeyi eksiksiz ona vermek zorundadır; ancak, karısı arkadaşı ile evlenemez.
162. Bir adam bir kadınla evlenir ve kadın adama oğullar doğurursa ve daha sonra bu kadın ölürse kadının babasının çeyiz üzerinde hiçbir hakkı yoktur; çeyizler oğlanlara aittir.
163. Bir adam bir kadınla evlenir ve kadın adama oğullar doğurursa ve daha sonra bu kadın ölürse kayınpederinin evine ödediği başlık parası ona geri verilmişse kadının kocası kadının çeyizi üzerinde hiçbir hak iddia edemez; çeyiz kadının babasının evine aittir.
164. Eğer kayınpederi ona başlık parasını geri ödemezse başlık parasını çeyizden alır ve arta kalanı kadının babasının evine verir.
165. Bir kişi seçtiği oğullarından birine bir tarla, bahçe ve ev ile bunlara ait bir vesika verirse ve daha sonra baba ölürse ve kardeşler malı-mülkü pay ederlerse; o zaman ilk önce babasının hediyesini ona vermelidirler ve o da kabul etmelidir. Daha sonra babadan kalan mallar pay edilebilir.
166. Bir kişi oğlu için kadınlar alır da küçük oğlu için hiçbir kadın almazsa ve ondan sonra ölürse kardeşler kalan malı paylaştıklarında küçük kardeşin payının yanı sıra henüz hiç karı almamış olan küçük kardeşe bir kadın sağlaması için bir başlık parasını ayırmalıdırlar.
167. Bir adam bir kadınla evlenir de kadın adama çocuklar verirse ve bu kadın öldükten sonra adam bir kadın daha alır ve o da adama çocuklar verirse ve bundan sonra baba ölürse oğlanlar malları annelerinin durumuna göre pay edemezler, sadece çeyizleri bu şekilde pay edebilirler; babadan kalan mallar herkese eşit bir şekilde pay edilmelidir.
168. Bir kişi oğlunu evden kovmak ister ve bunu hakimin önünde “Ben oğlumu kovmak istiyorum” diye ilan ederse hakim onun gerekçelerine bakar. Oğlanın babanın onu haklı bir şekilde evden uzaklaştıracağı kadar büyük bir suçu yoksa babası onu evden uzaklaştıramaz.
169. Babanın oğlunu baba-oğul ilişkisinden mahrum edeceği kadar büyük bir suçu varsa baba onu bir kerelik affeder; ancak, oğlan ikinci defa aynı suçu işlerse baba onu bütün baba-oğul ilişkisinden mahrum edebilir.
170. Bir adama karısı oğullar doğurursa ve kadın hizmetçisi de oğullar doğurursa ve baba hala yaşarken kadın hizmetçinin doğurduğu oğullarına “Benim oğullarım” derse ve onları da karısının oğulları arasında sayarsa ve ondan sonra baba ölürse karısının ve kadın hizmetçinin oğulları babadan kalan malları ortak bir şekilde bölüşürler. Karısının oğlu pay eder ve seçer.
171. Ancak baba hala yaşarken hizmetçisinin oğullarına “Benim oğullarım” demezse ve ondan sonra ölürse hizmetçinin oğulları karısının oğulları ile malları paylaşamazlar; ancak, hizmetçiye ve oğullarına özgürlükleri verilir. Karısının oğullarının hizmetçinin oğullarını köleleştirmeye hakları yoktur; karısı çeyizini (babasından), kocasının ona verdiği hediyeleri, vesika ile ona verdiklerini alır ve kocasının evinde yaşar. Yaşadığı sürece onu kullanabilir; ev para karşılığı satılamaz. Onun bıraktığı her şey çocuklarına aittir.
172. Eğer kocası ona hediye vermemişse, hediye karşılığında tazminat verilmelidir. Bir çocuğunun payına eşit olacak şekilde kocasının mallarından bir pay alır. Eğer çocukları ona baskı yaparlarsa ve zorla evden uzaklaştırmaya çalışırlarsa hakim meseleye bakar ve oğullar hatalı ise kadın kocasının evini terk etmez. Kadın evden ayrılmayı arzu ediyorsa kocasının ona verdiği hediyeyi oğullarına bırakmalıdır; ancak, babasının evinden getirdiği çeyizi alabilir. Bundan sonra kalbinin erkeği ile evlenebilir.
173. Bu kadın gittiği yerdeki ikinci kocasına oğullar doğurursa ve ondan sonra ölürse onun daha önceki ve sonraki oğulları çeyizi aralarında paylaşırlar.
174. Eğer ikinci kocasına hiçbir oğul vermezse ilk kocasının oğulları çeyize sahip olurlar.
175. Eğer bir devlet kölesi ya da azat edilmiş birinin kölesi özgür birinin kızıyla evlenirse ve çocukları olursa kölenin efendisinin özgür olanın çocuğunu köleleştirmeye hiçbir hakkı yoktur.
176. Ancak, eğer bir devlet kölesi ya da azat edilmiş birinin kölesi bir adamın kızıyla evlenir ve evlendikten sonra kız babasının evinden çeyiz getirirse ve her ikisi de ondan faydalanıp bir ev kurarlarsa ve bundan sonra köle ölürse; o zaman, özgür doğan kadın çeyizini ve kocası ve kendisinin kazandığı her şeyi alır. Bunları iki parçaya böler; bir parçasını kölenin efendisi alır, diğerini ise kadın çocuklarına bakmak için alır. Eğer özgür doğan kadın hediyeye sahip değilse kocasının ve kendisinin kazandığı her şeyi alır ve onları iki parçaya ayırır: kölenin efendisi bir parçasını kendisi de çocuklarına bakabilmek için diğerini alır.
177. Çocukları henüz büyümemiş olan bir dul başka bir eve girmek (evlenmek) isterse hakim kararı olmaksızın bunu yapamaz. Eğer başka bir eve girerse hakim ilk kocasının evinin durumunu inceler. Bundan sonra ilk kocasının evi ikinci kocasına tevdi edilir ve kadın yönetici olur. Ve orada bir de kayıt tutulmalıdır. O evin düzenini sağlar, çocuklarını büyütür ve evde bulunan kapları satamaz. Dul bir kadının çocuklarının aletlerini satın alan kimsenin parası yanar ve eşyalar sahiplerine iade edilir.
178. Bir merbut kadına ya da bir fahişeye babası bir çeyiz ve bunun için bir vesika verirse; ancak, bu vesikada onu dilediği şekilde miras bırakabileceği belirtilmemişse ve açıkça satma hakkına sahip olduğu belirtilmiyorsa ve bu durumda babası ölürse o zaman kardeşleri bahçesini ve tarlasını teslim alırlar ve hissesine göre ona mısır, yağ ve süt verirler ve onu memnun ederler. Eğer kardeşleri hissesine göre ona mısır, yağ ve süt vermezlerse o zaman bahçesi ve tarlası ona destek olur. Tarlanın ve bahçenin kullanım hakkına sahiptir ve yaşadığı müddetçe babasının ona verdiği her şey onundur; ancak, o bu malları ne satabilir ne de başkasına devredemez. Onun mirası kardeşlerine aittir.
179. Bir rahibe ya da bir fahişe babasından bir hediye ve dilediği şekilde onu satabileceği açıkça belirtilen bir vesika elde etmişse ve babası ölmüşse o zaman kime isterlerse mallarını ona verebilirler. Kardeşleri hiçbir hak iddia edemez.
180. Bir baba kızına- evlenilebilir olsun ya da bir fahişe olsun fark etmez- bir hediye verip de ölürse babasından kalan mirastan çocuklardan birinin payı kadar bir pay alır ve yaşadığı sürece onun kullanım hakkından yararlanır. Malları ise erkek kardeşlerine aittir.
181. Bir baba bir tapınak hizmetçisini ya da tapınak bakiresini Tanrı'ya adarsa ve ona hediye vermez ve ölürse babasından kalan mirastan bir çocuk payının 1/3'ü kadar alır ve yaşadığı sürece onun kullanım hakkından yararlanır. Malları ise kardeşlerine aittir.
182. Bir baba, kızını Babil'in Mardi'sinin karısı olarak adarsa ve ona hediye ya da bir tapu senedi vermeyip ölürse kardeşlerinden babasının evindeki mirastan bir çocuğun payının 1/3'ünü alır; ancak, Marduk onun malını kime dilerse ona bırakabilir.
183. Bir baba kızına bir cariye, bir çeyiz, bir koca ve bir tapu senedi verirse ve ondan sonra ölürse babasından kalan maldan bir pay alamaz.
184. bir baba kızına bir cariye ile birlikte bir çeyiz ve koca vermezse ve ölürse kardeşi babasının servetine göre ona bir çeyiz verir ve bir koca bulur.
185. Bir adam bir çocuğu evlatlık alır ve oğlu olarak ona ismini verirse ve onu besleyip büyütürse büyümüş bu çocuk bir daha geri istenemez.
186. Bir adam bir çocuğu evlatlık alırsa ve o çocuğu aldıktan sonra analığına ve babalığına zarar verirse evlatlık alınan bu oğlan babasının evine geri döner.
187. Saray hizmetlerinde çalışan bir metresin ya da bir fahişenin oğlu geri alınamaz.
188. Bir zanaatkar bir çocuğu besleyip büyütmek için yanına alırsa ve ona mesleğini öğretirse o çocuk geri alınamaz.
189. Ona mesleğini öğretmezse bu evlatlık oğlan babasının evine geri döner.
190. bir adam oğul olarak evlatlık aldığı bir çocuğa bakmaz ve onu diğer çocuklarla birlikte besleyip büyütmezse bu evlatlık oğlan babasının evine geri dönebilir.
191. Bir oğlanı evlatlık olarak alan ve onu besleyip büyüten, bir ev kuran ve çocukları olan bir adam evlatlığını evden atmayı isterse bu evlatlık oğlan kendi yoluna gidemez. Babalığı kendi servetinden bir çocuğun payının 1/3'ünü ona verdikten sonra gidebilir. Tarla, bahçe ve evden ona bir şey verilmez.
192. Bir metresin ya da fahişenin oğlu babalığına ya da analığına “Benim annem ya da babam değilsiniz” derse dili kesilir.
193. Bir metresin ya da fahişenin oğlu babasının evini özler ve babalığını ve analığını terk edip babasının evine giderse gözleri çıkarılır.
194. Bir adam çocuğuna bir sütanne tutarda çocuk onun ellerinde ölürse ve sütanne anne ve babaya haber vermeksizin başka bir çocuğu emzirirse onlar sütanne haber vermeksizin başka bir çocuğu emzirmekle suçlayabilirler ve onun memeleri kesilir.
195. Eğer bir oğul babasına vurursa onun elleri balta ile kesilir.
196. Eğer bir adam başka bir adamın gözünü çıkarırsa onun gözü de çıkarılır. [SUP][Göze göz][/SUP]
197. Eğer bir kişi başkasının kemiğini kırarsa onun kemiği de kırılır.
198. Eğer bir kişi azat edilmiş bir adamın gözünü çıkarırsa ya da kemiğini kırarsa bir mina (yarım kilo) altın öder.
199. Eğer bir adamın kölesinin gözünü çıkarırsa ya da kemiğini kırarsa onun değerinin yarısını öder.
200. Bir adam kendisi ile eşit olan birinin dişini kırarsa onun da dişi kırılır. [SUP][Dişe diş][/SUP]
201. Bir kişi azat edilmiş bir adamın dişini kırarsa bir mina altının 1/3'ünü verir.
202. Bir adam rütbece kendisinden daha üstün olan bir adamın vücuduna vurursa halkın önünde öküz kırbacı ile 60 kırbacı hak eder.
203. Doğuştan özgür bir adam başka bir özgür doğan adama ya da eşit derecedeki birine vurursa bir mina altın öder.
204. Azat edilmiş bir adam, başka bir azat edilmiş adama vurursa; on şikel para öder.
205. Azat edilmiş bir adamın kölesi, azat edilmiş bir adama vurursa; kulağı kesilir.
206. Bir kavga sırasında bir adam, diğerine vurur ve onu yaralarsa ve daha sonra “Onu kasıtlı olarak yaralamadım.” diye yemin ederse doktorların masrafını öder.
207. Bu adam, yarası nedeniyle ölürse; öldüren, benzer bir şekilde yine yemin eder ve ölen kişi, doğuştan özgür ise; yarım mina para verir.
208. Eğer azat edilmiş biri ise; bir minanın 1/3'ü kadar öder.
209. Bir adam, henüz doğmamış çocuğunu kaybedecek şekilde doğuştan özgür bir kadına saldırırsa; onun kaybı için on şikel öder.
210. Bu kadın ölürse öldüren kişinin kızı öldürülür.
211. Özgür sınıfa ait bir kadın, bir darbe nedeniyle çocuğunu kaybederse; buna neden olan para olarak beş şikel öder.[SUP][1][/SUP]
212. Bu kadın, ölürse; yarım mina öder.

213. Bir adam, başka bir adamın kadın hizmetçisine saldırır ve kadın, çocuğunu kaybederse; o, para olarak iki şikel öder.

214. Bu hizmetçi ölürse; bir minanın 1/3'ü kadar öder.

215. Bir doktor operatör, bıçağı ile derin bir yarık açarsa ve onu tedavi ederse ya da bir operatör bıçağı ile (gözün üstünde) bir tümörü açarsa ve gözü kurtarırsa on şikel alır.

216. Hasta, eğer azat edilmiş bir adamsa; beş şikel alır.

217. Başka birinin kölesi ise; sahibi doktora iki şikel verir. [SUP][8][/SUP]
218. Bir doktor, operatör bıçağı ile derin bir yarık açarsa ve hastayı öldürürse ya da bıçak ile bir tümörü açıp gözü keser ise doktorun elleri kesilir.[SUP][9][/SUP]
219. Bir doktor, operatör bıçağı ile azat edilmiş bir adamın kölesinde derin bir yarık açarsa ve onu öldürürse; o köleyi başka bir köle ile ikame etmelidir.

220. Eğer operatör, bıçağı ile bir tümörü açar ve gözünü çıkarırsa; kölenin değerinin yarısını öder.

221. Eğer bir doktor, kırık bir kemiği ya da insanların hastalıklı kısımlarını iyileştirirse; hastalar, ona nakit olarak beş şikel verirler.

222. Azat edilmiş bir adam ise; üç şikel verir.

223. Köle ise; sahibi doktora iki şikel verir.

224. Bir veteriner cerrah, bir eşek ya da bir öküz üzerinde ciddi bir ameliyat yapar ve tedavi ederse; ücret olarak sahibi, cerraha bir şikelin 1/6'sını öder.

225. Bir veteriner cerrah, bir eşek ya da bir öküz üzerinde ciddi bir ameliyat yapar ve onu öldürürse sahibine; değerinin ¼'ünü öder.[SUP][10][/SUP]
226. Ustanın bilgisi olmaksızın bir berber satılmayan bir kölenin üzerindeki kölelik işaretini silerse; bu berberin elleri kesilir.[SUP][9][/SUP]
229. Bir inşaatçı, herhangi bir kişi için bir bina inşa eder ve bu binayı uygun bir şekilde yapmazsa ve onun inşa ettiği bina yıkılıp sahibini öldürürse, inşaatı yapan öldürülür.[SUP][9][/SUP]
230. Eğer bina ev sahibinin oğlunu öldürürse, inşaatı yapanın da oğlu öldürülür.

231. Bina sahibinin kölesini öldürürse, evin sahibine köle için bir köle ödeme yapar.

232. Binanın bir kısmı harap olursa, harap olan kısmın tümünü tazmin eder ve inşa ettiği binayı düzgün bir şekilde inşa edinceye dek kendi imkanlarıyla evi yeniden inşa eder.

233. Bir kişi, başkası için bina yapıyorsa, bina henüz tamamlanmamış olsa bile, duvarı devrilmişse; inşaatı yapan kişi, kendi imkanlarıyla duvarı daha sağlam bir şekilde yapmalıdır.

234. Tekne inşa eden bir kişi, birisi için 60 gur uzunluğunda bir tekne yaparsa; nakit olarak iki şikel ücret alır.

235. Tekne inşa eden bir kişi, birisi için bir tekne yaparsa ve tekneyi sıkı yapmazsa ve aynı yıl içerisinde tekne denize açıldığında hasar görürse; tekne yapımcısı, tekneyi alır ve kendi imkanlarıyla sağlamlaştırır. Sağlam tekneyi, tekne sahibine verir.

236. Bir kişi, kendi teknesini bir gemiciye kiralarsa ve gemicinin dikkatsizliğinden tekne enkaz haline gelir ve batarsa; gemici, tekne sahibine tazminat olarak başka bir tekne verir.

237. Bir kişi bir gemici ve onun teknesini kiralarsa ve onu mısır, giyecek, yağ, hurma ve benzeri uygun şeylerle doldurursa; ancak gemicinin dikkatsizliğinden gemi batarsa ve taşıdıkları harap olursa o zaman gemici hem enkaz haline gelen gemiyi hem de içindekileri tazmin etmelidir.

238. Bir gemici, her hangi bir kimsenin gemisini kazaya uğratır da gemiyi muhafaza ederse; geminin değerinin yarısını öder.

239. Bir kişi, bir gemici kiralarsa; yıl başına altı gur mısır öder.

240. Bir tüccar, bir feribota çarpar ve onu enkaz haline getirirse; kaza geçiren teknenin sahibi, Tanrı önünde adalet arar; feribot ile çarpışan tüccar, gemisinin sahibi diğer botun sahibine bütün hasar için tazminat ödemelidir.

241. Herhangi bir kimse, angarya için bir öküzü zorla alırsa; nakit olarak bir minanın 1/3'ünü öder.

242. Herhangi bir kişi, bir yıllığına öküzleri kiralarsa; sabana koşulan öküzler için dört gur mısır öder.

243. Sığır sürüsünün kirası olarak sahibine üç gur mısır ödenir.

244. Bir kimse, bir öküz ya da bir eşek kiralarsa ve bir aslan, onu otlakta öldürürse; zarar, sahibine aittir.

245. Bir kimse, bir öküzleri kiralar da onları kötü muamele ya da darbe sonucu öldürürse; öküze karşı öküz vererek tazmin etmelidir.

246. Bir kimse, bir öküz kiralar da onun bacağını kırarsa ya da boyun bağlarını keserse; öküze karşı öküz vererek tazmin eder.

247. Bir kimse, bir öküz kiralar da onun gözünü çıkarırsa; sahibine değerinin yarısını öder.

248. Bir kimse, bir öküz kiralar da onun bir boynuzunu kırarsa ya da kuyruğunu keserse veya burnunu yaralarsa sahibine değerinin dörtte birini öder.

249. Bir kimse, bir öküz kiralar da; Tanrı, ölsün diye ona vurursa; onu kiralayan kişi, Tanrı adına yemin eder ve suçsuz olduğu kabul edilir.

250. -Bir öküz, caddeden (pazardan) karşı karşıya geçerken birileri onu itip öldürürlerse; sahibi, mahkemede (kiralayana karşı) herhangi bir hak talebinde bulunamaz.

251. Bir öküz, boynuzla yaralanmış ise ve bu da onun boynuzlayan bir öküz olduğunu gösteriyorsa ve onun boynuzları bağlanmamışsa ve öküz doğuştan özgür olan birini boynuzlayıp öldürmüşse; sahibi, nakit olarak yarım mina altın verir.

252. Eğer bir kişinin kölesini öldürürse bir minanın 1/3'ünü verir.

253. Bir kişi, başka biriyle tarlasını işlemesi için anlaşır ve ona ekmesi için tohum verirse, boyunduruğa koşulmuş bir çift öküz verirse ve o kişi, mısırı ya da diğer ürünü çalar ve kendisine ayırırsa elleri baltayla kesilir.

254. Eğer kendisine tohumluk mısır ayırır ve boyunduruğa koşulmuş öküz de kullanmazsa; aldığı miktar kadar tohumluk mısır verir.

255. Eğer öküz boyunduruğunu başkasına kiraya verirse ya da tarlaya ekmeyerek tohumluk mısırı çalarsa; suçlu bulunur ve her bir yüz gan için altmış gur mısır öder.

256. Onun topluluğu, onun adına bunu ödemezse; sığırlarla birlikte (çalışması için) tarlaya gönderilir.

257. Bir kimse, tarla işçisi kiralarsa; bir yıl için sekiz gur mısır öder.

258. Bir kimse, bir öküz sürücüsü kiralarsa; yıl başına ona altı gur mısır öder.

259. Bir kimse, tarladan bir su çarkı çalarsa; sahibine nakit olarak beş şikel öder.

260. Bir kimse, (suyu nehirden ya da kanaldan almaya yarayan) bir su kaldıracı ya da bir sabanı çalarsa nakit olarak üç şikel ödemelidir.

261. Bir kimse, koyun ya da sığırlar için bir çoban kiralarsa; yıl başına sekiz gur mısır öder.

263. Kendisine verilen koyunu ya da sığırı öldürürse; sahibine sığır için sığır, koyun için koyun vererek tazmin eder.

264. Gözetlemesi için koyun ya da sığırın emanet edildiği, üzerinde anlaşılan ücretini alan ve tatmin edilen bir çoban, koyun ya da sığırların sayısını azaltırsa ya da daha az doğumla artış gerçekleşirse; kaybettiği kârı ya da artışı telafi etmelidir.

265. Kendisine bakması için koyun ya da sığır emanet edilen bir çoban, hatalı davrandıysa, doğal yoldan sürünün daha az artmasına yol açtıysa ya da onları para karşılığı sattıysa; mahkum edilir ve kaybın on katını sürü sahibine verir.

266. Bir hayvan, Tanrı tarafından öldürüldüyse; (kaza) ya da bir aslan, onu öldürdüyse; çoban, Tanrı huzurunda mâsumiyetini ilan eder ve sahibi de bunun kaza olduğunu kabul eder.

267. Bir çoban bir şeyleri ihmal ettiği için ahırda bir kaza meydana gelmişse bu kazadan çoban sorumludur ve sığır ya da koyunu sahibine tazmin eder.

268. Harman dövmek için bir kimse, bir eşek ya da öküz kiralarsa kira 20 ka mısırdır.

269. Harman dövmek için bir kimse, bir eşek kiralarsa kira 20 ka mısırdır.

270. Harman dövmek için bir kimse, genç bir hayvan kiralarsa kira 10 ka mısırdır.

271. Bir kimse, bir çift öküz, yük arabası ve sürücüsünü kiralarsa; bir gün için 180 ka mısır öder.

272. Bir kimse, yalnızca bir yük arabası kiralarsa bir günlüğüne 40 ka mısır öder.

273. Bir kimse, bir gündelikçi kiralarsa yıl başından beşinci aya kadar (günlerin uzun ve işin zor olduğu Nisan-Ağustos arası) nakit olarak her gün için altı gerah; altıncı aydan yılın sonuna kadar ise beş gerah öder.

274. Bir kimse, usta bir zanaatkar kiralarsa ona ...'nın ücreti olarak günde beş gerah, çömlekçilik ücreti olarak beş gerah, terzilik ücreti olarak beş gerah, ...ipçilik ücreti olarak dört gerah, duvarcılık ücreti olarak...gerah öder.

275. Bir kimse, bir feribot kiralarsa günde üç gerah öder.

276. Bir kimse, bir yük gemisi kiralarsa günde iki buçuk gerah öder.

277. Bir kimse, 60 gur'luk bir tekne kiralarsa; onun kirası olarak günde bir şikelin 1/6'ı kadar para öder.

278. Bir kimse, bir kadın ya da erkek köle satın alır ve bir ay geçmeden benu hastalığına yakalanırlarsa; köleleri satıcıya geri götürür ve ödediği parayı geri alır.

279. Bir kimse, bir kadın ya da erkek köle satın alır ve üçüncü şahıslar üzerinde hak iddia ederlerse; satıcı, bundan sorumludur.

280. Yabancı bir ülkede bir kimse başka bir ülkeye ait olan bir kadın ya da erkek köle alırsa ve bu kadın ya da erkek kölenin sahibinin ülkesine döndüğünde onları tanırsa ve köleler ülkenin yerlileri ise para almadan onları sahibine geri verir.

281. Onlar, başka bir ülkeden ise alıcı onlar için tüccara ödediği parayı deklare eder ve kadın ve erkek köleyi elinde tutar.

282. Bir köle, efendisine; “Sen benim efendim değilsin.” derse ve onlar, o köleyi suçlarsa efendisi onun kulağını keser. [SUP][10][/SUP]

Mala Karşı İşlenen Suçlar

Hammurabi'nin iyelik ve varlığın dokunulmazlığına -aslında çiviyazısı kaynakların terminolojisinde yapılmayan bir ayırım- ne denli önem verdiğini, özellikle yasaların son 20 maddesi göstermektedir. Ve bunlar, öncelikle saray ve tapınak mülkünün özel hukuksal koruma altında alındığını da ortaya koymaktadır. Ancak tek tek ailelerin iyeliğini korumaya da özen gösterildiği göze çarpmaktadır; çünkü özellikle de ev ya da aile işletmeleri, eski Babil ekonomisinin, krala vergi ve hizmet sağlamasının temelini oluşturuyordu. Küçük çiftçi işletmeleri, öncelikle de krallık topraklarını işleyenler, aktif bir durumda ve verimli kalmalıydılar. Bu nedenle, mala karşı işlenen suçlarda kullanılan ya da burada en azından gözdağı vermek amacıyla belirtilen cezalar dikkati çekecek ölçüde ağırdır. Kim “tanrının ya da sarayın malını çalarsa” -sonuçta iki durumda da kraldan bir şey çalınıyordu- öldürülecekti. Kim çalınmış malı başkasına satar ya da yalnızca saklarsa, onu yine de ölüm cezası bekliyordu; aynı biçimde çalınmış ya da yitik mala sahip olduğu ortaya konan ve bunu hakkıyla elde etmiş olduğunu -belge ve mühürle- kanıtlayamayanın cezası da ölümdü. Bir başkasına böyle bir suç yükleyen, ancak bu ağır suçlamayı tanıklarla kanıtlayamayan da idam edilecekti. Tanık göstermesi için ona altı aylık bir süre tanınıyordu.

Eğer birisi, bir çocuğu kaçırırsa, kölelerin kaçmasına yardım ederse ya da tellalın resmen ilan etmesine karşın kaçakları saklarsa, bu da hırsızlık sayılıyordu. Bir eve zorla giren bir suçlu, doğrudan yabancı mülke girmek için duvarda açtığı deliğin önünde öldürülecekti. Bir soygunda suçlu yakalanamazsa, soyulan şahıs uğradığı zararın miktarını tapınakta, yani tanrının huzurunda belirtecekti. Bu durumda, işlenildiği bölgedeki yerel yönetim soygundan doğan kaybı karşılayacak ya da bu sırada bir kişi ölmüşse, öldürülenin yakınlarına 1 mina gümüş (0,5 kilogram) verecekti. Nihayet bir belgede, çıkan bir yangının söndürülmesi sırasında yapılan bir hırsızlığa değinilmektedir: “Eğer bir adamın evinde yangın çıkmışsa ve söndürmeye gelen bir adam gözünü ev sahibinin malına diker ve ev sahibinin malından bir şey alırsa, o adam bu ateşe atılacaktır” (Madde 25).

Hammurabi yasalarında, hırsızlık ve yataklığa ilişkin yargılarda ilk kez, zarara uğrayanın konumuna göre farklı bir ceza verilmesiyle karlılaşmaktayız. “Eğer bir adam bir sığır, koyun,eşek, domuz ya da bir manda çalmışsa ve çalınan bu mal tanrıya ya da saraya aitse, otuz katını verecektir. Ama eğer bu bir muşkenuma aitse, on katını ödeyecektir” (Madde
cool.gif
. Burada, -yasaların öncelikle yoksullar ve güçsüzler için olduğunu överek anlatan öndeyişin tumturaklı güvencesine karşın- yalnızca malsız-mülksüzün haksızlığa uğradığı ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce tapınak ve sarayın malıyla, muşkenum denen kişinin malı arasında ayırım yapılmakta ve buna göre ceza verilmektedir; “devlet” malının hırsızlığı için üç kat daha yüksek bir ceza öngörülmektedir.

“Muşkenum” kavramı, sözcük olarak yaklaşık “toprakla ilgilenen” anlamına gelmektedir ve bu kavramın içeriği bilimsel tartışmalarda şiddetli anlaşmazlıklar yaratmıştır ve hâlâ tartışılmaktadır. Bu kavram daha 3. Bin yılın çiviyazısı metinlerinde ortaya çıkmakta ve buna Eski Babil sonrası metinlerinde de sıklıkla değinilmektedir; bu sırada bir anlam değişikliğine uğramıştır. Fransızca “mesquin” ve İtalyanca “meschino”da (adi, süflî) bu kavramdan türemiş -yoksul bir insanın tanımı- olarak günümüze ulaşmıştır. Ancak “muşkenum” Eski Babil döneminde, özellikle de Hammurabi yasalarında ne anlama geliyordu? Başlıca iki görüş vardır: Bir görüşe göre muşkenum, “saray kulları” insanlar, saraya bağımlı kişiler, krallık topraklarında oturan ve buna karşılık hizmet yükümlülükleri olan insanlar anlamına gelmektedir; öte yandan genel olarak, hükümdarın yakın çevresine, bir “seçkinler grubuna” ait olmayan, bağımlı halk grubundan olan kişilerin bu gruptan sayılması önerilmiştir. Ancak belki de bir Muşkenum'dan söz ederken gerçekten “toplumsal” bir değerlendirme yapıp yapmamak gerektiği de sorulmalıdır. Hammurabi yasalarının özgürler, muşkenumlar ve köleler olarak ayrılan bir “üçlü sınıflı toplum”un belgesi olarak anlaşılamayacağını belge ve mektup materyalinin bir kez gözden geçirilmesi bile göstermektedir. Özellikle başka metinler, bir muşkenumun aynı zamanda varlıklı bir adam olabileceğini de açıkça gösterdiğinden, bu durumda “muşkenum” bir tür orta sınıf karşılığı olamaz. “İnsan”, “sayın” (avilum) ve “muşkenum” arasındaki ayırımda, en azından Hammurabi yasalarında, ilgili kişinin sarayla ilişkisi belirleyici olmuş olmalıdır. Ve eğer muşkenumun malı çalındığında daha az ödenmesi gerekiyorsa, belki de bunun nedeni, bu adamın toplum açısından daha aşağıda bulunması, “yoksul ve güçsüzler” sınıfından olması değil, onun malının sarayı kendi toprağı kadar ilgilendirmediği içindir. Başka maddeler avilumun Muşkenum'dan daha çok korunduğunu göstermektedir. Bu durumda, acaba birincisini bir tür “kralın adamı”, diğerini ise bu belirlemenin dışında mı görmek gerekir? Bizzat bilimde son söz söylenmeden “muşkenum” sözcüğünün herhangi bir çevirisiyle ileri sürülen yorumlardan birine bağlanmak yararlı değildir. Her ne olursa olsun Hammurabi yasaları muşkenumu avilum, “adam”, karşısında açıkça haksızlığa uğramış göstermektedir ki burada hele kölelerden hiç söz etmeyelim.

Özellikle mala karşı işlenmiş suçlara ilişkin maddeler, Hammurabi yasalarını, sınıflara ayrılmış bir toplumun ürünü olarak göstermektedir ve bu yasaların öncelikle krala bağlı malı güvence altına almaya hizmet ettikleri anlaşılmaktadır. Sonraki maddelerin ortaya koyduğu gibi, burada yaşam savaşıyla, kredi sistemi ve tefeciliğiyle, kralın yalnızca hükümdar olarak değil, aynı zamanda da doğrudan doğruya toprak ağası ve mülk sahibi olarak egemen olduğu alanda giderek artan borç köleliğiyle “bireyselleşmiş” toplumun etkilerinden bir korunma söz konusudur.[SUP][4][/SUP]
Yalancı Tanıklık

Bir davanın en önemli bölümleri, suçlama, kanıtlama ve yargı, ilk beş maddenin konusudur. Yargıçlar bir kişinin şikayetini kabul ettiklerinde, dava açılıyordu. Ancak herhalde ilgili taraflar kimi hukuksal sorunu kendi aralarında da bir sonuca bağlamışlardır ve mahkeme de tüm davaları kabul etmekten ya da kendisini yetkili olarak önermekten kaçınmış olmalıdır. Ama yalan yere suçlama, davacı açısından kötü sonuçlar doğuruyordu: Kanıtlanamayan cinayet suçlamasında davacı öldürülmeliydi (Madde 1) ve büyücülük suçlamasında, suçlanan, bir “nehir sınavı”ndan geçmek zorundaydı: “Eğer biri bir diğerini büyücülükle suçlar, ancak bunu kanıtlayamazsa, büyücülükle suçlanan taraf nehir tanrısına gider ve nehir tanrısının bağrına dalar. Ve eğer nehir tanrısı onu yakalarsa, o zaman suçlayan kişi, suçladığı kişinin evini (yani servetini) alır. Ancak, eğer nehir tanrısı bu adamı kuşkudan arındırır ve o sağ kalırsa, onu büyücülükle suçlayanın evini alır” (Madde 2). Büyülü güçler ancak bir “tanrısal yargı”yla kanıtlanabiliyordu ve anlaşılan “suçlanan” da o zaman aynı biçimde ölüm cezasına çarptırılıyordu.

Bir kanıtlama aracı olarak bu “nehir sınavı”na o dönemin başka metinlerinde de değinilmektedir. Örneğin Fırat kıyısındaki Kargamış kentinde oturan kral Yatar-Ami, Mari kralı Zimri-Lim'e, nehir sınavından geçirilmek üzere kendisine iki adam gönderdiğini yazıyordu. Bunlar siyasal komploculukla suçlanmaktadır; bu arada onlara bu suçu yükleyen kişi Kargamış'ta cezaevinde tutuluyordu. Suçlananlar tanrısal sınavı başarırlar ve böylece tanrılar yargıyla suçsuzlukları “kanıtlanır”sa, jurnalci yakılarak öldürülme cezasıyla karşı karşıyaydı. Ancak suçlananlar yaşamlarını yitirirlerse, yani tanrısal sınavda boğulurlarsa, bunların “ev ve adamları”, kendilerini komploculukla suçlayana devredilecekti. Pratik olarak burada da kısas ilkesinin uygulanması söz konusuydu: Suçlayan, eğer suçlananın suçu kanıtlanamazsa, onunla aynı cezaya çarptırılacaktı. Bir mektup, bir tanıdığın kayınpederinin Eşnunna'dan dönerken nehir sınavından geçmek zorunda kaldığını bildirmektedir. Adam sağ salim sudan çıkmış ve bunun üzerine saray tarafından suçsuz ilan edilmişti. Anlaşıldığı kadarıyla suçlananların bağlı bir durumda suya atıldığı bu sınavı Elam'da da uygulanmaktaydı.

3. ve 4. Maddeye; “Soydaşına karşı yalancı tanıklık yapmamalısın.” biçiminde bir başlık konulabilir. Eğer biri mahkeme huzuruna tanık olarak çıkar ve yalan söylerse -ya da yalnızca tanıklığını kanıtlayamazsa-, bu kişi söz konusu davaya göre, bir cezayla karşı karşıya kalabilirdi. Ağır cezalı suçlarda yalancı tanık öldürülüyordu; suçta arpa ya da gümüş söz konusuysa, ilgili cezayı ödemek zorundaydı. Eğer bir hak söz konusuysa “kanıt”, mühürlü bir belgenin gösterilmesiyle gerçekleşiyordu. Bunun dışında, genellikle tanıklar ya da ant içme kanıt sayılıyordu. Dava belgelerinde ve diğer hukuk metinlerinde tanıkların ismi çoğunlukla tabletin sonunda, tarihten önce belirtilmektedir. Tanıklar, çoğu kez tablet üzerinde silindir mühürlerini de çeviriyorlardı ve böyle bir mühürleri yoksa, bir tırnak izi ya da giysi kenarının bastırılması da aynı işi görüyordu.

Nihayet, yargıçların yargılanması ve alacakları cezadan da söz edilmektedir ve bu, görev aldıkları davalarda genellikle sonradan -herhalde bir rüşvetten sonra- yargılarını değiştiren yargıçları kapsamaktadır (5. Madde): “Eğer bir yargıç görüştüğü bir davayı sonuçlandırmış, bir karara varmış ve mühürlü bir belge hazırlatmış, ancak sonradan kararını değiştirmişse, bu durumda bu yargıç, karar değişikliğinin haklılığını kanıtlamak zorundadır. Aksi halde o, bu davada söz konusu olan ceza miktarının on iki katını ödeyecektir. Ayrıca o, kuruldaki yargıçlık görevinden alınacak ve bir daha bu göreve geri dönmeyecek, mahkemede yargıçlarla birlikte oturmayacaktır.”

Bu yasalar, çok sayıdaki davada ortaya çıkmış bütün olasılıkları kapsamamaktadır. Ancak, özellikle son zamanlarda artmış olan ve bu nedenle de özel bir çözüm gerektiren davalar söz konusudur. Daha önce “bireyselleşme” olarak nitelenen süreç, anlaşılan mahkemeler tarafından sonuçlandırılan hukuksal işlemlerde bir artışa yol açmıştır ve haksız suçlama, yalancı tanıklık ve rüşvet davaları da bununla birlikte, aynı biçimde çoğalmış olmalıdır. Eski Babil döneminden günümüze pek çok dava belgesi kalmıştır ve göze çarpacak ölçüde sık rastlanan dava konusu, toprak ve ev iyeliğidir. Davalar çoğu kez de miras sorunları ile ilgilidir. Mahkeme önündeki ifadeleri içeren bir dizi tutanak da elimize geçmiştir.[SUP][4][/SUP]

Kaynaklar

[1] w ww.turksite.eu/tarih/hammurabi-yasalari.html
[2] f orum.arkitera.com/kahve-molasi/992-hammurabi-yasalari.html
[3] w ww.ansiklopedim.info/?p=783
[4] H ammurabi Yasaları nedir | Sevgiadası
[5] H ukuk Sitesi (H.Argun BOZKURT)
[6] M sXLabs® Organization - Mavi Karanlık®
[7] D iziizleyelim.com
[8] E tkinlik Örnekleri
[9] t r.wikipedia.org/wiki/Hammurabi_Kanunları

 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Hammurabi Kanunları ve Marduk

http://img.webme.com/pic/g/gizliilimler/code-de-hammurabi.jpg

Hammurabi Kanunları ve Marduk Codex of Hammurabi and Marduk Erken Sümer dönemlerinden itibaren bir kutsiyet simgesi olarak kullanılan ve "Yıldız" (diye yorumlanan, +, haç biçimli ) işaretin eski toplumda, zamanla "kutsal", "tanrısal", "tanrı" kavrayışını ifade etmek için kullanılıyor olduğunu biliyoruz.

Gökyüzündeki bir "yıldız" tanımı olarak ortaya çıkmayan ve fakat giderek "yıldız" simgesi olarak yorumlanan bu erken dönem çiziminin, başlangıçta, kutsal olan bütün varlıkları, öncelikle de "An-umu" anlatıyor olduğunu görüyoruz.

Kendini ötekinin zıddı kılarak ittifak kurabilen eski toplumda, bu işaret, koruyucu ve kahredici olanı; tanrı, cin, şeytan, melek ve kahramanı, kısacası, insanüstü-doğaüstü olduğu varsayılan bütün varlıkların genel bir ifadesi olmalıydı. İttifak ilişkisinin bu yanındaki topluluk, kendi kutsal varlık simgesinin yanına eklediği "yıldız" işaretiyle "koruyucu tanrı"sını anlatmış ise, öte yandan, karşıt topluluk bunu, yine kutsal olan "yıkıcı, şeytan, ejderha" vb. olarak anlıyordu. İslam"da, şeytanın "melek"lerden birisi olmaya devam etmesi de bu yüzdendir.

Alfabe yazımına doğru ilerlendikçe, şekle verilen anlam, biraz daha somutlaşıyor. Sümerler, bu "yıldız" (olduğu varsayılan) çizimi "an,(anum)" olarak yorumluyorlardı. Demek ki, Sümerler, "yıldız" olduğu sanılan bu çizimle, başlangıçta, genel anlamıyla göksel bir "yıldız"ı değil, çok somut olarak "An-um"u kastediyorlardı. An-um, çift dilli tabletlerde de görüldüğü gibi, Akadça "sema, şama" karşılığıdır. "Sema, Şama" kavramı ise Gök"ler ve Güneş ile bağıntılıydı.

İncelemelerimiz bize, Güneş"e atfedilen bu kutsiyetin, Sümer-Akad ittifak ilişkileri döneminde, sadece "Tatlı Su ve Tuzlu Su" kültünün var olduğu dönemin hemen ardından itibaren geliştiğini gösteriyor. Bu, toplum birimlerin ittifak törenlerinde kullanılan ve kurbanların yakıldığı, pişirildiği gerçek, yakıcı, kavurucu, arındırıcı kutsal "ateş" ile bağıntılıydı. Soyutlama, toplumun, herhangi bir olgu, kurum veya aracı, gerçek yaşam koşulları içinden çekip çıkarma, dışlama, metotlarından birisidir. Sümer-Akad geleneğinde, "ateş" ve onunla bağıntılı "kutsal nefes", "kutsal yel,üfürükçü" kültünün ne denli etkili olduğunu biliyoruz. Tabletlerde yer alan "Doğu rüzgârı", "kuzey, güney, batı rüzgârı", "yel", nefes, kutsal ruh, Enlil, Elli"ler kavramlarının anlattığı kült, ateş-nefes kültü idi. Musa, tanrıyı çölde sönmeyen bir ateş olarak görmüştü. Yahya peygamber, İsa"yı Ürdün nehrinde kutsarken, İsa"nın “insanlar”ı (yeniden) ateş"le kutsayacağını ilan etmişti. İslam"da cehennem, yakıcı ateş ve kaynar sulardan ibaretti. Ateş kültü, sadece Mezopotamya"da değil, eski Yunan ve Roma"da da çok etkilidir. Hem arınmanın, hem cezalandırmanın aracı olan kutsal ve kahreden ateş, kutsal sunu, ortak ziyafetin hazırlık aracı olarak aynı zamanda kardeşliğin, ittifakın da simgesiydi.

Kutsal dinlerin olumlu veya olumsuz yönüyle çok ilgilendiği "ateş", günümüzdeki olimpiyatların sönmez meşalesinde, kilise ve ziyaret"lerde yakılan mumlarda, nevruz ateşlerinde… yaşamaya devam etmektedir. Ateş ve onun gökteki karşılığı olarak Güneş kültünün derin ve belirgin izleri, bizi, eski toplumun yarı-yamyam dönemine değin taşır. Ateş-güneş tapınmasının derinliği, öteki yönüyle, eski toplumun yamyamlıktan kurtulma çabasının büyüklüğünü de gösterir. Ateşe tapmakla, nevruz ateşinin üzerinden atlamakla, ateş yiyip, ağzından ateş çıkarmakla, ateşle arınmakla eski toplum, insanın ateşe atılarak, ateşte yakılarak kurban edilme geleneğini sembolik bir edime dönüştürebilmiş oluyordu. Bu bakımlardan Sümer ve Akadların en eski kutsal varlıklarının başında "An, Anum, Samu, Şamaş" kültünün geliyor olması, ne tesadüfîdir ve ne de bir "cehalet" ürünü…

Sümer –Akad "yaratılış" anlatımlarında, “yoktan bir var ediliş”in bulunmadığından bahsetmiştik. Sümer-Babil "yaratılış" anlatımları, toplum birimler arasında ittifak düzeninin, karşılıklı kurbanlar verilerek sağlanmasının, o günkü kavrayış düzeyi bakımından, aktarılan bir tarihçesidir. Kurbanlar üstelik tıpkı İsa gibi, ölmeden önce ve ölerek tanrı veya tanrısal olan varlıklardı. Veya hatta başlangıç dönemi bakımından diyebiliriz ki, kurban edilen insan , kurban edilerek tanrı veya tanrısal kılınıyordu.

Bu yaklaşımı İsa anlatımında da görürüz: İsa, "İnsan"lığın günahları" namına kendini feda etmişti. Buradaki "İnsan" sonraki soyut, genel insan halini almadan önce, eski toplumda, çok somut bir topluluğun kendini tanımlama kavramıydı; "günah" ise, eski toplumun "yükümlülük" kavramına karşılık düşer.

Eski tabletlerde bir “çocuğun günahsız doğamayacağı” biçimindeki ifadeler, bu çocuğun yaşayabilmesi için yaşamı karşılığı olan totemi, adakları sunması gerektiğine anımsatmadır. Bebeğin doğumuyla başlayan geçiş törenleri, sunular, ziyafetler geleneğine bugün de sahip olmamız bundan ötürüdür. Günümüzde bir malın-eşyanın fiyatının "günah" kavramıyla da ifade edilebiliyor olması, günah kavramının eski toplumda "yükümlülük" ile anlamdaş olarak kullanılmış olduğunun bir diğer göstergesidir.

Annunaki okunuşlu kavram, "Yer tanrıları" anlamına kavuşmadan önce, Yer ve Göğün kutsal varlıklarını (tanrılarını) birlikte anlatıyor gibidir. Bu doğaldı da. Çünkü Sümer-Akıt "yaratılış" anlatımında gördüğümüz gibi, "Yer ve Gök", bir süre "birlik"te var olmuşlardı.

Tarihte birçok kez gerçekleşen "Yaratılış"lardan birisinden sonra; kutsal yöneticilere "tanrı" olarak ad verilmesi ve ayrıştırılmalarından ve böylece "var edilmeleri"nden daha sonraki yüzyıllarda, Enlil, büyük bir öngörü ile artık "Yer"in Gök'ten ayrılması, Gök'ün de Yer'den ayrılması'nın gerekli olduğunu görmüştü:

"Efendi, gerekli olanları meydana getirmek için, Kararları değişmeyen bey, Yer"den "ülke"nin tohumunu çıkaran Enlil, Yer"den Gök"ü ayırmayı düşündü, Gök"ten Yer"i ayırmayı düşündü"

Kutsal kitaplarımızın "yaratılış" olarak aktardıkları olay, tarihin hayli ilerlemiş olduğu bir noktada Sümer-Akad topluluklarının birbirinin zıddı kılınarak, aralarındaki ilişkilerin yeniden düzenlendiği işte bu anın anlatımıdır.

Burada dikkat edilmelidir ki, bu topluluklar, bu aşamada yamyamlığı hala sürdürüyorlardı. Bu nedenle de kutsal varlıklar, bu dönemin yaratılış anlatımında henüz, hayvan ve bitki özelliği göstermezler. Hayvan veya bitki totemlere geçiş, insanin kendi yerine hayvan veya bitki sunabilmesini sağlayarak yamyamlığa son verebilmenin yolunu açmıştır. Tanıdığımız haliyle "yaratılış" döneminde, toplum birimler arasındaki ayraç olarak, daha sonra "yer", "gök", "su", "ağaç" vb. olarak değerlendirilecek olan kara, beyaz, kırmızı, yeşil, mavi gibi renkler kullanılmış gibi görünüyor.

"Karabaşlı", "kızıl başlı" kavramlarının kaynakları, bu döneme dayanıyor olmalıdır. En azından Sümerlerin, kendi topluluklarını "karabaşlı"lar olarak tanımladıkları kesin olarak biliyoruz.

Şimdiki bizler gibi, uzak Sümer torunları da, "Gök" ve "Yer"in, günümüzdeki anlamlarıyla "Yer, Gök" olduklarını sanmış olsalar da, Sümer anlatımlarında yer alan "gök-yer" kavramlarıyla nitelenenler, iki farklı topluluğun tanımlarıydı.

"Yer"in Gök"ten ayrılması"ndan sonraki dönemde, Annunaki'ler "yer tanrıları", "toprak", "kara" topluluk yöneticileri halinde yorumlanmaya başlanmaktadır. Buna karşılık İgigi olarak okunan kutsal varlıklar ise Gök'ün, Semitik topluluk atalarının yönetici, kutsal varlıkları olarak yorumlanmaya başlanmış görünüyor. İgigi olarak okunan kelime "Gigi –(salmu, Akadça)" siyah, kara, gece anlamlarındadır da.

"İnsanoğlu" ile "tanrı-gök'sel oğullar" ayırımı, Sümer-Akad toplulukları arasındaki ayrımının da bir ifadesidir.

İnsan ile şeytan; toprak (veya sudan) yaratılan insan ile gök'sel melek (veya ateşten ) yaratılmış şeytan biçimleriyle de tanıdığımız bu ikili ayrım, iki ana çizgi, bizi, eski Sümer-Akad topluluklarına kadar, kaybolmadan taşıyabilecek kadar derin izlere sahiptir.

Eski Ahit ve Enoş'un kitabı, "Tanrı oğulları, melekler"in, "insanoğlu kızları'yla" evlendiklerini anlatır. Bunun karşılığında, İnsanoğlu erkekleri de Tanrısal meleklerle evlenmiş olmalıydı. Bu karşılıklı evlilik düzeni anlatımlarını, Gılgamış'ın Dummuzi'nin kız kardeşi ile ve Dummuzi'nin de Gılgamış'ın kız kardeşi ile evliliklerinde buluruz. Bu ana çizgileri izlediğimizde, örneğin İslam'da, Dumuzi, Hz. Adem; Gılgamış ise ateşten yaratılan şeytan, Âdem ile Havva'yı cennetten kovduran yılan vb. olarak karsımıza çıkar.

Eski toplumun Toprak ve Su kültü ile Ateş ve Gök kültü, ana çizgilerini kaybetmeden sürüp gitmiş olsa da, toplulukların birbirlerine karışması, kültlerin de birbirine karışmasına yol açmıştı. Öte yandan, topluluklar arası kaynaşma, gelişen ticaret, daha geniş ölçekler içinde yeni toplulukların oluşma süreci, tek tanrıya ulaşma gereksinimini de doğurur. Bu aşama, yaklaşık – 2000"li yıllarda iyice olgunlaşmış durumdaydı. Askeri olarak Sargon tarafından merkezi bir yapıda toparlanmış olan toplulukların ardından, ortak bir yasa (belki Anayasa da diyebiliriz) altında, Hammurabi döneminde tam olarak yeniden sağlanan bu toparlanma dönemi, tek tanrıcılığa geçiş sürecinde belki bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Bu aşamadan itibaren, eskiden ayrıcalıkları, farkları vurgulanmaya özen gösterilen tanrıların, giderek tek bir kutsiyet kavramı içinde toparlanmaya başladığını görürüz.

Marduk okunuşlu bir kavrama, toplumsal gelişmenin tamamen doğal gelişimi içinde kalarak, işte bu donemde rastlıyoruz. Hammurabi Yasasının giriş bölümünde şöyle deniliyordu:
"Ne zaman ki,
Anunnaki'lerin efendisi (lugal)
göklerin ve yerin efendisi
Ulu (Tanrı) Anum( AN),
ve
Memleketin kaderini tayin eden,
Enlil,
Ea'nın(enki) büyük oğlu
Marduk(AMAR.UTU) "u
Bütün insanlık üzerine
Enlil'liğe
tayin ettiler (ve)
İgigi'ler
(arasından) onu yücelttiler,
Babil (ka. dıngır. ra) şehrini üstün adıyla andı;
Onu cihanda üstün yaptılar…"


Burada "Marduk" okunuşlu kavram, Sümer tarihinin en eski dönemlerine bağlı olarak ele alınmaktadır, böylece "yeni" bir olgu imiş gibi değerlendirilmediğini görüyoruz.

Hem de, Marduk'un Sümer karşılığı "amar-utu" biçimindedir ki, kelime kelime yaklaşık anlamlarıyla "güneşin oğlu", "güneşin dana'sı", "adanmış oğul" gibi yorumlara ulaşabiliriz ki, bunların tümü eski toplumda kullanılan kutsal kavramlardı.

Marduk, bir isim olarak değil; Gılgamış geleneğinin canlandırılması; Eski Ahit"te tanıdığımız şekliyle Nemrut; Âdem karşılığındaki Şeytan, ateş ve yılan sembolünün yeniden yüceltilişi olarak görünüyor.[SUP][1][/SUP]
Hammurabi döneminde "Marduk" olarak okunan (Sümerce: amar-utu) , Babil'in baş tanrısına, bu ses değerleriyle Sümer kayıtlarında rastlanmaması, öteden beri konuyu ilginç kılmıştır.

Ortalama tarih değerleriyle (-1792/ -1750) arasında yaşadığı kabul edilen Hammurabi'nin kanun metninde karşılaştığımız "Marduk" okunuşlu tanrı, daha sonra, yaklaşık -1200"lere doğru bütünlüklü hali verilmiş gibi görünen Enuma Eliş'te, asıl yaratıcı, kahraman, Ea-Enki'nin büyük oğlu, Enlil sıfatlarıyla karşımıza çıkıyor.

Bir olgu olarak saptayalım ki, Babil kraliyet listesinde, Marduk'la ilişkili kral isimleri, Hammurabi döneminden çok sonra, -1200'lerden itibaren, yani bir bakıma Enuma Eliş'le birlikte ve giderek artan bir şekilde kullanılmaktadır.

Babil kralları listesinde, Marduk-Apal-idina (-1174/-1157) Marduk-kabit-ahhesu (-1156/-1139) Itti-Marduk-balatu (-1339/-1331) Marduk-nadin-ahhe (-1098/-1081) Marduk-sapik-zeri (-1080/-1068) Marduk-zeri (-1046/-1033) gibi kral isimlerine rastlıyoruz.

Sümer-Babil tarihinin incelenmesi sırasında, sadece "kavram, kelime" ses değerlerine ("okunuş") bağlı kalmanın ve bu çerçeve içinde yorum geliştirmenin zayıf temeller taşıyacağına çok kez değindik. Yazının kullanımından bu yana geçirdiği evreler, farklı dillerin ortak resim değerlerini kendi sesleriyle aktarmaları, alfabeye geçildiğinde sesli harflerin kaydedilmemesi, yazının sağdan veya soldan başlanarak okunabilmesi, kavram anlamlarının sonraki yazıcılar tarafından farklı yorumlanabilmesi gibi, niyete bağlı olmayan etmenler, aynı özellikteki tanrı isimlerinin çeşitlenmesinin de nedenlerini oluşturmuşlardı.

Enki-Apsu tanrının özelliklerini hesaba kattığımızda Efes, Okenaos, Poseidon… Kavramlarının aslında farklı alfabe ve okuyuş türleri etrafında, aynı tanrının tanımı olduğunu görürüz. Kavram anlamları bakımından da durum böyledir. Örneğin, güzeller güzeli İnanna, başlangıçta Nippur'un genç, alımlı, kutsal suda arınmış, henüz çiftleşmemiş ("bakire") bir genç kızıydı ve ilk cinsel ilişkisini Enlil ile (ama eğer tablet kayıtlarındaki ifadeye güvenirsek...) bir "kayık"ta gerçekleştirmişti. Bay Kramer, Enlil'in, Ninlil'e, kesinlikle bir "kayıkta" tecavüz etmiş olduğundan neredeyse emindir.

Bununla birlikte saptamalıyız ki, Bay Kramer gibi uzmanlarımız, konuların daha çok spekülatif yanlarıyla ilgileniyor oldukları için, bu tür "kayık" gibi kavramlar etrafında dolaşıp kalırlar. Onlar, bu çiftleşmede ("ırza geçmenin" !) neden bir dağ başında, ovada, elma ağacı dibinde değil de mutlaka "kayık"ta gerçekleşmiş olarak aktarılmış olabileceği ile pek ilgilen(e)mezler.

Tabletlerin bu "kayık" kavramına güvenirsek, bir başka büyük Sümer tanrısı, Enki de, bir başka genç kızla yine "kayık"ta çiftleşmişti. "Kayık", "gemi" gibi motifler, ünlü Nuh Tufanı'nın da temel aracı olduğuna göre, bu kavramın belki bir başka mekân tanımı olarak kullanılmış olabileceği üzerinde durmak gerekli idi. "Tecavüz" sahnesine odaklanan ve "gemi-kayık" kavramının geçmişteki anlamını sorgulamayan yaklaşım, ister istemez, Eski Ahit"in "3 katlı Nuh gemisine" inanmaya da devam etmek zorunda kalır.

Tanrıların hayvan ve bitki dünyası ile Ay, Güneş, yıldız ve gezegenlerle iç içe geçen yapısı, insanın toprak, şeytanın ateşten yaratılması inancı; güzeller güzeli İnanna'nın "göğün kutsal ineği" olması, Musa döneminde "altın kutsal dana"ya tapılması… vb. motifler, bizlere olağanüstü karmaşa içinde ruhlar, yıldızlar, kurgular dünyası gibi görünse de, bütün bunlar, insan toplumunun en gerçek ilişkilerinin farklı tarihsel dönemlerdeki yansıtıcılarından başka bir şey değildirler; kültür birikimlerini sonraki nesillere devreden eski toplum, şimdiki toplumun bütün değerlerinin başlangıçtaki yaratıcısıdır.

İstanbul medyasının "Kanarya Aslan'ı yuttu." türü başlıklarını çok doğal bir şekilde algılayan bizlerin, eski toplumun "Aslan, Kuzuyu; kuşlar, tahıl'ı yemiyorlardı." türünden ifadelerinde "mitoloji", "hayaller" vb. arama tavrını bir türlü anlayamamışımdır.

Eski topluma, onun kavramlarına, eski bir toplumun yaşam koşullarını hesaba katarak; modern ayinleri tanıyarak, anane ve öteki kurumların gelişim çizgisini yakalayarak, toplumsal mantığın bireylerce belirlenemeyen değerleri bakımından yaklaşılırsa, eski toplumun kutsal peçesinin ardında bulunan doğal, saf ve en az şimdiki toplum kadar zeki yüzünde bulunan pırıltılarla karşılaşırız. Bütün bir insanlık kültür birikimini, bu insanlığa değil, Ay'dan, yıldızlardan gelmiş yabancı varlıklara ait kılma çabasında, hiç olmazsa bir parça, Batı'nın, Mezopotamya topraklarında fışkıran kültürü, bu kültürü yaratanlara layık görmeyen; bunu onların atalarının yaratmış olabileceğine inanmayan tutumu yatar.

Aslında eski toplum, ona, o nasıl ise, olduğu haliyle yaklaşanlara kapısını sonuna değin açan şarklı bir misafirperver gibi davranır. Buna karşılık, ona düşmanca yaklaşanlar, bir "şarklı" düşmanla, bir "şark kurnazı" ile baş edemezler ve tarihi, insan toplumunun elle tutulan gerçek yaşamında değil, ya "Tanrıların araba" tekerlerinin izlerinde, ya da "gizemli" (!) uygarlıkların yıldız esintilerinde aramak zorunda kalırlar.

Hammurabi yasalarında ve Enuma Eliş'te anlatılan biçimiyle, tarihçesi erken Sümer dönemlerine değin uzanmasına karşın "Marduk" okunuşlu tanrıyı, eski Sümer-Akad tabletlerinde, şu andaki bilgiler ölçüsünde, "Marduk" ses değerleriyle bulamıyoruz. Bu durumda, önce, Marduk'un, ona atfedilen özellikler bakımından kökeninin, eski kaynaklarda aranmaya çalışılması gerekiyordu.

Marduk okunuşlu tanrıyı, tanrısal büyük oğlu, ilk kez Hammurabi kanun metinleri üzerinden tanıdığımıza göre, Hammurabi"nin bu Marduk okunuşlu tanrı ile bir ilişkisi olması gerektiğinden yola çıkabiliriz.

Hammurabi olarak tanıdığımız ve ortalama tarihsel dizine göre, -1792/ -1750 yıllarında yaşamış olan bu şahıs, tablet yazımlarında ha -( h)am -mu -ra -pi (bi) lu gal, Gallugal Hahammuraba, Kaammu-rapi, Kammuraba gibi okunması mümkün bir şekilde ifade ediliyordu.

Kanun'larının ön ve son söz içeriklerinde Hammurabi, hem krallığını, krallar kıralı oluşunu vurgular; hem de, tanrılar tarafından çağırılmış olduğunu, yani tanrısal elçiliğini... Bu durum, Hammurabi döneminde iki erkin, kraliyet ve dini yetkinin tek elde toplandığını gösteriyor.

Öte yandan, birçok kral isminin tekrarına karşın, Babil kraliyet listesinde ikinci bir Hammurabi"ye de rastlamıyoruz. Museviliğin Haham ve Rabin gibi yaşayan dini kategorileri ile ve yine Museviliğin, yola çıktığında Ab-ram iken, tanrı tarafından "halkların babası" yapılması uygun bulununca "Ab-ra-ham" olarak "adı" düzeltilen "Hazreti İbrahim" arasında hiç olmazsa kavramsal düzeyde bir ilişki bulunuyor olabilir. Bu durum, dini çevrelerde, Abraham'ın Milattan önce 2000'lerde yaşadığı "rivayet"i ile de pek ters düşmüyor.

Museviliği oluşturan Abram (Avram) (evre) (yevre) topluluğu da, Hammurabi'nin soyu gibi semitik bir ortak geçmişe dayanmaktadır. Hammurabi, bizim "Amorit"ler olarak da seslendirdiğimiz bir semitik kavimdi. Fransızlar'ın "Amorrhéens" diye yazdığı, Eski Ahit'e "Amorlular" diye kaydedilmiş bu topluluk ve bu topluluğun tarihte bulundukları alanı, Sümer tabletlerinde "Martu toprakları" olarak buluyoruz.

Martular, erken Sümer dönemlerinden itibaren Sümer tarihinde yer almış görünüyorlar. Bu bakımdan, eğer, Hammurabi, Martu topluluğun tanrısı Martu"yu, Sümer yazımıyla a-mar-utu'yu Marduk sesleriyle tanımış ve aktarmış ise, bunu tamamen kişisel bir kurguyla yapmış olamazdı. O, aidi olduğu topluluğun derinlerde kalan ve kulaktan kulağa aktarılan ilahilerinin tanrısından bahsediyor olabilirdi.

Öte yandan, Martu, Maru, Mari, Amor, Amorit biçimli okuma veya yazmaların anlattığı bu topluluk, Sümer kaynaklarında daima “Batı” bölgesi ile bir ele alınıyordu.

"Bir zamanlar,
Subur ve Hamazi ülkeleri,
Çok (?)-dilli Sümer,
Kraliyetin ilâhî yasalarının büyük ülkesi,
Gerekli her şeye sahip ülke Uri,
Güvenlik içinde (Batı'da) yaşayan Martu ülkesi,
Bütün evren,
İnsanlar tek yürekle,
Övüyordu Enlil'i tek bir ağızdan."


Sümer tabletlerinde, Martu veya Amurrûm kavramları, Batı'da oturan toplulukların, Batı yönünün de anlatımı idi. Kuşkusuz, bu tabletler, "bütün evren" dediği zaman, yukarda da görüldüğü gibi, Sümer ve en yakın ittifak topluluk topraklarını kastediyordu.

Daha önceki dönemlerde bu "evren" kavramının sadece Sümer topraklarından ibaret görülmüş olduğu açıktır. Bu bakımdan Sümerler için yön tasnifi, hiç olmazsa kendini merkez varsayarak yapılıyor olmalıydı. Öyle görünüyor ki,”yevropa” terimine kaynaklık eden "yevre" –ibra'ni semitleri, giderek Martu'ların yerine geçmiş ve Batı kavramı, "ibra" türü bir yazımın yevre biçimli (Rus'lar Musevileri, Abra yazımını kiril alfabesi yoluyla okudukları için, günümüzde de "yevre" sesiyle nitelerler) okunmasıyla türetilmişti.

Yukarıda aktarılan ilahi, Martu ülkesinin, erken Sümer döneminden itibaren, bölgede kurulmuş olan ittifakın ve Enlil, Yel-Ateş kültünün bir parçası olarak değerlendirildiğine kuşku bırakmıyor. Uruk kıralı Enmerkar'ın (bu kavramı Gılgamış veya Dumuzi olarak da anlayabiliriz), Martu'nun Uruk'a saldırısından bahsetmesi; çok daha önceki çağlarda, Enki'nin, "dünya düzeni"ni sağlarken Martuları gözeten, onlara armağan veren tutumu, bu bakımdan pek şaşırtıcı değildir. Anlaşılıyor ki, Hammurabi"nin semitik Amorit topluluğunun ataları olan Martular çoktan, Sümer'in Batı'sına gelmiş durumdaydılar.

Marduk'un Sümer karşılığı a-mar-utu, her hâlükârda, bu kavramın Utu, Güneş, an, Şamaş, kavramı ile bu topluluk arasında var olan ilişkiye işaret ediyor. Bu nokta, aynı zamanda, benim Tufan yorumlarımda Güneş'i, Bay Kramer gibi, Doğu yönünde değil de, neden Batı'da arıyor olduğumla da ilişkilidir.

Sümerlerin Martu sesiyle tanımladıklarını düşündüğümüz bu topluluk ile ilgili bazı tabletler, bize, "Martu"ların özelliklerini de açıklamaktadır. Martu'ların kişiselleştirilmiş bir anlatım tarzı olarak, bir "kişi" haliyle Martu, bir gün evlenmeye karar vermişti.

Bay Kramer, bu konuyu söyle özetliyor: Martu, Annesine, kendisine bir eş almasını ister: Annesi ona bu konuda öğütler verir. Bu öğütler doğrultusunda Ninab"da büyük bir şölen kurulur ve şölene Kazal*lu'nun koruyucu tanrısı Numuşda, karısı ve kızı ile birlikte katılır. Bu şölen sırasında Martu'nun yaptığı kahramanca gösteriler (bu bolümü içeren pasaj kısmen kırıktır ve büyük bö*lümü anlaşılmamaktadır) Kazallu'lu Numuşda'nın hoşuna gider. Ödül olarak Martu'ya gümüş ve lacivert taşı (lapis lazuli) verir; ama Martu kabul etmez; ödül olarak Numuşda'nın kızının elini ister. Numuşda bu teklifi sevinerek kabul eder; kızı da razı olur. Fakat kızın yakın akrabalarından birisi Martu'yu şöyle tanıtarak, kızı evlilikten vazgeçirmeye çabalar:

"Çadırda oturan, rüzgârın ve yağmurun (tokadını yiyen ?) bu adam, (Martu)
bilmiyor (?)] dua nedir,
Silahla, dağı yaşadığı yer [hâline getiriyor (?)]
Aşırı kavgacı bu adam, ülkelere düşman [oluyor (?)],
Dizlerini bükmesini bilmiyor,
Pişmemiş (çiğ) et yiyor,
Ömründe evi olmamış,
Ölünce mezara konmuyor.
Ey... nim, niye Martu'yla evleniyorsun?"

Numuşda'nın kızı Adnigkişar, bu tartışmaya basitçe şöyle karşılık verir:
"Martu ile evleneceğim "

(Kramer. Sümerler,Sümer Mitolojisi vb.)

Bu tablette yer alan bilgiler, altın değerindedir ve bize, "pişmemiş (çiğ) et yeme", "ölünce mezara konmama" gibi, her göçer toplulukta mutlaka olması gerekmeyen özellikler hakkında bilgi vermektedir. "Pişmemiş et" yemeği, daha sonra, kutsal erkek et yiyecek türü halinde, Arâmî ve Hitit kültü üzerinden "çiğ köfte" biçimiyle günümüze değin ulaşacaktır. Doğal olarak,"çiğ köfte" geleneğinin şimdi yaşadığı alanlar ile bu Martu topluluğu arasında bir ilişki kurmak aykırı değildir.

Bay Kramer tarafından "Enki ve Dünya Düzeni" başlığı atılarak çevrilen bir tablette ise, Hammurabi kanunlarının ve Enuma Eliş'in, Marduk'u Enki-Ea'nın "büyük oğlu" olarak nitelemelerini hakli kılacak bir ilişkinin varlığını görürüz. Enki, herhalde kendisine yardımcı olan, kendine tapan bu topluluğu her seferinde ödüllendirmekten geri durmaz. Magan, Dilmun Melam, Marhaşi, Meluhha, Ur, Uruk, Nippur, Dicle ve Fırat"ı dolaşarak, oraları abad eden, oralarda düzen kuran Enki, Martu'lara da armağan olarak, durmadan "sığır" verir:

"Kent kurmayan, [ev] kurmayan *Martulara Sığır verdi Enki armağan olarak"

"Kenti olmayana, atı olmayana, Martulara sığır verdi Enki armağan olarak"

Tabletin buradaki ifadeleri, Martu'yla evlenen gelinin yakinen gözlemleriyle uyum içindedir: Martular, kent kurmayan, evi olmayan, ölülerini gömmeyen gezgin, avcı, toplayıcı, çoban bir topluluktu.

Enki tanrı ile, bunun Kenan okunuş biçimi arasındaki ilişkiye daha önce değinmiştik. Eski Ahit'in tanrısının, Musevilere durmadan "Kenan topraklarını" vaat etmesinin gerisinde de böyle bir ilişki bulunuyor gibidir:

“O gün Tanrı, Abram(Avram)`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi:

“Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit*, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını- senin soyuna vereceğim.”
(Yaratılış)

Tanrı, daha sonra Musa döneminde bu vaadini yineler:

“ Söz verdim, sizi Mısır`da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.`“Amor, Kenan, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını senin önünden kovacağım... (Daha sonra ) İsrailliler Heşbon ve çevresindeki köylerle birlikte Amorlular"ın bütün kentlerini ele geçirerek orada yaşamaya başladılar.”

Bu durumda, Eski Ahit'in, Amorluların, onların ataları Martu"ların gelenekleriyle karşılaşmasından daha doğal bir şey olmaz. Fakat ilginç bir şekilde, Sümer-Akad tarihinin birçok temel izini bulduğumuz ve tıpkı Enuma Eliş gibi, eski kaynaklardan beslenen Eski Ahit, Hammurabi'nin tanımladığı ve erken Sümer dönemlerinden itibaren var görünen Marduk sesiyle aktarılan bir tanrıya yer vermez.(Sonraki Merodak isimli krallardan bahsetmiyoruz)

Buna karşılık, Eski Ahit, secere sayımı sırasında, Nemrut okunuşlu tanrıdan, oldukça saygılı bir ifade tarzıyla ve soylarını saydığı öteki "kişi"lerde yapmadığı ölçüde geniş açıklamalarda bulunur:

"...Ve Kuş, Nimrod"un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli bir aver idi; bundan dolayı, "Rabbin indinde Nemrut gibi kudretli avcı", denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah"ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni inşa etti; büyük şehir budur" (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).

Eski Ahit'in, Marduk'la eşitlendiği anlaşılan Nemrut okunuşuna nasıl ulaşmış olduğunu şu anda bilmiyoruz. Eski Ahit, belki, Nemrut okunuşuna, Tufan döneminden beri Sümer-Akad kayıtlarında bilinen ve Marduk'un da bir özelliği olan Ninurta tanımından; belki Marduk'un "güneşin büyük oğul"u özelliğinin Sümer-akad karışımlı bir yazımı olan “en mar utu” / N M R T ( Eski Ahit yazarları sesli harfleri kaydetmiyordu...) yazımı, sesli harf kullanımına geçildiğinde Nemrut, Nimrut biçimini almıştı...

Kesin olan şu ki, bölge toplulukları, Marduk olarak tanınan tanrının özelliklerini, gökyüzündeki her hangi bir X gezegeninde değil; tanrılar henüz ay ve yıldız dünyasına ulaşmamış iken, erken Sümer oluşumundan itibaren yaşanan gerçek ilişkilerde aramışlardır.[SUP][2][/SUP]

Kaynaklar [1] t oplumvetarih.blogcu.com/hammurabi-yasasi-ve-marduk-1_616206.html
[2] t oplumvetarih.blogcu.com/hammurabi-yasasi-ve-marduk-2_616204.html


 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Sümer, Sami, Akad, Babil Putperestliği

http://img.webme.com/pic/g/gizliilimler/babel4.jpg

Sümer, Sami, Akad, Babil Putperestliği
Dr. Halil Bayraktar Kısaca Babil dini diyeceğimiz, Sümer - Akad - Babil dininin kökleri, Nuh tufanı öncesine ve sonrasına dayanır. Sümer ve Sami dini, geleneksel bir karışım olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu Mezopotamya toplumları yerine, kısaca alışılmış "Babil" deyimini kullanacağız.
SÜMER DİNİ, ÇOK TANRILI Özellikle Babil dininin, temel dayanaklarından birisi olan Sümer dini, "çok tanrılı" bir dindir. Sümer toplumunun geçmişinde yer almış; ataları olan peygamberler-dini önderler, melekler, bir kısım cinler ve şeytanlar zamanla tanrılaştırılmıştır. Olağan veya olağanüstü tabiat olaylarına; yer, yeraltı, gök, yıldızlar, gezegenler, Güneş, Ay, hava, su, rüzgâr, yağmur v.s. hepsine birer tanrı atfetmişler ve daha da ileri giderek şahsi tanrılar ihdas etmişlerdir.
Özellikle Akad döneminde, Sami putperestliğinin etkisiyle bazı dini-simgesel dönüşümler ortaya çıkmıştır. Bir taraftan, şahsi-ailevi putlar önem kazanırken, diğer yandan "Ay Tanrısı" gibi bir kısım tanrı kültü daha da önem kazanmıştır.
TANRILAR "İNSAN GİBİ" Babil tanrıları, insan görünümünde ve insanüstü güçleri olan sözde ölümsüz varlıklardır. İnsanlar gibi onlarında çocukları, eşleri, aileleri vardır. İnsanlar gibi üzülür, sevinir, kıskanır ve kavga ederler. Bu tanrıların bazısını da "baş tanrıları" addetmişlerdir.

Sümerli öğretmen Ludingirra, tanrılarını, şöyle tanımlar:
"Öykülerimizin çoğu, tanrılarımızla ilgilidir. Bize göre tanrılarımız, insanlardan üstün ve ölümsüzdür. İstediklerini yapabilirler. Ancak yine de, insanlar gibi sever, sevilir, üzülür, acı çeker, yaralanır, hastalanır, kızar, öç alır hatta kendileri tarafından iyi sayılmayan suçları işlerler."
ŞEHİR TANRILARI Sümerlerde, her şehrin bir koruyucu "şehir tanrısı" vardır. Hatta Sümerli Ludingirra'ya göre, ataları, Mezopotamya'ya göç ederken, bu tanrılar öncülük etmişler ve hazırladıkları şehirlere, onları yerleştirmişlerdir.
Sümer tanrıları, ne isterlerse yaparlar. Adeta şöyle ifade edebiliriz: "Onlar tanrıdır, ne isterlerse yaparlar yeridir." Onlar ne istediklerini söylemez, ancak insanlar onlara, ne arzu ettiklerini sorarak, öğrenirler.
TANRILARLA İLETİŞİM Bu iletişimin, birkaç yolu vardır. Tanrılık maskesi takmış varlıklar, ya elçileri olan rahiplere-medyumlara, doğrudan fısıldayarak yahut rüya yoluyla istek ve emirlerini bildirirler. Yahut da, "fal ve büyü aracılığı" ile bu işi yaparlar.
Tanrılara kurban edilen hayvanların karaciğerleri, bu iş için kullanılır. Bu tanrılarıyla iletişimi sağlayan bir araçtır. Karaciğerlerdeki bir takım "işaretler"in neyi anlattığını açıklayan, katalog tabletler mevcuttur. Bunlar, sadece "rahip-medyumların" anladığı şifreli bir konuşmadır. Bu varlıklar, ruhbanları-medyumları aracı olarak kullanarak, istediklerini yaptırırlar.
RAHİPLER - TANRILAR İLİŞKİSİ: "CİĞER - SU - YILDIZ FALI" Gerçek vahiy aşamasından kayarak, "şirk-putperestlik periyodu"na dönüşmüş toplumlarda bilgi kaynağı, sayısız "tanrı maskeli varlıklara" dayanmaktadır. Bu konuda Sümerli Ludingirra, şunları aktarmaktadır:
"Bizde fala çok inanılır. Bu falların başında hayvan ciğerine bakıp onu yorumlamak gelir. Krallarımız, savaşa çıkacakları zaman, uygun olup olmadığını ciğer falıyla saptarlar. Ayrıca suya ve yıldızlara bakılarak gelecek hakkında bilgi alınır. Tapınaklarımızda falcılık görevi yapan rahiplerimiz vardır."

Dikkat edilecek olursa, "cin - şeytanlar", insanları yönlendirmek için benzer yöntem ve araçları bugünde yaygın bir şekilde kullanmaktadırlar. Bu konu üzerinde, yazının son bölümünde duracağız.
Anadolu'daki kavimler ve Hititler de, geçmişten aldıkları bu putçu mirası, akla-hayale gelmez putperestlik ve büyücülük olarak devam ettirmişlerdir.

ŞAHSİ - AİLEVİ TANRILAR ve TANRI TİCARETİ Böylece kendilerinin yaptıkları listelerde; 1000-1500'leri bulan tanrılar, Akad-Harran dininde, şahsî-ailevî tanrılarla, on binleri bulmaktadırlar. Öyle ki, put kırıcı İbrahim'in, babası, tanrı ustalığı yaparken; İbrahim bile, çocukluğunda, istemeyerekte de olsa, bu tanrıların satıcılığını yapmıştır. Bu, bize Akad-Harran toplumundaki put ticaretinin boyutlarını göstermektedir.

Cambridge Üniversitesinden Dr. Joan Oates, Babil dinini, şöyle özetliyor:

"Resmî Babil dininin merkezî unsuru, tanrı imgesiydi. Tanrının heykelde vücut bulduğuna inanılıyordu. Tanrı imgesinin bireysel tapınmada da önemli olduğu, ucuz kil kopyaların her yerde bulunmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca oğula, babasının "tanrılarının" miras kalabileceği, kayıtlarda vardır. Tapınaklardaki tanrı heykellerinin çoğu, değerli ahşap türlerinden yapılır, altın işlemeli kumaşlarla giydirilir, göğsü ve boynu takılarla bezenir ve başına taç giydirilirdi. Özel atölyelerde imal edilip onarılır, çok ayrıntılı ve çok gizli kutsama ayinleriyle yaşam kazandırılırdı."
İNSANLAR GİBİ YİYEN - İÇEN TANRILAR Dr. Oates, tanrıların nasıl yedirilip-giydirildiğini, şöyle anlatıyor:
"Mezopotamya'da dinsel etkinliklerin merkezinde, insanın, tanrılara hizmet etmek amacıyla yaratıldığı inancı vardı. Harfiyen uygulanan bu görüşe göre, tıpkı maiyetinin krala hizmet etmesi gibi, tanrıya, tapınak görevlileri tarafından bakılır, yemek verilir, giydirilirdi. Tanrı heykeli müzik eşliğinde törenle beslenir; tapınak arazilerinin ve sürülerinin ürünleri ve adak yiyecekleri sunulurdu. Tanrı 'yerken' insanların, hatta rahiplerin 'gözlerinden saklanır'; heykel ve masasının çevresi, keten perdelerle gizlenirdi. Yemek bittiğinde perdeler açılır, ama tanrının elini yıkaması için tekrar kapatılırdı."

"Tanrı, yemeği yedikten sonra, yemekler, krala gönderilirdi. Asıl tanrının, eşinin, çocuklarının ve hizmetkâr tanrıların sofralarına gitmeyen yemeklerse, tapınak yöneticileri ve zanaatçılara dağıtılırdı. Söz konusu yemeklerin miktarı ise çok fazlaydı."

HİNT TANRILARINA NE KADAR DA BENZİYOR? Bu tanrılaştırılan varlıklar, bugünkü Hint tanrı heykellerine ne kadar da çok benziyor! Onlara da sözde akşamdan süt döküyorlar, sabahleyin sütün içildiğini görerek, "Bakınız, tanrılarımız süt içmiş!" diyebiliyorlar.

Bunlar bütün eski putperest dinlerde benzeri oynanmış, varlık(cin-şeytan) oyunlarından başkası değildir. Aynı zamanda, aracı ruhban sınıfı(rahipler, keşişler) bu din ticaretiyle; bir taraftan insanları uyuşturmakta, diğer yandan büyük nüfuz sağlayarak, yönetimi elde tutmaktadır. Krallar da ya baş rahiptir ya da rahiplerin oyuncağıdır.
TANRICILIK VE BÜYÜCÜLÜK OYUNU Bu tanrılar, "iyi ruhlar"dır. İyinin karşısında, "kötü ruhlara - şeytanlara" ihtiyaç vardır. Böylece bu kötülük yapan varlıklara karşı, bu tanrı varlıklardan yardım istenirdi. Bu nedenle de "muskalara - büyülere" ihtiyaç olacaktır. Dr. Oates, bu konuda da şu bilgiyi veriyor:

"Mezopotamya tanrıları, insan görüntüsünde tasarlanırlardı. Daha aşağı varlıkların kusur ve davranış bozukluklarından, yoksun değillerdi. Her Babilli'nin dua ettiği ve adaklar sunduğu kendi kişisel tanrı veya tanrıçası vardı. Bu tanrının görevi, kişiyle diğer tanrıların arasını bulmak ve evrende bolca bulunduğuna, inanılan iblislere ve kötü ruhlara karşı, kişiyi korumaktı. Koruyucu muskalar takılırdı. Görevleri, büyü sözlerini söylemek ve kötü güçleri savacak ayinler yapmak olan "rahipler"(aşipu, maşmaşu) vardı."
KÖTÜ RUHLAR - ŞEYTANLAR DA "TANRI ÇOCUKLARIDIR" "(Kâhinlik - medyumluk), Babil yaşamının en temel öğelerinden biri olarak ele alınmalıdır. Bu işle uğraşanlar, toplumun en saygın en etkili kişileriydi. Hem bireyler, hem de devlet görevlileri, bütün önemli olaylarda, onlara başvururlardı. Orduya, daima bir bilici(kâhin) eşlik ederdi. Eski Babil döneminde bunların, aynı zaman da bir general oldukları anlaşılıyor."

"Birçok kötü ruhun, iki büyük tanrı Anu ve Enlil'in çocukları olduğuna inanılırdı. Kehanet temelde, tek tek ve toplum olarak bütün insanlığın kaderini belirleyen tanrılarla, bir iletişim tekniğiydi."


Bu "kötü tanrılar-ruhlar" ise aslında aynı "cin-şeytan varlıkları"nın kötü rol üstlenmiş olanlarıydı. Bu insanlık tarihinin başından beri kurgulanan ve sahneye konan bir oyundu. Oyunun baş kahramanı ve figüranları da belliydi.

Maalesef üzerine oyun sergilenenler, insanoğlu ve insan topluluklarıydı!

Kaynaklar:
  1. Kur'an-ı Kerim
  2. J oan Oates, Babil, çev. Fatma Çizmeli, Arkadaş Yy, Ankara,2004.
  3. E gon Friedell, Mısır Ve Antik Yakın Doğunun Kültür Tarihi, Çev. Ersel Kayaoğlu, Dost Yy, Ankara, 2006.
  4. M uazzez İlmiye Çığ, Sümerli Ludingra, Kaynak Yy, İstanbul, 1996.
  5. M uazzez İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber, Kaynak Yy, İstanbul, 1997.
  6. Y ahudi Ansiklopedisi, "Harran üzerine bir makale", C. 6, s. 231(Arap coğrafyacısı Yakut'tan alıntı yapmış.)
  7. B arnabas İncili, İng.den Çev. Mehmet Yıldız, Milenyum Yy, İstanbul, 2005.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Hammurabi'nin Toprak Kanunları

Hammurabi'nin Toprak Kanunları
Sümeroloji Doçenti Dr. Mebrure Tosun Eski Babil Soyunun, on bir kralı içinden en ünlüsünün Hammurabi olduğunu söylersek, mübalağa etmiş sayılmayız. Bu hükme şu iki sebebi gösterebiliriz: [SUP][1][/SUP] Hammürabi, fetihleriyle, Mezopotamya'nın büyük, küçük bir çok şehir devletlerini zapt ederek, Sumer ve Akad ülkelerini bir imperatorluk halinde birleştiren kraldır.[SUP][2][/SUP] Ülkesinde geçer olan kanunlar üzerinde kısmen tadiller yaparak kısmen de yenilikler getirerek bir reform yapmıştır. (bak: Kanunların Giriş ve Sonuç kısmı).
Hammurabi, kısa kronolojiye göre, M. Ö. 1728'den 1686 ya kadar 43 yıl saltanat sürmüştür. Bu yıllarda Babil en parlak devrini yaşamış ve Mezopotamya tarihinin hiç bir devrinde, başşehir olarak, bu derece önemli ve önder bir rol oynamıştır. Hammürabi yalnız merkezi bir devlet değil, ayni zamanda merkezî bir din de ortaya çıkarmıştır.
Ülkesindeki geçer kanunlar üzerindeki reformlarına gelince: 1901-1902 yıllarında, bir Fransız bilim topluluğu, Elam'ın başşehri olan Sus'ta Hammurabi Kanunlarının çivi yazısı ile yazılı bulunduğu bir diorit steli, yaptıkları kazıda bulup, Louvre Müzesine götürdüler. Stelin üst kısmında, Hammurabi'yi Adalet Tanrısı Samas'ın önünde, tazim duruşunda görürüz. Elam'lılar Babil'i istila ettikleri zaman (1207-1171 M. Ö.) bu steli harp hatırası olarak buradan alıp Sus şehrine getirmiş olacaklar. 1901-1902 de bu stel bulununca, elbette ki bilim dünyasının bütün ilgisi, Eski Babil Soyu içinde, özellikle Hammurabi üzerinde toplanıyordu. Fakat bugün biz bu devri aydınlatabilmek için daha başka kaynaklara baş vurabilecek durumdayız. Daha on beş hatta on yıl öncesine kadar Hammurabi tek kanun vazıı zannediliyordu. Bugün artık biliyoruz ki Hammurabi'den en aşağı yüz yıl önce Ur şehrinde Urnammu'nun [SUP][2][/SUP] kanunları, daha sonra Daduşa [SUP][3][/SUP] zamanına ait Eşnunna, ve nihayet İsin kralı Lipit-İştar'ın kanunları vardır.[SUP][4][/SUP]

Fakat bu kanunlar arasında Hammurabi kanunları yine önemini korumaktadır. Çünkü, hem üç yüze yakın paragraf ile hepsinden daha mufassaldır, hem de kendinden evvelki kanunlardan, özellikle ceza kanunu bakımından, çok ayrılıklar göstermektedir.
Hammurabi'nin kanunculuğunun özelliği üzerinde duralım. Acaba ondan evvel gelen hükümdarların kanunları yok muydu?
Kanun ve adalet hükümdarların şanına lâyık müesseselerdi. Nitekim hükümdar ile bu mefhumların, birbirinden ayrılmazlıklarını Hammurabi'den evvel de başka krallarda da görüyoruz.[SUP][5][/SUP]
"kittum"— adalet, meşruluk ve "mesarum"=adâlet, doğruluk, kelimeleri krallarla birlikte anılan kelimelerdir. Her kral kanun uygulamak ister, veya adaleti temin etmeğe çalışırdı. Fakat ülkede geçer olan kanunları yazılı olarak derlemek ve toplamak ancak yukarıda adlarını andığımız krallara nasip olmuştur. En geniş şekilde kendinden evvelki, kanunları derleyen, onlar üzerinde tadiller yapan veya yeni reformlar yapan kral ise Hammurabi'dir. Hammurabi kanunlarını inceleyen ve bu kanunları daha evvelki kanunlarla karşılaştıran Driver ve Miles [SUP][6] [/SUP]bu kanunların teknik hukuk terimleri bakımından birbiriyle ayniyet gösterdiğine işaret ederken bu benzerliğin, başka bir deyimle kanunlardaki dil benzerliğinin, yalnız hukuk terimlerinin yıllarca devamlılığını göstermekle kalmadığını, ayni zamanda hukuk müesseselerinin de devamlılığına delil teşkil ettiğini iddia eder. Demek oluyorki, Hammurabi Kanunlarını, daha evvelki memleket kanunları ile, hatta daha sonraki Assur ve hatta İbran kanunları ile karşılaştıracak olursak, göreceğiz ki, bu bölgenin müşterek bir kanun geleneği gerçeği inkâr edilemeyecektir. Driver ve Miles'e [SUP][7][/SUP] iştirak edip bu kanunların Hammurabi'den önce de yazılı bulunduğunu kabul edebiliriz. Fakat acaba Hammurabi kendinden evvel var olan bu kanunlardan ne dereceye kadar faydalanmıştır? Buna şimdilik kesin bir cevap veremeyeceğiz. Çünkü daha önceki gerek Esnunna gerekse İsin (Sumerce yazılmıştır) kanunlarının tam metinleri ele geçmemiştir. Yalnız muhakkak olan nokta şudur ki, bu kanunların hepsi de müşterek, yazılı kanunlardan faydalanmışlardır.[SUP][8][/SUP] Hammurabi devrinin tarih "reconstruction"u için kaynak vazifesini görecek malzeme eksiktir. Hammurabi'nin bizzat kaleme aldırdığı tarih kitabeleri yoktur. Tarih listeleri (Datenlisten) ve Hammurabi ile veziri ve valisi arasında ki alınıp verilen mektuplar başlıca kaynağımızdır. Bu mektupların incelenmesi [SUP] [9][/SUP] bize, Hammurabi'nin memleket işlerinin bütün teferruatı ile ne dereceye kadar meşgul olduğunu göstermektedir. Hammurabi, kanunların Sonuçunda [SUP][10][/SUP] kendisinden "halkının öz babası" "la kima abim wâlidim ana nişe" = "halkına öz baba gibi olan" diye bahseder.
Yukarıda andığımız kaynak çeşitlerinden sonra, bu çağın medeniyet tarihini aydınlatmada en güvenilir kaynak, kanunlardır. Bu kanunlar üç bölümden ibarettir:
I - Giriş (Prologue).
II - Kanunlar
III - Sonuç (Epilogue)
Hammurabi kanunları üzerinde yapılan çeşitli incelemelerde, bu kanunlardan Codex Hammurabi diye bahsedilir. Kısaca C H. kısaltması ile gösterilir. Fakat Codex adının yerinde kullanılmadığını iddia eden Driver ve Miles'in [SUP][11][/SUP] fikrine biz de katılmak istiyoruz. Bu kanunlar yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Babil ülkesinde, var ve geçer olan kanunların tadil edilmiş şekilleri ile yeni maddelerden ibarettir. Hartmut Schmökel de [SUP][12][/SUP] her ne kadar "Codex" terimini kullanıyorsa da kanunların daha evvelki kanunlara göre değişik oluşuna, ve ülkenin kanunlarının ancak bir kısmını kapsadığına işaret etmektedir.
Giriş ve Sonuç, arkaik, edebi bir üslup ile yazılmıştır. Bu üslup destan ve ilâhilerin yazıldığı edebî bir diyalektin üslûbudur.[SUP][13][/SUP] Kanun maddeleri ise, arkaizmden tamamen uzak, açık bir dille yazılmıştır. Eserin bütünü Eski Babil yazısı ile yazılmıştır.
İçindekiler bakımından bir tarih kaynağı olarak kullanılabilen "Giriş" "Prologue"ta, Hammurabi, Hammurabi Soyunun baş tanrısı ve ülkede yeni bir tanrı olan Marduk'a övücü sözlerden sonra, Babil şehrini baş şehir olarak tanrılara takdis ettirip, bu şehrin başına onun tarafından getirildiğini söyler. Hammurabi halkına adaleti (mesarum) getirmek için çağrıldığını ve komşu şehirlere barış ve refah getirdiğini söyler. Kanunlara yaptığı bu giriş vesilesiyle, yeni kurduğu veya restore ettiği kült yerlerinden bahs ederken krallığı, içindeki şehirleri de saymış olur. Bu şehirler arasında hatta Assur [SUP][14][/SUP] bile sayılmaktadır. Sayılan bütün bu şehir adları ve Hammuarabi'nin bunlar üzerindeki hakimiyeti bu metnin, Hammuarabi'nin saltanatının 32-33 cü yıllarında yazılmış olduğuna delâlet eder. Hammuarabi'nin tarih listelerinde 2.ci saltanat yılının adı [SUP][15][/SUP] Sümerce olarak NIG. SI. SÂ KALAM-MA IN-GAR=Adâleti memlekette tesbit etti, şeklindedir. Bu ibareye göre kanunların daha 2.ci saltanat yılında yazılı hale konduğu tartışma konusu olmuştur. Fakat bu cümle krallara has tabii bir görevin ifâdesi olarak kabul edilebileceği gibi, adlarını sıraladığı şehirlerin fetihlerini tamamlamadan kanunları uygulayamayacağı da düşünülebilir. Girişin sonunda, Tanrı Marduk'un emriyle, memleket halkını doğru yola sevk için adalet ve doğruluğu (kittu ve mesaru) getirdiğini (Akk. sakânu = koymak fiilini kullanıyor) ve halkı refaha kavuşturduğunu söyleyip, kanun maddelerine geçer.
Sonuç da ise, Hammuarabi kendine uzun bir medhiyeden sonra, şöyle der: "Yer ve göğün büyük hâkimi tanrı Şamaş'ın emriyle, memlekette doğruluk parlasın. Haksızlığa uğramış, şikâyeti olan adam, "doğruluk kralı" (adlı heykelimin (Sum. ALAM = Akk. şalmu) önüne gitsin, taşımın yazısını okutsun, seçkin sözlerimi duysun, taşım (stelim), şikâyetini ona aydınlatsın, hükmünü (şikâyeti ile ilgili kanun hükmünü) görsün. kalbi rahatlasın." Sonucun sonunda da kanunun yazılı bulunduğu anıtı bozan veya her hangi bir şekilde tahrip edenlere lanet ederek sözlerini bitirir.
Giriş ve Sonuç hakkında bir fikir verdikten sonra, kanun maddelerine geçelim: Bu maddelerin incelenmesi bize o devrin sosyal, ve hukuk hayatı hakkında teferruatlı bilgi vermektedir. Biz bu yazımızda, toprak dağıtımı ile ilgili maddeleri ele alıp bu devrin bir az daha fazla aydınlanmasına yardım etmeğe çalışacağız. Hammuarabi kanunlarının Akkad'ca aslından Türkçe'ye tercemesi ilk defa olarak bu yazımla yapılmaktadır. Terceme ana metinden yapılmıştır. Bu çalışmada, gerek Deimel-Pohl-Follet'in Akkad'câ-Latince tercemesinden, gerek Driver-Miles'in çok etraflı İngilizce terceme ve komentarından ve gerekse ritchard'da (ANET) Theophile J. Meek'in yine İngilizce olan tercemesinden faydalanılmıştır. Fakat, Landsberger okulunda yetişmiş bir filolog olarak, bizim tercememizin diğerlerinden ayrıldığı hususlar, ilgililerin dikkat nazarından kaçmayacaktır. Bu yazımızda, bütün tercemeleri karşılaştırıp, lexicalique bir "edition critique" yapmayı amaç edinmedik. Fakat yaptığımız bu ilk Türkçe kanun tercemesi, gerek hukuk tarihi ile gerekse medeniyet tarihi ile uğraşanlarımızı ilgilendirir veya öğrencilerime her hangi bir yardımda bulunabilirse, emeğimin mükâfatını görmüş sayacağım kendimi. 282 maddeden ibaret olan kanunları gerek Deimel-Pohl-Follet [SUP][16][/SUP] gerek Driver-Miles [SUP][17][/SUP] , konuları bakımından guruplara ayırmışlardır. Biz bu maddelerin, yalnız toprak kanunu ile ilgili olanlarını, ana metindeki, ve ondan alınarak yukarıda adlarını verdiğimiz tercemelerdeki sıralara göre inceledik, sonuçlar çıkarmağa çalıştık. Bu maddelerin sıralanışı bugünkü bilim prensiplerine göre sıralanmış olmayabilir.[SUP][18][/SUP] Fakat kendi devrindeki uygulama görüşü açısından bakılmağa çalışıldığı zaman bu sıralama daha iyi anlaşılabilmektedir. 26-41 maddeleri toprakla, toprak dağıtımı ile ilgilidir. Toprağın hangi şartlarla ve kimler tarafından işlendiği hakkındaki prensipleri öğreniyoruz. Hammuarabi Kanunlarının, gelecek yazılarımızda ele alacağımız tarımla ilgili
maddeler konuları bakımından aşağıdaki şekilde ayrılmıştır: [SUP][19][/SUP]
42-48 — Çiftçinin görevleri
49-52 — Çiftçinin borçları
53_ 56 — Sulama ile ilgili suçlar
57-58 — Otlak ile ilgili suçlar
59 — Ağaç kesme suçu
60-65 — Bahçe ve Hurma fidanlıklarının bakımı
24İ-52 — Toprağı işleyen hayvanlarla (başlıcası sığır) ilgili suçlar
253-6 — Tohumluk veya yemle ilgili suçlar
257-58 — Toprak işçisi ve sığırtmaç ücreti
258-60 — Saban ve çapa hırsızlıkları
261 — Çoban ücretleri
262-7 — Çobanların görevleri
268-72 — Mevsim işleri için ırgat kiralama.
Hammuarabi kanunları, mektuplar, iktisâdi vesikalar v. s. gibi çağdaş vesikalarla birlikte bir bütün halinde işlenmelidir. İşte o zaman medeniyet tarihinin başlıca kaynağı olarak değerlendirilmiş olur.
Madde 26 - Transkripsiyon
66 - sum - ma lu AGA. US (= redûm)
67 - ü lu SU. HA (= ba'irum)
68 - sa a - na har - ra - an sar - ri - im
69 - a - la - ak - Su
1 - qa - bu - ü
2 - la il - li - ik
3 - û lu LU. HUN. GÂ (= agram)
4 - i - gur - ma
5 - pu - uh - su
6 - it - ta - ra - ad
7 - lu AGA. US (= redûm)
8 - ü lu SU. HA (= bâ'irum) su - û
9 - id - da - ak
10 - mu - na - ag - gi - ir - Su
11 - E (= bit) - sû
12 - i - tab - ba - al
Madde: 26 — Terceme
Eğer, kralın yoluna (seferine) gitmesi emr dilen, bir ayak eri (Akk. redûm) veya bir avcı (Akk. bâ'irum), gitmez, veya bir bedel kiralayıp, bedelini yollarsa, o er veya avcı öldürülecektir. Kiralık bedeli, ev barkını üzerine alacaktır. Bu maddede "ana harran sarrim alak-su qabû", "kral yoluna (seferine) gidişi emredilmiştir" tabiri var. Kral yoluna gitmek, kralın hizmetine, seferine memur edilmek anlamına geliyor.[SUP][20][/SUP] Diğer maddelerden de anladığımıza göre, memleket topraklarının bir kısmı krala aitti. İngilizce yayınlarda "crown lands" tabiri kullanılıyor. Kral bu toprakları, hizmetinde bulunan "redûm" ve "bâ'irum" sınıfından olan kimselere hizmetlerine karşılık veriyordu. Bu şekilde hem toprak işlenmiş oluyor, verim artıyor, hem de hizmetindeki kimseler artmış oluyordu. Başka bir deyimle ordusu büyüyordu. Bu topraklardan faydalanan ve böyle bir nimetin karşılığında göreve çağrılan bu kimseler, yerlerine bir bedel gönderemezlerdi. Aksi takdirde ölüm cezasına çarptırılırlardı. Toprağın bir kısmı da mabede aitti. Ayrıca bu devirde ferdî mülkiyet de mevcut olup, toprak sahibi olup ayni zamanda ticaretle de meşgul kimseler vardı. 26-41 sayılı kanun maddeleri, kral topraklarını, bu topraklara sahip olmadan işleyen, kimselerin mükellefiyetlerinden ve bu toprakların dağıtılışı ile ilgili hükümlerden bahsetmektedir.
Saray arazisi aşağıda adları yazılan unvan sahiplerine dağıtılmaktaydı:
Sum.
AGA. US
SU. HA
LÛ. PA. PA
LA. BANDA


Akk. redûm bâ'irum dikûm labuttum nâsi biltim. redûm - redû fiilinden. Deimel Glossar'da, hinterhergehen; folgen; ziehen; verfolgen; treiben; fliegen; fliessen lassen; opfern; liebiren; befruchten; zeugen; führen; lenken; herbeiführen; geeignet sein. Delitzsch, HW da: gehen, marschieren, I2 , hinter jem. drein gehen, ihm nachsetzen, III 1 gehen lassen. anlamlarına gelir. Bu kelimenin Sum. ideogramı AGA. US dur. Eski okunuşu UKU. US idi. İşaretinin AGA = Taç anlamına gelen okunuşu tercih edilirse kelime daha aydınlanmışı oluyor. US Sum. takipetmek, kovalamak, demektir. AGA. US = taç takip eden, yani kralın arkasından giden. Lugat manalarını yukarıda saydığımız Sum. AGA. US' Akk. redûm kelimesinin hangi sınıf görevliye verildiği pek açık değildir. Kanunun bütün tercemelerinde bu kelime ile daima beraber anılan "Sum. SU. HA Akk. bâ'irum kelimesinin medlullerinin açık olarak anlaşılmadığı kayd edilmektedir. Bu kelimelerin geçtiği yerleri Driver-Miles toplamış bulunmaktadır.[SUP][21][/SUP] Biz buna "emir eri" adını verirsek belki en yakın tercemeyi yapmış oluruz. Bu sınıfta olan kimseler, kralın tayin edeceği her çeşit işi üzerlerine alırlardı.[SUP][22][/SUP] Kralın işleri için, "harran sarrim" = kralın yolu, seferi veya " "dannat sarrim" — kralın kuvveti [SUP][23][/SUP] tabirleri kullanılıyor. Binaenaleyh, "redûm"lar bir asker sınıfına mensup kimselerdi.
İkinci unvan Sum, SU. HA Akk. bâ'irum. Kelimeyi teşkil eden Sum. unsurlar SU = el ve HA = balıktan müteşekkildir. Yani balık avcısı. Belki de Nehir ve kanallarda, nakliye ve ordu ikmâl işleri ile görevli kral hizmetinde bir başka asker sınıfı idil redûm'un üstü olan PA. PA = dikum ve LÂ. BANDA = laputtum kral hizmetinde bulunan bir takım subaylardır. redûm ile bâ'irum, metinlerde daima "lu redûm u lu bâ'irum" olarak müsavi şartlarda olan iki kelimeyi ayıran lu...lu unsurlarıyla ayrılır. Binaenaleyh bu iki asker sınıfı arasında rütbe farkı olmaması lâzımdır. Halbuki dikûm ve laputtum sınıflarının daha üst bir sınıf olduklarını 34. maddede açıkça belirtilmektedir.
Kendilerine kral tarafından toprak verilen nâsi biltim = vergi mükellefi (kelime manası, mahsul kaldıran) sınıfına mensup kimseler toprağı krala bir hizmet borcu karşılığı olarak almazlar, karşılık olarak mahsulün bir kısmını kira olarak krala öderler.
Madde 27 — Transkripsiyon
13 - sum-ma lu AGA. US (=redûm)
14 - ü lu-û SU. HA (=bâ'irum)
15 - sa i-na dan-na-at
16 - sar-ri-im
17 - tu-ûr-[ru]
18 - wa-ar-ki-su
19 - A. SAG (=eqil)-su ü GİS. SAR (=kirâ)-su
20 - a—na sa-ni—im
21 - id-di-nu-ma
22 - i-li-ik-su
23 - it-ta-la-ak
24 - sum-ma it-tu-ra-am-ma
25 - URU (=al)-su ik-ta-âs-dan
2 6 - A. SAG (=eqil)-su û GİS. SAR (=kirâ)-su
27 - û-ta-ar-ru-sum-ma
28 - su-ma i-li-ik-su
29 - i-il-la-ak
Madde 28 — Transkripsiyon
30 - sum-ma lu AGA-US (=redûm)
31 - û lu-û SU. HA (=bâ'irum)
32 - sa i-na dan-na-at
33 - sar-ri-im
34 - tu-ûr-ru
35 - DUMU (=mâr)-su il-kam
36 - a-la-kam i-li-i
37 - A. SAG (=eqlum) û GİS. SAR (=kirûm)
38 - in-na-ad-di-is-su [m]-ma
39 -i-li-i [k a]- bi-su
40 - i—il—[la—] ak
Madde 29 — Transkripsiyon
41 - Sum-ma DUMU (=mâr)-su
42 - şi-ih-ir-ma
43 - i-lı-ık a-bi-su
44 - a-la-kam
45 - la i-li-i
46 - sa-lu-us-ti A. SAG (=eqlim) ü GİS. SAR (=kirim)
47 - a-na um-mi-su
48 - in-na-ad-di-in-ma
49 - um-ma-su
50 - u-ra-ab-ba-su
Madde 27 — Tercemesi:
Eğer bir redûm (ayak eri) veya bir bâ'irum (avcı) kral kuvvetinde iken kaçırılır, sonra tarlası ve bahçesi bir diğer kimseye verilir (iddinu-verdiler), (bu kimse de) mükellefiyetini yerine getirirse (ilik-su ittalak = "he goes a going" Driyer-Miles: "he has looked after his feudal obligations, Th. Meek" (fakat) döner ve şehrine ulaşırsa, tarlasını ve bahçesini ona geri verecekler, (timar mükellefiyetlerini) timarını bizzat işliyecektir (ilka atâku = timar mükellefiyetini yerine getirmek, Lehnspflicht ausüben; Bauer Glossar. Bu görev için alâku -gitmek fiili ve müştakları kullanılmaktadır).
26. Maddeye göre kendilerine toprak verilen redûm ve bâ'irum'lar hizmete çağrıldıkları zaman gitmez, yerlerine bedellerini yollarlarsa, ölüm cezasına çarpılırlar. Fakat 27. maddeye göre, yine bu kimseler, kralın hizmetinde iken esir düşerlerse, toprakları işletilmek üzere bir başkasına verilebilir. Fakat dönüşlerinde toprakları kendilerine geri verilir.
Madde 28 — Tercemesi:
Eğer, kral kuvvetinde iken kaçırılan bir redûm veya bâ'irum'un oğlu timarı (ilku) yürütebilecek (alâkam) kudrette ise tarla ve bahçe kendisine verilip, babasının timarının mükellefiyetlerini yerine getirecektir.
Madde 29 — Tercemesi: Eğer, oğlu küçük olup babasının tımarının mükellefiyetlerini yerine getiremeyecek kudrette ise, tarlanın ve bahçenin üçte biri anasına verilip, anası onu büyütecektir.
28 ve 29. maddelere göre, bir redûm veya bâ'irum, esir iken toprağını oğlu varsa oğlu, fakat oğlunun yaşı küçük ise, toprağın ancak üçte birini karısı işleyecek ve oğlunu büyütecektir.
Madde 30 - Transkripsiyon
51 - sum-ma lu AGA. US (=redûm)
52 - ü lu SU. HA (=bâ'irum)
53 - A. SAG (=eqil)-Su GİS. SAR (=kirâ)-su û E (=bit)-sû
54 - i-na .pa-ni il-ki-im
55 - id-di-ma
56 - ud-da-ap-pi-ir
57 - sa-nu-um
58 - wa-ar-ki-su
59 - A. SAG (=eqil)-su GİS. SAR (=kirâ)-su
60 - ü E (=bit)-sû
61 - iş-ba-at-ma
62 - MU 3 KAM (=salas sanatim)
63 - -i-li-ik-su
64 - it-ta—la-ak
65 - sum-ma it-tu-ra-am-ma
66 - A. SAG (=eqil)-su GİS. SAR (=kirâ)-iu ü E (=bît)-sû
67 — i—ir—ri—is
68 - û-ul in-na-ad-di-is-sum
XI
1 - sa is-sa-ab-tu-ma
2 - i-li-ik-su
3 - it-ta-al-ku
4 - SU-ma i-il-la-ak
Madde 31 - Transkripsiyon
5 - sum-ma sa-at-tam
6 - is-ti-at-ma
7 - ud-da-ap-pi-ir-ma
8 - it-tu-ra-am
9 - A. SAG (=eqil)-su GİS. SAR (=kirû)-su ü E (=bit)-sû
10 - in-na-ad-di-is-sum-ma
11 - su-ma i-li-ik-su
12 - i-il-la-ak
Madde 32 - Transkripsiyon
13 - [sum]-ma lu AGA. US (=redûm)
14 - û lu SU. HA (=bâ'irum)
15 - sa i-na har-ra-an
16 - sar-ri-im
17 - tu-ûr-ru
18 - DAM. KAR (=tamkarrum) ip-tû-ra-as-su-ma
19 - URU (=al)— su us-ta—ak—si-da—as-su
20 - sum-ma i-na bi-ti-su
21 - sa pa-ta-ri-im
22 - i-ba-as-si
23 - su-ma ra-ma-an-su
24 - i-pa-at-ta-ar
25 - sum-ma i-na bi-ti-su
26 - sa pa-ta-ri-su
27 - la i-ba-as-si
28 - i-na E-AN. URU (=bit il âli)-su
29 - ip-pa-at-târ
30 - sum-ma i-na E (=bit)
31 - AN. URU (=il âli)-su
32 - sa pa-ta-ri-su
33 - la i-ba-as-si
34 - E. GAL (=ekallum) i-pa-at-ta-ar (ri !)-su
35 - A. SAG (=eqil)-8u GİS. SAR (kiru)-su
36 - ü E (=bit)-sû
37 - a-na ip-te4 -ri-su
38 - û-ul in-na-ad-di-in
Madde 30 - Tercemesi:
Eğer bir redûm veya bir bâ'irum tarlasını, bahçesini ve evini tımar yüzünden (ina pani ilkim) terk edip, uzaklaşırsa, bir başkası ondan sonra (warki-su) tarlasını, bahçesini ve evini zapt ederse, ve üç yıl tımar mükellefiyetini yerine getirirse, kendisi döner ve tarlasını, bahçesini ve evini (geri) isterse, ona verilmeyecektir. Zapt eden ve timarı yürüten, kimse (bizzat) mükellefiyetleri yerine getirecektir.
Madde 31 - Tercemesi:
Eğer bir yıl uzaklaşıp, dönerse, tarlası, bahçesi ve evi ona verilecektir. Kendisi, timarının mükellefiyetlerim yerine getirecektir.
Timarını terk edip uzaklaşanların tarlası, bahçesi ve evi bakım için bir diğerine verilmektedir. İlk mükellef üç yıl içinde dönmediği takdirde ikinci kimse bu haklara sahip olur. Daha evvel dönerse topraklarını geri alır.
Madde 32 - Tercemesi:
Eğer kral seferinde (iken) bir redûm veya bir bâ'irum esir edilmiş, (ve) bir tüccar onu çözerse (kefaletini öderse) ve şehrine kavuşturursa, eğer evinde fidyesi (sa patarim) mevcutsa, bizzat kendini çözer (kendi fidyesini öder, yani tüccara olan borcunu verir). Şayet evinde çözecek (gümüş veya hububat) karşılığı yoksa, şehrinin mabedi (E. AN. URU) (tarafından) çözülür. Eğer şehrinin mabedinin çözüm karşılığı yoksa, onu saray çözecektir. Tarlası, bahçesi ve evi çözüm karşılığı olarak verilmiyecektir.
Dikkate değer nokta, fidye ödemede takip edilen sıradır. İlk ödev kendisine düşüyor. Fakat bu fidyeyi, tarlasını, bahçesini veya evini karşılık olarak verip ödemeğe izinli değildir. Sonra çözüm, şehir mabedine ve en sonunda da saraya düşüyor. Demek oluyor ki kral seferinde iken esir düşen bir kimsenin kurtuluş fidyesini ödemek vazifesi en son krala, daha doğrusu saraya düşüyor.

Madde 33 - Transkripsiyon
39 - sum-ma lu PA.PA (=dekû)
40 - û lu-û NU. BANDA (=luputtum)
41 - ERIN (=şâb) ni-is-ha-tim
42 - ir-ta-si
43 - ü lu a-na KAS (=harrân)
44 - sar-ri-im
45 - LU. KU. GA (=LU HUN.GA=agram) pu-ha-
46 - im-hu-ur-ma
47 - ir-te-di
48 - lu PA. PA
49 - ü lu NU. BANDA (=luputtam) su-û
50 - id-da-ak
Madde 34 - Transkripsiyon
51 - sum-ma lu PA. PA (=dekûm)
52 - ü lu NU. BANDA (=luputtûm)
53 - nu-ma-at AGA. US (=redem) il—te—qi'
54 - AGA-US (=redâm) ih-ta-ba-al
55 - AGA. US (=redâm) a-na ig-ri-im
56 - it-ta-di-in
57 - AGA. US (=redâm) i-na di-nim
58 - a-na dan-nim is-ta-ra-ak
59 - qı—is—ti sar-ru-um
60 - a-na AGA. US (=redim) id-di-nu
61 - il-te-qi (di!)
62 - lu PA. PA (=deküm)
63 - û lu NU. BANDA (=luputtûm) su-u
64 - id-da-ak
Madde 35 - Transkripsiyon
65 - um-ma a-wi-lum
66 - AB. GUD. Hİ.A (=alpi)
67 - û GANAM 4
LU. HI. A (=şeni)
68 — sa sar-ru-um
69 - a-na AGA. US (=redim)
70 - id-di-nu
XII
1 - i-na qâ-ti AGA. US (=redim)
2 - is-ta-am
3 - i-na KUG. UD (=kû-babbar = kaspi)-su
4 - i-te-el-li

Madde 36 - Transkripsiyon
5 - A. SAGum (=eqlumu m ) GİS. SAR (=kirûm) û fi (=bitum)
6 - sa AGA. US (=redim) SU. HA (=bâ'irim)
7 - û na-si bi-il-tim
8 - a-na KUG. UD (=kü-babbar = kaspim)
9 - ü-ul in (i!)-na-ad-di-in
Madde 37 - Transkripsiyon
10 - sum-ma a-wi-lum
11 - A. SAG (=eqlam) GİS. SAR (=kirâm) ü fi (=bitam)
12 - sa AGA. US (=red m) SU. HA (=bâ'irim)
13 - û na-si GUN (=biltim)
14 - is-ta-am
15 - tup-pa-su
16 - ih-hi-ip-pi'
17 - û i-na KUG. UD (=kaspi)-su
18 - i-te-el-li
19 - A . SAG (=eqlum) GİS. SAR (=kirûm) ü fi (=bitum)
20 - a-na be-lı'-su
21 - i-ta-ar

Madde 38 - Transkripsiyon
22 - AGA. US (=redûm) SU. HA (=bâ'irum)
23 - û na-si GUN (=biltim)
24 - i-na A. SAG (=eqlim) GİS. SAR (=kirim) ü fi (=bitim)
25 — sa il-ki-su
26 — a-na as-sa-ti-su
27 - ü DUMU. SAL (=mârti)-su
28 - û-ul i-sa-at-ta-ar
29 - ü a-na i—il—ti—su
30 - û-ul i-na-ad-di-in
Madde 33 - Tercemesi:
Eğer bir dikum veya luputtum [SUP][24][/SUP] liste dışı bir askeri (şab nishatim) (askere) alır, veya kral seferine kiralık bir bedeli kabul edip, (onu) sevk ederse, o dikum veya luputtum öldürülecektir.
Kralın hizmetine girmek bir imtiyaz sayılıyordu. Bu hizmet karşılığı kraldan toprak alan kimseler, hizmete çağrıldıkları zaman bizzat gitmek zorunda
idiler. Bedel yollamak ölümle cezalandırılıyordu. Bedel kabul eden amir subaylara da ölüm cezası veriliyordu.
Bundan evvel yukarıda terceme ettiğimiz maddeler kral topraklarını işliyen başlıca iki asker sınıfının görevlerini hudutlıyordu. 34. maddede bunların bir üst sınıfa karşı hakları korumaktadır.

Madde 34 - Tercemesi
Eğer bir dikum veya bir luputtum, bir redûm'un eşyasını alırsa, redûm'a, haksızlık ederse, redûm'u kira ile (ana igrim) (başkasına) verirse, redûm'u (bir) davada kuvvetliye (bir büyük kimseye) bırakırsa kralın ona verdiklerini (hediyelerini) (ondan) alırsa, o dikum veya luputtum öldürülecektir.
Bu maddede, üstün, alta karşı korunması, icabında mahkemede, nüfuzlu bir kimseye karşı amir tarafından hakkının müdafaa edilmesi, ve her hangi bir baskı veya menfaat karşılığı terk edilmemesi şart koşuluyor.
Madde 35 - Tercemesi:
Eğer bir awilum (hür insan, bey) bir redûm'un elinden, kralın ona verdiği sığırları veya koyunları satın alırsa, gümüşü yüzünden (parasını kaybeder) zarara uğrar.
Madde 36 - Tercemesi:
Bir redûm'un, bâ'irum'un, nâsi biltim'in (vergi mükellefinin) tarlası, bahçesi veya evi gümüş (para) karşılığı verilmiyecektir (satılmıyacaktır). Bu iki maddeden anlaşıldığına göre, toprak kral tarafından verildiği gibi, hayvanları da kral veriyordu. Hayvanlar da toprak gibi satılmazdı. Bunları satın alanın parası yanıyordu. Satana bir ceza verilmemektedir. Driver-Miles'in ilgili maddeyi aydınlatırken işaret ettiğine göre alacaklının baskısından toprak sahibini korumak için bu maddeler tanzim edilmiştir.
Madde 37 : Tercemesi:
Eğer bir awilum (hür insan, bey) bir redûm'un bir bâ'irum'un veya bir nâsi biltim'in (vergi mükellefinin) tarlasını, bahçesini veya evini satın alırsa, tableti (mukavelesi) kırılacaktır; ve gümüş yüzünden (ödediği parayı) kayb edecektir. Tarla, bahçe ve ev, sahibine dönecektir.
Madde 38 : Tercemesi:
Bir redûm, bâ'irum veya bir nâsi bi tim (vergi mükellefi) ilku'sunun (kralın verdiği timarın) (unsurlarını teşkil eden) tarla bahçe ve evinden (bir kısmını) karısının veya kızının üzerine yazamaz veya borç için veremiyecektir (borç karşılığı verilmez ipotek edilmez).[SUP][25][/SUP]
Madde 39 - Transkripsiyon
31 - i-na A. SAG (=eqlim) GİS. SAR (=kirim) ü E (=bitim)
32 - sa i-sa-am-mu-ma
33 - i-ra-as-su-û
34 — a-na as-sa-ti-su
35 - ü DUMU. SAL (=mârti)-su
36 - i-sa-at-târ
37 - û a-na e-hi-il-ti-su
38 - i-na-ad-di- ni.
Madde 40 - Transkripsiyon
39 - SAL+ME (=lukur = naditum) DAM. KAR (=tamkarrum)
40 - û il-kum a-hu-û-um
41 -A. SAG (=eqil)-su GİS. SAR (=kirâ)-su
42 - ü E (=bit)-sû a-na KUG. UD (=kaspim)
43 - i-na-ad-di-in
44 — sa-a-a-ma-nu-um
45 - i-li-ik A. SAG (=eqlim)
46 - GİS. SAR (=kirim) ü E (=bite'm)
47 - sa i-sa-am-mu
48 - i-il-la-ak
Madde 41 - Transkripsiyon
49 - sum-ma a-wi-lum
50 - A. SAG (=eqlam) GİS. SAR (=kirâm) ü E (=bitam)
51 - sa AGA. US (=redim) SU. HA (=bâ'irim)
52 - ü na-si bi-il-tim
53 - û-pi'-ih
54 - ü ni-ip-la-tim
55 - id-di-in
56 -AGA. US (=redûm) SU. HA (=bâ'irum)
57 — û na-si bi-il-tim
58 - a-na A. SAG (=eqli)-su GİS. SAR (=kiri)-su ü E (=biti)-su
59 - i-ta-ar
60 - ü ni-ip-la-tim
61 - s a in-na-ad-nu-sum
62 - i-tab-ba-al.
Madde 39 - Tercemesi:
Satın alarak sahip olduğu tarlasından bahçesinden ve evinden karısının veya kızının üzerine yaza (bile) cektir. Veya borcu için vere (bile) cektir.
Bu madde bir evvelkinin devamıdır. Yukarda adı geçenleri satın alarak sahip oldukları tarla bahçe veya evi eşlerinin veya kızlarının üzerlerine yazabiliyorlar. Borç karşılığı olarak ta verebiliyorlar. Demek oluyor ki ferdî mülkiyet mevcuttur. Para karşılığı toprak alım satımı oluyordu.
Madde 40 - Tercemesi:
Bir SAL-ME (lukur — naditum) rahibe bir DAM.KAR = (tamkârrum) = tüccar veya diğer bir timar sahibi (ilkum ahum) tarlasını bahçesini veya evini gümüş (para) karşılığı verecektir. Satın alan satın aldığı tarlanın bahçenin veya evin ilku (timar) mükellefiyetlerini yerine getirecektir.
Toprağa gümüş karşılığı satın alarak sahip olanlar da diğer maddelerde belirtilen toprağı işleme veya işletme görevlerini yerine getireceklerdir.
Madde 41 - Tercemesi:
Eğer bir awilum (hür insan bey) bir redûm'un bir bâ'irum'un veya bir nâsi biltim'in (vergi mükellefinin) tarla bahçe veya evini değişme suretiyle alır ve üste bir kıymet (gümüş veya hububat gibi) öderse redâm, bâ'irum veya nâsi billim (vergi mükellefi) tarlasına, bahçesine veya evine döner. Ve ona verilen ilâve kıymeti muhafaza (wabâlu = taşır) eder. (geri vermez).[SUP][26][/SUP]

Kaynaklar ve Dipnotlar [1] Hammuarabi'nin kesin tarihi hala tartışma konusudur. Yukarıda verdiğimiz tarih, Albright-Cornelius'a göredir. Bu tartışmalar için bak: Parrot, A.: Archeologie mesopotamienne (1953) II, 334 ff.; Tonybee, A., A Study of History X (1954) 171 ff.; Landsberger, B., Journal of Cunaiform Studies, 8 (1954) 31 ff, 47 ff, 106 ff.
[2] Kramer, S. N.: Ur-Nammu Law Code, Orientalia N. S. 23 (1954). S. 40ff.
[3] Goetze, Albrecht: The Laws of Eshnunna, The Annual of the American Schools of Oriental Research, vol. XXXI, 1951-1952.
[4] Falkenstein, Adam und San Nicolo, Marina: Das Gesetzbuch Lipit-İştars von İsin, Orientalia N. S. 19 (19?0), S. 103ff.
[5] Driver, G. R. Miles, J. C: The Babylonian Laws, Vol. 1, S. 5.
[6] Driver, G. R. Miles, J. C.: The Babylonian Laws, Vol. I, S. 8 ff.
[7] İbid, S. 9
[8] Hammuarabi Kanunlarının başlıca kopyaları için bak: İbid. S. 27 ff.
[9] Ungnad, Arthur: Babylonische Briefe, aus der Zeit der Hammuarabpi-Dynastie, VAB VI (1914). King, L. The Letters and İnseriptions of Hammuarabi, 3 vol. London, 1898. Thureau-Dangin, F., La Correspondance de Hammuarabi avec Şamas-hasir, RA, XXI, 1924. Bu makaledeki bütün kısaltmalar Zeitschrift fur Assyriologie'deki listeye uygundur.
[10] Epilogue, Satır R XXV, 20-24.
[11] Driver-Miles, İbid. vol. I. S. 41.
[12] Schmökel, H. Ur, Assur und Babylon, Drei Jahrtausende im Zweistromlandes S. 83, f.
[13] Von Soden, W.: ZA XI ve XLI (1932, 1933).
[14] Prologue, III. S.. 58.
[15] 6 Babil kralları her saltanat yıllarını o, yılın (daha doğrusu bir evvelki) ön önemli bir olayına göre adlandırırlardı. Hammurabi'nin saltanat yılları için bak: Unganad: RLA II, 178-82.
[16] Deimel, A.-Pohl, S. H. A.-Follet, S. H. R. Codex Hammuarabi, Transcriptio et verso latina, ed. tertia, Roma, 1950.
[17] Driver, G. R. -Miles, J. C.: The Babylonian Laws, 2 vols. Oxford, 1956
[18] Schmökel, Hartmut: Ur, Assur und Babylon, S. 84.
[19] Driver-Miles'in tasnifi esas olarak alınmıştır.
[20] Harranum-"way, journey, campaign, ideogr. kaskal Goetze, A—The laws of Eshnuma, glossary. Büyük s harfi basılamadığı için S olarak basılmıştır.
[21] Driver-Miles İbid. vol. I. S, 111 ff.
[22] Bak: İbid. vol. S. 111 v. d. kraldan başka 'redi puhrim' = cemiyetin emir eri, 'redi babtim'
kapının emir eri, hatta özel kişilerin de emir eri olabilirdi.
[23] dannatu: Stârke, (Heeres) macht; Festung; -Not. Bauer, Glossar. gişru = qaşaru fiilinden (bağlamak toplamak) Verbindung, Schar, Haufen, Truppe (Deimel, Glossar). gisru'yu ordu karşılığı kullanıyoruz.
[24] Bak: S. 11.
[25] 1 Bu maddede adı geçmiyen diğer timar sahipleri timarlarını satabilirler. Bak, madde 40. dikum ve laputtum için bk. s. 133.
[26] d ergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1045/12626.pdf
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Nemrut (Nemrûd, Naram-Sin), Nemrut, Kimdir?

Nemrut (Nemrûd, Naram-Sin)
Nemrut, Kimdir?
Nemrûd, Keldânî kavmi hükümdârlarına verilen addır.[SUP][7][/SUP] Bunun böyle biliniyor olmasına, üstelik yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova'nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olmadığı gibi, ülkenin hükümdarının "Nemrut" olduğuna ilişkin bilgiler de rivayetler halindedir. Çoğu "İsrailiyyat" kökenli efsanevî rivayetleri bir yana bıraktığımızda, "Nemrut"a ilişkin bilgilerimiz kıttır. Ve bunlar da tek sağlam kaynak olan Kurân-ı Kerîm'deki kıssalardan ibarettir.[SUP][1][/SUP]
Gerçekten de, Kurân-ı Kerîm'de, Hz. İbrahim ile ilgili kıssalardan birinde, kendisine "mülk" verilmiş bir kimsenin Hz. İbrahim ile olan tartışması şu şekilde aktarılır:
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِـي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِـي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
«Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, “Benim Rabbim diriltir, öldürür.” demiş; o da, “Ben de diriltir, öldürürüm” demişti. (Bunun üzerine) İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir” deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.» (el-Bakara, 2/258).[SUP][2][/SUP]
Bu ayette görüldüğü üzere, Nemrut ya da bir başka isim geçmemektedir. Hadis-i Şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz.
Efsanelerden daha farklı kimi ipuçları yakalamak amacıyla peygamber kıssaları ile ilgili oldukça ayrıntılara kaynaklık eden Tevrat'a baktığımızdaysa, Nimrod adına rastlarız: [SUP][1][/SUP]
"Ve Kuş Nimrod'un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli aver idi; bundan dolayı: Rabbin indinde Nemrud gibi kudretli avcı, denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah'ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni bina etti; büyük şehir budur" [SUP][3][/SUP]
Olayı bütünleştiren ve Hz. İbrahim'le ilgili olan bir bölüm de de şöyle denir: [SUP][1][/SUP]
"Ve Terah oğlu Abramı, ve Haran'ın oğlu, torunu Lûtu, gelini Sarayı, oğlu Abram'ın karısını, beraber aldı; ve Kenan Diyarına gitmek üzere Kildanîlerin Ur şehrinden onlarla çıktı; ve Haran'a geldiler ve orada oturdular. Ve Terakın günleri ikiyüz beş yıl oldu; ve Terah Haran'da öldü. Ve Rab Abrama dedi: "Memleketinden ve babanın evinden, sana göstereceğim memlekete git" [SUP][3][/SUP]
Tevrat'ın bu cümlelerinden belirleyeceğimiz noktalar şunlardır:

Nimrod, Ham'ın oğullarındandır. Hz. İbrahim ise, Sam'ın neslindendir. Nimrod, Şinar, Babil, Erek, Akkad, Kalne hükümdarıdır; Hz. İbrahim, başlangıçta Kitdanilerin Ur kentinde oturmakta, sonra babasıyla birlikte Haran'a göçmektedir. Amaçları, Kenan illerine gitmektir...

Nimrod ile Ham arasında üç göbek vardır. Yani, Nimrod, Ham'ın oğlunun oğlunun torunudur. Hz. İbrahim ile Sam arasında ise, sekiz göbek vardır.

Ninova, Nimrod zamanında yoktur; kenti Aşura kurmuştur.

Hz. İbrahim'in Haran'da oturduğu anlatılmakta, ardından bir başka bab'a geçildiğinde O'nun göç etmesine ilişkin buyruğu görmekteyiz. Demek ki, ateşe atılma ve çıkış yeri Haran'dır. Haran ise, Nimrod'un kentleri arasında değildir. Bu bilgiler Tevrat'a göredir.

Bütün bu durumları dikkate aldığımızda Nimrod'un Nemrut olmadığı sonucuna varıyoruz. Ola ki, Nimrod'un çok büyük bir ünü olduğundan, ondan yıllar sonra Hz. İbrahim'le tartışan ve O'nu ateşe atan kişinin olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu ünü dillerde dolaşan kişiye maledilmiştir.

Tarih kitapları da, kimi efsanelerle doldurulmuş olanlarını bir yana bırakırsak, Nemrut'tan söz etmezler. Ya da, söz edenler, işe, "Nemrut kimdir?" sorusunun yanıtını aramakla başlarlar. Bunlardan bir bölümü, Nemrut'un tanınmış Babil Hükümdarı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Kimileri ise, bir Babil hükümdarı olduğuna kesin gözüyle bakmakta; ancak, hangi hükümdar olduğunun belirlenemediğini ifade etmektedirler. Bunlara göre, Nemrut, Firavun gibi, Babil hükümdarlarının ünvanıdır; eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi'ye ilâveten Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sıralarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi'yle birlikte saydıklarına göre, "demek ki, Babil hükümdarlarının böyle bir ünvanı yok, her biri adlarıyla anılmakta" düşüncesiyle, "ünvandır" görüşüne iltifat etmemek gerekir.

Bu durumda, verilen tek isim olan Hammurabi'ye bakmak gerekecektir. Ancak aradaki zaman farkı pek olumlu ipucu vermemektedir. Nitekim İsrailoğulları'nın Mısır'a göçtükleri M.Ö.1780 yıllarında Hammurabi 12 yaşındadır. Mısır'a göçenler oğlunun torunu olduğuna göre, 12 yaşındaki bir çocuğun Hz. İbrahim'e yetişmiş olması düşünülemez. Hz. İbrahim'in Milattan 2000 yıl önce doğduğu "rivayet"ini esas aldığımızda ise, bu takdirde Mısır'a göç M.Ö. 1630'larda olmuş olur ki, bu da Hammurabi'nin ölümünden sadece 56 yıl sonradır. Yine, zaman uyumu yoktur. Hele bir de, Hammurabi Kanunları'nın Hz. Mûsâ şeriatından alındığı yolundaki görüşe iltifat edecek olursak, araya giren zaman daha da büyüyecektir.

Öte yandan, Nemrut'a ilişkin rivayetlerde sözü edilen "doğum" ve "ırmak"a bırakılma olayının benzeri bir başka rivayette, Akad devletinin kurucusu Sargon için anlatılır. Sargon, M.Ö. 2350'lerde yaşamıştır. Hz. Mûsâ ile arasında 650 yıl vardır. Bunun 430 yılı Mısır'da geçtiğine göre, geriye kalan yaklaşık 200 yıl, Hz. İbrahim'in torununun oğluna kadar geçen süreye pek uygun düşmektedir. Hz. İbrahim'in M.Ö. 2000'lerde yaşadığı "rivayet"i ile pek bağdaşmasa da, Hz. Musa'nın yaşadığı yıllardan çıkarak yaptığımız hesap, Hz. İbrahim ile Sargon'un çağdaş olabileceğini göstermektedir. Nitekim, yine Nemrut'a ait rivayetlerde anılan "savaşarak devleti ele geçirme" olayı da, Sargon'un tarihsel kişiliğine uymaktadır. Belki ileride Nemrut'un tarihsel kimliği tam olarak belirlenecektir. Ama, şu aşamada Sargon'un Nemrut olma olasılığı, Hammurabi'ye göre, çok daha büyüktür.[SUP][1][/SUP]
Nemrut, Agade'li Sargon'un torunudur. Agade'li Sargon ise muhtemelen bir Kiş rahibinin gayrimeşru çocuğudur. Kiş kralı Urzuba'nın hizmetine girmiş ve kısa zamanda vezirliğe kadar yükselmiştir. Sonra bir saray ayaklanmasıyla tahtı ele geçirip, Kiş kralı unvanını almıştır.

Tevrat'ta da, Kuş(Kiş)'in, Nimrod'un babası olduğu yazılıdır. İbn-i Mesud'dan gelen bir rivayete göre, Nemrut'un atası, Köş(Kiş)'tir. 4000 yıl öncesinden günümüze ulaşan çiviyazısı tabletlerde; "Sümerli Ludingirra", Sargon'la ilgili şunları söylüyor:

Yönetimin, Akad'lılara ilk geçişi nasıl oldu bir bilseniz. Kiş'te, kraliçe Kubau'nun oğlunun sarayında, içki dağıtıcılığı yapan Sargon adında biri varmış. Adam sarayda çalışırken, yalnız içki işiyle vaktini geçirmemiş. Önce içinde çalıştığı sarayı eline geçirmiş, sonra da Sümer şehirlerini birer birer idaresi altına almaya başlamış. Derken etrafındaki uluslara da saldırmaktan kendini alamamış ve kendini kral yaparak Sümer Devleti temelleri üzerine, koca bir Akad Devleti'ni kurmuş. Agade adı altında yepyeni bir başkent kurmuş ve kendine, 'Dört bucağın, Sümer ve Akad Kral'ı unvanını vermiştir. Ben buna ait öyküyü, okul kitaplığımızda bulunan bir tablette okudum. Sargon kendisi hakkında şöyle yazdırtmıştı:
"O, fakir bir kadının oğlu imiş. Babası belli değil. Annesi onu, Fırat kıyısında bir şehirde gizlice doğurmuş ve etrafı ziftle kaplanmış kamış bir sepete koyarak, nehrin sularına bırakmış."
"Herhalde o bir rahibenin çocuğu idi. Daha önce yazdığım gibi rahibelerin çocuğu olmaması gerekir, çünkü onlar tanrının çocuğu sayılır. Annesi onu bu yüzden suya bırakmış olmalı. Hakikaten bir yerde, annesinin rahibe olduğunu da okumuştum."

"Sargon, çok akıllı adammış. Kızını Sümer okullarında okutup, çok iyi öğretmenlerden ders aldırmış ve 'Ay tanrısı'nın tapınağı'na başrahibe yapmış. Böyle yapmakla, hem Sümerliler'in gönlünü almış, hem de onları kendine düşman etmek istememiş. Hakikaten bizden ona başkaldıran olmamış. Ondan sonra, kral kızlarının tapınakta başrahibe olması, bir gelenek haline gelmiş."

Sargon ve takipçilerinin, Mezopotamya tarihi açısından önemi, bilim adamlarınca tartışmasız kabul edilmektedir. Mesela, Babil'in en ünlü hükümdarı Hammurabi'nin imparatorluğu bile, Agade krallarının gücüyle kıyaslanamaz. Ayrıca, Sargon'un sahiplendiği çoğu zafer ve başarılar bilinmektedir. Ancak, Sargon'un, 56 yıllık uzun saltanatı içinde, bunların tam sırası bilinememektedir.
Sargon'dan sonra, onun torunu olan Nemrut (Naram -Sin), imparatorluğu dedesinden daha fazla genişletmiştir. Naram-Sin, hem Halep'i, hem de gelmiş geçmiş hiçbir kralın yıkamadığı Ebla'yı zapt ettiğini ifade eder. Bu zafer, Tel Mardih bulgularıyla doğrulanmıştır. Burada 3. binyılın sonunda, merkezi Ebla'da bulunan büyük bir Sami krallığının varlığına ve Naram-Sin döneminde yıkıldığına ilişkin kanıtlar bulunmuştur.

Bizim de ileride temas edeceğimiz gibi; İbrahim ve İsmail adları, buradan çıkarılan metinlerde geçmektedir. Akad kralı, ayrıca daha önce hiçbir kralın geçmediği yoldan, Anadolu'ya geçmiştir. Daha sonra da, Kapadokyalı tüccarların işlerini kurdukları Talhatum'a gittiklerini söyler. Bugün, Diyarbakır'da bulunan ve üzerinde de kralın figürünü taşıyan dikme taş; Naram-Sin'in, Anadolu'nun güneyinde etkin olduğunu gösteren bir kanıttır.[SUP][4][/SUP]
Kurân-ı Kerîm'de Nemrut adı geçmemekle birlikte, Hz. İbrahim'e karşı çıkan, onu ateşe atan toplumun (ve doğal olarak da yöneticisinin veya yönetici kesimin) yapısı ve eğilimi, tutumu konusunda olduk*ça bilgi vardır. Putlar için tapınaklar bulunmakta, adaklar adanmakta, bunlardan rızık ve şifa beklenmekte, çeşitli büyüklüklerde olan bu putlardan kimilerine yaratıcılık bile izafe edilmektedir. Bu haberler arasında putlara yönelik bir "bağışlanma" eğilimine karşın, "ahiret"i anımsatıcı bir duruma rastlanmamaktadır. Gökcisimleri de bu halk tarafından tanrılaştırılmıştır. Putlarda olduğu gibi, bunlar arasında da bir "hiyerarşi" vardır ve olabilir ki, pullar bu gökcisimlerinin simgesi sayılmaktadır. Hz. İbrahim'in, pullan tanrı saymanın sapıklık olduğunu söylemesi üzerine, halkın gökcisimlerini gündeme getirmesi bunun göstergesi sayılabilir. Tanrı sayılan bu varlıklar için tapınaklar ve sözlü bir edebiyat oluşturulduğu da kesindir. Asıl dikkat çekici nokta, "putlar" vesilesiyle oluşturulan toplumsal kurumlar, bu kurumları ayakta tutucu gelenekler ve eğitim, karşı koyanlara uygulanan baskılar, putların örgütlenme ve dostluklara araç yapılması ve giderek bu temel üzerine kurulan toplum pramidinde tepede bulunan kimsenin rablaşması veya rablaştınlması olayıdır. Tüm bunlara, "put" çevresinde oluşturulan bütün bu kurumlara ve örgüt*lenmeye dayanılarak insanlar üzerinde bir egemenlik kurulmuş ve bu yürütülmüştür. Ki, o toplumun da, yöneticisinin de Nemrutluk'u asıl bu çerçevede değerlendirilme*lidir. Hz. İbrahim'i ateşe attırma gerekçesi de budur.[SUP][5][/SUP]

Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardır. O da, yaygın bir biçimde "Nemrut" diye anılan bir hükümdarın Hz. İbrahim'e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kurân-ı Kerim'in haberleri ile sabittir.[SUP][1][/SUP]
Birinci Nemrûd, Hz. Nûh'un oğlu Hâm'ın soyundandır. Bâbil şehrini kurdu. Keldânî kavmi ve hükümdârları olan Nemrûdlar, putlara ve yıldızlara tapıyorlardı. Dünyânın meskûn bölgelerine hâkim olan ve ilk taç giyen Nemrud, kibir, gurûr, sefâhat ve câhillik sebebiyle tanrılık dâvâsında bulundu. İnsanların kendisine secde etmelerini istedi ve çok zulmetti. Allah-u teâlâ, Nemrûd ve kavmine doğru yolu göstermek, emir ve yasaklarını bildirmek için Hz. İbrâhim'i peygamber gönderdi.[SUP][7][/SUP]

Nemrut ve Hz. İbrahim Nemrut'la ilgili olarak anlatılan olaylar çeşitli milletlerin efsanelerinden derlendiği için, kimi bölümleri kendi içinde çelişir ol*duktan başka, oldukça da ayrıntılı birçok çeşitlilik gösterir. Bunları derli toplu bir bi*çimde özetlemek de bu bakımdan imkansızdır. Ancak zoraki bir derleyip toparlama sonucu şöyle bir öykü oluşturmak mümkündür:

Nemrut doğmadan önce babası Kenan bin Kuş, rüyasında doğacak bir çocuğun kendisini öldürüp tahtı alacağını görür ve tüm çocukları öldürtme buyruğu verir. Nemrut doğunca gizlice ırmağa bırakırlar. Bir dişi kaplan (namara) tarafından bulunarak büyütülür. İlk gençlik çağında kurduğu çeteyi geliştirir ve derken babası olduğunu bilmeksizin hükümdarı öldürüp, ülkeye el koyar. İdris Peygamber'in öğrencilerinden yıldız bilgisini, İblis'ten büyücülüğü öğrenir. Yıldızlardan İbrahim Peygamber'in doğacağını öğrenince, onun ortaya çıkışını en*gellemek için doğacak tüm erkek çocukla*rın öldürülmesini buyurur. Hz. İbrahim gizlice bir mağaraya saklanır. Orada büyür. Derken, yurduna döner ve babası Azer tarafından Nemrud'a takdim edilir.[SUP][5][/SUP]
Babil kralı Nemrut çok acımasız biriydi. Halk onun korkusundan İbrahim Peygamberin çağrısına uzak duruyordu. Bir gün Hz. İbrahim, Nemrut'a giderek onu Allah'a inanmaya çağırdı. Nemrut kendini beğenmiş bir tavırla, “Bu ülkenin tanrısı benim. Senin tanrın da kim?” dedi. İbrahim Peygamber “Benim Rabbim Allah'tır. O öldürür ve yeniden diriltir.” dedi. Bunun üzerine Nemrut, ölüm cezasına çarptırılan iki kişiyi çağırttı. Askerlerine, mahkûmların birini öldürün diğerini serbest bırakın diye emretti. Hemen oracıkta askerler mahkûmun birini öldürüp diğerini serbest bıraktılar. Nemrut, Hz. İbrahim'e dönerek “Bak gördün mü? Ben de öldürür ve diriltirim.” dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim “Benim Rabbim güneşi doğudan doğurur. Eğer gücün yetiyorsa sen de güneşi batıdan doğur.” Nemrut bu sözler üzerine ne diyeceğini bilemedi. Ancak yine de Allah'a iman etmedi.
Babil şehrinde putların bulunduğu büyük bir tapınak vardı. Halk buraya gelerek putlara hediyeler sunar ve onlara dileklerini yerine getirmeleri için dua ederdi. Bir gün, İbrahim Peygamber, panayırda herkesin eğlenceye daldığı bir vakitte gizlice tapınağa girdi. Elindeki baltayla büyük heykelin dışındaki bütün putları bir bir kırdı. Sonunda baltayı büyük putun boynuna asarak kimseye görünmeden tapınaktan ayrıldı. Babil halkı eğlence bittikten sonra tapınağa gelince gördükleri manzara karşısında dehşete düştü. Bunu kimin yaptığını düşünmeye başladılar. Hz. İbrahim'in putlara inanmadığını biliyorlardı ve ondan kuşkulandılar. Hemen onu tapınağa çağırdılar ve ona “Putlarımızı sen mi kırdın?” diye sordular. İbrahim, “Şu boynunda balta asılı olan yapmış olmasın? Ona soralım, o belki kimin yaptığını görmüştür.” dedi. Oradakiler bu cevap karşısında şaşırarak bir puta bir de İbrahim'e baktılar. İçlerinden birisi, “İbrahim bizimle alay etme. Sen de bilirsin ki bunlar cansızdır. Ne görür ne de konuşur. O nereden bilsin?” Bunun üzerine Hz. İbrahim, “İyi güzel de görmeyen, konuşmayan, kendilerini bile korumaktan aciz bu putlara ne diye taparsınız? Âlemlerin rabbi olan Yüce Allah'a iman edin.” dedi. İbrahim Peygamberin bu sözleri orada bulunanları derinden etkiledi. Olay halk arasında kulaktan kulağa yayılmaya başladı.[SUP][6][/SUP]

Nemrut'un İbrahim'i ateşe atmak için yaptığı binanın yeri ve bu yeri sembolize eden sütunlar. (Urfa) [SUP][4][/SUP]
Hz. İbrâhim, Nemrûd'u ve Keldânî kavmini Allah-u teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etmeye devâm etti. Nemrûd, önce hapsettirerek ateşte yakılmasını emrettiği Hz. İbrâhim'i, kavminin haftalarca topladığı odunu ateşledikten sonra ateşe attırdı. Kendisi için yaptırdığı yüksek kuleden de hâdiseyi seyretti. Allah-u teâlânın korumasıyla Hz. İbrâhim'i ateş yakmadı. Gürül gürül yanan ateşin ortasında Hz. İbrâhim'in yemyeşil bir bahçe içerisinde oturduğunu gören Nemrûd, hayretler içerisinde kaldı. Hz. İbrâhim'le mücâdeleden âciz kaldığını anlayıp, bu işten vazgeçti. Fakat îmân etmedi. Hâdiseyi görenlerden bir kısmı îmân etti. Hz. İbrâhim, Allah-u teâlânın emriyle, kendisine inananlarla birlikte Bâbil'den hicret etti.[SUP][7][/SUP]
Rivayet odur ki; Nemrut, İbrahim peygamberi ateşe atacağı zaman herkesten ateşe odun taşımalarını istemiş. Bundan maksadı da Hz. İbrahim'e düşman olanlarla O'na taraftar olanları tespit etmekmiş. Herkes, olanca gücüyle ateşe odun taşırken; küçük bir karınca, ağzına aldığı bir damla suyla yola koyulmuş. Karıncayı görenler, nereye gittiğini sorduklarında, “İbrahim'in ateşini söndürmeye gidiyorum.” demiş. Etrafındakiler karıncaya alaycı gözlerle bakmışlar ve “Senin gücün o ateşe kadar yürümeye yetmez. Hem ateşe ulaşsan da alevleri gözleri bulan bu ateşi senin bir damla suyun mu söndürecek?” diye sormuşlar. Bahtiyar karınca hepimize ders olacak şu cevabı vermiş: “Bu suyun ateşi söndüremeyeceğini ben de biliyorum. Ama bir Allah dostuna yardım etmenin, böyle bir zamanda safinı belli etmenin şerefi bana yetmez mi?” [SUP][8][/SUP]

Hz. İbrâhim, Bâbil'den hicret ettikten sonra, Allah-u teâlâ Keldânî kavmi üzerine sürüler hâlinde sivri sinekler gönderdi. Sivrisinekler, onların kanlarını emip, kupkuru bir hâlde bırakarak helâk etti. Sivrisineklerden birisi de Nemrûd'a musallat oldu.[SUP][7][/SUP]
İşte bu şekilde ulûhiyet dava ederek, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberini ateşe atacak kadar azgınlaşan Nemrut, şimdi ufacık bir sivrisineğin karşısında ne yapacağını bilemez duruma düşmüştü Nemrut artık sarayda odadan odaya kaçıyor, sivrisinekten kurtulmak için türlü türlü yollara başvuruyordu Fakat sinek bir türlü kendisinden ayrılmıyordu

Bütün hizmetkârları Nemrud'un etrafında pervane olmuşlar, onu sivrisineğe karşı korumaya çalışıyorlardı Fakat bütün tedbirlere rağmen hiç kimsenin aklına gelmeyecek birşey oldu, sivrisinek Nemrud'un burnundan içeri giriverdi Nemrud'un burnundan giren sinek gidebildiği yere kadar gitmiş ve orada dönmeğe başlamıştı O andan itibaren Nemrud'da müthiş bir baş ağrısı başladı Beyninde dolaşan sinek onu müthiş huzursuz ediyordu Son çare olarak başını tokmaklattırmaya başladı "Vurun! vurun!" diyor, sineğin beynine verdiği ızdıraptan tokmağın acısını duymuyordu Başına tokmağın her inişinde o, "daha hızlı vurun! daha hızlı!" diyordu Başından kanlar akmağa başlamıştı, fakat o aldırış etmiyor, başını tokmaklatmaya devam ediyordu Bir yandan da başını duvarlara vuruyordu

Hiç bir şey kâr etmemişti Nemrut, başına yediği tokmaklarla kendinden geçmişti Sivrisinek ise hâlâ beyninde dönüyordu Çok geçmeden çırpma çırpına can verecekti. Ufacık bir sinek, uluhiyet dâvası güden Nemrut'un hayatına son vermeğe sebep olmuştu.[SUP][9][/SUP]

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurdu ki:
«İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik (hâkim) oldu. İkisi mümin, ikisi kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî (aleyhirrahme) mâlik olacaktır.» [SUP][7][/SUP]

Kaynaklar [1] w ww.sevde.de/islam_Ans/N/45.htm
[2] w ww.diyanet.gov.tr/KURAN/meal.asp?page_id=42
[3] T evrat, Tekvin, 10/8-12.
[4] w ww.yaklasansaat.com/eski_kavimler/ibrahim/ibrahim.asp
[5] w ww.enfal.de/sosyalbilimler/n/009.htm
[6] h ttp://www.diyanet.gov.tr/yayin/dok/kitabimi_ogreniyorum.pdf
[7] Y eni Rehber Ansiklopedisi, "Nemrûd" maddesi, İhlas Gazetecilik, İstanbul 1993.
[8] a ilem.zaman.com.tr/images/2006/05/20/ailem.pdf
[9] w ww.forumalev.net/dini-sohbet/8807-sivrisinege-yenilen-nemrut.html
[10] T evrat, Tekvin, 11/31-32 ve 12/I.
 
Üst Alt