TEFSİR CÂSİYE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
CÂSİYE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

CÂSİYE Suresi
CÂSİYE Suresi
Câsiye Sûresi Nuzül

Mekke’de, Duhân ile Ahkåf sûrelerinin arasında, 65. sûre olarak nâzil olmuştur.

Câsiye Sûresi Konusu

Kur’ân-ı Kerîm’i indiren ve onunla insanları kendine kulluğa davet eden Allah Teâlâ’nın varlığının, birliğinin, nihayetsiz bir ilim, hikmet ve kudret sahibi oluşunun açık delilleri beyân edilir. Bu deliller üzerinde tefekkür edilip iman ve teslimiyete erişilmesi istenir. Allah kullarına karşı sonsuz lutuf sahibidir. Bu yüzdendir ki varlık âleminde ne varsa hepsini onların emrine ve hizmetine vermiştir. Buna karşılık insanlardan istediği, şükür ve kulluktur. Resûlullah (s.a.s.)’e indirdiği İslâm şeriati ise en büyük nimet olup ona tabi olmak, elimizde böyle mükemmel bir şeriat varken bunun kıymetini bilip başka heva ve heveslere uymamak icap eder. İslâm şeriatine uyup uymamanın da elbette sonuçları farklı olacak; kötülük yapanlara iyilik yapanlar gibi muamele edilmeyecektir. Sonuç itibariyle mü’minler cennetle mükâfatlandırılırken, kâfirler, bir daha çıkmamak ve hiçbir mazeretleri dikkate alınmamak üzere cehenneme tıkılacaklardır.

Câsiye Sûresi Hakkında

Câsiye sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 37 âyettir. İsmini, 28. âyette geçen ve kıyâmetin dehşetinden dizüstü çöken kimseleri anlatan اَلْجَاثِيَةُ (câsiye) kelimesinden alır. Sûrenin اَلدَّهْرُ (Dehr) ve اَلشَّر۪يعَةُ (Şerîat) isimleri de vardır. Resmî tertîbe göre 45, nüzûl sırasına göre 65. sûredir.

CÂSİYE SURESİNİN TEFSİRİ

1. Hâ. Mîm.

2. Bu kitap, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah tarafından parça parça indirilmektedir.


Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kitabıdır. “Azîz” isminin tecellisi olarak ona karşı gelen herkes mağlup olacak ve Allah’ın azabından kaçamayacaktır. “Hakîm” isminin tecellisi olarak, o en doğru hüküm ve en güzel hikmetlerle doludur. Dolayısıyla tereddütsüz bir şekilde onun buyruklarına uymak gerekir.
Kur’an söze büürnmüş kâinat, kâinat ise fiile dökülmüş Kur’an’dır. Buna göre:

3. Mü’minler için göklerde ve yerde Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren nice deliller vardır.

4. Gerek sizin yaratılışınızda, gerekse Allah’ın yeryüzüne yaydığı canlılarda kesin olarak inanacak bir toplum için nice deliller vardır.

5. Gece ile gündüzün peş peşe gelmesinde, Allah’ın gökten yağmur indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde de aklını kullanan bir toplum için nice deliller vardır.

6. Bu deliller gibi, Kur’an’a ait olarak indirdiğimiz bu âyetler de Allah’ın âyetleri olup, onları sana gerçeğin tâ kendisi olarak ve tarafımızdan geldiklerinde hiçbir şüphe olmayacak şekilde okuyoruz. Artık onlar, Allah’a ve O’nun âyetlerine inanmadıktan sonra başka hangi söze inanacaklar?


Kâinat ilâhî bir kitaptır. Allah Teâlâ oradaki bütün varlıkları eşsiz bir âhenk ve nizam içinde yaratmıştır. Dolayısıyla bu varlıkların hangisinin yaratılışına bakılırsa bakılsın, her biri Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, sınırsız bir kudret, ilim ve hikmet sahibi olduğunu haykırmaktadır. Yalnız onların delâletlerini anlayabilmek, işaretlerini okuyabilmek ve haykırışlarını duyabilmek için iman, yakîn ve akıl şart koşulmuştur. Ancak bu mânevî melekeleri çalışır halde olanlar, bu delillerin dilinden anlayıp, onların ne muazzam bir kudretin aynaları olduğunu idrak edebileceklerdir. Bu da gösteriyor ki, mü’minler Allah’ın kâinattaki kudret nişânelerini, göklerin ve yerin yaratılışını ince ince düşünecek, bunlardaki ilâhî hikmet ve kanunları keşfedecek, ilim ve irfanda ilerleyeceklerdir. Ayrıca kâinatı inceleyip, göklerdeki, yerdeki ve bunlarda bulunan tüm varlıklardaki nizamı gördüklerinde, bu nizamın kendiliğinden tesis edilemeyeceğini anlayacak ve bunları yaratan Allah’a gönülden teslim olacaklardır.

Nasıl kâinatta tecellî eden bu fiilî deliller Allah’ın birer kevnî âyeti ise, bunların sözlü beyânı olarak inen Kur’an âyetleri de Allah’ın âyetleridir. Dünya ve âhiretin kurtuluş ve saadeti, her iki âyet grubuna inanıp onların gerektirdiği şekilde yaşamaya bağlıdır.
Allah’ın âyetlerine inanmayanlara gelince:

7. Yalan ve iftirâyı meslek hâline getiren ve günaha düşkün olan herkesin vay hâline!

8. Böylesi, kendisine okunan Allah’ın âyetlerini işitir de, sonra kibrine yediremeyip büyüklük taslayarak, sanki onları hiç işitmemiş gibi, küstahça inkârında direnir. Onu gâyet acı bir azapla müjdele!

9. Âyetlerimiz hakkında bir şey öğrenecek olsa, hemen bunları küçümseyip alay konusu yapar. Bu gibiler için alçaltıcı bir azap vardır.

10. Cehennem de arkalarında, onları beklemektedir! Artık ne kazandıkları şeylerin, ne de Allah’tan başka edindikleri dostların onlara bir faydası olur. Onlar için büyük bir azap vardır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Kur’an, doğru yolu gösteren bir rehberdir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en şiddetlisinden can yakıcı bir azap vardır.

Allah’ın iki türlü âyeti vardır.

Kavlî âyetleri,
Kevnî âyetleri.

Kur’ân-ı Kerîm O’nun kavlî âyetlerini ihtivâ eder. Kâinat ise kevnî âyetlerinin toplamıdır. Bu âyetler arasında tam bir uygunluk vardır; hep birbirini tasdik ve tefsir ederler. Bu sebepledir ki Kur’an söz kalıplarına büründürülmüş kâinat, kâinata da fiile tatbik edilmiş Kur’an’dır. İster kavlî, ister kevnî olsun Allah’ın âyetleri karşısında insanlar üç gruptur:

Birincisi; iman nimetine erişip bu âyetlere teslim olanlar, onlardan gereken ders ve ibreti çıkaranlar.

İkincisi; Allah’ın ayetlerini açık bir kalple dinleyip, onlar üzerinde tefekkür ettikleri halde henüz iman nimetine erişemeyen ve kalbi mutmain olmayanlar. Bu insanların kalpleri temiz olduğu için, âyetleri dinledikçe ve gördükçe, inanıp kalplerinin mutmain olması mümkündür.

Üçüncüsü; önceden iman etmemeye karar vermiş, kalbi kapalı kimseler. Böyle kimselerin şu sebeplerle iman etmeyecekleri beyân edilir:

Onlar yalancıdırlar, iftiracıdırlar, işleri hep gerçekleri ters yüz etmek olup doğruluğa ve gerçeğe yanaşmak istemezler.
Günaha dalmışlardır; işleri güçleri kötülükle meşgul olmaktır. Kendilerini kötü amellerinden alıkoyacak diye hiçbir yüksek ahlâki kaide kabul etmezler.
Kibirlidirler ve kendilerini beğenmişlerdir. Her şeyi kendilerinin bildiğini zannettikleri için, Allah’ın âyetleri onlara okunduğunda üzerlerinde hiç düşünmezler. Bu yüzden âyetleri dinleyip dinlememeleri arasında bir fark yoktur.
Allah’ın âyetleriyle alay ederler. Mesela Kur’an’ın bir âyetini işittiklerinde, onda bir yanlış taraf ararlar ve ayeti siyak ve sibakından çıkararak yorumlarlar ve onu alay konusu yaparlar.

Bunlar dünyada alçaltıcı, onur kırıcı bir cezaya çarptırılacaklardır. Öte dünyada ise en şiddetli bir azaba uğrayacaklardır.

Halbuki bu inkârcı gâfiller, Allah Teâlâ’nın nasıl sonsuz merhametli bir Rab olduğunu bir tanıyabilseler, içinde bulundukları karanlık küfür bataklığından kurtulup imanın aydınlık dünyasına doğabilirler:

12. O Allah ki, içinde gemiler O’nun koyduğu kanunlara göre akıp gitsin ve siz de O’nun lutfundan nasibinizi arayasınız diye denizleri sizin hizmetinize verdi. Umulur ki şükredersiniz.

13. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lutuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.


Kâinattaki tüm nimetlerin yaratıcısı Allah’tır. O’nun bir ortağı yoktur. Çeşit çeşit nimetleri insanların hizmetine veren sadece Allah’tır ve hiç kimsenin O’nun bu ihsanında da bir payı yoktur. Cenâb-ı Hak bu nimetleri insanların faydalanmaları için yaratmış ve hizmetlerine vermiştir. İnsanlar bunlardan yararlanır, rızıklarını temin eder ve medeniyetler kurarlar. Bu durum, yeri, göğü, kâinattaki her şeyi Allah’ın yarattığına, onların yegâne sahibinin Allah olduğuna ve bunların sadece O’nun hâkimiyetine tabi olduğuna açık bir işarettir. Dolayısıyla Allah’tan başka hiçbir varlık ibâdete layık değildir.

İslâm’ın öğrettiği böyle mükemmel bir tevhid inancına kavuşanlar, şüphesiz bundan mahrum olanlara acımalı ve hidayetleri için yardımcı olmaya çalışmalıdırlar. Bu sebeple:

14. İman edenlere söyle, Allah’ın hesâba çekip ceza vereceği günlerin gelip çatacağını beklemeyenleri bağışlasınlar; sözlerine ve davranışlarına aldırış etmesinler. Çünkü neticede Allah, her topluma kazandıklarının karşılığını verecektir.

15. Kim güzel ve makbul bir iş yaparsa, faydası kendinedir. Kim de kötülük yaparsa, zararı kendinedir. Sonunda hepiniz Rabbinizin huzuruna döndürüleceksiniz.


Hususiyle Mekke döneminde müslümanlar müşriklerden çok eziyet görüyorlardı. Hakarete uğruyorlardı. Dille, elle sataşmalar ve çeşitli işkenceler söz konusuydu. Zaman zaman sahâbe-i kirâmın fiilî olarak bunlara mukabele etme teşebbüsleri oluyor ve Efendimiz (s.a.s.)’den müsaade talepleri gündeme geliyordu. Dönemin şartları da dikkate alınarak mü’minlerden, esas kulluk vazifelerine yönelmeleri, sâlih amellerle meşgul olmaları istenmekte; böyle önemsiz şeylerle uğraşarak enerjilerini boşa harcamamaları tavsiye olunmaktadır. Çünkü Allah’ın insanları hesaba çekip cezalandıracağı güne inanmayanlar, zaten büyük bir gaflet ve hüsran içindedirler. Yaptıkları yanlarına kar kalmayacak, Allah onları mutlaka cezalandıracaktır. O halde oların ufak tefek sataşmalarını bağışlamak, kalplerinin yumuşamasını sağlamak, böylece belki hidâyetlerine bir kapı aralamak, hem mü’minin şerefini yüceltecek, hem de o hidâyet mahrumu insanların kurtuluşuna vesile olabilecektir.

Nitekim İsrâiloğulları’nın hâli, bu konuda ibret alınacak ne güzel misaldir:

16. Biz İsrâiloğulları’na kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve kendilerini o zamanki diğer topluluklara üstün kıldık.

17. Onlara ayrıca din konusunda apaçık deliller verdik. Ne var ki onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlık ve ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.


İsrâiloğulları’na verilen “kitap”, Tevrat’tır. “Nübüvvet”, peygamberliktir. Nitekim onlardan pek çok peygamber gelmiştir. “Hüküm” ise, kitabın bilgisi, idrak ve feraset; kitaba göre davranmanın hikmeti; muâmelâtta muhakeme kabiliyeti gibi mânalara gelir. Bunda yargı ve yönetim gücü anlamı da vardır. Allah Teâlâ o dönemde kendi dinine hizmet için İsrâiloğullarını seçmiş ve hakkı tebliğ için onları vazifelendirmiştir. Üstünlükleri bu vazifeye liyakatlerine ve bunu ifa etmelerine göredir. Nitekim kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset, ihtiras, çekememezlik ve düşmanlık sebebiyle anlaşmazlığa düşünce, bu din emanetini taşıyamaz hale gelmişlerdir. Dolayısıyla kendilerine emanet edilen “üstünlük”lerini de kaybetmişlerdir. Demek üstünlük dine hizmetten gelmektedir. Zaten Cenâb-ı Hak, kendi katında üstün ve şerefli olmanın ölçüsünü “takvâ” olarak belirlemektedir. (bk. Hucurât 49/13)

Durum böyle olunca:

18. Rasûlüm! Şimdi de seni, bütün peygamberlerin insanlığa tebliğ ettikleri bu dinde yeni bir şeriat, mükemmel bir hukuk düzeni ile görevlendirdik. Öyleyse sen de ona uy; gerçeği bilmeyenlerin istek ve arzularına uyma!

19. Çünkü onlar, seni Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtaramazlar. Doğrusu zâlimler birbirinin dostudur. Allah ise, gönülleri kendi saygısıyla dopdolu olup emirlerine karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır.

20. Bu Kur’an, insanlara her bakımdan doğru yolları gösterecek delillerden ibarettir. Kesin olarak inanacak bir toplum için de o, bir doğru yol rehberi ve büyük bir rahmet kaynağıdır.


İsrâiloğulları din emanetini taşıyamaz hale gelince, Cenâb-ı Hak bu din ve şeriat emanetini, kıyamete kadar tüm insanlığın derdine çare olacak şekilde, en son ve en mükemmel tarzda Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vermiştir. Bu emanet, tüm kaideleri Kur’an ve sünnet tarafından açıkça belirlenen İslâm dinidir; İslâm şeriatidir. Allah Teâlâ hem peygamberden, hem de onun davetine icâbet edenlerden bu dine tâbi olmalarını istemektedir. Çünkü vahiy kaynaklı olan bu din, insanlar için bir ışıktır, aydınlıktır. Hak ve bâtıl arasındaki farkı bildirir. İnsanları, akıllarını doğru kullanarak iman, ibâdet ve ahlâka yönelmeye teşvik eder. Onlara Allah’a giden yolda rehberlik yapar. Onlara rahmet olur; ebedi rahmet, bereket, refah ve mutluluğa erişmelerini sağlar.

Buna rağmen:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller yapanlarla bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları, ölümleri ve ölümden sonraki durumları aynı olacak, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!

22. Oysa Allah gökleri ve yeri belli bir sebep, hikmet ve gerçek bir maksatla yaratmıştır. Bunun içindir ki herkes ne kazandıysa onun karşılığını görecek ve kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır.


Kendilerini kayıtlayan hiçbir dinî kaide tanımaksızın istedikleri gibi günaha dalanlar, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerine, iman edip sâlih ameller işleyenler gibi davranılacağını zannediyorlarsa büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü Allah hiçbir zaman iyi ile kötüyü bir tutmaz. Şu âyet-i kerîmeler bu açıdan ne kadar dikkat çekicidir:

“Öyle ya, biz tüm benlikleriyle Allah’a teslim olanları, günaha gömülmüş inkârcı suçlularla bir mi tutacağız?” (Kalem 68/35)

“Yoksa biz iman edip sâlih ameller işleyenlere, yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla aynı muameleyi mi yapacağız? Yahut kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları, günah işleyip yoldan çıkanlarla bir mi tutacağız?” (Sād 38/28)

“Cehennemliklerle cennetlikler elbette bir olamaz. Cennetlikler, işte onlar, gerçekten kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 59/20)

Mü’minler, mü’min olarak yaşar, mü’min olarak ölürler. Onların dostu ve yardımcısı Allah’tır. Onlar mutludurlar. Melekler canlarını alırken onları selamlarlar, ruhlarını cennete götürürler. Kâfirler dünyada zengin de olsalar vicdânen huzursuzdurlar. Ölürken melekler tarafından dövülürler, azarlanırlar. Ruhları cehenneme gider. Onlar ne dünyada ne de âhirette mü’minler gibi olamazlar. Yahut kâfirler dünyada mü’minlere eşit, hatta onlardan zengin ve müreffeh olabilirler. Fakat bu sadece dünyaya mahsustur. Âhirette asla mü’minler gibi olamazlar. İlâhî hak ve adâlet buna müsaade etmez. Zaten göklerin ve yerin yaratılmasının asıl hikmeti de haklıya hakkını tam olarak vermek, haksızı da müstahak olduğu şekilde cezalandırmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu nizamda, dünya ve âhiret dengesini birlikte hesaba kattığımızda en küçük bir haksızlığa yer yoktur.

Esasen Allah’ın emrini bir kenara bırakıp, kelimenin tam anlamıyla nefsinin arzularına uyan kimseler nefislerini putlaştırmakta olup bunun bedelini ağır ödeyeceklerdir:

23. Nefsinin kötü arzularını kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Allah onu bir bilgiye göre saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Allah’tan sonra artık onu kim doğru yola getirebilir? Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?

“Nefsinin kötü arzularını ilâh edinmek” (Câsiye 45/23), bir kimsenin, nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah katında haram mı, helâl mi olduğunu dikkate almadan davranmasıdır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. Yine bir kimse nefsine itaat ettiği gibi, şayet başkalarına da itaat ediyorsa, o kimseleri de ilâh edinmiş olur. Her ne kadar bu kişi, o kimseleri ilâh ve ma’bud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları ilâh edinmiştir. Çünkü Allah’ın emirlerini, haram ve helâllerini dikkate almadan başkalarına olan bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri ilâh edindiğinin fiilî ispatıdır. Bu ise apaçık şirktir. “Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı” (Câsiye 45/23) ifadesiyle, ilmi olmasına rağmen sapıklığa düşen kimseler kastedilir. Çünkü ilmi ona fayda vermemiş ve o nefsinin kölesi olmuştur. Ayrıca bu ifadeden, “Allah o kimsenin nefsine kulluk ettiğini bildiği için, onu saptırmıştır” mânası da anlaşılabilir.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Akıllı kişi nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Günahkâr kişi ise nefsini hevasının peşine takan ve Allah’tan olmadık şeyleri temenni eden kimsedir.” (Tirmizî, Kıyamet 25)

“Üç husus vardır ki helak edicidir. Üç husus da vardır ki kurtarıcıdır. Helak ediciler itaat olunan cimrilik, peşinden gidilen bir hevâ ve kişinin kendisini beğenmesidir. Kurtarıcı olan hususlar ise gizlide ve açıkta Allah’tan korkmak, zenginken de fakirken de orta yollu harcamak, rızâ halinde de, kızgınlık halinde de adâletli olmaktır.” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, I, 90)
Nefsânî arzuların kulu kölesi olma konusunda Ebü’l-Abbâs el-Mürsî’nin anlattığı şu kıssa pek ibretlidir:

“Padişahlardan biri, bir irfân sahibi zâta gider ve:

«- Benden bir şey iste» der. İrfân sahibi zât ona şöyle der:

«- Sen bana böyle diyorsun ama, benim iki kölem var. Ben onların sahibi oldum. Ama o iki köle de sana sahip oldu. Ben onları kahrım altına aldım, perişan ettim. Halbuki onlar da seni perişan etti. İşte bu iki kölenin biri şehvet, diğeri hırstır. Bu durumda sen, benim kölelerimin kölesisin. Senden nasıl istekte bulunabilim ki?” (Velîler Ansiklopedisi, II, 823)

Hz. Mevlânâ (k.s.) ne güzel öğüt verir:

“Şehvet duygusunun kulağına pamuk tıkayın. Yâni, süflî, aşağı duygulara âit sesleri duyan, şu görünen baş kulağınızı sağır hale getirin ki, can kulağınız açılsın da, Hakk’ın, hakîkatin sesini duyabilesiniz. Gözünüzden de, dünya sevgisi bağını kaldırıp atınız. Aslında şu görünen baş kulağımız, can kulağımızın pamuk tıkacıdır. Bu sebepledir ki baş kulağımız tıkanmadıkça, can kulağımız sağır olarak kalacaktır. Nefsanî duygulardan uzak, âdetâ duygusuz kalın, sağır olun, düşüncesiz bir hâle geliniz ki Hakk’ın: «Rabbine dön!» (Fecr 89/27) hitabını işitebilesiniz. Sen, uyanık kaldıkça, uyanıklık dedikodusu ile uğraştıkça, uykuda gizlenen rüyâlardan, rüyâlardaki konuşmalardan nasıl mâna kokusu alabilirsin? Görünen âlemin sırlarından nasıl haberdar olabilirsin?” (Mevlânâ, Mesnevî, 566-570. beyitler)

Şimdi, nefis putunun kulu kölesi olup gözünü, kulağını ve kalbini iman güneşinin ışıklarına kapatan kâfirlerin bir nakarat hâlinde devam edegelen inkâr sözlerine yer verilerek buyruluyor ki:

24. Müşrikler dediler ki: “Hayat, sadece yaşadığımız şu dünya hayatıdır. Yaşarız ve ölürüz. Bizi helâk eden de yalnız zamandır.” Oysa onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur; sadece tahminde bulunuyorlar.

25. Kendilerine apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman: “Eğer bu iddianızda doğru ve samimi iseniz, haydi atalarımızı diriltin de görelim!” demekten başka ileri sürebilecekleri hiçbir delilleri yoktur.

26. De ki: “Allah size hayat veriyor, sonra sizi öldürecek, sonra da geleceğinde asla şüphe olmayan kıyâmet günü sizi bir araya toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.”


Yeniden dirilmeyi ve âhiret hayatını inkâr eden materyalistler, ölümü “dehr” denen sürekli zamana ve tabiata bağlayarak, onun dışında ve üstündeki hakiki müessiri yani Allah’ı tanımadıklarını ifade ederler. Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz yani zaman hazırlar. Ruhları alan bir ölüm meleği yoktur. Bütün olaylar zamana dayandırılır. Fakat onlar bu düşünceyi ileri sürerken zandan başka hiçbir delile sahip değillerdir. Kendilerine âhiret gerçeğini hatırlatan ayetler okunduğunda, hemen babalarının diriltilip getirilmesini istemeleri de onların nasıl bir inat ve taassubun içine düştüklerini gösterir. Halbuki bizzat kendi varlıkları üzerinde cereyan eden Allah’ın diriltme, yaşatma ve öldürme fiilleri üzerinde düşünseler, âhiretin varlığını anlamakta zorluk çekmeyeceklerdir. Bu muazzam kâinat nizamının ve kendilerinin boşu boşuna yaratılmadığını anlayacaklardır. Fakat onlardaki cehalet ve akılsızlık buna mâni olmaktadır. Gerçekten de âhireti inkâr etmenin sebebi, aslında cehalet ve akıl noksanlığıdır. Çünkü akla aykırı olan, âhiretin olması değil olmamasıdır. Zira âhiretin olmadığı düşünüldüğünde, yaratılışın ve varlığın bir mânası kalmaz.

Evet, göklerin ve yerin mutlak sahibi olan Allah kıyâmeti koparacak ve âhiret hayatını var edecektir. Ama:

27. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’a aittir. Kıyâmetin koptuğu gün, evet o gün, şimdi bâtıl dâvalar peşinde koşan ve gerçeği iptale çalışanlar en büyük ziyâna uğrayacaklardır.

28. O gün bütün ümmetleri zillet içinde diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kendi hesap defterinin başına çağrılır. O gün, ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.

29. Onlara: “İşte, sizinle ilgili her şeyi dosdoğru anlatacak olan kayıt defterimiz! Doğrusu biz, yaptığınız her şeyi bir bir kaydediyorduk” denilecek.


29. âyette bahsedilen “kaydetme” ile kağıt üzerine kalemle yazmak anlamı kastedilmez. Çünkü insanların davranışlarını kaydetmek için çeşitli metotlar kullanılabilir. Günümüzde bile insanın davranışlarının kaydedilmesinde değişik metotlar geliştirilmiştir. Buna rağmen daha farklı metotların icat edilmesi de mümkündür. Dolayısıyla Allah Teâlâ insanların gizli veya açık davranışlarını, söz ve amellerini, istek, arzu ve düşüncelerini ilim ve hikmetine uygun tarzda kaydetmekte, kaydettirmektedir. Yine her şahıs, her grup ve her toplum amel defterlerini mahşerde, oranın durum ve şartlarına uygun olarak önünde hazır bulacaktır. Dünya şartlarında bizim bunların mâhiyetini tam olarak idrak etmemiz mümkün değildir.
Hesap defterindeki kayıtlara göre:

30. İman edip sâlih ameller yapanları, Rableri rahmeti içine alır. İşte apaçık kurtuluş ve başarı budur!
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. İnkâr edenlere gelince, onlara şöyle denilir: “Âyetlerim size tebliğ edilmemiş miydi? Oysa siz onlara karşı büyüklük tasladınız ve günaha saplanan inkârcı bir güruh olup çıktınız.”

32. “Allah’ın va‘di gerçektir ve kıyâmetin kopacağında hiçbir şüphe yoktur” dendiği zaman siz: “Kıyâmet bizim için hiçbir mâna ifade etmiyor. Onu ancak bir tahminden ibaret sanıyoruz. Onun hakkında kesin bir inanç ve bilgiye de sahip değiliz” diye karşılık vermiştiniz.

33. Derken, yaptıkları ne kadar kötü iş varsa karşılarına çıkacak ve alay edip durdukları cehennem kendilerini her yönden kuşatıverecektir.

34. Onlara şöyle denilecek: “Siz bu gününüzle karşılaşmayı nasıl unuttuysanız, biz de bugün sizi azapta öylece unutacağız. Kalacağınız yer ateştir; hiçbir yardımcınız da yoktur.”

35. “Çünkü siz Allah’ın âyetlerini alaya almış, dünya hayatı da sizi aldatmıştı.” Bugün artık ne oradan çıkarılırlar, ne de mazeretleri kabul edilip dünyaya geri gönderilirler.


Mahşerde hesap sonrası insanlar iki gruba ayrılır. Birinci grup iman edip güzel ve makbul amel işleyenlerdir. Allah Teâlâ onları rahmetiyle kuşatacak ve cennetine yerleştirecektir. Hadisi-i şerifte, “Allah cennete: «Sen benim rahmetimsin, seninle dilediğime rahmet ederim»” buyurduğu haber verilir. (Buhârî, Tevhid 25; Müslim, Cennet 33-36) Bunlar ebedi kurtuluşa eren bahtiyarlardır. Zaten asıl ve parlak başarı da Allah’ın sevdiği bir kul olup O’nun rahmetine layık olabilmektir.

İkinci grup ise inkâr edenlerdir. Bunlar dünyada:

Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu halde kibirleri sebebiyle onu kabul etmediler. Onlara tabi olmayı haysiyet meselesi haline getirdiler ve nefislerine yediremediler.
Âhirete inanmadıkları için her türlü günahı işlediler. İşleri güçleri günah işlemekten ibaret berbat bir toplum kesiliverdiler.
Allah’ın âhiretle alakalı va’dleri ve kıyamet hakkında hep şüphe duydular; kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını ileri sürerek inanmadılar.

Bu inkârcı bedbahtlar, mahşer günü çok ağır ilâhî tehditlere maruz kalacaklar. Dünyada yaptıkları bütün kötülükler ve onların cezaları karşılarına çıkacak. Daha önce tuttukları yolun, yapıp ettiklerinin faydasız olduğunu anlayacaklar. Hesabın ve azabın olmayacağına dair zanları boşa çıkacak. Dünyada alay edip durdukları cehennem onları çepeçevre kuşatacak. Onlar dünyadayken kıyameti, mahşeri ve hesabı unuttukları gibi, unutmaktan çok yüce olan Allah Teâlâ da onlara azap içinde unutulmuş muamelesi yapacak. Allah’ın âyetleriyle alay etmenin ve dünyaya aldanmanın cezası olarak, bir daha çıkmamak üzere cehennemde kalacaklardır. Hiçbir itiraz, mazeret ve talepleri dikkate alınmayacaktır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in haber verdiğine göre kıyâmet gününde Allah Teâlâ bazı kullarına: “Benim sana iyiliklerim dokunmadı mı? Seni önemli yerlere getirmedim mi? Seni ev bark sahibi yapmadım mı? Şunları şunları senin emrine vermedim mi? Seni başa geçirmedim mi?” diye soracak. O da: “Evet yâ Rabbi bütün bunları bana verdin” diyecek. Allah Teâlâ: “Peki, benim bu huzuruma geleceğini hiç düşünmedin mi?” diye sorunca o kul: “Hayır, düşünmedim” diyecek. İşte Cenâb-ı Hak da ona: “Sen beni nasıl unuttunsa, şimdi de ben seni unutuyorum” buyuracak. (Müslim, Zühd 16)

Netice olarak:

36. Her türlü övgü ve yüceltmeler, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

37. Göklerdeki ve yerdeki mutlak ululuk ve büyüklük yalnızca O’na aittir. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.


Sûre ağırlıklı olarak Allah Teâlâ’nın kudret ve azamet delillerinden bahsettiği için sonunda bu hususu hülasa etmekte ve her türlü hamdin, övgünün, tüm varlığın gerçek sahibi Allah’a ait olduğunu bildirmektedir. Göklerdeki ve yerdeki “kibriyâ” da yalnız Allah’ındır. “Kibriyâ”, azamet, ululuk, büyüklük, celâl, bâkî oluş, egemenlik, kudret ve kemal anlamlarına gelir. Ali Haydar Efendi, Cenâb-ı Hakk’ın bu vasfını şöyle dillendirir:

“Büyüksün Allahım büyüksün büyük
Büyüklük yanında kalır pek küçük.”


Bütün bu sıfatlar yalnızca Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Bu sebeple ibâdet ve taat, hamd ve şükür yalnızca o Yüce Yaratan’a, bütün kâinatın padişahı Ulu Allah’a yapılır.

Kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Yücelik ve kudret benim elbisem, büyüklük de benim kıyafetim sayılır. Bunlardan biri kendisinde de varmış gibi davranan olursa, onun cezasını veriririm.” (Müslim, Birr 136; Ebû Dâvûd, Libâs 25)

Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Teâlâ’nın inanılıp kulak verilecek ve gereğince amel edilecek değişmez âyetlerinden müteşekkil bir ilâhî kelâm oluşundan bahsedip Cenâb-ı Hakk’ın yücelik ve büyüklüğü ile sona eren Câsiye sûresinden sonra yine aynı konuyla söze başlayan Ahkâf sûresi geliyor:
 
Üst Alt