TEFSİR BAKARA Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
BAKARA SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

Bakara Suresinin Fazileti
Bakara Suresinin Fazileti

Bakara Sûresi Hakkında

Bakara sûresi 286 ayettir. Medine’de on senelik bir müddet içinde peyderpey nâzil olmuştur. Mushaf tertîbine göre 2, nüzûl sırasına göre 87. sûredir. İsmini, 67 ile 71. âyetler arasında bahsedilen, İsrâiloğulları’nın sığır kurban etmeleri kıssasından almıştır. Sûreye, içinde Âyetü’l-Kürsî bulunduğundan اَلْكُرْسِيُّ (Kürsî), Kur’ân’ın zirvesi olduğu için سَنَامُ الْقُرْاٰنِ (Senâmu’l-Kur’ân), hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresidir. Bu hâliyle sûre, Kur’ân’ın geniş bir özeti mâhiyetindedir.

Resûlullah (s.a.s.):

“Bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder” buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 2/2876

Bakara Sûresi Konusu

Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen hak bir kitap olduğu,

Tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi îman esaslarının delillerle beyân edilmesi,

Mü’min, kâfir ve münafıkların vasıfları,

Hz. Âdem’in diğer yaratıklar arasındaki konumunun belirlenmesi, şeytanla imtihanı ve cennetten indirilmesi,

İsrâiloğulları’nın tarih içindeki durumları, Kur’an’a ve Peygamberimize karşı tavırları, hidâyete davet edilmeleri, yanlış itikad ve davranışlarının tashihi,

Ka’be’nin inşâsı ve kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrilmesi,

Müslüman şahsiyetin inşası ve İslâm toplumunun teşekkülü için: Namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili hükümlerin; adâlet, ahde vefâ ve infak gibi ictimâî hayata dair esaslar ile âile hukûku, devletler arası ilişkiler, iktisadî ve siyâsî düzenlemelerin getirilmesi,

Ferd ve cemiyeti bozulup dağılmaktan korumak için sihir, içki, kumar ve faiz gibi yasaklara dikkat çekilmesi,

Allah’ın birliğini, her şeye kâdir olduğunu ve ölüleri diriltip hesap soracağını çeşitli misallerle ortaya koyarak insanları îman ve itaate çağırması,
Kulluğun özü olan ve mü’mini Rabbine bağlayan bazı duaların öğretilmesi.

Hâsılı dikkatle incelendiğinde Bakara sûresinin, ihtiva ettiği hükümler, konular ve maksatlar itibariyle muazzam bir insicama, belirli ve düzenli bir plana sahip olduğu görülür. İlk âyetlerde sûrede incelenecek olan konuların ana hatları verilmekte, daha sonraki bölümlerde ise her konu sûre bütünlüğü içinde en uygun yerini almaktadır. Sûre, hidâyeti kabul eden kulun, emredilen hükümleri yerine getirme hususunda Rabbinden kolaylık talebiyle sona ermektedir. Muhtelif konular ele alınmakla birlikte sûrenin esas hedefi, Kur’an’ın hidâyetini gerçekleştirmek ve bundan âzamî istifadeyi sağlamaktır. Sûre boyunca devamlı bu hedef gözetilmiş ve sûrenin başı ile sonu o hedefte birleşmiştir.

Sûrenin bu açıdan büyük bir vukûfiyetle ele alınmasına örnek olarak bk. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211; En Mühim Mesaj: Kur’ân, s. 195-299.

Bakara Sûresi Nuzül

Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.

Bakara Sûresi Fazileti

Ele aldığı mevzulara bakıldığında Bakara sûresinin çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Peygamber Efendimiz’in “Kur’an âyetlerinin efendisi ve en büyüğü” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142, 178) olarak beyân ettiği Âyetü’l-Kürsî de bu sûrede yer almaktadır. Sûrenin faziletini beyân eden pek çok rivayet nakledilir. Bunların birkaçı şöyledir:

“Kur’an’dan uzak kalarak evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Şunu bilin ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürküp kaçar.” (Müslim, Müsâfirîn 212)

“Kur’an’ı okuyun; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyun; çünkü ona sarılmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlıktır; ona sihirbazların gücü yetmez.” (Müslim, Müsâfirîn 252)

“Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet o gece ona yeter.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 10)

Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece Bakara sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. Derken at ürküp hırçınlaşmaya başladı. Üseyd okumayı kesince at da sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at yine tedirgin bir şekilde ileri geri gitmeye başladı. Üseyd susunca at da sâkinleşti. Bu durum iki kez daha tekerrür etti. Oğlu Yahyâ ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğa bir zarar vermesinden korktu ve onu bulunduğu yerden yanına çekti. Bu sırada başını kaldırıp gökyüzüne baktığında buluta benzer bir şey içinde kandiller misali ışıklar gördü. Bunlar yavaş yavaş yükselerek nihayet gözden kayboldu. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.s.)’e anlattı… Efendimiz şöyle buyurdu:

“Onlar seni dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, Müsafirin 242)

Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Bakara sûresi, hem evlerimizi hem de gönüllerimizi mânen îmâr edecek, okuyanı âdeta maddî mânevî şerlerden muhâfaza ederek onu meleklerle beraberliğe yükseltecek bir fazilet ve şerefi hâizdir.

Şimdi, bütün mâna, hikmet ve sırlarından kalbe yansıyan miktarıyla o sûrenin tefsiri başlamaktadır:

Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, اَلزَّهْرَاوَانِ (Zehrâvân) ismi verilmiştir.

BAKARA SURESİNİN TEFSİRİ


1. Elif. Lâm. Mîm.

“Elif. Lâm. Mîm.”, tefsir ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır. Bazıları sûre başlarında müstakil bir ayet iken, bazıları da âyetin bir bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir ayettir. Bu harfler, Kur’an’ın müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır:
Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’an-ı Kerîm, şu gördüğünüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir. Siz bu harfleri biliyorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”
Hurûf-i mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.
Cenab-ı Hak, tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl olur.
Başında bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.

Bu sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle buyruluyor:

2. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.

“Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.s.) zamanında yazıldığını gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Râzî, Mefâtîh, II, 12)
Şüphe diye tercüme ettiğimiz اَلرَّيْبُ (rayb) kelimesi, “yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder.
Bu kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun:
· Allah Teâlâ’dan geldiğinde,
· Vermiş olduğu bilgilerde,
· En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyiniz.
Âyette, şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez.

Hidâyetin iki temel mânası vardır. Birincisi delalet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır. Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyrulmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara 2/185) Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.

Bir kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir lutfudur.

Kur’an’ın hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir. İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar. Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar. Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ 17/9-10)

Âyette Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî:
Kalbini küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan,
Uzuvlarını büyük ve küçük günahlardan,
Nihâyet gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan, diğer taraftan:
Farz ve nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir.

Mânevî dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (bk. Bakara 2/197) Takvânın alt sınırı küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin:

“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir âyet-i kerîmede:

“Allah ise, gönülleri O’nun saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 45/19)

Allah Rasulü (s.a.s.), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir:

“Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24)
Âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel izah etmektedir: Hz. Ömer, Übey b. Ka’b’a takvânın mâhiyetini sorunca, o:
“–Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.):
“–Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer:
“–Paçalarımı sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey:
“–İşte takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40)

Kur’an hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:

3. Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.

Müttakîlerin birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.

الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” (Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.

Âyetin, “gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler” diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık» derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara 2/14)

Esasen gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59) Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret edilmiştir.

Allah Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd 57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki, “Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”

Görülemeyen ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler, insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının “gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.

Müttakîlerin ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât” ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.

“İkâme”, bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât” ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine de işaret etmektedir.

Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259)

Namaz ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)

Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan, O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar. “Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.

“İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak, yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.

Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir. Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.

Mânevî rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine işaret bulunduğunu söylemişlerdir.

Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım nüktelere şöyle işaret edilmiştir:

İnsan, kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla bu inceliğe işaret edilmiştir.
İnfak, başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken başa kakmanız doğru olamaz.”
يُنْفِقُونَ (harcarlar) fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Zenginlerin infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu şu beytiyle dile getirir:

Sehâvet ehli olan kimseye yakışan, fakîre ihsândır
Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır


İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd” seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla düşünen kişi olarak vasfedilir.

Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır. Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları, haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât, sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine bağlıdır.
Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak üzere buyruluyor ki:

Sehâvet ehli: Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı cân: can vermek

4. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar.

Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil, birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını yenilemiştir. Nihayetinde yegane din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara 2/285) düstûrunca hepsine inanırız.

“Sana indirilen”den maksad, bu ayetin indiği zamana kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir. Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mes’ûl tutmadığından onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir.

Ayetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil, sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir. Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona tabi olmak mecburiyetindedirler.

Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen, yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bir imanla inanırlar.

الْاٰخِرَةُ (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup, âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 29/64) ayetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun, yarını olmayan “son gün” mânası da vardır.

“Yakîn ve îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz “ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)

Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın, sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saadet ve mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet nihayetsiz olan âhiret saadetidir. Kul, o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır:

5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar, bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır.

Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha, yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok ayet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir.

اَلْفَلَاحُ (felâh), sözlükte “arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “felâh” md.)

“Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh” denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, I, 247)

Bakara sûresinin ilk beş ayetinde Kur’an’ın hidâyetinden faydalanan müttakîlerin vasıfları açıklandıktan sonra şimdi de Kur’an hidâyetine karşı âdeta kör ve sağır davranan kâfirlerin bir kısım temel özelliklerine dikkat çekilmektedir:

6. Şu bir gerçek ki, inkârlarında ısrar eden kâfirleri başlarına gelecek elim bir azâb ile uyarsan da uyarmasan da hiç farketmez; onlar iman etmezler.

اَلْكُفْرُ (küfür), sözlükte “örtmek”, “kâfir” ise “örten” mânasına gelir. Nitekim Arapça’da varlıkları örtüp görünmez hale getirdiği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye “kâfir”, içindeki çekirdeği gizlediği için meyve tomurcuğuna da “kâfur” denilir. (Ragıb, Müfredât, “küfr” md.) En büyük ve en açık bir gerçek olan Allah’ı ve âyetlerini, körü körüne saplandığı ön kabulleri sebebiyle âdeta örtüp yok farzeden inkârcılara da bu sebeple “kâfir” denilmiştir. Dilimizde kullanılan “nankörlük” ifadesi de, kendisine verilen nimetleri görmezlikten gelerek onları yok saymak ve şükrünü edayı terk etmek anlamında kullanılagelmiştir.

Dini bir terim olarak “küfür”, imansızlık demektir. Yani Peygamber Efendimiz’in getirdiği ve inanılması zaruri olan şeylerin hepsini veya herhangi birisini kabul ve tasdik etmemektir. Bu bakımdan Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatlarını, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in nübüvvetini, Kur’ân-ı Kerîm ve onun hükümlerini inkâr eden kimse kâfir olur.

İmanda olduğu gibi, küfürde de yalanlama ve kabul etmeme kalp, söz ve fiil ile olur. Kalp ile yalanlama kesinlikle küfürdür. Zorlama olmaksızın sözlü veya fiili yalanlama da aynen öyledir. İman edilmesi lazım gelen mukaddes şeylere sözle veya fiille hakaret etmek, alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak gibi yanlış davranışların da küfür olduğunda şüphe yoktur. Fakat zaruri bir zorlama neticesinde vuku bulan ve küfrü gerektiren söz veya fiil küfür sayılmaz. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç; onlar kâfir olmazlar…” (Nahl 16/106)

اَلْإنْذَارُ (inzâr), sözlük olarak “korkutucu bir haber vermek” demektir. Sakındırmak niyetiyle bir işin sonundaki tehlikeyi açıkça anlatmak ve o tehlikeye dikkat çekmektir. “Gittiğin yolun sonunda seni şöyle şöyle bir fenalık beklemektedir, dikkatli ol ve ondan sakın!” irşadında bulunmaktır. Ayetteki inzârdan maksad, kâfirleri Allah’ın azâbı, cehennemi ve isyânkârlara vereceği cezası ile korkutmaktır. Böyle kimselere müjdeli haber değil korkutucu haber lâyıktır. Çünkü korkutucu haber, nefisleri kuvvetle sarsar ve kalplere daha çok tesir eder.

İnsan, ne derece derin bir küfür ve şirk içinde bulunsa, ne kadar büyük günahlar işlemiş olsa da, ölüm vakti gelinceye kadar iman ve tevbe etme imkânı vardır. Hatta kâfirler, iman ettiklerinde önceki bütün günahları affedilecektir. (bk. Enfâl 8/38) Dolayısıyla ayette bahsedilenler; Allah’ı, Peygamber’i ve onun getirdiği hak dini inkâr edip küfürlerinde ısrar edenler; kalplerini, göz ve kulaklarını ilâhî irşada kapatanlardır. Bunlar, netice itibariyle iman edip hidâyete erişmeleri mümkün olmayanlardır. Böyle durumda olanlara, nebevî uyarı hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Allah Resûlü (s.a.s.), âlemlere rahmettir. Bütün insanlara karşı son derece şefkat ve merhamet sahibidir. Onun yufka yüreği, hiçbir kulun ebedi nimetlerden mahrum kalmasına, üstelik nihayetsiz bir azaba düçar olmasına razı değildi. Bu sebeple Efendimiz, insanları hidâyete erdirmek için büyük bir aşkla gece gündüz çalışmıştır. Hatta bu hususta gösterdiği fevkalade arzu sebebiyle zaman zaman uyarıldığı olmuştur. Şu âyet-i kerîme ne kadar dikkat çekicidir:

“Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin! Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6)

Bu sebeple, ayette küfürde ısrar edenlerin iman etmeyeceklerinin beyânı, bütün gücüyle tebliğe devam eden Peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü böyle bir neticenin ortaya çıkmasında, suç Peygambere değil, kâfirlere aittir. O halde tebliğde de itidalli olmalı ve Allah’ın takdir ettiği neticeye teslimiyet göstermelidir.

Allah Teâlâ peygamberlerini, ister inansınlar ister inanmasınlar bütün insanları dine davetle vazifeli kılmıştır. Çünkü kimin iman edeceğini, kimin etmeyeceğini bilen sadece O’dur. Bu kader sırrı bize gizlidir. Tebliğ ve uyarının umûmi olarak yapılması, hiç kimsenin Allah’a karşı bir mâzeret ve delilinin kalmaması içindir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Müjdeleyici ve korkutucu böyle nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın!” (Nisâ 4/165)

“Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)
Bahsedilen kâfirlerin bir daha inanamayacak olmalarının sebebine gelince:

7. Allah, küfürdeki inatları yüzünden onların kalplerine ve kulaklarına mühür vurmuştur. Gözleri üzerine de kalın bir perde gerilmiştir. İşte böyle kimseler için pek büyük bir azap vardır.

Bu âyette, kullarına engin merhametinin tabii bir neticesi olarak onlara gönderdiği peygamberlerine karşı inkârcıların hakikati görme, ona kulak verme ve mesajın keyfiyetini idrak etme adına herhangi bir gayrette bulunmamak suretiyle adeta kendilerini kilitleyerek kalplerini mühürlenmeye hazır hale getirmeleri beyân edilmektedir.

Ayette geçen اَلْخَتْمُ (hatm) kelimesi, lügat olarak “mühürlemek” ve “mühür” mânasına gelir. Mektup mühürlemek, kapı ya da oda mühürlemek gibi giriş ve çıkışa engel olmak suretiyle bir şeyi emniyete almak da “hatm” kelimesiyle ifade edilir. “Kalp” ise, Kur’ân-ı Kerîm’de iki mânada kullanılmıştır. Bedenin orta bölgesinde yer alması ve maddi varlığımızın hayatiyetini sürdürmesinde çok önemli bir öz olması itibariyle bir et parçası olan yüreğe kalp denildiği gibi, mânevî varlığımızın özü ve insanî hakikatin merkezi olması yönüyle de nuranî ve rabbânî latifeye kalp ismi verilmiştir. Çam kozalağı şeklindeki zahirî kalple, insanın bütün duygularının hayat kaynağı olan manevî kalp, bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde iç içedir.

Kalbin ve kulağın mühürlenmesi ise, mânevî istidatlarının sona ermesi ve içine imanın giremeyeceği bir hale gelip, üzerlerine “bu kalbin inanması ve bu kulağın hakikat sözünü duyması mümkün değildir” damgasının vurulmasıdır. Bu haliyle kalp ve kulağın, ilâhî hakikatler karşısında tamamen duyarsız, idraksiz ve anlayışsız bir hâle gelmesidir. Böyle kimselerin gözleri üzerinde de, hakikati görmelerine engel olan kalın bir mânevî perde vardır; Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri göremezler.

Yüce Rabbimiz, hakka davet için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin!»” (Kehf 18/29) âyet-i kerîmesi gereğince insanları tercihte serbest bırakmıştır. Onları zorla imandan alıkoymadığı gibi, küfre de zorla yönlendirmemiştir. “Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin” (Nisâ 4/136) âyeti bütün insanların imana muhâtap olduğunu gösterir. “Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar?” (İnşikak 84/20) kınaması ise, imandan men’, küfre de zorlama olmadığının açık delîlidir.

Âyet-i kerîmede “mühürleme” fiili, Cenâb-ı Hakk’a nispet edilmektedir. Zira vuku bulan bütün hadiseler Allah’a dayanmakta ve O’nun kudreti ile meydana gelmektedir. Bir davranış ve amelin ortaya çıkması, isteme ve girişimde bulunma cihetiyle kula, yaratma yönüyle de Allah’a nispet edilmiştir. Bu bakımdan amellerin neticesinden kul sorumludur. Nitekim inkârda ısrar edenlerin kalplerinin mühürlenmesi, yaptıklarının bir sonucu olarak gerçekleştiğini âyet-i kerîmeler şöyle haber vermektedir:

“Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir.” (Nisâ 4/155)

“Önce dilleriyle inandıklarını söyleyip, sonra kalpleriyle inkâr ettiklerinden dolayı kalpleri mühürlenmiştir.” (Münafıkun 63/3)

Allah Resûlü (s.a.s.), büyük küçük her türlü günahın, nihayetinde kalbin mühürlenmesine olan tesirini şöyle izah eder:

“Günah ilk defa yapıldığı zaman, kalpte kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfâr ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar. Sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. İşte «Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır» (Mütaffifîn 83/14) âyetinin mânası budur.” (İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsir 83)

İnkarcıların kalplerinin mühürlenme sürecini psikolojik bir tahlille şu şekilde açıklamak mümkündür: Bu kimseler, inkâr ve günah yolunu tutmak suretiyle kalplerinin temizliğini süflî ve nefsânî amellerle yok ederler. Kendilerine lütfedilen temiz fıtratlarını hayvânî ve şeytânî sıfatlarla değiştirip bozarlar. Böylece onların temiz ruhları, beş duyunun şiddetli arzusuna râm olarak çirkin sûret âlemine yönelir ve ulvî muhabbetlere perdelenir. Sonra da nefsin yoldaşlığına ünsiyet peydâ etmeye başlar. Rûh, nefisle beraberliği sebebiyle kötü özellikler kazanır. Artık nefsin güzel gördüğünü güzel görmeye, onun haz aldığı şeylerden haz almaya ve hayvânî meralardan nemâlanmaya başlar. Nihâyet rûhânî gıdâlardan kesilir, üns bahçelerinde Hakk ile komşu olmayı ve yüce mekânları unutur. Nefsin esîri olan insan, hüsran vâdîlerinde şaşkına döner ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Nankörlük edip nimetleri görmezden gelenler, ilâhî yardımdan mahrum kalır ve hevâlarına yenik düşerler. Tehlikeli uçurumlardan yuvarlanarak nefisleri dipdiri, kalpleri ise ölü bir hâle gelirler. Bunlara hiçbir uyarı fayda vermez. Onların kalpleri, dünyevî lezzetlerin verdiği kasvet sebebiyle gayb âlemine kapalıdır. Böyle kalpler, dünya muhabbetiyle örtülü ve nefse tâbi olmaları sebebiyle iyice kilitlidir. Bu durumda olanlar için âyet-i kerîmede: “Onlar Kur’an’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste kilitleri mi var?” (Muhammed 47/24) buyrulur. Bunlar kuds bahçelerinden üns kokusu koklayamazlar. Ancak üzerlerine şekâvet ve bedbahtlık rüzgârı eser. Neticede kalplerindeki kilitler üzerine bir de mühür vurulur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 47)

Şunu da ifade etmek gerekir ki, hiçbir insan bir diğeri hakkında kalbinin mühürlü olduğu bilgisine sahip olamayacağından, bu yönde bir hüküm vermesi doğru değildir. Yine bilinmelidir ki, mühürlenen bir kalbe sahip olan kişinin, Allah’ın dilemesi hariç, imana gelmesi imkânsızdır.

İman etmeden ve kalpleri mühürlü olarak âhirete göçenlere ağır bir ceza, büyük bir azap hazırlanmıştır. “Azap”; tatlılığın yok olması, acı, elem ve ızdırap demektir. Çünkü azap, hayatın tatlılığını, lezzet ve halâvetini yok eder. Azabı tavsif eden “azîm” kelimesinde “büyüklük, çokluk ve devamlılık” mânaları vardır. Dolayısıyla bu, cehennemde dâimî olarak azâba uğramak; dehşeti, korkusu büyük; ateşten halkaları, susuzluğu, acı ve ızdırabı çok olan azâba mahkum olmaktır. Bu, hem tehdit mânası ifade etmekte hem de âhirette vaki olacak cezayı haber vermektedir. Ayrıca “azâp” ve “azîm” kelimelerinin nekre olması, gerçek mâhiyetini Allah’tan başkasının bilmeyeceği pek çok ve pek büyük azap çeşitlerinin bulunduğunu haber vermektedir.

Sûrenin başında önce şeref ve faziletleri sebebiyle müttakîlerden, sonra onların tam zıddı olan kâfirlerden bahsedildi. Kur’ân hidâyetine karşı kör ve sağır davranan bu grup hakkında söz fazla uzatılmadan önemli vasıfları Sadece iki âyette bildirildi. Şimdi de bu iki grup arasında gidip gelen ve hastalıklı bir şahsiyet sergileyen münafıkların durumuna dikkat çekilmektedir. Onların hâl ve tavırlarından gelen on üç âyette tafsîlâtlı bir şekilde bahsedilmiştir. Bu grup üzerinde uzunca durulması, hem tehlikelerinin daha gizli ve daha büyük olması hem de imana gelme ihtimallerinin bulunması sebebiyledir. Çünkü düşünce, niyet, hâl ve davranışlarının kötülüğünü ortaya koymak; tâkîb ettikleri yolun yanlışlığını misâllerle anlatmak sûretiyle münafıklara tesir etmek mümkündür. Bu vesileyle, kalplerinin yumuşaması ve içinde bulundukları durumun doğru olmadığını anlayıp bundan vazgeçmeleri umulur. Böylece hastalıkları iyileşir, manen temizlenir, İslâm’ın emirlerine boyun eğerek şu âyetle istisnâ edilen kullardan olabilirler:

“Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyuetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisâ 4/145-146).

Yüce Allah, İslâm toplumu için son derece tehlikeli olan bu zümre hakkında mü’minleri uyanık tutmak, münafıkları da ihtar etmek üzere onları ele verecek belli başlı vasıfları şöyle beyân buyuruyor:

8. İnsanlardan bir grup da vardır ki, gerçekte mü’min olmadıkları halde “Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler.

Münafıklar, inanmadıkları halde başkalarını kandırmak ve alay etmek gayesiyle sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen iki yüzlü kimselerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların îtikâdî, amelî ve ahlâkî bakımdan pek çok vasıfları yeri geldikçe açıklanmıştır. Bu âyetlerde onların daha çok îtikâdî yönden hastalıklarına dikkat çekilmiştir.

Münafıkların burada zikredilen birinci vasfı, kalben îman etmedikleri hâlde dilleriyle Allah’a ve âhiret gününe îman ettiklerini söylemeleridir. Münafık denildiğinde anlaşılması gereken esas mâna da budur.

Bu âyet, nifaklarında ısrar eden ve müslümanları kandırmaya çalışan münafıkların üzerindeki gizlilik örtüsünü parçalamış ve iman konusundaki aldatıcı beyânlarının arka planını deşifre etmiştir.

Mü’min olmak için sadece söz kâfi değildir. Îmanın aslı ve kökleri kalptedir. Önce kalp tasdik etmeli, dil ikrârda bulunmalı, ameller de bunu desteklemelidir.

Îman etmediği hâlde münâfığı mü’min olduğunu söylemeye sevkeden iki temel sâikten bahsedilebilir:
Birincisi; İslâm toplumuna daha büyük zarar verebilmek için kendini gizlemesi,
İkincisi; korkaklık ve menfaatperestlik gibi zaaflarından dolayı safını netleştirmeyip nereyi güvenli ve menfaatli görürse kendini oraya nisbet etmesidir.

Münafıkların ikinci vasfı, “inandık” şeklindeki yalan beyânlarıyla Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışmalarıdır:

9. Bu halleriyle güyâ Allah’a ve iman edenlere oyun ediyorlar. Halbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da, bunun farkına varmazlar.

Bir insan aldatma işine, genelde, zarar verebilecek şeylerden korunarak kendini garanti altına almak veya yapmak istediği bir kötülüğü gizlemek ya da belli bir fayda elde etmek maksadıyla teşebbüs eder. Başkalarını aldatmak dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden karaktersizliğin ve olgunlaşmamış bir kişiliğin göstergesi sayılmıştır. Buna inançta münafıklık ve amelde gösteriş misal verilebilir.

Münafıkların, bütün gizlilikleri bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’ı aldatmaları asla mümkün değildir. Onlar, Allah’ın zâtını ve sıfatlarını hakkiyle tanımadıklarından dolayı Allah’ı aldatabileceklerini düşünmüşlerdir. Ayetteki “Allah’ı aldatma” ifadesiyle, Allah’ın Rasûlünü aldatma da kastedilmiş olabilir. Çünkü Rasûl, Allah adına söz söyleyen, O’nun emir ve nehiylerini tebliğ eden kişidir. Dolayısıyla burada Allah lafzının zikredilip Hz. Peygamber’in kastedilmesi, Peygamberi aldatmaya teşebbüsün Allah’ı aldatmaya kalkışmak kadar büyük bir cür’et olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Kur’an, Peygambere itaati Allah’a itaat (Nisâ 4/80), Peygamber’e biatı da Allah’a biat (Fetih 48/10) saymıştır.

Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere münafıklar, görünürde mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Onlar, yanlış düşüncelerine göre, kendilerini mü’minlerden gelebilecek zarardan korumak, onlara yapacakları kötülüğü gizlemek ve maddî-manevî bir kısım menfaatler elde etmek üzere aldatma yoluna baş vurmaktadırlar.

Münafıklar, mü’minleri aldatmaya kalkışmakla gerçekte kendilerini aldatmaktadırlar. Bu gayr-i ahlâkî tutumlarının zararı nihâyetinde kendilerine dönecektir. Zira Allah Teâlâ Peygamberine onların gerçek yüzlerini haber verecek, böylece dünyada rezîl-rüsvâ olacaklardır. Âhirette ise can yakıcı bir azâba uğrayacak, cehennemin en alt tabakasına gireceklerdir. Allah’ın rızâsını ve ebedi olan âhiret hayatını kaybetmekten daha büyük bir ziyân düşünülemez. Onlar bu hakîkati, içinde bulundukları bâtıl duyguları sebebiyle fark ve hissedemeyecek kadar şuursuzdurlar.

Ayetteki “bunun farkına varmazlar” ifadesi, münafıkların, nefsânî ve dünyevî hesaplarla his, şuur ve bilinç gibi nitelik ve kabiliyetlerini perdelemiş olduklarını bildirir. Bu yönleriyle onlar, şu ayette anlatılan inkârcı kâfirlerle aynı durumdadırlar: “…onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidirler, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)

Münafıkların üçüncü vasfı, kalplerinde hastalık olmasıdır:

10. Kalplerinde bir hastalık vardır; Allah, hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Bu âyet, münafıklarda bulunan kötü sıfatların kaynağını açıklamaktadır. Buna göre onların sergiledikleri her türlü kötü tutum ve davranışların temelinde sahip oldukları söz konusu hastalık yatmaktadır. Kalplerinde bulunan hastalıktan maksat, maddî kalplerine arız olan bir hastalık değil, şahsiyetsizlik ve inkârlarından kaynaklanan yalan başta olmak üzere nifak, cehâlet, şüphe, haset gibi insanı helâke sürükleyen mânevî kalbin hastalıklarıdır. Cenâb-ı Hak, benzer bir ifadeyi münafıklardan ayrı olarak henüz iman ile mutmain olmayıp kalplerinde bir nevi şüphe veya tereddüt kalmış olanlar için de kullanmaktadır. (Enfâl 8/49; Ahzâb 33/12, 60)

Münafıklar, her insan gibi, fıtraten kalpleri temiz ve hastalıksız olarak yaratılmışlardır. Sözü edilen hastalık bizzat kendilerinden kaynaklanmıştır. Yanlış düşünce, tutum ve davranışları sebebiyle kalplerinin safiyetini kaybetmesine ve hastalanmasına kendileri yol açmışlardır. Aslında bu hastalığın tedavisi mümkündür. Fakat bunu samimiyetle talep etmek gerekir. Halbuki münafıklar böyle bir talep ve gayrette bulunmadıkları, gönüllerdeki hastalıklara şifa olan Kur’an’a sarılmadıkları gibi, tam aksine hastalıklarını artıracak yollara tevessül etmektedirler. Erken teşhis ve tedavi edilmeyen maddî hastalıkların zamanla daha da ilerlemesi gibi, mânevî hastalıklar da vaktinde tedavi edilmedikleri sürece artar ve derinleşir. Cenâb-ı Hakk’ın, insanların iman-küfür gibi kalbî hallerine ve psikolojik durumlarına yönelik koymuş olduğu kanun (sünnetullâh) böyle cereyan etmektedir. Bu gerçek, âyet-i kerîmede her şeyin yaratıcısı olması cihetiyle “Allah Teâlâ, onların hastalıklarını daha da artırmıştır” şeklinde ifade edilmiştir. Ayetin bu kısmı, “Allah onların hastalıklarını artırsın!” şeklinde de anlaşılmıştır. Böylelikle münafıklar, Allah’ın lânetine uğrayan azılı inkârcı gruplardan olmuşlardır.

Münafıkların hastalıklarını artıran sebepler arasında, İslâm davetinin günden güne yayılıp gelişmesi ve bunun karşısında toplum içindeki mevkilerini kaybetme endişesi, başta savaş olmak üzere nefse zor gelen bir takım sıkıntıların ortaya çıkması ve inen her yeni âyetin ilâve yükümlülükler getirmesi sayılabilir. Daha da önemlisi onların ilâhî lutuf ve inâyetten mahrum bırakılmış olmalarıdır. Bu durumda olan kimseler, kalbî sıkıntılardan, ruhî bunalımlardan ve çeşitli keder ve endişelerden bir türlü yakalarını kurtaramazlar.

Âyetin son kısmı olan “Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için pek elem verici bir azap vardır” ifadesi, münafıkların dünyada ve özellikle âhirette acı verici, daimî bir azap içerisinde kalacaklarını bildirir. Kıyâmet günü, onların kalpleri hasret ve pişmanlıktan yanacak, mü’minlerin nâil oldukları büyük nimetleri gördükçe kaybettiklerinin acısıyla perişan olacaklardır. Esas acı ve sıkıntıyı ise sonu olmayan cehenneme girmekle tadacaklardır.

Münafıkları, acı veren azaba sevkeden temel sebep, onların “inandık” sözlerinde yalancı olmalarıdır. Yani gerçekte inkârcı olmaları sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir. Yalan, mutlak olarak, dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden çirkin bir fiil olarak görülmüştür. Bir hadis-i şerifte, yalancılık, insanı yoldan çıkarıp günahlara sevkeden ana âmil olarak gösterilmiştir. (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105) Bir başka hadis-i şerifte ise yalancılık, bu ve benzeri âyetlerden mülhem olarak münâfığın üç alametinden biri olarak zikredilmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştutuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyânet eder.” (Buhârî, Şehâdât 28; Müslim, İman 107) Hadiste zikredilen üç vasıf, öncelikle itikâdî ve dinî açıdan değerlendirilmelidir. Günlük hayatta bir mü’minin yalan söyleme, sözünde durmama ve emanete hıyanet gibi dînen ve ahlâken kötü olan tutum ve davranışlarda bulunması, onu gerçek münafık grubuna sokmasa da, onu büyük bir günahın içine düşürdüğü muhakkaktır.

Âyetin sonundaki يَكْذِبُونَ (yekzibûn) “yalan söylerler” fiili, diğer bir mütevâtir kıraatte يُكَذِبُونَ (yükezzibûn) şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyet, münafıkların çokça ve devamlı surette yalan söylediklerini veya doğru olanı kabul etmeyip yalanladıklarını ifade eder. Bu açıklamadan anlaşılır ki, münafıklar yalancı olmalarının yanı sıra, doğruyu kabule yanaşmama ve onu reddetme hastalığına da müptelâdırlar. Böyle kimseler eğriyi doğru, doğruyu eğri görür ve gösterirler. Hak dini benimsemelerine mâni olan temel sebep de işte budur.

Münafıkların kalplerindeki hastalıktan bahseden bu âyetten, Hakk’a vâsıl olma yoluna girmiş takvâ yolcuları, kendileri için şöyle bir işârî mâna çıkarmışlardır: Nifak hastalığına yakalanmış bir kimse tedavi görerek aslî ve fıtrî olan iman haline döndüğü takdirde âhiret azabından emin olacağı gibi, Allah’a giden mânevî yolculuğunda mürid de, seyr ü sülûküne mâni olacak inkâr, şüphe, tereddüt hastalıklarından, daha genel bir ifadeyle mâsivaya meyilden kalbini arındırarak muradını elde etme isteğinde samimi olduğu takdirde vuslat hakîkatlerine vâsıl ve sıdk bereketlerine nâil olacaktır. Bu yolculukta mürid, sözü edilenleri yapmaz ve ibâdetleri ihmal ve samimiyetsizlik türü hastalıklar taşırsa kendisi ile cennet dereceleri arasına engeller konur. Şayet iradesi hastalıklı olursa bu durumda kendisi ile Allah’a yakınlık ve münacât makamları arasına engeller konur. Dünyaya yönelen ve hevâsına tabi olan kimsenin aldanış yurduna bağlanıp kalması, kalbi için büyük bir hastalıktır. Onun dünya hırsı arttıkça kalbî hastalığı da artar. Nefsânî hevesleri istikametinde dünyaya dair ne zaman bir şey elde etse, elde edemediği şeylere karşı hırsı kat kat artar. Hırsla elde ettiği her bir dünyalığın ardından hemen cezasını da görür. Allah’ın ona verdiği dünyevî cezalardan birisi himmetinin dağınıklığı, sonra buna bağlı olarak huzursuzluk, kin ve nefret saçan bir hayattır. Zira o, Mevlâ’sından yüz çevirip bu hayatı tercih etmiştir. Hevâsına tabi olmayı seçmesi sebebiyle doğru dürüst ne bir fayda ne de rahat yüzü görür. Mevlâ’sının dostluğundan yüz çevirenin cezası işte budur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 23-24)

Münafıkların dördüncü vasfı, bozguncu olmalarıdır:
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Onlara: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” dendiği zaman, “Hayır! Biz ancak ıslah edicileriz” derler.

12. Dikkat edin! Onlar bozguncuların ta kendileridir; fakat bunun farkına varmazlar.

Türkçe’ye genelde “bozguncu” olarak çevrilen الْمُفْسِدُ (müfsid) kelimesi “fesâd” kelimesinden gelmektedir. Fesâd, bir şeyin faydalı olmaktan çıkması, normal hâlinden uzaklaşması ve bozulması mânalarına gelir. Ayrıca doğru olanı bırakıp, yanlış olana geçmek, gerçeğe teslim olmamak ve bozgunculuk yapmak anlamları da vardır. Bu kelimenin zıddı “sulh” ise barış, ıslah etmek, bozulan bir şeyi tamir etmek, bir şeyi iyi ve sağlam yapmak anlamınadır. Buna göre fesat, her türlü zararı, sulh ise her türlü faydayı içine alır. Âyette geçtiği şekliyle “müfsid”, bozgunculuk yapan; bir şeyi bozup faydalı olmaktan çıkaran, daha açık bir ifadeyle işi gücü fesat çıkarmak olan kimsedir.

Münafıkların yaptıkları bozgunculuk, insanlar arasındaki münâsebetleri bozarak toplumda düzensizliğin meydana gelmesine sebep olmaktır. Meselâ onlar, müminlerin sırlarını kâfirlere söyleyerek onları mü’minlere karşı kötülük yapmaya yönlendiriyorlardı. Ayrıca kâfirlerle dostluk kurarak, insanları hidâyet yollarından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Böylece münafıklar, tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlarda fitne unsuru haline gelmişler, sulh ortamını bozarak insanları birbirine karşı kışkırtmak suretiyle neticesi savaşlara kadar varan düşmanlıklara sebep olmuşlardır.

Aslında en büyük bozgunculuk, Allah’a isyan etmektir. Zira dinin emirleri ve nehiyleri hem dünya hem de âhiret hayatını en iyi şekilde tanzim ve sulh ortamını temin etmek için konulmuştur. Bu itibarla dini emirler terk edilip, herkes nefsinin arzusuna göre hareket ederse, o takdirde her tarafı fesat, kargaşa ve anarşi kaplayacağında şüphe yoktur.

Toplumda fesat ve kargaşaya sebep olan münafıklara bozgunculuk yapmamaları söylenince “Biz Sadece ıslah edicileriz” derler. Yapılan şiddetli bir uyarıya karşı, vicdanlarına dokunduğundan dolayı psikolojik olarak o nispette tepki gösterirler. “…Size samimi olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79) ayeti gereğince nasihat edeni benimsemez; ona kulak verecek yerde tam aksi bir istikamette cevaba yeltenirler. Esasen gururlarını rencide eden bu nasihatin muhtevasına uymanın, hastalıklarını tedavide ne kadar önemli olduğunu bilselerdi, böyle demezlerdi. Yine onlar, kalplerinde bulunan hastalık sebebiyle, idrakleri köreldiğinden yaptıklarının güzel bir şey olduğuna inanmış ve ifsadı ıslâh olarak tasavvur etmişlerdir. Yahut böyle söylerken, inkâr etmek suretiyle yaptıkları fesat ve bozgunculukları örtmeye çalışmışlardır.

Hangi yola girerlerse girsinler, hangi mazeretin arkasına sığınırlarsa sığınsınlar, kendilerini ne kadar tezkiye ederlerse etsinler ilâhî fermanın beyânıyla onlar, bozguncuların ta kendileridir. Zira kalpleri bozuk, itikatleri bozuk, söz ve fiilleri de bozuktur. Bu kadar bozukluktan nasıl bir ıslah zuhur edebilir? Bu sebeple ayet, oldukça tekitli bir üslupla onların kanaatlerini ve söylediklerini yalanlamakta; onları kelimenin tam mânasıyla “müfsit” olarak nitelemektedir. Fakat onlar bu gerçeğin farkında değildirler. Zira manevî his yolları kapanmış ve bilinçleri kaybolmuştur. Ayet aynı zamanda mü’minleri de, münafıklar karşısında uyanık olmaya ve onların hakikate aykırı sözlerine aldanmamaya davet etmektedir.

Münafıkların beşinci vasfı, onların sefih yani aptal ve beyinsiz kimseler olmalarıdır:

13. Onlara: “Şu mü’minlerin iman ettiği gibi siz de iman edin!” dendiği zaman: “Şu aptal ve akılsızlar gibi mi iman edeceğiz?” derler. Şunu bilin ki, asıl aptal ve akılsız olan kendileridir; fakat bunu da bilmezler.

Onlar bir önceki ayette yeryüzünde fesat çıkarmaktan nehyedilmişlerdi. Bu ayette ise onlara diğer “insanlar” gibi iman etmeleri emredilmektedir. Ayetteki “insanlar” dan maksat, Peygamberimiz ve ona inanan mü’minlerdir. Zira iman, akıl ve idrakleri itibariyle gerçek insanlık şerefine layık olanlar, onlardır. اَلسَّف۪يهُ (sefîh) kelimesinin aslı olan “sefeh” sözlük olarak görüş ve gidişatta hafiflik, yufkalık, fikirsizlik ve temkinsizliktir. Bunlar akıl noksanlığından doğar. Dolayısıyla sefehin zıddı, ağır başlılık ve akıllı olmaktır. Terim olarak sefeh ise, akıl ve dinin gereklerinin zıddına hareket etmektir.

Münafıklara, hakiki mü’minler gibi, nifak şâibelerinden uzak ve ihlâslı bir şekilde iman etmeleri söylenince; kendilerine yapılan bu güzel tavsiyeye karşı çıkarlar. Ruhen duydukları rahatsızlık sebebiyle o vakûr ve kâmil mü’minlere hakarete yeltenirler. Onları, sahip oldukları kamil sıfatların zıddı ile vasfederek, “ne yâni, şimdi kalkıp da şu beyinsizlerin, akılsızların inandığı gibi mi inanalım?” derler. Onların “süfehâ” yani akılsız ve beyinsiz olarak niteledikleri kimseler genel anlamda kâmil insanlar, mü’minler veya iman etmiş belli şahıslardır.

Menfaatlerini her şeyin önünde gören münafıkların böyle söylemeleri, şu iki sebepten kaynaklanır. Birincisi, Allah’a ve âhirete imanları olmadığından, kendi akıllarınca böyle bir iman uğruna her türlü fedakârlığa katlananlar, sefih kimselerdir. İkincisi ise kendilerine örnek gösterilen mü’minlerden birçoğunun fakir ve çaresiz kimseler olmasıdır. Onlara göre, müslümanların imanları uğruna inanmayan bütün insanları kendilerine düşman edinmeleri ahmaklık ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. İşte bu sebeple onlar, İslâm’ı samimiyetle kabul edip, kendilerini her türlü eziyet, zorluk ve tehlikelere atan kimseleri aptal ve sefih olarak nitelerler.

Münafıklar, bu sözü, mü’minlerin yanında değil, gizlice ve alay yollu söylüyorlardı. Allah Teâlâ, Peygamberini ve mü’minleri bundan haberdar etmiştir. Üstelik asıl sefihliğin, hafifliğin ve basîretsizliğin münafıklar için geçerli olduğunu ve gerçek sefihlerin de onlar olduğunu haber vermiştir. Zira onlar, içinde bulundukları cehâletin farkında olmadıkları gibi, fâni menfaatleri uğruna en büyük kazanç olan ebedi âhiret hayatını kaybetmektedirler.

Gerçeği kabule davet edilen münafıkların, müslümanları sefihlikle suçlamalarından hareketle âyetten şöyle bir işaret çıkarılmıştır: Kendini zengin görüp malıyla gururlanan ve bu hâliyle fakir mü’minleri küçük gören kişilerin hali de aynen böyledir. Onlara kalben dünyayı terk etmeleri söylenince, rüşd ve kemâl ehlini tembellik ve acizlikle suçlarlar. Fakirlerin hiçbir değeri olmadığını söylerler. Zira onların ne malı, ne şöhreti, ne rahatı ne de geçinebilecekleri bir şeyleri vardır. Hakikatte ise gerçek fakirler ve mihnet sahipleri, işte kendini zengin sanan o mağrurlardır. Zira onlar zillet korkusuyla zillete, hakirlik korkusuyla da hakirliğe düştüler. Saraylar bina ettiler fakat fazla geçmeden kabirleri mesken tuttular. Bir beşikten ibaret olan dünyayı tezyin ettiler, fakat kabre mahkum edildiler. Dünyada gaflet meydanlarında dolaştılar, fakat neticede hasret vadilerinde perişan oldular. Yakın zamanda gerçeği bilecekler, fakat o zaman bu bilgileri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Allah muhafaza eylesin! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 25)
Münafıkların altıncı vasfı, ikiyüzlü olmalarıdır:

[1] Münafıklar hakkında 9. ayette geçen مَا يَشْعُرُونَ (mâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” sözü, onlarda “farketme, hissetme” özelliğinin; 12. ayette geçen لَا يَشْعُرُونَ (lâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” kaydı ise onlarda geleceğe yönelik “firâset, zekâ ve anlayışın” olmadığını haber verir. 13. âyetteki لَا يَعْلَمُونَ (lâ ye‘lemûn) “bilmezler” ifadesi ise onların bu halleriyle “gerçek bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve sürekli zan ve vehimlerine tabi olacaklarını” belirtir. Burada şöyle ince bir mâna ve tenbîhin varlığı söz konusudur: Birincisinde münafıkların, Allah ve mü’minleri aldatma teşebbüslerinde hissiz ve şuursuz davrandıkları, dolayısıyla koyu bir cehâlet içinde bulundukları açıklanır. İkincisinde “hissi olmayanın firâset ve aklı da olmaz” gerçeğinden hareketle, yapılan uyarıları kavrayamayacakları; üçüncüsünde ise “ilim akla tabi olduğu için aklı olmayanın ilmi de olmayacağı”ndan, yapılan tenbîh ve ikazların mâhiyetini bilemeyecekleri ifade edilir.

14. İman edenlerle karşılaştıklarında “inandık” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz” derler.

الشَيَاط۪ينُ (şeyâtîn) kelimesi “şeytanlar” demektir. Şeytan ismi, özelde Allah’a isyan ederek O’nun lânetine uğramış İblîs’e verilen bir isim olmakla birlikte, ayrıca kibirli, âsi, zarar verici, hak yoldan saptıran insan ve cinler için de kullanılmıştır. (En‘âm 6/112) Burada “şeytanlar”dan maksat özellikle münafıkların reisleri ve küfrün elebaşlarıdır. “İstihzâ” kelimesi ise hafife alma, alay etme, izzet ve haysiyetini kırma ve karşıdakini câhil sanma gibi mânalara gelir.

Âyette, hastalıklı bir karaktere sahip olan münafıkların, yaşadıkları toplum içinde menfaatlerini koruyabilmek ve farklı inanç gruplarına eşit mesafede durabilmek için nasıl bir uğraş içine girdikleri görülmektedir. “İnandık” sözüyle mü’minlerin gözlerini bağlamak isterler. Mü’minlerden ayrılıp dostlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Biz sizin dostunuzuz ve sizinle beraberiz. Hiçbir şekilde sizden ayrılmayız” derler. “Niçin kelime-i şehâdet getiriyor, mü’minlerle beraber oluyor, onların topluluklarına katılıyor ve onlarla birlikte hacca gidiyor ve cihad ediyorsunuz?” gibi sorulara da: “Biz bunu ancak onlarla alay etmek için yapıyoruz. Gerçek mânada iman etmek gönlümüzden dahi geçmiyor. Onlara hem dışımızın, hem de içimizin dinlerine uygun olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Gayemiz, müslümanların ganimetlerine ortak olmak, kızlarını nikâhlamak, sırlarını öğrenmek, malımızı, çocuklarımızı ve âilemizi onların ellerine düşmekten kurtarmaktır” derler. İşte: “Onlar, mü’minlerle kâfirlerin arasında bocalayıp duranlardır. Tam olarak ne mü’minlere ne de kâfirlere bağlanabilirler” (Nisâ 4/143) âyet-i kerîmesi onların bu perişan ve dağınık hallerini tasvir eder.

Münafıkların, zâhiren inandıklarını beyânla müslümanlarla alay ettiklerini söylemeleri üzerine, onların bu sözleri şöyle reddediliyor:

15. Asıl Allah, onlarla alay etmekte ve azgınlıkları içinde basîretsiz bir halde dolaşıp durmalarına mühlet vermektedir.

“Allah’ın alay etmesi”nden maksat, münafıkların mü’minlerle alay edip şeref ve haysiyetleriyle oynamalarının cezasını vermesidir. Dolayısıyla burada benzer lafızla farklı mâna kastedilmiştir.

Allah Teâlâ’nın, nifak ehlinin alaylarına mukabelesi şu yollarla olabilir:

Müminlerle alay etmelerinin zararını kendilerine döndürür. Neticede hor ve hakir olarak alay edilecek perişan bir duruma düşerler. Müminlere ise ciddi bir zarar veremezler.

Dünyada onlara müslüman muamelesi yapılmasını emreder, onların azgınlıklarına mühlet verir, mal ve nimetlerini artırır. Pek çok lutuf ve ihsanda bulunur. Böylece onlar, Allah’ın kendilerinden razı olduğunu sanırlar. Halbuki Allah, onları derece derece azaba yaklaştırmaktadır. Âhirette de kesinlikle onlara azap edecektir. Bu mânada Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Aziz ve celil olan Allah’ın bir kula, isyana devam ettiği halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir istidrâc yani derece derece azaba yaklaştırmaktır”.

Sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu:

“Kendilerine verilen öğüt ve yapılan uyarıları unutunca, bu defa üzerlerine bütün nimetlerin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetler yüzünden iyice şımardıkları sırada, onları ansızın yakalayıverdik de birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En‘âm 6/44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 145)

Âhirette ise münafıklar cehennemin en alt tabakasında azap görmekte iken cennet nimetleri içinde yaşayan mü’minler de onlara gülerler. Bu gerçeğe işaret edilmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İşte bu gün de, iman edenler o kâfilere gülerler. Koltuklar üzerine oturmuş, onların cehennemdeki hallerini seyrederken! Nasıl, buldu mu o kâfirler yaptıklarının tam karşılığını?” (Mutaffifîn 83/34-36)

Âyette اَلطُّغْيَانُ (tuğyân) kelimesi, küfre iyice dalmak, azgınlık yapmak ve isyanda haddi aşmak mânalarına gelir. Bu vasfın münafıklara izâfe edilmesi; tuğyanın onlarda galip bir sıfat olduğunu gösterir. اَلْعَمَهُ (‘ameh) kelimesi ise, hangi yöne gideceğini bilememek, şaşkınlık ve tereddüt içinde olmaktır. Basîret ve fikir körlüğü demektir. Allah Teâlâ, onlara mühlet verir de, alay etmelerine bir ceza olarak dünyada şaşkınlık, tereddüt ve basîret körlüğü içinde bocalayıp dururlar. Yahut, Allah onların azgınlıklarını artırır da işe yarar bir duygu ve düşünceleri olmaksızın basîretsiz bir halde dolaşır dururlar. Küfür içerisinde şaşkın şaşkın gidip gelirler.

Münafıklar, hür iradeleriyle doğru yolu bırakıp sapıklığı almışlar, iman yolunu terk edip küfür yolunu tercih etmişlerdir. İnsan, ancak sevdiği şeyi satın alır. Dolayısıyla onlar, küfrü imandan daha çok sevmişlerdir:

16. Doğru yola karşılık sapıklığı satın alanlar işte onlardır. Bu sebeple ticâretleri kâr etmemiş ve doğru yolu da bulamamışlardır.

Münafıklar yaptıkları bu alışverişte kazançlı çıkmamışlar, bilakis tam bir zarara uğramışlardır. Zira onlar, karlı ticâretin hangi şartlar altında yapılacağını bilememişlerdir. Ticâretten maksat; kâr elde etmekle beraber, sermâyeyi korumaktır. Onların sermâyeleri selîm fıtrat ve temiz bir akıldır. Yaratılışta ilâhî bir mevhibe olarak kendilerine bu bahşedilmişti. Bu sermayeyi kullanarak, yine ilâhî bir ihsan olarak kendilerine lutfedilen Kur’an ve Peygamber hidâyetini kabul etmiş olsalardı büyük bir kazanç elde edeceklerdi. Fakat bunlar, yanlış îtikâtlara saplanınca fıtrat-ı selîmeleri yâni hidâyeti kabul edebilme melekeleri arızâlanmış ve böylece akılları da bozularak tam bir sefih olmuşlardır. Neticede cennet ve ebedi nimetleri kazandıracak hidâyeti vererek dünyada zilleti, ukbada ise ebedi azap mekanı olan cehennemi satın almışlardır.

Âyet-i kerîmede şöyle latîf bir işaret ve ince bir mâna vardır: Nefsânî hazları ilâhî hakikatlere tercih edenlerin alışverişleri zarar etmiştir. Âhireti bırakıp dünyaya râzı olanlar da apaçık bir hüsrân içindedirler. Dünyayı ve ukbâyı Hak Teâlâ’ya tercih edenler ise daha büyük bir ziyan içindedirler. Nimetleri kaybedenler aldanmış olurlarsa; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’a münâcâttan uzak düşenler, gönül âleminde O’na yöneliş ve O’nun tecellilerini müşâhededen mahrum kalanlar, elbette en çok aldananlar olacaktır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 26)

Buraya kadar münafıkların birtakım ayırıcı vasıfları anlatıldı. Gelecek ayetlerde ise, muhatapların zihnine iyice yerleşmesi için onların mânevî durumları misallerle izah edilmektedir:

17. Münafıkların misâli, karanlıkta ateş tutuşturmaya çalışan bir insanın hali gibidir. Ateş o kişinin etrafını aydınlatınca Allah, aydınlıktan faydalanması gerekenlerin nurlarını söndürür, onları karanlıklar içinde ve hiçbir şey göremez halde bırakır.

Misal vermekten maksat, gizli olanı açık olana, görülmeyeni görülene benzeterek anlatmaktır. Bu, konunun kolayca anlaşılmasını temin bakımından fevkalâde tesirli ve faydalı bir metottur. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok konuyu daha kolay anlaşılabilmesi için misallerle anlatır.

Bu âyetteki temsille, münafıkların hayret verici durumları gözler önüne serilmektedir. Burada “ateş yakan bir insan”dan bahsedilir. Ateşi yakan münafıkların reisi veya bütün münafıklardır. Onlar sadece dilleri ile müslüman olduklarını söyleyince kanlarını, mallarını ve çocuklarını emniyet altına almışlar; ganimet mallarından ve müslümanlara tatbik edilen diğer İslâmî hükümlerden faydalanmışlardır. Bu da iman nurunun dünya hayatında onlara sağladığı geçici bir faydadır. Fakat bu, öldükten sonra kendilerine bir fayda vermeyecektir. Dünya hayatının kısalığı ve geçiciliği, âhiretin ise ebediliği ve kalıcılığı nazara alınarak böyle bir münafığın durumu, ateş yakıp ondan pek az istifade eden ve hemen ateşi bir daha yanmayacak şekilde kökünden sönüveren ve böylece ebedî karanlıklar içinde kalan adamın durumuna benzetilmiştir. Esasen onların iman nurundan dünyadaki istifadeleri de görünüşte bir istifadedir. Hakikatte ise iç âlemleri itibariyle şüphe ve küfrün karanlıklarında ızdırap içinde bocalamaktadırlar. Dinî ve itikadî bakımdan şaşkınlık ve karanlıklar içinde olmak ise dünyevî karanlıklar içinde kalıp yolu şaşırmaktan daha kötüdür. Nitekim gelen âyet, onların mânevî açıdan içinde bulundukları hazin durumu daha net bir şekilde aksettirmektedir:

18. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple artık gerçeği kabule dönemezler.

Münafıklar, zâhiren işitiyor, konuşuyor ve görüyor oldukları için ayeti hakiki mânasına yani maddi cihete hamletmek mümkün değildir. Burada mecazi mâna vardır: Onlar, Allah’tan gelen gerçeklere karşı sağırdırlar; ona asla kulak vermezler ve kabul etmezler. Onlar bu hakikatleri ifade etmek bakımından dilsizlerdir. Onlar, hakikate karşı kördürler. Kendilerini hidâyete götürecek ve ibret almalarını sağlayacak bakıştan ve basîretten mahrûmdurlar. Çünkü gönüllerinde, imanın tam zıddı olan nifak yer etmiştir. Hâsılı onlar, anlatılan özelliklere sahip olduklarından dolayı sapıklıktan kurtulup doğru yola asla dönemezler.

İnsanı hidâyetten uzaklaştıran basîret körlüğünün üç sebebi vardır:

Bedeni, Allah Teâlâ’ya isyân sayılabilecek işlerde kullanmak,
Allah’a tâatta samimiyetsiz ve riyakârane davranmak,
Ümitlerini Allah’a bağlayıp ihtiyaçlarını O’na arzetmek yerine, yaratıkların elindekilere göz dikmektir. İşte bu şekilde basîret körelince kul, Hak’tan yüz çevirip halka yönelir ve hakikat yollarına dönüş zorlaşır.

İslâm hidâyetinden mahrum kalanların dünyadaki halleri böyle olduğundan âhirette de benzeri bir azâba uğratılacaklardır. “Kıyamet günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz” (İsrâ 17/97) âyet-i kerîmesi bu gerçeği haber verir. Onlar Cenab-ı Hakk’a: “Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri gören biriydim” diye itiraz eder. Yüce Allah: “Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara atılırsın!” buyurur. (Tâhâ 20/125-126) Dolayısıyla onlar kıyâmet günü Allah’ın selâmını işitemez, iltifâtına nâil olamaz ve O’nun cemâlini seyredemezler. müslümanlar ise, dünyada hak söze kulak verip onu dillerinden düşürmedikleri ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarını basîret gözüyle müşâhede ettikleri için kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın hitâbı, cemâli ve selâmı ile ikrâm olunacaklardır.

Münafıkların dehşet ve korku dolu iç dünyalarını beyân eden ikinci misal şöyledir:

19. Yahut onların misâli, semadan boşanan ve içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan sağanağa yakalanmış kimselerin hâli gibidir. Yıldırımların saçtığı dehşetle ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

20. Çakan şimşek, neredeyse gözlerini kör edecek! Şimşek önlerini aydınlattıkça ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çöktüğünde ise çakılıp kalırlar. Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır ve gözlerini kör ederdi. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.

Bu temsili de iki türlü ele almak mümkündür: Onların hali “şiddetli yağmura” veya “böyle bir yağmura tutulmuş kimselerin durumuna” benzetilmiştir.

Birincisine göre; İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimiz’in gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin müjde ve uyarıları şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirleri ve münafıkları bekleyen musibetler ve cezalar yıldırımlara benzetilmiştir. Bu tabloda münafıklar, İslâm’ın kendilerine yönelik uyarı ve tehdit dolu âyetlerine ve içinde öldürülme tehlikesi bulunan cihad ve benzeri ilâhî emirlere karşı kulaklarını tıkıyorlar. Yine bir taraftan namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlere, diğer taraftan da ellerinde bulundurdukları makam, mevki ve bir kısım dünyevî menfaatleri terkederek her konuda Hz. Peygamber’e ittiba gibi nefislerine zor gelen mükellefiyetlere karşı da aynı tavrı sergiliyorlar. Bunu yaparken Allah Teâlâ’nın onları her cihetten kuşattığını, içlerinden geçenleri bile bildiğini ve kendilerinde istediği tasarrufta bulunabileceği gerçeğini unutuyorlar. Bununla birlikte canlarının ve mallarının korunması, ganimetlerden kendilerine pay verilmesi ile ilgili hükümleri görünce de bunlara rağbet ediyorlar. İşte ayette “şimşeğin ışığında yürümeleri” buna benzetilmiştir. Yine ayetteki “başlarına karanlık çökünce ise çakılıp kalırlar” sözü ise, bu gibi menfaatlerinin bitip yok olması halinde eski imansızlıkları ve şaşkınlıklarına dönmelerini ifade eder. Halbuki Allah dilerse, onların işitme ve görme hislerini tamamen alır da ne İslâm’ın dünyevî menfaatlerine dair olan hükümlerini işitebilirler; ne de bunları görebilirler. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, II, 77-78)

İkincisine göre ise münafıkların kendileri, yağmura tutulan kimseler gibi; küfür ve hile ile karışık imanları, içerisinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan yağmur gibidir. Yağmur her ne kadar faydalı bir şey ise de insanı bu halde yakalayan yağmur zararlı olabilir. müslümanların saldırılarından ve diğer kâfirlere yaptıkları muamelelerden sakınmak ve emin olabilmek için sergiledikleri nifakları, ölüm korkusuyla yıldırımlara kulak tıkamaları gibidir. Fakat bu kulak tıkamaları Allah’ın takdirinden hiçbir şeyi geri çevirmeyecek ve kendilerine erişecek zararı defetmeyecektir. İslâm’ın emirlerinin şiddeti karşısında hayrette kalmaları ve içinde bulundukları durumun farkında olmamaları ise, şimşeğin ışığını fırsat bilerek azıcık yürümeleri ve şimşeğin parıltısı kaybolunca da oldukları yerde çakılıp kalmaları gibidir. (bk. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 13)
Görüldüğü üzere bu temsiller, önceki ayetlerde vasıfları anlatılan münafıkların iç âlemlerini dikkat çekici bir tarzda ortaya koymaktadır. Böylece onların İslâm dini karşısında takındıkları menfi tavırları sebebiyle içine düştükleri sıkıntıları ve yaşadıkları zehir dolu hayatı herkesin anlayabileceği tarzda haber vermektedir.

Sırasıyla mü’min, kâfir ve münafıkların özellikleri beyân edildikten sonra şimdi de ilâhî hitap bütün insanlara yönelmekte ve hepsini topluca kulluğa davet etmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, takvâya erebilesiniz.

“Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz!” hıtâbı çeşitli anlam katmanları bulunan bir emir olarak, kâfir olsun mü’min olsun, âsi olsun münafık olsun bütün insanları içine almaktadır. Şöyle ki:
Kâfirlere, Rablerine iman edip O’nu yegâne ilâh kabul etmelerini,
Münafıklara, Rablerini tanıyarak tevhitte samîmî olmalarını,
Âsilere, Rablerine itâat etmelerini,
İtâat ve iman ehline ise Rablerine itâatte devamlı olmalarını emretmektedir.
Bu ilâhî hitâbı duyan gafiller gaflet uykusundan uyanır, tembeller ve uyuşuk halde bulunanlar harekete geçer, masivayla meşgul olanlar kulluğa yönelir, gerçeklerden yüz çevirenler hakka döner. Hak âşıkları ise gönülleri okşayan bu rabbânî nidayla coşarlar. (Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, I, 101)

İbadet kelimesinde; “tapma, bağlılık, boyun eğme, itaat, hâkimiyeti altına girme ve kulluk” anlamları vardır. Bununla birlikte ibâdet; “kul” anlamındaki “abd” kelimesiyle bağlantılı olup esasmânası “kulluk etmek” demektir. Aynı kökten gelen ubûdiyet, benliğini hiçe sayıp kendini alçaltmak anlamındadır. İbâdet ise benliğini hiçe saymanın zirve noktasını teşkil ettiğinden böylesi bir saygıya da üstünlük ve yüceliğin zirvesinde bulunan Allah Teâlâ dışında hiçbir varlık lâyık değildir. Kulluk, hayatın tüm safhalarını; itikadî, ahlâkî, hukukî, iktisadî ve siyasî her türlü ilişkileri kuşatan bir kavramdır. Ancak, dine uygun tutum ve davranışlar “Allah’a kulluk” kapsamına girerken, aykırı tutum ve davranışlar, “tâğûta, nefse, hevâ ve hevese kulluk” kapsamına girmektedir.

Sufilere göre ibâdet; kalp ile tevhidin hakikatine ulaşmayı, sır ile masivâdan uzaklaşıp Allah’a yönelerek sadece O’nun rızâsını istemeyi, nefs ile de ilâhî hükümlere tam teslimiyet göstermeyi içine almaktadır. Bu bakımdan, âyet-i kerîme: “Ey insanlar! Her türlü haram ve mahzurlu şeyden uzaklaşarak, taatlerin edâsına sımsıkı sarılarak, emredilenlere huşû ve tezellülle boyun eğerek, tembellik ve uyuşukluk edilecek yerlerde yanlış davranışlardan uzaklaşarak Allah’a kulluk ediniz!” mânasını taşımaktadır.

Burada Allah’ın özellikle rubûbiyet vasfına yer verilmesi dikkat çekicidir. Bizleri, dünyaya gelişimize sebep olan anne ve babalarımızı, nine ve dedelerimizi yaratan O’dur. Bizi ta ilk insandan itibaren varlıkların en şereflisi olarak pek güzel bir biçimde var eden, büyütüp geliştiren, akıl ve dil gibi muazzam nimetlerle donatan O’dur. Bu hususlarda hiç kimse O’na yardım etmiş değildir. İşte, ayet bu hakîkate dikkat çekerek başka şeylere değil, sadece Rabbimize kulluk etmemiz gerektiğini anlatmaktadır.

Ayette, ayrıca Allah Teâlâ’nın ne kadar büyük bir kuvvet ve kudrete sahip olduğu anlatılarak insanların gaflet uykusundan uyanması istenmektedir. Önceki nesillerin yaratılmasına temas edilirken, verilen öğüdün daha etkileyici olması hedeflenmektedir. Yüce Allah niçin bize öncekileri hatırlatmaktadır? Şüphesiz, bizim sonumuzun da onlar gibi olacağına dikkatimizi çekmek için… Adeta şöyle demektedir: “Sizden öncekiler de yeryüzünde yaşıyorlardı, belki sizden çok daha güçlü, müreffeh bir hayat sürüyorlardı; fakat şu an toprağın altındalar. Demek ki, onları öldüren, sizi de öldürecek... Bu sebeple, siz de dönüp dolaşıp oraya varacağınızı; O’nun huzuruna çıkacağınızı unutmayın. O’na karşı kusur işlemekten vazgeçin. Sadece O’na ibâdet ederek hidâyete, felâh ve kurtuluşa eren muttakîlerin yoluna girin.”

Neticede hâlisane ibâdetin insana sağlayacağı fayda “umulur ki takvâya erersiniz” ifadesiyle belirtilmektedir. Nitekim burada da görüldüğü gibi, verdiği emir ve yasakların hikmetini göstermesi Kur’ân’ın önemli hususiyetlerinden biridir. Demek ki ibâdet, kulu takvâya ulaştırmaktadır. Peki takvâ nedir? “Koruma” anlamındaki vikâye kökünden gelen takvâ, “korku gereği korunmak” demektir. Takvânın gerçek anlamı, ilâhî emir ve yasaklara riayet ederek uhrevî azaptan korunmaktır. Nihaî derecesi ise, Allah dışındaki her şeyden uzak durmak; yani onlara gönül bağlamamaktır. Bu mânasıyla takvâ, mü’minlerin varabileceği en son makamdır.

Aşağıdaki ayet, yüce Allah’ın şirkten uzak, hâlisane bir kulluğu neden hak ettiğini bu kez âfakî nimetlere vurgu yaparak tekrar açıklamaktadır:

22. O Rabbiniz, sizin için yeryüzünü bir döşek, göğü de bir binâ yaptı. Gökten yağmur indirip onunla size rızık olarak çeşitli meyveler, ürünler çıkardı. O halde, siz de gerçeği bile bile Allah’a ortak koşmayın!

Yüce Rabbimiz, sadece kendisine kulluk etmesi için yarattığı insanı yeryüzünde başıboş ve çaresiz bırakmamıştır. Kâinatı onun hizmetine vererek, insanın bedenî ve ruhî bütün ihtiyaçlarını karşılayacak muazzam bir nizam kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu muhteşem nizamın mâhiyetini beyân eden ilâhî kelamdır. İşte âyet-i kerîmede bu nizamdan bir kesit takdim edilmektedir:

Ayette geçen ilk kelime اَلْاَرْضُ (arz)dır. Toprak için de kullanılan arz kelimesi, sözlükte “yiyip bitirme”, “sarsma” ve “çiğneme” anlamlarına gelmektedir. Hz. Ali’nin ifadesine göre, “içinde bulunan her şeyi yiyip yok ettiği için”; bir başka görüşe göre ise, “ayak ve tırnaklarla çiğnendiği için” toprağa arz ismi verilmiştir. Üzerinde yaşadığımız gezegene de yukarıdaki kök anlamlarından hareketle arz denmiştir. Aslında dünyamız, bir “su gezegeni” olmakla birlikte, kendilerini dört bir yandan karaların kuşatmış olduğunu gören kadim insanlar Yerküre’yi arz diye adlandırmış ve asırlarca Yerküre’nin sathının -birtakım su kaynakları dışında- tamamen kaya ve topraktan oluştuğuna inanmışlardır.

Allah Teâlâ, şu anki Yerküre’yi meydana getirirken, onu üzerinde rahatça hayat sürdürebileceğimiz bir döşek şeklinde düzenlemiştir. Aslında kararsız, sebatsız, oynak bir ateş koru olan Yerküre, zamanla suyun fevkinde ve yumuşaklıkla sertlik arası bir kıvama erişmiş; canlıların, üzerinde yerleşip yaşamasına, huzur ve karar bulmalarına elverişli hâle gelmiştir. Yeryüzündeki dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi “döşek” mefhumuna aykırı gözüken kısımlar ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılmasını sağlayan bölgelerdir. Nitekim “Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı? Dağları da onu sağlam tutan birer kazık” (Nebe’ 78/6-7) ayetinde, dağların arz döşeğini istikrarlı bir şekilde tutan birer “kazık” olduğu belirtilmiştir.

Ayette geçen ikinci kelime اَلسَّمَاۤءُ (semâ)dır. Arapçada, “üstte olan her şeye” semâ denir. Cenâb-ı Hak, semâ’yı yani başımız üzerindeki müzeyyen gök kubbeyi de bir “binâ” yapmıştır. Ama ne bina!.. Kelimenin tam mânasıyla “muhteşem” bir bina… Semâ kelimesinin nekire olması bu mânayı vermektedir. Burada, aynı zamanda gökyüzü sağlam, süslü bir çatıya benzetilmektedir. İnsan olup da bu kubbe altında yeryüzü döşeğine kurulmayan hiç kimse yoktur. Büyük küçük, zengin fakir, yaşlı genç bütün beşeriyet aynı evde oturup aynı döşekte yatan bir aile gibidir. Dolayısıyla insanlar, kimin binasında kalıp, kimin döşeğinde yattığını bilirlerse, hangi Rabbin kulu olduklarını veya olmaları lazım geldiğini de bilirler.

Burada dile getirilen üçüncü nimet de şudur: Yüce Allah, gökyüzünde dolaşan bulutlardan yağmur yağdırarak bununla canlılara rızık olmak üzere çeşitli ürünler; sebze ve meyveler bitirir. Suda etken, toprakta ise edilgen bir kuvvet vardır. Aynen erkek ve kadının birleşmesinden neslin dünyaya gelmesi gibi, su ile toprağın birleşmesinden de bütün mahsulât neşvünemâ bulmaktadır.

Bütün bunları yoktan yaratan ve yapan Cenâb-ı Hak’tır. Aklı olan herkes bunu anlar ve bilir. O halde, bütün bunları bilip dururken Allah’a asla ortak koşmamak; Allah’a ibâdet eder gibi başka şeylere ibâdet etmemek gerekir. Aklını çalıştırarak kâinattaki kudret akışları üzerinde tefekkür edenler, ilim, kuvvet ve kudret başta olmak üzere bütün kemal sıfatlarıyla Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul edeceklerdir.

Burada aklî deliller kullanılarak, taklidin terk edilip gerçek bir imana ulaşılması gerektiği hatırlatılır.

Ayette geçen اَنْدَادًا (endâd) kelimesi, “nidd”in çoğuludur. Nidd ise denk, misil, emsal ve benzer demektir. Ayrıca “tartışan, münakaşa eden muarız” mânası da vardır. Yukarıda birkaç fiil ve sıfatı zikredilen Allah Teâlâ karşısında, bunlar hiç mesabesinde, vehme dayalı varlıklardır. Gerçekten var olan İsa, melekler, tâğutlar gibi “ilâh”lar da bizzat O’nun tarafından var edilmiş olup müstakil hiçbir değerleri yoktur. Zaten, yukarıda da ifade edildiği üzere, nihayetsiz merhamet sahibi olan Rabbimiz, kullarının her türlü ihtiyaçlarını karşılamış, başkalarına kulluk edişlerini mazur gösterebilecek bütün mazeretlerinin yolunu baştan kapatmış ve onları zât-ı ulûhiyeti dışındaki, gerçekte olmayan vehim ürünü ortakların minnetinden kurtarmıştır. Onlara gökyüzü örtü, yeryüzü yaygı, mübah olan şeyler rızık, taatler meslek, ibâdetler meşguliyet, Allah’ı zikretmek ünsiyet, vekîl olarak Rabbü’l-âlemîn kâfîdir. O halde, Allah’a ortaklar koşmayın. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri elde etmeye çalışırken kalplerinizi O’ndan başkasına bağlamayın. Çünkü Hak Teâlâ, yoktan en güzel ve benzersiz şekilde yaratmada tektir; O’ndan başka var edecek yoktur. Eğer fayda ve zararın ya da hayır ve şerrin olan biten şeylerden kaynaklandığını sanırsanız başka bir ifadeyle bütün bunların bir yaratıktan kaynaklandığını düşünürseniz, işte bu, gerçek mânada şirktir. Biliyorsunuz ki, kendisi muhtaç olana ihtiyaç beyân edilmez. Muhtacın muhtaca el açması, zayıfın zayıfa itimad etmesi fakirliği gidermez, bilakis artırır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 28)

Bu âyetten şöyle bir ibret ve öğüt çıkarmak mümkündür:

Kıyamet günü Allah Teâlâ: “Ey insanlar! Ben sizin için şunları şunları yaptım. Peki siz, benim için ne yaptınız?” diye sorarsa, bu suale nasıl cevap verebiliriz? Rivayete göre Şiblî (k.s.) bir gün halka vaaz etti. Kıyâmetten, kıyâmetin dehşetinden, hesabın son derece çetin, meşakkatli, zor bir merhale olduğundan bahsetti. İnsanları ağlattı. O esnâda yanlarına Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî geldi ve şunları söyledi: “İnsanları bu kadar korkutmana gerek yok! Çünkü o günün hesâbı bu kadar uzun değildir; iki kelimeden ibârettir: O gün Allah Teâlâ kullarına sadece: «Men tü-râ bûdem tû ki râ bûdî: Ben seninle idim, sen kiminle idin?» diye seslenerek buna cevap isteyecektir.”

Dolayısıyla, ibâdette esas olan, ihlastır, yani, mâsivâ endişesini ve ağyâr beklentisini gönülden çıkararak sadece Allah’a kulluk etmektir.

Yüce Allah, önceki iki âyet-i kerîmede, kendi birlik ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendiliğinden söylediği bir söz olmadığını, yani onun tarafından uydurulmadığını ortaya koymaktadır:

23. Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunda şüpheniz varsa, haydi onun bir sûresinin benzerini de siz getirin! Şayet iddianızda haklıysanız, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi yani dil ustalarını ve âlimleri de çağırın!

Sûrenin hemen başında; ikinci ayette, “İşte bu Kitap ki, onda asla şüphe yoktur…” buyrularak, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî kelâm oluşunda ve onun ortaya koyduğu hakikatlerin doğruluğunda hiçbir şüphenin bulunmadığı vurgulanmıştı. Gerçek böyle olmakla birlikte, Allah’a kulluğa davet edilen insanlardan bir kısmı, hidâyetten nasipleri olmadığı için Kur’an hakkında şüpheye düşmüşlerdir ve hâla da düşebilmektedirler. İşte bu âyet-i kerîme, kelâm-i mübîn ile alakalı küçük veya büyük herhangi bir şüphesi bulunanlara hitap etmekte ve onlara meydan okumaktadır:

“Eğer has ve mümtaz kulumuz[1], doğruluğuna, eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Rasulümüz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e verdiğimiz peygamberlikten ve bunun fermanı olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur’ân’dan en ufak bir şüpheniz varsa, mesela: «Vahiy nedir, inanılır şey midir?», «Allah kitap gönderecek olsa böyle parça parça, âyet âyet, sûre sûre mi gönderir?», «Bu bir şiir değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? Muhammed de diğer şairler gibi ara sıra bazı şeyler hissedip bunları şiirî bir eda ile dile getiriyor, sonra da ‘Allah gönderdi’ diye hem bizi hem de kendini aldatıyor olamaz mı?» gibi birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun ispatı kolaydır:

Bu hususta derin derin düşüncelere, hayallere dalmanıza ve ne yapacağız diye telaşlanmanıza gerek yoktur. Sandığınız şekilde Kur’an’ı bir insan olan Peygamber getirdiğine göre, bunu bir insan yapabiliyorsa, haydi durmayın “onun denginden” bir sûre getirin.

Sûre, lügat olarak “yüksek bir menzil veya makam” demektir. Terim olarak ise; “Kur’ân-ı Kerîm’in en az üç ve daha fazla âyetten oluşan, başı-sonu belli kısımlarına verilen isim”dir. Çünkü Kur’ân okuyan kimse, her sûreyi okudukça yüksek bir dereceye ulaşır. Kur’ân sûrelerinin hepsini okumak sûretiyle bütün menzilleri geçer ve en son makama varır.
Ayette geçen مِنْ مِثْلِه۪ kaydı iki şekilde anlaşılabilir:
❂ Üslupta, belagat ve güzellikte Kur’ân sûrelerinden en az birine denk bir sûre getirin.
❂ Kur’an sûrelerine tam benzemesi ve denk olması için, Kur’ân’a nazîre yapacak olanlar da aynen o kulumuz gibi olmalıdır; yani hem okur-yazar olmamalı, şiir ve edebiyatla uğraşmamalı, hem de onun kadar ahlâklı olmalıdırlar.

Fakat ayetin devamı bu son şartı da kaldırarak şöyle demektedir: “Haydi, size izin verelim de kimden olursa olsun herhangi bir şahıstan Kur’ân’dakine denk bir sûre getirin. Hatta, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi; güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız ne kadar mabutlarınız, iktidarını farz ettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz, edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş, el, ayak olmak isteyecek ne kadar yardakçılarınız ve önderleriniz varsa, hepsini bu işte yardıma çağırınız.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 269)

Burada şöyle bir işaret bulunmaktadır: Yaratan dururken yaratılandan yardım dilemek hiçbir fayda vermez. Âcizin âcizden dilenmesi bir mâna ifade etmez. Bu sebeble, ihtiyaçlarını ancak onları yerine getirmekte güçlük çekmeyecek birine arz et! Sadece hazîneleri tükenmez birisinden iste! Sana yalnız başına yardım edecek, seni her yönden muhâfaza edecek, seni mala-mülke bağlı olmadan da zengin edebilecek birine dayan! O seni himâye etti mi, çok düşman az olur; O sana yetti mi, az mal çok olur.

Eğer Peygamber’e ve Kur’an’a karşı koyma ve düşman olma dâvanızda sadık iseniz; hiç şüphe edilmeyecek böyle bir hususta şüphe olduğu fikrinde haklıysanız, bunu yapabilmeniz gerekir. Zira, herhangi bir insanın kendiliğinden yapabildiği bir şeyi, hatta ondan daha iyisini başka herhangi bir insan da yapabilir. Hele hele, o işin uzmanı sayılan çok sayıda insan kafa kafaya verip elbirliği yapacak olursa... Fakat aşağıdaki ayetin açıktan meydan okuduğu gibi, kıyamete kadar asla ona benzer bir söz, benzer bir sûre getiremeyecek ve Kur’an’ın, bir insan sözü olmadığını yakînen bileceksiniz:

Cenâb-ı Hakk bu âyet-i celîlede عَبْدِنَا “bizim kulumuz” buyurarak Resûlullah Efendimiz’i kendine izafetle şereflendirmiş ve onu mutlak anlamda “abd” yâni kul olarak isimlendirmiştir. Diğer peygamberleri “Güçlü kuvvetli kulumuz Dâvûd’u hatırla” (Sâd 38/17) ve “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (Sâd 38/41) âyetlerinde olduğu gibi adıyla andığı halde Efendimiz için “kulumuz” ifadesinden sonra, “Muhammed” şeklinde, başka bir isim zikretmemiştir. Bir isim mutlak olarak zikredildiğinde kemâline hamledilir. Buradan anlaşıldığına göre Hak Teâlâ Hazretleri, habibi Hz. Muhammed için hazırladığı kemâl derecesindeki kulluğu dünyada başka hiçbir kimse için hazırlamamıştır. Kullukta kemâl noktaya ulaşmak ancak, gönlü Allah’tan başka herşeyden tamamen arındırıp, bağımsız hale getirmekle mümkündür. Bu durum ise sadece ve sadece Peygamberimize mahsûstur. Nitekim âyet-i celîlede: “Peygamber bunları görürken gözleri ne kaydı, ne de sınırı aştı” (Necm 53/17) buyurularak onun bu özelliğine dikkat çekilmiştir.

24. Buna rağmen yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.

Göklerin meydan okuması karşısında yeryüzünün aciz yaratıkları olarak bütün gücünüzü harcadığınız halde Kur’ân’ın bir benzerini getiremez ve ona karşı çıkışınızda başarısız kalırsanız -ki bu hususta başarısızlığa mahkûmsunuz- o halde, Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi, Kur’ân’ın da Allah’ın kitabı olduğu gerçeğine iman etmeniz gerekir. Aksi takdirde, cehennemliklerden olursunuz. Bu durumda, inkâr inadından vazgeçerek kendinizi ateşten korumaya bakın.

Ayette yer alan “ki asla yapamayacaksınız” kaydı, açık bir mûcizedir. Çünkü istikbâlde meydana gelecek ve Sadece Allah’ın bildiği bir hâdiseyi haber vermektedir. Bu hakikati sadece Allah Teâlâ bilmekte iken, daha sonraki gelişmeler bu bilgiye uygun olarak vuku bulmuştur. Kur’an’a benzer bir kitap, Kur’ân’ınkine benzer bir sûre getirilememiştir. Bu ayetin nüzûlünden bu yana Kur’ân’ın bir sûresine denk bir söz söylenebilmiş veya yazılabilmiş olsaydı, bu muhakkak nakledilir ve kayıtlara geçerdi. Fakat böyle bir şey olmamıştır. Kur’ân inkârcıları, bu meydan okuyuşa olumlu cevap vererek Kur’ân surelerinden herhangi birine denk bir pasaj yazmaktan âciz kalmışlar; -kendilerince- çok daha basit olan nazîre yapmak yerine, türlü türlü zahmetlere girerek, onca masrafı tercih ederek ordular donatmış, silah çekip kan akıtmış, Kur’ân irşadının önüne kaba kuvvetle geçmeye çalışmışlardır.

Bu âyet-i kerîmede son derece iknâ edici, bağlayıcı ve susturucu bir üslup mevcuttur. Şöyle ki; kesin ilim ve yakîne ulaşmanın en mühim vasıtaları açıklık, görme, aklî delil getirme, tecrübe ve doğru haberdir. Ortada apaçık görülen bir gerçek vardır: Kur’ân-ı Kerîm’in nazmındaki yüksekliği anlayabilenler, Kur’ân’ın mûcizeliğini apaçık, bizzat görmekte, diğerleri de bunlardan öğrenmektedir. Üstelik, Allah ve Peygamberi Kur’ân’ın bu hususiyetini açıkça haber vermektedir. Kendi tecrübeleriniz ve başkalarının tecrübeleri de, bunun aynısının yapılmadığını, yapılamadığını ve yapılamayacağını açıkça göstermektedir. Bundan büyük yakîn, bundan büyük ilim olmaz. O halde, şüphe etmeye hiçbir hakkınız kalmamaktadır. Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan bir şüphe, vesveseden, bahane üretmekten veya hoyratlıktan başka bir şey değildir. Bunu bilmez, hala şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz. Böylelikle, hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O halde, şunu bilmelisiniz ki, sizin gibi kâfirler için hazırlanmış bir ateş, bir cehennem vardır. O ateş, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık bundan kendinizi koruyun.

Ayette geçen vekûd; ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, paçavra, odun gibi şeylerin hepsinin ortak ismi olup yakıt demektir. Sakınılması istenilen bu ateş öyle bir ateştir ki yakıtı, âsî insanlar ve taşlardır. Çünkü bunlar kolay tutuşup alevlenir ve yavaş söner. Ateşi harâretli ve pis kokulu olduğundan, bedenlere iyice yapışır. Bir başka görüşe göre ise, taşlardan maksat, müşriklerin taptığı putlardır. Ateşin yakıtı arasında putların da sayılmasının sebebi müşriklerin, azametlerine inanarak karşısında boyun eğdikleri bu varlıkların ileride böylesine zelîl ve hakîr bir duruma düşeceklerini ihtar etmek ve bu sembolik varlıklar yüzünden azâba dûçâr kaldıklarını müşriklere anlatmaktır.

Cenâb-ı Hak, Kur’an’da tekerrür eden âdeti gereğince, şüphe girdabında küfre düşenleri ateşle uyardıktan sonra, şimdi de iman ve amel-i sâlih sahiplerini şöyle müjdeliyor:

25. Rasûlüm! İman edip sâlih ameller işleyenleri şöyle müjdele: Altlarından nehirler akan cennetler onlar içindir. Ne zaman kendilerine cennet meyvelerinden bir şey ikram edilse, her defasında: “Bu, daha önce dünyada yediğimiz şey!” derler. Oysa bu rızıklar, renkte ve şekilde birbirinin benzeri, fakat tatta ve keyfiyette çok yüksek kıymette olmak üzere kendilerine ikram edilecektir. Orada onlara tertemiz eşler verilecek ve orada ebedî kalacaklardır.

Korkutmak ve müjdelemek Kur’an üslubunun iki esas mihverini teşkil eder. Zira kulları nihâî olarak iki netice beklemektedir: Cennet ve cehennem. Kur’an, insanları hem cehennemden sakındırmakta, hem de cennete girmeye teşvik etmektedir.

Tebşîr, “deri” anlamındaki “bişre” ile aynı kökten gelen bir kelime olup “birisine, derisi üzerinde tesiri görülecek kadar sevindirici bir haber ulaştırmak; müjde vermek” demektir. Sâlihât kelimesi “sâliha”nın çoğuludur. Sâlih “aslında iyi, yarayışlı, aklen ve naklen doğru, hayırlı, maksad ve ihtiyaca en uygun” mânasına gelir. Çoğul ekiyle sâlihât, “sâlih ameller, hayırlı işler, güzel davranışlar” mânasında kullanılmıştır. Sâlih amellerin kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır.

Burada iman ile amelin iki farklı alan olduğu anlaşılmaktadır. Ayetteki müjde, sadece iman edenler için değil, imana amel-i sâlihi ekleyenler için söz konusudur. Yani buradaki müjde, sâlih ameli bulunmayanlar için geçerli değildir. Zira îman temel, sâlih amel de o temel üzerine inşâ edilen binâ gibidir. Üzerine binâ yapılmayan temel bir işe yaramaz.Bu yüzden amel yapmadan cennete tâlip olmak akıl kârı değildir. Çünkü Allah Teâlâ amel-i sâlihi, cennete girme ve orada yüksek derecelere erme vesîlesi kılmıştır. Her ne kadar Allah, amel-i sâlihe fırsat bulamayan bir kulunu mücerred imanı ile de cennete sokabilirse de, normal şartlarda amele dönüşmeyen bir iman düşünülemez. Ameller imanın tabii neticesi olup mü’minin imanını kuvvetlendirmekte, kalbini nûrlandırmaktadır. Bu bakımdan kul, cennete varabilmek için sağlam bir imana sahip olmalı, imanını pekiştirebilmek için de sâlih amellere devam etmelidir.

İşte yüce Rabbimiz, iman edip ihlasla sâlih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan, içinde meyveli ağaçların bulunduğu cennetlerle müjdelemektedir. Örtme ve gizleme anlamındaki “cenne” kökünden gelen cennet kelimesi, “bir kere örtmek” demektir. Bu mânadan hareketle cennet, “dalları birbirine girmiş, zemini görünmeyecek kadar girift ve gölgeli ağaçlarla örtülmüş bir bahçe” anlamına gelmiş olmaktadır. Ağaçlarının sıklığı sebebiyle cennet, üzeri adeta yemyeşil tek bir örtü ile gözlerden korunmuş, gizli saklı bir yerdir. Burada, hiç kimsenin içine girmeden göremeyeceği, aklından bile geçiremeyeceği, son derece gönül alıcı nimetler vardır. Ancak ayette tek bir cennetten değil, “cennetler”den söz edilmektedir ki bunlardan maksat, âhiretteki ebedî mükafat yurdunun tamamıdır. Aslında tek bir mükâfat yurdu olup bu yurt, mükafata hak kazanmış olanların manevî makam ve derecelerine göre tanzim edilmiş çok sayıda cenneti ihtiva etmektedir.

Bu büyük ve geniş cennetlerin alt kısımlarından büyük ırmaklar akar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen cennetin durumu şöyledir: Orada hiç bozulmayan tertemiz su ırmakları, tadı bozulmayan taptaze süt ırmakları, içenlere lezzet veren ve dünyadakiler gibi sarhoş etmeyen şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlar için orada ayrıca canlarının çektiği her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır…” (Muhammed 47/15)

Cennet nehirleri, kendileri için yapılmış özel ark ve hendekler olmaksızın bahçeler arasında uzunlamasına akıp dururlar. Cennet ehli su nehrinden içtikleri zaman, ebedî hayatı bulurlar ve bir daha ölmezler. Süt nehrinden içtikleri zaman, vücutları dengeli bir biçimde beslenir ve bir daha za’fa uğramazlar. Bal nehrinden içtikleri zaman, şifa ve sıhhat bulurlar; bir daha hasta olmazlar. Şarap nehrinden içtikleri zaman, neş’e ve sevinç bulurlar; ondan sonra hiç mahzûn olmazlar.

Cennet ehline, oradaki nimet ve meyvelerden ikram edildiğinde, bunlar kendilerine, dünyada yiyip içtikleri şeylermiş gibi gelir. Çünkü cennet meyveleri renk ve şekil olarak dünya meyvelerini andırmaktadır. Fakat yedikleri zaman, farklı tatta, çok daha güzel meyveler olduğunu görürler. Bu özellik, insan için ayrı bir ikramdır. Zira insan, önceden tanıdığı ve bildiği bir şeyi elde edip onun öncekilerden daha kıymetli olduğunu görünce sevinç ve mutluluğu artar. İkinci hikmet ise, insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, hayal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, onları aşina oldukları şeylere benzetmektir. Bu bakımdan, Allah Teâlâ, cennet ve nimetlerini bildiğimiz kelime ve kavramlarla anlatmıştır. Arada bir benzerlik vardır, ancak asla biri diğerinin dengi değildir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.) cenneti anlatırken, “Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçmeyen şeyler vardır” buyurmuş, ardından da:

“Bizim âyetlerimize ancak şu kimseler iman ederler ki, o âyetlerle kendilerine öğüt verildiği zaman, hiçbir büyüklük duygusuna kapılmadan derhal yüzleri üzere secdeye kapanır ve Rablerini övgülerle anıp tesbih ederler. Geceleyin yanları yataklardan uzaklaşır, azâbından korkup rahmetini umarak Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Yaptıkları bütün bu güzel işler karşılığında onlar için göz ve gönül aydınlığı olacak hangi sürpriz nimetlerin saklı tutulduğunu hiç kimse hayal bile edemez.” (Secde 32/15-17) meâlindeki ayetleri okumuştur. (Müslim, Cennet 5)

Önceki ayetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in mûcize olduğu delillerle izah edildikten sonra, gelecek ayette Kur’an’ın bir üslup özelliğine dikkat çekilmekte ve hakikatleri açıklamak üzere sivrisinek dâhil, her türlü misali vermenin bir sakıncası olmadığı haber verilmektedir:

26. Allah, hakikatleri beyân için bir sivrisineği, hatta küçüklük ve kıymetsizlikte ondan daha aşağı bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu hemen bilirler. Kâfirler ise: “Allah böyle bir misal ile ne demek istiyor, acaba?” derler. Allah onunla bir çok kimseyi sapıklığa düşürür, yine onunla pek çoklarını da doğru yola erdirir. Aslında Allah, onunla ancak fâsıkları sapılığa düşürür.

Allah Teâlâ, müşriklerin putlarının acizlik ve değersizliklerini ortaya koymak için sineği misal verip (Hacc 22/73), putlara ibâdet etmeyi de örümcek ağına tutunmaya benzetince (Ankebût 29/41) yahudiler güldüler ve: “Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki, Kur’an onları misal getiriyor. Böyle Allah kelâmı olmaz!” dediler. Bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Vâhidi, s. 26-27) Diğer taraftan Araplar, sivrisinekten daha zayıf bir şey tasavvur edemezlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, sivrisinek ve örümcek misalleri ile putların bunlardan daha aciz olduğuna işaret etmiştir.

“Hayâ”; ayıplanma ve zemmedilme korkusu ile bir kimsede beliren değişme, utanma ve çekingenlik hâlidir. Böyle durumlar Allah için imkânsızdır. Dolayısıyla kelime burada “terk etmek, vazgeçmek” mânasında kullanılmıştır. Allah Teâlâ, çok küçük ve basît bir varlık oluşuna bakarak, sivrisineği örnek olarak vermekten vazgeçmez. Bilâkis tevhid ve şirk gibi temel dinî gerçeklerin kolaylıkla anlaşılmasını temin maksadıyla sivrisineği, onun bir kanadını, ondan büyük veya daha küçük varlıkları misâl olarak verir. Bu, o kadar garip karşılanacak bir durum değildir. Üstelik hiçbir güç, O’nun iradesini bağlayamaz.

Darb-ı mesel, kelamın, bir durumu en münasip tarzda ifade edip, onun bütün güzellik veya çirkinliğini ortaya koyacak bir şekilde serdedilmesi demektir. Bu mâna, dirhemlerin üzerine özel bir işaret vurma anlamına gelen “darb-ı derâhim” sözünden alınmıştır. Sanki mesel darbeden kişi, dinleyicinin kulak kapısını çalmakta ve sözünün tesirini onun kalbine ulaştırmaktadır. Bir şeyi mücerret olarak tahkir etmek veya kötülemekle kalplerde tesir meydana getirmek pek zordur. Ancak onu, tahkirliği örf haline gelmiş ve kendisinden son derece nefret edilen bir şeye benzetmekle, istenilen tesir meydana getirilebilir. (Merâğî, Tefsir, I, 70; Bekir İsmâil, el-Emsâlü’l-Kur’âniyye, s.17) İşte sinek, sivrisinek ve örümceğin misal verilmesi bu kabildendir.

Rebî’ b. Enes’in ifadesine göre, Cenâb-ı Hak dünya ehline ibret olsun diye sivrisineği misâl vermiştir. Çünkü sivrisinek aç kaldığı sürece yaşar ve doyunca ölür. Dünya ehli de böyledir. Karnını tıka basa doyurunca isyâna ve azgınlığa kalkışır. Evvelâ kalbi ölür, sonra mânen gerilemeye devam eder.

İmam Kuşeyrî der ki: “Hak Teâlâ’nın kudretine nispetle bütün yaratıklar, havadaki bir toz zerresinden daha küçüktür. O’nun kudreti karşısında Arş ile sivrisineğin büyüklük bakımından bir farkı yoktur. Arş’ı yaratmak O’na zor gelmediği gibi, sivrisineği yaratmak da “kolay” sözüyle anlatılamaz. Çünkü Allah Teâlâ, kolaylık ve zorluk gibi şeylerden münezzehtir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 30)

Cenâb-ı Hak, zaman zaman zayıf varlıklardan bahsederek zayıf kullarının kalplerini tesellî ve takviye etmiştir. Yerine göre aciz ve küçük gibi görülen o yaratıkların, kuvvetliler üzerinde ne gibi tesirler icrâ edebileceklerini göstermiştir. Meselâ sivrisinek, küçüklüğüne rağmen, filde bulunmayan iki kanada sahiptir. Cenâb-ı Hak takdiri icâbı birine vermediği bir şeyi, diğerine vermiştir. Biri çok iş yaptığı halde diğeri az iş yapar. Daha garibi bu küçük yaratık, küçüklüğüne bakmadan diğer büyük yaratıklara eziyet verir. Üstelik kimse de kendini ondan kurtaramaz. Allah’ın hikmetine bakın ki, aslanı gâyet kuvvetli, sinek ve sivrisineği gâyet zayıf yarattığı halde sivrisineğe insanlara karşı bir cür’et ve cesâret, aslana da bir korku vermiştir. Sivrisinek ne kadar defedilmeye çalışılsa insanın üstüne üstüne gelir. Aslan ise koğulmadığı, uzaklaştırılmadığı halde yuvasını insanlardan uzak yerlere yapar. Allah insanlara karşı sinek ve sivrisineğe verdiği cür’et ve cesâreti, aslana vermiş olsaydı, insanlar helâk olurdu. İşte Allah yerine göre, zayıf yaratığa karşı insanı âciz kılar, yerine göre de kuvvetli yaratığa karşı güçlü kılar. Allah’ın böyle gizli hikmetleri pek çoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 86)

Yüce Mevlâmız daha önce indirdiği kitaplarda ve Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok misaller vermiştir. Sivrisinek de bunlardan biridir. İnsanlar kalbî durumlarına göre bunlara bir karşılık verirler. İman edenler, Allah ve Rasûlü’ne bağlılıkta sıkıntısı olmayanlar bu misallerin Rableri tarafından indirildiğini, açık ya da gizli büyük hikmetler ihtiva ettiklerini ve inkâr edilmelerinin mümkün olmadığını bilirler. Bu misâller üzerinde derin derin tefekkür ederek hikmetlerinden faydalanmaya çalışırlar. Kâfirler ise, verilen misâlleri küçümseyerek: “Allah, bu basît ve değersiz misâlle ne demek istiyor, acaba?” diye alay ederler. Bunlardan öğüt alacak yerde itirâzda bulunurlar. Allah ise, indirdiği Kur’an veya orada verdiği misâllerle, sapıklığı seçecekleri bilinen pek çok kimseyi saptırır. Hidâyete erecekleri ma’lûm olan pek çok kimseyi de doğru yola erdirir. Görüldüğü üzere Kur’ân bir topluluk için şifa ve rahmet olurken; bazı insanlar için de bedbahtlık ve azap vesîlesi olmaktadır. Zira o, Allah’ın lutuf ve kahrını içinde bulundurduğu kelâmıdır. Lütfu ile sâdıkları doğru yola ulaştırdığı gibi, kahrı ile de fâsıkları sapıklığa düşürmektedir.

Sivrisineğin bilim ve teknoloji bakımından da önemi büyüktür. Nitekim teknolojinin hayli ilerlediği asrımızda ilim adamları tabiattan ve yaratıklardaki tasarımdan daha ciddi istifade etmeğe çalışmışlar, bulunduğu yerden yukarıya dikey olarak yükselip, inmek istediği noktaya dikey olarak inebilen savaş helikopterlerini sivrisineğin iniş ve kalkışından ilham alarak tasarlamışlardır.

Âyette geçen “fısk” kelimesin lügat anlamı “çıkmak” demektir. Araplar taze hurmanın kabuğundan çıkmasını bu kelime ile ifade ederler. Dinî bir terim olarak, “Allah’ın emirlerini terk ve O’na isyan etmek suretiyle doğru yoldan çıkmak” mânasına gelir. Bu fiilleri yapan ve bu vasıflara sahip olanlara da fâsık denilir. Fıskın üç derecesi vardır:
· Günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek.
· Üzerine düşerek devamlı yapmak.
· Çirkinliğini inkâr ederek, yani günahı güzel görerek yapmaktır. Bu üçüncü kısım küfür derecesidir. Fâsık bu noktaya gelmediği sürece Ehl-i sünnete göre mü’minlikten çıkmaz.

Şu halde fâsık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Fakat bu âyet-i kerîmede bahsedilen fâsıkların küfürlerinde ve dinden çıktıklarında şüphe yoktur. Çünkü burada üç vasıf zikredilmiştir: Allah’a verdiği sözden dönüp inancını bozmak, ilâhî emrin aksini yapmak, yasakları işlemek suretiyle de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak. Bu üç husus birleşince de küfür gerçekleşir. İşte Allah bu nevi misâllerle başkalarını değil, ancak kendisini inkâr eden ve emrinden çıkan böyle fâsıkları saptırır.

Fâsık olarak isimlendirilen bu kimselerin küfre girmelerine ve ebedi hüsrana uğramalarına sebep olan vasıfları şöyle haber verilir:

27. O fâsıklar ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler, Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği bağları koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.

Onlar:

Birinci olarak, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler: Bozmak mânasında kullanılan اَلنَّقْضُ (nakz); sağlam bir şekilde yapılmış bir binayı yıkmak, yahut bükülen bir ipi çözmek veya verilen bir ahdi yerine getirmemek gibi anlamlara gelir. اَلْم۪يثَاقُ (mîsâk) ise yemin ile pekiştirilmiş ahit demektir. Düğümleme ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade eder. Araplar, ahit yapanlar arasında birleşmeyi sağlaması bakımından ahde “ip” derlerdi. Bu yüzden ayette, yapılan anlaşmayı bozmak, çözmek mânasına gelen “nakz” kelimesiyle ifade edilmiştir. Sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan ahitten maksat şunlardan biri veya hepsi olabilir:
Âdem’in zürriyetinden aldığı rubûbiyeti ikrâr şeklindeki ahit,

Allah Teâlâ’nın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla insanlara yaptığı tavsiyeler, emirler ve yasaklardır. Bunlara uygun amel etmemek, ahdi bozmak demektir.

Cenab-ı Hakk’ın, gökleri, yeri ve diğer mahlukâtı yaratıp, bunlara tekliğini gösteren deliller koymuş olması, varlığını ve birliğini kabul etme hususunda insanlardan ahit alması mânasındadır. Bu ilâhî san’at hârikalarına ve kudret akışlarına bakıp tefekkür ederek tevhide erememek, ahdi bozmak demektir.

Allah’ın Ehl-i kitaptan Peygamberimizin peygamberliğini gizli tutmayıp açıklamaları hususunda almış olduğu ahiddir.

Yüce Allah’ın, peygamberlerden ve iman edenlerden son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman ve yardım edeceklerine dair almış olduğu sözdür. (bk. Âl-i İmrân 3/81)
İkincisi; Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği bağları koparırlar: Korunup gözetilmesi emredilen hususlar şunlar olabilir:
Bunlar sıla-i rahim; akrabalık ve dostluk bağlarıdır. Onlar, akraba ile alâkayı, ziyâretleşmeyi, müslümanlar ile ülfeti ve dostluğu keserler.
Söz ile amelin birbirine uygun olmasıdır. Onlar amel etmedikleri halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden koparırlar.
Kesintisiz ve bir bütün olarak peygamberlerin tasdik edilmesidir. Onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş olurlar.
Burada Allah’ın dinine, O’na ibâdet etmeye, şer’î hükümlerini uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu, yüce Allah tarafından yapılması emredilen her şey hakkında geçerli olan genel bir ifadedir.
Üçüncüsü; yeryüzünde bozgunculuk yaparlar: Allah Teâlâ’dan başkasına taparlar. İnsanları Allah’a ve Peygamber’e itaatten alıkorlar. Yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Onların işleri Allah’ın emrine göre değil, hep şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.

Terazi veya başka bir şeydeki eksiklik ve zararın adına “hüsrân” denilir. Kelimenin sapıklık ve yok olma mânaları da vardır. “Hâsir” ise, kendinin felâh ve kurtuluştan payını azaltan, helak olan kimsedir. Hüsrana uğrayanlar; kazançtan mahrum, işi gücü zarar ve ziyan olanlardır. Çünkü böyle bir kişi kıyâmet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek, cennette kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecek ve helak olacaktır.

İşte fâsıklar, “mîsâk günü” tevhîd ve ubûdiyet üzere Allah’a verdikleri sözü bozdular. Hakk’a kavuşturacak sebebleri, Allah’ın kapısına kapanmalarını gerektirecek vesîleleri bıraktılar. Fıtratlarında bulunan tevhîd tohumunu şirk koşmak ve peygamberlerin davetine sırt çevirmek gibi engellerle köreltip iman ve sâlih amel suyuyla sulamadılar. Bu sûretle tohumun bozulmasına zemîn hazırladılar. Böyle olunca kendilerini kâmil insan yapacak istidattan mahrûm kıldılar. Nitekim toprağa ekilen tohum, su verilmezse, yerden çıkma özelliğini kaybeder. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Asra yemîn olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ!” (Asr 103/1-3)

Ayetteki şu işârî mâna dikkat çekicidir: “Sırrının bir lahza Hakk’ı şuhuttan yani O’nu murâkabeden kayması ahdi bozmaktır. Bir nefes vaktini bile Allah’ın hakkını yerine getirmek için değil, nefsinin hazzı için harcaman, emredileni yapmamandır. Allah’ı hesaba katmadan geçirdiğin anlar, yeryüzünde çıkardığın fesatlardır. İşte en açık hüsrân ve en büyük belâ budur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)

Böyle doğru yoldan ayrılmış, küfre saplanmış ve hüsrana dalmış nasipsizleri uyandırmak, ibret nazarlarını yaratılışlarına çevirerek Allah’ın azametini düşündürmek üzere gelen ayetlerde şöyle buyrulur:

28. Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, ölü idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O’na döndürüleceksiniz.

Âyet-i kerîmede, kullarına olan büyük ikramlarına rağmen Allah’ı inkâr etmenin; O’nun varlığı, birliği ve azametini görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceği soruluyor. Kur’an’ın burada hitabını, “Siz!” diyerek aniden bizlere çevirmesinde son derece parlak ve hayranlık uyandıran bir belagat, yücelik, ilmîlik ve gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan küfür ve nankörlüğü kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için “Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz” sualindeki tesirin şiddeti fevkalade büyüktür. Bundan maksat sormak değil, böylelerini susturmak ve azarlamaktır. Zira nimetin büyüklüğü, bu nimeti verene isyanın da büyük olmasını gerektirir. Hayır, hayır! Allah’ı asla inkâr edemezsiniz.

Çünkü:

Başlangıçta hepiniz ölü haldeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsınıza ait hiçbir şeyiniz yoktu. İlk olarak bir toprak ve nihayet babanızın belinde bir nutfe olduğunuzu hatırlayın. Böyle iken Allah sizi diriltti, size bir hayat verdi. Nefes alıp verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi yapar, çevresindeki olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan varlık kim ise, işte Allah odur. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ’yı asla inkâr edemezsiniz, etmemelisiniz.

Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek. Unutmayın ki, Allah’ın size ikram ettiği hayat nimeti, ömür ebedi değildir. Geçici ve kısa bir müddettir. Bahar bulutu ve yaz yağmuru halinde geçip gitmekte, bitip tükenmektedir. O, sadece imtihan olmak için verilmiş bir süredir. Ona fazla bel bağlamaya gelmez. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürecektir. İlâhî kanun böyle işlemektedir ve ölümden kurtuluş hiç kimse için mümkün değildir. Fakat iş bununla da bitmemektedir. Daha ötesinde ciddi safhalar bulunmaktadır. O sizi öldürdükten sonra tekrar diriltecektir. Öldükten sonra dirilme haktır. Buradaki “sonra sizi diriltir” ifadesi hem kabir hayatı hem de kıyametten sonra dirilme ile de tefsir edilebilir.
Nihayet Allah’a döndürüleceksiniz. Âyetin bu kısmı insanın yol güzergâhındaki son safhayı haber verir. Yaratılan herkes nihâyetinde Allah’a döndürülecektir. Dünya hayatında ne yaptı ve nasıl yaşadı ise ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına kavuşacaktır. “Artık kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa, onu görür. Kim de zerre kadar bir kötülük yapmışsa, onu görür” (Zilzâl 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Cehennemlikler, “Vahlar, yazıklar olsun bize!” (Yâsîn 36/52) diye pişmanlık çığlıkları atarken, cennet ve rıdvan ehli: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!” (Zümer 39/75) diyecektir.

Âyet-i kerîmede şu işaretler vardır: Siz bizi gereği gibi tanımamanız ve bilmemeniz sebebiyle mânen ölü idiniz, Allah sizi mârifetiyle ihyâ etti. Sonra sizi öldürecek yani dünya alakalarından uzaklaştıracak ve rahmetiyle kalbinizi nefsinizin esaretinden kurtararak sizi tekrar diriltecek. Hakkı icra edip şeriat ahkâmını korumak sûretiyle de O’na vâsıl olacaksınız. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)

Gelen ayette de, Allah’ın insanlara olan büyük nimetleri sayılmaya devam etmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

29. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semâya yönelip onları yedi kat gök olarak tastamam tanzîm eden O’dur. O, her şeyi hakkıyle bilendir.

Allah, o kadar şanı yücedir ki, mahlukâtın en şereflisi olarak insanı yaratmıştır. Yeri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi insanın emrine ve faydasına âmade kılmıştır. Bunlarla insanın din, dünya ve âhiretini mamur etmesini istemiştir. Pek çok âyet-i kerîme bu hususa temas etmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:

“Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lutuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır..” (Câsiye 45/13)

“Allah ki, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere çeşit çeşit meyveler, ürünler çıkaran O’dur. Koyduğu kanunlara uyarak denizde yüzüp giden gemileri size boyun eğdiren ve ırmakları hizmetinize veren de O’dur. Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde dönüp durmakta olan güneşi ve ay’ı hizmetinize veren ve gece ile gündüzü de faydanıza sunan yine O’dur. Hâsılı O size, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki, eğer Allah’ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, imkânı yok, onları toplu halde bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlimdir, çok nankördür.” (İbrâhim 14/32-33)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hak şu altımızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini; denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, geceleri, gündüzleri hâsılı zikredilen veya edilmeyen unsurların hepsini bizim için, hayatımız ve ölümümüzde faydalanmamız için yaratmıştır. Bütün bunlar, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak içindir.

İlgili âyet-i kerîmelerden “Eşyada aslolan mübâhlıktır” kaidesi çıkarılabilir. Fakat bunun mânası her şeyin mübâh olması değildir. Dinin emirleri ve yasakları vardır. Dolayısıyla Allah ve Resûlü’nün yasakladıkları haram veya mekruh, bunun dışındakiler ise mübahtır. Cenâb-ı Hak, her şeyi insan için, insanı da kendine kulluk için yaratmıştır. Âyet-i kerîmede: “Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56) buyrulmuştur.

Yeryüzü ve içindekiler insan için yaratıldığı gibi, yedi kat gökler ve orada bulunanlar da yine insana müsahhar kılınmıştır. Bu bakımdan âyet-i kerîmenin devamında Rabbimizin yaratma iradesinin gökyüzüne yöneldiği, orasını yedi kat gök olarak yarattığı ve en mükemmel şekilde tanzim ettiği bildirilir. Ayette geçen “istivâ” lügat olarak “bir şeyin üzerine çıkmak, yükselmek ve kurulmak” mânalarına gelir. Güneşin tepeye yükselmesi ve kuşun havalanıp yukarı uçması Arap dilinde bu kelime ile anlatılır. Yine kelimenin “kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün kemal noktasına ermesi” mânasının yanı sıra “bir şeye yönelmek” mânası da vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ayette istivâya “kasdetme ve yönelme” mânası vermişlerdir. Yani Allah gökleri yaratmayı murad etmiş ve ona yönelmiştir (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, I, 254-255). Bunlardan da insanlara sayısız faydalar sağlanmıştır. Bu sayede insanlar, bu görkemli bina içinde yer, içer, nefes alır, ısınır, aydınlanır ve hayatlarını devam ettirirler. Allah’ın bu kâinata koyduğu kaideleri keşfederek ilim, fen, kültür ve medeniyet yolunda ilerleme kaydederler. Şeyh Sadî der ki: “Toprak, su, bulut, rüzgar, ay, güneş ve felek hepsi durmadan işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve onu gafletle yemeyesin”.

Burada ve başka ayetlerde Allah Teâlâ’nın gökleri “yedi sema” olarak yaratıp düzenlediği beyân edilir. Bu yedi göğü dünyanın gökleri veya uzayın gökleri olarak kabul eden tefsirciler, eski Aristo ve Batlamyus nazariyesine göre Ortaçağ’dan sonra da Kopernik, Galile, Kepler, Newton, Einstein, S. Hawkiag çizgisinde gelişen güneş ve kâinat sistemleriyle ilgili bilgilere göre açıklamalar yapmışlardır. Ancak bu yedi gökten maksadın ne olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Arap dilindeki kullanıma göre bunun çokluktan kinaye olarak düşünülüp birçok gök şeklinde anlaşılması da mümkündür. (Kur’an Yolu, I, 98)

Yine de bununla alakalı iki farklı yaklaşıma yer vermek faydalı olacaktır:

Birinci yaklaşıma göre yerden Venüs’e kadar bir; Venüs’ten Merkür’e kadar iki; Merkür’den güneşe üç; güneşten Merih’e yahut yine yerden Merih’e dört; Merih’ten Jüpiter’e beş; Jüpiter’den Satürn'e altı; Satürn’den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün olanlar hep bu yedinci hudud içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu “yedi sema” özellikle yerin yaratılması üzerine tesviyeye dâhil olanlardır. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip edenlerindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı değildir.

İkinci yaklaşıma göre ise dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. Bunlar arasında son derece bir nizam, insicâm ve uygunluk bulunmaktadır. Büyük tefsir âlimlerinin kanaatleri bu istikamettedir. Mi’rac hadisesinde de semaların böyle ruhanî mânalarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını tesviye etmektedir (Elmalılı, Hak Dini, I, 292-294).
Şüphesiz Allah Teâlâ “alîmdir”; her şeyi bilmektedir. “Alîm”, bilgi sahibi, çok bilen anlamındadır. Allah’ın ilmine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları olduğu gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık-seçik bir şekilde bilir. O’nun ilmi zamanla ve mekânla kayıtlı değildir. Hiç bir şey, O’nun ilminin dışında kalamaz. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık bir kitapta yer almaktadır.” (En‘âm 6/59)

Cenâb-ı Hak, bütün varlıkların künhünü, mâhiyetini ve ne olduğunu çok iyi bildiği için de yarattığı her şeyi en güzel ve en faydalı bir şekilde yaratmıştır. Bunun bir tezâhürü olarak yarattığı şeyler kemâl noktasında tertipli, düzenli ve hayrete şayandır. O’nun bütün fiilleri ve ahkâmı mükemmelliğin zirvesindedir. Sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah, şüphesiz ölüleri tekrar diriltmeye kadirdir. Mü’minlerin, Allah’ın Alîm olduğunu bilmesi, emirleri gereğince amel etmeleri içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Zira Allah sadece yaptıklarımızı değil, içimizden geçenleri dahi bilmektedir. (bk. Bakara 2/235)

Önceki âyetlerde, insanın Allah yanındaki değerine, bunun bir gereği olarak bütün mahlukatın ona hediye edilmesine yer verildikten ve Hak Teâlâ’nın ilmine vurgu yapıldıktan sonra, gelecek ayetlerde insanın halife kılınması ve haiz olduğu ilim sebebiyle meleklerden bile üstün olması beyân buyruluyor:

30. Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” dediğinde onlar: “Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” demişlerdi. Allah da onlara “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” buyurmuştu.

İnsanın en mühim yaratılış maksatlarından biri, onun yeryüzünde “halife” olmasıdır. Halîfe’den maksat, Hz. Âdem ve onun daha sonra gelecek zürriyetidir. “Halîfe” hilâfet kelimesinden gelmektedir. Hilâfet, “bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi, onun yetkilerini kullanması” mânasındadır. Dolayısıyla halîfe kelimesinde iki mühim mâna vardır. Kur’ân-ı Kerîm, iki mânaya da yer vermektedir:

Birincisi; kendinden önce bulunan bir kısım varlıklardan sonra gelen ve onların yerini alan kişi veya kişiler. Mesela “Sonra onların ardından, nasıl davranacak, neler yapacaksınız görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik” (Yûnus 10/14) ayetinde “halâif” bu mânadadır. Gerçekten Hz. Âdem ve zürriyeti, yaratılış itibariyle diğer varlıklardan sonradır. Ondan önce yeryüzünde pek çok canlı bulunmaktadır. İnsan nesli, düzen kurulup sistem tamamlandıktan sonra yeryüzüne teşrif etmiştir.

İkincisi; bir yetkili tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişi. Dolayısıyla bu ayette halîfe, Allah’ın iradesini yeryüzünde temsîl eden, O’nun adına hareket eden, emir ve yasaklarını tatbîk eden kimse demektir. Bu mânada âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Nefsinin arzu ve tamayüllerine uyma ki, bunlar seni Allah’ın yolundan saptırmasın...” (Sād 38/26)

“Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır.…” (Nûr 24/55)

Son olarak zikredilen âyette bu ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara “hilâfet yetkisi vermek” mânasındaki “istihlâf” va‘di, iman ve amel-i sâlih şartına bağlanmıştır. Dolayısıyla bu, Allah adına bir sorumluluk sahibi olma mânası taşımaktadır.
Meleklerin, ileride insan neslinin neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna rağmen Âdem’in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah Teâlâ’nın da Âdem’in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan, Âdem’e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu, Âdem’in ve zürriyetinin yeryüzünde Allah’ın halifesi olacaklarını göstermektedir. Gerçekten de insan, ilâhî bir sanat hârikası olup sahip bulunduğu aklî melekeleri, sıfat, istidat ve kabiliyetleri ile halîfeliğe en uygun varlıktır. Yaratıklar içinde bu vazifeyi üstlenecek ve yerine getirebilecek en mükemmel varlık odur. Ancak insanoğlunun bu mânadaki halifeliği, kendi mâhiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve mahduttur. Bu halifelik, Allah’ın mülkü bulunan yeryüzünde O’nun iradesine uygun yaşamak ve talimatı doğrultusunda tasarrufta bulunmaktan ibarettir. İnsanoğlu Allah’a kul olsun diye yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı gerçekleştirsin diye ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân ve nimetlerin Allah’ın mülkü olduğunu, bir maksada ve şarta bağlı olarak kendisine emanet edildiğini, bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun bir şekilde tasarruf etmekle yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde davranacaktır. (bk. Kur’an Yolu, I, 101)

“Melek” kelimesi, “elçilik” ve “kuvvet” mânasına gelen köklerden türemektedir. Çoğulu “melâike”dir. Melekler, Allah Teâlâ’nın buyruklarını yerine getirmekle, O’ndan aldıkları emirleri yerlerine ulaştırmakla görevli oldukları ve bunu ifâ edecek kuvvete sahip oldukları için bu ismi almışlardır. Kur’ân ayetlerinin işaretine göre melekler, hem ilmî ve kelâmî bir rûhî tebliğ yapmakta, hem de bir fiil, ilâhî kudret ve yaratmanın da tebliğcisi olmaktadırlar. Peygamberlere ve hatta yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunmaktadır. Hatta kendisine “Rûh” denilen özel bir melekten bile bahsedilir. Şunu bilmek gerekir ki âlemde vuku bulan her hadise ile ilâhî kudretin özel bir ilişkisi vardır. Şu halde melekler topluluğunun, ilâhî kudret ve yaratmanın vahdetten kesrete dağılmasını ve onun pek çok değişik nevilerde şekillenip ortaya çıkmasını ifade eden “mebâdi-i fâile: yapıcı temel güçler” olarak değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla kâinatta böyle bir elçilikle vuku bulmayan hiçbir olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez. (bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 303-304)

Resûlullah (s.a.s.), “Melekler, nûrdan yaratılmışlardır...” (Müslim, Zühd 60) buyurmuştur. Meleklerin mâhiyet ve hakikatlerinin nasıl olduğu hususunda farklı değerlendirmeler söz konusudur. Kelamcıların pek çoğunun savunduğu görüşe göre melekler mekan tutan varlıklardır. Bunlar, gökyüzünde bulunan, çeşitli şekillere girebilen havâî ve latîf cisimlerdir. Zira peygamberler bunları şekilleriyle görmüşlerdir. Şekiller ise cismanî olup boyutları vardır. Bunlara göre cisimden arınmış maddesiz soyut kuvvet, sadece ilâhî kudrete aittir. İslâm filozoflarının görüşüne göre ise melekler nefisleriyle kaim cevherler olup yer tutan varlıklar değillerdir. Onlar, insan ruhu gibi soyut cevherlerdir fakat mâhiyetçe bunlardan farklıdırlar.

Melekler, sayı bakımından çokturlar. Bunların çokluğunu ifade etmek için Resûlullah (s.a.s.)’in: “Gök gıcırdamaktadır. Gıcırdamakta da haklıdır. Zira gökte ayak basacak hiçbir yer yoktur ki orada secde veya rükû eden bir melek bulunmasın” (Tirmizî, Zühd 9) hadisini zikretmek yeter.

Bu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle bir çeşit istişaresinden bahsedilir. Allah Teâlâ bir halîfe yaratacağını söylediğinde melekler âdeta kendilerinin buna daha lâyık olduklarını sezdirmeye çalışarak: “Halbuki biz seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” (Bakara 2/30) derler. Yâni biz seni şânına lâyık olmayan şeylerden pak ve uzak tutuyoruz. Bize verdiğin pek çok nimet sebebiyle sana hamdediyoruz. Tesbih, celâl sıfatlarını açığa çıkarmak, hamd ise nimet verici sıfatlarını hatırlatmak içindir. “Biz seni takdîs ederiz” ifadesi, “Seni yücelik, izzet, şeref gibi sana yakışan sıfatlarla vasfeder; sana lâyık olmayanlardan da seni tenzih ederiz” demektir. Bir başka yoruma göre tesbih; Allah’a lâyık olmayan şeyleri O’ndan uzak tutmak, takdîs ise O’n şanına lâyık olan şeylerle anmaktır.

Meleklerin, Âdem’in hilâfeti hususunda Cenâb-ı Hakk’a suâl sormalarının bir takım hikmetleri şöyle izah edilebilir:
Melekler, insanın yaratılış hikmetinin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. Yoksa bunu îtiraz olsun diye veya Âdem’e hasetlerinden dolayı yapmamışlardır. Zira nasların bildirdiğine göre meleklerde Allah’a isyan ve îtiraz etme özelliği, haset ve kin gibi kötü huylar bulunmaz.
Meleklerin, insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini levh-i mahfuzdan öğrenmiş olabilecekleri ihtimâli bulunmaktadır. Bu yüzden böyle bir suâl sormuş olabilirler. Nitekim bâzı kelâm âlimleri, meleklerin levh-i mahfûzu görüp okuyabildiklerini söylemişlerdir. (bk.Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXI, 114)
Hak Teâlâ daha önce bu durumu onlara bildirdiği için böyle bir suâl sormuş da olabilirler.
Bir başka görüşe göre de melekler, cinlerin bozgunculuk ve fesad çıkardıklarını daha önceden bildikleri için bu suâli sormuşlardır.

Meleklerin bu ifadelerine karşılık Cenâb-ı Hak, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) buyurarak bir bakıma onların bu tesbih ve tenzih özelliklerinin halifelik için yeterli gelmediğini, kendisinden bir sır yâni rûh üflenmesi keyfiyetinin ve isimleri öğretmesinin buna vesîle olacağını ifade etmiştir. “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) buyruğunda ayrıca şu işaretler yer almaktadır:

“Meleklerin teşbihinde, yaptıkları işlerini ve faziletlerini ortaya koyma vardır. Allah’ın insanoğlunun günahlarını affetmesinde ise Cenab-ı Hakk’ın ona olan kerem ve rahmetinin tecellisi vardır. Allah, itaatkârların itaatinden müstağnidir; O’nun kimsenin itaatine ihtiyacı yoktur. Meleklerin tesbihinde kendilerinin övgüye hakları olduğu anlaşılırsa, günahları affetmede yaratıcının kulunu övmesi vardır. Ben, siz bilmediğiniz halde mü’min kullarımın bana olan sevgilerinde ne kadar temiz bir gönle sahip olduklarını; kulluk sözlerini yerine getirmede sırlarının ne kadar berrak olduğunu bilirim. Her ne kadar zaman zaman dış yüzleri isyan kirleriyle kirlense de özleri böyledir. Benim onlara olan sevgimi ben bilirim, fakat siz bilmezsiniz. Siz halinizi ifşa etmeye çalışıyorsunuz. Ben ise Âdem ve neslinin taşıdığı sırları gizliyorum. Günah işledikleri zaman onların kalplerinde oluşan kırıklığı da, tesbih ve takdisinizi ortaya koyarken sizin kalbinizde oluşan kabarma ve gurur da siz bilmiyorsunuz fakat ben biliyorum. Siz yaptıklarınızın güzelliği bakımından -kendinizce- yüksek bir rütbede bulunuyorsunuz. Onlar ise sahip oldukları duygular itibariyle gönülleri alçak ve kalpleri kırık bir durumdadırlar. Şu bir gerçek ki kalbi kırık kulların benim katımda çok büyük kıymeti vardır. Benim lutfum olmasa sizin tesbihinizin ne önemi, affettiğim takdirde kulların günahlarının ne zararı olabilir? Size taat, insanoğluna rahmet elbisesi giydirdim. Dolayısıyla siz taat elbisesi, tesbih ve takdis örtüsü içindesiniz. Onlar ise affımın ve rahmetimin örtüsü içindedirler. Onlara kerem elbisemi giydirdim ve onları af örtüme sardım.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 34)

Gelen âyetlerde bir bakıma Âdem’in hangi özellikleri sebebiyle halifeliğe layık görüldüğünü beyân etmek üzere şöyle buyrulur:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Allah Âdem’e isimlerin tamamını öğretti, sonra da onları meleklere gösterip: “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu.

32. Melekler: “Seni tesbih ve her türlü noksanlıktan tenzîh ederiz! Senin öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Elbette her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin!” dediler.

33. Allah: “Ey Âdem, bunların isimlerini onlara söyle” dedi. Âdem isimleri onlara bildirince, Hak Teâlâ: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” buyurdu.

Âdem’in yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak seçilmesinin en mühim şartı, sahip olduğu pek çok istidatla beraber onun ilmî yönüdür. Kendine lütfedilen duyu organları, kalp, akıl ve anlama kabiliyetiyle bilmediğini öğrenebilmekte ve varlığın hakikatini keşfedebilmektedir. Bu özellik, yaratıklar içinde sadece insana aittir. Burada Allah Teâlâ, Âdem’in meleklerden daha üstün kabiliyetlere sahip ve bu sebeple hilâfete layık olduğunu açıkça ortaya koymak üzere bir imtihan yapmaktadır. Fakat henüz imtihan başlamadan önce Cenab-ı Hak, bütün isimleri Âdem’e öğretti. Ya o isimleri bizzat kendi koyup Âdem’in ruhuna nakş ve ilham etti. Veya Âdem’e bunları gerektiğinde koyup kullanacak özelliğe sahip bir ruh üflemeyi takdir buyurdu. Birinci mâna açık, ikincisi de ihtimal dâhilindedir.

Âdem’e öğretilen “bütün isimler”den maksadın ne olduğu hakkındaki görüşleri şu şekilde hülasa etmek mümkündür:

Bu isimler, insanların birbirleriyle tanışma ve anlaşmasına vesile olan bütün isimlerdir. Bunlar; insan, hayvan, bitki, yer, gök, deniz, dağ, nehir, kuş, güvercin, deve, inek, koyun, hatta kamçı ve kapkacağa varıncaya kadar bütün varlıkların isimleridir. Bundan kıyamete kadar olmuş ve olacak bütün şeylerin isimleri mânasını anlamak da mümkündür.
Bu isimlerden maksat meleklerin veya Âdem’in zürriyetinin isimleridir.
İsimlerden murat, eşyanın sûretleridir.
Allah, Âdem’e sadece mahlûkatın isimlerini değil, kendi isimlerini de öğretmiştir. Âdem, mahlûkatın isimlerini bilmekle meleklerin secdesine lâyık olmuştur. Hak Teâlâ’nın isimlerini bilmesiyle ne gibi yüksek derecelere lâyık olacağı buna kıyâs edilerek düşünülmelidir. Mahlukatın ismini bilmede Âdem’le eşit seviyede olmayanların, Hakk’ın isimlerini ve gaybın sırlarını bilmede ona yaklaşmaları nasıl mümkün olabilir?

İşte Yüce Rabbimiz, bütün bu isimleri ve suretleri Âdem’e öğretti. Sonra da bu isimlerin delalet ettikleri zâtları meleklere göstererek, bunları isimleriyle kendisine haber vermelerini istedi. Halbuki Allah, onların bu işe güç yetiremeyeceklerini bilmekteydi. Allah’ın Âdem’e eşyânın isimlerini önceden öğretip, sonra meleklere arzetmesinin hikmeti, Âdem’i taltîf etmek, bilmediği sırları ve gizli ilimleri ona öğretmek; diğer taraftan da meleklerin, sahip oldukları özelliklerle Âdem’e karşı gelmelerini önlemekti. Allah’ın meleklere, “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” (Bakara 2/31) şeklindeki hıtâbı, onları azarlamak, acizliklerini göstermek, onların gerçeği görerek işin aslını Hak Teâlâ’ya bırakmalarını sağlamak içindir. “Meleklerin sözün”den murâd ise, Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkaracaklarını, bu sebeple halîfe olma husûsunda kendilerinin onlardan daha üstün olduklarını iddiâ etmeleridir.

Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun olarak isimleri haber vermekten aciz kalan melekler, Allah’ı her türlü noksanlıktan pak ve uzak tutarak, kendilerine öğrettiklerinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve cahillerin yaptığı gibi bilmedikleri şeyler hakkında da görüş ileri süremeyeceklerini söylediler. Âyet, aynı zamanda meleklerin önceki sualleriyle Allah’a itiraz maksadı taşımadıklarını, bilakis bilmediklerini öğrenmeye çalıştıklarını gösterir. Zira onlar, kendi âlemlerine ve kabiliyetlerine uygun olmayan ilimlere sahip olmadıklarını, kabiliyetlerine uygun olan ilmi ise zâten Allah’ın kendilerine öğreteceğini söylemektedirler.

Şüphesiz Allah Alîm’dir; herşeyi öylesine bilir ki, ona hiçbir sır gizli kalmaz. Meleklerin, verdikleri cevaplarından Allah’ın “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) sözünün mânasını kavradıklarını anlıyoruz. Hakîm’dir; herşeyi hikmetle yaratır, hikmeti olmayan hiçbir iş yapmaz. Yaptığını muhkem ve sağlam yapar. Hüküm verenlerin en yücesi de O’dur.

Meleklerin isimleri bilememesi ve Allah karşısında acziyet ve tezellüllerini ortaya koymaları üzerine Cenab-ı Hak Âdem’e hitap ederek, eşyanın isimlerini meleklere haber vermesini istemiştir. O da bu vazifeyi başarıyla yerine getirmiştir. İmtihan tamamlanmış, hikmet tecelli etmiş ve Âdem’in meleklerden üstünlüğü açık bir delille ispat edilmiştir. Meleklerin bilmediği, fakat Allah’ın kesinlikle bildiği gerçeklerden bir kısmı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Rabbimiz: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” (Bakara 2/33) buyurmuştur.

Âyetin işaret ettiği mühim noktalar şunlardır:

İnsan, şerefli bir varlıktır.

İlim, ibâdetten üstündür. Zira meleklerin ibâdeti Âdem’inkinden fazla olmasına rağmen, halîfeliğe lâyık olamamışlardır.
Halîfe olabilmek için aranan temel şartlardan biri, ilim sahibi olmaktır.

Âdem ilmi sebebiyle meleklerden üstündür. Zira Allah “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) buyurmaktadır. İlim, özü itibariyle daha şerefli olmakla birlikte, ilimle beraber ibâdet de gereklidir. Zira ilim ağaç, ibâdet meyve gibidir. Ağaç asıl olduğu için şerefli olmasına rağmen, faydalanılan kısım daldaki meyvedir.
Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığına göre:

“Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın temiz olan cismini topraktan yaratıp rûh üfleyince, Cebrâil (a.s.)’a:
«- Benim kudret denizimden üç tane büyük cevher al, nurdan yapılmış bir tabak içerisine koyup onu Âdem (a.s.)’a arzet! O, bu üç cevherden birini seçsin!» diye emretti.

Bunlardan biri akıl, ikincisi iman, üçüncüsü de hayâ cevheri idi. Cebrâil (a.s.) tabağı Âdem (a.s.)’a arzetti ve bu hâli ona anlattı. Âdem (a.s.); «Mü’min Allah’ın nuru ile bakar» (Tirmizî, Tefsir 15) hadîs-i şerifi mûcibince firaset nazarını kullandı ve aklı seçti. Cebrâil (a.s.), iman ve hayâ cevheri bulunan tabağı kaldırıp tekrar kudret denizine götürmek istedi. Fakat Cebrâil bu kadar kudretine rağmen tabağı yerinden kaldıramadı. İman ve hayâ cevherleri ona:
«- Biz Allah’ın sevgilisi olan aklın sohbetinden ayrılamayız, onsuz hiçbir yerde karar ve mânamız kalmaz. Çünkü biz üçümüz ezelden beri Allah’ın şeref mâdeni ve kudret denizinin cevherleriyiz, birbirimizden ayrılamayız» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Cebrâil’e:
«- Ey Cebrâil! Onları bırak gel!» emri geldi. Bu üç temiz cevher Âdemoğullarına kalmış mirastır.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 263)

Âyet-i kerîmede işaret edildiği üzere, burada Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e bir inâyet ve rahmet tecellisi vardır. Zira meleklere, özellikle hakkında bilgileri olmayan bir şeyi talep ederken “Bana haber verin!” buyruğuyla yürekleri sarsacak bir heybet hitabında bulunmuştur. Âdem’e ise, heybet ve korkuya kapılmasını gerektirmeyecek şekilde “Onları meleklere haber ver!” buyurmuştur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 36)

Düzenlenen imtihanla Âdem’in meleklere üstünlüğü ve hilâfete liyakâti tespit edilince, bu kez ilâhî hikmetin ikinci adımı gerçekleştirilmek üzere meleklere Âdem için secde emri gelmektedir:

“Âdem” kelimesi “yeryüzü” anlamındaki “edeme”den gelmektedir. Böylelikle Hz. Âdem’e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiştir. Bu kelimenin “esmerlik veya beyazlık” anlamını taşıyan “udme”den geldiği de söylenir ki bu da Âdem’in ve oğullarının rengini gösterir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 279-280)

34. Meleklere: “Âdem’e secde edin!” dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secdeye kapandı. İblîs ise direnerek bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.

اَلسَّجْدَةُ (secde), sözlükte eğilmek, boyun bükmek ve tezellül mânalarına gelir. Dinî bir terim olarak “Allah’ın huzurunda ibâdet kastıyla alnı yere koymak”tır. Secde, sadece Allah’a tezellül ve ibâdet mânasında kullanılır. İhtiyârî ve teshirî olmak üzere iki türlü secde vardır. İhtiyârî olan, sadece insanın yapacağı bir secdedir ve onunla sevap kazanır. Teshirî secde ise insan başta olmak üzere hayvanların, bitkilerin, cansız varlıkların, ay, güneş ve yıldızların mecburen yaptıkları secdedir. Yani durumlarına göre Allah’ın emrine itaat etmeleridir; vazifelerini aksatmadan yapmalarıdır. (bk. Ra‘d 13/15)

Meleklerin Hz. Âdem’e yaptıkları secde, ona ibâdet maksadıyla yapılan secde değildir. O, sadece Allah’ın emrine uygun olarak hareket etmeleridir. Onların secdesi, Allah’ın emriyle olduğu için, bizâtihi Allah’a ibâdettir. Allah Âdem’in şânını yüceltmek için onu meleklerin kıblesi yapmıştır. Dolayısıyla buradaki secdeyi, meleklerin Âdem’e tevâzu ve saygı göstermeleri olarak anlamak gerekir. Kardeşlerinin Yûsuf’a secde etmelerinde de aynı mâna kastedilmiştir. (bk. Yûsuf 12/100) Selâmlamak için yapılan secde yani ayaklara kapanma önceleri câizdi. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) Selman-i Fârisi (r.a.) kendisine secde etmek isteyince: “Hiçbir kulun Allah Teâlâ dışında birine secde etmesi caiz değildir. Şâyet bir kişinin diğerine secde etmesini emretseydim, hanımın kocasına secde etmesini emrederdim” (Ebû Dâvûd, Nikah 40; Tirmizî, Rada 10) buyurarak bunu yasaklamıştır. Dinimizde baş eğerek selâmlama da mekruh sayılmıştır.

Meleklerin Âdem’e secde etmesinde bizler için iki mühim ibret ve ders bulunmaktadır: Birincisi; insan, melekleri örnek alarak onlar gibi Allah’a ibâdet edecek, onlar gibi edeplenecektir. Şeytanın büyüklenip isyân ederek Allah katından kovulması gibi, lanetlenmiş bir duruma düşmeyecek, aksine melekler gibi değerli, övgüye layık ve şerefli bir kul olacaktır. Allah Teâlâ melekleri överek “Onlar, Allah’ın emirlerine asla karşı gelmez ve kendilerine verilen her emri eksiksiz yerine getirirler” (Tahrîm 66/6) buyurur. İkincisi; Allah Teâlâ, insana olan sonsuz rahmet ve ihsânından dolayı itâat, tesbih ve hamd husûsunda melekleri onun yardımına göndermiştir. Onların insana himmet etmesini sağlamıştır. Bu mânada âyet-i kerîmede: “Melekler de Rablerini her türlü övgülerle yücelterek tesbih ediyor ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma diliyorlar” (Şûrâ 42/5) buyrulur.

Ayette geçen اِبْل۪يسُ (İblîs), “iblâs” masdarından Arapça bir isimdir. “İblâs” iyilik ve hayırdan ümit kesmek, pişmanlık ve üzülmek mânalarına gelir. Dolayısıyla İblîs, Allah’ın rahmetinden ve bütün hayırlardan umudunu kesen, uzak olan demektir. Allah Teâlâ, emrine isyan etmesine karşılık İblîs’i, bütün iyiliklerden ümitsiz, taşlanmış ve koğulmuş bir şeytan kılmıştır. Kehf sûresinin 50. ayetinde İblîs’in cinlerden olduğu bildirilmektedir. İbn Abbas (r.a.): “Cinler, meleklerin ateşten yaratılmış bir koludur. İblîs de onlardandır. Öteki melekler nurdan yaratılmışlardır” demektedir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 294) Yine İbn Abbas’tan rivayete göre İblîs, cennet muhafızı olmaları sebebiyle kendilerine Cin denen bir melek grubunun başkanı, yakın göğün ve dünyanın sultanı idi. Bilgisinin çokluğundan dolayı gurura kapıldı. (İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur‘an, I, 77) Buna göre İblîs’in cinlerden olması, meleklerden olmasına aykırı değildir. Çünkü gözden gizli varlıklara cin denir. Melekler de görünmez varlıklar grubundan olduğu için cin adı, her türlü görülmez ruhî varlıkların ortak adıdır. Yalnız cin denen bu ruhî varlıkların iyileri ve kötüleri vardır. İyilerine melek, kötülerine şeytan, iyiliği galip olanlarına da sadece cin denilmiştir.

Meleklerle beraber bulunan İblîs, Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmedi. Kalbi ile imtina etti, çekindi, direndi. Kendisine verilen emri kabul etmedi. Nefsine mağrur olarak kibirlendi, secde etmeyi gururuna yediremedi. “İstikbâr”, kişinin kendisini büyük görmesi demektir. O, kendisinin secde edecek olmasını hoş karşılamamış, Âdem’e secde etmeyi de büyük bir iş olarak görmüştür. Bu sebeple Allah’ın Âdem’e secde emrini ve bu emirdeki hikmetini mânasız bulmuştur. Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir” (Müslim, İman 148) hadisinde bu mânada bir büyüklenme kastedilmiştir. Dolayısıyla İblîs bu tavrıyla kâfirlerden olmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s.), İblîs’in Allah’a karşı isyanına duyduğu pişmanlığı mecâzen şöyle haber verir: “Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşır, ağlar ve: «Vay benim halime! Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet verilecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var» der.” (Müslim, İman 133)

İblîs’in Âdem’e secdeden çekinmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde farklı yönleriyle tekrar edilmektedir. Şu âyet-i kerîmede İblîs’in hangi sebeple secdeden imtina ettiği beyân edilir:

“Allah: «Ey İblîs! Emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?» diye sordu. İblîs: «Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın» dedi.” (A‘râf 7/12)

Âdem, halife seçilip, imtihandan sonra meleklerin secdesine nâil oldu, fakat karşısına İblîs gibi amansız bir düşman çıktı. Devam eden ayetler, Âdem’in eşiyle birlikte cennete yerleşmesini ve İblîs’le imtihan olmasını anlatmaktadır:

35. Âdem’e de: “Ey Âdem, eşinle beraber cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğinizi bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz” dedik.

36. Fakat şeytan, o ağaç yüzünden ikisinin de ayağını cennetten kaydırdı ve içinde bulundukları nimetten onları ayırdı. Biz de onlara: “Haydi, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belli bir zamana kadar kalacak ve ondan faydalanacaksınız” dedik.

37. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle Allah’a yalvardı, tevbe etti, Allah da tevbesini kabul buyurdu. Doğrusu O, tevbeleri çok kabul eden, nihâyetsiz merhamet sahibi olandır.

اَلزَّوْجُ (zevc) kelimesi, “çift” mânasına gelir. Arapça’da çiftin her birini yani hem erkeği hem de hanımı ifade eder. Burada, bu kelime ile Âdem’in eşi olarak yaratılan Havva kastedilmektedir.

Âdem ile eşinin yerleştiği cennet, pek çok müfessirin ortak kanaatine göre öldükten sonra mü’minlerin varacağı ebediyet yurdudur. Âhiretteki cennettir. Allah Teâlâ, o ikisini yerde yaratmış, ruh üflemiş, sonra da cennete yerleştirmiştir. Bunlar oraya devamlı kalmak için değil, misafir olarak girmişlerdir. Bu sebeple, bazı yasakların konması, şeytanın oraya girebilmesi, vesvese verebilmesi gibi hususi durumlar söz konusu olmuştur.

Cenab-ı Hak, Âdem ve eşine cennete yerleşmelerini söylemiş ve meyvelerinden istedikleri yerde, istedikleri zaman ve arzu ettikleri kadar bol bol yemelerine müsaade etmiştir. Meyveler bitecek diye sıkıntıya düşmemelerini tavsiye buyurmuştur. Onlara büyük bir hürriyet vermekle beraber, yine de bir sınır tayin etmiş, yasaklanan ağaca yaklaşmamalarını istemiş, aksi takdirde zalimlerden olacakları ihtarında bulunmuştur. Bu gerçek, insana verilen hilafetin mutlak olmadığını göstermektedir. Bunun belli bir sınırı vardır ki, o sınırı aşmak zulümdür.

Ayette “ağaçtan yemeyin” değil de “ona yaklaşmayın” buyrulması, bu yasağa uymanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Yasaklanan ağaçtan maksadın, buğday, üzüm veya incir olduğu nakledilir. Sûfîler bunun, buğday ve buğday başağı olduğunu kabul ederler. Çünkü bunun, insanoğlunun beslenmesinde çok mühim bir yeri vardır. Ancak en güzeli, kesin bir nass olmadığı için bu ağacın ne olduğunu tayin etmemektir. Allah Teâlâ bunu Kur’ân’da bize ismiyle bildirmemiş, ancak cennette belli bir ağaç olduğunu, Âdem’in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olabilecek bir özellik taşıdığını haber vermiştir. Bu ağaç cennete yenilmek için değil, tahdit ve kulluk için konulmuştur. Ona yaklaşmak zulmü gerektiren bir durumdur. Zulüm ise haddini aşıp bir hakkı, olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. “Yasak ağaca yaklaşırsanız zâlimlerden olursunuz” (Bakara 2/35) ifadesi, Âdem ve eşinin, bu yasağı çiğnemeleri durumunda işledikleri günahın ve uğrayacakları cezanın büyüklüğünü açıklamaktadır.

Gerçekten de cennetteki huzur ve saadet hayatı uzun sürmedi. Düşmanlığını açıkça ilân eden İblîs, oraya girerek vazifesini yaptı. Âdem ve eşini yanılttı, yasak ağaca yaklaştırarak günah işlemelerine ve ayaklarının kaymasına sebep oldu. Sahip oldukları itaat halinden ayırıp masiyete yönlendirdi. Böylece ikisini de her türlü nimet, bolluk ve refah içinde yaşadıkları cennetten uzaklaştırdı. Zira o zaman kovulmuş bulunuyor olsa da kendisine Âdem’i ve neslini azdırması için imkân ve mühlet tanınmıştı. İnsanın yaratılış hikmeti asıl bununla ortaya çıkacak ve hilafet tasarrufu bizzat bu yolla gerçekleşme imkânı bulabilecekti.

Yasak ağaca yaklaşmakla Âdem ve eşinin fıtratlarında bir değişme ve bir bozulma meydana geldi. Bu halleriyle cennette kalabilmeleri imkânsızlaştı. Sonunda ilâhî hikmet, onların birbirlerine düşman olarak yeryüzüne inmelerini gerektirdi. İnenler; Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları zürriyetleridir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde indirildiler. “Adüvv”, düşman demektir ve dostun zıddıdır. Zulmetmek ve haksızlık yapmak mânasındaki bir kökten gelmektedir. “Udvân” da, apaçık zulüm, haddi aşmak ve haksızlık mânasındadır. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana “adüvv” ismi verilmiştir. Kişinin, bizzat kendine düşman olması da mümkündür. Dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak, insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak, kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan etmek suretiyle bizzat kendine düşmanlık yapacaktır.

Dünyaya imtihan için gönderilen Âdem ve nesli, yeryüzünde belli bir zamana, ölüm ve kıyamete kadar kalacak ve buranın nimetlerinden faydalanacaklardır. Dünyada ebedi olarak kalmayacaklardır. Bu hayat fanîdir, ona göre davranmaları gerekecektir. Ayette geçen “metâ”, kendisi ile faydalanılan yiyecek, içecek, giyecek, barınacak ve ünsiyet edilecek dünya nimetlerdir.

Âdem ve eşi, insan neslinin devam etmesi, bunlara çeşitli mükellefiyetler yüklenerek imtihan edilmeleri ve içlerinden kimin daha güzel amel işleyeceğinin belirlenmesi için yeryüzüne indirilmişlerdir. Yine bu sayede Rabbimizin, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” (Bakara 2/30) va’di gerçekleşmiş ve Âdem’in halîfe olması mümkün olabilmiştir.

Şeytanın aldatmasıyla büyük bir hata işleyen ve bu sebeple dünyaya inmesi emredilen Âdem, Rabbinin kendine vahyettiği bir kısım dualarla hemen tevbe ve istiğfar etti. Âyetin başındaki ki “fâ” harfi; Âdem’in yeryüzüne inmesinin emredilişinin hemen ardından, hatta daha yeryüzüne inmeden tevbe ettiğini gösterir. Buradan; Âdem’in önce tevbe ettiği daha sonra yeryüzüne indiği mânasını çıkarmak da mümkündür. Zaten bir sonraki âyette ikinci kez tekrar edilen “İnin” (Bakara 2/38) emri buna işaret etmektedir.

Ayette zikredilen اَلتَّلَقّ۪ي (telakki) kelimesi, belleyip almak, farkına varmak ve kabul etmek gibi mânalara gelmektedir. Bu kelime Kur’an’ın vahyedilmesi mânasında da kullanılmıştır. (bk. Neml 27/6)

Âdem’in Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğu ise A‘râf sûresinde haber verilir:

“Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.” (A‘râf 7/23)

İşte Âdem ve eşi bu ilticâ ve niyâz dolu kelimelerle tevbe edince, Allah da onların tevbesini kabul buyurdu. اَلتَّوْبَةُ (tevbe), lügat olarak dönmek ve yönelmek anlamındadır. Kulun vasfı olarak tevbe, günahtan taata yönelmek; Allah’a izâfe olunduğunda ise O’nun kulu cezalandırmaktan vazgeçip affa yönelmesi mânasına gelir. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden ve kullarına nihayetsiz merhamet edendir.

Kulun tevbesi şu şartlarla tamam ve makbûl olur. Bunlar; işlediği günaha pişman olmak, hâlihâzırda günahı terketmek, ileride aynı günahı tekrar işlememeye azmetmek ve üzerinde hakkı bulunanların haklarını ödeyerek helâlleşmektir. Tevbe sabun gibidir. Sabun zâhirî kirleri temizlediği gibi, tevbe de bâtınî kirleri ve günahları temizler. Kul, günahtan vazgeçip amellerini düzeltirse Allah da onun hâlini ıslah eder. Elden kaçırdığı nimetleri tekrar ona ihsan eder.

Gelen âyet-i kerîmelerde, yeryüzüne inip orada yerleşen insanoğluna doğru yolu gösterecek rehberlerin gelmesi ve bu rehberlere yapılan muameleye göre birbirine zıt iki farklı neticenin ortaya çıkması ele alınır:

38. Onlara şöyle dedik: “Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmeyeceklerdir.”

39. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.

“Hepiniz oradan inin!”
(Bakara 2/38) emri ikinci kez tekrarlanmaktadır. Halbuki hitap, yine aynı kişilere yapılmaktadır. Bunda bir takım incelikler ve hikmetler mevcuttur. Şöyle ki:

· Birisine “Kalk, kalk!” demek gibi burada iniş emri ikinci bir defa vurgulanmak ve pekiştirilmek üzere tekrar edilmiştir.
· İkisinde farklı hükümler vardır. Birincide düşmanlıktan, ikincide ise doğru yolu gösterecek rehberden bahsedilmiştir.
· Birincisi, “Ebedî olmayan, kavga ve mücâdelelerle dolu olan bir dünyaya imtihan için inin!” mânasına gelirken ikincisi, “Emir ve yasaklardan sorumlu olmak için dünyaya inin!” mânasına işaret etmektedir.

Allah’tan gelen doğru yol rehberinden maksat, Allah’ın emirlerini insanlara getirip açıklayan peygamberler ve kitaplardır. Bunların tebliğ ettikleri hükümlere tabi olan ve gösterdikleri yolda gidenlere hiçbir korku yoktur. Bunlar asla üzülmeyeceklerdir ve pişman olmayacaklardır. اَلْخَوْفُ (havf), korku demektir ve gelecekle ilgili olur. اَلْحُزْنُ (hüzün) ise, sevincin zıddı olup, üzülmek ve kederlenmek demektir. Bu ise ancak geçmişe ait hususlarla ilgili olur. Dolayısıyla ayetin mânası şöyledir: “Allah’tan gelen doğru yol rehberine uyan kimseler için âhirette karşılaşacakları hususlarda korkulacak bir şey yoktur. Önceden yaptıkları ve dünyada geri bıraktıkları şeyler için de kederlenmeyeceklerdir.” Nitekim cennetlikler şöyle diyeceklerdir:

“Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır 35/34)

Âdem’in zürriyetinden doğru yolu bulup ona uyanlara karşılık bir de tam aksine hareket edenler, böylece küfre saplanıp Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar olacaktır. Bunların akıbeti çok fenâ ve pek hazindir. Onlar, cehennemin arkadaşları, ateşin dostları olacaklardır. Ayette geçen اَلْأصْحَابُ (ashâb) kelimesi “sohbet”ten gelir. Sohbet, herhangi bir halde ve herhangi bir zamanda bir şey ile birlikte olmak anlamındadır. Bunun sürekli ve her şeyiyle iç içe olunduğu durumlar, arkadaşlığın en yüksek derecesini teşkil eder. İşte ateş ashâbının cehennemle arkadaşlığı böyle olacaktır. Bu sebeple onlar hakkında اَصْحَابُ النَّارِ (ashâbu’n-nâr) ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca sohbet kelimesinde vuslat mânası da vardır. Dolayısıyla kâfirler, cehennemde toplanacak, orada ebedi kalacak ve âdeta cehennem onların mülkü olacaktır.

Bakara sûresinin 1-39. âyetleri, bütün insanlara hitap eden, insanlığın başlangıcını açıklayan, inanç ve amellerine göre farklı insan gruplarını anlatan bir giriş mâhiyetindedir. Buradan itibaren 123. âyete kadar, özellikle İsrâiloğulları’na hitap eden ve onların daha önceden devam edegelen bir kısım yanlışlarını ortaya koyup düzelten bir bölüm yer almaktadır:

40. Elinizdeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın. Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin. Ve benden, yalnız benden sakının.
اِسْرَاۤء۪يلُ (İsrâîl) kelimesi İbrânîcede “Safvetullah” yani “Allah’ın seçkin kulu” ve “Abdullah” mânalarına gelir. Yâkup (a.s.)’ın lakabıdır. Onun torunları, bu lakaba nispetle “İsrâiloğulları” ismini almışlardır. Yahudilere bu şekilde hitap edilmesi, onlara bir peygamber ve Allah’ın seçkin bir kulu olan atalarını hatırlatmak suretiyle onları imana teşvik içindir. Âyette hitap edilen İsrâiloğulları, din âlimleri başta olmak üzere, özellikle Peygamber Efendimiz (s.a.s.) zamanında yaşayan yahudilerdir. Böyle olmakla birlikte kıyamete kadar gelecek olan yahudileri de muhatap kitlesi içine almaktadır.

Öncelikle onlardan, Allah’ın kendilerine olan nimetini hatırlamaları istenmektedir. Bu nimet, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara yerleştirmesi gibi ilâhî yardımlardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 356) Bunlara ilave olarak en büyük ilâhî nimet ise şüphesiz onları doğru yola davet eden yeni bir Peygamber’in gelmesi ve ona Kur’an gibi bir kitabın inmesidir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Bu nimetleri hatırlamaktan maksat, onların varlığının farkında olmak, kıymetlerini bilmek ve onlara en iyi şekilde şükretmeye çalışmaktır.

İkinci olarak Allah’a olan sözlerini tutmaları talep edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın yahudilerden ne tür sözler aldığına dair açıklamalar yer almaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (bk. Bakara 2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına, muhtaçlara Allah nzası için borç vereceklerine (bk. Mâide 5/12), kendilerine indirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (bk. Al-i İmrân 3/187) dair söz almıştır. Fakat buradaki ahitten maksat daha ziyade, yahudilerden, kutsal kitaplarında hakkında önemli bilgiler verilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini tanıyıp ona inanmaları ve bu hakikati insanlara da açıklamaları hususunda alınan sözdür. Bir sonraki âyet de buna delâlet etmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 357; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 65; Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Onlar Allah’a olan sözlerini yerine getirdikleri takdirde Allah da onlara yardım edecek, yaptıkları amel-i sâlihlere bol bol mükâfat verip onları cennetine ulaştıracaktır. O halde sadece Allah’tan korkmak, emir ve yasaklarına dikkat etmek ve verilen sözün gereğini yerine getirmek lazımdır. Nitekim zamanın vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’yle görüşür ve:

“–Bana himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum, fakat darılıp azarlamasından da korkuyorum” der. Zünnûn Hazretleri ağlar ve şu ibretli cevabı verir:

“–Eğer ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar zümresinden olurdum.”

Ukayl-i Menbicî (k.s.), çeşitli mertebedeki insanların Allah’tan korkusunu şöyle izah eder:

“Korku her işin başıdır. Ama korku şekli herkeste bir başkadır. Şöyle ki:

Âriflerin korkusu, ilâhî fiil tecellileri arasında bir rahat arzusu beslemek. İşte bundan korkarlar. Velîlerin korkusu, bir ilâhî emrin icrâsında nefsânî bir korku duymak. Onlar, bu yanlış duygudan çok korkarlar. Müttekîlerin korkusu, halka bakarken nefislerine bir payın çıkmasıdır. Baktıklarına Hak için bakarlar. Bunun aksi onları çok korkutur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 488)

İmam Kuşeyrî âyete şöyle bir mâna vermektedir: “… Siz bu perdelerle örtülü ve gizli dünyada sözünüzü yerine getirin. Ben de yakınlık âlemi olan âhirette sözümü yerine getireyim. Sevgi ve hoşnutluğuma kavuşma sergisi üzerinde benimle ünsiyet ve cemalimi görmenin devamını size ikrâm edeyim. Siz her iş ve hâlinizde «Rabbim, Rabbim!» deyin. Ben de her an size «kulum! kulum!» diyeyim. Aksi hâlde benden korkun.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 41)

Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulların’dan aldığı sözlerin başında Resûlullah (s.a.v)’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmalarıydı:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Elinizdeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın. Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin. Ve benden, yalnız benden sakının.

Kur’ân-ı Kerîm, yahudilerin elinde bulunan Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirilmiştir. Kur’an onun Allah kelâmı olduğunu vurgular; ondaki tevhid akidesi, peygamberlere ve âhirete iman, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak gibi temel esasları tanır ve muhataplarına öğretir. Tevrat gibi Kur’an da Allah’tan gelen ilâhî bir kitaptır. Bu vesileyle yahudiler Tevrat’a inandıkları gibi Kur’an’a da inanmaya davet edilmektedirler. Peygamberliğin, vahyin ve kutsal kitabın ne olduğunu iyi bildiklerinden onların Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmalarının, böyle bir alt yapıya sahip olmayan müşriklerden daha kolay olması gerekir. Bu sebeple “Onu ilk inkâr eden siz olmayın” (Bakara 2/41) buyrularak, Kur’an âyetleri üzerinde tefekkür etmeleri, onun Tevrât’ın mâhiyetine uygunluğunu düşünmeleri ve onu herkesten önce acelece inkâr etmemeleri öğütlenmektedir.

Yahudiler, Tevrât’ın verdiği bilgilerden hareketle son olarak bir peygamberin geleceğini ve ona bir kitap indirileceğini bekliyorlar, fakat bunun kendilerinden biri olacağını zannediyorlardı. Hatta bu vesileyle inkâr edenlere karşı zafer elde edeceklerini bile düşünüyorlardı. Ancak hakikat istedikleri gibi vuku bulmayınca inkâr yoluna sapmışlardır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği beyân etmektedir:

“Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara 2/89)

“Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin” (Bakara 2/41) emri, Allah’ın indirdiği âyetlerin ifade ettiği hakikatlerin hiçbir şekilde değiştirilmesinin, gizlenmesinin veya eğilip bükülmesinin caiz olmadığını bildirir. Bu hitap, daha çok âyetleri anlayabilecek, onların tefsirini yapabilecek ve âyetler hakkında söz söyleyebilecek âlimleri hedef almaktadır. Onlardan, nimetlerin en büyüğü olan Allah’ın âyetlerini, onların açıkladığı gerçekleri terk edip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bunlarla mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dünyevî mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir. Gerçekten de Allah’ın âyetleri ve ilâhî hakikatlerin bilinmesi, olduğu gibi dosdoğru bir şekilde tebliğ edilmesi, yaşanması ve yaşatılması yanında, ne kadar çok olsa da dünya malının fazla bir değeri yoktur. Bu son derece ulvî gerçeğe göre çok olan az, büyük olan da küçük ve değersiz hükmündedir. Öyleyse gerçeği olduğu gibi kabullenmek ve ona göre davranmak gerekmektedir:

42. Hakkı bâtılla örtbas etmeğe kalkışmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin.

43. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rukû edenlerle beraber siz de rukû edin.

“Hak”, Allah’tan geldiği şekilde Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği bilgilerdir. “Bâtıl” ise, bilinçli bir şekilde bu ilâhî bilgilere aykırı olarak ortaya konulan nefsânî görüşlerdir. Âyet-i kerîme, bunların birbirine karıştırılmasını ve gerçeğin gizli tutulmasını yasaklamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın âyetlerinin tefsiri, tercümesi ve açıklanmasında, diğer ilmî hususların incelenip ortaya konmasında tâkip edilmesi gereken en doğru ve güvenilir yolu beyân etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsirini yaparken, Kur’an’ı Kur’an, tercümeyi tercüme, tefsirini de tefsir olarak öğrenmek ve öğretmek farz mesâbesinde mühim bir vazîfedir.

Rivayete göre bir kısım yahudi âlimleri, şahsî fikir ve kanaatlerini kaleme alır, bunları Tevrat’ın aslı ile karıştırır ve birbirinden seçilmez hale getirirlerdi. Böylece doğru ile yanlış birbirine karışır ve doğrunun ne olduğunu tespit etmek güçleşirdi. Bazan de Peygamber Efendimiz’in vasıflarını anlatan âyetleri ve dünyevî çıkarları açısından işlerine gelmeyen bir kısım hususları gizlerlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 363-365) Nitekim bu hususta bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar, sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!” derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun kazandıkları yüzünden onlara!” (Bakara 2/79)

Bilinen gerçeklerin gizlenmesinin uhrevî cezasıyla alakâlı olarak da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimseye bildiği bir konu sorulur da cevap vermezse, kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9/3658; Tirmizî, İlim 3/2649)

Bile bile hak ile bâtılın karıştırılmaması ve hakkın gizlenmemesi talep edildikten sonra, insanın bu hususta sağlam bir ihlas ve dinî şuura sahip olmasına vesile olacak ibâdetlere devam istenmektedir. Bunların da başında namazın dosdoğru kılınması, mümkün mertebe cemaatle edâ edilmesi ve zekâtın tam olarak verilmesi gelir. Zira bedenî ibâdetlerin en önemlisi namaz, mâlî ibâdetlerin en önemlisi de zekâttır. Âyetteki “rukû edenlerle beraber siz de rukû edin” (Bakara 2/43) kısmı, söz konusu namazın İslâm’ın emrettiği namaz olduğunu göstermekte, bununla yahudiler İslâm’a davet edilip, onlardan müslümanlığın şartlarını yerine getirmeleri istenmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın şu suali ise gerek Ehl-i kitap âlimlerini gerekse Allah’ın kelamını okuyup anlayabilen herkesi derinden sarsacak ve içinde bulundukları çelişkili durumun farkına varmalarını sağlayacak bir keyfiyettedir:

44. Siz insanlara iyilik yapmayı emredip kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki ilâhî kitabı da okuyup duruyorsunuz. Hiç aklınızı çalıştırmıyor musunuz?

Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi ile alakâlı şu rivayetler vardır: Peygamberimiz zamanında Medine’deki yahudi âlimlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: “Muhammed hakkında ne dersin?” diye soranlara: “Doğrudur, haktır” derler, Resulullah’a uymalarını emrederlerdi. Fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle ona uyma arzularını açıklamazlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III, 43) Bazıları da insanlara: “Allah’a itaat edin, O’ndan korkun ve iyilik yapın” diye öğütler, fakat kendileri buna aykırı davranırlardı. Onların bu yanlış ve çarpık davranışlarını ayıplamak üzere bu âyet-i kerîme inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 368)

İniş sebebi bu şekilde olmakla birlikte âyet-i kerîme, kendini unutup ihmal ederek insanlara iyiliği ve doğruyu emretmeye çalışan herkesi şumûlüne almaktadır. Âyet-i kerîmede “iyiliği emretmek” değil, başkalarına iyiliği emrederken kendini ihmal etmek ve söylediklerine ters düşmek yasaklanmakta ve bunun akılla bağdaşmayacak bir tutum olduğu bildirilmektedir.

Çünkü:

- İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan maksat, doğru olanı göstermek suretiyle başkalarını bundan istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum etmek, başkalarını selamete çıkarmaya çalışıp kendini ateşe atmak demektir. Bu, selîm aklın kabul etmeyeceği çelişkili bir durumdur.

- Bir kimsenin, insanlara ders ve öğüt vererek ilmini ortaya koyup da, kendi söylediğini bizzat kendisinin dinlememesi, söylediklerini fiilen yalanlamak mânasına gelir. Bu, çelişkili bir durum olduğundan, insanları bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan onların sapmasına, mâsiyete düşmesine ve dini emirlerini hafife almasına sebep teşkil edebilir.

- Söylenen sözün ve verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşu boşuna konuşmak, emir vermek ve gevezelik etmek akla uygun bir iş değildir. Kişinin verdiği emir ve öğüdün tersini yapması, onun kıymetini azaltmaya ve herkesi ondan nefret ettirmeye sebep teşkil eder. Daha açıkçası bu, bindiği dalı kesmek ve oturduğu evi yıkmaktır. Bundan daha büyük akılsızlık ve budalalık olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III, 44)

Peygamber Efendimiz, bu hususta şu ibretli hâdiseyi haber vermektedir:

“Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve:
«–Yahu sen dünyadayken iyiliği emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?» diye sorarlar. O da:
«–Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, kötülüklerden sakındırırdım, fakat kendim yapardım» der.”
(Müslim, Zühd 51; Buhârî, Bed’ü’l-halk 10)

Yine Resûlullah (s.a.s.) Miraç gecesindeki bir müşâhedesini şöyle nakleder: “İsrâ gecesi dudakları ateşten makaslarla kesilen bir grup insan gördüm. «Ey Cebrâil! Bunlar kimdir» diye sordum. «İlâhî kitabı okuyup başkalarına iyiliği emrettikleri halde kendilerini unutan dünya ehli hatiplerdir» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 120, 231, 239)

Allah Teâlâ’ya verilen kulluk sözünü layıkıyla yerine getirebilmenin zor bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Bunu başarmanın yolunu göstermek üzere buyruluyor ki:

45. Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Doğrusu namaz çok ağır ve çetin bir iştir. Ancak o, Allah’a duyduğu derin saygıdan kalbi ürperenlere ağır gelmez.

46. Onlar, kendilerinin Rablerine kavuşacaklarını ve günün birinde O’na döneceklerini kesinlikle bilen kimselerdir.

Sabır, ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin ve her türlü bela ve musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak gibidir. Görüldüğü üzere sabır kalbi amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep edilmesini emir buyurmaktadır. Bu sayede kula ilâhî yardım ulaşacak, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak daha kolay hâle gelecektir. Nitekim namazın bu hususiyeti ile alakalı olarak âyet-i kerîmede:

“Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği şeylerden alıkoyar.” (Ankebût 29/45) buyrulur.

Şu kadar var ki sabır ve namaza devam edebilmek ve bu yolla Allah’tan yardım isteyebilmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bilakis son derece büyük, ağır, çetin ve zor bir durumdur. Ancak “huşû” sahiplerine ağır ve zor gelmez. “Huşû”, “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmektir.” “Huşû”, Allah korkusunun ve saygısının kalbe iyice yerleşmesi, vücudun dışına da aksederek sahibini edepli, mütevâzı ve boynu bükük yapmasıdır. Dolayısıyla huşû sahibi olanlar, dâimî bir kulluk şuuru içinde ve Rablerine hep niyâz hâlinde olduklarından, ibâdetlerin yorgunluk ve meşakkatini hissetmezler. Onlar, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarına ve O’nun huzûruna döneceklerine yakînen inanmaktadırlar. Bütün tutum ve davranışlarının temelinde hep bu köklü düşünce yer almaktadır. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (r.a.), sahâbe-i kirâmın çokça ibâdet edenleri arasında sayılırdı. Namazda o kadar huzura dalardı ki, dikilir kalırdı... Secdeye varır, dalar giderdi… Serçe kuşları onu duvar zanneder, üzerine konardı…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 79)

Âyet-i kerîmede bu gibi mü’minlerin hâlleri şöyle haber verilir:

“Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar. İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (Mü’minûn 18/60-61)

Onlar işte bu inanç sayesinde Allah’a kavuşmayı, O’nun rızâsına ermeyi ve böylece âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha ehemmiyetli görerek, bu uğurda her türlü zorluklara kolaylıkla sabreder ve tahammül gösterebilirler.

Şimdi de İsrâiloğulları, önceden kendilerine ihsan edilen nimetleri hatırlamaya, bu nimetlerin ellerinden çıkmasının sebepleri üzerinde düşünmeye ve İslâm’ı seçmek sûretiyle gelecekte, husûsiyle hiç kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı âhirette daha büyük nimetlere ermeye davet edilmektedirler:

47. Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim nimetlerimi ve bir zamanlar sizi bütün kavimlere üstün kıldığımı hatırlayın!

Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’na bir kısım husûsi nimetler ihsan etmek suretiyle onları, yaşadıkları dönemlerdeki diğer insanlara üstün kılmıştır. Bu konuyu açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar haline getirdi. Dünyada hiç kimseye vermediği şeyleri size verdi.»” (Mâide 5/20)

“Biz İsrâiloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve kendilerini o zamanki diğer topluluklara üstün kıldık.” (Câsiye 45/16)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler, diğer nimetlerin yanında özellikle peygamberlik ve kitap nimetine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla İsrâiloğulları, içlerinden peygamberlerin çıkması, onlara ilâhî kitapların indirilmesi ve bu vesileyle din nimetine erişmeleri sebebiyle, kendi dönemlerindeki inkâr ve sapıklık içinde yaşayan kavimlere üstün tutulmuşlardır. Din emânetine sahip çıktıkları sürece de bu üstünlükleri devam etmiştir. Bu kutsal emâneti terk edip peygamberlere karşı geldikten ve tevhid inancından uzaklaşmaya başladıktan sonra sözkonusu üstünlüklerini kaybettikleri gibi, Kur’an’ın da haber verdiği üzere zillete düşmüş ve lânete uğramışlardır. (bk. Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112)

Diğer taraftan Peygamberimizin bütün peygamberlerden, onun ümmetinin de bütün ümmetlerden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü âyet-i kerîmede bu ümmete hitâben şöyle buyrulmuştur: “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zaten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110) Bu âyette de yine dolaylı olarak müslümanların “en hayırlı ümmet” vasfını korumalarının “Allah’a inanma, O’na itaat edip emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 378)

Kulun en çok gündemine alıp üzerine eğilmesi gereken konu ise zorluk ve dehşeti âşikâr olan kıyamet günü olmalıdır:

48. Hem öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden bir şefaat kabul edilmez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz ve hiç kimseye yardım da edilmez.

Bahsedilen gün, son derece korkunç, şiddetli ve dehşetli kıyâmet günüdür. Burada, insanların o günde içine düşecekleri perişanlık, acizlik ve çaresizlikten bir tablo sunulmaktadır. O gün, hiç kimsenin kimseye zerre kadar fayda sağlayamayacağı bir gündür. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır! ” (İnfitâr 82/17-19)

“Şefaat”, “günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya daha yüksek derecelere yükselmesi için mânevî mertebesi yüksek olan birinin ona dua etmesi ve dilekte bulunması” mânasına gelir. Bir kısım âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler kıyâmet günü Allah’ın izniyle günahkâr mü’minler için şefaatin geçerli olduğunu haber vermektedir. (bk. Bakara 2/255; Tâhâ 20/109) İlgili âyetlerin tefsirinde bu hususa temas edilecektir. Dolayısıyla burada şefaatin kabul olunmaması, özellikle kâfirler hakkında olup âyetin hitâbı onlara mahsustur. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 379; Elmalılı, Hak Dini, I, 345)

Âyetin nüzul sebebi şöyledir: İsrâiloğulları: “Bizler Allah’ın oğulları, dostları ve peygamberlerinin çocuklarıyız. Bu sebeple babalarımız bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Allah Tealâ bu âyetle, kıyamet günü onlardan fidyenin de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 381)

Âyette özellikle “şefaat, fidye ve yardım”ın olmayacağı sözkonusu edilmiştir. Zira bunlar, insanların dünyada çok önem verdikleri hususlardır. Zor durumda kalan bir kimse ya şefaat veya fidye yahut da birinin yardım etmesiyle ancak kendini kurtarma imkânı bulabilir. Bunların hiçbirinin bulunmadığı kıyamet gününde, kâfirlerin asla kurtulma imkânı olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na verdiği diğer nimetlere gelince:

49. Hatırlayın o zamanı ki, size azabın en kötüsünü revâ gören; oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı hayâ edilecek işler için sağ bırakan Firavun hânedânından sizi kurtarmıştık. Bunda da Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.

Mısır krallarına, zorbalıkları ve azgınlıkları sebebiyle “Firavun” lakabı verilmiştir. “Âl-i Firavun” ise, Firavun’un kavmi, hânedânı, etrafındaki şan ve şöhret sahibi kimseler ve özellikle onun her dediğini yerine getiren itaatkâr kimselerdir.

Firavun ve hânedânı, ülkelerinde yaşamak mecburiyetinde kalan yahudileri, çok kötü ve ağır şartlar altında köle gibi çalıştırmışlardır. Onları, her türlü işlerini gördürmek için çeşitli sınıflara ayırmışlardı. Güçlü kuvvetli olanların dağlarda taş kazımaktan, kazdıklarını taşımaktan boyunları, sırtları ve elleri yara oluyordu. Bir kısmı, taş ve çamur taşıyor, Firavun’a saraylar yapıyorlardı. Başka bir grup tuğla yapıp pişiriyordu. Kimine demircilik, kimine marangozluk, kimine çiftçilik yaptırılıyordu. Bu işleri yapamayacak durumda olanlara ise her gün ödemek zorunda oldukları bir haraç yani vergi konulmuştu. Güneş batmadan haracını ödeyemeyenlerin sağ elleri, bir ay boyunca boyunlarına bağlı kalıyordu. Kadınları da keten eğirip, kumaş dokuyorlardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 387)

Bu kadar işkence ve zorbalık yetmiyormuş gibi, Firavun’un gördüğü bir rüyanın kâhinler tarafından “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, seni ve mülkünü yok edecek” şeklinde tâbir edilmesi üzerine durum ayrı bir boyut kazandı. Firavun, İsrâiloğulları kabîlelerinde doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu şekilde doğan erkek çocuklar hemen öldürülüyor, kız çocuklar sağ bırakılıyordu. Kızların ve kadınların sağ bırakılması ise hayır için değildi. Erkekleri öldürülmüş bir milletin kızları ve kadınları yabancıların elinde kalacak ve kısa bir müddet sonra nesil yok olup gidecekti. Ayrıca âyette “kadınlarınızın rahimlerini yokluyorlar, çocuk alıyorlardı” ve “kadınlarınıza utandıracak şeyler yapıyorlardı” mânaları da vardır.

Şüphesiz Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’nı bu şekilde büyük bir imtihana tâbi tutmuştur. Burada hem azap hem de kurtuluş ile imtihan sözkonusudur. Nitekim başka bir âyet-i kerîmede: “Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz” (Enbiyâ 21/35) buyrulur. Azap ile imtihan, onları, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için denemektir. Kurtuluş ile imtihan ise kendi başlarına bir millet ve devlet oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve ahlâk ile yaşamalarına imkân tanımaktır.

İşte İsrâiloğulları’na verilen birinci nimet, onların Firavun’un zulmünden kurtarılmalarıdır. İkincisi ise denizin yarılıp Firavun ve hânedânının orada boğulmasıdır:

50. Sizin için denizi ikiye ayırmış, sizi kurtarmış ve gözünüzün önünde Firavun hânedânını boğmuştuk.

Bahsedilen denizin bugünkü “Kızıl Deniz” olması mümkündür. Mûsâ (a.s.), Allah’ın emri gereğince bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sina’ya geçmek üzere gizlice Kızıl Deniz’e doğru yola çıkar. Sabahleyin durumu öğrenen Firavun da kuvvet toplayarak peşlerine düşer. Cenâb-ı Hak, bir mûcize olarak denizi yarar, denizin ortasında yollar açılır. Böylece İsrâiloğulları selâmetle karşıya geçerler. Onların peşinden karşıya geçmeye çalışan Firavun ve beraberindekiler ise denizin azgın suları arasında boğulup giderler. (bk. Şuarâ 26/52-68) Âyet yahudilere, gözleri önünde cereyan eden bu mühim hâdiseyi ve kendilerine olan ilâhî yardımı hatırlatmaktadır.

Hatırlatılan bir diğer husus da şudur:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o ayrılıp Tūr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.

52. Bütün bunlardan sonra belki şükredersiniz diye yine de sizi bağışlamıştık.

Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’ya Zilkâde ayında “otuz” gün oruç tutmasını emretmiş, sonra bunun üzerine Zilhicce’den “on” gün daha ilâve etmişti. Nitekim “Tûr Dağı’nda ibâdet etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu.…” (A‘râf 7/142) âyeti bunu haber vermektedir. Âyette “gündüz” yerine “gece” denilmesinin sebebi, Arabî aylara göre güne gece ile başlanması ve gündüzün geceye tâbi olmasıdır.

Burada bir incelik daha vardır:

İlâhî tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden sayılır. Tarikat erbâbı kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizde kullanılan ve Farsça kırk mânasına gelen “çile” tabirinin de aslı yine budur. Hz. Mûsâ kırk günlük bu süreyi oruç ve ibâdetle geçirmiş ve kendisine Tevrat levhaları inzal buyrulmuştur. Bu mevzu daha geniş bir şekilde başka sûrelerde gelecektir. (bk. A‘râf 7/142-145) Ne yazık ki, Hz. Mûsâ Tur’da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar Samirî’nin yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. (bk. Tâhâ 20/91) Bu, son derece haksız, zalimce ve nankörce bir davranıştı. Bununla beraber sınırsız merhamet sahibi olan Allah onları affetti. İşte burada onlara özellikle bu af nimeti hatırlatılmakta ve Allah’ın ihsanlarına şükretmeleri istenmektedir.

Tevrat, onlara verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil eder:

53. Doğru yolu bulmanız için Mûsâ’ya kitabı ve hakla bâtılı ayıran delilleri vermiştik.

Hz. Mûsâ’ya verilen kitap, Tevrat’tır. “Furkân” aslında iki şey arasını kesin olarak ayırmak mânasına gelir. Bu sebeple hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, küfür ile imanı, helâl ile haramı birbirinden ayıran her şeye furkân denilir. Bu yönüyle “Furkân”, Kur’ân-ı Kerîm’in özel lakabı olmuştur. (bk. Furkân 25/1) Tevrat dahi esasen hak ile bâtılı ayıran ilâhî bir furkandır. Dolayısıyla onun Tevrat’ın bir sıfatı olması veya Tevrat’taki şer‘î hükümler yahut “yed-i beyzâ” ve “asâ” gibi mûcizeler ya da bir zafer ve ferah olması da mümkündür. Burada atıf yapılmış olması sebebiyle furkânın Hz. Mûsâ’ya kitap ile birlikte verilmiş olan “kudret ve hâkimiyet” lütfu olması daha münasip görünmektedir. (Elmalılı, Hak Dini, I, 353)

Buzağıyı ilâh edinen kavime Hz. Mûsâ’nın tepkisine gelince:

54. O vakit Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen yaratanınıza yönelip tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız, Yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine siz tevbe etmiş, Allah da tevbenizi kabul buyurmuştu. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.

A‘râf sûresi 83-98. âyetlerin tefsirinde daha genişçe açıklanacağı üzere, Hz. Mûsâ, kardeşi Hârûn’u yerine vekil bırakıp Tûr’a Rabbiyle mülâkata gidince, Sâmirî adında biri, kavmin zînet eşyalarını ateşte eriterek altın bir buzağı yapmış, bunun hem Mûsâ’nın hem de kavminin ilâhı olduğunu söylemiş ve orada bulunanları buna ikna etmişti. Hz. Hârûn, onları bu işten vazgeçirmeye çalışmış ise de muvaffak olamamıştı. Hz. Mûsâ Tur’dan döndüğünde ise artık iş işten geçmiş, insanlar buzağıya tapmaya başlamışlardı. Buradaki âyet-i kerîme, işte bu hâdiseye işaret etmektedir.

Gerçekten de İsrâiloğulları, Sâmirî’nin sözünü dinleyip buzağıyı ilâh edinmekle açıktan açığa şirk gibi büyük bir günah işlemişler ve bu sebeple nefislerine zulmetmişlerdi. Toplum içerisinde müthiş bir bozulmaya ve karışıklığa sebep olmuşlardı. Bu günahtan tevbe etmeleri ve temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de “kendilerini öldürmeleri” isteniyordu. Âyetteki “nefislerinizi öldürün” (Bakara 2/54) ifadesine üç farklı mâna verilmiştir:

Birincisi; hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir. Fakat böyle olduğu takdirde, emre karşı gelecek olan âsiler hâricinde ortada hiç kimse kalmazdı. Dolayısıyla bu mânanın kastedilmesi mümkün değildir.

İkincisi; kavmin fertlerinin birbirlerini öldürmeleridir. Müfessirlerin pek çoğu bu mâna üzerinde durmuşlardır. Buna göre Hz. Mûsâ hem buzağıya tapanlara, hem de tapanlara ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından dolayı hemen tevbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir. Böylelikle kavim arasında vuku bulan bu iç savaş Allah’ın izniyle zaferle sonuçlanmış, İsrâiloğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlardır. İşte burada bu hâdiseye bir hatırlatmada bulunulmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 408-409)

Üçüncüsü; işârî mânadır. Buna göre “Nefislerinizi öldürün”, işlediğiniz günahınıza son derece pişmanlık duyarak üzüntü, gam ve kederinizden canınızı çıkarın; yahut sıkı bir perhiz ve riyazât ile nefislerinizi şehvevî arzu ve isteklerden men edin, mânasına gelir. İmam Kuşeyrî nefsi öldürmekle yapılan tevbenin Muhammed ümmeti için de gerekli olduğunu, ancak İsrâîloğulları kendi canlarına kıyarken, bizim içimizdeki nefsi mânen öldürmemizle tevbenin gerçekleşeceğini söylemektedir. Bu hususta ilk adım Allah için insanın nefsinden sıyrılıp Rabbine yönelmesidir. İsrâîloğulları’nın tevbesi bizimkinden daha zor zannedilebilir. Ancak gerçek durum böyle değildir. Zira onlar nefislerini bir kez öldürüp kurtuldular. Bu ümmetin seçkinleri ise nefislerini her an öldürürler. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 47)

Âyet-i kerîmede Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden özellikle “Bâri” ismi kullanılmıştır. “Bâri”, eksiklik, noksanlık ve ayıplardan sâlim olarak yaratan, yarattıklarına değişik sûretler vererek onları birbirinden ayıran zat demektir. İsrâiloğulları’nın, kendilerini ayıpsız ve noksansız yaratan, alîm ve hakîm olan Allah’ı bırakıp, ahmaklığın timsali olan ineğe tapınmaya koşmalarından dolayı, bir taraftan içine düştükleri cehâlet ve aptallığı, diğer taraftan da yaptıkları işin fecaatini gözler önüne sermek için Allah yerine “Bâri” ismi kullanılmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 69)

İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri büyük küstahlıklarından biri, Allah’ı açıkça görme istekleridir:

55. Hani bir de: “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanacak değiliz!” demiştiniz de, gözünüz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.

56. Sonra ölümünüzün ardından belki şükredersiniz diye sizi tekrar diriltmiştik.

Bu hâdise A‘râf sûresinin 155-156. âyetlerinde biraz daha teferruatlı olarak anlatılır. Buna göre Hz. Mûsâ, kavmini temsilen yetmiş kişiyi seçip Tûr dağına götürür. Bunlar orada Allah Teâlâ ile Hz. Mûsâ arasındaki konuşmayı işitince bununla yetinmez ve bu âyette ifade buyrulduğu üzere Allah’ı baş gözleriyle ve açıkça görmedikçe Mûsâ’ya asla inanmayacaklarını söylerler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem olur. Bu asi adamları da yıldırım çarpar ve bayılıp düşerler. Ölecek hale gelirler. Hz. Mûsâ’nın Allah’a yalvarmasıyla bu afet başlarından kalkar ve tekrar ayılıp kendilerine gelirler. İşte burada bu büyük ilâhî lutfa dikkat çekilmektedir.

Azgınlıklarına rağmen İsrâioğulları’na olan ilâhî lutuflar kesilmez:

57. Üzerinizi bulutlarla gölgelendirmiş ve size kudret helvası ile bıldırcın eti indirmiştik. “Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yeyiniz” demiştik. Onlar bu nimetleri hiçe sayarak bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.

İsrâiloğulları, Mısır’dan göç edip Sina çölüne geldiklerinde çok zor durumda idiler. Değil ev veya çadır, başlarını sokabilecekleri en basit bir yerleri bile yoktu. Allah Teâlâ, onları güneşin kavurucu sıcaklarından korumak üzere bulutlar gönderdi. Bulutlarla onları gölgeledi. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın bu yardımı olmasaydı, hepsi çölün ortasında yakıcı sıcaklar altında yanıp mahvolurlardı. Onların yiyecek bir şeyleri de yoktu. Allah onlara hem gökten beyaz kar taneleri gibi dökülen kudret helvası indirdi, hem de etlerini yemeleri için binlerce bıldırcın kuşu gönderdi. Bu şekilde karınlarını doyurup açlıktan kurtuldular. Ancak kendilerine bu nimetleri “temiz temiz, taze taze yemeleri” söylendiği halde, biriktirip yığmaya başladılar. Şükredecek yerde nankörlüğe ve haksızlığa yöneldiler. Bunun üzerine nimetler kesilmiş ve zaruret içinde kalmışlardır. Yaptıkları kötülüklerle, Allah’a hiçbir zarar veremezken, sadece kendilerine zulmetmişler, mahrumiyet ve sıkıntının içine düşmüşlerdir.

İsrâiloğullarının tabi tutulup da başaramadıkları bir diğer imtihan da şudur:

58. Bir zamanlar size: “Şu şehre girin de oradaki nimetlerden istediğiniz gibi bol bol yeyin; şehrin kapısından eğilerek girin ve «Hıtta: bizi affet!» deyin ki hatalarınızı bağışlayalım. Biz, iyilik yapanların mükâfatını fazlasıyla vereceğiz” demiştik.

59. Fakat o zâlimler, kendilerine söyleneni başka bir sözle değiştirdiler. Biz de, işledikleri günah sebebiyle zulmedenlerin üzerine gökten korkunç bir azap indirdik.

Bu konuya A‘râf sûresi 161-162. âyetlerde küçük farklarla tekrar yer verilecektir. Şehirden maksat Beytü’l-Makdis veya oraya yakın bir yer olan Erîhâ’dır. İsrâiloğulları Tîh sahrasında kırk sene kaldıktan sonra buraya girmekle emrolunmuşlardır. Zira tarihi bilgilere göre onlar Hz. Mûsâ hayatta iken Beytü’l-Makdis’e girememişlerdir. “Kapı”, ya o şehrin kapısı veya kendisine doğru namaz kıldıkları kubbenin kapısıdır. Bu kapıdan secde ederek, yani “boyun bükerek, tevâzu ile başlarını eğerek” girmeleri ve girerken de “Hıtta!” yani “Ya Rabbi! Bizi affet, günahlarımızı bağışla!” demeleri istenmiştir.

Bu emir karşısında onlar iki gruba ayrılmışlardır. Muhsinler ve zâlimler. Muhsin, yaptığı işi en doğru ve en güzel şekilde yapmaya çalışan, Allah’ın emir ve yasaklarına göre davranan ve yine tüm tutum ve davranışlarını Allah’ı görüyormuşçasına ifâ eden kimsedir. Burada muhsinler, Allah’ın emrettiği şekilde davrandıklarından âyet, onların mükâfatlarının fazlasıyla verileceğini müjdelemektedir. Zâlimler ise, ilâhî emirleri istenildiği şekilde yapmayan, doğruyu eğri, eğriyi doğru yerine koyan ve hep haksız bir tutum içinde olanlardır. Ayetin ifadesiyle bunlar, kendilerine söylemeleri emredilen sözü değiştirmişler, rivayete göre bağışlanma mânası ihtivâ eden “hıtta” yerine, alay etmek üzere “arpa dânesi” mânasında “hınta” demişlerdir. Kapıdan girerken de emre uygun şekilde başlarını eğerek değil, bir kudret tecellisi olarak kapı aşağıya doğru daraltıldığından yine emre muhalefet olsun diye butları üzerinde sürünerek girmişlerdir. (bk. Buhârî, Enbiyâ’ 28; Müslim, Tefsir 1) Allah Teâlâ, bile bile zulüm ve haksızlık yapan bu kimselerin üzerine, itaattan uzaklaşıp günaha dalmaları sebebiyle gökten korkunç, çirkin ve fecî bir azap indirmiştir. Rivayete göre vebâ salgınına uğramışlar ve on binlerce kişi helak olmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 436)

Taştan on iki gözenin fışkırmasına gelince:

60. Hani Mûsâ kavmi için su aramaya çıkmıştı da, biz de kendisine: “Asanı taşa vur!” demiştik. Bunun üzerine oradan on iki pınar fışkırıvermişti. Böylece her kabile su içeceği yeri öğrenmişti. Onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” demiştik.

On iki soydan oluşan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında susuz kaldılar. Susuzluktan neredeyse helak olacaklardı. A‘râf sûresinin 160. âyetinde beyân buyrulduğu üzere gelip Hz. Mûsâ’dan su istediler. Hz. Mûsâ, onlar için su aramaya koyuldu, tabii bir imkân bulamayınca, ellerini kaldırıp su göndermesi için Rabbine dua etti. “Asanı taşa vur!” emrine uyarak asasını taşa vurdu ve oradan Allah’ın izniyle on iki pınar fışkırdı[1]. Muhtemelen su yüzünden aralarında bir münakaşa olmasın diye Cenab-ı Hak, her kabile için ayrı bir pınar akıtmış ve âyetin ifadesine göre her birine hangi pınarın kendisine ait olduğu bildirilmişti. Önceki âyetlerde sayılan nimetlerde olduğu gibi bu da İsrâiloğulları’na Allah’ın büyük bir yardımı ve ikramı idi. Bu sebeple onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” (Bakara 2/60) denilmişti.

Âyet-i kerîme, kuraklık zamanlarında ihtiyaç olduğu takdirde yağmur duasına çıkmanın mübah olduğunu gösterir. Böyle durumlarda kullar, ibâdetlerini eksiksiz yapmaya çalışmalı, ihtiyaç, züll ü inkisâr ve tevâzu içinde Allah’dan yağmur istemelidirler. Peygamber Efendimiz de Allah’dan yağmur istemiş, tazarrû, huşû, tevâzu içinde musallaya çıkmıştır. Rivayete göre bedevînin birisi Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah hayvanlarımız helâk oluyor, toprağımıza kıtlık geliyor. Bize yağmur yağdırması için Allah’a dua et!” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırıp Allah’a dua etti. Hz. Enes’in dediğine göre, cam gibi pırıl pırıl bulutsuz gökyüzünde hemen bulutlar toplanmış, ertesi cumaya kadar yağmur yağmıştır. (Buhârî, Cum‘a 34; Ebû Dâvûd, İstiskâ 2)

Bu âyet-i kerîme, aynı zamanda yer altında gizli olan rahmet hazinelerinden çeşitli teknik aletlerle istifade edilebileceğine işaret etmekte ve çalışılıp uğraşıldığı takdirde bu tür teknik aletlerin icadının mümkün olduğunu göstermektedir. Bu gün yer altından su çıkaran motorlara ve en nihai şekline yani külfetsiz masrafsız usullere parmak bastığı gibi aynı metotla madenlerin, petrolün ve diğer yeraltı kaynakların bulunması hususunda da, özellikle âyetin indiği dönemdeki teknik şartlar göz önüne alındığında, insanlığın ufkunu son derece açmaktadır. (Bedîuzzaman, Sözler, s. 237-238)
İsrâiloğulları’na yönelik ikazlar şöyle devam ediyor:

Bu taş, bugün bile Sinâ dağı yakınlarında üzerindeki on iki deliğiyle görülebilir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Bir zamanlar siz de: “Ey Mûsâ! Tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği şeylerden; sebze, kabak, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın!” demiştiniz. Mûsâ ise: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti âdî şeylerle değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler orda vardır” demişti. Böylece onların üzerine alçaklık ve aşağılık damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. Bütün bunlar, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzünden oldu.

İsrâiloğulları, Mısır’da uzun yıllar Firavun’un zulmü altında köleler gibi çalışmışlar, ikinci sınıf insan muamelesi görmüşler, üstelik putperest bir toplumun kültürüyle iyice bozulup şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. İman, hürriyet, bağımsızlık, kendi inanç temelleri üzerinde ayakta durabilen müstakil millet ve devlet olabilme gibi ulvî gâyeler uğruna gayret gösterme ve sıkıntılara katlanabilme melekeleri zaafa uğramıştı. Günübirlik menfaat ve rahatlarından başka bir şey düşünemeyen basit, iradesiz ve korkak bir toplum haline gelmişlerdi. Hz. Mûsâ, onları bu düşük vaziyetten kurtarabilmek ve yepyeni bir heyecan aşılayabilmek için Allah’ın onlara olan hususi nimetlerini hatırlatıyor, kendilerine vâdedilen Arz-ı Mukaddes’e girmelerini emrediyor, bu uğurda sabırlı ve dirençli olmalarını istiyor, önceden sahip oldukları millî değerleri yeniden ihyâ etmeleri için teşvikte bulunuyordu. (bk. Mâide 5/20-21) Fakat onlar istenilen metâneti gösteremiyor, Hz. Mûsâ’ya karşı direniyor, hatta “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” (Mâide 5/24) deme küstahlığını gösteriyorlardı.

Durumları ve ruh halleri bu şekilde olan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında Allah’ın kendilerine meccânen ikram ettiği nimetlere nankörlük etmeye başlamışlar, Hz. Mûsâ’ya “Rabbine dua et” (Bakara 2/61) şeklinde imansızlık kokan son derece edepsiz bir üslupla hitap ederek, ondan eskiden Mısır’da olduğu gibi bir kısım baklagiller ve sebzeler istemişlerdi. Bu talep, onların Mısır’daki bayağı hayatı özlediklerini gösteriyordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ, onların bu isteklerini normal karşılamamış ve tepkisini: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti âdî şeylerle mi değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler orda vardır” (Bakara 2/61) şeklinde göstermişti.

Bu tavırların, bu tutum ve davranışların hiçbiri Allah’ın rızâsına uygun değildi. Zira bunların her biri iman zâfiyetinden, Allah ve Peygamberine itimatsızlık ve itaatsizlikten kaynaklanıyordu. Bu sebeple âyetin devamında onların üzerine alçaklık ve aşağılık damgası vurulduğu haber verilir. Onlar çeşitli hakaretler altında ağır vergilere, fakirlik ve yoksulluğa mahkum edilmişlerdir. Ayrıca Allah’ın gazabına uğramışlar, devletleri yıkılmış, toplumları perişan olmuştur. Çünkü onlar, Allah’ın apaçık âyetlerini, delil ve bürhanlarını inkâr ediyor, insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberleri hunharca öldürüyorlardı. Mesela Hz. Zekeriya ve Hz. Yahyâ gibi peygamberleri şehîd etmişler, Hz. İsa’yı da öldürmeye kastetmişlerdi. Yine onlar isyanı adet haline getiriyor ve daimî olarak haddi aşıyorlardı.

Burada İsrâiloğulları’nın dönem dönem işledikleri bir kısım günahları, isyanları ve haddi tecâvüzleri sözkonusu edilerek hem müslümanlara, hem de Resûlullah (s.a.s.) zamanındaki yahudilere bir hatırlatmada bulunulmakta, bir bakıma onların, atalarının işlediği bu günahları tekrar etmemeleri, değersiz dünya menfaatleri uğruna Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı düşmanlık duyguları besleyip, ona gönderilen âyetleri inkâr etmekten sakınmaları istenmektedir. (Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, I, 130)

Netice itibariyle:

62. Sözde iman edenlerden, yahudilerden, hıristiyanlardan ve sabiîlerden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işlerse, işte onların Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.

Âyetin nüzûl sebebi olarak rivayet edilen hâdise şöyledir: Ashâb-ı kirâmdan Selmân-ı Fârisî, önce hıristiyan iken Medine’ye geldikten sonra müslüman olmuştur. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.s.)’e, kendileriyle arkadaşlık yaptığı hıristiyanların amellerinden, hal ve davranışlarından bahsedince Efendimiz: “Onlar İslâm dini üzere ölmediler” buyurmuştu. Bunu duyan Hz. Selman son derece üzülmüş ve dünyası kararmıştır. Sonra Efendimiz’e tekrar tanıdığı bir kısım hıristiyanların dini gayretlerini ifade etmeye çalışmıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Ardından Allah Resûlü (s.a.s.) Selmân’ı çağırıp şöyle buyurdu: “Bu âyet senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce İsa’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Fakat bugün kim beni iştir de bana iman etmezse o da helak olmuştur.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 461)

Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli açıklamalarına göre ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’e kadar bütün insanlar, cennete girebilmek için -haberleri olmak şartıyla- kendi dönemlerinde gönderilen peygambere inanmak ve onun getirdiği ilâhî mesaja kulak vermek mecbûriyetindedirler. Varlığından haberdar olup bile bile inkâr yolunu tercih edenlerin âhirette kurtuluşları mümkün değildir. Hz. Âdem ve zürriyeti yeryüzüne indirildiğinde kendilerine hitâben gelen:

“Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmeyeceklerdir. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır” (Bakara 2/38-39) buyruğu, bu hakikati dile getirmektedir.

Dolayısıyla ister yahudi, ister hıristiyan, ister sabiî[1] hangi din ve milletten olursa olsun, her bir fert, yaşadığı dönemdeki Peygamber ve kitaba ve onların öğrettiği iman esaslarına -ki bunların başında Allah’a ve âhirete iman gelmektedir- inanmalı ve o imanın gerektirdiği çerçevede sâlih amellerle bir ömür sürmelidir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirilmeye başlandıktan sonra ise, önceki peygamberler ve ilâhî kitaplarla birlikte bunlara da iman kesinlikle şarttır. Kur’an, kendisinin doğru yol rehberi olduğu ve felâha ereceklerini müjdelediği müttakîleri: “Onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar” (Bakara 2/4) şeklinde tavsif etmektedir. Yine Kur’an, uzun bir dinî geleneğin varisleri olan İsrâiloğulları’na seslenirken de kurtuluş için Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’a imanın zaruri olduğunu beyân sadedinde:

“Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana olan sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım. Bir de benden, yalnızca benden korkun! Elinizdeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın…” (Bakara 2/40-41) buyurur. O halde Peygamber Efendimiz’in bisetinden sonra, neye ne şekilde inanırlarsa inansınlar, onu inkâr edenlerin makbul bir iman sahibi olmaları mümkün değildir. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Zât’a yemîn ederim ki, ister yahudi ister hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni işitir, sonra da bana gönderilene inanmadan ölürse mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.” (Müslim, İman 240)

Yahyâ b. Ca‘de’den rivayete göre ashâb-ı kirâmdan bazı kimseler, yahudilerden duyarak bir kürek kemiğine yazmış oldukları bazı yazıları Peygamberimiz (s.a.s.)’e getirmişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara baktı, onları yere bıraktı ve:

“Kendi peygamberlerinin getirmiş olduğundan, başkalarına gelmiş olan peygamberlerin getirmiş olduklarına veya kitaplarından başka bir kitaba meylederek onlara rağbet etmeleri bir kavmin sapıklığına ve aptallığına yeter alâmettir” buyurdu. Bunun üzerine “Hem, kendilerine okunan bu Kitâb’ı sana indiriyor olmamız onlara mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebût 29/51) âyet-i kerîmesi nâzil olmuştur. (Dârimî, Mukaddime 42; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXI, 6)

Hâsılı Peygamber Efendimiz’in bisetinden kıyamete kadar bütün insanlar, Kur’an’ın tâlim ettiği şekilde diğer iman esaslarıyla birlikte Allah’a ve âhiret gününe gerçek mânada iman eder, sâlih ameller işler ve ölünceye kadar bunda sebât ederlerse uhrevî mükâfata ererler, kendilerine korku ve hüzün dokunmayacak bahtiyarlardan olurlar. Bu âyette, İslâm dininin davet ve hidâyetinin herkese şâmil olduğuna dair açık delil bulunmaktadır.
Nitekim İsrâioğulları’ndan alınan şu söz de bu çerçevede değerlendirilebilir:

“Yahudi” kelimesi, Hz. Ya‘kûb’un on iki oğlundan dördüncüsü olan “Yahuda”dan gelmektedir. İsrâiloğulları zamanla bu isme izafeten “yahudiler” diye zikredilmeye başlamışlardır. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın doğduğu yerin ismi olan “Nâsıra”dan dolayı, ona nispetle “Nasrânî” ve bunun çoğulu olarak “Nasârâ” olarak isimlendirilmişlerdir. “Sâbiî”, “vaftiz olmak, suya dalıp yıkanmak” mânasından geldiği söylenmektedir. Bu kelime, Sâbiîlerin en belirgin özelliği olan akarsuya dalıp çıkmak suretiyle vaftiz olmalarını ifade etmektedir. (bk. Kur’an Yolu, I, 134) Sâbiîlere “ne yahudi ne hıristiyan hiçbir dini olmayan”, “Lâ ilâhe ilallah sözünden başka hiçbir amelleri, kitap ve peygamberleri olmayan”, meleklere tapan” grup şeklinde farklı mânalar da verilmiştir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 455-456)

63. Bir zamanlar Tūr dağını hemen düşüverecek şekilde üzerinize dikerek emre uyacağınıza dâir sizden söz almış ve: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve gereğince amel etmek sûretiyle içinde olanları hatırınızda tutun. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız” demiştik.

64. Bunun ardından siz verdiğiniz sözden yine döndünüz. Eğer üzerinizde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, mutlaka zarara uğrayanlardan olurdunuz.

Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’ndan Hz. Mûsâ’ya itaat etmek ve ona verilen Tevrat’ın emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak hususunda söz almıştır. Zira dünyada tehlikelerden korunup, takvâ üzere bir hayat yaşayarak âhirette cehennemden kurtuluş ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Bu sözü ciddiye almaları için de, bir tehdit unsuru olarak Tûr dağını üzerlerine doğru kaldırmıştır. Dağ âdeta onların üzerine çökecekmiş gibi bir hal almış ve korkunç bir manzara oluşmuştur. Nitekim A‘râf sûresi 171. ayette bu manzara daha açık bir şekilde tasvir edilir. Fakat onlar, bunun ardından sözlerini fazla tutamamış, iman ve itaat sözlerinden caymış ve hakikatten yüz çevirmişlerdir. Cenâb-ı Hak ise, kullarına olan sonsuz lütfu ve merhameti gereği onları hemen cezalandırmamış, bağışlamış, zaman zaman peygamberler göndermiş ve kurtuluşlarını temin için ilâhî irşâdını devam ettirmiştir. Böyle olmasa idi, hiçbirinin selâmete erme ihtimali kalmaz ve hepsi ziyan edenlerden olurdu. Bunun en ibretli misali Ashâb-ı sebt’in başına gelenlerdir:

65. İçinizden Cumartesi günüyle ilgili avlanma yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Bu yüzden onlara: “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.

66. Bu cezayı, hem o devirde yaşayanlara hem de gelecek nesillere uyarıcı bir ibret, kötülükten sakınanlara da tesirli bir öğüt kıldık.

Bu hâdise A‘râf sûresinin 163-167. âyetlerinde daha tafsilâtlı olarak anlatılmaktadır. Gerekli açıklama orada yapılacaktır. Burada sadece sözün akışı içinde yahudilere yapılan ihsanlar ve onların buna nankörlükleri münâsebetiyle kısa bir hatırlatmada bulunulmuştur. Âyette geçen “Sebt” kelimesi, Cumartesi günü mânasında bir isimdir. Bu güne saygı sebebiyle “onu ibâdetle geçirmek ve diğer meşguliyetleri bırakmak” mânasını da taşır. Burada bu mânada kullanılmıştır. Nitekim yahudiler, Cumartesi günü bütün işlerini terk edip sadece Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Fakat Cumartesi yasağını çiğneyip, o günde sahillerine bol miktarda akın eden balıkları tutmuşlar ve bu sebeple ilâhî azaba uğramışlardı. Allah Teâlâ onlara: “Aşağılık maymunlar olun” (Bakara 2/65) buyurmuştu. Müfessirlerimizin çoğuna göre, âyetin ifade buyurduğu zâhirî mânaya nazaran, onlar sûret değişikliğine uğrayarak tam anlamıyla maymuna çevrilmişlerdir. Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsircilere göre ise, bu hüküm temsilî olup, onlar akıl, mantık, huy ve ahlâk bakımından maymunlar gibi olmuşlardır. Gerçekten de bu dikkat çekici hâdise, o zamanda yaşayanlar ve sonradan gelenler için son derece ibret verici ve Allah’ın emrine karşı gelmekten sakındırıcı bir keyfiyete sahiptir. Allah’tan korkanlar için de oldukça tesirli bir öğüttür.

Şimdi de sûreye ismini veren ve İsrâiloğulları’nın şahsiyetleriyle alakalı bir takım yönleri aydınlatan ibretli “Bakara Kıssası” geliyor:

67. Bir zamanlar Mûsâ kavmine: “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor” demişti. Onlar: “Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediklerinde ise Mûsâ: “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.

68. Onlar: “Bizim için Rabbine dua et de kesilecek ineğin özelliklerini bize iyice açıklasın” dediler. Mûsâ da: “Allah onun ne çok geçkin ne de çok genç, ikisi arası orta yaşta dinç bir sığır olmasını istiyor” dedi.

69. Bunun üzerine: “Bizim için Rabbine dua et de onun renginin nasıl olacağını bize bildirsin” dediler. Mûsâ da: “Allah onun, bakanlara sürûr verecek parlak renkte sapsarı bir inek olmasını istiyor” dedi.

70. Yine onlar: “Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl olacağını bize daha açık seçik bildirsin. Çünkü bize göre bütün inekler birbirine benziyor. İnşallah, istenen ineği buluruz” dediler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
71. Mûsâ: “Allah onun yer sürmek ve ekin sulamak üzere boyunduruğa vurulmamış, her ayıptan temiz, hiçbir lekesi, alacası olmayan bir inek olmasını istiyor” dedi. Onlar: “İşte şimdi doğruyu anlattın” dediler ve hemen onu bulup kestiler. Fakat az kalsın kendilerine emredilen şeyi yapmayacaklardı.

Mısır’da uzun bir müddet ikamet eden İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’nın zuhuruna kadar geçen zaman içinde, orada yaygın olan hayvanlara ibâdet ve onları kutsal sayma inancının tesirinde kalmışlardır. Nitekim Mısır’dan çıkıp denizi geçtikten sonra, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladıklarında: “Ey Mûsâ! Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” demişlerdi. (bk. A‘râf 7/138) Sonra Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında bulunduğu sırada Sâmirî’nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya başlamışlardı. (bk. A‘râf 7/152; Tâhâ 20/85-96) Zira “inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi iliklerine işlemişti.” (Bakara 2/93) Bu bakımdan onlar henüz ineği mukaddes bir hayvan görüyor ve onun kesilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyorlardı. Aynı gerekçe ile Hz. Mûsâ’nın bir inek kesme teklifine karşı “Sen bizimle alay mı ediyorsun?” (Bakara 2/67) demişlerdi. Bundan itibaren emre hemen imtisal etmeyip, kesilecek sığırın mâhiyeti, yaşı, rengi ve diğer özellikleri hakkında üst üste sualler sormaları da onu kesmek istememelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim 71. ayetin sonundaki “fakat az kaldı kendilerine emredilen şeyi yapmayacaklardı” beyânı, onu istemeye istemeye kestiklerini göstermektedir. Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında, Allah Teâlâ’nın İsrâiloğullarına, putperest milletlerden öğrendikleri ineği kutsal sayma ve ona tapma inançlarını yıkıp temizlemek için bir inek kesmelerini emrettiği anlaşılmaktadır.

İsrâiloğulları, bu hususta ilâhî emir gelir gelmez ona itaat etseydiler, sıradan herhangi bir ineği kesmekle mesuliyetten kurtulmuş olacaklardı. Fakat sual sordukça teferruatın ve istenen özelliklerin artmasına ve yapılacak işin daha da zor hâle gelmesine sebep olmuşlardır. Bu kıssada, insanların din mevzuunda kendilerine fayda sağlamayacak şekilde fazla soru sormalarının yararlı ve uygun olmadığına, soruların teferruatı arttıracağına ve işleri güçleştireceğine de bir işaret bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın” (Mâide 5/101) buyrulmuştur.
Sığırın kesilme talebenin esas hikmetini açıklamak üzere şöyle buyruluyor:

72. O vakit siz bir insan öldürmüş, bu konuda münâkaşa edip suçu üzerinizden atmaya çalışmıştınız. Halbuki Allah, gizlediğiniz şeyleri mutlaka açığa çıkaracaktı.

73. “Kestiğiniz ineğin bir parçasıyla öldürülen kişiye vurun” dedik. İşte Allah, aklınızı çalıştırmanız için ölüleri böylece diriltir ve size âyetlerini gösterir.

74. Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı da taş kesildi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü öyle taşlar vardır ki bağrından ırmaklar çağlar. Öylesi de vardır ki, çatlar da arasından sular akar. Bazısı da Allah korkusundan yuvarlanıp düşer. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Rivayete göre Hz. Mûsâ zamanında hayli zengin ve yaşlı bir yahudi vardı. Çocuğu da yoktu. Kardeşinin çocukları ise oldukça fakir ve çaresiz bir durumda idiler. Amcalarının mirasına ve kan bedeline göz diken bu çocuklar, onu öldürüp bir tarafa attılar. Cinayeti de bir masumun üstüne yıkmaya çalıştılar. Katilin bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silahlı mücadeleye kadar varacak bir gerginlik doğdu. Hâdise Hz. Mûsâ’ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması istendi. O da Allah’tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 507) Bir mûcize eseri olarak ölünün dirilmesiyle bir yandan adâlet yerini bulup ihtilâf ortadan kalkarken bir yandan da yüce Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğu gösterilmiş oldu.

Aslında ineğin kesilmesi ile birlikte İsrâiloğulları’nın kalplerinde bulunan ineği kutsal sayma düşüncesi ve ona karşı duyulan sevginin de kesilip ortadan kalkması gerekirdi. Gönüllerin tam mânasıyla Allah’a yöneltilmesi lazım gelirdi. Ayrıca Allah’ın kudretini ve ölüleri dirilteceğini gösteren bir mûcize olarak ölünün diriltilmesi de, İsrâiloğulları’nın imanlarını pekiştirmeli ve kalplerini rakîk bir hale getirmeliydi. Bu gibi hadiselerden sonra onlardan bu beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Tam aksine kalpleri taş gibi katılaştı, hatta taştan daha katı hâle geldi. Onlar, kalplerinin mukayese edildiği taşı daha önceden tanıyorlardı. Taştan on iki pınarın fışkırdığını, Allah tecelli edince dağın lime lime eridiğini ve Mûsâ’nın yere düşüp bayıldığını onlar bizzat görmüşlerdi. Onların kalpleri ise bu taştan daha katıdır. Bütün olan bitene rağmen bir türlü yumuşamamakta, ilâhî korku ile titrememekte ve takvâ hisleriyle harekete geçememektedir. Bunlar, hayat emâreleri azalmış son derece kuru, çorak ve katı kalplerdir.

İşte İsrâiloğulları’nda sembolleştiği üzere kâfirlerin kalpleri, katılıkta mesel hâline gelmiş taştan daha katıdır. Âyet bunun gerekçelerini şöyle sıralamaktadır: Çünkü öyle taşlar vardır ki ondan tabiî veya teknik usullerle gürül gürül ırmaklar fışkırır. Kâfir kalpler ise hiçbir şeyden etkilenmez ve kendilerinden hiçbir mârifet fışkırmaz. Öyle taşlar vardır herhangi bir etkilenme ile çatlar da aralarından sular akar; akmasa da süzülür, sızar. Kâfir kalplerde böyle bir çatlama ve sızma da yoktur. Bazı taşlar da vardı ki yağmur, kasırga, zelzele gibi ilâhî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah korkusundan yerinden oynar, düşer, yuvarlanır. Halbuki kâfir kalpler, bu kadar ayan beyân olan ayetler ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir altında kalmaz, teşvikten ve korkutmadan etkilenmez. Hâsılı taşlar bile Allah Teâlâ’nın kendileri için koyduğu kanunlara uygun hareket edip bereketli ve faydalı olabilirken, böyle katı kalplerin sahipleri Allah’ın emirlerine kayıtsız kalarak ne kendilerine ne de başkalarına faydalı olabilmektedirler. Halbuki Allah her şeyden haberdardır ve hiçbir şeyden gâfil değildir.

Allah Resûlü (s.a.s.), kalp katılığına karşı bizleri uyararak şöyle buyurur: “Allah’ı anmanın dışında çok konuşmayın. Çünkü Allah’ı anmanın dışınıda sözün çokluğu kalp katılığına sebep olur. İnsanların Allah’tan en uzak olanı ise, kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd 62)

Bu bakımdan göz yaşarmaması, kalp katılığı, bitmek bilmeyen arzular ve dünyaya karşı aşırı tamah bedbahtlık alâmeti olarak kabul edilmiştir.

Şu hâdise, cansız diye bilinen varlıkların uyanıklığı ile inkârda Ebû Cehilleşmiş kâfirlerin gafletini izah sadedinde çok mühimdir:

Ebû Cehil, birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine taşlar alarak Resûlullah (s.a.s.)’in yanına geldi ve:

“- Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sahiden göklerin ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen lâzım!..” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.):

“- Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar? Kudretullâh için senin avucundakileri dile getirmek çok basittir. Rabbim dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi konuşurlar. Esasen onlar, Allah’ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların dilinden ve hâlinden anlayamaz!..” dedi.

Peygamberimiz (s.a.s.) böyle söylerken, taşlar bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet getirdiler. Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz bedbaht, iman edip kurtuluşu seçeceği yerde: “Yalan, yalan!” diye haykırdı. Sonra da:

“–Yeryüzünde seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!” dedi. Bu küfür tezâhürleri ile, kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel’ûnu oldu. İlâhî rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı. (bk. Mesnevî, 2154-2161. beyitler)
İmam Kuşeyrî (r.a.), âyete bahsedildiği üzere maktûlün diriltilip kâtilinin kim olduğunu söyleyebilmesi için ineğin kesilmesinin emredilmesinde şöyle bir işârî mâna olduğunu söyler: “Kalbini mânen ihyâ etmek isteyen kimse, buna ancak nefsini boğazlamakla erişebilir. Kim mücâhedelerle nefsini boğazlarsa, kalbini müşâhede nurlarıyla diriltmiş olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 52)

Bu bakımdan müslümanların, kalpleri böylesine taşlaşmış kişilerin hemen doğru yola gelmelerini beklemeleri boşunadır:

75. Ey mü’minler! Şimdi onların size inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Halbuki onlardan bir grup var ki, Allah’ın kelâmını işitirler de, düşünüp anladıktan sonra onu bile bile bozup değiştirirler.

Medine’de müslüman olan bazı kimseler, mevcut tecrübe ve birikimleri ışığında İslâm’ın getirdiği itikat, ibâdet, muamelât ve ahlâka dair emir ve yasakları daha rahat anlayabilecek olan yahudilerin hemen İslâm’a girebileceklerini düşünüyorlardı. Âyet-i kerîme bu düşüncenin yerinde olmadığını ifade buyurmaktadır. Zira onların doğru yola ermelerine mâni olan başka mânevî hastalıklar ve kalbî marazlar vardı. Hakîkatleri bilmek, imansızlık düğümünü çözmeye yetmiyordu. Onlardan bir grup, özellikle âlimleri, Allah’ın kelâmı olan Tevrât’ı okuyor, dinliyor, anlıyor fakat oradaki gerçekler istikâmetinde hareket edecek yerde, tam aksine o gerçekleri bile bile tahrife yelteniyorlardı. Hakikatleri tersyüz ediyorlardı. Bunu ya Tevrat nüshasının bizzat metnini ve lafzını değiştirip bozarak veya metin aynen kaldığı halde yanlış tefsir ederek yapıyorlardı. Onlar, bilhassa Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in peygamberliğiyle alâkalı haberleri ve recim gibi bir kısım hukûkî hükümler ihtivâ eden âyetleri değiştiriyorlardı. Bu şekilde hem kendilerini, hem de hitap ettikleri kitleleri doğru yolu gösteren vesilelerden uzaklaştırıyorlardı. Dolayısıyla kendi kitaplarını bile tahrif edecek kadar ileri giden yahudilerin, dünyevî menfaatlerine âlet ettikleri dinlerini terk ederek İslâm’a gelmeleri gerçekten zor bir durumdur.

Zira onlar:

76. İman edenlerle karşılaştıklarında “İnandık” derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise: “Yarın Rabbinizin katında aleyhinizde kuvvetli bir delil olarak kullansınlar diye mi Hz. Muhammed hakkında Allah’ın size açıkladığı gerçekleri onlara anlatıyorsunuz? Hiç akıl erdirmiyor musunuz?” derler.

77. Yoksa onlar bilmiyorlar mı ki, Allah, gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette bilir.

Rivayete göre bir kısım yahudiler, aynen münafıklar gibi, müslümanlarla karşılaştıklarında iman ettiklerini söylerlerdi. Ayrıca Tevrat’ta ifade edildiği şekilde Peygamberimizin nübüvveti ve vasıfları hakkında, diğer taraftan atalarının isyanları sebebiyle uğradıkları musibetler ve çektikleri cezalar hususunda müslümanlara bilgi verirlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 525) Daha sonra bir araya geldiklerinde ise özellikle âlimleri, yapılan bu işin doğru olmadığını, verilen bu bilgilerin müslümanlar tarafından hem dünya hem de âhirette yeri geldiğinde aleyhlerinde delil olarak kullanılabileceğini, dolayısıyla bunun da kendileri hakkında pek hayırlı netice husûle getirmeyeceğini söylerlerdi. Halbuki Allah, onların gizledikleri ve açıkladıkları her şeyi bilmektedir. Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyetmek sûretiyle her hususta gerekli olan bütün bilgileri bizzat kendisi vermektedir. Dolayısıyla onların vereceği bilgiye müslümanların bir ihtiyacı yoktur. Ayrıca içlerinde gizledikleri nifak ve küfürleri sebebiyle de onlara hak ettikleri cezayı verecektir.

Ehl-i kitabın âlimlerinin hali böyledir. Cahillerinin durumuna gelince:

78. Onlardan bir kısmı ümmîdir; kitabı bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeyler, bir takım kuruntulardır. Onlar sadece yanlış fikirlere kapılmışlardır.

Yahudilerin şüphesiz hepsi okur yazar ve kitabı bilen kimseler değildi. Onlardan önemli bir kısmı ümmî idiler; okuma yazma bilmez ve kitabı anlamazlardı. Kendi dinleri ve kitapları hakkında bile yeteri bilgiye sahip değillerdi. Bütün bildikleri sağdan soldan duydukları boş saplantılar, kendiliklerinden ürettikleri asılsız hayal ve kuruntulardan ibaretti. Dolayısıyla bilgiye dayalı olarak doğruyu yanlıştan ayırıp, şuurlu bir tutum ve davranış içinde olmak yerine sadece zanlarının peşinden koşar, yanlış fikirlere kapılırlardı. Bütün yaptıkları zan ve taklitten başka bir şey değildi. Bunların vebâli de, kendilerine gereken bilgileri doğru bir şekilde öğretmeyen, hata onları yanlış yönlere yönlendiren âlimlere aittir. Fakat onların yaptıkları yanlarına kar kalmayacaktır. Zira Yüce Allah, dinî gerçekleri tahrife yeltenenleri şu şekilde uyarmaktadır:

79. Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar, sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!” derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun kazandıkları yüzünden onlara!

Yahudi âlimleri, dinî mevzularda kitaplar yazıyor ve burada serdettikleri şahsi görüşlerinin Allah’tan gelen dini hakikatler olduğunu söylüyorlardı. Böylece sözlerine kutsallık kazandırıp bu yolla insanlar üzerindeki tesirlerini artırmaya ve onları daha kolay sömürmeye çalışıyorlardı. Niyetleri halkı dinî mevzularda aydınlatmak değil, onları bir sömürü aracı olarak kullanmaktı. Bundan dolayı âyet-i kerîme onları sert bir dille tehdit etmekte, onlar gibi davranacak diğer insanları da ciddi mânada uyarmaktadır. Âyetin iniş sebebi ile alakalı şöyle bir rivayet nakledilir:

Yahudiler, Resûlullah (s.a.s.)’in kendi kitaplarındaki vasfını değiştirdiler. Kitaplarında o, orta boylu, esmer olarak zikredilirken onu buğday benizli, düz saçlı ve uzun boylu yaptılar. Arkadaşlarına ve kendilerine tâbî olanlara da: “Ahir zamanda gönderildiğini iddia eden şu peygambere bakın; kitabımızda zikredilen vasıflara uymuyor” dediler. Yahudi âlimlerinin, diğer yahudiler için sözkonusu olmıyan bir takım menfaatleri vardı. Peygamberimiz (s.a.s.)’in kitaplarında beyân edilen gerçek vasıflarını açıkladıkları takdirde bu menfaatlerinin elden gideceğinden korkmuş ve onu değiştirmişlerdir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 29)

Bununla birlikte yaptıkları kötülüğün kendilerini cehenneme götürecek büyüklükte bir günah olduğunu bildiklerinden içlerini rahatlatmak üzere şöyle asılsız bir kuruntunun ardına sığınmaya çalışmışlardır:

80. Bir de: “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” dediler. Onlara şöyle de: “Bu konuda Allah’tan bir teminat mı aldınız? Eğer öyleyse ne âlâ, zira Allah verdiği teminattan asla dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

Yahudilerin, cehenneme girmeyecekleri, girseler de kendilerine ateşin ancak sayılı birkaç gün dokunabileceği yönünde bir inançları vardı. Âyet-i kerîmeler, onların bu inançlarının aslı olmadığını ve bunun tamâmen kendiliklerinden uydurdukları bir kuruntu olduğunu haber vermektedir. Âyette geçen “sayılı günler”le alâkalı olarak farklı izahlar yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye geldiğinde yahudiler: “Bu dünya hayatı yedi bin senedir. İnsanlar âhirette, dünyadaki her bin sene için âhiret günleriyle bir gün azâb olunacaklardır. Bu da sadece yedi gün demektir ki bu yedi günün sonunda azap kesilecek ve sona erecektir” diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 30; Kurtubî, el-Câmi‘, II, 10) Yahudilerin, âhirette kendilerine dokunacak azâbın ancak buzağıya tapındıkları gün sayısınca yani sadece 40 gün olacağını iddia ettikleri ve bu âyetin bu sebeple nâzil olduğu rivayeti de vardır. Yine onlar, Tevrat’ta, “cehennemin 40 yıllık yürüyüş genişliğinde olduğu, yahudilerin bir günde bir yıllık yol katederek cehennemi kırk günde geçecekleri ve böylece cehennemdeki kalışlarının sona ereceği” yazılı olduğunu iddia etmişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 10)

Halbuki gerçek şudur:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. Hayır! Kim bir günah işler, günahı onu çepeçevre kuşatır da kâfir olarak ölürse, işte onlar ateşe arkadaş olmuş kimselerdir, orada onlar ebedî kalacaklardır.

82. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar cennet yârânıdırlar, onlar da orada ebedî kalacaklardır.

Cehennemden kurtulup cennete girebilmek, bir kısım hayal ve kuruntuların peşinden sürüklenmekle değil, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından tamâmen kaçınmakla mümkün olabilecektir. Dinin tâlimatlarını dikkate almayıp, günahlara batan ve günahlardaki ısrarı sebebiyle tevbe imkânı bulamayıp küfür üzere ölenler, cehenneme girecek ve orada ebedi kalacaklardır. Zerre kadar imanı olanlar ise, affedilmeyen günahları karşılığında ateşte yansalar da neticede bir kurtuluş kapısı bulacaklardır. Dinin tâlimatlarına uygun yaşayanlar ise cennete girecek ve orada ebedi kalacaklardır. Nitekim bu mevzuya temas eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır. İster erkek ister kadın olsun, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girecek ve hurma çekirdeğinin küçücük oyuğu kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisâ 4/123-124)

Allah Teâlâ’nın İsrâioğulları’ndan aldığı bir diğer söz de şudur:

83. Hani biz, İsrâiloğulları’ndan: “Sadece Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunacaksınız!” diye söz almış ve: “İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin!” diye emretmiştik. Sonra sizden pek azı müstesna, sözünüzden döndünüz ve hâlâ yüz çevirmeye devam ediyorsunuz.

Bu âyette hitap, başta olduğu gibi yeniden İsrâiloğulları’na yöneltilmiş, doğru yoldan sapmalarına yeni örnekler verilmiş ve atalarının isyânı üzere devam ettiklerine dikkat çekilmiştir. Hâl-i hazırdaki yahudilerin kötü vasıflarından bahsedilerek, onların çirkin işleri ve sözleri çeşitli vesilelerle beyân edilmiştir. Öyle ki, artık onların îman edeceğine kimsenin ümîdi kalmamıştır. Bu sûrede sayılan kötü vasıfların bir kısmı muhatap alınan yahudilere ait iken, bir kısmı da atalarıyla, hıristiyan ve putperestler arasında ortaktır.

Âyette ifade edilen ve yahudilerden söz alındığı bildirilen maddeler, aynı zamanda İslâm’ın da esasları ve hükümleri arasında yer alır. (bk. Nisâ 4/36; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Tirmizî, Tefsir 17/3144; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 18/4075)
“Sadece Allah’a kulluk yapılması” emri aslında bütün insanlara yöneliktir ve onlar bunun için yaratılmışlardır. (bk. Enbiyâ 21/25; Nahl 16/36) Allah’a ait olan bu hak, hakların en üstünü ve en yücesidir. Sonra diğer varlıkların hakları gelir. Yaratıklar içinde ise en mühim hak, anne-babaya âittir. Bu sebeple Kur’ân’ın pek çok yerinde ve hadis-i şeriflerde Allah’ın hakkı olan “şirk koşmamak”tan hemen sonra anne-baba hakkı zikredilir. Cenâb-ı Hak bizi yaratmış, anne-babamız da dünyaya gelmemize vâsıta olmuş, büyük bir ihtimamla bizi büyütüp terbiye etmiştir. Dolayısıyla, âlimlerin çoğunluğu, kâfir bile olsa, şirk koşmayı emretmediği müddetçe, anne-babaya hürmet ve itaat etmenin zarûrî olduğu hususunda aynı fikirdedirler.

Anne-babadan sonra akrabaya iyilik gelir. Dinimiz sıla-i rahim denilen akrabayla münâsebetleri devam ettirip onlara yardımda bulunmayı ısrarla teşvik etmiş ve bu konuda vazgeçilmez haklar ve sorumluluklar koymuştur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse akrabasına iyilik etsin” buyurmuştur. (Müslim, İman 74, 75) “Beni cehennemden uzaklaştırıp cennete götürecek davranışı haber ver” diyen birine Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına ilâh diye tapmazsın, namazı gerektiği gibi kılar, zekâtı tam olarak verir ve akrabanı koruyup gözetirsin” telkininde bulunmuştur. (Buhârî, Edeb 10; Müslim, İman 14) Bir sahâbînin: “Ya Rasûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlar bana kaba davranıyorlar” demesi üzerine de Af ve Rahmet Peygamberi (s.a.s.): “Sen böyle davrandıkça Allah’ın yardımı seninledir” buyurmuştur. (Müslim, Birr 22)

Yetimler, kendilerine bakacak babaları olmayan küçük çocuklardır. Yetimlere iyilik ve yardımda bulunmak çok önemli bir içtimâî ibâdettir. Bu sebeple pek çok âyet ve hadiste insanlar yetimlere bakmaya teşvik edilirler.

Yoksullar ise, kendileri ve âileleri için harcayacak bir şey bulamayan kişilerdir. Cenâb-ı Hak, yoksullara en güzel şekilde davranmayı, onlara iyilikte bulunmayı emretmektedir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra insanlara güzel ve istifade edilecek söz söylemeyi, yumuşak ve tatlı bir lisanla konuşmayı, ince, kibar ve nâzik olmayı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı insanların kusurlarını affedip olabildiğince müsamahalı davranmayı emretmektedir.

Şâir, Allah’ın sevgili kulu olması gereken müslümanın ağzına iyi sözden başkasının yakışmayacağını ince bir nükte ile şöyle dile getirir:

“Düşmez leb-i şîrînine yârin sühân-i telh
Helvâcı dükânında piyâzın yeri yoktur.”
(Nâbî)

“Sevgilinin tatlı dudaklarına acı söz söylemek hiç de yakışmaz. Helvacı dükkanında soğanın veya piyazın ne işi var?”

Cenâb-ı Hak, insanlara iyi davranmayı emrettikten sonra, yine insanlara güzel söz söylemeyi emrederek uygulamalı ve sözlü iyiliği büyük bir uyum içinde bir araya getirmiştir. Yani insan hem diliyle hem de uygulamalarıyla iyilik üzere olmalı, devamlı iyilik düşünüp iyilik konuşmalı ve herkese güzel muamele etmelidir. Daha sonra âyette, Allah’a ibâdetle insanlara iyilik mevzûları birer misalle müşahhas hâle getirilerek namazın doğru kılınması ve zekâtın verilmesi emredilmiştir.

Allah Teâlâ, İsrâiloğullarından bu şekilde söz almış, ancak onlar, pek azı hâriç, verdikleri sözlerinden dönmüşlerdir. Sonradan gelen yahudiler de atalarının izini tâkip ederek aynı isyan hâlini devam ettirdikleri için, hitap onlara yöneltilerek; “Sözünüzden döndünüz!” (Bakara 2/83) buyrulmuş ve geçmişlerin yanlış davranışı bunlara da nispet edilmiştir.

En son gelen ve “devamlılığ”a delâlet eden isim cümlesiyle de yahudilerin, ataları gibi sözlerinden dönmeye devam ettikleri ve bu kötü davranışı âdet hâline getirdikleri ifade edilmektedir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 78; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, I, 310)

Hatta yahudiler insanlara verdikleri sözlerden döndükleri gibi doğrudan doğruya kendi hayatlarıyla alâkalı sözleri husûsunda da aynı şekilde davranmaktadırlar. Bunu açıklama sadedinde şöyle buyrulur:

84. Yine bir vakit sizden “Haksız yere birbirinizin kanını dökmeyecek; kendinizden olan insanları yurdunuzdan çıkarmayacaksınız!” diye kesin söz almıştık. Bu konuda siz de kesin taahhütte bulunmuş, bunu kabul etmiştiniz. Nitekim bugün de aynı şehâdette bulunursunuz.

“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz!”
ifadesi şu mânaya gelir: “Kendi milletinizden olan insanları, akrabalarınızı ve din kardeşlerinizi öldürmeyin! Haksız yere adam öldürüp, buna karşılık kısas edilerek kendi canınıza kıymayın! Bir de kanınızı mübah kılacak günahlar işlemeyin!”

İsrâiloğulları, Tevrat’ta mevcut olan ilâhî ahdi bildikleri için bu konuda Allah’a verdikleri sözü ikrar etmişlerdir. Bunun kesinlikle kendilerinden alınan bir söz olduğunu itiraf etmişlerdir. Önceki yahudiler, bu sözü kabul ederken birbirlerine şâhit olmuşlardı. Bugünküler de o sözün ikrar edildiğine şâhitlik yaparlar.

Bu ve devam eden âyet-i kerîmelerde geçmişle hâl iç içe sunulmakta, böylece geçmiş hâdiseler adeta şimdiki hâle getirilmekte ve hâl geçmişe girmekte, böylece tarih mânasız bir hâdiseler yığını olmaktan çıkıp, devam eden tesirleriyle hâlâ yaşanan ve ibret veren bir hayat olmaktadır. Ayrıca, burada anlatılan geçmiş olayların kahramanları ile, âyetlerin indiği anda yaşanan olayların kahramanları aynı karakterde birleşmekte, dolayısıyla geçmişten hâle bütün olaylar aynı karakterdeki kişiler etrafında dönmektedir. Böylece kuru tarihî hâdislerden ziyâde karakterler, niyetler, sıfatlar, tutum ve davranışlar öne çıkarılmakta, olaylar bu aslî unsurun ortaya çımasına yardımcı olan vasıta mevkiinde tutulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, kıssaları ve tarihî olayları anlatırken bu etkileyici üslûbu fevkalâde başarılı bir şekilde kullanmaktadır. (bk. Ünal, s. 56)

Ancak yahudiler yine sözlerinde durmamış, Allah’a verdikleri söze uymamış ve birbirlerini öldürmeye, yurtlarından çıkarıp sürgün etmeye ve kardeşleri aleyhine başkalarıyla ittifak kurup kötülük üzere yardımlaşmaya davam etmişlerdir:

85. Siz öyle kimselersiniz ki, bütün bunlardan sonra hâlâ birbirinizi öldürüyor, içinizden bir kısmını yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı kötülük yapmada ve düşmanlık etmede birbirinizi destekliyorsunuz. Düşman elinde size esir olarak geldiklerinde ise fidye verip onları kurtarmaya kalkıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size baştan haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rezillik; kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba uğratılmaktır. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.

Medine’de Araplardan Evs ve Hazrec kabileleri bulunuyordu. Bunlar putlara tapıyorlardı. Aralarında son derece şiddetli bir düşmanlık hüküm sürüyordu. Ayrıca, Medine’de yirmibir yahudi kabilesi bulunuyordu. Bunlardan bir kısmı Evs’le, diğerleri de Hazrec’le anlaşmıştı. Evs ile Hazrec savaşa tutuştuğunda, yahudiler de müttefiklerinin yanında yer alır ve birbirleriyle savaşırlardı. Böylece dindaşlarını öldürür, kendi müttefikleri galip geldiğinde, karşı taraftaki yahudileri esir alır, yurtlarından sürer, mallarını da yağma ederlerdi. Halbuki Allah Teâlâ, bütün bunları yasaklamıştı. Savaş bitince de karşı tarafa esir düşen dindaşları için fidye verip onları kurtarırlardı. Bu da Allah’ın onlara emri idi.

Yine bir yahudi kabilesi, diğer yahudi kabilesinden savaş esiri aldığında, onları ancak fidye karşılığında serbest bırakıyor ve kitapta buna izin verildiğini söyleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Fakat onlar, kitaplarının kendi kardeşleriyle savaşmamaları husûsundaki emrine uymuyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tür çelişkilerine dikkat çekerek: “Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 2/85) buyurmaktadır.

Böyle Allah’ın emrine itaat etmeyen isyankârların âkıbeti, dünyada rezil rüsvâ olmak, âhirette de daha şiddetli bir azâba mâruz kalmaktır. Nitekim Medine’deki yahudi kabileleri, ihânetleri sebebiyle kimi sürülerek, kimi de katledilerek dünyadaki rezilliği tatmışlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların yaptığı her şeyi görüp bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün söz ve fiilleri kaydeder ve tam bir adâletle karşılığını verir:

86. İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu sebeple ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.

Yahudilerin dünya ve âhirette azâba uğratılmalarının en mühim sebebi, âhireti fedâ ederek dünyevî bir takım menfaatlerin peşine düşmeleridir. Onlar, ölüm ve ötesini düşünmez, âhiret için hazırlık yapmazlar. Bilâkis üç günlük dünya için her türlü fenâlığı yapar, beş on kuruş için Allah’ın kitabını bile tahrif ederler. Bir de kalkar, “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” (Bakara 2/80) derler.

Böyle davrananlardan azabın kaldırılması bir tarafa, hafifletilmez bile. Onlara hiçbir sûrette yardım da edilmez. Çünkü hiçbir mâzeretleri kalmadığı gibi, işledikleri cürümler de had safhaya ulaşmıştır:

87. Hiç şüphesiz biz Mûsâ’ya kitabı verdik ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık mûcizeler lûtfettik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile destekledik. Ama size ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmayacağı, hevâ ve hevesinize hizmet etmeyecek hükümler getirdiyse, hemen büyüklük taslayarak, kimini yalanlayıp kimini de öldürüyordunuz, öyle değil mi?

Cenâb-ı Hak, İsrâîloğulları’na bir nimet olarak Mûsâ (a.s.)’ı gönderdi ve ona Tevrat’ı verdi. Ondan sonra da pek çok peygamberler lutfetti. Bunlar Dâvûd, Süleyman, Uzeyr, İlyâs, Elyesa‘, Yûnus, Zekeriyya, Yahyâ ve diğerleriydi. Daha sonra da Îsâ (a.s.)’ı gönderip ona inkâr edilmesi mümkün olmayan apaçık mûcizeler lûtfetti. Onu Rûhu’l-Kudüs ile destekleyip kuvvetlendirdi.

“Rûhu’l-Kudüs” kelime olarak fevkalâde temizlik, nezahet, bereket rûhu ve mukaddes ruh mânalarına gelip, Cebrâil (a.s.)’ın bir ismidir. (bk. Nahl 16/102; Şuarâ 26/193; Meryem 19/17) Bu da gösteriyor ki, Rûhu’l-Kudüs, Hz. İsa’nın şahsiyetinden bir parça değil, sadece onun destekleyicisidir. Şu hâlde hıristiyanların, Rûhu’l-Kudüs’ü, Îsâ (a.s.)’ın öz şahsiyetinin bir parçası gibi tasavvur etmeleri, bâtıl bir inançtır.

Cebrâil (a.s.), diğer peygamberlere de vahiy getirmiş olmakla birlikte Hz. İsa’ya daha çok destek vermiştir. Hz. Meryem’e onun doğumunu müjdeleyen, Cebrâil (a.s.)’dır. Hz. İsa, onun üflemesi ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse Cebrâil (a.s.)’ı yanında bulmuştur.

Allah’ın insanlara peygamber gönderme âdeti ve bilhassa bu konuda İsrâiloğullarına yönelik lutufları hatırlatıldıktan sonra, Allah’a ve peygamberlerine isyanı âdet hâline getiren yahudilerin inkâr ve zulümleri yüzlerine vurulmaktadır. Cenâb-ı Hak onları azarlayarak ve yaptıkları çirkinlikleri ayıplayarak şöyle sormaktadır:

“Benim peygamberlerim, sizin keyfinize uymayan ilâhî emirlerle geldiğinde, onlara tâbî olmayı kibrinize yediremeyip kafa tutacaksınız, sonunda bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürecek misiniz?”

İsrâiloğulları’nın tarih boyunca yaptığı bundan ibarettir. Kendilerine gelen peygamberlere tâbî olmamış, onları yalanlamış, kimine hayat boyu zulmetmiş, kimini de şehîd etmişlerdir. Son Peygamber Resûlullah (s.a.s.) gelince yine kibirlenmişler, onu yalanlamakla kalmayıp şehîd etmeyi bile defalarca planlamışlardır. Zira bu âyet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz’i öldürme azminde olduklarına açık bir işaret vardır.

Yahudiler, Cenâb-ı Hakk’ın bu tesirli irşâdına, acı tatlı hatırlatmalarına, îkaz ve azarlamalarına karşı küstahça cevap verdiler:

88. Onlar Peygamber’e: “Bizim kalplerimiz örtülüdür, söylediklerini anlamıyoruz” dediler. Aslında gerçeklerin üzerini bilerek örtmeleri ve inanmamakta direnmeleri sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir; bu yüzden pek azı iman eder.

Bu âyetten 121. âyete kadar, yahudilerin isyankâr tavırları anlatılarak bunlar on beş madde hâlinde sıralanmaktadır. (Draz, en-Nebe, s. 289-293)

Yahudiler, tarihte olduğu gibi Peygamber Efendimiz zamanında da inkâr ve inatlarını sürdürdüler. Kibir, inat ve önyargıyla hareket ederek, İslâm’ın hakikatini öğrenmeden reddetme yoluna gittiler. Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in davetine karşı alaycı bir ifade ile; “Kalplerimiz perdelidir, kilitlidir, kaşarlanmıştır, söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” dediler. Bu tavırlarıyla; “Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştıracak hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz” demek istiyorlardı.

Bir de böylece kalplerinin ilimle dolu olduğunu, başkalarının bilgisine ihtiyaç duymadıklarını ve bundan müstağnî olduklarını hissettiriyorlardı. Ehl-i kitap olmaları sebebiyle her şeyi kendilerinin bildiğini zannediyor ve semâvî bilgilerin yegâne mercii olduklarına inanıyorlardı. Yani onların ayağını kaydıran en büyük hastalık, şeytanı itaatten uzaklaştıran “kibir” idi.

Cenâb-ı Hak, yahudilerin bütün iddiâlarını reddetti. İman etmeyişlerinin, dinlerine bağlılıkları veya ilimleri sebebiyle değil, küfürde ısrar etmeleri neticesinde Allah’ın yardım ve rahmetinden mahrum kalmaları yüzünden olduğunu bildirdi. Bu tabiatları sebebiyle yahudilerden iman eden kimse pek azdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir” demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.” (Nisâ 4/155)

Kalbin kilitli olması; taassubu, ön yargıyı ve kendine güvensizliğin bir neticesi olarak yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı olmayı da ifade eder. İlâhî rahmet ve hidâyetten uzaklaşan insanlar, bu tür hastalıklara müptelâ olurlar.

Yahudiler son derece akıl ve mantık dışı bir davranışta bulundular. Çünkü:

89. Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin üzerinedir.

Aslında onlar, Âhirzaman Nebîsi’nin geleceğinden bahsediyor, bunu insanlara haber veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlup edecekleri zamanı bekliyorlardı. Hatta onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için dua ediyorlardı.

İbn Abbas (r.a.) şöyle anlatır:

Hayber yahudileri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahudileri ne zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:

“Ey Rabbimiz! Âhir zamanda göndermeyi va‘dettiğin o ümmî Peygamber hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı istiyoruz!” duasına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duayı yaptılar.

Savaşın netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat dualarında vesîle edindikleri Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 89. âyet-i kerîmesini vahyetti. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 27; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31; Hâkim, el-Müstedrek, II, 289/3042)

Mevlânâ Hazretleri bu hususta şunları söyler:

“Karamsarlığı bırak, ümitsiz olma! Sayısız ümit kapısı vardır. Cihan güneşlerle dolu iken karanlıklara gitme!

Eğer kulak verirsen, gönlün seni gönül ehilleri tarafına çeker. Bedenine sorarsan da seni su ve çamur zindanına hapsetmek ister.
Öyleyse bir gönül dostunun sohbetiyle kalbini gıdâlandır! Vakit kaybetmeden, makamı yüce bir Allah dostundan seni Allah’a yöneltmesini iste! Bir gönül ehlinin eteklerine sımsıkı sarıl ki, onun himmeti seni zilletten kurtarsın, yüceliğe eriştirsin.

İncil’de, Hz. Mustafâ’nın, o peygamberler şâhının, o safâ denizinin vasfı vardır. Ona salât ü selam olsun! Şemaili, durumu, savaşları, orucu ve yiyip içmesi yazılıydı. Hıristiyanlardan bir kısmı İncil okurken onun adı ve sıfatları gelince, sevap kazanmak için o şerefli ismi öperler, o yüce vasfa yüzlerini sürerlerdi. Roma zulmü koptuğu zaman, bunlar o kargaşalıktan emin kaldılar, tehlikesiz ve zararsız kurtuldular. Cenab-ı Ahmed’in bu şerefli isminin himâyesine sığındıkları için, hıristiyan beylerinin ve yahudi vezirin kötülüklerinden korundular. Sonra onların nesilleri de çoğaldı. Ahmed’in nuru onların dostu ve yardımcısı oldu.
Hıristiyanlardan bir başka topluluk, Cenâb-ı Ahmed’in şerefli ismine hürmet etmezlerdi. Hor tutarlardı. Bunlar da, bütün görüşleri ve davranışları hayırsız olan vezirin fitnesiyle hor ve hakir oldular. Dinlerini ve yollarını karmakarışık ettiler, fesada uğradılar.

Cenâb-ı Ahmed’in sadece ismi bu sûretle yardım ederse, onun peygamberlik nûrunun kendisi acaba nasıl yardım eder? O Ahmed ism-i şerifi, bir insana böyle muhkem bir kale olursa, o Rûhu’l-Emîn’in bizzat kendisi acaba ne olur?”
(Mevlânâ, Mesnevî, c. I, beyt: 750-765)

Hâsılı, Son Peygamber’in geleceğinden bahsedip dururken, o kendilerinden çıkmadığı için, bile bile ve inatla inkâra saplanan yahudiler, Allah’ın lânetine uğradılar ve kendilerini çok kötü bir şey karşılığında hebâ ettiler:

90. Onlar, Allah’ın dilediği kuluna lutufta bulunarak peygamberlik vermesini kıskandılar da, Kur’an’ı inkâr ederek kendilerini ne kötü bir şeye sattılar. Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar. Zâten kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.

Yahudilerin bu mantık dışı tavrı, Allah’ın taksimine rızâ göstermeyip, îtiraz etme mânası taşımaktadır. Onları bu alçaklığa iten sebep de içlerinde kaynayan haset duygusu olmuştur. Târih boyunca pek çok peygamber onların soyundan geldiği için yine öyle olacağını düşünüyor, hatta buna kesin gözüyle bakıyorlardı. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan değil de İsmâil (a.s.)’ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve taşkınlığa saptılar. Efendimiz’in peygamberliğine ve getirdiği kitaba iman etmediler. Bu küfürlerinin karşılığı ise onların ebedî olarak cehennem azâbına mâruz kalmalarıdır. Haset ve küfürleri sebebiyle düştükleri bu acı âkıbet ne kötüdür. Zira daha önce uğradıkları ilâhî gazaptan, Peygamberimiz’e iman ederek kurtulabilecekken, inkârları sebebiyle bir gazaba daha uğradılar ve ebedî olarak cehennemde kalmaya müstahak oldular. İstikballerini ve âhiretteki ebedî saadetlerini satarak, karşılığında zillet, meskenet ve gazab-ı ilâhîyi satın aldılar. Ne kötü bir alışveriş!

Bu sebepledir ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Onlara: “Allah’ın indirdiği Kur’an’a iman edin!” dendiği zaman, “Biz sadece bize indirilene inanırız!” derler; ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki Kur’an, ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayan ilâhî bir kitaptır. Onlara şöyle de: “Eğer Tevrat’a inanıyor idiyseniz, bundan önce Allah’ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?”

Yahudilere nasihat edilerek:

“–Kime gelmiş olursa olsun, Allah’ın indirdiği kitaplara îman edin! Kur’an da Tevrat gibi Allah tarafından gönderilmiştir. O hâlde Tevrat’a inandığınız gibi Kur’an’a da îman edin!” denildiğinde onlar:

“–Bizi Tevrat’a inanmaya sevk eden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla birlikte bize göndermiş olmasıdır. Oysa Kur’an bize indirilmiş değildir” cevabını verirler.

Tevrat’tan sonra indirilen İncil’i ve Kur’an’ı inkâr ederler. Tevrat’tan önce indirilenleri ise kabul ederler. Kur’an, efrâdını câmi ağyârını mâni olan “مَا وَرَاءَهُ: Ondan başkası” (Bakara 2/91) tâbirini kullanarak İsrâiloğulları’nın suçunu tam olarak sınırlamıştır. Bu da, insafın ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir.

Daha sonra onların iddialarına cevap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına inanmalarının, hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği ve tahrif ettikleri kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’an’ın hak olduğunu anlayabilecekleri ifade edilmiştir. Tevrat’a iman ettikleri yönündeki iddianın asılsız olduğu, zira gerçekten iman etmiş olsalardı, onu tasdik eden Kur’an’ı kabul etmeleri gerektiği anlatılmıştır. Çünkü Tevrat’ta, Âhirzaman Peygamberi’nin geleceği ve hangi vasıflarda olacağı bildirilmiş ve ona inanma hususunda kendilerinden söz de alınmıştı. Buna rağmen, Cenâb-ı Hak son kitabını indirip: “Elinizdeki Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın!” (Bakara 2/41) buyurunca “Bizim kalplerimiz örtülüdür, söylediklerini anlamıyoruz” (Bakara 2/88) dediler. Öyleyse onların; “Biz sadece bize indirilene inanırız” (Bakara 2/91) sözleri de yalandır. Bunun delili de, Zekeriyâ ve Yahyâ (a.s.) gibi Allah’ın peygamberlerini öldürmeleridir. Zira bırakın peygamber öldürmeyi, herhangi bir insanı bile haksız yere öldürmek Tevrat’ta yasaklanmıştır.

Yahudilerin bu tür çelişkili halleri ve inkârları çoktur:

92. Andolsun Mûsâ size apaçık mûcizeler getirmişti; fakat o kısa bir süreliğine yanınızdan ayrılır ayrılmaz, tutup buzağıya tapmıştınız. İşte siz o zâlimlersiniz.

İsrâîloğulları, Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği çeşitli mûcizelere şâhit olmalarına rağmen bir müddet sonra en ağır günahlara bulaştılar. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ ile konuşmak için Tûr dağına çıkınca, hemen altından bir buzağı heykeli yapıp ilâh diye ona tapınmaya başladılar. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur:

“Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o ayrılıp Tûr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.” (Bakara 2/51)

Îman etmek böyle mi olur? Bu, îman değil, zulümdür. Yani gerçeğe aykırı davranmak, bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmamaktır. Siz, itaat etmeniz gerekirken isyan ettiniz, Allah’a ibâdet etmeniz gerekirken buzağıya taptınız. Hz. Muhammed (s.a.s.)’i herkesten önce siz kabul etmeniz gerekirken, ilk inkâr eden siz oldunuz. Dahası Allah’a verdiğiniz en sağlam sözü fazla zaman geçmeden hemen bozdunuz:

93. Bir zamanlar Tūr dağını üzerinize kaldırarak, Tevrat’a göre yaşayacağınıza dâir sizden söz almış ve: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve ona kulak verin” demiştik. Onlar ise: “Duyduk, ama itaat etmiyoruz” dediler. Çünkü inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi iliklerine işlemişti. Onlara de ki: «Eğer iddia ettiğiniz gibi mü’minseniz, bu inancınız size ne kötü şeyler emrediyor!”

Cenâb-ı Hak büyük bir mûcize gösterip Tûr Dağı’nı şemsiye gibi üzerlerine kaldırmıştı. (bk. Bakara 2/63; Nisâ 4/154) İsrâiloğulları bu ilâhî kahır tecellisi karşısında zorla îman ettiler ve söz verdiler. Bu ilâhî mûcizeler ve tehditler altında onlara “Tevrat’ta size emredilen şeylere bütün gücünüzle sarılın ve güzelce dinleyip itaat edin!” denildi. Ancak onlar, “Duyduk, ama itaat etmiyoruz” (Bakara 2/93) deyip günahkâr tavırlarına devam ettiler. Bu küfürleri onları öyle kötü bir hâle sürükledi ki, fıtratları, düşünme ve anlama kabiliyetleri bozuldu. Altından yaptıkları bir buzağıya tapacak kadar aklî ve mantıkî fesâda uğradılar. (bk. Bakara 2/51, 54; Nisâ 4/153; A‘râf 7/152) Doğru yoldan ayrılınca, kendilerini altın buzağı sevdâsına kaptırdılar. Bütün düşünce, konuşma, hareket ve görünüşleri putperestlikle doldu. Boyanın elbiseye içirilmesi gibi, buzağı şeklinde yaptıkları altın puta tapmanın rengine boyandılar. Nasıl ki su, topraktan çıkan bitkilerin hayat kaynağıysa, aynen bunun gibi buzağıya tapma sevgisi de onlardan çıkan davranışların kaynağı oldu. İşte küfür, insanı bu şekilde durmadan alçaltır ve nihâyetinde aşağıların en aşağısına sürükleyip perişan eder.

İsrâiloğulları’nın altından bir buzağı yapıp onu ilâh edinmeleri, onların âhireti terk edip tamamen dünyalık toplamaya yöneldiklerini göstermektedir. Bir müddet sonra, âdeta parayı ilâh edindiler. Bu yanlış yolda o kadar ileri gittiler ki, sonunda altından bir put yapıp ona tapınmaya başladılar ve böylece içlerindeki duyguyu herkesin göreceği şekilde müşahhaslaştırdılar. Bugün de “altın” denildiğinde yahudilerin akla gelmesi, herhalde bu anlayışın bir devamıdır.

Burada, sevgi cevherini yerinde kullanmanın önemi bir kez daha kendini göstermektedir. İnsan, sevgisini lâyık olan şeye yöneltirse yükselir; lâyık olmayan şeye yöneltirse zelil olur. Yani sevgi, ilâhî bir sermayedir. Mü’min, sevgisini nereye sarfedeceğini ve nerede kullanacağını çok iyi bilmelidir. İlâhî iradenin bu lûtfunu ziyân etmemelidir. Yahudiler Allah’ı ve peygamberlerini sevmeleri gerekirken, dünyalığı ve putları sevdiler, böylece “duyduk ama itaat etmiyoruz” (Bakara 2/93) diyecek kadar dipsiz bir alçaklığa düştüler. Bile bile isyân etmek, nesiller boyu devam eden tabiatları hâline geldi. (bk. Nisâ 4/46)

Eğer bu hâlleriyle hâlâ îman ettiklerini iddia ediyorlarsa, onların îmanı kendilerine ne kötü şeyler emrediyor! Allah’a ve peygamberlerine karşı yaptıkları rezillikleri îmanın gereği zannediyorlarsa, bilsinler ki onlar yanlış ve kötü şeylerdir, kendilerine ebedî zararlar verir. O hâlde, bu hatâlı davranışların kaynağı olan yanlış îmanlarını derhâl kontrol edip ıslâh yoluna gitmeleri gerekir.

Aynı şekilde, yahudilerin sahip olduğu âhiret inancının da düzeltilmesi lazımdır. Bunu ifade için buyruluyor ki:

94. Onlara şöyle de: “Eğer âhiret yurdunun saâdeti, başkalarına değil de Allah yanında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda da samimi iseniz, haydi ölümü isteyin de görelim!”

Yahudiler ve hıristiyanlar, dünyada; “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” (Mâide 5/18) diye kendilerini diğer insanlardan üstün görmektedirler. Aynı şekilde âhirette de imtiyazlı olacaklarına inanarak şöyle demektedirler:

“Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.” (Bakara 2/80)

“Yahudi veya hıristiyanlardan başkası aslâ cennete giremeyecek …” (Bakara 2/111)

Cenâb-ı Hak ise: “Bu, onların boş kuruntularıdır” (Bakara 2/111) buyurarak, işin gerçek yüzünü haber vermektedir.

Tefsiri sadedinde olduğumuz 94. âyet-i kerîme, onların yalan ve yanlışlarını en güzel şekilde ortaya çıkarmaktadır. Hakikaten, Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği; hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve akla hayâle gelmeyen âhiret nimetlerine kavuşacağı kesin olan bir insanın, bu meşakkatler âleminde çile çekip durması anlamsızdır. Onunla bu muhteşem nimetler arasında sadece bir ölüm perdesi vardır. O perdeyi aralayıp rahat ve huzûra kavuşması beklenir. Böyle kimseler en azından ölümden aslâ korkmamalıdırlar. Nitekim Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) başta olmak üzere pek çok sahâbî, ölmekten hiç korkmamış, âhirete kavuşmayı canlarına minnet bilmişlerdir. Muhammed bin Münkedir (r.a.)’in şu sözü ne kadar ibretlidir:

“Câbir bin Abdullah (r.a.) vefat etmek üzereyken ziyâretine gittim ve:
«–Resûlullah (s.a.s.)’e selâm söyle!” dedim. (İbn Mâce, Cenâiz 4)
Yani, ashâb-ı kirâm, cennete girecekleri ve Resûlullah’a kavuşacakları inancıyla, ölümün zorluklarını unutuyorlardı. Yahudi ve hıristiyanlar böyle değildir:

Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 349; Hâkim, IV, 547/8533; Ebû Nuaym, Hilye, I, 142; Zehebî, Siyer, I, 359; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 81.

95. Fakat onlar, daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiç bir zaman ölümü isteyemezler. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir.

Onlar, ölümü kesinlikle istemez, hatırlarına bile getirmezler. Yanlarında ölümden bahseden biri olsa, “Huzurumuzu kaçırma!” diye onu hemen sustururlar. Çünkü pek çok günah işlemekte ve yaptıklarından Allah’ın râzı olmadığını bilmektedirler. Ancak hevâ ve heveslerine uydukları için yanlış davranışlardan vazgeçmeyip bâtıl îtikatlarla tesellî bulmaya çalışmaktadırlar. Allah Teâlâ, bu zâlimlerin düşüncelerini ve hâllerini çok iyi bildiği için, onlara “ölümü istemeyi” teklif etmiş ve böylece sözlerinin hakikatten ne kadar uzak olduğunu herkese göstermiştir. (bk. Cuma 62/6-7)

Günümüzde bazı inanç gruplarının büyük nimetlere kavuşma hayâliyle zaman zaman topluca intihar ettiklerini duyuyoruz. Onların bu davranışı, inançlarının doğruluğunu göstermez. Sayıları çok az olan bu insanlar, yaşadıkları buhranlar neticesinde, yanlış bir inanç uğruna ölüp gitmektedirler. Bu intiharları kendilerine fayda değil zarar verecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Yahudiler ölümü temennî etmiş olsalardı, ölür ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 248)

Yahudilerin ölümü istemesi bir tarafa, aksine onlar dünya hayatına karşı insanların en düşkünüdürler:

96. Elbette sen onları, insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Hatta onlardaki hırs müşriklerde bile yoktur. Her biri bin yıl yaşamak ister. Oysa ömrünün uzatılması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını görmektedir.

Peygamber ve kitaptan haberdar oldukları için bazı şeyleri bilmesi gereken bu insanlar, ilâhî hakikatlerden hiç haberi olmayan câhil müşriklerden bile daha çok dünyaya sarılırlar.
Nitekim Mâlik b. Dinar, Hasan-ı Basrî’ye sorar:
“−Âlime verilen ceza nedir?”
“−Kalbinin ölmesi.”
“−Kalbin ölümü nedir?”
“−Dünya sevgisi ve hırsı.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 67)

Aslında onların bu uzun yaşama isteklerinin ardında, âhirete imanlarının zayıflığı ve yaptıkları zulümlerin cezasını çekme korkusu yatmaktadır. Diğer insanlara karşı, “Allah katında imtiyazlı olduklarını” söyleyerek övünürken, kendi içlerinde Allah’ın azabından kaçmak için çareler ararlar. Ancak, ne kadar dünyaya sarılsalar, hatta bin yıl da yaşasalar, sonunda yine ilâhî azâba dûçâr olacaklardır. Asırlarca yaşamalarının, karşılaşacakları şiddetli azabı hafifletmede en ufak bir tesiri olmayacaktır. Çünkü Allah, onların yaptığı işlere her yönüyle vâkıftır. İşlerinin zâhirini, bâtınını ve ledünniyâtını tam olarak bilir.

Yahudiler, Peygamber Efendimiz’e ve müslümanlara o kadar haset ederler ki, düşmanlıklarını Cebrâil (a.s.)’a kadar götürürler. Peygamberlik vazifesini bize getirmedi diye ona kin güdecek kadar saldırganlaşırlar:

97. O Yahudilere söyle: “Cebrâil’e kim düşmansa şunu iyi bilsin ki, daha önce gönderilen kitapları doğrulayan, mü’minlere bir doğru yol rehberi ve müjdeci olan Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.”

Bu âyetler, yahudiler ve onlar gibi çeşitli bahanelerle Âhirzaman Peygamberi’ne iman etmemekte direnenler hakkında nâzil olmuştur. Yahudiler Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e gelerek bir takım sualler sordular. Peygamberden başka hiç kimsenin bilemeyeceği doğru cevapları alınca, bu sefer de vahyi getiren Cebrâil (a.s.)’a düşman olduklarını ileri sürdüler. “Vahyi Mikâil (a.s.) getirseydi sana iman ederdik” dediler. Kendilerince, Cebrâil (a.s.)’ın şiddeti, harbi, zorluğu, ağır mes’ûliyetleri, kıtlığı, azâbı ve kan dökmeyi getirdiğini; Mikâil (a.s.)’ın da rahmet, yumuşaklık, yağmur, bolluk ve kolaylaştırma meleği olduğunu söylediler. Hatta düşmanlıklarının asıl sebebini biraz daha itiraf ederek:

“Cibrîl bizim düşmanımızdır. Çünkü peygamberliği bizden birine getirmekle emrolunmuşken, başkasına götürdü” dediler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 34)

Onlar aslında Peygamber Efendimiz’in risâletine hased ediyor, onu kabul etmek istemiyorlardı. Halbuki Cebrâil (a.s.) sadece bir memur idi. Allah onu kime gönderirse ona giderdi. Kur’an’ı da Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz’in kalbine indirmişti. Böylece insanlığa en büyük hayrı getirmişti.

Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Yahudiler bunu bildikleri hâlde inatla direnmişlerdir. Diğer taraftan Kur’an, kendisine îman eden insanları, en doğru yola sevkeder ve onlara ebedî bir saadet bahşeder. Yahudilerin Allah Resûlü’ne ve Kur’an’a iman etmeleri için, bu sebeplerden biri bile kâfî gelir.

Vahiy hâdisesinde normalde Cebrâil (a.s.), vahyi Allah Resûlü’ne okuyor, işittiği âyetler mânalarıyla birlikte Efendimiz’in kalbine iyice yerleşiyordu. (bk. Kıyâme 75/16-19; Tâ-hâ 2/114) Burada ise Kur’an’ın Peygamber Efendimiz’in “kalbine” indirildiği ifade edilerek, vahyin tesirine ve kuvvetine dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yani şuur ve şuuraltının bütün bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Böylece, kalbi her yönden tamamen kaplayıp istîlâ ederek büyük bir kesinlik ve karşı konulamaz bir hüküm ifade eder. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret hâline gelir. (bk. Şuarâ 26/193-194)

98. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşmansa, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.

Allah’ın lutfettiği elçilik vazifesini yapan bir meleğe düşmanlık beslemek, hakikatte onun getirdiği vahye, vahyi gönderen Allah’a, peygamberlere, meleklere ve hatta yahudilerin çok sevdiklerini söyledikleri Mîkâil (a.s.)’a düşman olmak demektir. Kim böyle bir düşmanlıkta bulunursa, Allah da o kâfirlere düşman olur. Onlara bir müddet mühlet verse de sonunda şiddetle yakalar ve cezalandırır.

Âyetteki ifadeden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, îman etmeyen insanların şahsına değil, küfürlerine düşmandır. Küfrü bıraktıklarında onlara derhal dost oluverir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 83)

Yahudilerin bahaneleri ve mantıksız tavırları bitip tükenmez. Onlardan biri de Resûlullah (s.a.s.)’in hiçbir mûcize getirmediğini iddia etmeleridir. Nitekim âlimlerinden İbn Sûriyâ, Allah Resûlü (s.a.s.)’e:

“–Bize bildiğimiz bir şey getirmedin ve sana apaçık bir mûcize verilmedi ki sana tâbî olalım” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 34)

99. Rasûlüm! Elbette biz sana apaçık âyetler indirdik; yoldan çıkmış olanlardan başkası onları inkâr etmez.

Yahudiler, îman etmemek için sonunda bu bahaneyi ileri sürdüler. Ancak Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i tesellî ederek kendisine pek çok mûcizeler lutfettiğini ve bunları ancak inatçı kâfirlerin inkâr edebileceğini bildirdi.

Yahudilerin yerilen bir diğer sıfatları da sözleşme ve anlaşmalarına dikkat etmemeleridir:

100. O fasıklar ne zaman bir anlaşma yaptılarsa, içlerinden bir gürûh her defasında onu bozup bir kenara atmadı mı? Aslında, onların çoğu zâten inanmıyor.

Mâlik b. Sayf:

“–Allah’a yemin olsun ki kitabımızda bizden ne Muhammed’e iman edeceğimize dâir bir ahid alınmıştır ne de başka bir söz!” demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 18)

Resûlullah (s.a.s.)’in nübüvvetini inkâr eden bütün yahudiler, bu âyetin hükmüne dâhildir. Zaten onların çoğu îman etmezler. (bk. Âl-i İmrân 3/110)

İsrâiloğulları, gerek daha önceki hayatlarında, gerekse Resûlullah (s.a.s.) zamanında (bk. Enfâl 8/55-56; Mâide 5/13) verdikleri sözleri devamlı bozmuş, bu zulmü ve hâinliği âdet hâline getirmişlerdi. Âyet-i kerîme, soru ile başlayarak onların bu hâlini yadırgamış ve yaptıklarının ne büyük bir yanlış olduğunu göstermiştir. Zira bu tür bir ifade, bahsedilen şeyin çirkinliğini ortaya koyma ve bunu yapanları azarlama hususunda daha daha tesirlidir.

Yahudilerin peygamber ve kitaba olan düşmanlıkları ise pek sinsi ve derindir:
 
Üst Alt