BİR ARINMA YOLCULUĞU : ORUÇ
Ey iman edenler! Allah, sizden öncekilere farz kıldığı gibi, orucu size de farz kıldı ki, (her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten) sakınasınız diye. Sayılı günlerde orucu tutun. Ancak hasta olanlar veya seyahatte bulunanlar, tutamadığı günler sayısınca orucu başka günlerde tutsun. Oruç tutmaya gücü yetmeyen ve tutamayanlar fidye olarak bir yoksulu doyurmakla sorumludurlar. Her kim gönlünden koparak iyiliği artırırsa, kendisine iyilik yapmış olur. Ama oruç tutmanız, fidye vermek ve kazaya bırakmaktan daha hayırlıdır, keşke bunu bilseydiniz. [109]
Resulüllah Medine’ye hicret edince, Yahudilerin, Muharrem ayının 10. günü oruç tuttuklarını gördü. Bu durum ilgisini çekti. Çünkü müşrik Araplar da aynı gün oruç tutmayı değerli bulur ve bu nedenle bazıları o gün oruç tutardı. Hatta bizzat kendisi, risâlet öncesinde, muhtemelen İbrahimî geleneğin bir kalıntısı olarak varlığını hâlâ sürdüren oruç tutma ibadetini uygular, Muharrem ayının onuncu günü oruç tutardı. Medine’ye gelince Resulüllah’ın dikkatini çeken şey, ehl-i kitap olan Yahudilerin de o gün oruç tutmalarıydı. Bunun gerekçesini öğrenmek istedi ve Yahudilerden bazı kimselere Muharrem ayının 10. günü oruç tutma nedenlerini sordu. Aldığı cevap ilginçti: ‘Muharremin onuncu günü bizler için önemli bir gündür. Çünkü, Allah o gün Musa’yı ve İsrail oğullarını Firavun’un elinden kurtardı; Firavun ve adamlarım suda boğdu. Musa’da şükür olarak o gün oruç tuttu. Biz o günlerin hatırası olarak Musa’ya uyup oruç tutarız.’ Bu sözler üzerine, Resulüllah, ‘Ben Musa’ya ve onun orucunu tutmaya sizden daha layıkım’ dedi ve aşure orucu ismiyle bilinen Muharrem ayının onuncu günü oruç tuttu. Müslümanlardan da o gün oruç tutmalarını istedi.[110]
Resulüllah’ın risâletin Medine döneminde titizlikle uyguladığı bir ölçü vardı; Yahudilerle benzerlik taşımaktan kaçınır, onlarla Müslümanların görünüm, hâl ve hareketleri arasında farklılık olmasını arzulardı. Bu nedenle hicret sonrasında ilk aşure orucunu tuttuktan ve bunu yapmalarını Müslümanlar istedikten sonra ‘Eğer gelecek sene sağ olursam, Muharremin dokuzunda da oruç tutacağım [111] dedi. Müslümanlara da ‘Muharremin dokuzuncu günü de oruç tutarak Yahudilere muhalefet edin [112] tavsiyesinde bulundu. Ayrıca kendisi her ay üç gün oruç tutmaya büyük önem verdi. Yine, Müslümanlardan da bu şekilde oruç tutmalarım istedi.
Hicretin ikinci yılıydı. Hicretin üzerinden 18 ay geçmişti. Kıblenin Kabe’ye çevrilişinden sonra, Şaban ayının sonlarına doğru bir grup ayet vahyolundu. Ayetler şöyleydi: ‘Ey iman edenler! Allah, sizden öncekilere farz kıldığı gibi, orucu size de farz kıldı ki, (her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten) sokmasınız diye. Sayılı günlerde orucu tutun. Ancak hasta olanlar veya seyahatte bulunanlar, tutamadığı günler sayısınca orucu başka günlerde tutsun. Oruç tutmaya gücü yetmeyen ve tutamayanlar fidye olarak bir yoksulu doyurmakla sorumludurlar. Her kim gönlünden koparak iyiliği artırırsa, kendisine iyilik yapmış olur. Ama oruç tutmanız, fidye vermek ve kazaya bırakmaktan daha hayırlıdır, keşke bunu bilseydiniz.[113]
Ayetler açıktı; Ramazan ayının tamamında oruç tutmak Müslümanlara farz kılınmıştı. Ayetler bir şeye özellikle vurguda bulunuyor ve bu ibadetin önceki peygamberlere ve o peygamberlere iman etmiş müminlere de farz kılındığını, orucun tevhidin değişmeyen temel ibadetlerinden birisi olduğunu bildiriyordu. Buna göre Müslümanlar oruç tutmakla Yahudileri taklit etmiş olmuyorlardı. Daha da önemlisi, oruç tutmakla kesintisiz devam eden tevhidi geleneğin devamını gerçekleştirmiş olacaklardı.
Ayette belirtildiği üzere oruç, aynen namaz gibi, insanlığın ilk ve asli dini olan İslâm’ın değişmeyen özel ibadet biçimlerinden birisi olarak anlam kazanıyordu. Her hidayet rehberi olan peygamberin uyguladığı ve Müslümanlara uymalarını, gereklerini yerine getirmelerini istedikleri bir ibadet olarak ayrıcalıklı bir öneme ve yere sahipti. Kur’an’ın bu açıklaması, aynı zamanda, neredeyse diğer tüm dinlerdeki oruç ibadetinin kökenini açıklaması açısından da önemliydi. Ayetteki açıklamadan anlaşıldığına göre, diğer dinlerdeki oruç ibadeti o topluma daha önce gelmiş bir peygamberin bildirdiği ibadetin geleneksel devamından veya o ibadetin kısmen değişmiş, anlamını ve işlevini kısmen veya tamamen yitirmiş biçiminden başka bir şey değildir. Yine, çoğu zaman zannedildiğinin aksine, orucun belirli bir süre için sadece yeme-içme davranışlarından uzak durmak olmadığı, cinsel birleşme de aralarında bulunmak üzere bazı davranışlardan uzak durmak ve bir ay süreyle olumlu, nitelikli tutum ve davranışların sahibi olmak anlamına geldiği açıklandı. Ayetteki bir ifade ise orucun gerekçesini son derece açık ve anlaşılır şekilde dile getiriyordu; ‘(her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten) sokmasınız diye.
Türkçe’ye ‘oruç’ olarak geçen ve bu biçimiyle yaygın bir kullanım kazanan, esası ise ‘savm’ olan kelime ‘bir şeyden vazgeçmek, bırakmak” anlamlarına gelmektedir. Savm’ın (orucun) ibadet olarak anlamı ise, belirli bir süre içerisinde başta yeme içme ve cinsel ilişki olmak üzere bazı davranış, tutum ve tavırlardan uzak olmaktır. Dikkat çeken nokta, Resulüllah’ın anladığı ve zamanındaki Müslümanlara anlatıp açıkladığı orucun anlam alanının sonraki anlaşılanlardan oldukça geniş ve son derece işlevsel olmasıdır. Bizzat Resulüllah’ın açıklama ve tavsiyeleri bu anlam alanının genişlemesine ve netleşmesine katkı sağlamıştır. Buna göre, kişinin yanlış, kötü davranışlardan, düşüncelerden uzak durması da oruç ibadetinin gerektirdiği, ibadeti kemale erdiren özelliklerdendir. Resulüllah’ın şu tür emir ve tavsiyeleri bu anlam alanını oluşturması açıdan oldukça önemlidir: ‘Oruç kötülüklere karşı bir kalkandır. Oruç tuttuğunuz gün kötü bir söz söylemekten sakının. Kötü bir işten sakının ve şamata yapmayın. Şayet birisi söver veya kavga etmek isterse, ona ‘Ben oruçluyum’ deyin.[114] ‘Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe tutan için bir kalkandır. [115]
Resulüllah orucun bir ‘kalkan’ olduğundan bahsedince, ‘onu ne yaralar’ diye soranlar oldu. Bu soru karşısında ‘Yalan ve gıybet [116] dedi. Ayrıca şu sözleri de orucun mahiyetini açıklamaya yönelikti: ‘Kim, yalan sözü ve onunla amel etmeyi terk etmezse, Allah’ın onun yemesini ve içmesini kesmesine ihtiyacı yoktur: [117] Oruç bu şekilde uygulamaya aktarılınca, nelere sebep olacağı da, hem orucun işlevini ifade etmek ve hem de Müslümanları oruç ibadeti üzerinden ‘güzel ahlâklı’ olmaya teşvik etmek için ResulüUah tarafından şöyle açıklandı: ‘Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları affolunur [118] ‘Ramazan girdiğinde rahmet (cennet) kapıları açılır cehennem kapılan kapatılır ve şeytanlar zincirlerle bağlanır. [119]
Anlaşılan o ki, ‘Alemlere rahmet olarak gönderilen [120] ve görevinin temel gereklerinden birisi ‘güzel ahlâkı tamamlamak [121] olan Resulüllah ile Müslümanlara oruç emredilirken, ilâhî iradenin murat ettiği gaye: Müslümanların arınmaları; ahlâken, ruhen tertemiz hale gelmeleri; nefislerinin yanlış eğilimlerini, gidişatlarının muhtemel aksaklık veya yanlışlıklarını her yıl bir ay süre içerisinde gözden geçirerek, hâl ve hareketlerini, istek ve arzularını olması gereken rotasına yerleştirmeleri veya eğer bu özellikleri olması gereken rotada ise bunu sabitleyip, sağlamlaştırmalarıdır. Emredilen Ramazan orucu ile ahlâkî, ruhanî bir yolculuğa çıkılması istenmiştir. Arınma sürecinin daha sistemli ve yoğun gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Bunun böyle olduğunu hem Resulüllah’ın ifade ve açıklamalarından ve hem de Kur’an’ın oruç tutanlarla ilgili tanımlamalarından kolaylıkla anlamak mümkündür. Kur’an’da oruç tutan erkeklerden bahsedilirken ‘sâihûn [122] kadınlardan bahsedilirken ‘sâihâf [123] sıfatının kullanılmış olması, orucun hedefiyle ilgilidir. ‘Seyahat eden’ anlamına gelen bu kelimeler, söz konusu manevî, ahlâkî yolculuğun; arınma sürecinin bir gereği olarak anlam kazanmaktadır. Ramazan orucu farz kılınınca bu ibadetle sorumlu Müslümanlar büyük bir istek ve arzuyla ibadetlerinin gereklerine göre davranmaya başladılar. Manevî dünyalarında, ahlâkî yapılarında gerçekleştirdikleri yolculuğun gereklerini titiz bir şekilde yerine getirmenin çabasını yürüttüler. Ramazan orucunun farz kılındığı ve Müslümanların bu orucu ilk kez tutmaya başladıkları ilk günlerin birisinde, Resulüllah yatsı namazından sonra, daha önce yapmadığı bir şekilde cemaate fazladan namaz kıldırdı. Bu, Resulüllah’ın ‘kıyâm-ı ramazan’ diye nitelediği, daha sonraları teravih namazı olarak isimlendirilecek olan ve Ramacan ayına mahsus nafile bir namaz idi. Resulüllah oruçla gerçekleşecek arınmanın namazla da desteklenmesini arzulamış olmalıdır. Bu nedenle ‘Allah, sizlere Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de kıyâm-ı ramazanı sizler için bir sünnet kılmak istiyorum [124] dedi.
Müslümanlar, Resulüllah’ın imamlığında cemaatle kıldıkları teravih namazı nedeniyle sevindiler. Arınmalarının, manevî yolculuklarının namazla desteklenmiş olması hoşlarına gitti. ‘Kötülüklere kalkan olan orucun [125] ‘insanı kötülüklerden alıkoyan [126] namazla birleştirilmesi nedeniyle memnun oldular. İlk gün Resulüllah’ın imamlığında teravih namazı kılanlar, ertesi gün olunca, herkesi teravih namazından haberdar ettiler. İkinci gün Resulüllah’ın arkasındaki cemaat daha da kalabalıklaştı. Herkes büyük bir coşkuyla teravih namazı kılmak için gelmişti. Üçüncü gün önceki iki gün olmayanlar da geldiler ve tüm mescit Müslümanlarla dolup, taştı. Dördüncü gün Müslümanlar tekrar mescitte toplandılar. Peygamberin arkasında teravih namazı kılmak istiyorlardı. Peygamberlerini beklemeye başladılar. Ancak Resulüllah mescide gelmedi. Biraz daha beklediler. Resulüllah odasından çıkmadı; mescide gelmedi. Unutmuş veya uyumuş olacağını düşündüler. Bazıları, yalancıktan öksürerek mescitte beki eş tiklerim Resulüllah’a duyurmak, eğer uyuyorsa uyandırmak istediler. Bu hâl üzerine sabah namazına kadar beklediler. Sabah namazı vakti olunca Resulüllah odasında çıktı ve imam olup cemaate sabah namazını kıldırdı. Herkes şaşkındı, merak içerisindeydi. Ne olmuştu da Resulüllah teravih namazı için mescide gelmemişti? Teravih namazını niçin kıldırmamıştı? Resulüllah sabah namazım kıldırdıktan sonra merak içerisinde kendisinin bir açıklama yapmasını bekleyen cemaate dönerek Teravih namazını kûma konusunda ne kadar istekli olduğunuzu gördüm. Buna rağmen yanınıza gelmedim. Çünkü bu namazın sizler için farz haline gelmesini istemedim. Eğer sizler için farz olursa uygulamada zorlanacağınızı, sıkıntıya düşeceğinizi düşündüm. [127] dedi. Sonra bir tavsiyede bulundu: “Bu namazı kılmak istiyorsanız bunu evlerinizde yapın. [128] Müslümanlar onun bu tavsiyesine uydular ve Hz. Ömer’in hilafet yıllarına kadar teravih namazını ya evlerinde tek başlarına, ya da mescitte küçük cemaatler halinde kıldılar.
[109] Bakara sûresi, 2:183-184
[110] Buharı, Savnı 69, Tefsir- Yunus 2, Menâkubu’l Ensar 52; Müslim, Siyam 128.
[111] Müslim, Siyam 133; Rüdanî, Cem’ul Fevaîd, 11/54.
[112] Ahmed, Müsned 1/241; Rüdanî, Cem’ul Fevaîd, 11/54.
[113] Bakara, 2:183-184
[114] Buharî, Savm 2; Müslim, Siyam 163.
[115] Nesaî, Siyam 43.
[116] Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, III/171.
[117] Buharı, Savm 8.
[118] Buharı, Savm 1, İman 27; Müslim, Müsaftrîn 174; Nesaî, Siyam 5, Kıyâm’l Leyi 3; Ahmed, Müsned 11/241, 281, 289, 529, 11/486.
[119] Müslim, Siyam 2, Savm 5; Müslim, Siyam 1; Nesaî, Siyam 1; Ahmed, Müsned 11/281, 378.
[120] Enbiya, 21:107
[121] Muvatta, Husnu’l Hulk 8
[122] Tevbe Sûresi, 9:112
[123] Tahrim Sûresi, 66:5
[124] ibn Mâce, Îkametu’s-Salât 173; Ahmed, Mûsned. 1/191, 195
[125] Müslim, Siyam 162
[126] Ankebut, 29:45
[127] Buharî, Ezan 80 Libâs 43 ; Ebû Dâvud, Salât 243
[128] Buharî, Salât 52, Teheccüd 38; Müslim, Musâfîrîn 208; Ebü Dâvud, Salât 346; Tirmizî, Salât 331; Nesâî, Salâtu’l-Leyl 1,
Ey iman edenler! Allah, sizden öncekilere farz kıldığı gibi, orucu size de farz kıldı ki, (her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten) sakınasınız diye. Sayılı günlerde orucu tutun. Ancak hasta olanlar veya seyahatte bulunanlar, tutamadığı günler sayısınca orucu başka günlerde tutsun. Oruç tutmaya gücü yetmeyen ve tutamayanlar fidye olarak bir yoksulu doyurmakla sorumludurlar. Her kim gönlünden koparak iyiliği artırırsa, kendisine iyilik yapmış olur. Ama oruç tutmanız, fidye vermek ve kazaya bırakmaktan daha hayırlıdır, keşke bunu bilseydiniz. [109]
Resulüllah Medine’ye hicret edince, Yahudilerin, Muharrem ayının 10. günü oruç tuttuklarını gördü. Bu durum ilgisini çekti. Çünkü müşrik Araplar da aynı gün oruç tutmayı değerli bulur ve bu nedenle bazıları o gün oruç tutardı. Hatta bizzat kendisi, risâlet öncesinde, muhtemelen İbrahimî geleneğin bir kalıntısı olarak varlığını hâlâ sürdüren oruç tutma ibadetini uygular, Muharrem ayının onuncu günü oruç tutardı. Medine’ye gelince Resulüllah’ın dikkatini çeken şey, ehl-i kitap olan Yahudilerin de o gün oruç tutmalarıydı. Bunun gerekçesini öğrenmek istedi ve Yahudilerden bazı kimselere Muharrem ayının 10. günü oruç tutma nedenlerini sordu. Aldığı cevap ilginçti: ‘Muharremin onuncu günü bizler için önemli bir gündür. Çünkü, Allah o gün Musa’yı ve İsrail oğullarını Firavun’un elinden kurtardı; Firavun ve adamlarım suda boğdu. Musa’da şükür olarak o gün oruç tuttu. Biz o günlerin hatırası olarak Musa’ya uyup oruç tutarız.’ Bu sözler üzerine, Resulüllah, ‘Ben Musa’ya ve onun orucunu tutmaya sizden daha layıkım’ dedi ve aşure orucu ismiyle bilinen Muharrem ayının onuncu günü oruç tuttu. Müslümanlardan da o gün oruç tutmalarını istedi.[110]
Resulüllah’ın risâletin Medine döneminde titizlikle uyguladığı bir ölçü vardı; Yahudilerle benzerlik taşımaktan kaçınır, onlarla Müslümanların görünüm, hâl ve hareketleri arasında farklılık olmasını arzulardı. Bu nedenle hicret sonrasında ilk aşure orucunu tuttuktan ve bunu yapmalarını Müslümanlar istedikten sonra ‘Eğer gelecek sene sağ olursam, Muharremin dokuzunda da oruç tutacağım [111] dedi. Müslümanlara da ‘Muharremin dokuzuncu günü de oruç tutarak Yahudilere muhalefet edin [112] tavsiyesinde bulundu. Ayrıca kendisi her ay üç gün oruç tutmaya büyük önem verdi. Yine, Müslümanlardan da bu şekilde oruç tutmalarım istedi.
Hicretin ikinci yılıydı. Hicretin üzerinden 18 ay geçmişti. Kıblenin Kabe’ye çevrilişinden sonra, Şaban ayının sonlarına doğru bir grup ayet vahyolundu. Ayetler şöyleydi: ‘Ey iman edenler! Allah, sizden öncekilere farz kıldığı gibi, orucu size de farz kıldı ki, (her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten) sokmasınız diye. Sayılı günlerde orucu tutun. Ancak hasta olanlar veya seyahatte bulunanlar, tutamadığı günler sayısınca orucu başka günlerde tutsun. Oruç tutmaya gücü yetmeyen ve tutamayanlar fidye olarak bir yoksulu doyurmakla sorumludurlar. Her kim gönlünden koparak iyiliği artırırsa, kendisine iyilik yapmış olur. Ama oruç tutmanız, fidye vermek ve kazaya bırakmaktan daha hayırlıdır, keşke bunu bilseydiniz.[113]
Ayetler açıktı; Ramazan ayının tamamında oruç tutmak Müslümanlara farz kılınmıştı. Ayetler bir şeye özellikle vurguda bulunuyor ve bu ibadetin önceki peygamberlere ve o peygamberlere iman etmiş müminlere de farz kılındığını, orucun tevhidin değişmeyen temel ibadetlerinden birisi olduğunu bildiriyordu. Buna göre Müslümanlar oruç tutmakla Yahudileri taklit etmiş olmuyorlardı. Daha da önemlisi, oruç tutmakla kesintisiz devam eden tevhidi geleneğin devamını gerçekleştirmiş olacaklardı.
Ayette belirtildiği üzere oruç, aynen namaz gibi, insanlığın ilk ve asli dini olan İslâm’ın değişmeyen özel ibadet biçimlerinden birisi olarak anlam kazanıyordu. Her hidayet rehberi olan peygamberin uyguladığı ve Müslümanlara uymalarını, gereklerini yerine getirmelerini istedikleri bir ibadet olarak ayrıcalıklı bir öneme ve yere sahipti. Kur’an’ın bu açıklaması, aynı zamanda, neredeyse diğer tüm dinlerdeki oruç ibadetinin kökenini açıklaması açısından da önemliydi. Ayetteki açıklamadan anlaşıldığına göre, diğer dinlerdeki oruç ibadeti o topluma daha önce gelmiş bir peygamberin bildirdiği ibadetin geleneksel devamından veya o ibadetin kısmen değişmiş, anlamını ve işlevini kısmen veya tamamen yitirmiş biçiminden başka bir şey değildir. Yine, çoğu zaman zannedildiğinin aksine, orucun belirli bir süre için sadece yeme-içme davranışlarından uzak durmak olmadığı, cinsel birleşme de aralarında bulunmak üzere bazı davranışlardan uzak durmak ve bir ay süreyle olumlu, nitelikli tutum ve davranışların sahibi olmak anlamına geldiği açıklandı. Ayetteki bir ifade ise orucun gerekçesini son derece açık ve anlaşılır şekilde dile getiriyordu; ‘(her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten) sokmasınız diye.
Türkçe’ye ‘oruç’ olarak geçen ve bu biçimiyle yaygın bir kullanım kazanan, esası ise ‘savm’ olan kelime ‘bir şeyden vazgeçmek, bırakmak” anlamlarına gelmektedir. Savm’ın (orucun) ibadet olarak anlamı ise, belirli bir süre içerisinde başta yeme içme ve cinsel ilişki olmak üzere bazı davranış, tutum ve tavırlardan uzak olmaktır. Dikkat çeken nokta, Resulüllah’ın anladığı ve zamanındaki Müslümanlara anlatıp açıkladığı orucun anlam alanının sonraki anlaşılanlardan oldukça geniş ve son derece işlevsel olmasıdır. Bizzat Resulüllah’ın açıklama ve tavsiyeleri bu anlam alanının genişlemesine ve netleşmesine katkı sağlamıştır. Buna göre, kişinin yanlış, kötü davranışlardan, düşüncelerden uzak durması da oruç ibadetinin gerektirdiği, ibadeti kemale erdiren özelliklerdendir. Resulüllah’ın şu tür emir ve tavsiyeleri bu anlam alanını oluşturması açıdan oldukça önemlidir: ‘Oruç kötülüklere karşı bir kalkandır. Oruç tuttuğunuz gün kötü bir söz söylemekten sakının. Kötü bir işten sakının ve şamata yapmayın. Şayet birisi söver veya kavga etmek isterse, ona ‘Ben oruçluyum’ deyin.[114] ‘Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe tutan için bir kalkandır. [115]
Resulüllah orucun bir ‘kalkan’ olduğundan bahsedince, ‘onu ne yaralar’ diye soranlar oldu. Bu soru karşısında ‘Yalan ve gıybet [116] dedi. Ayrıca şu sözleri de orucun mahiyetini açıklamaya yönelikti: ‘Kim, yalan sözü ve onunla amel etmeyi terk etmezse, Allah’ın onun yemesini ve içmesini kesmesine ihtiyacı yoktur: [117] Oruç bu şekilde uygulamaya aktarılınca, nelere sebep olacağı da, hem orucun işlevini ifade etmek ve hem de Müslümanları oruç ibadeti üzerinden ‘güzel ahlâklı’ olmaya teşvik etmek için ResulüUah tarafından şöyle açıklandı: ‘Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları affolunur [118] ‘Ramazan girdiğinde rahmet (cennet) kapıları açılır cehennem kapılan kapatılır ve şeytanlar zincirlerle bağlanır. [119]
Anlaşılan o ki, ‘Alemlere rahmet olarak gönderilen [120] ve görevinin temel gereklerinden birisi ‘güzel ahlâkı tamamlamak [121] olan Resulüllah ile Müslümanlara oruç emredilirken, ilâhî iradenin murat ettiği gaye: Müslümanların arınmaları; ahlâken, ruhen tertemiz hale gelmeleri; nefislerinin yanlış eğilimlerini, gidişatlarının muhtemel aksaklık veya yanlışlıklarını her yıl bir ay süre içerisinde gözden geçirerek, hâl ve hareketlerini, istek ve arzularını olması gereken rotasına yerleştirmeleri veya eğer bu özellikleri olması gereken rotada ise bunu sabitleyip, sağlamlaştırmalarıdır. Emredilen Ramazan orucu ile ahlâkî, ruhanî bir yolculuğa çıkılması istenmiştir. Arınma sürecinin daha sistemli ve yoğun gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Bunun böyle olduğunu hem Resulüllah’ın ifade ve açıklamalarından ve hem de Kur’an’ın oruç tutanlarla ilgili tanımlamalarından kolaylıkla anlamak mümkündür. Kur’an’da oruç tutan erkeklerden bahsedilirken ‘sâihûn [122] kadınlardan bahsedilirken ‘sâihâf [123] sıfatının kullanılmış olması, orucun hedefiyle ilgilidir. ‘Seyahat eden’ anlamına gelen bu kelimeler, söz konusu manevî, ahlâkî yolculuğun; arınma sürecinin bir gereği olarak anlam kazanmaktadır. Ramazan orucu farz kılınınca bu ibadetle sorumlu Müslümanlar büyük bir istek ve arzuyla ibadetlerinin gereklerine göre davranmaya başladılar. Manevî dünyalarında, ahlâkî yapılarında gerçekleştirdikleri yolculuğun gereklerini titiz bir şekilde yerine getirmenin çabasını yürüttüler. Ramazan orucunun farz kılındığı ve Müslümanların bu orucu ilk kez tutmaya başladıkları ilk günlerin birisinde, Resulüllah yatsı namazından sonra, daha önce yapmadığı bir şekilde cemaate fazladan namaz kıldırdı. Bu, Resulüllah’ın ‘kıyâm-ı ramazan’ diye nitelediği, daha sonraları teravih namazı olarak isimlendirilecek olan ve Ramacan ayına mahsus nafile bir namaz idi. Resulüllah oruçla gerçekleşecek arınmanın namazla da desteklenmesini arzulamış olmalıdır. Bu nedenle ‘Allah, sizlere Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de kıyâm-ı ramazanı sizler için bir sünnet kılmak istiyorum [124] dedi.
Müslümanlar, Resulüllah’ın imamlığında cemaatle kıldıkları teravih namazı nedeniyle sevindiler. Arınmalarının, manevî yolculuklarının namazla desteklenmiş olması hoşlarına gitti. ‘Kötülüklere kalkan olan orucun [125] ‘insanı kötülüklerden alıkoyan [126] namazla birleştirilmesi nedeniyle memnun oldular. İlk gün Resulüllah’ın imamlığında teravih namazı kılanlar, ertesi gün olunca, herkesi teravih namazından haberdar ettiler. İkinci gün Resulüllah’ın arkasındaki cemaat daha da kalabalıklaştı. Herkes büyük bir coşkuyla teravih namazı kılmak için gelmişti. Üçüncü gün önceki iki gün olmayanlar da geldiler ve tüm mescit Müslümanlarla dolup, taştı. Dördüncü gün Müslümanlar tekrar mescitte toplandılar. Peygamberin arkasında teravih namazı kılmak istiyorlardı. Peygamberlerini beklemeye başladılar. Ancak Resulüllah mescide gelmedi. Biraz daha beklediler. Resulüllah odasından çıkmadı; mescide gelmedi. Unutmuş veya uyumuş olacağını düşündüler. Bazıları, yalancıktan öksürerek mescitte beki eş tiklerim Resulüllah’a duyurmak, eğer uyuyorsa uyandırmak istediler. Bu hâl üzerine sabah namazına kadar beklediler. Sabah namazı vakti olunca Resulüllah odasında çıktı ve imam olup cemaate sabah namazını kıldırdı. Herkes şaşkındı, merak içerisindeydi. Ne olmuştu da Resulüllah teravih namazı için mescide gelmemişti? Teravih namazını niçin kıldırmamıştı? Resulüllah sabah namazım kıldırdıktan sonra merak içerisinde kendisinin bir açıklama yapmasını bekleyen cemaate dönerek Teravih namazını kûma konusunda ne kadar istekli olduğunuzu gördüm. Buna rağmen yanınıza gelmedim. Çünkü bu namazın sizler için farz haline gelmesini istemedim. Eğer sizler için farz olursa uygulamada zorlanacağınızı, sıkıntıya düşeceğinizi düşündüm. [127] dedi. Sonra bir tavsiyede bulundu: “Bu namazı kılmak istiyorsanız bunu evlerinizde yapın. [128] Müslümanlar onun bu tavsiyesine uydular ve Hz. Ömer’in hilafet yıllarına kadar teravih namazını ya evlerinde tek başlarına, ya da mescitte küçük cemaatler halinde kıldılar.
[109] Bakara sûresi, 2:183-184
[110] Buharı, Savnı 69, Tefsir- Yunus 2, Menâkubu’l Ensar 52; Müslim, Siyam 128.
[111] Müslim, Siyam 133; Rüdanî, Cem’ul Fevaîd, 11/54.
[112] Ahmed, Müsned 1/241; Rüdanî, Cem’ul Fevaîd, 11/54.
[113] Bakara, 2:183-184
[114] Buharî, Savm 2; Müslim, Siyam 163.
[115] Nesaî, Siyam 43.
[116] Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, III/171.
[117] Buharı, Savm 8.
[118] Buharı, Savm 1, İman 27; Müslim, Müsaftrîn 174; Nesaî, Siyam 5, Kıyâm’l Leyi 3; Ahmed, Müsned 11/241, 281, 289, 529, 11/486.
[119] Müslim, Siyam 2, Savm 5; Müslim, Siyam 1; Nesaî, Siyam 1; Ahmed, Müsned 11/281, 378.
[120] Enbiya, 21:107
[121] Muvatta, Husnu’l Hulk 8
[122] Tevbe Sûresi, 9:112
[123] Tahrim Sûresi, 66:5
[124] ibn Mâce, Îkametu’s-Salât 173; Ahmed, Mûsned. 1/191, 195
[125] Müslim, Siyam 162
[126] Ankebut, 29:45
[127] Buharî, Ezan 80 Libâs 43 ; Ebû Dâvud, Salât 243
[128] Buharî, Salât 52, Teheccüd 38; Müslim, Musâfîrîn 208; Ebü Dâvud, Salât 346; Tirmizî, Salât 331; Nesâî, Salâtu’l-Leyl 1,