Bizans’ın kökenindeki Türk izleri

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
Bizans
Bizans
arklı kavimler, anılarında, tarihi farklı biçimlerde muhafaza ettiler. Hadiseleri, en çok, efsaneler veya menkıbeler, şiirler veya destanlar şeklinde ifade ettiler, sonra ağızdan ağza naklettiler.

Bazı şeyleri unutan bir kavim dahi, kendisiyle ilgili belli başlı hususları unutmadı; geçmiş hayatından haberdar oldu; çünkü bu malumat anılarda yaşamaktaydı. Efsanede gizli malumatı okumak, bugünün ilmi için pekala mümkün olan bir iştir.

Demek ki kültür… Bu da (bütün ötekilerin dışında) bir milletin anılarının deposu. Kültürsüz millet yoktur, geçmiş yoktur. Efsaneleri, masalları, şiirleri can sıkıntısından veya tembellikten dolayı yazmadılar; her eserin derin bir manası vardı. Her satırla, görünmez düğüm gibi, sır örülüyordu.

Türk efsaneleri tam böyledirler: Ustaca yazılmış kelimeler, en ince çizgilere kadar çizilen imajlar ve mutlaka sır, daha doğrusu, satırlar arasına yerleştirilmiş gizli mana.

Türkler, her efsane kahramanını, kıymetli bir inci gibi korudular. İsim, giyecek, silah… Her şeyin bir manası var; hiç bir şey tesadüfi değil. Bir masalcı, onlarca rivayeti hatırlardı. Eğer bir anlatıcı, kahramanın ismini veya anlatmanın her hangi bir detayını unuttuysa, o, efsane anlatma hakkına sahip olmazdı.

Türkler, Derbent önlerinde olanları tabii ki unutmadılar. Azerbaycanlılar, Kumuklar, Tatarlar bugün, devasa Ejderha Yılan’ın ortaya çıktığı bir doğu şehri hatırlıyorlar. O, bir çeşmeyi ele geçirmiş ve genç kızlar istemişti. Fakat hükümdarın kızını bir savaşçı korudu. Bu savaşçı, Yılan’ı silahla değil, dua ile mağlup etti. Herkes, ona söylenen sözün, kılıçtan daha güçlü olduğunu gördü; zira o “Tanrı” sözüydü.

Yüzyıllar içinde efsane değişikliklere uğradı. Bazı detaylar değişti; içindekiler farklı biçimde anlatıldılar; söz konusu savaşçıya bile yeni isimler verdiler: Hızır veya Hızır-İlyas, Keder veya Kederles, Circis. Fakat, o daima, hayat çeşmesinin muhafızı olarak, ebediyen genç kaldı.

Bu efsaneyi Avrupa’da da çok eski devirlerden beri biliyorlardı. Avrupa’da, söz konusu savaşçıya aziz Georgiy (veya Georg, Corc, Yegori, Yuri, İrji… onlarca isim) adını verdiler. Bunda şaşılacak bir şey yok.

Aziz Georgiy, Hızır, Keder ve Cargan, hayatta bir ve aynı şahsiyet idiler. Fakat bir dizi (dini, siyasi) sebep yüzünden onu böldüler. Başka bir deyişle, başka başka insanlar yaptılar… Milletlerin tarihlerinde benzeri örnekler nadir değildir; politikacılar, sık sık, teklifsizce, kültüre müdahale ettiler. Maamafih, tersi de oldu: Yine politika gereği olarak, bazen yine efsanelerdeki bir kaç adamı bir adamda “birleştirdiler”. Mesela, Han Aktaş gibi.

Roma’da Cargan’la ilgili Türk efsanesini kabul etmediler. Orada, bunu kabul edemezlerdi! Romalı piskoposlar korktular; onun metni, Batı kilisesinin mahrem sırrını ortaya çıkarıyordu. Onlar, 494 yılında Hıristiyanlara, Grigoris’in adını anmayı bile yasakladılar. Türk azizini bir cefakeşe, sonra da katile dönüştürdüler: Ata bindirdiler, Yılan’ı, diğer bir deyişle Türklerin ilk ebeveynini öldürmeye “zorladılar”. Efsaneyi tanınmayacak kadar değiştirdiler! Böylece aziz Georgiy oldu (o Cargan’dı, Grigoris’di). O şimdi böyle tanınıyor.

Onun gerçek kahramanlığını kimsenin bilmemesi için her şey yapıldı. Avrupa’ya Gök Tanrı imajının Türklerle geldiğini. Roma imparatorluğunun çöküşünden sonra Avrupa’da kök salan Hıristiyan kültürünün temelinde onların bulunduklarını. Roma’yı onların hezimete uğrattıklarını!
Demek oluyor ki, efsaneyi pek de değiştirmediler; bilakis, Türk milletinin tarihini kasten tahrif ettiler. Burada Batı kilisesinin Kıpçaklara karşı yüzyıllardır yürütülen politikası bulunuyordu! Çok sinsi bir politika… Deşt-i Kıpçak ve onun halkı hakkında bilinen gerçekler onun için bu kadar azdır.

Fakat, gerçekler ebediyen gerçek olarak kalırlar. Onlar hiçbir zaman değişmiyorlar; çünkü onları mantık birbirine bağlıyor. Bazı hadiseleri yeniden kurgulamayı, aynı hadiselerin nasıl olduğunu bilmeyi, tam da mantık (delil ve ispatlarla ilgili ciddi bir ilim) mümkün kılıyor.

İşte olan şey… 311 yılında Grek-Hıristiyanlar Derbent’te göründüler. Onlar iyi düşüncelerle gelmemişlerdi. Grekler, eşi görülmemiş bir cüretle bir cürüm tasarladılar; onun izlerini bugüne kadar saklıyorlar.

O sırada eski Roma imparatorluğu topraklarında büyük bir kargaşa vardı: Eski iktidar düşmüştü; yenisi ise yoktu. Yedi avgust, yedi iddiacı, taht için mücadele ediyorlardı. İnsanlar açıkça eski Roma tanrılarının güçsüzlüklerini konuşuyorlardı… Kısacası, koskoca imparatorluk, Doğu ve Batı olmak üzere, parçalandı. Orada kaos hakim oldu.

Avrupalılar arasında şu çok eski politika kaidesini ilk olarak hatırlayanlar Greklerdir:

“Tanrı kiminleyse, iktidar onunladır.”

Grekler Türklere, onların Gök Tanrı’sını hile ile çalmak ve bu imajla Avrupa’ya hakim olmak için gelmişlerdi! Daha önce böyle bir şey kimsenin aklına gelmemişti. Türklere okumaya/öğrenmeye gelmişlerdi, fakat çalmaya değil. Yedi avgusttan veya imparatordan (daha doğrusu, sarsılmış bulunan Roma imparatorluğu tahtı üzerinde yine hak iddia edenlerden) birisi de Grek Konstantin idi. Fakat o da, diğerleri gibi, “çıplak” bir imparatordu; sadece unvanı vardı; orduya, yani iktidara sahip değildi.

Maksentsiy –gerçek imparator– Akdeniz’i elinde tutmaktaydı. Roma’da onun ordusu vardı. Görünüşte, hiçbir şey onun felaketini göstermiyordu. Birden bire atlılar göründüler. Üstlerinde, daha önce Avrupalıların görmedikleri haçlı (Gök Tanrı) bayraklar dalgalanıyordu. Saldırı cesurca ve ani olmuştu.
312 yılında, Mulviy köprüsü yakınında –yenilmez Roma önlerinde– Maksentsiy’in ordusunu tam bir bozguna uğrattılar. Maksentsiy’in kendisi de öldürüldü. Konstantin ise, kendisini muzaffer ilan etmek için acele etti. Kıpçaklarla ittifak yaparak, onların elleriyle kendi isteklerine ulaştı. Türk atlılar savaşı kazandılar; fakat bu zafer, ordusu bile bulunmayan Greklere isnat edildi.

Avrupa’daki güçlerin dizilişi, o sırada, Konstantin’in yararına, kesin bir şekilde değişti… Anarşi devri sona erdi.

312 yılında Greklerin, Gök Tanrı adına derlenen pek çok duayı (tabii Türkçe olarak) okuyan Türk din-adamlarını kendilerine davet etmeleri ilgi çekicidir. Bu din-adamları, Grek şehirlerinin meydanlarında dualar okudular. Bunu, Konstantin’in rakibi Litsiniy’in arzusu üzerine, onun savaşta doğu imparatorluğuna hakim olması için yaptılar.

“Tanrı” sözünü, işte bu sıra Avrupa’da ilk olarak Türklerden işittiler… Milletlerin tarihlerinin ölümsüz gerçekleri işte bunlardır.

Maksentsiy karşısındaki zaferde, insanlar İlahi iradeyi görmüşlerdi. Haçlı bayraklar altındaki Kıpçak müfrezesi, Roma ordusunu kolayca bozguna uğratmıştı; bunu Gök (Tanrı)’ün bir işareti olarak kabul ettiler… Gerçekten de “Tanrı kiminleyse, iktidar onunladır,” dedi herkes.

Konstantin çok usta bir politikacı idi; şimdi yeni Tanrı inancını ardına almanın ve Türkleri kendi adamları yapmanın ehemmiyetini hemen kavradı. Litsiniy’in peşinden, o sırada Kafkas’ta doğmuş bulunan yeni Hıristiyanlığı benimseme düşüncesini dile getirdi. Kıpçaklarla ittifak, ona çok faydalı olacaktı…

Bazı ilim adamları, tarihi yazarken, politikacıların emriyle, bazı şeyleri inkar ediyorlar, sükutla geçiştiriyorlar veya gizliyorlar. Onlar, hakikati gizlemenin mümkün olmadığını sanki bilmiyorlar. Onlar, çuvaldan biz çıkar gibi, ansızın ortaya çıkıyorlar.

Grekler, hakikatleri gizleme yoluna gittiler. Konstantin zamanında Tanrı dinini kabul ettiler; bunu kimse inkar etmiyor. Fakat, bu dini Türk din-adamlarından aldılar! İşte bu konuda tarihçiler nedense susuyorlar. Gök Tanrı inancını o sırada öğreten ve taşıyan başkalarının bulunmadığını, bunların sadece Kıpçaklar (Türkler) olduklarını unutuyorlar!

Türklerin dininden Doğu’da Budizm, Batı’da ise yeni bir Hıristiyanlık doğdu. Tengri, insanlara farklı biçimlerde göründü; bu da (O’nun huzurunda) Büyük kavimler göçünün bir başka eseridir:

Avrupalılar, Tanrı’yı kabul ettiler; onunla da Türk ruhi/manevi kültürünü. Bu, gizli bir şey değildir!

Konstantin’in Tanrı’yı kabul etmediğini gizlemek pek mümkün değildi. O, ömür boyu pagan, Yüksek bir rahip olarak kaldı. Çünkü, onu ilgilendiren din değil, iktidardı. O, her şeye başvurdu; yeter ki, Kıpçaklar kansın. Yeter ki, onlarla birlikte olsun. Yeter ki, onları iktidar için maşa olarak kullanılsın.
Romalılara karşı zafer için cömert davranan Konstantin, hediyeler ve vaatler hususunda da cimrilik etmedi. Hiçbir şeye acımadı; yeter ki, Türk askerleri yanında daha uzun süre tutsun. Yeter ki, onlar kendisine hizmet etsinler. Ve atlılar kaldılar! Grekler sanki onları sarhoş ettiler… Bunları “federat”, sonra da hainler olarak tavsif ettiler. (“Federat” kelimesi, Latince “antlaşma”dan geliyor.)

Konstantin, onlara yapabildiği kadar yaranmaya çalıştı. Mesela, yeni bir takvim ihdas etti; tatil gününü, Türklerde olduğu gibi, Pazar günü olarak belirledi. İnsanları kiliseye gitmeye, yeni Gök Tanrı’ya duaya mecbur etti.

Belirtelim ki, Grekler, 325 yılına kadar sadece Tengri’ye dua ettiler! Türklerin kutsal metinlerini ve dualarını okudular!

Fevkalade bir vakıa. Tamamen unutulmuş. Bu durum, Avrupa tarihinin bazı karanlık noktalarını çok iyi aydınlatıyor… Bizans sikkeleri üzerine, Güneş tasvirleri, daha doğrusu, güneş ışınlarını temsil eden eşkenar haçlar darp ettiler… “Güneşin İşaretleri”. Konstantin’in kendisinin mutlaka “güneş kültüne tapan” biri olduğundan söz ederler. Bu da nerden çıktı?

Diğer taraftan, Türk dili uzun süre Bizans ordusunun dili olarak kaldı; onu “asker dili” olarak tavsif ettiler.

Binlerce bozkırlı aile, Greklere göç ettiler. Onlara en iyi toprakları verdiler; onların göç etmeleri için, Deşt-i Kıpçak hanlarına altın ödediler. Tabii, bu göçler de Büyük kavimler göçünün devamıdır. Ne var ki, serbestçe değil! Daha doğrusu, onlar, ne de olsa, altın karşılığında satın alınan insanlar idiler.
Kıpçaklar, aslında, Bizans’ı –doğu Avrupa’nın ünlü ülkesini– kurdular… Üç nesil sonra, orada iki halkın ortaklığının meyvesi olan ve bugüne kadar hayranlık uyandıran Bizans kültürü oluştu. Fakat, uzmanlar, burada Doğu’nun açık bir şekilde baskın olduğunu varsayıyorlar.

Şaşırtıcı hiçbir şey yok. Avrupa toprağında, Kuşan hanlığının tarihi tekrarlanıyordu; ondan farklı olan tek şey, Bizans’ta hükümdarın Türk değil Grek olmasıydı. Fakat iki kültürün kaynaşması ortada! (Basitçe, Greklerin Kıpçakları nasıl satın aldıkları, nasıl onları kurnazlıkta ustaca bastırdıkları.)
Konstantin’in artık düşmanları yoktu; o, saf-dil Kıpçakları eyerledi. Bu sebeple, onlarla dostluk uğruna, onları kandırıp kendi tarafına çekmek için hiçbir şeye acımadı. Başka türlü, Bizans’ı kimse hiçbir vakit duymazdı.

İmparator, 324 yılında Konstantinopol’ün, yeni başkentin temelini attı. Bu işe Türk ustaları memur etti. Onlar, Roma’ya nisbet olsun diye kendi –doğu– modellerine göre inşa ettiler. Şehir içinde, Tengri adına mabetler diktiler… Kurnaz (imparator), her şeyi hesaba katmıştı.
Böylece Bizans doğdu.

Murad Adji
Çev. Prof. Dr.Fahri UNAN
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
 
Üst Alt