TEFSİR EN'AM Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. O, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkiyle bilendir.

Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri olan اَلْبَد۪يعُ (Bedî‘), “varlıkları daha önce bir örneği olmaksızın yoktan ve benzersiz bir mükemmellikte yaratan” demektir. Allah, gökler ve yerden, bütün ülvî ve süflî âlemden hiçbir şey yokken; örnek alınacak hiçbir kanun, asıl, madde, şekil ve numûne mevcut değilken ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve yaratan, her türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getirendir. Ayetteki “göklerin ve yeri yoktan, eşsiz ve benzersiz bir şekilde yaratan” (En‘âm 6/101) ifadesiyle, göklerin ve yerin eşsiz ve örneksiz yaratılmış olduğuna işaret edilmekle beraber, aslında onları eşsiz bir şekilde yaratan Allah Teâlâ’nın herhangi bir dengi, eşi ve benzeri bulunmasını tasavvur etmenin dahi ihtimal dâhilinde olmadığı bildirilir. O halde O’na çocuk isnat etmek de yanlıştır. Hem eşi olmadığı, her şeyi O yarattığı ve her şeyi hakkiyle bilen de O olduğu halde O’nun çocuğu olduğu nasıl düşünülebilir ki?

Netice itibariyle:

102. Rabbiniz Allah işte O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyi yaratandır. Öyleyse yalnız O’na kulluk edin. Her şeyin dizginini elinde tutan, her işte kendisine güvenilip dayanılan O’dur.

Anlatılan bu yüce ve eşsiz sıfatları taşıyan, kendinden başka ilâh olmayan ve her şeyin yaratıcısı olan Allah, şüphesiz kulluk edilmeye layık yegâne varlıktır. O halde başkalarını bırakıp sadece O’na kulluk etmek lazımdır. Allah her şeye vekîldir. Her hususta ve her şeye karşı O’na dayanılır ve tevekkül edilir. İşler O’nun tasarruf ve idâresine teslim edilir. Çünkü vekîl, vekil kılındığı işlerin tümünü eksiksiz yerine getirebilen kişi demektir. Dolayısıyla kullar işlerine Allah’ı vekil kılmalı, dünyevî ve uhrevî sıkıntılardan kurtarması için ibâdetlerini vesile yapmalıdırlar.

Şeyh Ebû Hamza Horasânî (r.h.)’ın başından geçen şu hâdise Allah’ı vekil kılmaya güzel bir misaldir. O, şöyle anlatıyor:

Bir yıl hacca gidiyordum. Yolda bir kuyuya düştüm. Yardım isteme konusunda nefsimle mücadele ettim. Kendi kendime: “Allah’a yemin olsun ki kimseden yardım istemeyeceğim” dedim. Daha bu düşünce kafamdan gitmeden kuyunun başına iki adam geldi. Biri diğerine: “Gel şu kuyunun ağzını kapayalım da içine kimse düşmesin” dedi. Kamış ve çerçöp getirip kuyunun ağzını kapadılar. Bağırıp yardım isteyeyim diye niyetlendim, sonra kendi kendime: “Onlardan sana daha yakın olana sığın” dedim ve sustum. İşimi Allah’a ısmarladım. Bir saat geçmişti ki bir şey gelip kuyunun ağzını açtı ve ayağını sarkıttı. Sanki ondan çıktığını hissettiğim bir sesle: “Bana yapış” diyordu. Ayağına yapıştım ve beni kuyudan çıkardı. Bir de ne göreyim karşımda bir yırtıcı hayvan! Beni kurtarıp çekip gitti. Bu arada bana hâtiften: “Ey Ebû Hamza! Telef edici bir hayvanla seni helak olmaktan kurtarmamız daha güzel değil mi?” diye bir ses geldi. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, V, 434-435)

Şunu ifade etmek gerekir ki, naklettiğimiz bu menkıbe doğru ve güzel olsa da, bu ancak tevekkül konusunda Ebu Hamza mertebesinde olanlar için geçerlidir. Dolayısıyla sıradan insanların kendisini o mertebede görmemesi ve mânevî hali nasıl bir tevekküle müsaitse ona uygun davranması gerekir. Ancak kul Allah’a tevekkül ederken, O’nun zatı ve sıfatlarıyla ilgili şu hususu dikkatten uzak tutmamalıdır:

103. Gözler O’nu göremez, fakat o gözleri görür. O, yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olandır.

Allah Teâlâ, beşeri duyularla idrak edilemeyecek derecede pek yüce ve aşkın bir varlıktır. Gözler O’nu göremediği gibi, kalpler ve akıllar da O’nun mâhiyetini idrakten acizdirler. Fakat O, hem kendini göremeyen gözleri görür, hem kendini idrak edemeyen kalp ve akılları ihata eder. O’nun görmesinin ve bilmesinin kuşatmadığı hiçbir şey düşünülemez. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyeti kerîmeyi delil getirerek Allah Teâlâ’nın dünyada görülemeyeceğini; fakat bir kısım âyet (bk. Kıyâmet 75/22-23) ve hadislerin (bk. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Mesâcid 211) haber verdiği gibi âhirette müminler tarafından görüleceğini söylemişlerdir.

Allah’ın güzel isimlerinden biri olan اَللَّط۪يفُ (Latîf), “her şeyi en ince teferruatına kadar eksiksiz bilen; kullarına karşı son derece merhametli, lütufkâr olan, yumuşaklıkla muamele eden” demektir. Dolayısıyla bir muamelede yumuşaklıkla idrakte keskinlik bir araya geldiğinde “latîf”in mânası tam olarak ortaya çıkmış olur. Şüphesiz ilimde ve muamelede bu vasfa sahip olmanın kemâl derecesi sadece Allah Teâlâ için sözkonusudur. Kulun “Latîf” isminden alacağı nasip insanlara rıfk ile muamele etmek, onları yumuşaklıkla Allah’a davet edip âhiret saadetine ulaştırmaya çalışmak, bunları yaparken de taassup, kabalık ve düşmanlık göstermemektir. اَلْخَب۪يرُ (Habîr) ise “her şeyden, mülk ve melekût âleminde meydana gelen her olaydan, hareket eden her zerreden, özelikle kullarının her türlü söz, fiil ve davranışlarından haberdar olan” mânasındadır. “Habîr” isminden kulun nasibine düşen ise kendi âleminde olup bitenlerden haberdar olmasıdır. Kulun âlemi ise kalbi, bedeni ve kalbin muttasıf olduğu gizli sıfatlardır. Bu sıfatlar aldatmak, hıyanet, dünyanın peşinde dolaşmak, kötülüğü gizlemek, iyiliği açığa vurmak, aslında öyle olmadığı halde ihlaslı görünmektir. Bu kötü sıfatlardan kurtulmayı ancak engin bir bilgi sahibi olan, nefsini bilen, onunla yakından ilgilenen, onun hile, oyun ve aldatmacalarını tanıyan, nefsinin kötü isteklerini reddeden, onu düşman tanıyan ve ona karşı daima dikkatli olan kimse bilir. Ancak böyle kullar, “Habîr” isminden nasip almaya liyakat kazanabilirler.

Kulda bu ilâhî sıfatların tecelli etmesi için, akıl ve kalpleri aydınlatıp onlara doğru yolu gösteren âyetlere kulak verilmeli ve gereği yapılmalıdır:

104. Şüphesiz size Rabbinizden gerçeği gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açıp gerçeği görürse faydası kendisine; kim de gözünü kapatıp körlük yaparsa zararı kendisinedir. O halde de ki: “Ben sizin başınızda bir koruyucu ve bir gözetleyici değilim.”

اَلْبَصَائِرُ (basâir), “basîret” kelimesinin çoğuludur. Göze göre görme ne ise, kalbe göre basîret de odur. Basîret, Allah’ın kalplere yerleştirdiği ilâhî bir nurdur. İnsanın görmesine sebep olan görme nûruna “göz” denildiği gibi; kalbin görmesini sağlayan ve dilimizde “kalp gözü” diye de bilinen idrak edici kuvvete de basîret denilir. Bu kelime, özellikle insandaki akıl, zekâ, anlayış ve firâsetin gizli veya açık herhangi bir işi büyük bir dikkat ve nüfuzla gerektiği şekilde kavrayabilecek derecede açık ve parlak olması halini ifade eder. Bununla beraber basîrete, “delil, hüccet, burhan, şâhit, iman nazarıyla ibret alınacak hidâyet sebepleri” gibi mânalar da verilmiştir. Çünkü bunlar, kişinin anlayış gücünü kuvvetlendirir, basîret ve idrakinin açılmasına vesile olur. Dolayısıyla Allah’tan geldiği haber verilen “basîretler”den maksat Kur’an; onun haber verdiği tevhit, nübüvvet, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza gibi hususlarla alâkalı deliller; insandaki düşünme, anlama ve öğrenme melekesidir. Bu âyet, insanın gerçeği öğrenmesinin ve hakikate ulaşmasının ancak gerçeği anlamayla mümkün olabileceğini gösterir. Şu halde kim basîretini çalıştırıp kendisine ulaşan delillere dayanarak ilâhî hakikatleri görür ve ona iman ederse, bunun faydası şüphesiz o kimseye ait olacaktır. Körlük yapıp, gözünü ve gönlünü bu delillere kapatan kişi ise bunun vebâlini mutlaka kendisi çekecektir. Peygamber onlar üzerinde bir bekçi, bir koruyucuyu değildir. O sadece dinin emir ve yasaklarını tebliğ eden güvenilir bir peygamberdir.

Âyetin işâret ettiği şu mânalar dikkat çekmektedir: Allah Teâlâ, dünyadaki varlıkları ve orada kendileri için hazırlanan yiyecek, içecek, giyecek ve nikahlanacakları eşleri görmeleri için insanların bedenlerine göz ve görme kabiliyeti vermiştir. Aynı şekilde her kulun kalbine, o gözlere de duygularla ulaşılamayn âlemlere yerleştirilen hakikatleri kendisiyle görebileceği bir basîret gözü vermiştir. Şimdi kim basîret gözüyle, ebedî olan yüce âhiret mertebelerine bakar da Allah’a yakınlığın derecelerini ve has kullara hazırlanan hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklından geçmemiş olan nimetleri görürse, bu nimetleri elde etmeye çalışır. Allah’ın yoluna girip o yolda yürümeye yönelir, alçak dünyadan yüz çevirir, ziynetlerini ve fânî şehvetlerini terk eder. İşte insanın gerçek mutluluğu, izzet ve şerefi elde etmesi budur. Allah’ın ise kimseye ihtiyacı yoltur. Kim de basîret gözüyle bu yüksek makamlara bakmaz, kalıbının gözüyle dünya ve süslerine meyleder de dünyanın şehvetlerinden ve hayvanî isteklerinden lezzet almaya dalarsa basîreti kör olur. Âyet-i kerîmede: “Ne var ki kör olan, başlardaki gözler değil, gerçekte kör olan sinelerdeki gönüllerdir!” (Hac 22/ 46) buyrulur. Bu durum, insanın uğrayacağı en büyük bedbahtlık ve hüsrandır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 105)

Bedbaht olmamak ve zarar etmemek için kulun uyanık olması, bunların alametlerini bilerek ondan sakınması ve kendini saadete ulaştıracak yollara girmesi lazımdır. Bedbahtlığın alâmeti, gözün kuruması, kalbin katılığı, dünya sevgisi ve uzun emellerdir. Saadetin alâmeti ise sâlihleri sevmek, onlara yakın olmak, Kur’an tilâveti, geceleri uyanık olmak, âlimlerin meclisinde bulunmak ve kalp yumuşaklığıdır. Değişik şekil ve muhtevada bildirilen Kur’an âyetlerinden yararlanacak olanlar da bunlardır:

105. Biz âyetleri böyle döne döne, türlü türlü açıklıyoruz ki gerçeği anlasınlar. Kâfirler: “Sen bunları bir başkasından ders almışsın, bize anlatıyorsun” diyeceklerdir. Ama biz diliyoruz ki, öğrenmek niyetiyle araştıranlar için gerçeği Kur’an’da apaçık ortaya koyalım.

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de dini hakikatleri kullarının idrakine sunmak üzere, içlerinde va‘d, tehdit, nasihat, uyarma bulunan âyetleri hem bu sûrede hem başka sûrelerde geniş geniş, döndüre döndüre, evire çevire açıklamaktadır. Burada âyetleri bu şekilde açıklamanın iki hikmeti üzerinde durulur:

Birincisi; inkârcıların: “Sen bunları bir başkasından ders almışsın, bize anlatıyorsun” (En‘âm 6/105) demeleri içindir. Çünkü ona indirilen âyetler, tahsil etmeye ve incelemeye dayanan birçok ilimler ihtiva etmektedirler. Bir ümmî, anadan doğduğu gibi okuması yazması olmayan bir kimse bunları bilemez. Kâfirlerin zanlarına göre bunlar vahiyle de olmayacağına göre, demek ki o, kimsenin haberi olmadan gizlice ders almıştır. Zira bunları bilebilmesinin başka yolu yoktur.

İkincisi; bilecek ve anlayacak olanlara Kur’an âyetlerinin güzel bir şekilde açıklanmasıdır:

106. Rasûlüm! Sen, Rabbinden sana ne vahyediliyorsa ona uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşrikler ne derse desin aldırma, onlara ehemmiyet verme.

107. Eğer Allah dileseydi onlar Allah’a şirk koşmazlardı. Seni onların başında bir koruyucu ve gözetleyici yapmadık. Sen onların yaptıklarından sorumlu bir vekil de değilsin.


Peygamberin vazifesi, Rabbinden gelen vahye öncelikle kendisinin iman edip uyması, Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul etmesi, müşriklerden yüz çevirmesi; sonra da insanları kendisi gibi davranmaya davet etmesidir. Allah dileseydi müşrikler şirk koşmazdı. Fakat ilâhî taksimat ve hikmet, insanlardan kiminin kendi ihtiyarlarıyla iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi sapıklık yollarına gitmelerine imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.)’in tebliğ vazifesi vardır fakat inkârcılar üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir mesuliyeti yoktur. Ancak Peygamber’in de mü’minlerin de gerek dini tebliğ ederken gerekse diğer beşerî ilişkiler esnasında insanların inançlarına saygı adına dikkatli olmaları istenerek şöyle buyruluyor:

108. Onların Allah’tan başka taptıkları hakkında kötü konuşmayın ki, onlar da haddi aşarak bilgisizce Allah hakkında kötü sözler söylemeye kalkışmasınlar. Biz her ümmete yaptıkları işleri böyle süslü gösterdik. Sonra onların dönüşleri Rablerine olacak, O da yapmakta oldukları şeyleri bir bir kendilerine haber verecektir.

Çirkin söz söyleme, sövüp sayma Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yüce ahlâkıyla bağdaşmadığı için ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek kalmamış ve hitap diğer mü’minlere yönlendirilmiştir. Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm’ın izzetine de zarar getirir. Anlaşılan o ki bazı müslümanların müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevk etmiş; doğrudan doğruya Allah’a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Dolayısıyla bu âyette müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilmektedir. Zira saygı ve nezaket, muhatabın gönlüne tesir etmenin en mühim yolu iken, hakaret ve küfür ise muhatabın sadece düşmanlık duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.

Âyetin “Biz her ümmete yaptıkları işleri böyle süslü gösterdik” (En‘âm 6/108) kısmı, psikolojik ve sosyolojik bir kanuna işaret etmektedir. O da şudur: İnsanların yaptıkları işler, onların düşünce ve niyetlerine dayanır. Zihinde düşüncenin teşekkülü, Allah’ın insanın içinde ve dışında yarattığı kanunların çalışmasıyla gerçekleşir. İnsan içine doğan çeşitli düşüncelerden birini cazip görür, onu diğerlerine tercih eder ve ona göre de hareket eder. Bu tercihinde insan serbesttir, beğendiğini yapar. Şimdi düşüncelerin oluşumundan seçimine kadar her şey Allah Teâlâ’nın yaratma alanında olduğundan, kişinin içinde uyanan düşüncelerden birini beğenmesi, âyette, Allah’ın o düşünceyi ona süslü göstermesi şeklinde ifade buyrulmuştur. Çünkü beynin ve kalbin işleme tarzı, hep Allah’ın yaratığı kanunlara bağlıdır. Allah’ın bu kanunları, iyiliği tercih edene iyiliği, kötülüğü tercih edene de kötülüğü cazip göstermektedir. Ayrıca ayette, alışkanlığın çirkin işleri, bunları yapanların gözünde cazip hale getirdiğine de bir işaret bulunmaktadır.

Gelen âyetler, kâfirlikte diretenlerin ruhî durumlarına ve psikolojik alt yapılarına projektör tutmaktadır:

109. Kendilerine bir mûcize geldiği takdirde ona kesin olarak inanacaklarına dair var güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Mûcizeler ancak Allah katındadır.” İstedikleri mûcize gelse bile, yine ona inanmayacaklarının farkında değil misiniz?

110. Biz onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz de daha önce inanmadıkları gibi mûcizeyi gördükten sonra da iman etmezler. Neticede biz onları azgınlıkları içinde basîretsiz bir halde dolaşıp durmak üzere kendi hallerine terk ederiz.


Allah Resûlü (s.a.s.) İslâm’ı tebliğ ederken münkirlerin şiddetli tepkileriyle karşılaşıyordu. İman etmelerini çok arzu etmesine rağmen, onlar tam aksine küfürde inat ve ısrar ediyor; inanmaları için Peygamberimizden olur olmaz mûcizeler istiyorlardı. Muhtemelen sahâbe-i kirâm da zaman zaman, iyi niyetleri sebebiyle, kâfirlerin mûcize talebinde samimi olduklarını düşünüyor, bir mûcize gösterildiği takdirde iman edebileceklerini zannediyorlardı. Âyetler, kâfirlerin bu taleplerinde samimi olmadıklarını, mûcize gösterildiğinde bile iman etmeyeceklerini, mü’minlerin bu gerçeğin farkında olmaları gerektiğini haber verir. Çünkü onların mûcize talebindeki niyetleri inanmak değil, Allah Râsûlü (s.a.s.)’i güç durumda bırakmaktı. Bu bozuk niyetleri ve çirkin tutumları sebebiyle, Allah onların gönüllerini ve gözlerini çevirir; gönülleri bir tarafa gözleri başka bir tarafa döner, şaşkınlık ve tereddüt içinde kalırlar. Daha önce iman etmedikleri gibi, mûcizeyi gördükten sonra da uyanıp gerçeği anlamazlar; basîretsizlikleri ve azgınlıkları içinde körü körüne yuvarlanıp giderler.

Kur’ân-ı Kerîm’de münkirlerin ne tür mûcizeler talep ettiklerine dair bilgiler yer alır. Gelen âyette onların bir kısmına temas edilmekte ve bunların gerçekleşmesi halinde bile inatçı kâfirlerin hidâyete erişmelerinin zor olacağı bildirilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, ölüler dile gelip kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şâhit olarak karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların çoğu bilmezler.

Buna göre:

Onların “Elçi olarak bize gökten melekler indirilmeli değil miydi?” (Furkan 25/21), “Eğer doğru söylüyorsan, bize melekleri getirip göstersene!” (Hicr 15/7) diye istedikleri mûcize gösterilerek bütün melekler indirilse,

“Eğer öldükten sonra dirileceğimiz iddiasında doğru ve samimi iseniz, haydi atalarımızı diriltin de görelim” (Duhân 44/36) diye istedikleri mûcize de gerçekleşse ve ölüler dile gelip kendileriyle konuşsa, onlara gerçekleri söylese,

“Ya da Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik etmelidir” (İsrâ 17/92) diye istedikleri mûcize de gösterilse ve her şey kefil olarak karşılarına getirilip toplansa, Allah dilemedikçe hiçbir zaman iman etme ihtimali yoktur. Bu sebeple onlara mûcize göstermek boşunadır. Fakat pek çoğu, her türlü mûcize gelse bile Allah dilemedikçe hiçbir şey yapamayacaklarını bilmezler de, sadece kendilerine güvenir, azgınlık ve inatlarında devam etmek üzere öyle yalan yere yemin ederler. Bu ise şeytanın aldatmasından başka bir şey değildir:

112. İşte biz her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayıp dururlar. Şayet Rabbin dileseydi böyle yapamazlardı. Bu bakımdan onları, uydurdukları yalanlarla başbaşa bırak!

113. Şeytanlar bu fısıldaşmayı, âhirete inanmayanların gönülleri ona aksın, sonra büsbütün ısınıp ondan zevk alır hâle gelsin ve zâten tabiatleri hâline gelmiş günahları işlemeye devam etsinler diye yaparlar.


Âyet-i kerîmeler, müşriklerin sert düşmanlıklarıyla karşılaşan Peygamber Efendimiz ve müslümanları teselli etmektedir. Allah Teâlâ onları böyle büyük bir düşmanlıkla karşı karşıya getirdiği gibi, aynı şekilde ondan önceki bütün peygamberlere de insan ve cin şeytanlarını düşman yapmıştır. Bu, ilk defa ortaya çıkan bir durum değil, başlangıçtan beri her bir peygamber için geçerli olan bir durumdur. Ne zaman bir peygamber Allah’a davet etmek ve doğru yolu göstermek için geldi ise, tüm şeytânî kuvvetler, onu vazifesinde başarısızlığa uğratmak için hemen harekete geçmişlerdir. O halde onların düşmanlıklarına üzülmeye gerek yoktur. Bilakis bu düşmanlıklara rağmen, her türlü engeli aşarak tebliğin başarılı olması için çalışmak gerekmektedir. O insan ve cin şeytanları, aldatmak için birbirlerine yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar. Bundan özellikle cin şeytanlarının insan şeytanlarına fısıldadıkları sözler anlaşılmaktadır. (bk. En‘âm 6/121) Ancak insanları yaldızlı sözlerle kandırıp yoldan çıkaran insanlar da şeytan olarak nitelendirilmişlerdir. Bunların şeytanla ortak vasfı, fısıltı ile, gizli gizli sözlerle kandırmak, kalplere kötü düşünceler aşılamaktır. Bu “yaldızlı sözler”; insanları Kur’an’a ve kendilerini Hakk’a davet eden peygambere karşı isyana tahrik etmek için şeytanların kullandığı tüm planlar, vasıtalar, şüpheler ve aldatmacalardır. Nitekim Nâs sûresinde de insanların göğüslerine kötü düşünceler fısıldayan cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığınılması emredilir.

Allah Resûlü (s.a.s.) Ebu Zer (r.a.)’a: “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye buyurur. O, “insandan da şeytan mı var?” diye sorunca Efendimiz: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan daha şerlidirler” diye cevap verir. (Nesâî, İstiâze 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 108)

Malik b. Dinar der ki. “İnsanlardan olan şeytanlar benim için cinlerden olan şeytanlardan daha tehlikelidir. Çünkü Allah’a sığındığım zaman cin şeytanları kaçar giderler. Fakat insan şeytanları gelip göz göre göre beni günaha sürüklemeye çalışırlar.”

Şayet Allah isteseydi şeytanlar insanları kandırmaya çalışmazlardı; onlardan bu özelliği alabilirdi. Fakat ilâhî hikmet onların bu şekilde hareket etmelerine müsaade buyurmuştur. Bu durum, insanın dünyada imtihan ediliyor olmasının tabii bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu kadar ki, Allah’ın şeytanların yaptıklarına izni var rızâsı yoktur; meleklerin yaptıklarına ise hem izni hem rızâsı vardır.

Şeytanların aldatıcı yaldızlı sözlerine en çok âhirete inanmayanlar kanarlar. Gönülleri ona doğru meyleder, akar. Onlardan pek hoşlanırlar; meftûn olur, keyf alırlar. Tevbe edip kendilerine gelmeleri gerekirken, aksine aldatıldıklarının farkında olmaksızın daha önce işledikleri günahları işlemeye devam ederler. Halbuki âhirete kesinkes inananlara bunların bir tesiri olmaz; onlar bu yaldızlı sözlere aldanmazlar; kulluk vazifelerini hakkiyle yerine getirmeye çalışırlar.

Âyet-i kerîmelerde şu işaretlerin olduğu söylenebilir: Allah’a vuslat yolunda yürüyenlerin bu uğurda çektikleri belâlar, onları yüksek makamlara ulaştıracak binekler gibidir. Bu yolda en büyük ve en zor belâ, düşmanların alay etmeleridir. Manevî yolda en yüksek mertebeye sahip olanlar peygamberler olduğu için, kâfirlerin onlara olan düşmanlığı da aynı derecede şiddetli olmuştur. Bu iptilâlar onlar için daimî bir terakki ve mânen yücelme vesilesi halinde lutfedilmiştir. Âyetteki “insan şeytanları” ifadesi, kötülüğü çok emredici olan nefs-i emmâre’ye işarettir. O, düşmanların en azgını olduğu için Kur’an’da geçtiği başka yerlerin aksine burada cinlerden önce zikredilmiştir. Böylece, nefsin esiri olanların düşmanlığının şeytanlarınkinden daha şiddetli ve başa çıkılması zor olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü insanın kurduğu tuzaklar yanında şeytanınki zayıf kalır. Bu bakımdan gönül ehli olanlar, nefislerinin esiri olanların yaldızlı bâtıl sözlerine kulak asmazlar. Aksine düşmanların düşmanlığı arttıkça Allah dostlarının îmanı daha da güçlenme imkanı bulur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 115)

Her türlü düşmanlık karşısında imanın daha da kuvvetlenmesinin sırrı, yalnızca Allah Teâlâ’yı hâkim olarak tanımak ve O’nun hükümlerini açıklayan Kur’ân-ı Kerîm’i tüm insanlık hayatının yegane ölçüsü kılmaktır:

114. Rasûlüm, onlara şunu söyle: “İçinde neyin doğru, neyin yanlış olduğu iyice açıklanmış olarak size kitabı indiren Allah iken, aramızdaki anlaşmazlıkları çözmede O’ndan başka bir hüküm koyucu mu arayacağım?” Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur’an’ın gerçeğin ta kendisi olarak Rabbinden indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sakın şüphe edenlerden olma!

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i, hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırmak üzere geniş geniş açıklamalar ihtiva eden bir kitap olarak inzal buyurmuştur. Dolayısıyla bunun dışında başka bir delil veya mûcize istemeye ihtiyaç yoktur. Elimizde Allah’ın hükmünü bize bildiren böyle bir kitap varken, mes’elelerin izahında ve anlaşmazlıkların çözümünde tutup Allah’tan başka bir hakem aramak boşunadır. Üstelik daha önce kendine kitap verilmiş olanlar, yani yahudi ve hıristiyanlar, bunlar içinde de özellikle İslâm’la şereflenenler Kur’an’ın Allah’tan gelen hak bir kitap olduğunu bilirler. O halde ne Kur’an hakkında herhangi bir şüphe taşımaya, ne de içinde Allah’ın hükümlerini taşıyan o kitaptan başka bir hüküm kaynağı aramaya gerek vardır. Çünkü:

115. Rabbinin sözü doğruluk yönüyle de, adâlet yönüyle de mükemmeldir. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

Kur’ân-ı Kerîm’den daha doğru ve daha adil bir söz yoktur. Onda bir tarafta çeşitli haberler veren bilgiler, diğer tarafta bir kısım emir ve yasaklar içeren hükümler yer almaktadır. Haberde aranan doğruluk, hükümlerde aranan ise adâlettir. Kur’ân verdiği haberleri ve va‘dler yönüyle tamamen doğrudur, gerçeğin ta kendisidir; yalandan ve şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle de tamamen âdildir; zulümden ve eğri büğrülükten uzaktır. Üstelik Allah’ın kelimelerini, âyetlerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik, düzelticilik yapacak hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O’nun kelimelerini kaldırıp yerine daha doğru ve daha adâletlisini koyabilir, ne de aynısını getirebilir. Söz O’nun sözü, kanun O’nun kanunu, kitap O’nun kitabı, hüküm O’nun hükmüdür. Şu halde Allah’tan başka bir hakem aramak nasıl mümkün olabilir!

O halde:

116. Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar yalnız zanlarına göre hareket eder ve sadece asılsız tahminlerle yalan söylerler.

117. Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bilir; doğru yolu bulanları da çok iyi bilir.


Dinî ve dünyevî meselelerde insanların çoğunluğunun belli bir görüş, inanç ve yaşayış biçimini seçtiğine bakarak, sadece buradan hareketle bunun doğru olduğunu zannetmek ve onlara tabi olmak her zaman isabetli değildir. Zira bu çoğunluk, inançlarını ve hayat tarzlarını belirlerken ilâhî emirlere, akl-ı selime, gerçek bilgiye ve temiz vicdana dayanmak yerine bir takım kuruntulara, zan ve tahminlere de dayanıyor olabilirler. Bunlara uyulduğu takdirde doğru olandan uzaklaşılacağı ve yanlış yollara sapılacağı âşikârdır. O halde doğru olan, çoğunluğun hangi yolu izlediğine bakmak değil, Allah’ın razı olacağı hayat tarzının nasıl olduğunu öğrenmek ve ona tabi olmaktır. Tek başına da kalsa inanç ve kararlılıkla o yolda yürümektir. Zira Allah’ın istediği şekilde yaşayanlar doğru yolda olacak, bunu terk edenler ise doğru yoldan sapacaklardır. Her iki grubu da şüphesiz Allah en iyi bilmektedir.

Şimdi, yenilip yenilmeyecek etler konusunda doğru yolu göstermek üzere şöyle buyruluyor:

118. Eğer Allah’ın âyetlerine hakkiyle inanmış mü’minlerseniz, O’nun ismi anılarak kesilmiş hayvanların etlerinden yiyin.

119. Allah’ın ismi anılarak kesilmiş hayvanların etlerini yemenize engel olan nedir? Oysa Allah, zarûret hâlinde yiyebileceğiniz şeyler dışında, size neleri haram kıldığını açık açık bildirmiştir. Doğrusu pek çok kimse, kesin bir bilgiye dayanmaksızın kendi temelsiz ve asılsız görüşleriyle insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.


Allah’ın âyetlerine inanan müslümanlar, Allah’ın ismi anılarak kesilen hayvanların etlerinden yerler. Allah’tan başkası adına kesilen ve âyetlerin yasaklamış olduğu hayvanların etlerinden yemezler. Çünkü Kur’an’a inanmak, Allah’ın helâl saydığını helâl saymayı, haram kıldığını da haram kılmayı gerektirir. Ancak Allah’ın helâl kıldığı yiyeceklerden de usulüne uygun olarak faydalanmak; helâl olan yiyeceklere haram muamelesi yapmamak gerekir. Zaten Cenab-ı Hak, etler başta olmak üzere yenmesi haram olan yiyecekleri Kur’an’da açıkça beyân buyurmuştur. (bk. Bakara 2/173; Mâide 5/3; En‘âm 6/145) Zaruret hallerinde ise haram olan bir kısım şeylerin asgari ihtiyaç seviyesinde kullanılmasına ruhsat vermiştir. Fakat Allah’ın emir ve yasaklarını hiçe sayan bir kısım insanlar, doğru bir bilgiye, sağlam bir delile sahip olmaksızın, herhangi bir araştırma ve inceleme yapmaksızın sırf kendi keyiflerini, nefsânî temâyüllerini, gönüllerinin istemesini veya istememesini yegâne ölçü kabul ederek harama helâl, helâle haram demek suretiyle insanları saptırmaya çalışırlar. Fakat hiçbir şey Allah Teâlâ’nın ilmi ve ihatası dışına çıkamaz. O, kimlerin sınırı aştığını, hakkı bırakıp bâtıla, helâli terk edip harama geçtiğini çok iyi bilmekte ve ona göre bir karşılık takdir etmektedir. Bu bakımdan kullara düşen vazife haram ve günahın her türlüsünden sakınmaktır:

120. Günahın açığını da gizlisini de terk edin. Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.

“Günahın açığı”, iki şekilde izah edilebilir: Biri açıktan açığa, alenî olarak yapılan kötü fiil; diğeri de, isterse gizli yapılsın kötülüğü, kötü olduğu açık ve besbelli olan fiildir. Buna karşılık “günahın gizlisi” de iki çeşittir: Biri gizli yapılan kötü fiil, diğeri de isterse açıktan yapılsın kötülüğü gizli, yani fenalığı ilk planda açıktan açığa anlaşılamayan, sonradan ortaya çıkan ve bundan dolayı ilk önce günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere dayanan kötü fiildir. Bununla birlikte “günahın açığı” zina, hırsızlık ve benzeri gibi dış uzuvlar ile yapılan; “gizlisi” de inkâr, haset, kibir gibi sırf kalb ile yapılan günahlar olabilir. Bu sebepledir ki Alaattin Attar (k.s.) şu tavsiyede bulunur:

“Bir kimse, susup duruyorsa, onun bu hâli şu üç şeyden boş olmamalıdır:

Gönle kötü düşüncelerin girmesini önlemek,
Yüce Allah’ı sessiz sessiz anmayı sağlamak,
Kalp hallerini gözetmek…

Gönle Yüce Allah düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönle gelen şeyleri tamamen atıp uzaklaştırmak ise mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım, sonra yine geldi. Geldi ama, yer tutamadı.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 555)

Yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere bu âyet, Allah’ın yasak kıldığı açık ve gizli bütün günahlar hakkında küllî bir esası beyân eder. Anlaşılan o ki Allah’ın haram kıldığı şeyler, sadece herkesin açıktan açığa kolayca anlayabileceği açık kötülüklerden ibaret değildir. Bununla beraber herkesin kolayca anlayamayacağı gizli ve batınî kötülükler de vardır. İşte Allah’ın beyân buyurduğu haramların, günahların bir kısmı ve hatta çoğunluğu böyle insanların kendi akıllarıyla anlayamayacakları gizli kötülüklerdir. Bunlar ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir ve hepsinden sakınmak gerekir. Çünkü hangi türü olursa olsun günah işleyenler, kazandıkları günahları sebebiyle cezalandırılacaklardır.

O halde:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
121. Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etlerini yemeyin; çünkü bu, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Muhakkak ki şeytanlar, kendileriyle işbirliği hâlindeki dostlarına sizinle mücâdele etsinler diye sürekli telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, o zaman siz de hiç şüphesiz müşrik olursunuz.

Bu âyet, Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etlerinin yenilmesini haram kılmaktadır. Ancak “unutma” ve “kasdîlik” ihtimâline göre mezhep imamları bu hususta farklı görüşler serdetmişlerdir. Hanefîler’e göre sadece kasıtlı olarak Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. İmam Şafiî, âyetin asıl maksadının Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kılmak olduğunu düşünerek, böyle bir niyet bulunmadığı sürece, bilerek de olsa bilmeden de olsa, Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etinin yenilebileceğini belirtir. İmam Mâlik ise kasten de olsa unutkanlık veya bilgisizlik sebebiyle de olsa, Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etini yemenin haram olduğunu söyler. Âyet haram ve helâller konusunda Allah’ın emrine itaati emrederken, bu hususta Allah’tan yüz çevirenlerin isteklerine uymanın da şirk olduğunu bildirir. Zira Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm yönlerinde Allah’a itaat etmeyi gerektirir. Şu bir gerçek ki, Allah’a itaat eden karanlıklardan kurtulurken, bundan yüz çeviren karanlıklar içinde kalacaktır:

122. Küfür içinde olmakla mânen ölü iken imanla dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kişi, asla çıkamayacak şekilde inkâr karanlıkları içinde bocalayıp duran kimse gibi olur mu hiç? Olmaz ama, kâfirlere yaptıkları işler işte böyle süslü püslü görünür.


Âyetin iniş sebebi şöyledir: Bir gün Ebû Cehil namaz kılmakta olan Peygamber (s.a.s.)’in üzerine işkembe attı. O sırada elinde yayıyla avdan dönen Hamza’ya Ebû Cehil’in yaptıkları haber verildi. O zaman Hamza henüz îman etmemişti. Ebû Cehil ile karşılaştığında hiddetle elindeki yayı kafasına vurdu. Ebû Cehil kendini savunarak: “Görmüyor musun? O’nun getirdiği âyetler bizi akılsızlıkla suçluyor, tanrılarımıza hakaret ediyor!” dedi. Hamza şöyle cevap verdi: “Gerçekten de insanların en akılsızları sizsiniz. Allah’ı bırakıp putlara kulluk ediyorsunuz. Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir ve ortağı yoktur. Muhammed, O’nun kulu ve Rasûlü’dür.” Bu hadise üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 227)

Burada küfür ve şirk bataklığı, cehâlet ve idrak yoksunluğu içinde mânen ölü halde iken imanla, ilim ve idrakle dirilen ve kurtuluşa eren insan ile, o bataklık içinde kalan ve oradan çıkamayan kimsenin hali tasvir edilir. Çünkü küfür, şirk ve cehâlet insan ruhunun yüce vasıf ve özelliklerini öldürür. İman ve ilim ise bunların dirilip canlanmasını sağlar. İmanla dirilen kişiye verilen nur, Kur’an’dır. Kur’an onun kafasındaki ve kalbindeki bütün karanlıkları aydınlatır. Onun rehberi Kur’an olur ve onun verdiği ışık ve bilgi ile doğru yolu bulur ve o yolda yürür. Fakat küfür ve cehâlet karanlıklarında bocalayan kimse doğru yolu bulamaz, nereye gittiğini bilemez. Karanlıklar içinde öylece kalakalır. Bu iki insanın aynı seviyede olması mümkün değildir. Azıcık anlayış ve feraseti olan bunu kavramakta güçlük çekmeyecektir. Fakat kâfirlere yaptıkları kötü işler süslü ve cazip gösterildiğinden bunu düşünmeye fırsat bulamamaktadırlar. Kendilerine ihsan edilen hidâyet ışığının yol göstericiliğine tabi olmayı reddedip, doğru yola çağrıldıkları halde eğri yollarda yürümeyi tercih edenlere yaptıklarının güzel gösterilmesi Allah’ın bir kanunudur. Bu karakterdeki kişiler zamanla karanlığı sevmeye başlar ve karanlıklar içinde körler gibi el yordamıyla yürümekten ve hayatları boyunca sürüklenip gitmekten hoşlanır hale gelirler. Kötü şeyleri sevilmeye ve yapılmaya değer bir iş olarak gördükleri gibi, gülünç ve komik şeyleri de bir hikmet parıltısı olarak değerlendirirler.

Dolayısıyla biz:

123. Bu şekilde, her ülkede kendilerine yüksek mevki ve servet verdiğimiz önde gelen pek çoklarını, o ülkenin sürekli günah hasadıyla meşgul bulunan gerçek suçluları kılarız ve onlar menfaatlerini korumak ve insanları imandan çevirmek için orada dâimâ tuzaklar kurarlar. Kurdukları tuzaklar sadece kendi aleyhlerinedir ama, bunun farkına bile varamazlar.

Mekke’de ileri gelen müşrikler, her türlü kötülüğü yapıyor ve insanları dinden uzaklaştırmak için de türlü türlü hile ve entrikalar tertip ediyorlardı. Burada Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e teselli verilmekte ve her peygamberin karşısına zenginlikleriyle şımarmış kimseler çıktığını, bunların kurdukları tuzaklarla peygamberlerin tebliğ vazifesini yapmalarına ve mesajlarının yayılmasına engel oldukları bildirilmektedir. Demek ki iyilerin karşısına kötülerin ve düşmanların çıkarılması, mücâdelenin canlı bir şekilde devamı ve hak yolunda sebat edenlerle zaafiyet gösterenlerin birbirinden ayrılması açısından önem arzeden ilâhî bir kanundur. Ancak hilekârlık yapanlar ve tuzak kuranlar aslında kendi aleyhlerine bunu yapmaktadırlar. Kurdukları bu tuzaklar kendi başlarına çevrilir ve cezalarını görürler. Hilekârlıkla dünyada ruhlarını, âhirette de ebedi hayatlarını tahrip ederler, fakat bunun farkında değildirler. Çünkü:

124. Onlara bir âyet geldiği zaman: “Allah’ın peygamberlerine verilenin bir benzeri bize de verilmedikçe asla inanmayız” derler. Allah peygamberlik vazîfesini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Günahkârların başına, sürekli kurup durdukları tuzaklar yüzünden yakın bir gelecekte Allah tarafından bir zillet ve şiddetli bir azap gelecektir.

Bu âyet, Peygamber’in davetini kabule yanaşmayanların bir başka cehâlet ve bilgisizliklerini dile getirir. Onlar öyle bir kibir, haksız mücâdele, hile ve şuursuzluk içinde bulunuyorlar ki bir taraftan, kendilerine bir âyet, delil, mûcize geldiği takdirde mutlaka iman edeceklerine dair güçleri yettiği kadar yemin ediyorlar. (bk. En‘âm 6/109) Diğer taraftan kendilerine bir âyet; Peygamber’in doğruluğunu gösteren bir alâmet geldiği zaman da, kendilerine peygamberler gibi Cibrîl gelip vahiy ve peygamberlik verilmedikçe ve peygamberlerden sadır olan mûcizeleri kendi nefislerinde görüp tecrübe etmedikçe, her ne delil gösterilse gösterilsin Peygamber’e ve peygamberliğe inanmayacaklarını söylüyorlar. Burada apaçık bir çelişki olduğu ortadadır. Rivayete göre Velid b. Muğire, “Peygamberlik gerçek olsaydı, ben ona senden layık olurdum, çünkü ben senden büyüğüm ve senden zenginim” demişti. Ebu Cehil de: “Abdümenâf oğulları bizimle şeref konusunda yarıştılar, nihayet tam feresey-rihan yani koşuda denk iki at gibi olduğumuz sırada: «Bizden bir Peygamber var ona vahyolunuyor» dediler. Vallahi biz buna asla razı olmayız ve ebedi olarak tâbi olmayız. Meğer ki ona geldiği gibi bize de vahiy gelsin” demişti. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIV, 143-144) Daha diğer birçokları da kendilerine vahiy ve peygamberlik verilmesini istemişlerdi. Nitekim bu hususa yer veren bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Onlar bu öğütle yetinmiyor, hatta istiyorlar ki, her birine okunmaya hazır açılmış sahifeler verilsin!” (Müddessir 74/52)

Bütün bu iddialara Cenâb-ı Hak, “Allah peygamberlik vazîfesini kime vereceğini herkesten iyi bilir” (En‘âm 6/124) beyânıyla cevap vermektedir. Peygamberlik, her isteyenin elde edeceği kesbî bir makam değil, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına lütfettiği vehbî ve mübârek bir vazîfedir. Allah, peygamberlerini yüceltecek, onları dünyada muzaffer kılacak ve âhirette de kendilerine sonsuz ikramlarda bulunacaktır. Buna mukâbil peygamberlere inanmayan ve günahlara devam edenlere, kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah yanında bir zillet, aşağılık, küçüklük; yaptıkları hile sebebiyle de gayet şiddetli bir azap isabet edecektir.

Allah’a teslim olanla olmayanın durumunu mukayese ederek anlatan şu âyet-i kerime ne kadar ibretlidir:

125. Allah, kimi doğru yola erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de sapıklığa düşürmek isterse, onun göğsünü göğe yükseliyormuşçasına dar ve sıkıntılı yapar. Allah, iman etmeyenlerin başına böyle belâ ve sıkıntılar yağdırır.

Kâinatta her şey Allah Teâlâ’nın küllî iradesine uygun tarzda gerçekleşir. Kulların hidâyet ve dalâleti de böyledir. Allah’ın hidâyetini takdir ettiği insanlar hidâyete erer, İslâm’ı kabul edip o sisteme göre hareket ederek, onun bahşettiği teslimiyet, huzur, neşe ve mutluluğu yaşar. Göğsü genişler, kalbi ferahlanır ve sevinç duyar. İlâhî emirlere göre yaşamak ona zor gelmez; bunları seve seve kabul edip uygular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e göğsün açılması hakkında soru sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: “Allah müminin kalbine bir nur atar, o da bununla sevinir ve ferahlanır.” Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu tanımayı sağlayacak bir alâmeti var mıdır?” dediklerinde, Resûlullah (s.a.s.): “Onun alâmeti, ebediyet yurduna yönelmek, aldanma yurdu olan dünyadan uzaklaşmak ve gelip çatmadan önce ölüme hazırlanmaktır” buyurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VIII, 36)

Mü’minin kalbine yerleşen ilâhî nûrun bir kısım kademe ve dereceleri vardır. Kalbe inmeye başlayan nûr zamanla ziyadeleşir; kalitesi, değeri ve tesiri artar. Bir yoruma göre; başlangıçtaki nûr “akıl nûru”, orta yerdeki nûr “ilim nûru”, nihâyetteki nûr ise “irfân nûru”dur. Akıl sahibi delille, ilim sahibi bildiklerinin ışığıyla, mârifet sahibi ise “ıyân” yani gerçeği bizzat gözüyle görme hükmüyle amel eder. Gaybe olan imanı kuvvetlenip mâna âleminin nurlarını hissetmeye başlayan kişiye işlerin gizli yönleri aydınlanır. Mü’min gönlüne iyice sinen bu nûr sayesinde göğsüne girip çıkan hiçbir şeyden ona bir sıkıntı arız olmaz. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 310) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in: “Mü’minin ferâsetinden sakınınız; çünkü o Allah’ın nûru ile bakar” (Tirmizî, Tefsir 15/6) hadis-i şerifi mü’minin bu halini anlatır.

Sapıklığa düşmesi takdir olunanların ise göğüsleri daralır, sıkılır, son derece tıkanır; sanki diklemesine göğe çıkıyormuş gibi olurlar. Göğe tırmanmak nasıl yapılması mümkün olmayan son derece zor ve zahmetli bir iş ise, bu tür kimselere iman, İslâm, hakkı kabul ve ona itaat etmek çok güç gelir. İslâm’ın emirleri hatırlatılınca duymak istemez, canı sıkılır, bunalır ve daralırlar. Böylece doğru yoldan uzaklaşarak içinden çıkılmaz sapıklık bataklıklarına gömülür, kalırlar. Huzur ve kurtuluşu İslâm’da değil, sapıklıkta aramaya çalışırlar. Bu tercihleri sebebiyle Allah onların üzerine küfür, darlık, sıkıntı pisliklerini yağdırır. Bu tür manevî pislikler ve murdarlıklar onları istilası altına alır. Zaman geçtikçe bunun altından kurtulmaları daha da güçleşir.

Âyet-i kerîmede esas olan bu dinî muhtevasıyla birlikte aynı zamanda günümüzde keşfedilen fizikî bir kanuna da işaret edildiği görülür. Günümüzdeki ilmî araştırmalara göre normal atmosfer basıncı 1013 milibardır. Deniz seviyesinden itibaren göğe doğru yükseldikçe ortalama her 10, 5 metrede basınç 1 milibar azalır. Sıcaklık ise yükseldikçe ortalama her 100 metrede 0, 5 derece düşer. Aynı şekilde, yerden yükseldikçe atmosfer yoğunluğu ve tozların, dolayısıyla oksijen yoğunluğunun da azaldığı görülür. Bu sebeple, yükseldikçe nefes darlığı, konuşma ve görme zorlukları, baygınlık hâlleri meydana gelir. Hattâ 15-20 bin metreyi geçince özel cihazlar kullanılmadığı takdirde nefes alınamadığından ölüm söz konusu olmaktadır. Bu sebeple yüksek uçuşlarda oksijen tüpü kullanılır. Henüz yeni keşfedilmiş sayılabilecek bu gerçeğe Kur’ân-ı Kerîm on dört asır önce bu âyetle işaret etmiştir ve bu, Kur’an’ın açık bir mûcizesidir. Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere يَصَّعَّدُ (yessa‘adu) kelimesinin seçilmesi dikkat çekicidir. Bu kelimeyi telaffuz ederken âdeta boğaz tıkanmakta ve nefes daralmaktadır. Seçilen kelime, delâlet ettiği mânayı hissettirmektedir.

Fert ve toplumu ilgilendiren her türlü psikolojik ve sosyolojik hastalıklarımızı tedavi edip, bunların doğurduğu ruhî darlıklardan kurtularak Allah’a teslimiyetin derin huzurunu tatmak için Allah’ın dinini iyi öğrenmek ve onun gereklerini yapmak lazımdır. Bu sebeple buyruluyor ki:

126. Rabbinin dosdoğru yolu işte budur. Düşünüp öğüt alacak bir toplum için biz, âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz.

127. Onlar için Rableri yanında emniyet ve selâmet yurdu olan cennet vardır. Yaptıkları sâlih ameller sebebiyle Allah onların dostu ve yardımcısıdır.


Peygamber’in ve mü’minlerin üzerinde bulunduğu İslâm yolu, Allah’ın, kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru dinidir. Göğsünün genişlemesini, kalbinin açılmasını, ruhunun ferahlanmasını isteyen; dünyada huzur ve mutluluğu, âhirette kurtuluşu talep eden bu dine girmelidir. Cenâb-ı Hak, düşünüp anlayacak ve öğüt alacak kişiler için bu yolun bütün kanunlarını, emir ve yasaklarını, nişan ve alametlerini Kur’an’da detaylı bir şekilde açıklamıştır. Bu yolda yürüyenler selâmet yurduna yani her türlü nimetin bulunduğu fakat hiçbir kötülüğün bulunmadığı esenlikler diyarı olan cennete gireceklerdir. Selâmet yurdu dünyada dilini gıybetten, gönlünü gafletten, azalarını her türlü günahtan, aklını bidatten, muamelelerini haram ve şüpheden, amellerini riya ve yapmacıklıktan, hallerini ucup ve kibirden koruyanlara ihsan edilecektir. Dünyada yaptıkları sâlih ameller sebebiyle de onların dostu ve yardımcısı Allah olacaktır.

Gerek insanlardan, gerek cinlerden kalplerine iman yerine küfrü yerleştirmek suretiyle zâlim olanlara gelince:

128. Allah bütün insanları ve cinleri huzurunda toplayacağı kıyâmet günü: “Ey cinler topluluğu! Siz insanlardan pek çoğunu yoldan çıkardınız” buyuracak. İnsanlardan cinlere uymuş ve onlarla iyice yakınlık peyda etmiş olanlar da: “Rabbimiz! Doğrusu biz, birbirimizden faydalandık ve böylece bizim için takdir ettiğin sürenin sonuna geldik” diyecekler. Bunun üzerine Allah şöyle buyuracak: “Sizin varacağınız yer ateştir. Allah aksini dilemedikçe, hepiniz orada sonsuza kadar kalacaksıznız.” Şüphesiz senin Rabbin, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkiyle bilendir.

“Cin topluluğu”ndan maksat, onların şeytanlarıdır. Mahşer günü Cenâb-ı Hak, cinleri ve insanları huzurunda toplayıp hesaba çekecektir. Şeytanlar dünyada devamlı olarak insanları aldatmaya, onları saptırıp yoldan çıkarmaya çalıştıkları için, ilâhî hitap öncelikle onlara yöneltilecek; insanları niçin aldattıkları sorulacaktır. İşin dikkat çeken yönü şudur: Bu sorguya henüz cinler cevap vermeden, onların insanlardan dostları olan, müşrikler ve kâfirler, bu dostluğun bir gereği olarak ve bir mânada da şeytanları savunur mâhiyette: “Rabbimiz! Doğrusu biz, birbirimizden faydalandık, onlar bizden biz de onlardan istifade ettik, neticede ölüm şerbetini içerek mahşerde huzuruna geldik” diyecekler. Bu hususta mesuliyetin yalnız şeytan dostlarına ait olmadığını, kendilerinin de buna ortak olduklarını itiraf edecekler. Yaptıklarına pişman olacaklar. Allah da onlara, bundan böyle barınaklarının ve yatacak yerlerinin ebedî ateş olacağını haber verecek.

İnsanların cinlerden faydalanması, cinlerin onlara şehvet yollarını ve vasıtalarını göstermeleri; hile, tuzak, yalan söyleme, sihir ve büyü usullerini, eğri yollardan gidip yalan dolanla iş yapmanın, etrafa fesat saçıp gizlenmenin çarelerini öğretmeleri sebebiyle gerçekleşir. Cinlerin insanlardan faydalanması ise insanların, onların telkinlerini gönül hoşluğuyla kabul etmeleri ve kolaylık göstererek yardımda bulunmaları yoluyla gerçekleşir. Bu yolla cinler hedef ve maksatlarına ererler. Bunun tabii bir neticesi olarak:

129. İşte biz, kazandıkları günahlar yüzünden zâlimleri kötülük işlemede birbirine böylece dost ve yardımcı yaparız.

Şeytanlar ve onların aldattıkları insanlar, işledikleri günahlar bakımından birbirlerinin dostu olurlar. Zira karakterleri, sıfatları ve yaptıkları işleri birbirine benzeyenler, ortak yanları bulunanlar birbirleriyle kaynaşır, ülfet ederler. Mü’minler, güzel insanlar birbirlerinin dostu olduğu gibi, kâfirler, zalimler ve günahkârlar da birbirlerinin dostu olurlar. Mü’minler iyi ruhlarla ünsiyet tesis ederken, günahkârlar da kötü ruhlarla, şeytanlarla ülfet ederler. Zalimlerin bu dostluğu, dünyada olduğu gibi, önceki âyette de belirtildiği üzere mahşerde de cehennemde devam eder. Dünyada zulüm, haksızlık ve cinâyetlerde suç ortaklığı yapan bu zalimler, âhirette de cezalarını ortaklaşa çekerler.

Allah Teâlâ, o zâlimlere mahşer günü şöyle hitap edecek:

130. Allah onlara: “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden âyetlerimi size okuyup açıklayan ve hesap vereceğiniz bu günle karşılaşacağınızı söyleyerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” diye soracak. Onlar da: “Kendi aleyhimize de olsa şâhitlik ederiz ki, evet geldi” diyecekler. Önceden dünya hayatı onları aldatmış, böylece inkâr yolunu tutmuşlardı; şimdi de kendi aleyhlerinde şâhitlik yapıp kâfir olduklarını itiraf edecekler.


Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine uyarıcı peygamberlerin gelip gelmediği sorusuna kâfirlerin vereceği bir cevap da şöyle olacaktır: “Evet, bize bir uyarıcı geldi. Fakat biz onu yalanladık ve onlara: «Allah’ın bir şey indirdiği falan yok; siz ancak büyük bir sapıklık ve şaşkınlık içindesiniz» dedik” (Mülk 67/9) diyeceklerdir. Bunun sebebi, dünya hayatının onları aldatması, onun devam edip duracağını sanmaları ve iman ettikleri takdirde dünyalıkların ellerinden gideceğinden korkmalarıdır. Şimdi bunun da bir hayalden, kuruntudan başka bir şey olmadığını görecekler ve kâfir olduklarını itiraf edeceklerdir.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
131. Şu bir gerçek ki Rabbin, halkı dinî gerçeklerden habersiz herhangi bir memleketi, kendilerine doğru yolu gösteren uyarıcılar göndermeden haksız yere helâk edecek değildir.

132. Herkesin iyi veya kötü yaptığı işlere göre derecesi farklı olacaktır. Çünkü Rabbin, onların yaptıklarından habersiz değildir.


Allah Teâlâ, her bir topluma peygamber göndermiş, onlara emir ve yasaklarını bildirmiştir. Mesuliyetin, hesap ve cezanın adâletle olabilmesi için bu bir ilâhî kanun olarak uygulanmaktadır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey Peygamber! Elbette biz seni hem insanları müjdelemen hem de uyarman için hak din ile gönderdik. Zaten içlerinden kendilerini uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir toplum yoktur.” (Fâtır 35/24)

Bir diğer âyette ise peygamber gönderilmeyen toplumları Allah’ın cezalandırmayacağı şöyle haber verilir:

“Artık kim doğru yolu seçerse ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim doğru yoldan saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz. Ayrıca biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, peygamber gönderip uyarmadan hiç kimseyi emirlerini yapıp yapmadığından sorumlu tutmaz ve cezalandırmaz. Önce peygamberler gönderir, insanları uyarır, doğru yolu bulmaları için onlara mühlet verir, ıslah olup olmayacaklarına bakar. Buna rağmen gerçekleri kabule yanaşmazlarsa o zaman cezayı hak ederler. Çünkü Allah zulümden pak ve uzaktır. O, herkese iyi veya kötü yaptığı amellerine göre bir derece takdir eder. İyileri sâlih amellerine karşılık cennette derecelerle yükseltirken, kötüleri de günahlarına karşılık cehennemde derece derece aşağı indirir. Çünkü O, hiç kimsenin yaptığından habersiz değildir.

Sadi Şirâzî’nin anlattığı şu hikâye, insanın ancak amellerine göre bir netice elde edeceğini ne güzel ortaya koyar:

Arap hükümdarlardan biri yakınlarından birine şöyle der:

“- Falan adamın aylığını iki kat artırın. Çünkü saraya düzenli geliyor ve emirlere son derece dikkat ediyor. Öteki hizmet görenler ise eğlenceyle meşgul olup hizmette kusur ediyorlar; tembel davranıp işlerini gevşek tutuyorlar.”

Bir ârif zât bunu işitince vecde gelerek şöyle der:

“- Bir kimse iki sabah padişaha hizmete devam ederse, üçüncü gün hükümdar ona lutufkâr gözle bakar. O halde ihlasla ibâdet edenler, hiç Hak Teâlâ’nın dergahından ümitlerini kaybetmiş olarak dönerler mi?” (Sadi Şirâzî, Gülistan, s. 57-58)

O Allah ki:

133. Rabbin hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir, aynı zamanda sonsuz rahmet sahibidir. Nasıl sizi bir başka topluluğun soyundan getirip onların yerine ikâme etmişse, aynı şekilde, dilerse sizi de ortadan kaldırır ve peşinizden dilediği bir topluluğu yerinize yerleştirir.

134. Geleceğe ve âhirete dair size olacağı bildirilen şeyler elbette gerçekleşecektir; bunun önüne asla geçemezsiniz.


Allah ganîdir; zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir. O, her şeyden müstağnîdir. Kullarının ibâdetlerine de ihtiyacı yoktur. Bilakis herkes O’na muhtaçtır. O, sonsuz merhamet sahibidir. İnsanlara emrettiği hususlar da O’nun rahmetinin bir tecellisidir. Zira insan, insanlık haysiyet ve şerefine, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve ihsanına ancak bu ilâhî emirlere uygun hareket ederek ulaşma imkânı bulacaktır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, kullarından gönderdiği peygamberlere ve indirdiği kitaplara iman ve ittiba etmelerini istemektedir. Zira onların yaratılış maksatları kulluktur. Bundan yüz çevirdikleri takdirde, Allah’ın, kendilerini helak edip yerlerine başkalarını getirmeye kadir olduğunu bilmeleri hatırlatılmaktadır. Nitekim insanlık tarihi buna canlı şâhittir. Nice toplumlar helak edilerek, yerlerine başkaları geçirilmiştir. Bu konuya temas eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder, yerinize başkalarını getirir. Bunu yapmaya Allah’ın kudreti elbette yeter.” (Nisâ 4/133)

“Eğer din yolunda fedakârlıktan yüz çevirirseniz, Allah sizin yerinize başka bir toplum getirir de, sonra onlar sizin gibi hayırsız ve itaatsiz olmazlar!” (Muhammed 47/38)

Dolayısıyla Allah’ın rahmetini umarak ve azabından korkarak O’nun emrine imtisalden ve O’na ihlasla kulluktan başka çıkar yol yoktur. Çünkü Allah’ın Kur’an’da va‘dettiği her şey; ölüm, kabir, kıyamet, mahşer, hesap, cennet ve cehennemle ilgili bütün haberler bir bir gerçekleşecek, söylendiği gibi hepsi gelip çatacaktır. Hiç kimsenin buna mâni olma güç ve yetkisi de yoktur. Tek çare teslim olup kurtulmaktır.

Netice itibariyle:

135. Onlara şöyle de: “Ey kavmim, elinizden gelen ne varsa yapın, şüphesiz ben de vazîfemi yapmaya devam edeceğim. Şu dünya yurdu kime kalacak ve bu hayat sona erince kim sevinip mutlu olacak elbette bileceksiniz. Gerçek şu ki zâlimler kurtuluşa eremezler.

Bu âyet, Peygamber’e inanmayan, karşı gelen, kibir ve inatlarında direnen müşriklere son derece kesin bir uyarıdır. Peygamber (s.a.s.)’in, kâfirlere açıktan meydan okumasıdır: “Eğer ilâhî ikazlara kulak vermez ve gittiğiniz yanlış yolları bırakmazsanız, o zaman istediğiniz şekilde davranabilir, küfür ve günah yolunda yürüyebilirsiniz. Siz kendi yolunuza gidin. Bırakın ben de kendi yoluma gideyim. Tebliğ vazifemi yapmaya, bu yolda sabır ve sebat göstermeye devam edeyim. Sonunda siz de ben de gittiğimiz yolun nereye varacağını birlikte seyredeceğiz. Dünyada kimin galip kimin mağlup olacağını, âhirette kimin kâr kimin zarar edeceğini göreceğiz. Fakat şu kesin bir hakikat ki, Allah zalimleri başarıya eriştirmeyecektir.”

Gelen âyetler, inkârcıların zirâî ürünler ve hayvanlarla ilgili yanlış düşünce ve uygulamalarına yer vererek, bu hususta yapılan haksızlıkların önüne set çeker:

136. Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a da bir pay ayırıp kendi bâtıl iddialarınca: “Bu Allah’ın, bu da O’na ortak koştuğumuz tanrılarımızın” dediler. Tanrıları için ayırdıklarından Allah adına bir şey harcamazlar, fakat Allah için ayırdıklarından tanrıları adına harcarlar. Verdikleri hüküm ne kötüdür!

Müşrikler, kendilerine ait olan malın bir bölümünü kendi zanlarına göre Allah’a, bir bölümünü de putlara ayırırlardı. Putlarına ayırdıkları şey, putlara ve onların bakıcılarına harcanmak suretiyle tükendiğinde, bu sefer eksik kalan kısımları Allah’a ayırdıklarından tamamlarlardı. Ancak, misafirlere ve yoksullara harcayarak Allah’a ayırdıkları şeyler bittiğinde, onun yerine putlara ayırdıklarından koymazlar ve: “Allah’ın buna ihtiyacı yoktur, bizim O’na koştuğumuz ortaklar ise fakirdir” derlerdi. Bu da onların cehaletlerinden kaynaklanan bir durumdu.

Âyet-i kerîme, bu örnekle aynı zamanda hayatın önemli bir gerçeğini bize hatırlatmaktadır: Allah’a ortak koşulan yerde, hükümler Allah adına değil, dâima ortaklar adına verilir. Allah’ın zenginliği ise sadece Allah adına fedakârlık yapılacağı zaman hatırlanır. Bütün imkânlar, Allah’a ortak kabul edilen şeyler için seferber edilir; gerçek hayatta da onların sözü geçer. Allah’a ise, kendisine saygı duyulan, ama her işe de karıştırılmayan bir ilâh rolü biçilir. (Kandemir ve diğerleri, I, 489) Böyle bir anlayışın, İslâm’ın öğrettiği tevhid ve uluhiyet inancıyla bağdaşması mümkün değildir. Aksine bu, Allah’a koşulan en büyük şirktir.

Kur’ân-ı Kerîm, çocukların öldürülmesiyle ilgili son derece çirkin ve bâtıl adetleri de kökünden söküp atar:

137. İşte böylece Allah’a ortak tuttukları o sahte tanrılar, gittikleri bu yolda müşriklerden pek çoğuna çocuklarını öldürmeyi bile iyi bir iş göstermekte, neticede bizzat kendilerini helâke sürüklediği gibi, dinlerini de karmakarışık hâle getirmektedir. Eğer Allah dileseydi böyle yapamazlardı. Şu halde sen onları, uydurdukları yalanlarla baş başa bırak!

Burada kastedilen “ortaklar”, putlara hizmetkârlık edenler veya azgın cin ve insan şeytanlarıdır. Bunlar, esir düşerler, muhtaç olurlar korkusuyla ve savaşta yardım edemeyecekleri gerekçesiyle özellikle kız çocuklarının öldürülmesini iyi bir iş gibi gösterirlerdi. Yine rivayete göre câhiliye döneminde insanlar: “Şayet şu kadar erkek çocuğum olursa onlardan birini kesip kurban edeceğim” diye yemin ederdi. Nitekim Efendimiz’in dedesi Abülmuttalip de oğlu Abdullah’ı bu şekilde kurban etmeye yemin etmişti. Şeytanların bunu yaparken hedefleri, o insanları helak etmek ve dinleri hususunda onları şüpheye düşürmekti. Çünkü Hz. İbrâhim’den gelen hanif dininde, hangi gerekçe ile olursa olsun evlatları öldürmek diye bir adet söz konusu değildi.

Şu âyetlerde de yine müşriklerin câhilce uygulamalarına yer verilir:

138. Yine bâtıl zanlarıyla: “Şu hayvanlar ve ekinler haramdır; bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Şu hayvanlara binilmesi ve sırtlarına yük vurulması yasaktır” dediler. Bir kısım hayvanlar da var ki, onları keserken üzerlerine Allah’ın adını anmazlar. Bütün bunlar, onların Allah adına uydurdukları yalanlardır. Allah da onları, uydurup durdukları bu yalanlar yüzünden cezalandıracaktır.

139. Bir de şöyle dediler: “Şu hayvanların karınlarında bulunanlar erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır. Şayet yavru ölü doğarsa erkek kadın herkes ondan yiyebilir.” Allah onları, bu kâbil iddia ve yakıştırmalarından dolayı cezalandıracaktır. Şüphesiz O, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkiyle bilendir.


Müşrikler, kendi bâtıl zanlarınca bir takım hayvanları ve ekinleri dokunulmaz kabul ederek putlarına ayırırlar ve bunları, kendi dilediklerinden başka kimsenin yiyemeyeceğini söylerlerdi. Bunlardan yiyebilecekler, sadece putların hizmetkârları idi. Deve gibi bir kısım binek hayvanlarının da sırtını haram sayar ve onlara binmezlerdi. Bundan maksadın En‘âm sûresi 103. âyette bahsedilen “bahîra”, “vasîle”, “hâm” diye vasıflandırdıkları develer olduğu söylenmiştir. İşin tuhafı, böyle yaparlar ve bunu da kendilerine Allah’ın emrettiğini söylerlerdi. Bu sebeple buradaki âyetlerde “Allah adına iftirâ ederek” kaydının sıkça tekrar edildiği görülür.

Allah onları bu yalanları sebebiyle cezalandıracaktır. Bu cezalandırma, âhirette olacağı gibi, âyette yakın geleceği ifade eden kipin kullanılmasın da işaret ettiği üzere, her zaman için dünyada da olur. Bu şekilde Allah’a iftira ile meşgul bulunanlar, bulundukları yerde hâkimiyetlerini kaybederler; makam, mevki, mal ve hayatlarından olurlar; bir takım tabiî gibi görünen âfetlere maruz kalırlar. Kurdukları sistemin yerini başka bir sistem ve kanunlarının yerini başka kanunlar alır. Aynı cezalandırma, İslâm’a, onun ahkâmına gereken saygı ve bağlılığı göstermeyen müslümanların başına da gelir ve gelmiştir de. Bugün İslâm dünyasının pek çok yerinde İslâmî hükümlerin yerini başka hükümlerin alması, dinimizin hükümlerine gereken saygının ve bağlılığın gösterilmemesine Cenâb-ı Hakk’ın bir cezasıdır. İslâm ahkâmına gereken saygı ve bağlılığı göstermeyenler, ondan mahrum bırakılarak cezalandırılmışlardır ve ona tekrar kavuşma o büyük emâneti taşaıyabilecek bir liyâkati gerektirmektedir. (Ünal, s. 327)

Müşriklerin bu bâtı adetlerine göre bahîre, sâibe diye isimlendirdikleri adak hayvanların sağ olarak doğan yavrularını sadece erkekler yiyebilir; ölü doğan veya doğum esnasında ölen yavruyu ise hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirdi. Buradan cahiliye Araplarının kadınları bazı haklardan mahrum bıraktıkları ve ölü hayvanın etini yedikleri anlaşılır.

Netice itibariyle:

140. Çocuklarını bilgisizlik yüzünden câhilâne bir davranış olarak beyinsizce öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsân ettiği helâl rızıkları hem de Allah adına yalan uydurarak haram sayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Onlar kesinlikle azıp sapmış, doğru yolu bulamamışlardır.

Müşrikler bir taraftan fakir düşeriz korkusuyla çocuklarını öldürüyorlar, diğer taraftan fakir düşmekten korkmaksızın, helâl olan mallarından bir takım şeyleri kendilerine haram sayıyorlardı. Burada da açık bir çelişki, bilgisizlik ve beyinsizlik olduğu ortadadır.

Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.), ashâbından bir zatın, huzurunda daima mahzun ve kederli olduğunu gördü. Efendimiz ona: “Seni üzen nedir?” diye sordu. O: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben cahiliye devrinde öyle bir günah işledim ki; müslüman olduğum halde onun affedilememesinden korkuyorum” diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.s.): “Günahın ne olduğunu bana söyle” buyurdu.

O: “Ya Rasûlallah! Ben, Cahiliyye devrinde kızını diri diri toprağa gömenlerdendim. Benim bir kız çocuğum dünyaya geldi. Karım, onu öldürmemem için bana yalvardı. Ben de onu bıraktım, öldürmedim. Böylece kızcağız büyüdü. Büluğ çağına erdi. Hatta o, kadınların en güzeli olmuştu. Nihayet ona dünür gelmeye başladı. İşte bundan sonra taassub beni kapladı. Onu evlendirmeye de, evlendirmeden evde bırakmaya da gönlüm razı olmuyordu. Eşime: “Ben falan kabileye akrabalarımı ziyaret etmeye gitmek istiyorum. Kızı da benimle gönder” dedim. Hanımım, buna çok sevindi. Kıza güzel elbiselerini giydirdi, ziynetlerini taktı ve ona ihânet etmeyeceğime dair benden söz aldı. Onu alıp bir kuyunun başına götürdüm. Kızcağız kuyuyu görünce, benim kendisini oraya atmak istediğimi anladı. Boynuma sarılarak ağlamaya başladı ve: «Babacığım bana ne yapmak istiyorsun?» dedi. O zaman ona acıdım. Dönüp kuyuya baktım, tekrar câhiliyye taassubu içimi kapladı. Kızım tekrar boynuma sarıldı ve: «Babacığım, annemin emanetini zâyi etme» diye yalvarmaya başladı. Ben bir kuyuya bir de kızıma bakıp ona acıyor, merhamet ediyordum. Sonunda şeytan bana galip geldi ve onu tutup baş aşağı kuyuya attım. Kızım: «Babacığım, beni öldürdün!» diye bağırıyordu. Sesi kesilene kadar orada bekledim ve sonra geriye döndüm.”

Bunları dinleyince Resûlullah (s.a.s.) ağladı ve: “Eğer câhiliye devrinde yaptıklarından ötürü birisini cezalandırmakla emrolunsaydım, bu yaptığın sebebiyle seni cezalandırırdım” buyurdu. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 97)

Yüce Rabbimiz şimdi, müşriklerin temas edilen son derece anlamsız, asılsız ve çirkin anlayışları karşısında daralan gönllerimizi ferahlatmak üzere gözümüzü muhteşem güzellikteki bağlara, bahçelere çevirmekte ve dikkatimizi bizlere ihsan buyurduğu helâl rızıklara çekmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
141. Asmalı asmasız bağları ve bahçeleri, çeşit çeşit renk ve tatlarda hurmaları ve ekinleri, zeytinleri ve narları, kimi bakımdan birbirine benzer, kimi bakımdan benzemez biçimde yaratıp yetiştiren Allah’tır. Ürün verdikleri zaman onların ürününden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını verin. Fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.

142. Gerek yük taşımaya elverişli olan, gerek derisinden, yününden, tüyünden sergi yapıp kullandığınız ve etinden, sütünden faydalandığınız evcil hayvanları yaratıp emrinize veren de Allah’tır. Allah’ın size ihsân ettiği rızıklardan yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır.


Allah Teâlâ, ister zirâî ister hayvanî olsun, burada sayılan nimetleri kulları faydalansınlar, yiyip içsinler, şeytana uymaktan vazgeçip Allah’a kulluk etsinler diye yaratmıştır. Bu âyetin bir benzeri yukarda geçmişti. (bk. En‘âm 6/99) Fakat orada, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, kudretine ve öldükten sonra dirilmeye delil olması yönünde geldiği için, sonunda Allah’ın varlıkları yaratma gayesine dikkat çekmek maksadıyla “Her birinin meyvesine bir ilk ortaya çıktığı, bir de olgunlaştığı zaman bakın” (En‘âm 6/99) buyrulmuştu. Burada ise, yine Allah’ın kudretini hatırlatmakla beraber, müşriklerin rızk konusundaki yanlış düşünce ve iftiralarına, yasaklayıp haram kılma iddialarına karşılık, Yüce Hakk’ın yaratmasındaki ihsan ve iyiliği ortaya koymak; her türlü zirâî mahsullerle hayvanlardan istifadede helâllik ve mübâhlığın asıl olduğunu belirtmek üzere gelmiş bulunduğundan, âyetin sonunda:

“Ürün verdikleri zaman onların ürününden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını verin. Fakat İsrâf etmeyin. Çünkü Allah, İsrâf edenleri sevmez” (En‘âm 6/141) buyrulur.

Âyette verilmesi emredilen hak, Mekke döneminde nâzil olan “Mallarından hem yardım isteyen fakirlere, hem de muhtaç olduğu halde iffetinden dolayı dilenmekten çekinen yoksullara pay ayırırlardı” (Zâriyât 51/19. Ayrıca bk. Meâric 70/24-25) gibi âyetlerde beyân edilen ve Medine döneminde zekât farz kılınmadan önce verilmesi talep edilen bir haktır. Zekât farz kılındıktan sonra bu emrin, mahsulatın zekâtı olan öşürle ilgili hükümleri de içine aldığında şüphe yoktur.

142. âyette geçen اَلْحَمُولَةُ (hamûle) kelimesi yük demektir. Burada yük taşımak için kullanılan hayvanlar kastedilmiştir. اَلْفَرْشُ (ferş) ise henüz binilme çağına gelmemiş küçük hayvan veya yünlerinden, kıllarından sergi, döşek yapılan; sütünden ve etinden istifade edilen hayvanlardır. Şimdi bu hayvanların hangileri olduğu beyân edilir:

143. Allah erkekli, dişili çiftler hâlinde sekiz hayvan yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: “Allah iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer doğru söylüyorsanız, kesin bir bilgi ve belgeye dayanarak bana cevap verin!

144. Deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “Allah iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Yoksa siz, Allah bahsettiğiniz yasağı koyarken o anda orada hazır ve şâhit mi idiniz? Kesin bir bilgiye dayanmadan sırf insanları saptırmak için Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Şüphesiz Allah, böyle zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.


Sekiz adet olarak sayılan koyunun, keçinin, devenin ve sığırın erkeğini de dişisini de, dişilerinin rahimlerinde bulunan yavruları da yaratan Allah’tır. İstediği hükmü koyma yetkisine sahip tek varlık olan Allah, bunlardan hiçbirini haram kılmamıştır. Kimseye de bunları haram kılma yetkisi vermemiştir. Bu sebeple müşriklere, Allah’ın bunları haram kıldığını nereden öğrendiklerini sorar. Kesin ve güvenilir bir bilgiyle bunu haber vermelerini ister. Biraz da alaylı bir tarzda, Allah’ın böyle bir yasaklamada bulunduğuna şâhit olup olmadıklarını sorar. Hâsılı her yönden onların haksız ve yanlış bir yolda olduklarını ortaya koyup, asılsız iddialarını tek tek ele alıp çürüterek gerçeği beyân eder. Kesin bir bilgiye dayanmaksızın, sırf insanları doğru olandan uzaklaştırıp sapıklığa düşürmek için Allah adına yalan uyduranların en zalim kimseler olduğunu ve bunları Allah’ın doğru yola erdirmeyeceğini haber verir.

Gelen âyetlerde ise yenilmesi haram olan etler bildirilir:

145. Onlara şöyle de: “Bana vahyedilenler içinde, bir kimseye haram kılınmış yiyecekler olarak sadece ölmüş hayvan etini, akıtılmış kanı, bir pislikten ibaret olan domuz etini, bir de yoldan çıkma mânasında bir günah olarak Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanı buluyorum. Fakat kim yasaklanan bu şeylerden yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yiyebilir. Çünkü senin Rabbin çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Aynı konuya Bakara 173, Mâide 3 ve Nahl 115. âyetlerde de yer verilmiştir. Bu âyetlerde de yine bu dört cins etin dışında bir şeyin haram kılınmadığı görülür. Çünkü Mâide 3. ayette zikredilen “boğulan, düşerek, sopa gibi bir şeyle vurularak, toslanarak veya canavar tarafından parçalanarak ölen hayvanlar” hep “meyte” yani leş hükmündedir. “Dikili taşlar üzerine boğazlananlar” da “Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar”a dâhildir. Ancak Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in, aynen evlenilmesi haram olan kadınların tayininde olduğu gibi, bunun dışında bir kısım hayvanların etlerini haram kılması mümkündür. Cenâb-ı Hak peygamberine bu yetkiyi vermiştir.

Burada sayılanların dışında, daha önce yahudilere haram kılınan etlere gelince, bunun herkesi bağlayan genel bir hüküm olmayıp, onların azgınlıkları sebebiyle gerçekleşen özel bir durum olduğu şöyle haber verilir:

146. Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kılmıştık. Sığır ve koyunların sırt ve bağırsaklarına yapışmış yahut kemiğe karışmış yağları dışındaki tüm iç yağlarını da onlara haram kılmıştır. Azgınlıkları yüzünden biz onları böyle cezalandırdık. Gerçekten biz gerçeği söyleriz.

Allah Teâlâ, 145. âyette de belirtildiği gibi sadece dört çeşit hayvan etinin yenilmesini haram kılmışken, yahudiler için bu yasağın çerçevesini biraz daha genişletmiştir. Azgınlıkları sebebiyle, bu sayılan dört çeşidin dışında, onlara bütün tırnaklı hayvanların etlerini haram kılmıştır. ذ۪ي ظُفُرٍ (zî zufur) ifadesi, genel bir değerlendirmeyle koyun, keçi ve sığır hariç olmak üzere, gerek beygir gibi tek tırnaklı olsun, gerek parmak ve parmak belirtileri bulunsun, tırnağı bulunan hayvanların hepsini içine almaktadır. Bu izah, yahudiler hakkında gerçekleşen haram kılmanın kapsamının genişliğini ve onlara uygulanan baskının şiddetini ortaya koymaktadır. Demek ki onlara domuz ve yırtıcı hayvanlarla birlikte, deve ve bütün kuşlar haram kılınmıştır. Bununla birlikte sığır ve koyunun iç yağları da onlara haram kılınmıştır. Ancak her ikisinin sırtlarının ve bağırsaklarının taşıdığı yağlar veya kemiğe karışmış yağlar, ki kuyruk yağı buna dâhildir, haram kılınmamıştır.

Yahudilerin, zulüm, haksızlık ve azgınlıkları sebebiyle böyle bir yasağa maruz kaldıklarını şu âyet-i kerîme daha açık bir şekilde haber verir:

“Yaptıkları zulümleri ve pek çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle yahudilere, daha önce kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri onlara haram kıldık.” (Nisâ 4/160)

Bunlar, Allah’ın bildirdiği ilâhî hükümlerdir. Bunları yalanlayanlara verilecek cevap şudur:

147. Eğer senin yalan söylediğini iddia edecek olurlarsa onlara şöyle de: “Evet, Rabbiniz çok geniş merhamet sahibidir. Bununla birlikte O’nun, suç işleyenlere vereceğini va‘dettiği cezanın kaldırılması da sözkonusu değildir.”

Cenâb-ı Hak nihâyetsiz merhamet sahibidir. Yalanlayan, inkâra saplanan ve günah işleyen kullarını, tevbe edip itaat yolunu tuttukları takdirde hemen bağışlayabilir. Fakat O, aynı zamanda yakalaması, azabı ve cezası da şiddetli olandır. İnsanlar isyankâr ve günah tutumlarında devam ve ısrar ettikleri takdirde Allah’ın azabına uğrarlar. Kimse de O’nun azabını, o günahkâr toplumlardan uzaklaştırmaya, geri çevirmeye güç yetiremez. Burada dinî hususlarda kendi kendilerine yasaklar koyan kimselere ağır bir tehdit yer almakta; böyle davrananların, Allah’ın azabına uğrayacakları haber verilmektedir.

Yaptıkları kötülük ve yanlışların ezelden belirlenmiş ilâhî bir yazgı olduğunu ileri sürerek sorumluluktan kurtulmaya çalışanlara gelince:

148. Müşrikler: “Eğer Allah dileseydi ne biz O’na ortak koşabilirdik ne de babalarımız; ne de herhangi bir şeyi haram kılabilirdik!” diyecekler. Onlardan öncekiler de, azabımızı tadıncaya kadar peygamberlerini böyle yalanlamışlardı. Şöyle de: “Sizin yanınızda, çıkarıp bize göstereceğiniz kesin bir bilgi ve belgeniz var mı? Varsa gösterin! Siz sadece kuru bir zanna uyuyorsunuz ve siz ancak asılsız tahminlerle yalan söylüyorsunuz.”


Burada müşrik psikolojisinin önemli bir yönü açıklığa kavuşturulur. Bu özelliği, aynı durumdaki insanlardan her çağda görmek mümkündür. Onlar yanlış inanç ve davranışlarını haklı göstermek için şöyle ilginç bir özür ileri sürerler: “Bizim Allah’a ortak koşmamız ve bazı helâlleri haram saymamız Allah’ın dilemesi sonucudur. Eğer Allah dilemese biz hiçbir zaman bu tür şeyleri yapamayız. Bunları yaptığımıza göre, Allah buna müsaade ediyor demektir. Allah müsaade ettiğine göre demek ki yaptıklarımız doğrudur ve bunda kınanacak bir şey yoktur. Eğer yaptığımız işler doğru değilse, bu durumda suçlanması gereken biz değiliz, -hâşâ- Allah’tır.” Halbuki, cüzi irade ve seçme yetkisine sahip olan insan, bir şeyin kötü olduğunu bile bile, “Allah böyle istediği için böyle yapıyorum” diyerek kendini sorumluluktan kurtaramaz. Çünkü onun, Allah’ın ne dilediğini bilmesi mümkün değildir. Ancak peygamberlere gönderdiği vahiylerle murad-ı ilâhîyi bilmek mümkün olabilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu tür iddiada bulunan kimselerden, iddialarını doğrulayacak kesin bir bilgi ve sağlam bir belge getirmelerini istemektedir. Eğer böyle bir bilgi ve belge yoksa, ileri sürülen iddialar bir yalan, kuruntu ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Müşriklerin elinde böyle bir delilin bulunması da sözkonusu olamaz. Çünkü:

149. De ki: “En üstün ve en mükemmel delil Allah’ındır. Eğer Allah dileseydi, sizin hepinizi doğru yola erdirirdi.”

اَلْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ (el-hücetü’l-bâliğa), “son derece açık, üstün, sağlam, ispatlayıcı, sahibinin doğruluğunu ortaya koyucu, mükemmel, değişmez, bozulması ve geçersiz kalması mümkün olmayan delil” demektir. Bundan da maksat Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah (s.av)’in beyânları ve Allah’ın ilim, hikmet, azamet ve kudretine delâlet eden kevnî âyetlerdir.

Bir davanın doğruluğunu ispatlamaya yardımcı olacak bir diğer unsur da “şâhit”tir. Bu sebeple buyruluyor ki:

150. De ki: “Haydi, şu haram dediklerinizi gerçekte Allah’ın haram kıldığına dair şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin bakalım!” Ancak onlar şâhitlik etse bile, sakın sen onlarla beraber şâhitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayan ve âhirete inanmadıkları gibi başka varlıkları Rablerine denk tutan kimselerin hevâ ve heveslerine uyma!

Şâhit, bir davanın ispatı için bilgisine baş vurulan kimsedir. Bu âyette getirilmesi istenen şâhitler, müşrikleri bu bâtıl yollara sevkeden liderleri ve ileri gelenleridir. Bunlar da daha ziyade putların bakıcıları, Kâbe’nin bekçileri veya Araplar yanında dini bir kimliği bulunan kimselerdir. Müşrikler, yasak sayılan şeyleri, atadan dededen süregelen gelenekler olarak yine bu kişilerden öğrenmişlerdi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e, onlar bu şeyleri Allah’ın yasakladığını söyleseler bile, onların sözlerine itibar etmemesini, bilakis onları şu ilâhî gerçekleri kabule çağırmasını istemektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
151. Onlara şöyle de: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri bildireyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; çünkü sizi de onları da biz rızıklandırıyoruz. Açık olsun, gizli olsun hiçbir günaha ve kötülüğe yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. İşte bunlar, akıl erdirmeniz için Allah’ın size emrettiği hususlardır."

Bu âyet-i kerîmelerde, önceki bütün şeriatlerde de yer alan ve hiç neshedilmeyen on mühim hususa yer verilir. Bunlar, toplumların ve asırların değişmesiyle değişmeyen ilâhî esaslardır. Bu esaslar sırasıyla şöyledir:

Birincisi; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. İslâm’ın en mühim esası tevhiddir. Bu sebeple ilk olarak şirk yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, ne kadar büyük olursa olsun Allah Teâlâ’nın diğer günahları affedilebileceği fakat şirk günahını asla affetmeyeceği tekitle beyân buyrulur. (bk. Nisâ 4/48, 116)

İnsan:

Allah’tan başka bir ilâh, kulluk edilecek bir mabud kabul ettiğinde,
Kâmil mânada ve her yönüyle yalnızca Allah’a ait olan sıfatları bir başka varlığa daha verdiğinde,
Kuvvet ve kudretinde Allah’a bir ortak daha tanıdığında,
Sahip olduğu haklar ve bunların ifâsı hususunda Allah’a bir başka ortak daha tanıdığında şirke düşmüş olur.

Bu sûrenin çeşitli ayetlerinde puta tapmak, yıldızlara, aya ve güneşe tapmak, meleklere ve cinlere tapmak, Allah’a oğul ve kız isnat etmek gibi çeşitli şirk şekillerine işaret edilerek naklî, aklî ve mantıkî delillerle bunların doğru olmadığı ve bunlardan vazgeçmek gerektiği açıklanmıştı. İşte bu esas, bütün şirk türlerinin haram olduğunu belirtmekte; Allah’a hiçbir şeyin: ne putların, ne yıldızların, ne cinlerin ne meleklerin, ne de Allah’ın oğlu veya kızı sayılan şeylerin ortak koşulmamasını emretmektedir.

İkincisi; ana-babaya iyilik yapın. Onlara elinizden geldiği ve imkânlarınız elverdiği ölçüde ihsanda bulunun. Onlara hiçbir kötülük yapmayın ve gönüllerini incitmeyin. Allah’ın hakkından sonra hemen ana-baba gelmektedir. Çünkü insanda Allah hakkından sonra ana-baba hakkı vardır. Allah insanın yaratıcısı, ana-baba da bu yaratılışın başlıca sebepleridir. İnsanı yaratan ve rızıklandıran Allah; yetiştiren, şefkatle terbiye eden, büyüten ve koruyan ana-babadır. Bu hususa ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik yapmanızı kesin olarak emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına erişirlerse sakın onlara «Öf!» bile deme, onları azarlama, onlara gönül alıcı tatlı ve güzel söz söyle! En içten tevâzu ve merhamet duygularıyla onlara kol kanat ger ve haklarında: «Rabbim! Nasıl onlar beni küçüklüğümde şefkat ve sevgiyle terbiye edip yetiştirdilerse, sen de onlara öyle merhamet eyle» diye dua et!” (İsrâ 17/23-24)

Üçüncüsü; fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Bu emir, açlık korkusu ve geçim endişesiyle hem câhiliye döneminde uygulanan kız çocuklarının diri diri gömülmesini hem de günümüzde sıkça karşılaştığımız gibi değişik yöntemlerle anne karnındaki çocukları öldürmeyi yasaklamaktadır. Çocuk yapmayı engellemek için Allah Resûlü (s.a.s.) azil yapmaya yani meniyi rahmin dışına akıtmaya müsaade etmiştir. (bk. Buhârî, Nikah 96; Müslim, Nikah 125, 134) Azlin mübah olması, gebe kalmamak için, başka bir yasağı çiğnememek ve zararlı olmamak kaydıyla, daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da caiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an gebe kalmamayı değil, çocuk öldürmeyi yasaklamaktadır. Fakat günümüzde anne karnındaki çocukları öldürmede sıkça başvurulan bir yöntem olan kürtaj son derece sakıncalıdır. Âlimlerimizin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında ve hangi yolla olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşünde birleşmektedirler.

Dördüncüsü; kötülüklerin ve zina gibi çirkin işlerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. “Fuhş” kelimesinin çoğulu olan اَلْفَوَاحِشُ (fevâhiş), “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz, fiil ve davranışlar” demektir. Âyet bu tür kötülüklerin açığını ve gizlisini yapmayı değil, onlara yaklaşmayı yasaklamaktadır. Bunları yapmak haram olduğu gibi, bunların başlangıcı, sebepleri ve yolları da haramdır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (İsrâ 17/32) buyrularak, sadece zinâ değil, ona götüren sebepler de yasaklanmıştır.
Beşincisi; haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. İslâm, insan hayatını korunması gereken kutsal bir değer olarak kabul etmiş ve haksız yere cana kıymayı en büyük günahlardan saymıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanın öldürülmesini gerektiren haklar üç tane olarak beyân edilmiş, Allah Resûlü (s.a.s.) de buna ikisini daha ilâve etmiştir. Kur’an, insan hayatına kıymayı şu üç durumda helâl tanır:

Bir başka insanı kasten öldürmek,
Savaş dışında bir ihtimal bırakmayacak şekilde İslâm’a karşı çıkmak; İslâm’ın hâkimiyet ve yerleşmesini engellemeye çalışmak,
İslâm devletinin hudutları içinde karışıklık çıkarmak veya İslâmî hükümleri ortadan kaldırmaya çalışmak.
Peygamber Efendimiz’in bunlara ilâve ettiği iki husus da şudur:
Evliyken zina etmek,
İmanından sonra küfredip İslâm toplumunu terk etmek.

İnsanı öldürmenin helâl olduğu yollar yalnızca bu beşi olup ister müslüman, ister zımmî[1] veya kâfir olsun, bu beş durum dışında insanın canına kıyılamaz.

Altıncısı; kötü niyetlerle yetimin malına yaklaşmayın. Yetim, babası ölmüş ve henüz bülüğ çağına ermemiş çocuğa denir. Yetimin velisi, onun haklarını korumada çok dikkatli olmalı, onun malını haksız bir şekilde yemek hususunda Allah’tan korkmalıdır. Çünkü bu konuda çok ciddî ikaz ve tehditler vardır. Bunlardan biri şöyledir: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisâ 4/10) Ancak velî, yetimin malını iyi niyetle ve yetimin yararına kullanabilir. Geliştirmek ve yetime kazanç sağlamak niyetiyle o malı ticârî ve zirâî işlerde çalıştırabilir. O maldan yetime yetecek kadar alabilir, yetimin masraflarını o maldan karşılayabilir. Yetişkinlik çağına geldiğinde de malını kendisine teslim eder.

Yedincisi; ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Hem ölçtüğünüz ve tarttığınız aletleriniz doğru olsun, eksik veya fazla olmasın; hem de ölçüp tartarken eksik veya fazla yapmayın. Dolayısıyla yetim malı olmasa bile, başkasının hakkına tecavüz de haram kılınmıştır. İnsan bu konuda gücü yettiği nispette adil olmaya çalışacaktır. Gücünü aşan noktalarda ilâhî af devreye girecektir. Zira Cenâb-ı Hak, “Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız” (En‘âm 6/152) prensibini bir daha hatırlatmaktadır. Şu kıssa nazarlarımızı, ölçü ve tartıya dikkatin ehemmiyetine celbeder:

Allah dostlarından birisi, sağlığında tartı ile ticaret yapan bir adamın ölüm döşeğinde ziyaretine gider. Ona: “Haydi Lâ ilâhe illallah de!” diyerek kelime-i tevhidi telkîn edince can çekmekte olan kişi şöyle cevap verir: “O dediğini söyleyemiyorum. Sanki terazinin dili, dilimin üzerine oturmuş “Lâ ilâhe illallah” dememe mani oluyor.” Ziyarete giden zat: “Sen tartıyı doğru yapmıyor muydun?” diye sorar. Adam: “Elbette doğru yapıyordum, fakat bazı zamanlar farkında olmadan terazinin içinde tozlar kalıyordu” der.

Sekizincisi; akraba bile olsa konuştuğunuz zaman adâletli olun. Gerek hüküm verirken, gerek şâhitlik yaparken, gerekse herhangi bir hususta söz söylediğinizde, akrabanızın aleyhinde bile olsa doğrusunu söyleyin, taraf tutmayın. Hak ve adâlet neyi gerektiriyorsa o şekilde davranın. Çünkü hak ve adâlete aykırı davranmak haram kılınmıştır.

Dokuzuncusu; Allah’a ve Allah için verdiğiniz sözleri yerine getirin. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahitleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah’a veya Allah adına başkalarına verdiğiniz ahitleri, nezirleri, yeminleri, akitleri, geçerli olan her çeşit taahhütleri tamamen yerine getiriniz. Çünkü ahdi bozmak da haramdır.

Son olarak; şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun; başka yollara uymayın. Bu esas, önce sayılan bütün emir ve yasakları içine almaktadır. Allah’ın dosdoğru yolu olan İslâm’a uygun yaşamayı ve İslâm dışındaki yolardan uzak durmayı talep etmektedir. Çünkü İslâm dışındaki düşünce ve hayat tarzları, insanı Allah’ın yolundan ayırıp uzaklaştıracaktır. Resûlullah (s.a.s.), bu âyeti okuyunca önüne düzgün bir çizgi çekti ve “İşte bu Allah’ın dosdoğru yoludur” buyurdu. Sonra o düz çizginin sağından ve solundan çeşitli çizgiler çekti ve “Bunlar da şeytanın insanları çağırdığı yollardır” buyurdu ve bu âyeti okudu. (İbn Mâce, Mukaddime 1) Bu sebeple biz, kıldığımız namazların her rekâtında Rabbimize “Bizi dosdoğru yola eriştir” (Fâtiha 1/5) diye dua ediyoruz.

Allah Teâlâ, bu âyetlerde sayılan emirleri bir zamanlar İsrâiloğulları’na da bildirmişti:

Zimmî: İslâm devletinin müslüman olmayan uyruğu

152. “Yetişkinlik çağına erinceye kadar, muhafaza ve yardım maksadıyla en güzel şekilde olanı dışında, yetimin malına yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız. Konuştuğunuz zaman, en yakınlarınızın aleyhinde bile olsa adâleti gözetip doğruyu söyleyin. Allah’a ve Allah için verdiğiniz sözleri yerine getirin. İşte bunlar, düşünüp ders almanız için Allah’ın size emrettiği hususlardır.”

153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun. Başka yollara uymayın ki, o yollar sizi grup grup parçalayarak Allah’a giden yoldan ayırmasın. İşte bunlar, kendisine karşı gelmekten sakınmanız için Allah’ın size emrettiği hususlardır.


Bu âyet-i kerîmelerde, önceki bütün şeriatlerde de yer alan ve hiç neshedilmeyen on mühim hususa yer verilir. Bunlar, toplumların ve asırların değişmesiyle değişmeyen ilâhî esaslardır. Bu esaslar sırasıyla şöyledir:

Birincisi; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. İslâm’ın en mühim esası tevhiddir. Bu sebeple ilk olarak şirk yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, ne kadar büyük olursa olsun Allah Teâlâ’nın diğer günahları affedilebileceği fakat şirk günahını asla affetmeyeceği tekitle beyân buyrulur. (bk. Nisâ 4/48, 116)

İnsan:

Allah’tan başka bir ilâh, kulluk edilecek bir mabud kabul ettiğinde,
Kâmil mânada ve her yönüyle yalnızca Allah’a ait olan sıfatları bir başka varlığa daha verdiğinde,
Kuvvet ve kudretinde Allah’a bir ortak daha tanıdığında,
Sahip olduğu haklar ve bunların ifâsı hususunda Allah’a bir başka ortak daha tanıdığında şirke düşmüş olur.

Bu sûrenin çeşitli ayetlerinde puta tapmak, yıldızlara, aya ve güneşe tapmak, meleklere ve cinlere tapmak, Allah’a oğul ve kız isnat etmek gibi çeşitli şirk şekillerine işaret edilerek naklî, aklî ve mantıkî delillerle bunların doğru olmadığı ve bunlardan vazgeçmek gerektiği açıklanmıştı. İşte bu esas, bütün şirk türlerinin haram olduğunu belirtmekte; Allah’a hiçbir şeyin: ne putların, ne yıldızların, ne cinlerin ne meleklerin, ne de Allah’ın oğlu veya kızı sayılan şeylerin ortak koşulmamasını emretmektedir.

İkincisi; ana-babaya iyilik yapın. Onlara elinizden geldiği ve imkânlarınız elverdiği ölçüde ihsanda bulunun. Onlara hiçbir kötülük yapmayın ve gönüllerini incitmeyin. Allah’ın hakkından sonra hemen ana-baba gelmektedir. Çünkü insanda Allah hakkından sonra ana-baba hakkı vardır. Allah insanın yaratıcısı, ana-baba da bu yaratılışın başlıca sebepleridir. İnsanı yaratan ve rızıklandıran Allah; yetiştiren, şefkatle terbiye eden, büyüten ve koruyan ana-babadır. Bu hususa ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik yapmanızı kesin olarak emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına erişirlerse sakın onlara «Öf!» bile deme, onları azarlama, onlara gönül alıcı tatlı ve güzel söz söyle! En içten tevâzu ve merhamet duygularıyla onlara kol kanat ger ve haklarında: «Rabbim! Nasıl onlar beni küçüklüğümde şefkat ve sevgiyle terbiye edip yetiştirdilerse, sen de onlara öyle merhamet eyle» diye dua et!” (İsrâ 17/23-24)

Üçüncüsü; fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Bu emir, açlık korkusu ve geçim endişesiyle hem câhiliye döneminde uygulanan kız çocuklarının diri diri gömülmesini hem de günümüzde sıkça karşılaştığımız gibi değişik yöntemlerle anne karnındaki çocukları öldürmeyi yasaklamaktadır. Çocuk yapmayı engellemek için Allah Resûlü (s.a.s.) azil yapmaya yani meniyi rahmin dışına akıtmaya müsaade etmiştir. (bk. Buhârî, Nikah 96; Müslim, Nikah 125, 134) Azlin mübah olması, gebe kalmamak için, başka bir yasağı çiğnememek ve zararlı olmamak kaydıyla, daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da caiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an gebe kalmamayı değil, çocuk öldürmeyi yasaklamaktadır. Fakat günümüzde anne karnındaki çocukları öldürmede sıkça başvurulan bir yöntem olan kürtaj son derece sakıncalıdır. Âlimlerimizin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında ve hangi yolla olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşünde birleşmektedirler.

Dördüncüsü; kötülüklerin ve zina gibi çirkin işlerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. “Fuhş” kelimesinin çoğulu olan اَلْفَوَاحِشُ (fevâhiş), “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz, fiil ve davranışlar” demektir. Âyet bu tür kötülüklerin açığını ve gizlisini yapmayı değil, onlara yaklaşmayı yasaklamaktadır. Bunları yapmak haram olduğu gibi, bunların başlangıcı, sebepleri ve yolları da haramdır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (İsrâ 17/32) buyrularak, sadece zinâ değil, ona götüren sebepler de yasaklanmıştır.
Beşincisi; haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. İslâm, insan hayatını korunması gereken kutsal bir değer olarak kabul etmiş ve haksız yere cana kıymayı en büyük günahlardan saymıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanın öldürülmesini gerektiren haklar üç tane olarak beyân edilmiş, Allah Resûlü (s.a.s.) de buna ikisini daha ilâve etmiştir. Kur’an, insan hayatına kıymayı şu üç durumda helâl tanır:

Bir başka insanı kasten öldürmek,
Savaş dışında bir ihtimal bırakmayacak şekilde İslâm’a karşı çıkmak; İslâm’ın hâkimiyet ve yerleşmesini engellemeye çalışmak,
İslâm devletinin hudutları içinde karışıklık çıkarmak veya İslâmî hükümleri ortadan kaldırmaya çalışmak.
Peygamber Efendimiz’in bunlara ilâve ettiği iki husus da şudur:
Evliyken zina etmek,
İmanından sonra küfredip İslâm toplumunu terk etmek.

İnsanı öldürmenin helâl olduğu yollar yalnızca bu beşi olup ister müslüman, ister zımmî[1] veya kâfir olsun, bu beş durum dışında insanın canına kıyılamaz.

Altıncısı; kötü niyetlerle yetimin malına yaklaşmayın. Yetim, babası ölmüş ve henüz bülüğ çağına ermemiş çocuğa denir. Yetimin velisi, onun haklarını korumada çok dikkatli olmalı, onun malını haksız bir şekilde yemek hususunda Allah’tan korkmalıdır. Çünkü bu konuda çok ciddî ikaz ve tehditler vardır. Bunlardan biri şöyledir: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisâ 4/10) Ancak velî, yetimin malını iyi niyetle ve yetimin yararına kullanabilir. Geliştirmek ve yetime kazanç sağlamak niyetiyle o malı ticârî ve zirâî işlerde çalıştırabilir. O maldan yetime yetecek kadar alabilir, yetimin masraflarını o maldan karşılayabilir. Yetişkinlik çağına geldiğinde de malını kendisine teslim eder.

Yedincisi; ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Hem ölçtüğünüz ve tarttığınız aletleriniz doğru olsun, eksik veya fazla olmasın; hem de ölçüp tartarken eksik veya fazla yapmayın. Dolayısıyla yetim malı olmasa bile, başkasının hakkına tecavüz de haram kılınmıştır. İnsan bu konuda gücü yettiği nispette adil olmaya çalışacaktır. Gücünü aşan noktalarda ilâhî af devreye girecektir. Zira Cenâb-ı Hak, “Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız” (En‘âm 6/152) prensibini bir daha hatırlatmaktadır. Şu kıssa nazarlarımızı, ölçü ve tartıya dikkatin ehemmiyetine celbeder:

Allah dostlarından birisi, sağlığında tartı ile ticaret yapan bir adamın ölüm döşeğinde ziyaretine gider. Ona: “Haydi Lâ ilâhe illallah de!” diyerek kelime-i tevhidi telkîn edince can çekmekte olan kişi şöyle cevap verir: “O dediğini söyleyemiyorum. Sanki terazinin dili, dilimin üzerine oturmuş “Lâ ilâhe illallah” dememe mani oluyor.” Ziyarete giden zat: “Sen tartıyı doğru yapmıyor muydun?” diye sorar. Adam: “Elbette doğru yapıyordum, fakat bazı zamanlar farkında olmadan terazinin içinde tozlar kalıyordu” der.

Sekizincisi; akraba bile olsa konuştuğunuz zaman adâletli olun. Gerek hüküm verirken, gerek şâhitlik yaparken, gerekse herhangi bir hususta söz söylediğinizde, akrabanızın aleyhinde bile olsa doğrusunu söyleyin, taraf tutmayın. Hak ve adâlet neyi gerektiriyorsa o şekilde davranın. Çünkü hak ve adâlete aykırı davranmak haram kılınmıştır.

Dokuzuncusu; Allah’a ve Allah için verdiğiniz sözleri yerine getirin. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahitleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah’a veya Allah adına başkalarına verdiğiniz ahitleri, nezirleri, yeminleri, akitleri, geçerli olan her çeşit taahhütleri tamamen yerine getiriniz. Çünkü ahdi bozmak da haramdır.

Son olarak; şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun; başka yollara uymayın. Bu esas, önce sayılan bütün emir ve yasakları içine almaktadır. Allah’ın dosdoğru yolu olan İslâm’a uygun yaşamayı ve İslâm dışındaki yolardan uzak durmayı talep etmektedir. Çünkü İslâm dışındaki düşünce ve hayat tarzları, insanı Allah’ın yolundan ayırıp uzaklaştıracaktır. Resûlullah (s.a.s.), bu âyeti okuyunca önüne düzgün bir çizgi çekti ve “İşte bu Allah’ın dosdoğru yoludur” buyurdu. Sonra o düz çizginin sağından ve solundan çeşitli çizgiler çekti ve “Bunlar da şeytanın insanları çağırdığı yollardır” buyurdu ve bu âyeti okudu. (İbn Mâce, Mukaddime 1) Bu sebeple biz, kıldığımız namazların her rekâtında Rabbimize “Bizi dosdoğru yola eriştir” (Fâtiha 1/5) diye dua ediyoruz.

Allah Teâlâ, bu âyetlerde sayılan emirleri bir zamanlar İsrâiloğulları’na da bildirmişti:

Zimmî: İslâm devletinin müslüman olmayan uyruğu

154. Nitekim bir zaman da Mûsâ’ya, iyilik edenlere nimetimizi tamamlamak, her şeyi iyice açıklamak üzere bir hidâyet rehberi ve rahmet olarak Tevrat’ı vermiştik ki, bir gün Rablerine kavuşacaklarına gerçekten iman etsinler.

Bütün ilâhî kitaplar hep aynı kaynaktan gelmiştir. Hz. Mûsâ’ya verilen Tevrat da, Peygamberimiz’e indirilen Kur’an da böyledir. Allah Teâlâ Tevrât’ı Mûsâ (a.s.)’a, ilâhî emirlere en güzel şekilde uyan, iyilik sahibi sâlih kullara nimet ve ikramını tamamlamak; dinî hususlarda onların ihtiyaç duyduğu her türlü meseleyi açıklayıp vuzuha kavuşturmak; bir hidâyet rehberi ve bir rahmet kaynağı olarak indirmiştir. Hedef, hitap ettiği insanlara Allah’ı, âhireti, hesabı, cennet ve cehennemi öğretmek ve onların bir gün yeniden dirilip Rablerinin huzuruna varacaklarına inanmalarını sağlamaktır. Bunlar aynı zamanda bütün ilâhî kitapların ortak özellikleridir. Nitekim:

155. Aynı şekilde bu Kur’an da bizim indirdiğimiz pek yüce ve bereketli bir kitaptır; ona uyun ve ona karşı gelmekten sakının ki Allah’ın rahmetine nâil olasınız.

Kur’an mübârek bir kitaptır. İnsanlara dinî ve dünyevî bakımdan pek çok faydaları vardır. Mânaları çok bereketlidir. Kur’an, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) için bereketli bir kitaptır; çünkü onun kalbine indirilmiş ve onun ahlâkı Kur’an kılınmıştır. Ümmeti için bereketli bir kitaptır; çünkü Kur’an onlarla Rableri arasında kuvvetli bir iptir. Ona sımsıkı sarılan Allah’a ulaşır. Onun emirlerine uygun amel işleyen ve ona karşı gelmektensakınan ilâhî rahmete nâil olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş hikmetine gelince:

156. Ayrıca: “Bizden önceki iki toplum olan yahudi ve hıristiyanlara kitap indirildi, biz ise onların okuyup üzerinde çalıştıkları gerçeklerden habersizdik” demeyesiniz.

157. Veya: “Eğer bize de kitap indirilseydi, onlardan daha çok doğru yol üzere olurduk” diye itirazda bulunmayasınız. İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet geldi. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Biz, âyetlerimizden yüz çeviren ve halkı onlardan alıkoyanları, bu tutumları yüzünden, azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.


Bu âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişinin iki mühim hikmeti üzerinde durulur. Birincisi, onun ilk muhatapları olan Arapların, önceki iki topluma yani yahudi ve hıristiyanlara kendi dillerinde kitabın indirildiğini, onların bunu rahatlıkla okuyup anladıklarını, fakat yabancı bir dil olması sebebiyle kendilerinin bu kitaplardan, taşıdıkları ilâhî buyruklardan bir şey anlamadıklarını, bu sebeple iyi bir kul olma imkânı bulamadıklarını söyleyerek dünya veya âhirette mazeret beyân etmelerine fırsat vermemektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Biz o Kur’an’ı yabancı bir dilde indirseydik, onlar elbette: «Onun âyetleri anlayacağımız bir dille iyice açıklanmalı değil miydi? Arap olmayana yabancı dilde bir kitap olur mu?» diyeceklerdi.” (Fussilet 41/44)

Bu sebeple Allah, buyruklarını onlara kolaylıkla açıklayabilmesi için, her millete kendi dilini konuşan bir peygamber göndermiştir. (bk. İbrâhim 14/4)

İkincisi de yine Arapların, kendilerine kitap indirildiği takdirde, bir çok mezhep ayrılığı içinde birbiriyle boğuşan, ellerindeki büyük nimetlerin kıymetini bilmeyen yahudi ve hıristiyanlardan daha doğru yolda olacaklarını söylemelerine, böyle bir mazeret ileri sürmelerine engel olmaktır.

İşte bu ve benzeri hikmetlere binâen, önce Araplara, onlardan sonra da kıyamete kadar gelecek bütün nesillere, Allah’a kulluğun yollarını göstermek üzere Kur’an indirilmiştir. Burada Kur’ân-ı Kerîm’in üç mühim hususiyetine dikkat çekilir:
Kur’an beyyinedir; hakikati apaçık ifadelerle ortaya koyan kesin bir delildir. Eşsiz edebî üstünlüğü ve zengin muhtevasıyla bütün dinî hakikatleri son derece etkili, açık ve iknâ edici bir şekilde beyân eden ilâhî bir belgedir.
İnsanlar için, hususiyle onlar arasından kendine inanıp tabi olanlar için bir hidâyet güneşidir. Peşinden gidenleri cennete ve Allah’a götüren şaşmaz ve güvenilir bir rehberdir.
Netice olarak kendine inanıp bağlanan fert ve toplumlara saadet, selamet ve mutluluk bahşeden ilâhî bir rahmettir.
Aklını kullananlar bu ilâhî hidâyet ve rahmet kaynağından en iyi şekilde istifade etmeye çalışırlar. Fakat bu nimetin kıymetini idrak edemeyen, Allah’ın âyetlerini yalanlayan, kendileri ondan yüz çevirdikleri gibi insanları da vazgeçirmeye çalışanlardan daha zalim bir kimse düşünülemez. Onlar büyük bir haksızlık ve zulüm içindedirler. Dolayısıyla bu zulümleri karşılıksız kalmayacak ve yakında Allah onları azabın en kötüsüyle cezalandıracaktır. Şu âyet-i kerîme ne kadar dehşet vericidir:

“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)

Buna göre iman edip gerçeğe teslim olmak için beklenecek bir zaman yoktur:

158. Onlar iman etmek için neyi beliyorlar? Ölüm veya azap meleklerinin gelmesini mi? Haklarında Rabbinin azap hükmünü verip bunu icraya koymasını mı? Yahut Rabbinin kıyâmetle ilgili bazı alâmetlerinin ortaya çıkmasını mı? Fakat Rabbinin bunlar türünde bir âyetinin geldiği gün, eğer kişi daha önce iman etmemiş veya imanı bir iddiadan ibaret kalıp onunla hayırlı bir iş yapmamış ise, artık o gün inanması kendisine bir fayda sağlamaz. Onlara: “Bekleyin bakalım, şüphesiz biz de bekliyoruz” de!

Müşrikler, kendilerine gerçekleri açıklayan Kur’an gelmesine ve bütün delillerin gösterilmesine rağmen iman etmemişlerdi. Bu sebeple onlara ve onların durumunda olan herkese, iman etmeleri için artık neyi bekledikleri sorulmaktadır:

“Melekler onlara pençelerini uzatarak: «Haydi çıkarın canlarınızı!» derler” (En‘âm 6/93) buyruğunca, ellerini uzatıp, gırtlaklarına binip, sırtlarına vura vura canlarını çıkaracak ölüm veya azap meleklerinin gelmesini mi bekliyorlar?

Veya Rabbin gelmesini, azabının vuku bulmasını, yahut “Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman! O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, bütün yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?” (Fecr 89/22-23) âyetlerinin haber verdiği gibi, haklarında en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasını mı bekliyorlar?

Yoksa başlarına taş yağması, göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyâmet alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok olmalarına delâlet eden ve kendilerini inanmaya mecbur bırakacak olan Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini mi bekliyorlar?

Bekledikleri bu alâmetler geldiği zaman belki iman edebilirler, fakat bunlar gerçekleştikten ve perdeler kalkıp âhiretten manzaralar görülmeye başladıktan sonra hâsıl olacak iman ve amel, sahibine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü o an teklifin vakti sona ermiş, hesap zamanı başlamış ve iman ile kazanılacak bütün hayırların kapısı kapanmış olur.

Âyetin işârî mânası şöyledir: “Allah Teâlâ insan kalbini îman tohumunun gelişip yeşermesine müsait verimli bir arazi gibi yaratmıştır. Resûlullah (s.a.s.) “Su bitkilerin yeşermesini sağladığı gibi, Lâ ilâhe illallah sözü de kalpte îmanın yeşermesini temin eder” buyurur. (Deylemî, no: 4319) Bu tohum, kişinin kalp ile tasdik ve dil ile ikrar ettiği kelime-i şehâdettir. “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed (s.a.s.), Allah’ın rasûlüdür” sözünü söylemektir. Kalpte îmanın ekilip mahsûlünün elde edilme zamanı, âhiret hayâtı değil, dünya hayâtıdır. Nitekim Efendimiz (a.s.): “Dünya âhiretin tarlasıdır” (Aclûnî, I, 494) buyurmaktadır. Şu halde dünyada kalbine îman tohumunu ekmeyen veya o îman gücüyle sâlih ameller işleyip hayır kazanmayan kişiye âhirette îman tohumunu ekip geliştirmeyi arzu etmesinin bir faydası olmaz. Sâlih ameller ise güzel sözü yani “lâ ilâhe illallah” kelimesini yükseltip büyütür (bk. Fâtır 35/10), Rabbinin izniyle her zaman yemiş veren meyveli güzel bir ağaç hâline getirir. (bk. İbrâhim 14/25-26) O ağacın meyveleri mârifet, muhabbet, gerçekleri müşahede, Allah’a kavuşma ve ahlâkî kemâle ermektir. Dinî gerçeklere sırt çevirenler ise bu manevî nimetlerden mahrum bırakılacaklardır:

159. Dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlar yok mu, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bir bir haber verecektir.

“Dinlerini parçalayıp fırka fırka olanlar” ifadesi yahudiler ve hıristiyanları içine aldığı gibi müşrikleri ve kâfirleri, hatta bu duruma düşen müslümanları da içine almaktadır. Çünkü kurtuluşları için Yüce Allah’ın gönderdiği dine tabi olmayan, yanlış tevil ve yorumlarla onu bozmaya çalışan, Allah’ın emretmemiş olduğu şeyleri uydurup bidat olarak ortaya çıkaran kimseler dinlerini parçalamış olurlar. Nitekim Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar da böyleydi. Onlar dini birliklerini bozmuşlar, çeşitli inançlar ortaya çıkarmışlardı. Her kabilenin, her sülâlenin ayrı putu ve tapınağı vardı. Âyet-i kerîmede aynı zamanda, ileride İslâm’ın ruhuna aykırı bir tarzda ortaya çıkacak çeşitli İslâm fırkalarına da işaret bulunmaktadır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.):

“Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir tanesi hariç, diğerlerinin tamamı cehennemdedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir fırka hariç diğerlerinin tamamı cehennemdedir. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç diğerleri cehennemdedir” buyurur. “O bir tane kurtulan grup kimlerdir ya Resûlallah?” süaline cevap olarak da: “Onlar, benim ve ashâbımın üzerinde gittiğimiz yolda gidenlerdir” buyurur. (Ebû Dâvûd, Sünnet 1; Tirmizî, İman 18)
Tevhidi bozan, İslâm dininin saf, temiz ve kolay aslını çeşitli tevillerle yozlaştırıp ayrılığa sebep olanlarla ne Allah Resûlü (s.a.s.)’in ne de O’nun izinden giden gerçek mü’minlerin bir ilgileri vardır. Sorumlulukları tamamen kendilerine aittir. Onların ayrılıklarından ve başlarına gelecek felâketlerden ne Peygamber’e ne de gerçek mü’minlere bir vebâl söz konusudur.

İyilik ve kötülüklerin cezasına gelince:

160. Kim bir iyilik yaparsa, yaptığının on katıyla mükâfatlandırılacaktır. Kim de bir kötülük yaparsa ancak o kötülüğe denk bir ceza görecektir. Kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır.

İyilikler en az bire on mükâfatlandırılır. Bu, asgari sınırdır. Üst sınırı ise belirlenmemiştir. Nitekim: “Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lütfu pek geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir” (Bakara 2/261) âyetinde bire yedi yüz ve duruma göre onun katları, yani bire bin dörtyüz, iki bin sekizyüz… va‘dedilmektedir. Demek ki iyilik güzel bir şeydir ve ilâhî rahmet de nihâyetsiz bir şekilde geniştir. Herkes ihlas, niyet ve şartlarına uygun yerine getirebilme nispetinde yaptığı iyiliğin mutlaka birkaç mislini ve en az on katını alacaktır. Şu misâl ne kadar ibrete şâyandır:
Güney Arnavutluk’ta fakir bir kadın vardı. Bir kış günü gariban bir çocuğun perişan hâline dayanamayarak ona bir çift eski partal ayakkabı verdi. Zaman geldi bu çocuk devşirme usûlüyle Osmanlı sarayına girdi. Orada yükseldi ve Ayaz Paşa ismiyle meşhur oldu. Ancak Ayaz Paşa eski günlerini unutmamış, o eski pabuçlarını da bir yere saklamıştı. Paşa olunca bu pabuçların içini altınla doldurdu ve bir şükran ifadesi olarak o fakir kadına gönderdi. (İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, s. 30)

Bu misâl, muhtâca yardım etmenin dünyevî bir faydasını göstermektedir. Kim bilir âhiretteki faydası nasıl olacaktır?!.

Günahlar ve kötülüklere gelince, bunlar affedilmeyip cezalandırılması gerektiği zaman, fazla değil yapılan kötülüğün tam dengi bir ceza ile cezalandırılır. Hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez, haksızlık yapılmaz. Ne iyilik sahiplerine, yaptıkları iyilikten eksik mükâfat verilir; ne de kötülük sahiplerine, kötülüklerinden fazla ceza verilir. İşte Allah’ın dini böyle dosdoğru bir dindir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
161. De ki: “Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola eriştirdi; doğru, her bakımdan kusursuz, hiçbir eğriliği olmayan bir dîne, bâtıldan uzaklaşıp hakka yönelen İbrâhim’in dînine! İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”

162. De ki: “Şüphesiz benim namazım, bütün ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi Allah içindir.”

163. “O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”


Allah’ın, Rasûl-i Ekem (s.a.s.) Efendimiz’e ihsan ettiği din dosdoğru, eğriliği, eksikliği ve fazlalığı olmayan İslâm dinidir. Bu din yeni ortaya çıkmış bir şey değil, hanif olan, Allah’ın birliği inancı üzerine binâ edilen Hz. İbrâhim’in dininin aynısıdır, bir devamıdır. Her ne kadar yahudiler, hıristiyanlar, müşriklerden her biri, kendilerinin Hz. İbrâhim’in dinine mensup olduklarını iddia etseler de, İbrâhim (a.s.)’ın onlarla bir ilişkisi yoktur. Zira O, tevhid dinini tebliğ eden bir peygamberdir ve müşriklerden değildir. Bu dosdoğru dinin amelî hususiyeti de, kulun namazının, kurbanının, her türlü ibâdetinin, hayat ve ölümünün sadece Âlemlerin Rabbi Allah için olmasıdır. Allah’a hiçbir konuda ortak koşulmamasıdır. Her ibâdetin ve her hayırlı işin bu inanç, bu niyet ve bu ihlasla yapılmasıdır. Peygamber (s.a.s.)’e bu emredildiği gibi, ona inananlara da bu emredilmiştir. Nitekim “Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim” (En‘âm 6/163) cümlesi, Allah Resûlü (s.a.s.)’in, kendisine emredilen ilâhî emirlere süratle uyup yerine getirmesini, o emirlerin kendine mahsus olmayıp, herkese bunların emredildiğini ve bütün müslüman olanların ona uyması gerektiğini açıklamaktadır.

Buna rağmen inkârcılar, müslümanları kendi hayat tarzlarını kabule çağırır veya bu hususta onları zorlarlarsa, kendilerine şöyle bir cevabın verilmesi tavsiye edilmektedir:

164. De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken ben kendime O’ndan başka bir Rab mi arayacağım. Sevap veya günah herkesin kazancı yalnız kendinedir. Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinize olacak ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususları O size bir bir haber verecektir.”

Müşriklerin ve inkâra saplanmış zavallıların Peygamber Efendimiz’e: “Gel bizim dinimize dön, dünya ve âhiret ne istersen biz sana kefil oluruz”; müminlere de: “Geliniz, bizim yolumuzda yürüyünüz, günahlarınız bizim boynumuza olsun” (bk. Ankebût 29/12) demelerine karşı verilecek cevâbı, bu âyet-i kerîme öğretmektedir. Her şeyin Rabbi olan Allah’tan başka bir rab arama boşuna bir çabadır. Buna ne gerek ne de ihtiyaç vardır. Hatta bu şirktir ve en büyük günahtır. Şu kadar var ki herkesin kazandığı günah kendine aittir, cezasını kendisi çekecektir; kimse kimsenin günahından sorguya çekilmeyecektir. İnsanlar mahşer günü Allah’ın huzurunda toplandıkları zaman, Allah, dünyada anlaşmazlığa düştükleri şeylerin iç yüzünü haber verecek, herkes gerçeğin ne olduğunu yakini olarak bilecektir.

Netice itibariyle:

165. Sizi yeryüzünün halîfeleri yapan, verdiği nimetlerle sizi imtihan etmek için bir kısmınıza diğerlerinden üstün dereceler veren O’dur. Şüphesiz Rabbin, azabı pek çabuk olandır; bununla beraber O, elbette çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir.


Allah insanları yeryüzünün halifeleri kılmıştır. Onlar yeryüzünde hakim olur ve orayı yönetirler. İnsanın halife kılınması, onun için büyük bir şereftir. Diğer bütün yaratıklar insanın emrine verilmiştir ve ona hizmet ederler. Buradaki اَلْخَلَائِفُ (halâif) kelimesinden “birbiri ardınca gelen nesiller” mânasını anlamak da mümkündür. Allah Resûlü (s.a.s.), peygamberlerin sonuncusu, ümmeti de diğer ümmetlerin yerine geçmiş son ümmettir. Cenâb-ı Hak mal, mülk, sağlık, sıhhat ve afiyet, makam ve mevki, fizikî yapı, akıl ve şeref bakımından insanların bazılarını diğer bazılarına üstün kılmıştır. Bunun tek gayesi, herkesi sahip olduğu imkânlarla imtihan etmektir. Verilen nimetleri yerinde kullanıp kullanmadıklarını, bu hususta hangisinin daha başarılı olduğunu ortaya çıkarmaktır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Oysa dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırıyor ve bir kısmının diğerine iş gördürmesi için akıl, kabiliyet, zenginlik gibi yönlerden kimini kimine derecelerle üstün kılıyoruz…” (Zuhruf 43/32)

Dolayısıyla herkes, sahip olduğu nimetlerin birer imtihan sorusu olduğunu, ve bir gün bunların hesabını vereceğini asla unutmamalıdır. Kulluk hayatını devam ettirirken günahlar konusunda Allah’ın azabından korkmalı; güzel amellere devam etmek suretiyle O’nun rahmet ve mağfiretin de ümitvâr olmalıdır. Allah’ın azabı ve rahmetiyle alakalı olarak Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur:

“Eğer mü’min Allah’ın katında bulunan cezayı bilseydi, hiç kimse O’nun cennetini ummazdı. Kâfir de Allah’ın katında bulunan rahmetin derecesini bilseydi, hiç kimse cennetten ümit kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23; Tirmizî, Deavât 99)

En‘âm sûresinin son âyetinde yer alan “istıhlâf” yani halife kılma ve insanın tabi tutulduğu imtihanın geçmişten beri meydana gelme şeklini dikkat çekici örnekleriyle açıklamak üzere A‘râf sûresi başlıyor:
 
Üst Alt