TEFSİR ENBİYA Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
ENBİYA SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

ENBİYA Suresi 107.Ayet
ENBİYA Suresi 107.Ayet
Enbiyâ Sûresi Hakkında

Enbiyâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 112 âyettir. اَلأنْبِيَاءُ (enbiyâ), kelime olarak “nebî” kelimesinin çoğulu olup “peygamberler” anlamına gelir. Bir kısım peygamberlerin kıssalarından ibretli sahneler beyân etmesi sebebiyle “Enbiyâ sûresi” ismini almıştır. Mushaf tertîbine göre 21, iniş sırasına göre 73. sûredir.

Enbiyâ Sûresi Konusu

Sûrenin başlangıcında, Resûlullah (s.a.s.) ve Kur’an’a iman etmeyenlerin, artık hesap vakitlerinin iyice yaklaşmış olmasıyla birlikte hakikat karşısındaki derin gafletleri, şaşkınlıkları, perişan âkıbetleri dile getirilir ve başlarına helak edici musîbetler geldiğinde onların bundan kurtuluşlarının mümkün olmayacağı belirtilir. Allah’ın ulûhiyette tekliğine, birliğine ve kudretine en büyük delilin, kâinattaki emsalsiz âhenk olduğuna; Allah’tan başka bir ilâhın varsayılması durumunda bu ahengin yerini anarşi ve bozukluğun alacağına dikkat çekilir. Göklerle yerin yoktan var edilmesi, her canlı varlığın sudan yaratılması, yeryüzündeki dağlar, yollar, gece, gündüz, güneş ve ay birer ilâhî kudret nişânesi olarak zikredilir. Ölüm, âhiret, hesap, cennet, cehennem vurgusu yapılır. Sonra da Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Hz. Nûh, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. İsmâil, Hz. İdris, Hz. Zülkifl, Hz. Yûnus, Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın kıssalarından pek ibretli birer, ikişer kesit sunulur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.s.)’in risâletinden istifade ile, göklerin kağıt tomarı gibi dürüleceği kıyamet gününde, ebedî azaba düçar olanlardan değil, o dehşetli manzaraların kendilerini tasalandırmadığı, meleklerin kendilerini cennetle müjdelediği bahtiyâr insanlardan olmak tavsiye edilir.

Enbiyâ Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi birinci, iniş sırasına göre yetmiş üçüncü sûredir. İbrâhim sûresinden sonra, Mü’minûn sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd, “Benî İsrâil (İsrâ), Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiyâ sûreleri, benim Mekke’de ilk öğrendiğim güzel sûrelerdir” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 21/1). Bazı müfessirler 44. âyetinin Medine döneminde nâzil olduğu kanaatindedir.

ENBİYA SURESİ TEFSİRİ


1. İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâlâ koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.

Kıyâmetin kopması, mahşer yerinde şaşmaz terâzilerin konup amellerin tartılarak hesapların görülme vakti çok yaklaşmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle bu, her an gerçekleşebilir. Ve bu, göz açıp kapayacak kadar kısa bir süre içinde vuku bulacaktır. Bu yüzden ona “saat” ismi verilmiştir. (bk. Nahl 16/77) Resûlullah (s.a.s.)’in son peygamber olarak gönderilmesi, insanlık tarihinin büyük bir bölümünün geride kaldığını gösterir. Nitekim Efendimiz (s.a.s.), bir defasında şehadet parmağıyla orta parmağını bir araya getirerek: “Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim” (Müslim, Cum‘a 43) buyurmuştur. Bu açıklamasıyla Allah Resûlü (s.a.s.), kendisinden sonra kıyamete kadar başka peygamber gelmeyeceğini, bu sebeple insanların, başka bir uyarıcı beklemeksizin şimdiden hallerini düzeltmeleri lazım geldiğini haber vermiştir. Buna rağmen, kâfirler ve günahkârlar o dehşetli günden koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde yaşarlar. İlâhî davetten ve hesaba hazırlıktan yüz çevirirler. Bu hiç de doğru bir hareket değildir. Doğru olan hesâbın yakınlığına inanarak ona göre hazırlıklı olmaktır. Zira hesabın yakın olduğunu bilenin emeli kısa, ameli güzel olur. Hemen tevbeye yönelir. Dünyaya gönül bağlamaz. Ayrıca ölüm de kaçınılmaz olarak gelecektir. Her insanın ölümü ise onun kıyametinin kopmasıdır. Onun da ne zaman ve nerede geleceği bilinmemektedir. Bütün bu gerekçelere rağmen:

2. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir uyarı gelse, onlar bunu hep alaya alarak dinlerler.

4. Peygamber şöyle dedi: “Rabbim, gökte ve yerde söylenen bütün sözleri bilir. Çünkü O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.”

5. Kâfirler kafaları karışık bir halde: “Hayır, onun Kur’an diye getirdiği şeyler bir büyü değil, saçma sapan rüyâlardan ibarettir. Hayır, hayır belki de onu kendisi uyduruyor. Yok yok, gâliba o peygamber değil, belki de bir şâirdir. Bunların hiçbiri değil de eğer gerçekten peygamberse, o zaman daha önce gönderilmiş peygamberler gibi o da bir mûcize gösterse ya!” dediler.

6. Oysa ki, onlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir ülke halkı, kendilerine mûcize geldiğinde iman etmemişti. Şimdi bunlar mı senin göstereceğin mûcizeye iman edecek?


Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber (s.a.s.)’e parça parça indiriliyordu. Bu bazan bir sûre, bazan bir âyet grubu, bazan de bir âyet şeklinde olabiliyordu. Kur’an’ın daha kolay okunabilmesi, ezberlenebilmesi, anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için Rabbimiz tarafından böyle bir üsulun takip edilmesi gerçekten büyük bir rahmet tecellisi idi. Bununla birlikte, vahyedilen her bir Kur’an bölümünün, indiği zamandaki dinî ve içtimâî şartlarla çok yakın ve derin bir münâsebeti vardı. İşte âyette bahsedildiği üzere Allah Teâlâ’dan gelen her “yeni uyarı”dan maksat, Kur’an’dan peyderpey nâzil olan âyetlerdir. Resûlullah (s.a.s.) bunları insanlara okuyor ve izah ediyordu. Mü’minler, Mevlâlarından gelen bu tâlimatları can kulağıyla dinlerken; şirke bulaşmış zâlimler onu:

Alaya alarak,
Nefsânî arzuların peşinde oyalanarak,
Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak,
Onları dikkatlice düşünüp kavramaktan uzaklaşıp başka şeylerle uğraşarak dinliyorlardı.
Peygamberin kendileri gibi sıradan bir insan; getirdiği Kur’an’ın da bir sihir olduğunu, dolayısıyla göz göre göre sihre kapılmanın bir aptallık olduğunu söylüyorlardı.
Bununla da yetinmeyip Kur’an hakkındaki iftiralarına devam ederek ona:
Karmakarışık rüyalar, hayal ve kuruntu mahsulü şeyler,
Muhammed (s.a.s.)’in kendiliğinden uydurup Allah’a mal etmeye çalıştığı şeyler diyorlardı.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de, peygamber değil, şiire benzer etkili sözler söyleyen bir şâir olduğunu iddia ediyorlardı.

Görüldüğü üzere, müşrikler Kur’ân-ı Kerîm karşısında o kadar şaşkın bir hale gelmişlerdi ki, ona ne diyeceklerine kendileri de net bir karar veremiyor, son derece dehşetli bir hâdise karşısında insanın dili tutulup afallaması ve kekelemesi gibi bunlar da âyetlerde yer verilen yaftaları saçmalayıp duruyorlardı. Bu durum onların, Hakk’ın kelâmı Kur’an karşısında nasıl bir mağlup olma hissi ve panik içinde olduklarını sergilemektedir. Bunun psikolojik bir sonucu olarak, hakikat karşısındaki mağlubiyetlerini örtmek üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’den, önceki peygamberlere verilen asâ, yed-i beyzâ ve dişi deve gibi bir mûcize getirmesini istediler. Halbuki bu tür mûcizelere öncekiler iman etmeyip helak oldukları gibi, getirildiği takdirde bunlar da iman etmeyecek ve helake maruz kalacaklardı. Allah’ın kanunu böyle işlemekteydi. Fakat Allah onların soylarından dindar nesiller gelmesini, onların eliyle İslâmiyetin kıyamete kadar yaşamasını murad etmiş, bu sebeple bu ümmet içinden inkârcıların, sırf inkâr ve alay maksatlı mûcize isteklerine müspet yönde mukâbelede bulunmamıştır.

Müşriklerin, Peygamber’in insanüstü özelliklere sahip olması gerektiği yönündeki düşünceleri de şöyle reddedilmektedir:

3. Kalpleri de bu uyarının mânasından gâfil bir halde geçici zevklere dalıp gitmiş. O zâlimler aralarında gizlice fısıldaşarak: “Muhammed, sizin gibi bir insan değil mi? Öyleyse siz, göz göre göre bir büyüye mi boyun eğeceksiniz?” dediler.

Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber (s.a.s.)’e parça parça indiriliyordu. Bu bazan bir sûre, bazan bir âyet grubu, bazan de bir âyet şeklinde olabiliyordu. Kur’an’ın daha kolay okunabilmesi, ezberlenebilmesi, anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için Rabbimiz tarafından böyle bir üsulun takip edilmesi gerçekten büyük bir rahmet tecellisi idi. Bununla birlikte, vahyedilen her bir Kur’an bölümünün, indiği zamandaki dinî ve içtimâî şartlarla çok yakın ve derin bir münâsebeti vardı. İşte âyette bahsedildiği üzere Allah Teâlâ’dan gelen her “yeni uyarı”dan maksat, Kur’an’dan peyderpey nâzil olan âyetlerdir. Resûlullah (s.a.s.) bunları insanlara okuyor ve izah ediyordu. Mü’minler, Mevlâlarından gelen bu tâlimatları can kulağıyla dinlerken; şirke bulaşmış zâlimler onu:

Alaya alarak,
Nefsânî arzuların peşinde oyalanarak,
Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak,
Onları dikkatlice düşünüp kavramaktan uzaklaşıp başka şeylerle uğraşarak dinliyorlardı.
Peygamberin kendileri gibi sıradan bir insan; getirdiği Kur’an’ın da bir sihir olduğunu, dolayısıyla göz göre göre sihre kapılmanın bir aptallık olduğunu söylüyorlardı.
Bununla da yetinmeyip Kur’an hakkındaki iftiralarına devam ederek ona:
Karmakarışık rüyalar, hayal ve kuruntu mahsulü şeyler,
Muhammed (s.a.s.)’in kendiliğinden uydurup Allah’a mal etmeye çalıştığı şeyler diyorlardı.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de, peygamber değil, şiire benzer etkili sözler söyleyen bir şâir olduğunu iddia ediyorlardı.

Görüldüğü üzere, müşrikler Kur’ân-ı Kerîm karşısında o kadar şaşkın bir hale gelmişlerdi ki, ona ne diyeceklerine kendileri de net bir karar veremiyor, son derece dehşetli bir hâdise karşısında insanın dili tutulup afallaması ve kekelemesi gibi bunlar da âyetlerde yer verilen yaftaları saçmalayıp duruyorlardı. Bu durum onların, Hakk’ın kelâmı Kur’an karşısında nasıl bir mağlup olma hissi ve panik içinde olduklarını sergilemektedir. Bunun psikolojik bir sonucu olarak, hakikat karşısındaki mağlubiyetlerini örtmek üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’den, önceki peygamberlere verilen asâ, yed-i beyzâ ve dişi deve gibi bir mûcize getirmesini istediler. Halbuki bu tür mûcizelere öncekiler iman etmeyip helak oldukları gibi, getirildiği takdirde bunlar da iman etmeyecek ve helake maruz kalacaklardı. Allah’ın kanunu böyle işlemekteydi. Fakat Allah onların soylarından dindar nesiller gelmesini, onların eliyle İslâmiyetin kıyamete kadar yaşamasını murad etmiş, bu sebeple bu ümmet içinden inkârcıların, sırf inkâr ve alay maksatlı mûcize isteklerine müspet yönde mukâbelede bulunmamıştır.

Müşriklerin, Peygamber’in insanüstü özelliklere sahip olması gerektiği yönündeki düşünceleri de şöyle reddedilmektedir:

7. Rasûlüm! Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başkası değildi. Bilmiyorsanız, bilenlere sorun!

8. Biz peygamberleri, yeme içme ihtiyacı olmayan birer bedenden ibaret kılmadık. Hem onlar ölümsüz de değildiler.

9. Sonra peygamberlere verdiğimiz yardım sözünü yerine getirdik. Böylece hem onları hem de dilediğimiz kimseleri azaptan kurtardık. Sahip oldukları imkân ve sermayeleri boşa harcayıp haddi aşanları ise helâk ettik.


Hz. Muhammed (s.a.s.) bir insan olduğu gibi, ondan önce gönderilen peygamberler de yiyen, içen, evlenen, çoğalan ve ölen birer insan idiler. Hiçbiri ebedi yaşamamış; vakti gelince ruhlarını teslim etmişlerdir. Allah onlara tâlimatlarını vahyetti, onlar da bu ilâhî tâlimatları olduğu gibi insanlara tebliğ ettiler. Tarih boyunca insanlara melek bir peygamberin geldiği hiç vâki olmuş bir durum değildir. Bilmeyenlerin, bu konuları bilenlerden sorup öğrenmesi mümkündür. Meselâ bir âyet-i kerîmede Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e şöyle söylemesini emreder: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Şu farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine kulluk ederken hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın!” (Kehf 18/110) Şu da bir gerçek ki, dinini tebliğ ederken Allah peygamberlerini yardımsız bırakmamış, onları muvaffak kılmış ve düşmanlarını da helak etmiştir.

Peygamber’e inen Kur’an’ın mahiyetini ve iniş gayesini öğrenmek isterseniz:

10. Şimdi size öyle bir kitap indiriyoruz ki, uymanız gereken bütün kâideler onun içinde yer aldığı gibi, bütün şerefiniz de o kâideleri tatbik etmenize bağlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

Kur’ân-ı Kerîm’de dinin emirleri, şeriatin hükümleri, âhirette karşılaşılacak mükâfat ve cezalar açıkça izah edilmektedir. Akıllı olanlara düşen vazife, bunlar üzerinde tefekkür edip doğru yolu bulabilmektir. Kur’an’ın hayatı tanzim eden her türlü kanun, kaide ve hükümlerini gerektiği şekilde tatbik edebilmektir. Bunu başarabilenlere Kur’an’ın çok büyük bir izzet ve şeref kazandıracağında şüphe yoktur. Onun tâlimatlarına iman ve itaatten yüz çevirenler ise bu şereften mahrum kalacaklardır. Resûlullah (s.a.s.)’in: “Kur’an ya senin lehine, yahut aleyhine bir delildir” (Müslim, Tahâret 1) hadis-i şerifi bu gerçeği hatırlatır.

Dolayısıyla insanların önünde iki seçenek vardır. Ya Kur’an’a sımsıkı sarılıp kurtuluşa ererler. Ya da onu inkâr edip bunun cezasını çekerler:

11. Biz, halkı zulümde ısrar eden nice memleketleri kırıp geçirdik ve onlardan sonra yerlerine başka toplumlar getirdik.

12. Onlar, hak ettikleri cezanın bir baskın şeklinde gelmekte olduğunu hisseder etmez, derhal bozgun hâlinde oradan kaçmaya başladılar.

13. Nereye gitseler azap melekleri karşılarına dikiliyor: “Hayır, kaçmayın! İçine gömülüp şımardığınız refah ve konfora, hiç ölmeyecekmiş gibi dayayıp döşediğiniz o lüks evlerinize, saraylarınıza dönün! Dönün ki, bakarsınız ihtiyaç sahipleri bir şey istemek için başınıza üşüşür, size bir şey danışmak, bir şey sormak için gelenler olur(!)” diyorlardı.

14. Onlar ise: “Eyvahlar olsun bize! Gerçekten biz kendimize yazık etmişiz” diye feryat ediyorlardı.

15. Biz onları biçilmiş ekin ve sönmüş ateşe çevirinceye kadar böylece feryat edip durdular.


Cenâb-ı Hak, sahip oldukları fâni dünya malına, mülk ve saltanatına aldanarak şımaran, azgınlaşan, zulmeden ve günahlara batan nice toplumları, bu zulümleri sebebiyle helak etmiş, kırıp geçirmiştir. Bunları hatırlatarak Allah Resûlü (s.a.s.)’i yalancılık ve sihirbazlıkla suçlayan müşrikleri ve kıyâmete kadar onun getirdiği İslâm davasına karşı cephe alacak olanları son derece tesirli bir üslupla tehdit etmektedir. İşte o geçmiş toplumlar zulüm ve haksızlıkları sebebiyle helak edilip tarih sahnesinden silindiler. Başlarına belâ gelince ne kadar imkânları varsa bunları kullanarak kaçmaya çalıştılar, fakat kurtulamadılar. Haksızlıklarını itiraf etmekten, kendilerini kınamaktan başka çare bulamadılar. Ekinin biçilip kuruması gibi kuruyup, ateşin sönmesi gibi söndüler. Onlarda ne bir his ne de bir hareket kaldı. İşte küfür, zulüm ve azgınlıkta ileri giden fert ve toplumlar, onların bu hallerinden ders alarak, gittikleri bu yanlış yoldan derhal dönmelidirler. Yoksa onların da, öncekilerin uğradıkları helâke uğramaları kaçınılmaz olacaktır.

“Hayır, kaçmayın! İçine gömülüp şımardığınız refah ve konfora, hiç ölmeyecekmiş gibi dayayıp döşediğiniz o lüks evlerinize, saraylarınıza dönün! Dönün ki, bakarsınız ihtiyaç sahipleri bir şey istemek için başınıza üşüşür, size bir şey danışmak, bir şey sormak için gelenler olur(!)” (Enbiyâ 21/13) sözünde, helak edilecek o azgınlarla alay üzere alay, hakaret üzere hakaret vardır. Şöyle ki:

Başınıza inen bu azabı iyice düşünün ki, biri size onun hakkında soru sorduğunda, ayrıntılı ve kesin bir hesap verebilesiniz.
Her zamanki gibi büyük toplantılarınızı yapın. Belki köleleriniz el pençe divan durup emirlerinizi almak, isteğinizi sormak için gelebilirler.
Eskisi gibi toplantılarınıza devam edin, belki insanlar yine gelip size bir şeyler danışabilirler.
Malınızın mülkünüzün başında kibrinizden deve kuşu gibi kabarıp bekleyin, belki fakirler, ihtiyaç sahipleri korka korka yanınıza gelip, sizden rica minnet bir şey isteyebilirler.

Zulüm pâyidâr olmaz. Allah Teâlâ, belki zâlime belli bir süre mühlet verebilir, fakat fazla geçmeden onu kahır ve intikam pençesiyle şiddetle yakalar. Çünkü O, zâlimlerin yurtlarını, meskenlerini yıkıp târumâr edeceğine karar vermiştir. Bu hakikate binâen şu söz meşhur olmuştur: “Eğer zulüm cennette bir ev olsaydı, orada bile mutlaka harap olurdu.” Kul nefsine zulmederse, Allah ona başarının yollarını kapatır ve onu bir kaybedişler mekânı kılar. Gaflete düşerek kalbine zulmederse oraya şeytanın vesvesesi olan ve günaha teşvik eden alçak düşünceleri Musallat eder. Ruh harap olduğu zaman ise, ilâhî hakikatler ve gerçek sevgililer onu terk eder; orayı bayağı alakalar ve ruhu öldüren âdilikler istilâ eder.

İnsanın öncelikle en büyük zulüm olan şirkten, sonra da küçük büyük her türlü zulüm ve haksızlıktan sıyrılabilmesi, ancak varlık âlemi üzerinde ciddî bir tefekkürle bu kâinatın oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadığını idrak etmesine bağlıdır. Bu sebeple buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Biz göğü, yeri ve aralarında bulunan şeyleri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.

17. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, bunların hiçbirini yaratmadan, onu kendi katımızda edinirdik. Fakat biz böyle bir şey yapmayız.


Cenâb-ı Hak, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan bütün varlıkları oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Eğer böyle bir arzusu olsaydı, gökleri ve yeri yaratmadan, insan gibi akıllı ve sorumlu mükemmel bir varlığı vücûda getirmeden, gözlerden tamâmen uzak bir şekilde kendi katında bunu yapardı. Hiç kimsenin buna bir müdâhalesi söz konusu olamazdı. Fakat böyle bir şey yapmak Allah’ın şânına yakışmaz. Cenâb-ı Hak bütün varlığı dinî ve dünyevî sayısız hikmet, ibret ve sebeplerle yaratmıştır:

Dinî hikmet, insanın onların nasıl yaratıldığı üzerinde tefekkür ederek Allah’ı tanıması, O’na kulluk etmesi, O’nu zikredip şükretmesidir. Kâinat kadar geniş imtihan salonunda ve orada kendine sunulan imkânlar çerçevesinde imtihana tâbi tutulması; neticede ya kazananlardan veya kaybedenlerden olmasıdır.

Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için pek çok delil ve ibretler vardır.” (Âl-i İmrân 3/190)

“Düşünüp öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe getiren de O’dur.” (Furkân 25/62)

Şâir der ki:

Akıllılar nazarında yeşil ağaçların yaprağı,
Hakk’ın mârifetinin bir divânıdır.
Kâinatta her şey Allah’ın ya lütfunun veya kahrının bir tecelli mekanıdır. Her zerrede hayret verici sırlar vardır. Şu mısra bu hakîkati ne güzel ifade eder:
Tefekkür gözüyle bak, arştan yeryüzüne dek,
Şaşırtıcı sırra sahip olmayan hiçbir zerre yok!
Dünyevî hikmetine gelince, özellikle insanın dünya üzerinde yaşayabilmesi ve ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bunlarda rakamlarla ifade edilemeyecek kadar faydalar vardır.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“O Allah ki, içinde gemiler O’nun koyduğu kanunlara göre akıp gitsin ve siz de O’nun lütfundan nasibinizi arayasınız diye denizleri sizin hizmetinize verdi. Umulur ki şükredersiniz. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lutuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.” (Câsiye 45/12-13)

Aslında bu âyetlerde; kâinatın hiçbir ciddi sebebe dayanmaksızın yaratıldığı, insanın her istediğini yapmakta serbest olduğu, ona hesap soracak hiç kimsenin olmadığı, yani kişinin iyi amellerinin mükafatlandırılıp kötü amellerinin cezalandırıldığı bir âhiret yurdunun olmadığı, dolayısıyla bir peygamberin davetine kulak asmanın gereksiz olduğu zannına dayanan bütün dünya görüşleri reddedilmektedir. Bu fikri zihinlere iyice perçinlemek üzere de şöyle buyrulmaktadır:

18. Bilakis biz gerçek bir yaratışla hakkı bâtılın tepesine indiririz de, hak onun beynini darmadağın eder, bir de görürsün ki bâtıl can çekişerek yok olup gitmiştir. Allah’a yakıştırdığınız o çirkin vasıflardan dolayı vay sizin hâlinize!

Allah Teâlâ, abesle iştigal etmekten temiz ve uzaktır. O’nun boş ve mânasız olan hiçbir fiili, hiçbir tecellisi yoktur. O, oynayıp eğlenmekten nihâyetsiz yücedir. O’na yakışan vasıf, oyun eğlence değil; oyunu ciddiyetle mağlup etmek, bâtılı hak ile ezip geçmektir. “Hak”tan maksat Kur’ân-ı Kerîm, “bâtıl”dan maksat şeytan ve ona bağlı olan şeylerdir. Cenâb-ı Hak, hakkın beyânı olan Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla ne kadar bâtıl, yalan ve yanlış şeyler varsa hepsini, beyinlerini parçalayıp öldürürcesine darmadağın edip ortadan kaldırmaktadır. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm karşısında hiçbir bâtılın tutunması, varlığını devam ettirmesi ve başarılı olması mümkün değildir. Bu ise, İslâm’ın en büyük cihad vasıtasının Kur’an olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim şu âyet-i kerîme de buna işaret eder:

“Biz dileseydik her şehre elbette Allah’ın azabıyla uyarıcı bir peygamber gönderirdik. Fakat Rasûlüm, biz senin cihanşumûl son uyarıcı olmanı diledik. Bu sebeple kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihad et.” (Furkân 25/51-52)

Tefsiri sadedinde olduğumuz âyet-i kerîmeden işârî olarak şöyle bir mâna anlamak mümkündür:

“Biz, dinî gerçekleri bir bütün olarak kesin bir bilgiyle kavrama gündüzünü, karanlıklar gibi insan ruhunu saran vehim geceleri tepesine indiririz de kulu Allah’tan perdeleyen bulutlar dağılır, gerçeği anlamasına engel olan şüphe kilitleri çözülür, yakîn güneşi doğar ve ilâhî gerçeklerin birer güneş gibi parıldadığı gönül semâsı bütün töhmet tozlarından temizlenir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 288)

Böyle bir manevî terakkiye eren kul, gelen âyetlerde haber verildiği üzere Cenab-ı Hakk’ı devamlı surette ve hiç bıkmadan zikredebilecek bir duruma gelir:

19. Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’a aittir. O’nun yakınında bulunan melekler ise, ne büyüklenip O’na ibâdetten yüz çevirirler, ne de yorulurlar.

20. Gece gündüz usanmadan, ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.


Göklerde ve yerde olan herkes, hem yaratma hem de mülkiyet itibariyle Allah’a ait olduklarına göre, bunların Allah’a ortak koşulması nasıl mümkün olabilir? Hiç yaratılmış olan, yaratana ortak olabilir mi? Müşriklerin Allah’ın kızları olduklarını iddia ettikleri meleklere gelince, onlar Allah’ın sırf kendine ibâdet etmeleri için yarattığı seçkin kullarıdır. Ne O’na ibâdet etmeye karşı büyüklenirler, ne de O’na ibâdetten usanırlar. Gece gündüz hiç ara vermeksizin ve yorulmaksızın Allah’ı tesbih ederler. Onların tesbihi, bizim nefes alıp vermemiz gibidir. Nasıl ki yaptığımız işler bizim nefes alıp vermemize mâni olmuyorsa, onların yaptıkları işler de onların tesbihlerine mâni olamaz.

Allah dostlarının hali de meleklerin haline benzer. Allah’a olan şiddetli muhabbetlerinden ve neticede mücâhedelerinin yerini ilâhî muhabbete bırakmasından dolayı, sıradan insanlar için geçerli olan dinî sorumlulukların zorluğu onlardan kalkmıştır. Çünkü artık onlar bu sorumlulukların değerini anlamış ve onların ruhanî ve uhrevî hayatları için son derece faydalı ilâhî tecellîler olduğu gerçeği güneş gibi ortaya çıkmıştır. Buradan şu anlaşılmaktadır ki; ancak Allah Teâlâ’ya tam bir muhabbet ve O’nunla alakalı kâmil bir müşâhededen sonra kulluğun tadı mümkün olur. Seyislik yapan kişi hükümdarla konuşmanın lezzetine eremeyeceği gibi, hicap ehlinin ibâdeti de gevşeklik, sıkıntı ve zorluktan uzak değildir. İlâhî keşf ehlinin hâli ise onların aksinedir. Çünkü bu gibiler için ibâdet, kolayca yerine getirilme bakımından başkalarına nispetle artık bir tabiat-i asliye haline gelmiştir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 552)

Allah’a kulluğun hazzını tatmada böylesine zirvelere tırmanan seçkin kulların yanında, henüz tevhid gibi en temel inanç mes’elelerinde bocalayan, İslâm’ın öğrettiği ve Allah’ın birliği esasına dayalı doğru inanç sistemini bir türlü kabullenemeyen nasipsizler de vardır:

21. Yoksa müşrikler, göklerden ümitlerini kesip, bu defa yerden bir takım varlıkları ilâh edindiler de, onlar mı ölüleri tekrar diriltip kabirden kaldıracaklar?

22. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni kesinlikle bozulur giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!


Allah’ın varlığını ortaya koyan en kuvvetli delillerden biri ölüden diri, diriden ölü çıkarmasıdır. Âhirette de ölüleri yeniden diriltecek olan O’dur. O’nun dışında kimsenin buna gücü yetmez. İkinci kuvvetli delil ise kâinatta müşâhede edilen eşsiz nizam delilidir. Eğer burada Allah’tan başka ilâh olsaydı, ya bunlar birbiriyle anlaşır veya anlaşamazlardı. Birbiriyle anlaştıkları, beraberce aynı şeyi yaptıkları, yarattıkları, âleme beraberce nizam verdikleri takdirde, ya biri diğerine muhtaç olurdu ki, muhtaç olan ilâh olamaz. Veya yardıma muhtaç olmazdı, bu durumda da diğerlerinin varlığı gereksiz olurdu. Buna göre Allah’tan başka bir ilâhın olması mümkün değildir. Öte yandan bu ilâhlar birbirleriyle anlaşamazlar, birinin yaptığına veya yarattığına diğeri karşı çıkarsa, âyette beyân buyrulduğu gibi, o zaman da âlemde nizamdan eser kalmaz, göklerle yerin dengesi ve ahengi bozulup giderdi. Halbuki âlemde eşsiz bir nizam mevcuttur. Buna göre de Allah vardır ve birdir. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah aslâ çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı, o takdirde her bir ilâh kendi yarattıklarını yanına alır ve mutlaka biri diğerine üstünlük kurmaya çalışırdı. Allah, onların uydurduğu noksan sıfatlardan münezzehtir.” (Mü’minûn 23/91)

Hakkıyla ilâh olabilmenin bir şartı da, kendisi başkalarını sorguya çektiği halde başkaları tarafından sorguya çekilmekten uzak olmaktır:

23. Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz; fakat onların ilâh edindikleri şuurlu varlıklar yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. (Şu halde bunların ilâh olması mümkün mü?)

Sorguya çekenin, sorguya çekilenden daha üstün olması gerekir. Allah’tan daha üstün bir varlık tasavvur etmek mümkün olmadığına göre, O’nun birileri tarafından sorguya çekilmesi düşünülemez. Ayrıca “sorumluluk”, dürüstlük ve adâletinden şüphe edilen kimseler için geçerlidir. Cenâb-ı Hak ise bu nevi noksanlıklardan pak ve uzaktır. Fakat insanlar ve onların putlaştırdıkları şuurlu varlıklar için her iki durum da geçerli olduğu için onlar yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. Dolayısıyla birileri tarafından sorguya çekilen, birilerine hesap verme mecburiyetinde olan varlıkların ilâh olması düşünülemez.

Bu gerçeklere rağmen:

24. Yoksa Allah’tan başka bir takım ilâhlar mı edindiler? De ki: “Madem öyle, haydi delillerinizi getirin! İşte bu tevhid inancı, hem benim ve benimle beraber bulunan müslümanların bağlı olduğu, hem de benden önce gelen tüm peygamberlerin ilan ettiği en temel dinî esastır! Hayır, onların çoğu gerçeği yanlıştan ayırt edebilecek seviyede bir bilgiye sahip değildir, bu sebeple de ondan yüz çeviriyorlar.

25. Biz, senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere: “Gerçek şu ki, benden başka ilâh yoktur. Öyleyse sadece bana kulluk edin!” diye vahyetmişizdir.


Hak katında yegâne makbul din olan İslâm’ın en temel esası tevhid akîdesidir. Resûlullah (s.a.s.) ve onunla birlikte bulunan mü’minlere indirilen Kur’an bu akîdeyi apaçık bir şekilde bildirdiği gibi, daha önce gelip geçen tüm peygamberlere gelen ilâhî kitaplar da aynı akîdeyi ortaya koymuştur. Cenâb-ı Hak, gönderdiği her bir peygambere, kendinden başka ilâh olmadığını, bu sebeple yalnızca kendisine kulluk etmesini emretmiştir. Bu gerçeğe temas eden diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Sana da senden öncekilere de şu gerçek vahyedildi: «Eğer Allah’a ortak koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa gider ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun!»” (Zümer 39/65)

“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor bakalım: Acaba Rahman’ın dışında ibâdet edilecek başka ilâhlar göstermiş miyiz? Hayır, böyle bir şey asla olmamıştır!” (Zuhruf 43/45).

Görüldüğü üzere tevhid akîdesinin hem aklî hem de naklî delilleri ortadadır. Bunun aksini iddia edenler varsa, onlar da delillerini getirmeleri gerekir.

Âyet-i kerîmelerin açıkça bildirdiği gibi bütün peygamberler insanlığa hep tevhid inancını öğrettikleri halde, zamanla insanlar bu esastan uzaklaşmışlar ve çok saçma iddialarda bulunmuşlardır:

26. Bazıları da kalkıp: “Rahmân bir çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O, bütün noksanlıklardan temiz ve uzaktır! Bilakis onların çocuk diye nitelendirdikleri melekler, Allah’ın ikram ve takdirine mazhar olmuş kullarıdır.

27. Onlar, Allah izin vermeden konuşmazlar ve sadece O’nun emrine göre hareket ederler.

28. Allah, onların geleceğini de, geçmişini de bilir. Onlar ancak Allah’ın râzı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Hepsi de O’na duydukları derin korku ve saygı sebebiyle tir tir titrerler.

29. İçlerinden biri kalkıp da: “Allah’ın yanı sıra ben de bir ilâhım!” diyecek olursa, ona vereceğimiz ceza cehennemdir. İşte biz, zâlimleri böyle cezalandıracağız!


Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylüyor, kendilerine şefaat edecekleri umuduyla onlara tapıyorlardı. Halbuki melekler Allah’ın kızları değil, hususi hikmetlere binâen yarattığı seçkin ve şerefli kullarıdır. Burada meleklerin bazı mühim özelliklerinden bahsedilir. Şöyle ki:

Onlar Allah tarafından yaratılmış, O’na yakın kılınmış ve hepsinden olmasa da kulların pek çoğundan üstün ve şerefli varlıklardır.

Allah’ın sözünün önüne geçmezler. Allah müsaade buyurmadan konuşmazlar. Allah’a karşı kendiliklerinden bir irade ortaya koymazlar.

Sadece Allah’ın emirlerine uygun olarak hareket ederler; ilâhî emirlere aykırı herhangi bir eylem içinde olmazlar.

Yaptıkları ve yapacakları her şeyi Allah bilir. Her şeyleriyle Allah’ın kontrolü ve murâkabesi altındadırlar.

Onlar ancak Allah’ın râzı olduğu ve izin verdiği kişilere şefaat ederler. Bunlar ise tevhid ehli kimselerdir. Çünkü Allah kâfirlerden ve müşriklerden râzı olmaz. Bunların “lâ ilâhe illallah” diye şehâdet getiren kimseler olduğu da söylenmiştir. Melekler âhirette şefaat edecekleri gibi dünyada da mü’minlerin bağışlanması için dua ve istiğfar etmektedirler. (bk. Mü’min 40/7-9)

Melekler, Allah’tan çok korkarlar. Kendileri için bir azabın veya tehlikenin saklanmış olup olmadığından emin değildirler. Allah’ın emrine aykırı bir iş yapıp ilâhî kahra uğramaktan dolayı titrerler.

Bütün bunlara rağmen ola ki içlerinden herhangi biri ilâhlık iddiasında bulunursa, en büyük günah olan şirk zulmünü işlemiş olacağı için cezası cehennemdir. Burada aynı zamanda İblîs’in durumuna bir gönderme yapılmaktadır.

Şimdi de, Kur’an’ın ilâhî bir kelâm olduğunu gösteren ve onun öğrettiği Allah’ın birliği ve kudretinin sonsuzluğu inancının doğruluğunu ispatlayan bir takım kevnî deliller serdedilerek buyruluyor ki:

30. Kâfirler görmezler mi ki, göklerle yer bitişik halde idi de biz onları birbirinden ayırdık ve canlı olan her şeyi sudan meydana getirdik. Bu gerçek karşısında, hâlâ mı iman etmeyecekler?

Günümüzde ulaşılan ilmî tespitlere göre, uzaydaki cisimler vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş, böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir. Suda yosunlaşma ile başlayan canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah, en mükemmel canlı olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır.

Canlıların hayatı, gıdâ itibariyle “gökten gelen su” iledir. Bunun gibi kalplerin hayatı “rahmet suyu” ile, sırların hayatı ise “tâzim suyu” iledir. Bir kısım var ki, onların hayatı “hayâ suyu” iledir. Fakat onlar sayıca çok azdır.

Dağların yaratılış hikmetine gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Biz, kendilerini sarsmasın diye yeryüzüne sapasağlam dağlar yerleştirdik ve şaşırmadan seyahat edip istedikleri yere ulaşabilmeleri için o dağlarda geniş geniş yollar, geçitler açtık.

Yapılan ilmî araştırmalar dağların yer altındaki köklerinin yer üzerinde bulunan kısımlarına nispetle daha derin ve büyük olduğunu ortaya koymuştur. Bu tespit, dağların yeryüzüne ne kadar sağlam bir şekilde yerleştirildiğini göstermektedir. Bunlar sebebiyle yeryüzü sarsılmadan dönmekte, üzerinde insanlar rahatlıkla yaşayabilmektedirler. Yine Rabbimiz, insanların gidecekleri yerlere kolaylıkla gidebilmeleri için yeryüzünde ve dağlar arasında geniş yollar ve geçitler açmıştır. Bunun gibi, peygamberleri vasıtasıyla Hakk’a varacak yolları göstermiş ve o yollarda yürüyenlerin kendine ulaşacağını haber vermiştir.

Şimdi de dikkatinizi gökyüzüne çevirin:

32. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan halinde yarattık. Böyle iken inkârcılar, gökyüzünde ilâhî kudret ve azameti gösteren bunca delil ve mûcizeyi görmek istemiyor, onlardan yüz çeviriyorlar.

Dünyayı saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri akılları hayrete düşürecek bir nizam ve âhenk içinde yaratılmıştır ve bu nizam muhafaza edilmektedir. Allah göğü tavan şeklinde yapmış olup, onu düşmekten ve çökmekten korumaktadır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Kendi izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de Allah tutmaktadır.” (Hac 22/65)
“Allah’ın varlığının delillerinden biri de, göğün ve yerin O’nun emir ve kanunları sâyesinde mevcut halleriyle ayakta durmasıdır.” (Rûm 30/25)

Cenâb-ı Hak göğü şeytanların çıkıp oranın esrarına vakıf olmalarından da korumaktadır. Nitekim: “Biz, göğü taşlanan ve kovulan bütün şeytanlardan koruduk” (Hicr 15/17) âyeti bunu beyân eder.

Âyet-i kerîmeden şu işâri mâna anlaşılabilir: “Zâhiren baktığımızda kâinatta gök vardır, yer vardır. Gök, içinde aydınlatıcı cisimlerin de bulunduğu tavan şeklinde, yer ise insanların üzerinde yaşayacağı bir döşek şeklinde yaratılmıştır. Aynı şekilde nefislerin, taâtin meskeni olan yerleri vardır. Kalp semâsında ise akıl yıldızı, ilim ayı, tevhid ve irfân güneşi vardır. Yıldızların gökteki şeytanları taşlamak vazifesi olduğu gibi, ilim ve irfan da kalbe arız olan şeytanları taşlar. İnsanlar gökte olup biten ibretli hadiselerden gafil olup onlar üzerinde tefekkür etmedikleri gibi, avamdan olan kimseler de kalp âleminde olup biten ibretli ve esrârengiz hadiselerden bihaberdirler. Bunu ancak bilse bilse çok seçkin insanlar bilebilir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 291)

Günümüzdeki ilmî tespitler ışığında hâdiseye bakıldığında atmosferle ilgili şu dikkat çekici gerçekler karşımıza çıkar:
Atmosfer; kabaca, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 nispetinde karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından ibarettir. Oksijen % 21’in üzerinde her yüzde bir arttığında, bir yıldırımın orman yangını başlatma ihtimali % 70 artar. %25’ten yüksek bir oksijen nispeti ise, şu an kullandığımız bitkisel gıdaların büyük bir çoğunluğunun yanıp kül olması demektir. Oksijen ve karbondioksit sürekli kullanılıyor olmasına rağmen havadaki nispetleri devamlı muhâfaza edilmektedir.

Devamlı olarak ciğerlerimize havayı çeker, sonra da geri veririz. Atmosferdeki oksijen nispetinin teneffüs için ideal yoğunlukta bulunması, bu işin tesadüfle alâkalı olmadığını gösterir. Vücudumuzu oksijene muhtaç yaratan Rabbimiz, onu bize en güzel şekilde bahşetmiştir. Hava almak için uzağa gitmeye çalışıp çabalamaya, ücret ödemeye gerek yoktur, ihtiyaç hissedince hemen burnumuzun dibindedir.

Atmosferi teşkil eden gazlar, santimetrekare alan başına yaklaşık 1 kg’lık bir kuvvetle tesir etmektedir. Bu, insan vücudunun yaklaşık 15 ton havanın ağırlığı altında olması demektir. Dışta hava basıncı ne kadarsa, içimizden dışarıya doğru da tam o kadar basınç vardır. Bu denge bozulduğu takdirde insan hayatı tehlikeye girer.

Güneşin yeryüzüne farklı şiddetlerde ısı vermesi, atmosfer sahnesindeki hava kütlelerinin de farklı surette ısınmasına yol açar ve ısınan hava aldığı emirle derhal yukarı çıkar. Sonra yerine soğuk hava gelir. Neticede minik hava zerreleri rüzgâr hâlinde dağ, dere, çöl, orman koşmaya başlar. Zerreler bu seyahatleri esnasında binlerce tohumu diyardan diyara taşırken, her biri bir vazife ile yaratılan bitkilerin çoğalıp yayılmasına da vesile olurlar. Hava, zarif omuzlarında binlerce ton suyu taşıdığı gibi, binlerce kişilik uçakları da taşır; ışığı yayar, harareti dağıtır; kulağımıza yüzlerce farklı dalga boyunda sesi, burnumuza çeşit çeşit kokuları birbirine karıştırmadan getirir.

Jüpiter, satürn ve ay engelini geçen göktaşları yerin çekimine kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girer. Yıldız kayması da dediğimiz bu hâdisede göktaşları havayla temas edince yanar ve mezosfer içinde toz hâline gelir. Eğer korunmuş tavan olan atmosfer gibi bir kalkana sahip olmasaydık, başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz merhametinin eseri olarak başımıza gökten yağan bu gülleler daha yere ulaşmadan toz hâline getirilir. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur. (bk. Bir Çekirdekti Kâinat, s. 118-128)

Bütün bunlara rağmen inkâr edenler gökteki bu ibret işaretlerinden, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren apaçık delillerden, O’nun âşikâr kudret nişânelerinden yüz çevirmektedirler. Halbuki bu ibretli varlıklar ve olaylar, dillerinden anlayabilenler için Yaratan’larının nihâyetsiz kudret ve azameti hakkında neler anlatırlar neler!..

Gece ve gündüz, güneş ve ay da böyle:

33. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan da Allah’tır. Onların her biri kendi yörüngesinde yüzüp durmaktadır.

Gece, gündüz, güneş ve ay da böyledir. Bu muazzam varlık ve olayları yaratan da Allah Teâlâ’dır. Bunlar, kendilerine mahsus yörüngelerinde yüzmekte, akıp gitmekte, dönüp durmaktadırlar. Rabbimizin bunları ne zaman yarattığını ve ne zaman vazifelerine son vereceğini bilmemiz mümkün değildir. Fakat her birinin çok büyük bir kudret nişânesi ve azamet göstergesi olduğu açıktır. İnsan, kendine emanet edilen kısacık ömründe bu gerçekleri kavramalı, Rabbini tanıyıp O’na kullukta kusur etmemeli ve her an gelip ruhunu bedeninden ayıracak ölüm sırrını hatırından çıkarmamalıdır:

34. Rasûlüm! Senden önce biz hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi, sen öleceksin de, senin ölümünü dört gözle bekleyen o inkârcılar dünyada ebedî mi kalacaklar?

Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’in ölmesini, başına helak edici musibetlerin gelmesini ve etrafındaki insanların dağılıp yok olmasını bekliyorlardı. Bunu hararetle istiyorlardı. Âyette haber verildiğine göre: “O, şâirin biri! Bekliyoruz, zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek” (Tûr 52/30) diyorlardı. Onların bu tür konuşma ve talepleri üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir insandır. Kendisinden önce gelen tüm insanlar gibi o da bir gün ölecektir. Fakat, o öleceği gibi, onun ölümünü bekleyen o gafiller de ebedî kalmayacak, onlar da mutlaka öleceklerdir. Dolayısıyla Peygamber’in ölmesiyle sevinilecek bir durum söz konusu değildir. O halde akıllı insanın, başkasının ölümünü bekleyeceği yerde, kendisi öldüğü zaman nereye gideceğini ve âkıbetinin nasıl olacağını düşünmesi gerekmez mi?

Nihâyetinde her bir nefis ölümü tadacaktır. Bu, mecbûri bir istikâmet, kaçınılmaz bir sondur. Ancak Allah Teâlâ, yaşadıkları müddetçe insanları hem fakirlik, hastalık, acı ve ıstıraplarla, hem de zenginlik, lezzet ve sevinçli hallerle dener, imtihan eder. Şâirin ifadesiyle:

“Bu cihân kimine kasr-ı tarab ü ayş ü safâ
Kiminin mihnet ile bâşına zindân ancak.”
(Bâkî)

“Bu dünya, bahtı gülenler için zevk ve safâ âlemi; tâlii küskün olanlar için ise sıkıntılı, meşakkatli bir zindandan ibârettir.”
Çünkü Allah Teâlâ böylece kimin sabrettiğini ve kimin şükrettiğini ortaya çıkarmak ister. Bu sebeple insan, ne zenginlik ne de fakirliğe aldanmalı; bunların birer imtihan olduğunu göz önünde bulundurmalı ve imtihanı başarmaya çalışmalıdır.

Ancak ölüm, hastalık ve benzeri gibi musibetlere uğrayan din kardeşlerimizi kendi hallerine bırakmayıp onları teselli ve taziye etmenin mühim bir sünnet olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Medine dışında bulunan Muâz b. Cebel’e, oğlunun vefâtı sebebiyle yazdığı şu mektup, ne güzel bir tâziye misâlidir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz b. Cebel’e...
Allah’ın selâmı üzerine olsun!
Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdolsun. İmdi; Allah ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfatlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, vesselâm.”
(Hâkim, el-Müstedrek, III, 306/5193)

Hz. Ebûbekir (r.a.) da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:

“Sabır, musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Resûlullah’ı kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttekî, Kenzu’l-ummâl, XV, 744/42958)

İyilik ve kötülükleriyle imtihandan ibaret olan ölümlü dünyada bütün himmet ve gayretlerin imtihanı kazanmaya yönlendirilmesi gerekir:

“Nefis” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik mânaları ifade için kullanılır. Birincisi, zat, yani şahsın kendisi demektir. Bu mânada Allah Teâlâ için de söz konusu edilir. (bk. Âl-i İmran 3/28) İkincisi, insanda maddî hayatın kaynağı olan cevher, bir anlamda maddî, ayrıca hayvanî hayatın esası olan boyutuyla ruhtur, candır. (bk. En‘âm 6/93) Üçüncüsü, nefis, maddî/dünyevî hayatın esası olarak, bu hayatın ihtiyaçlarını duyan, zevklerini tadan ve insanı bu zevklere, bu ihtiyaçları gidermeye teşvik eden, bir mânada kötülükleri de emreden cevherdir. Nitekim, “Nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyeti nefsin bu yönünü haber verir. Bu nefis, terbiye ve tezkiye gördüğü takdirde insanı devamlı kötülüğe ve şehvetlere çeken nefis olmaktan, artık imanda, amel-i sâlihte ve Allah’ın rızâsında tatmin olmuş, huzur ve sükûna ermiş nefs-i mutmaine olmaya yükselebilir. Râziye ve merziye makamlarına geçebilir. (bk. Fecr 89/27-28) Dördüncüsü, belki de bütün bu mânaları içine alacak şekilde, insan için kullanıldığında insanın mâhiyetidir, insanı insan yapan şeydir. (bk. Nisâ 4/1)

35. Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz.

Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’in ölmesini, başına helak edici musibetlerin gelmesini ve etrafındaki insanların dağılıp yok olmasını bekliyorlardı. Bunu hararetle istiyorlardı. Âyette haber verildiğine göre: “O, şâirin biri! Bekliyoruz, zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek” (Tûr 52/30) diyorlardı. Onların bu tür konuşma ve talepleri üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir insandır. Kendisinden önce gelen tüm insanlar gibi o da bir gün ölecektir. Fakat, o öleceği gibi, onun ölümünü bekleyen o gafiller de ebedî kalmayacak, onlar da mutlaka öleceklerdir. Dolayısıyla Peygamber’in ölmesiyle sevinilecek bir durum söz konusu değildir. O halde akıllı insanın, başkasının ölümünü bekleyeceği yerde, kendisi öldüğü zaman nereye gideceğini ve âkıbetinin nasıl olacağını düşünmesi gerekmez mi?

Nihâyetinde her bir nefis ölümü tadacaktır. Bu, mecbûri bir istikâmet, kaçınılmaz bir sondur. Ancak Allah Teâlâ, yaşadıkları müddetçe insanları hem fakirlik, hastalık, acı ve ıstıraplarla, hem de zenginlik, lezzet ve sevinçli hallerle dener, imtihan eder. Şâirin ifadesiyle:

“Bu cihân kimine kasr-ı tarab ü ayş ü safâ
Kiminin mihnet ile bâşına zindân ancak.”
(Bâkî)

“Bu dünya, bahtı gülenler için zevk ve safâ âlemi; tâlii küskün olanlar için ise sıkıntılı, meşakkatli bir zindandan ibârettir.”
Çünkü Allah Teâlâ böylece kimin sabrettiğini ve kimin şükrettiğini ortaya çıkarmak ister. Bu sebeple insan, ne zenginlik ne de fakirliğe aldanmalı; bunların birer imtihan olduğunu göz önünde bulundurmalı ve imtihanı başarmaya çalışmalıdır.

Ancak ölüm, hastalık ve benzeri gibi musibetlere uğrayan din kardeşlerimizi kendi hallerine bırakmayıp onları teselli ve taziye etmenin mühim bir sünnet olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Medine dışında bulunan Muâz b. Cebel’e, oğlunun vefâtı sebebiyle yazdığı şu mektup, ne güzel bir tâziye misâlidir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz b. Cebel’e...
Allah’ın selâmı üzerine olsun!
Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdolsun. İmdi; Allah ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfatlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, vesselâm.”
(Hâkim, el-Müstedrek, III, 306/5193)

Hz. Ebûbekir (r.a.) da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:

“Sabır, musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Resûlullah’ı kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttekî, Kenzu’l-ummâl, XV, 744/42958)

İyilik ve kötülükleriyle imtihandan ibaret olan ölümlü dünyada bütün himmet ve gayretlerin imtihanı kazanmaya yönlendirilmesi gerekir:

“Nefis” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik mânaları ifade için kullanılır. Birincisi, zat, yani şahsın kendisi demektir. Bu mânada Allah Teâlâ için de söz konusu edilir. (bk. Âl-i İmran 3/28) İkincisi, insanda maddî hayatın kaynağı olan cevher, bir anlamda maddî, ayrıca hayvanî hayatın esası olan boyutuyla ruhtur, candır. (bk. En‘âm 6/93) Üçüncüsü, nefis, maddî/dünyevî hayatın esası olarak, bu hayatın ihtiyaçlarını duyan, zevklerini tadan ve insanı bu zevklere, bu ihtiyaçları gidermeye teşvik eden, bir mânada kötülükleri de emreden cevherdir. Nitekim, “Nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyeti nefsin bu yönünü haber verir. Bu nefis, terbiye ve tezkiye gördüğü takdirde insanı devamlı kötülüğe ve şehvetlere çeken nefis olmaktan, artık imanda, amel-i sâlihte ve Allah’ın rızâsında tatmin olmuş, huzur ve sükûna ermiş nefs-i mutmaine olmaya yükselebilir. Râziye ve merziye makamlarına geçebilir. (bk. Fecr 89/27-28) Dördüncüsü, belki de bütün bu mânaları içine alacak şekilde, insan için kullanıldığında insanın mâhiyetidir, insanı insan yapan şeydir. (bk. Nisâ 4/1)

36. Kâfirler seni her gördükleri zaman: “İlâhlarınızı diline dolayan adam bu mu?” diyerek seninle alay ediyorlar. Halbuki onlar, kendilerini merhametiyle sarıp sarmalayan Rahmân’ın anılmasına dayanamıyor, O’nun kitabını inkâr ediyorlar.

37. İnsan öyle acelecidir ki sanki aceleden yaratılmıştır. Sabırlı olun; yakında size âyetlerimi, delillerimi göstereceğim. O halde benden azabın bir an önce gelmesini istemeyin.

38. Onlar yine de: “Eğer doğru söylüyorsanız, peki bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.


Müşrikler, her gördükleri yerde Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i alaya alıyorlardı. Ona mecnûn, şâir, kâhin gibi yaftalarda bulunuyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.), tevhid akîdesini yaymaya çalışıp putları reddettiğinden, onların ne fayda ne de zarar veren cansız nesneler olduğunu söylediğinden bu onlara tapan müşrikleri kızdırıyordu. Şüphesiz kendi aralarında bunu tartışıyor, müzâkere ediyorlar, Efendimiz (s.a.s.)’i görünce de alayvârî bir şekilde: “İlâhlarınızı diline dolayan adam bu mu?” (Enbiyâ 21/36) diyorlardı. Rivayetlerde belirtildiğine göre onlar, Allah Resûlü (s.a.s.)’e bundan başka çeşitli sözlü ve fiilî hakaretlerde bulunuyor, eziyetler yapıyorlardı. İşin hayret edilecek yönü şu ki, onlar, elleriyle yaptıkları putlara ve sahte ilâhlarına o seviyede bir muhabbet besliyorlardı ki, onlara karşı yapılan menfi en küçük bir şeye bile müsâmaha göstermiyorlardı. Hatta bu yüzden Allah Resûlü (s.a.s.) ile alay ediyorlardı. Buna mukâbil kendilerini yaratan, rızıklandıran, öldüren, dirilten Rahmân’ın adını, zikrini, O’nun indirdiği âyetleri duyduklarında aceleye kapılarak kibirleniyor; O’nu anmayı ve O’nun hatırlatmalarına kulak vermeyi bir tarafa bırakıyorlardı. İşte insanın aceleci bir yapıya sahip olması, o menfi vasfını yeterince tezkiye ve terbiye edememesi bu kötü neticenin doğmasına sebep oluyordu. Üstelik bu inançsızlar, Peygamber’in kendilerini ikazda bulunduğu Allah’ın azabı, kıyâmet ve cehennem gibi tehditlerin hemen başlarına inmesini bekliyor; inkâr psikolojisi içinde aslında bütün bunların birer palavra olduğunu ve bunların vuku bulmayacağını söylemek istiyorlardı. Fakat işin aslının böyle olmadığını pek yakında anlayacaklar:

39. O kâfirler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi savamayacakları, üstelik ondan kurtulmak için de hiçbir yardım göremeyecekleri zamanı bir bilselerdi, onu böyle acele istemezlerdi!

40. Bilakis o kıyâmet kendilerine ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecektir. Artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek, ne de kendilerine en küçük bir mühlet verilecektir.

41. Rasûlüm! Senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat, alay konusu yaptıkları o azap, sonunda alay edenleri her taraftan kuşatıp mahvetmişti.


Kıyâmet ansızın kopacak, ona inanmayanları ve kopacağını sanmayanları büyük bir şaşkınlık içinde bırakacaktır. Onu durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. O dehşetli vakit geldiğinde ne bir soluk alabilmek, ne de bir çareye başvurabilmek için hiç kimseye azıcık da olsa bir mühlet verilmeyecektir. Mizandan, hesaptan sonra kâfirler cehenneme atılacaklar; orada yüzlerini ve sırtlarını saran yakıp kavurucu cehennem ateşini savmaları mümkün olmayacaktır. Bu konuda onlara yardım edecek, sahiplik yapacak kimse de yoktur. Eğer kâfirler dünyada yaşarken bunun farkında olsalardı, küfür içinde kalmaz, kesinlikle iman ederlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı başkaldırıp: “Bizi tehdit edip durduğun o azap ne zaman? Haydi onu başımıza indirsene!” diye münâsebetsizlik etmezlerdi. Ancak bu bir ilâhî kanundu. Bir kısım talihsizler peygamberlerin davetine karşı çıkacaklar, onlarla alay edecekler ve sonunda alay konusu yaptıkları o azapla mutlaka karşılaşacaklardı. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesine teslim olup kendimizi teselli etmek, üzerimize düşen vazifeyi yaptıktan sonra gerisini Yüce Rabbimize havale etmek lâzımdır.

İşin gerçek yüzünü açıklamak üzere:

42. De ki: “Eğer gece veya gündüz size azap göndermek istese sizi Rahmân’a karşı kim koruyabilir?” Buna rağmen, korkup O’na yönelecekleri yerde, Rablerinin zikrinden ve kitabından yüz çeviriyorlar.

43. Ne o, yoksa onları, bizim azâbımızdan koruyacak bizden başka ilâhları mı var? Oysa ilâhlaştırdıkları o varlıkların kendi kendilerine yardımları olmadığı gibi, bizden de görecekleri hiçbir dostluk, hiçbir yakınlık yoktur.


Ölüm, savaş, esâret, zelzele, sel, yangın, toprak kayması, yanardağ patlaması, yıldırım çarpması, trafik kazaları, açlık ve kıtlık gibi pek çok musîbetler ve felâketler gece veya gündüz devamlı vuku bulmaktadır. Eğer Allah Teâlâ istese bunlardan biriyle insanları helak edebilir. Veya kâfirlerin küfür ve isyanları sebebiyle hak ettikleri cezaları gece veya gündüz hemen başlarına indirebilir. Bunu Allah’tan başka engelleyebilecek hiçbir kudret yoktur. Bu bir hakîkat olmakla birlikte, imansızlar ve gâfiller, içinde bulundukları huzûr ve emniyeti kendilerine bahşeden sonsuz merhamet sahibi Rablerine inanıp şükredecekleri yerde, Allah’ı zikirden, O’nun isim, sıfat ve fiillerini hatırlamaktan ve ilâhî hakîkatleri beyân etmek üzere gönderdiği en büyük zikir olan Kur’an’ı dinleyip muktezâsınca amel etmekten yüz çevirirler. Şunu unutmasınlar ki, Allah’tan başka gönül bağladıkları sahte ilâhlar, bizzat kendilerine bile bir fayda sağlamaya güç yetiremedikleri halde, onlara nasıl yardım edecekler? Kendine faydası olmayanın başkasına nasıl faydası olacak? Zaten Allah da onlara yardım etmeyecek, onları korumayacak, hayır nâmına onlara bir şey vermeyecek ve rahmetini onlara arkadaş kılmayacaktır. Böylece onlar, bütün umutları boşa çıkmış mahrumlar olarak yapayalnız azabın içinde kalacaklardır. Bu yüzden Yüce Rabbimiz insanı düşünmeye davet ederek şöyle buyuruyor:

44. Kaldı ki, biz onları da babalarını da dünya nimetlerinden faydalandırdık. Öyle ki ömürleri kendilerine uzun geldi de ölmeyeceklerini sandılar. Onlar çevrelerine bakıp da, bizim yeryüzünü kenarlarından yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Şu halde gâlip gelecek olan onlar mı, yoksa biz mi?

Âyet-i kerîme yer alan “bizim yeryüzünü kenarlarından yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı?” (Enbiyâ 21/44) ifadesine üç farklı mâna verilebilir:

Allah’ın, kudretiyle gelip çevresinden eksilteceği yer, müşriklerin o zaman üzerinde yaşadıkları topraklardır. Bu âyet-i kerîme Mekke’de indiğine göre, Allah Teâlâ’nın Rasûlüne, müşriklerin yaşadığı toprakların, bir zaman sonra müslümanların eline geçeceğini müjdelemesi, Kur’an’ın bir mûcizesidir.
Yeryüzünün ileri gelenleri, âlimleri ve iyi insanları gittikçe azalmaktadır. Nitekim Vâkıa sûresinde “mukarreb” yani Allah’a yakın kullardan bahseden âyetlerde bu mânaya bir işaret vardır. Çünkü o mukarreb kulların pek çoğunun öncekilerden azının sonrakilerden olduğu haber verilir. (bk. Vâkıa 56/10-14) Yâni gün geçtikçe sâlih ve Allah’a yakın kulların sayılarının azaldığı anlaşılmaktadır.
Yeryüzünde her an her yerde salgın hastalıklar, kıtlık, fırtına, deprem ve diğer âfetler şeklinde Cenâb-ı Hak kudret ve kahır tecellilerini göstermektedir. Milyonlarca insan ölmekte, yerleşim bölgeleri ve araziler yok olmakta ve insanların düzenini bozan daha nice zararlı şeyler meydana gelmektedir.
Âyete fennî tefsir açısından bakıldığında şu söylenebilir: Yağmurların, sellerin ve rüzgarların tesiriyle dağlar aşınmaktadır. Veya bununla kutup bölgelerinin basıklığına işaret edilmektedir.

Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın kudret elinde olduğuna ve bunları dilediği gibi azaltıp çoğaltabildiğine göre, acaba onlar, Cenab-ı Hakk’ın cezalandırmasına karşı kendilerini koruyacak bir güç ve kuvvete sahipler midir? Hayır, nereden sahip olacaklar? O halde artık sahip oldukları fani güçlerinin, zenginliklerinin ve diğer imkânlarının sonsuz olmadığını ve kendilerini hesaba çekip cezalandıracak bir Allah’ın var olduğunu kabul etmeleri gerekmez mi?

Bunu gerçekleştirmek için ilâhî uyarılar şöyle devam ediyor:

45. Rasûlüm! De ki: “Ben sizi sadece vahiyle uyarıyorum. Fakat belli ki sağırlar, uyarıldıkları zaman bu çağrıyı duymazlar.”

Peygamber, insanları kendiliğinden değil, Allah’ın kendisine vahyettiği Kur’an ile uyarmaktadır. Uyarma emrini veren Allah’tır. Peygamber onun elçilik vazifesini yerine getirmektedir. İlâhî daveti kabul etmeyenleri bekleyen tehlikeleri haber vererek insanları korkutmaktadır. Ancak müşrikler bunca çok ve ardı ardına gelen uyarılardan istifade etmedikleri için tıpkı sağırlar gibi olmuşlardır. Çünkü ikazdan maksat, onu kuru kuruya duymak değil, aksine ilâhî tâlimâtları tanıma, emirleri yapma ve haramlardan sakınmada gereğini yapmaktır. Bu maksat gerçekleşmediği takdirde, insan o uyarıyı hiç duymamış sayılır.

İlâhî ikazlara böylesine vurdumduymaz bir tavırla yaklaşmalarına rağmen:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Onlara Rabbinin azabından azıcık bir esinti bile dokunuverse, derhal: “Eyvâhlar olsun bize! Gerçekten biz, kendimize yazık etmişiz” diye feryadı basarlar.

Fakat gerçeğe karşı böyle sağır davranmak fayda değil zarar getirecektir. Bu âyette beyân buyrulduğu üzere küçük bir azabın en basit bir dokunuşu karşısında vâveylâ koparıp ah vâh edecek olanlar, acaba bizzat yaratıcısı tarafından “şiddetli”, “büyük”, “can yakıcı” gibi vasıflarla anlatılan cehennem azabına atıldıkları zaman halleri nice olacak?

Bu âyet-i kerîme Kur’an’ın i’câzına, pek vecîz ve özlü beyânına açık misallerden birini teşkil eder. Bu cümlede, azabın dehşetini göstermek için onun en hafifinin dahi zâlimlere nasıl bir şiddetle tesir ettiği anlatılmaktadır. Cümlenin bütün unsurları dokunan azabın ne kadar az olduğunu ifadeye hizmet etmekte ve ona kuvvet vermektedir. Şöyle ki:

لَئِنْ (lein), şek bildirir. Şek ise azlık ifade eder. مَسَّ (messe), azıcık dokunmaktır, yine azlığı ifade eder. نَفْحَةٌ (nefhatün), “bir kokucuk” demek olup azlığı ifade eder. Aynı zamanda bu kelime sonundaki tenvin ile azabın önemsizliğini imâ eder. مِنْ (min), teb‘iziyedir ve bir parça demektir. Dolayısıyla bu da azlık ifadesidir. عَذَابٌ (azâb); نَكَالٌ (nekâl) ve عِقَابٌ (ikâb)a nisbetle hafif bir ceza çeşididir ki o da azlığı anlatmaktadır. رَبِّكَ lâfzı; Rabbimizin Kahhâr, Cebbâr, Müntakim gibi isimlerine nazaran şefkâti ihsas etmekle yine azlığa işaret eder. İşte, bu derece az bir azap bile böyle tesirli olduğuna göre, Allah’ın “ikâb”, “nekâl” kelimeleriyle haber verilen şiddetli azaplarının ne kadar dehşetli olacağını ve bu azaba uğrayacak olanların perişan hallerini tefekkür etmek gerekir.

Zira:

47. Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, biz onu getirip mizana koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz!

Dünyadaki terâzilerin bazan doğru bazan yanlış olabilme ihtimâli vardır. Fakat âhirette Cenâb-ı Hakk’ın o güne mahsus koyacağı terâziler doğru ve âdil terâziler olacak, kulların amelleri orada tartılacak, hesaplar zerre miktarı üzere yapılacak ve kimseye en küçük bir haksızlık edilmeyecektir. Rabbimiz, ihsan sahiplerinin mükâfatını zâyi etmeyeceği gibi, kötülük yapanı belki affedecek, fakat hak ettiği cezaya asla bir ilâvede bulunmayacaktır. Çünkü Allah, en iyi ve en seri hesap görücüdür.

Ameller “ihlâs” terazisiyle tartılır da içinde ihlas olmayanları kabul edilmez. Haller “sıdk” terazisiyle tartılır da içinde ucub yani kendini beğenme illeti bulunanları kabul edilmez. Nefesler “zikir ve uyanıklık” terazisiyle tartılır da bunlardan dünyevî haz ve lezzetlere harcananları kabul edilmez. Herkes orada ameline göre karşılık görür. Dünyada Allah’ın kullarına merhamet etmeyenlere Allah merhamet etmez. Allah’ın kullarına ihsanı az olanların da orada bulacağı ihsan az olacaktır. Kim de birine zulmetmişse, amelinin kötülüğüne mukâbil ceza görecektir.

Rivayete göre bir adam Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in önünde oturdu ve:

“- Ey Allah’ın Resûlü, benim iki kölem var. Bana yalan söylüyor, hainlik ediyor, emirlerime karşı geliyorlar. Ben de onlara zaman zaman uygunsuz sözler söylüyor ve onları cezalandırıyorum. Benim halim ne olacak?” dedi.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“- Mahşer günü onların sana yaptıkları ihânetleri, karşı gelmeleri, yalan söylemeleri ile senin onlara verdiğin ceza hesap edilecek. Eğer onlara verdiğin ceza onların suçları kadarsa, karşılıklı olarak bir alıp vereceğiniz yoktur. Şayet senin onlara verdiğin ceza, onların suçundan daha az ise senin onlardan alacağın var demektir. Eğer senin onlara verdiğin ceza hak ettiklerinden daha fazla ise, o fazlalık kısas yoluyla senden alınacaktır.”

Bu sefer adam bir kenara çekilip ağlamaya ve kendi kendine konuşmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“- Sen yüce Allah’ın kitabını ve oradaki: «Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak» (Enbiyâ 21/47) buyruğunu okumuyor musun?”
O zaman adam:

“- Allah’a yemin ederim ki, yâ Rasûlallah, ben hem kendim hem de onlar için onlardan ayrılmaktan daha hayırlı bir şey göremiyorum. Şâhit olun ki, ben oların hepsini azat ediyorum” dedi. (Tirmizî, Tefsir 21/2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 280-281)

İşte peygamberlerin gönderilmesinin ve kitapların indirilmesinin yegâne gâyesi insanlığı o büyük gündeki hesap ve cezaya karşı uyarmaktır:

48. Doğrusu biz Mûsâ ve Hârûn’a hakkı bâtıldan ayıran Tevrat’ı verdik ve onu kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup günahlardan sakınanlar için baştan aşağı bir ışık ve öğüt kaynağı kıldık.

اَلْفُرْقَانُ (furkân), hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran şey demektir. Kur’ân-ı Kerîm bu kelimeyi daha ziyâde semâvî kitapları tavsif etmek üzere kullanır. Burada “Tevrât” için kullanılmıştır. Çünkü Hz. Mûsâ’ya verilen kitabın Tevrat olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda Furkân, Kur’ân-ı Kerîm’in de en önemli isimlerinden biridir. (bk Furkân 25/1) İlâhî kitapların rehberliğinden gerçek mânada istifade edecek olanlar, dünya gözüyle göremedikleri ve beşerî hisleriyle idrak edemedikleri halde Allah’tan korkup günahlardan sakınan, kıyamet kopup hesap için ilâhî huzura durmaktan titreyen kimselerdir. Bu sebeple Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a verilen Furkan’ın, özellikle müttakîler için yollarını aydınlatan bir ışık ve kalplerini dirilten bir öğüt, bir hatırlatma olduğu beyân buyrulur.

Kur’ân-ı Kerîm’e gelince:

49. O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerinden korkarlar ve kıyâmetten de tir tir titrerler.

اَلْفُرْقَانُ (furkân), hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran şey demektir. Kur’ân-ı Kerîm bu kelimeyi daha ziyâde semâvî kitapları tavsif etmek üzere kullanır. Burada “Tevrât” için kullanılmıştır. Çünkü Hz. Mûsâ’ya verilen kitabın Tevrat olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda Furkân, Kur’ân-ı Kerîm’in de en önemli isimlerinden biridir. (bk Furkân 25/1) İlâhî kitapların rehberliğinden gerçek mânada istifade edecek olanlar, dünya gözüyle göremedikleri ve beşerî hisleriyle idrak edemedikleri halde Allah’tan korkup günahlardan sakınan, kıyamet kopup hesap için ilâhî huzura durmaktan titreyen kimselerdir. Bu sebeple Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a verilen Furkan’ın, özellikle müttakîler için yollarını aydınlatan bir ışık ve kalplerini dirilten bir öğüt, bir hatırlatma olduğu beyân buyrulur.

Kur’ân-ı Kerîm’e gelince:

50. İşte bu Kur’an da bizim indirdiğimiz çok şerefli, her bakımdan bereket yüklü, öğüt kaynağı bir kitaptır. Hal böyleyken siz onu inkâr mı ediyorsunuz?

Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı verdiği gibi Habîb-i Ekrem (s.a.s.)’e de Kur’ân-ı Kerîm’i vermiştir. O zikirdir; Allah’ı tanıtır, hatırlatır, anlatır. O’nun emir ve yasaklarını, sevdiklerini ve sevmediklerini, râzı olduklarını ve olmadıklarını bildirir. O mübârektir; bereketlidir, devamlıdır, faydası çok ve ihtivâ ettiği ilimler boldur. Onun indirilmesinde ve ondaki hayranlık veren üslup ve beyânda, belâgat ve fesahatta yadırganacak, hoş karşılanmayacak hiçbir şey yoktur. O, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in en büyük mûcizesidir. Böyle bir kitabı yalanlamak ve inkâr etmek olacak şey değildir.

Sûrenin başından buraya kadar Allah’ın birliği, âhiret ve peygamberlik gibi dinin esas mevzuları hakkında bilgiler verildikten sonra şimdi de hem bu esasları pekiştirmek, hem Resûlullah (s.a.s.) ve mü’minleri teselli etmek, hem de muhatapların ders ve ibret almalarını sağlamak maksadıyla peygamberlerin kıssalarından dikkat çekici kesitler sunulmaktadır. Bu kıssalar, anlatıldıkları çerçeve içinde ele alındığında, şu mühim hususlara temas etmek üzere burada yer aldıkları açığa çıkar:

Daha önce gönderilen tüm peygamberler birer insandı. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi bir insanın peygamber olarak gönderilmesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Bu Peygamberin vazifesi ve tâlimatları da kendisinden önce gönderilen peygamberlerinkinin aynısıdır.
Bütün peygamberlere, kendilerine husûsî nimetler bahşeden Allah tarafından asil ve yüksek bir mevki verilmiştir. Mesela peygamberler, yıllarca işkence ve zorluklar çekmelerine rağmen, en sonunda Allah onların dualarını kabul etmiş ve düşmanlarına karşı onlara mûcizevî yollardan yardım etmiştir.
Allah’ın ihsan buyurduğu tüm mümtâz nimetlere rağmen, onlar, Allah’ın alçak gönüllü, mütevazı kulları idiler. İlahlıkta Allah’a ortak olma gibi bir özellikleri yoktu. Hatta onlar da bazan hüküm verirken hata ederler, hasta olurlar, imtihana tabi tutulurlar ve Allah’a hesap verecekleri zelleler işlerlerdi.
Hz. Mûsâ’nın kıssasına kısa bir temastan sonra şimdi İbrâhim (a.s.)’ın putlarla ve putperestlerle olan o muazzam mücâdelesine yer verilmektedir:

51. Yemin olsun biz daha önce İbrâhim’e de doğru yolu bulma kâbiliyetini vermiştik. Biz onun her bakımdan bu lutfa lâyık olduğunu biliyorduk.

İbrâhim (a.s.)’a verildiği bildirilen اَلرُّشْدُ (rüşd), doğruluk, düşünce ve davranışta tutulan doğru yol ve isabetli görüş, hakla bâtılı ayırt etme kâbiliyeti mânalarına gelir. “Doğru yoldan sapma” mânasındaki اَلْغَيُّ (ğayy) kelimesinin zıddıdır. “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğru eğriden ayrılıp iyice belli olmuştur” (Bakara 2/256) âyeti bunu beyân eder. Rüşd, kişinin doğru yolu bulması, din ve dünyası bakımından faydasına olan şeyleri tercih etmesi ve ona ulaşmasıdır. Bunun kemâli, ancak peygamberlikle gerçekleşir. İşte Cenâb-ı Hak, diğer peygamberlere verdiği gibi, İbrâhim (a.s.)’a da peygamberlik rüşdünü vermiştir. Onun buna lâyık olduğunu en iyi bilen de şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Zira âyet-i kerîmede: “Allah peygamberlik vazîfesini kime vereceğini herkesten iyi bilir” (En‘âm 6/124) buyrulur.

Hz. İbrâhim, kendisine lütfedilen bu peygamberlik ışığıyla putperest olan babasını ve kavmini irşada başladı:

52. O vakit babasına ve kavmine: “Nedir şu karşısına geçip taptığınız heykeller?” diye sormuştu.

53. Onlar da: “Atalarımızı bunlara tapar halde bulduk; biz de onlara uyarak böyle yapıyoruz” diye karşılık vermişlerdi.

54. İbrâhim: “Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine sürüklenmişsiniz” dedi.

55. Bunun üzerine: “Senin bu söylediklerin gerçek mi, yoksa bizimle oyun mu oynuyorsun?” dediler.

56. İbrâhim şöyle dedi: “Hayır, hayır! Sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir; onları yoktan O yaratmıştır. Ben de bu gerçeğe şâhitlik edenlerdenim.”

57. Sonra içinden: “Allah’a yemin olsun ki, siz dönüp gittikten sonra putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım!” diye karar verdi.


52. âyette geçen اَلتِّمْثَالُ (timsâl), Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylere benzetilerek yapılan heykellerdir. Hz. İbrâhim’in peygamber gönderildiği toplum, insan, hayvan, yıldız ve benzeri şekillerde yapılmış çeşitli putlara tapıyorlardı. İbrâhim (a.s.), öncelikle “Nedir şu karşısına geçip taptığınız heykeller?” (Enbiyâ 21/52) diye sorarak söze başlar. Böylece onların zihinlerini sarsarak yaptıkları işin mâhiyeti hakkında düşünmelerini sağlamak ister. Ayrıca bu soru karşısında ileri sürecekleri şüpheleri öğrenip onları iptal etmek için tatbik edeceği yolu belirlemeyi düşünür. Kavmi, ileri sürebilecekleri sağlam bir delile sahip olmadıkları için, ancak taklit yoluna başvurarak, atalarını o putlara tapar halde bulduklarını, dolayısıyla kendilerinin de onların yollarını takip etmelerinden daha tabii bir durum olmadığını söylerler. İbrâhim (a.s.), hiç çekinmeden hem onların hem de putperest atalarının apaçık bir sapıklık içinde olduklarını haber verince, alışık olmadıkları bu tavır karşısında şaşırır kalırlar. Böyle bir şeyi daha önce hiç akıllarına getirmedikleri için, Hz. İbrâhim’e bunun gerçek mi yoksa bir şaka mı olduğunu sorar, kendileriyle dalga geçip geçmediğini öğrenmek isterler. İbrâhim (a.s.) ise işin ciddiyetini belirtmek üzere, onlara hak dinin tevhid akîdesini anlatmaya, bunun temel esasının, gökleri ve yeri yaratan ve her şeyin Rabbi olan Allah’ın tek olduğunu ve kendileri de dâhil bütün insanların Rabbinin O olduğunu ilan etmeye başlar. Tevhid akîdesinin kabulü ve yerleşmesi için putların ve putperestliğin ortadan kalkması gerektiğinden dolayı da putlarla alakalı olarak tatbik edeceği planı netleştirir. Bu yöndeki niyet ve himmetini kesinleştirerek kararını alır. Bu kararını ya sadece içinden geçirir veya kavmi oradan ayrılıp gidince geride kalan bir kısım zayıf ve hasta kimselerle de paylaşır. Sonra verdiği bu kararı uygulamaya koyar:

58. Nihâyet İbrâhim o putları paramparça etti; ancak, belki olup bitenler hakkında kendine müracaat ederler diye onların büyüğünü bıraktı.

59. Dönüp durumu gördüklerinde: “Bunu ilâhlarımıza revâ gören kim? Her kimse, onun zâlimlerden biri olduğunda şüphe yok!” diye bağrıştılar.

60. İçlerinden bir kısmı: “Sahi, İbrâhim denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk” dedi.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. “Öyleyse” dedi diğerleri, “onu bulup insanların huzuruna getirin, belki onun yaptığına şâhitlik ederler.”

Anlatıldığına göre Hz. İbrâhim’in kavminin dinî bir bayramı vardı. Her sene kırda toplanarak bu bayramı kutlarlardı. Bir gün yine bayram şenliğine giderken İbrâhim’i de götürmek istediler. İbrâhim (a.s.) hasta olduğunu ileri sürerek bayrama katılmadı ve halk kıra çıktıktan sonra puthaneye gidip, içlerinden büyük bir tanesi hariç putların hepsini kırdı, paramparça etti. Baltayı da kalan o büyük putun boynuna astı. Maksadı, kavmi ona başvurup putları kimin kırdığını sorduklarında büyük putun kırmış olabileceğini söylemek, böylece putların acizliğini ortaya çıkarmaktı. Halk bayram yerinden döndüklerinde putlarının başına gelenleri gördüler. Bu işi kimin yaptığını araştırdılar. Daha önce Hz. İbrâhim’in putlar aleyhinde konuşmalarını işitmiş olanlar durumdan halkı haberdar etti. Bunun üzerine halk, İbrâhim’in getirilip hesaba çekilmesini ve ona verilecek cezanın başkalarına da ibret olmasını istediler. İbrâhim’le aralarında şöyle bir konuşma geçti:

62. İbrâhim’i getirdikten sonra, ona: “Söyle bakalım İbrâhim, ilâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sordular.

63. İbrâhim: “Belki de onu şu büyükleri yapmıştır; eğer konuşabiliyorlarsa onlara bir sorun bakalım” dedi.

64. Vicdanlarının sesini dinlediklerinde aralarında: “Asıl zâlim olan İbrâhim değil, bu âciz putlara tapan biziz!” diye itirafta bulundular.

65. Sonra yine eski inançlarına dönerek: “İbrâhim! Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” diye çıkıştılar.

66. İbrâhim şöyle dedi: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?”

67. “Yuh olsun size de, Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”


Hz. İbrâhim’i halkın huzuruna getirip, bu işi kendinin yapıp yapmadığını sordular. Kırmayıp bıraktığı ve omzunda balta bulunan o büyük putu göstererek, belki de bu işi onun yapmış olabileceğini, bunu öğrenmek için de paramparça olup yerlere saçılmış putlarına durum hakkında sormalarının kâfi geleceğini bildirdi. Fakat bu bilgiyi alabilmek için putların konuşuyor olmaları gerekiyordu. Bu sebeple Hz. İbrâhim: “eğer konuşabiliyorlarsa” (Enbiyâ 21/63) kaydını getirdi. Bu kayıt, o putperestlerin vicdanlarını harekete geçirip neredeyse gerçeği anlamalarına vesile olacaktı. Çünkü Hz. İbrâhim’in konuşması karşısında bir an durup düşündüler; kendilerini ciddi bir muhasebeye tâbi tutup yanlış yolda olduklarını fark ettiler. Fakat bu durum fazla uzun sürmedi. Tekrar eski kafalarına, eski kökleşmiş ve köhneleşmiş inançlarına döndüler. Gerçi İbrâhim’e: “Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” (Enbiyâ 21/65) demeleri, açıkça putlarının acizliğini bir itiraf olsa da, onlara tapmaktan vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Hatta kör bir inatçılık sâikiyle: “Biz onlara konuşamadıklarını bile bile tapıyoruz” demek istiyorlardı. Yine de Hz. İbrâhim, onların bu itiraflarını da fırsat bilerek, sahip oldukları inançlarının ne kadar anlamsız, mesnetsiz, saçma ve boş olduğunu yüzlerine haykırdı. Böyle akıl almaz bir yanlışın içinde olmaları sebebiyle onları yuhaladı. Bir peygamberin edebine uygun olarak söylenebilecek en ağır sözü söyledi. Bu yaptıklarının bir akılsızlık olduğunu, artık akıllarını çalıştırmanın zamanının çoktan geldiğini ve geçmekte olduğunu hatırlattı:

68. Bu sözler üzerine çılgına dönen putperestler, halkı kışkırtarak: “Eğer bir şey yapacaksanız, İbrâhim’i ateşe atıp yakın, böylece ilâhlarınızın imdâdına yetişin!” dediler.

69. Onu ateşe attıklarında ise biz: “Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” diye emrettik.

70. Evet, bu zâlimler İbrâhim’i tuzağa düşürmek istediler; fakat biz onları daha fazla zarara uğrattık.

71. Ardından biz İbrâhim’i ve Lût’u kâfirlerin elinden kurtarıp, tüm insanlık için feyiz ve bereket kaynağı kıldığımız bir ülkeye ulaştırdık.


Hz. İbrâhim’in bu açık tebliğine karşı söyleyecek makul hiçbir söz bulamayan o bedbaht kavim, kuvvetçe üstünlüklerine güvenerek zorbalık yolunu tuttular ve İbrâhim (a.s.)’ı ateşte yakma kararı aldılar. Çünkü putlarını diline dolayan ve onlara hakaret eden birinin cezası ancak bu olmalıydı.

Rivayete göre putperestler durumu kralları Nemrûd’a bildirdiler. Bunun üzerine Nemrûd, İbrâhim (a.s.)’ı çağırttı. Nemrûd’un huzûruna giren herkes, öncelikle ona secde ederdi. Hz. İbrâhim ise, secde etmedi. Nemrûd, merak ve hiddetle sebebini sorunca da:

“–Seni ve beni Yaratan’dan başkasına secde etmem!” dedi. Nemrûd:
“–Senin Rabbin kim?” deyince, İbrâhim (a.s.):
“–Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allah’tır” dedi. Nemrûd:
“–Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. Zindandan iki kişi getirtti. Birini öldürdü, diğerini ise serbest bıraktı. Sonra da:
“–Bak, ben de bu işi yapıyorum” dedi. Lâkin ahmak Nemrûd, diriltmenin rûh vermek; öldürmenin ise rûh almak olduğunu bilmiyordu. Bu kez İbrâhim (a.s.):
“–Benim Rabbim, güneşi doğudan doğdurur. Gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!” dedi. O melun kâfir apışıp kaldı. (bk. Bakara 2/258)
Karşılıklı bu konuşmalar ve tartışmalar üzerine son derece hiddetlenen Nemrûd, ona nasıl bir ceza verileceği husûsunda avânesini toplayıp istişâre etti. İçlerinden biri:
“–Onu büyük bir ateşte yakalım!” teklifinde bulundu.

Bu teklif kabul edildi. Ateş için hazırlıklar başlatıldı. Bir ay odun taşındı. Câhil ve ahmak halk, “Bu, bizim putlarımıza karşı çıkıyor!” diye odun taşıma işinde seferber oldular. Dağ gibi odun yığıldı. Yakılan ateşin alevleri semâlara çıkıyordu. Harâretinden dolayı, kuşlar yakınından bile geçemiyordu. Bütün hazırlıklar bitince halk, ateşin başına toplandı. Hz. İbrâhim elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde oraya getirildi. Ancak o büyük peygamber “Halîl” olduğu için çok zor bir durumda olmasına rağmen büyük bir teslîmiyet ve tevekkül içinde idi. Gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu. Nemrûd ve cemâati, O’nun ateşe nasıl atılacağını müzâkere ettiler. Nihâyet, mancınıkla atılmasına karar verdiler. Yerdeki ve gökteki melekler, hayret içinde:

“–Aman yâ Rabbî! Seni en çok zikreden İbrâhim (a.s.) ateşe atılıyor! O seni bir an bile unutmayan bir peygamberdir. Ona yardım etmek için bize izin verir misin Allahım?” diye yalvardılar. Allah Teâlâ’nın izin vermesi üzerine bir melek Hz. İbrâhim’e gelerek:
“–Rüzgârlar emrime verildi. Arzu edersen ateşi darmadağın edeyim!” dedi.
Diğer bir melek:
“–Sular emrime verildi. İstersen ateşi bir anda söndüreyim!” teklifinde bulundu.
Bir başka melek:
“–Toprak emrime verildi. Dilersen ateşi yere batırayım!” dedi.
İbrâhim (a.s.) ise, bu meleklere:
“–Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona râzıyım! Kurtarır ise, lutfundandır. Eğer yakar ise, kusûrumdandır. Sabredici olurum inşallah!” diye mukâbelede bulundu. Mancınığa konup ateşe atılmak üzere iken de İbrâhim (a.s.):

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah bize yeter, o ne güzel vekîldir” diyordu. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 57-58; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 162-163; Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 303)

İbn Abbâs (r.a.)’ın rivayetine göre Hz. İbrâhim bu sözü, ateşe atılırken söylemiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de bu sözü, “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakın!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların imanları artmış ve hep birlikte: “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek (bk. Âl-i İmrân 3/173) Allah’a karşı eşsiz bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir. (Buhârî, Tefsir 3/13)
İbrâhim (a.s.) tam ateşe atılmak üzereyken Cebrâil (a.s.) geldi ve:
“–Bir dileğin var mı?” diye sordu. Hz. İbrâhim:
“–Evet, bir dileğim var, fakat senden değil!” cevâbını verdi.
Cebrâil, İbrâhim (a.s.)’a hayretle:
“–Niçin Allah’tan kurtuluş istemiyorsun?” dedi.
O da:
“–Hâlimi O biliyor! Ateş kimin emri ile yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 162)

Şâir bu cevâbı, “Âgâh olunca hâle, hâcet mi kalır suâle!” şeklinde mısrâya dökmüştür.

Allah Teâlâ, Hz. İbrâhim’in meleklerden bile müstağnî davranıp bütün talebini Hakk’a yöneltmesinden râzı olmuş, onu Kur’ân-ı Kerîm’de: “O çok vefakâr İbrâhim” (Necm 53/37) âyet-i kerîmesiyle senâ etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, O’nu: “Rabbi ona: «Teslim ol!» buyurmuş, o da: «Bütün varlığımla Âlemlerin Rabbine teslim oldum» demişti” (Bakara 2/131) âyet-i kerîmesiyle de, teslîmiyet timsâli olarak takdîm ve taltîf etmiştir.

İbrâhim Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, o daha ateşin içine düşmeden Allah Teâlâ, ateşe “Ey Ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ 21/69) diye emretti. Bu emirle birlikte İbrâhim (a.s.)’ın düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Hatta bu emirle birlikte, yeryüzünde bütün ateşlerin belli bir müddet serin hâle geldiği söylenir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 58)

Nakledildiğine göre orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Bir rivayete göre, cennetten bir gömlek indirildi ve İbrâhim (a.s.)’a giydirildi. Bu gömlek, daha sonra İshâk (a.s.)’a, ondan Yâkub (a.s.)’a, ondan da Yûsuf (a.s.)’a intikâl etti. Hz. Yâkub’un gözleri âmâ olduğu zaman, Yûsuf (a.s.)’ın gönderip de gözlerinin açılmasına vesîle olan gömlek, işte bu gömlekti.
Hz. İbrâhim’i ateşe atmalarından sonra Allah onların üzerine en zayıf yaratığı olan sivrisineği Musallat etti. Aradan vakit geçmeden Nemrut, arkadaşlarının ve atlarının parıldayan kemiklerini gördü. Bu sinekler onların etlerini yemiş, kanlarını içmişti. Bir tanesi de Nemrud’un burun deliğine girdi ve beynine ulaşıncaya kadar önüne geleni kemirip durdu. İnsanlar arasında en değerli kabul ettiği kişi, demir bir balyozla kafasına vuran kişi oluyordu. O yaklaşık kırk yıl bu şekilde kaldı ve sonunda telef olup gitti.

Allah’ın Halîli’ne düşmanlığın sonu böylesine felâket oldu. Cenâb-ı Hak dostu İbrâhim’e ve onun amcası oğlu Lût (a.s.)’a ise şu ihsanlarda bulundu:

72. İbrâhim’e İshâk’ı lutfettik, ayrıca torun olarak da İshâk’ın oğlu Yâkub’u ihsân ettik. Her birini dürüst, erdemli ve ıslaha yönelik işler yapan kimseler kıldık.

73. Biz onları, emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermeyi emrettik. Onlar, kendilerini sadece bize kulluğa adamış kimselerdi.


Hz. İbrâhim, yanında eşi Hz. Sâre ve amca oğlu Hz. Lût’u alarak huzur ve emniyet içerisinde Allah’a kulluk edebilecekleri bir bölgeye hicret ettiler. Burası “Etrafının mübârek kılındığı” âyet-i kerîmede bildirilen (bk. İsrâ 17/1) Şam diyârı yani Suriye, Filistin, Kudüs ve etrafıdır. Bu bölge dinî bakımdan bereketli kılınmıştır. Çünkü peygamberlerin çoğu burada gönderilmiş; insanları kemâlâta, dünya ve âhiret mutluluğuna erdirecek hakîki mânada bereket olan şeriatlerini burada neşretmişlerdir. Dünyevî bakımdan da bereketli kılınmıştır. Çünkü burası suları, ağaçları, meyveleri, ürünleri bol olan bir bölgeydi. Halkının zengin olduğu ve fakirinin rahat hayat sürdüğü bir yerdi. Hatta İbrâhim (a.s.), “Nereye gidiyorsun?” sorusuna: “Torbanın bir dirheme dolduğu yere gidiyorum” demişti.

Allah Teâlâ, Hz. İbrâhim’in sâlih bir erkek çocuk talebi üzere (bk. Saffât 37/100) yaşlılığına rağmen ona İshâk’ı ihsan etmiştir. Hz. İshâk’tan da torunu Yâkub dünyaya gelmiştir. Bunların hepsi, yani burada ismi geçen dört peygamber de Allah’ın emirlerini tutan ve haramlarından kaçınan sâlih kimselerdi. Allah’ın izniyle insanları hidâyete davet eden hakîkat rehberleriydi. Cenâb-ı Hak onlara bütün hayırlı, iyi ve güzel işleri yapmalarını emretmiştir. Namaz ve zekât da bu hayırlı işler içinde olmakla birlikte ehemmiyetlerine binâen ayrıca zikredilmiştir. Çünkü namaz bedenî ibâdetlerin en şereflisi, zekât da mâlî ibâdetlerin en şereflisidir. Bu ikisinin toplamı ise Allah’ın emrini tâzim ve O’nun kullarına şefkat ve merhameti ifade eder.

İbrâhim (a.s.)’ın amca oğlu Hz. Lût’a gelince:

74. Lût’a da hüküm ve ilim verdik. Onu, halkı pek iğrenç işler yapan memleketten kurtardık. Gerçekten o halk, bütünüyle yoldan çıkmış çok kötü bir topluluk idiler.

75. Böylece onu rahmetimizle sarıp sarmaladık. Doğrusu o, dürüst, erdemli ve ıslaha yönelik işler yapan seçkin bir kimseydi.


Allah Teâlâ Hz. Lût’a da hüküm ve ilim verdi. Hüküm; yargı, hikmet, doğruyu yanlıştan ayıran ölçü, her mes’elede doğru ve yerinde karar verbilme, Allah’tan gelen bir yetki gibi mânalar ifade eder. İlim de, kendine vahyolunan gerçek bilgi yani din ilmidir. Dolayısıyla bu ifade, Hz. Lût’un peygamber kılındığını göstermektedir. Cenâb-ı Hak Lût (a.s.)’ı اَلْمُؤْتَفِكَةُ(mü’tefike) diye isimlendirilen sonunda altı üstüne getirilmiş yedi kasabaya peygamber olarak göndermişti. Bunların içinde en büyüğü Sodom idi. Sodom halkı gerçekten çok çirkin günahlar işliyorlardı. Bu çirkin fiillerin başında livata gelmekteydi. Doğrusu onlar, küfür ve isyan bataklığına dalmış ve bunda fazlasıyla ileri gitmiş fâsık bir toplum idiler. Allah Teâlâ Lut’u onların arasından kurtardı ve onu çok özel rahmetiyle sarıp sarmaladı. Çünkü o, günahlardan uzak kalıp Allah’a kulluk etmeyi isteyen, hem kendini hem de toplumu ıslaha çalışan güzel bir insandı.

Kıssası ibretlerle dolu bir diğer peygamber Hz. Nûh’tur:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
76. Nûh’u da hatırla. Hani o daha önce bize yalvarmış, biz de onun duasını kabul etmiştik. Sonunda hem kendisini hem de iman eden ailesini o çok büyük felâketten kurtarmıştık.

77. Âyetlerimizi yalanlayan topluluğa karşı ona yardım edip intikamını aldık. Gerçekten onlar çok kötü bir topluluktu. Bu yüzden biz de onların hepsini suda boğuverdik.


Hz. Nûh, uzun yıllar Allah’ın dinini tebliğ etti. Fakat içinde yaşadığı toplum onun tebliğine kulak asmadı. Küfür ve isyanda inatla direndiler. Hz. Nûh’a yapmadık eziyet bırakmadılar. Nihâyet Hz. Nûh Cenâb-ı Hakk’a:

“Ben mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı sen al!” (Kamer 54/10)

“Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) diye dua etti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul etti. Yapmasını emrettiği gemi ile onu ve kendine iman eden ailesini, mü’minleri kurtardı. Küfür ve günahta ileri gitmiş o kötü kavmi de azgın sularda boğup helak etti.

Hz. Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman’a gelince:

78. Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani onlar, bir grup insana ait koyun sürüsünün geceleyin girip ürünlerini telef ettiği bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların verdikleri hükme şâhit idik.

79. Biz, sözkonusu dâvada en isabetli hükmü Süleyman’a bildirdik. Zâten biz, her birine hüküm ve ilim vermiştik. Dağları ve kuşları Dâvûd’un emrine râm ettik; onunla beraber Allah’ı tesbih ediyorlardı. Gerçekten biz, dilediğimiz her şeyi yapma kudretine sahibiz.

80. Bir de Dâvûd’a, sizi savaşın şiddeti ve silahların darbesinden koruması için zırh yapma sanatını öğrettik. Peki siz, bunca nimetler için Rabbinize gereğince şükrediyor musunuz?


Hz. Süleymân, çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sahip, çok zeki biriydi. Bir gece, bir koyun sürüsü bir tarlayı harâb etmişti. Tarla sahipleri, Dâvûd (a.s.)’a gelip şikâyetçi oldular. Telef olan tarla, kıymet bakımından koyun sürüsüne müsâvî idi. Bunun üzerine Hz. Dâvûd, koyunların tarla sahibine verilmesine hükmetti. Süleymân (a.s.), o sırada küçük yaşta olmasına rağmen:

“–Babacığım, bir yol daha var! Koyunları tarla sahibine borç olarak verelim; sütünden ve yününden istifade etsin. Bu arada tarlayı düzenlesin. Tarla eski hâline gelinceye kadar koyunlar kendisinde kalsın. İşleri yoluna girince de, sürüyü sahibine teslîm etsin!” dedi.

Dâvûd (a.s.) bu teklifi çok beğendi ve öyle hükmetti.

Hz. Süleymân’ın firâsetiyle alâkalı bir başka hâdiseyi de Resûlullah (s.a.s.) şöyle anlatır:

“…Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı olan küçük kadına:
«–Kurt, senin çocuğunu götürdü» dedi.
Öbür kadın:
«–Hayır, senin çocuğunu götürdü» dedi.
Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd (a.s.)’a mürâcaat ettiler. Hz. Dâvûd, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhâkemeden çıkıp, Hz. Dâvûd’un oğlu Süleymân (a.s.)’a gittiler. Dâvûd (a.s.)’ın hükmünü söylediler. Hz. Süleymân da:
«–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu bu iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi.
Bunun üzerine küçük kadın:
«–Aman! Allah aşkına böyle bir şey yapma! Çocuk bu kadınındır!» dedi.

Bunun üzerine Süleymân (a.s.), çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ 40; Müslim, Akdiye 20)
Çünkü analık şefkati, evlâdının ölmesine râzı gelemezdi.

Hz. Dâvûd da, Hz. Süleyman da birer peygamberdi. Allah onlara hüküm ve ilim vermişti. Ancak her birinin ayrı ayrı mümeyyiz vasıfları vardı. Hz. Süleyman’a isabetli hüküm verme konusunda bir imtiyaz bahşettiği gibi, Hz. Dâvûd’a dağları ve kuşları emrine vermişti, onunla beraber Allah’ı tesbih ederlerdi. Dâvûd (a.s.), tesbih ederek dağların yanından geçer, dağlar da tesbih ile ona karşılık verirlerdi. Kuşlar da öyleydi. Başka bir rivayete göre, Hz. Dâvûd zikir ve tesbihatta kendisinde biraz yorgunluk hissettiğinde dağlara emreder, onlar tesbih ederlerdi. Bu hal, kendisi tesbihi özleyinceye kadar devam ederdi.

Ayrıca Cenâb-ı Hak Dâvûd (a.s.)’a savaşlarda giyilmek üzere zırh yapma sanatını öğretmişti. O, zırh yaparak hem ordularını düşmanlarından muhâfaza etmiş hem de rızkını elinin emeğiyle kazanmıştır. Mülk ve siyâsî otorite sahibi, iktisâdî imkânları bol bir peygamber olmasına rağmen, elinin emeğiyle geçinme yolunu tercih etmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû‘ 15; Enbiyâ 37)

Hz. Dâvûd, ilâhî yardıma nâil olmak, kendisine birçok muhâfız verilerek büyük ordulara kumanda etmek ve heybet sahibi olmak gibi yüksek pâyelerle güçlendirilmişti. Ayrıca peygamberlik, isâbetli görüş, kitap, şerîat, ilim, amel, güzel konuşma ve hikmete sahip olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Biz onun hâkimiyetini güçlendirdik; kendisine hikmet, nübüvvet, adâletle hükmetme ve yerli yerince söz söyleme kâbiliyeti verdik.” (Sād 38/20)

Hz. Süleyman’a da ayrı olarak şu lutuflarda bulunmuştu:

81. Süleyman’ın emrine de fırtına şeklinde esen rüzgârı boyun eğdirdik. Onun isteğine göre, insanlar için feyiz ve bereketlerle donattığımız topraklara doğru akıp giderdi. Her şeyin gerçek mâhiyetini biz bilmekteyiz.

82. Şeytanlar ve cinlerden bazıları da onun için dalgıçlık edip denizaltındaki cevherleri çıkarıyor ve daha başka işler de yapıyorlardı. Onları zaptedip gözetim altında tutan da bizdik.


Hz. Süleyman’ın emrine verilen rüzgar çok hızlı bir şekilde eserdi. Onun tahtını kısa zamanda çok uzun mesafelere götürürdü. Mesela Süleyman (a.s.)’ı sabah Şam’dan alır ve öğleye kadar Şam ile arasında bir aylık yürüyüş mesafesi olan arzın başka bir yerine götürürdü. Öğleden sonra da gün batımı sırasında onu alır tekrar Şam’a getirirdi. Nitekim âyet-i kerîmede: “Süleyman’ın emrine de rüzgârı verdik. Onunla sabah gidişte bir aylık, akşam dönüşte de bir aylık yol alırdı” (Sebe’ 34/12) buyrulur.

Hz. Süleyman’ın emrine verilen şeytanlar, cinlerden bir gruptur. Onlar Süleyman (a.s.) için denize dalıyor, mücevherler çıkarıyorlardı. Bu işi onlar, çeşitli zanaatlara, şehirler ve köşkler kurmaya ve hayranlık uyandıran sanat eserleri yapmaya kadar vardırıyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ: “Cinler Süleyman’ın isteğine göre mâbetler, kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, leğenler, yerinden sökülemez sabit kazanlar yapıyorlardı” (Sebe’ 34/13) buyurmaktadır. Onları Hz. Süleyman’ın emri altında tutan şüphesiz Cenâb-ı Hak’tı. Onların kalplerine Süleyman (a.s.)’ın korkusunu ve heybetini yerleştirmişti. Bu sebeple Süleyman (a.s.) onları çok ağır işlerde çalıştırdığı halde emrinden dışarı çıkamıyorlardı.

Şimdi de, hastalıklar ve dertlerle müptelâ kılınan Eyyûb (a.s.)’ın yanık niyazlarına kulak verelim:

83. Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine: “Hastalanıp sıkıntıya düştüm. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin!” diye yalvarmıştı.

84. Biz de onun duasını kabul buyurduk; bütün dert ve sıkıntılarını giderdik; katımızdan bir rahmet ve bize kulluk yapanlara bir ders olmak üzere ona aile efradını ve bir o kadarını daha bağışladık.


Hz. Eyyûb, Allah’tan korkan, kötülükten uzak duran kâmil bir insandı. Aile efradı, çocukları, malı ve mülkü çok olan zengin bir kimseydi. Daha sonra, aslında ilâhî bir imtihan olarak, fakat zâhirde gerek tabiî afetler, gerekse düşman kavimler tarafından çocukları ile bütün malı mülkü telef edildi. Kendisi de ağır bir hastalığa yakalandı. Ancak o, bu felaketleri büyük bir sabır ve tevekkülle karşılayarak Allah’a secde eder ve: “Anamın bağrından çıplak çıktım ve toprağın bağrına çıplak döneceğim; Allah verdi ve Allah aldı. O’nun ismi mübârek olsun” der, hastalıktan şifa bulmak için Allah’a dua ederdi. Nihâyet Allah Teâlâ onu sağlığına kavuşturdu, kendisine önceki çocuklarının sayısı kadar çocuk ve önceki malından daha fazla mal verdi. (bk. Sād 38/41-44)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kul hastalanınca, Allah Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara:
«–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!» diye emreder.
Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allah’a hamd ediyor ve senâda bulunuyor ise, onlar kulun bu hâlini, her şeyi zâten en iyi bilmekte olan Allah’a yükseltirler. Meleklerini sırf kulunun ameline şâhid olsunlar diye gönderen Allah Teâlâ:
«–Kulumun rûhunu kabzedersem, onu cennete koymak, kulumun üzerimdeki hakkı olmuştur. Şâyet şifa verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmek ve günahlarını da affetmek, üzerimde hakkı olmuştur» buyurur.”
(Muvatta, Ayn 5)

Şunu belirtelim ki, peygamberlerin ve derecelerine göre mü’minlerin çeşitli imtihanlara maruz kaldıkları bir gerçektir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a.)’ın “ En ağır belâ kimin başına gelir?” sualine şöyle cevap vermiştir:

“En ağır belâlar peygamberlerin, sonra sırasıyla onlara yakın olanların başına gelir. İnsan dindarlığına göre belâya uğrar; dini sağlamsa başına gelen belâ ağır olur, dini zayıfsa başına gelen belâ hafif olur. Kul, yeryüzünde günahsız olarak yürüyüp gidinceye kadar başına belâ gelmeye devam eder.” (Tirmizî, Zühd 56; İbn Mâce, Fiten 23)

Ancak onlar bu imtihan ve iptilâları sabır ve tahammülle karşılayarak, Allah Teâlâ’ya karşı sû-i edep sayılacak söz ve davranışlardan uzak dururlar. Bu bakımdan, Hz. Eyyûb’un burada bahsedilen niyâzı görünüşte sızlanma gibi ise de, gerçekte bir duadır. Çünkü sızlanma, insanlara yapılan şikâyete denir. Allah Teâlâ’ya yöneliş, bir sızlanma değildir. Nitekim Yakup (a.s.) da, oğlu Yûsuf’un ayrılık ıztırâbı ve hasretiyle büyük bir elem içindeydi ve âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: “Ben bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyorum ve ben, Allah’tan gelen vahiyle sizin bilmediğiniz nice şeyleri biliyorum.” (Yûsuf 12/86) demişti.

Abdülkadir Geylânî (k.s.) hastalığı üçe böler: “Ceza, kefâret, derece almak…
Ceza: sert ve sabırsız kimseye.
Kefâret: Hâline râzı olup sabır ve tahammül gösterene.
Derece almak: Hastalıktan sonra içi ferahlayana, her halinde Allah’ın emrine boyun eğip razı olana.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 78)

Nitekim Eyyûb (a.s.), “Ya Rabbi, bana katından bir rahmet ver, beni sıhhate kavuştur” dememiş, “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek, Allah’a muhtaç olduğunu ihsas ettirmiş, O’ndan imâ yoluyla sıhhat ve afiyet istemiştir. Böylece talepte nazik davranmış ve Rabbine hitap ederken edebi korumuştur. Çünkü peygamberlerin belâların kendilerinden kaldırılması hususunda duaları ekseriyetle imâ yoluyla olmuştur. Allah’tan lutuf ve ihsan talebinde ise imâya gerek yoktur. Açık beyânda bulunmak edeptir. Nitekim Zekeriyâ (a.s.)’ın Rabbine gizli gizli: “Ne olur, bana lütf-u kereminden bir yardımcı oğul ihsan eyle!” (Meryem 19/5) niyazı buna güzel bir misaldir.

Hz. Eyyûb’un niyâzı kabul edildi. Cebrâil (a.s.) gelerek Cenâb-ı Hak’tan:

“–Ey Eyyûb! Belâ verdim, sabrettin. Şimdi de tekrar sıhhat ve nimet vereceğim!” haberi ile şu emri getirdi:

“Ayağını yere vur. İşte sana yıkanacağın, içip şifa bulacağın serin bir su!” (Sād 38/42)

Eyyûb (a.s.), ilâhî emir mûcibince ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar fışkırdı. O da bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden kurtuldu. Bir başka rivayete göre, Hz. Eyyûb ayağını yere vurduğunda biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak çıkmış, O da, sıcak olan suyla yıkanmış, soğuk olandan da içmiştir. Böylece büyük bir edeb ve tâzîm içinde Cenâb-ı Hakk’a yönelişi netîcesinde duası kabul olmuş ve kendisine şifa, rahmet ve lutuf kapıları açılmıştı.
Hz. Eyyûb’un o şifalı su ile yıkanması ile alakalı Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Eyyûb, mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne bir sürü altın çekirge düşmüştü. Eyyûb, bunları hemen toplayıp elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«– Eyyûb! Görüyorsun, ben malını sana iâde etmek sûretiyle seni zengin kılmadım mı?» buyurdu. Hz. Eyyûb:
«–Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin kıldın. Fakat senin hayır ve bereket hazînelerinden müstağnî kalamam. Bu sebeple ind-i ilâhîden her ne buyrulursa kabulümdür. Çünkü veren sensin, senin verdiğin şeyi nasıl reddederim?!» dedi.”
(Buhârî, Gusl 20; Enbiyâ 20; Nesâî, Gusl 7)

Rivayete göre Eyyûb (a.s.) hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «Ââh!» çekti. Sebebini sordular. Dedi ki:

“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hasta kulumuz Eyyûb, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum.”

Hâdiselerin perde arkasına ne derin bir bakış! Aynı firâset, aynı idrak, sabır ve salah timsâli şu peygamberler de bulunmaktadır:

85. İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de hatırla. Onların her biri sabırla bütünleşmiş kullarımızdandı.

86. Onları da rahmetimizle sarıp sarmaladık. Gerçekten onlar dürüst, erdemli ve ıslaha yönelik işler yapan seçkin kimselerdi.


Hz. İsmâil, Hz. İdris ve Hz. Zülkifl de Allah’ın seçkin kılıp insanları irşad için gönderdiği peygamberlerdendir. Burada bu üç peygamberin üç mühim vasfına işaret edilmektedir:

Sabır: Bunlar, tebliğ vazifelerini aksatmadan yapabilecek ve bu uğurda karşılaşabilecekleri zorluklara göğüs gerebilecek derecede sabırlı insanlardı. Âdeta sabırla bütünleşmişlerdi. Çünkü bütün başarıların ve ahlâkî yücelişin esası sabırdır.
İlâhî rahmete nâiliyet: Allah onları hususi rahmeti içine almıştır. Bunlar nihâyetsiz ilâhî rahmetten daha büyük nasip alan, Allah Teâlâ’nin müstesnâ lutuflarına nâil olan talihli kullardı.
Sâlih olmaları: Hepsi Allah’a ihlâsla kulluğa, O’nun dinini tebliğe, insanların hâlini ıslaha liyakatli, dürüst, erdemli kimselerdi.

Hz. İsmâil ile Hz. İdris’in daha önce isimleri geçmişti. (bk. Meryem 19/54-58) Hz. Zülkifl’in ismi ise ilk defa burada yer almaktadır. Bir defa da Sād sûresi 48. âyette “İsmâil’i, Elyesa‘yı, Zülkifl’i de hatırla. Onların hepsi de hayırlı insanlardı” şeklinde geçmektedir. Hz. Zülkifl, İsrâîloğulları’na gönderilen peygamberlerden biridir. Rivayete göre, ismi Bişr olup Zülkifl lakâbıdır. Bu lakab, kendisine Elyesa‘ (a.s.)’dan sonra, dînin emirlerini İsrâîloğulları’na bildirmeye kefîl olup, bir de zamanındaki peygamberlerin amellerini işleyip kat-kat sevaba nâil olduğu için verilmiştir. Nitekim Arapça’da “zü” sahip, “kifl” de kefillik, nasîb, kısmet, kat kat gibi mânalara gelir. Bu lakap ile, dünyevî zenginlik ve kısmetler değil, üstün kişilik husûsiyetleri ve âhiretteki yüksek dereceler kastedilmektedir. Hz. Zülkifl de, Mûsâ (a.s.)’ın şerîati ile amel etmiş, insanlara Tevrât’ın emir ve yasaklarını bildirmiştir.

Bakınız, denizin dibinde, balığın karnında, karanlıklar içindeki Yûnus (a.s.)’ın niyâzı nasıl arş-ı alâyı titretiyor:

87. Balık Sahibi’ni de hatırla. Hani o kavmine kızarak gitmiş; bizim kendisini hiçbir zaman darda bırakmayacağımızı zannetmişti. Balığın karnına girince karanlıklar içinde: “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” diye yakardı.

ذُو النُّونِ (Zünnûn), “Balık sahibi” mânasında olup Yûnus peygamberin lakabıdır. Ona bu lakap kendisini balık yuttuğu için verilmiştir. Şöyle ki:

Yûnus (a.s.) uzun bir zaman kavmini dine davet etmiş, fakat artık iman etmeyeceklerine kanaat getirerek öfkeli bir halde, onların başına inecek musibetten kendini kurtarmak için onları terk edip gitmişti. Başka bir rivayete göre kavmine, iman etmedikleri takdirde ilâhî bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemişti. Onların imana geldiğinden habersiz olan Hz. Yûnus, haber verdiği azabın vaktinde tahakkuk etmediğini görünce kendisinin alay mevzuu olacağını düşünerek kızgın bir halde ayrılıp gitmişti. Bir gemi yolculuğunda, fazla yükten gemi batmak üzere iken, yükünü hafifleterek gemiyi kurtarmak için çekilen kur’a sonucu denize atlamak zorunda kaldı. Onu büyük bir balık yuttu. İşte bu balığın karnında iken:

لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ
“Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıktan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ 21/87) niyâzında bulunmuştu. Eğer o, böylece tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri kıyamet gününe kadar balığın karnında kalacaktı. Fakat tesbih, tevbe ve duaya sarıldı. Allah Teâlâ da duasına icâbetle onu hem balığın karnından, hem de suçluluk duygusuyla ruhunu saran gam ve kederden kurtardı. (bk. Saffât 37/139-148; Kalem 68/50)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Yûnus’un balığın karnındaki duası لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ şeklinde idi. Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya düçâr olmuş hangi müslüman bu duayı yaparsa, Allah Teâlâ mutlaka onun duasını kabul buyurur.” (Tirmizî, Deavât 81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 170)

Zikre değer bir diğer yakarış Hz. Zekeriya’nın şu niyazıdır:

88. Biz de onun duasını kabul buyurduk; kendisini gam ve kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.

ذُو النُّونِ (Zünnûn), “Balık sahibi” mânasında olup Yûnus peygamberin lakabıdır. Ona bu lakap kendisini balık yuttuğu için verilmiştir. Şöyle ki:

Yûnus (a.s.) uzun bir zaman kavmini dine davet etmiş, fakat artık iman etmeyeceklerine kanaat getirerek öfkeli bir halde, onların başına inecek musibetten kendini kurtarmak için onları terk edip gitmişti. Başka bir rivayete göre kavmine, iman etmedikleri takdirde ilâhî bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemişti. Onların imana geldiğinden habersiz olan Hz. Yûnus, haber verdiği azabın vaktinde tahakkuk etmediğini görünce kendisinin alay mevzuu olacağını düşünerek kızgın bir halde ayrılıp gitmişti. Bir gemi yolculuğunda, fazla yükten gemi batmak üzere iken, yükünü hafifleterek gemiyi kurtarmak için çekilen kur’a sonucu denize atlamak zorunda kaldı. Onu büyük bir balık yuttu. İşte bu balığın karnında iken:


لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ
“Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıktan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ 21/87) niyâzında bulunmuştu. Eğer o, böylece tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri kıyamet gününe kadar balığın karnında kalacaktı. Fakat tesbih, tevbe ve duaya sarıldı. Allah Teâlâ da duasına icâbetle onu hem balığın karnından, hem de suçluluk duygusuyla ruhunu saran gam ve kederden kurtardı. (bk. Saffât 37/139-148; Kalem 68/50)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Yûnus’un balığın karnındaki duası لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ şeklinde idi. Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya düçâr olmuş hangi müslüman bu duayı yaparsa, Allah Teâlâ mutlaka onun duasını kabul buyurur.” (Tirmizî, Deavât 81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 170)

Zikre değer bir diğer yakarış Hz. Zekeriya’nın şu niyazıdır:

89. Zekeriya’yı da hatırla. Hani o Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma, yapayalnız bırakma; bana bir evlat lutfet. Vârislerin en hayırlısı sensin!” diye yalvarmıştı.

90. Biz de onun duasını kabul buyurduk; hanımını doğuma elverişli hâle getirerek ona Yahya’yı bağışladık. Gerçekten onlar, hayırlı işler yapmakta birbiriyle yarışan, sevap umarak ve azabımızdan korkarak bize yalvaran, bize karşı pek derin bir korku ve saygı içinde bulunan kimselerdi.


Hz. Zekeriya, iyice yaşlanıp saçı başı ağarınca, akrabalarının manevî durumlarını da beğenmediğinden, Cenâb-ı Hak’tan kendisine yoldaş olacak, din ve dünya işlerinde kendisine yardım edecek, öldüğünde de yerine geçecek bir oğul ihsan etmesini istemişti. (bk. Âl-i İmrân 3/37-41; Meryem 19/1-11) Fakat burada o, yine Mevlâsı’nın iradesine teslim olup işi ona havale ederek: “Vârislerin en hayırlısı sensin!” (Enbiyâ 21/89) demiştir. Yani her şeyin fani olduğunu, kendisine bir evlat bağışlasa da onun da bir gün öleceğini ve neticede her şeyin Allah’a kalacağını, dolayısıyla vârisi olacak birini kendine lütfetmese de Rabbinin kendine kafî geleceğini ifade etmek istemiştir. Allah Teâlâ ise yaşlı olmasına rağmen hanımını doğuma elverişli hale getirmiş ve ona Yahyâ (a.s.)’ı lütfetmiştir.

Burada, umûmi mânada sûrede ismi yâd edilen peygamberlerin, husûsi mânada da Zekeriyâ (a.s.)’ın aile efradının üç mühim kulluk husûsiyetlerine dikkat çekilir:
Onlar hayırlı işlerde yarışırlardı. Allah’a taat bu hayırlı işlerin başında gelir. Onlarda Allah’ın emirlerine itaat, yasaklarından kaçınma ve insanların hayrına olan işleri yapma hususunda pek büyük bir arzu ve iştiyak vardı.
Nitekim Mâruf-ı Kerhî (k.s.), Hak dostu âriflerin iç âlemlerinin temizliği ve amellerinin güzelliğini şöyle anlatır:
“Âriflerin kalbinde dünya sevgisi yoktur. Öyle bir sevgi kalsaydı onlar hayır işleri yapmaya güç yetiremezlerdi. Hakka taat kılamazlardı. Onların kalbinde zerre kadar dünya sevgisi olsaydı, tek secdeleri dahî sıhhatli olmazdı.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 236)
Rahmet, mağfiret ve cennetini umarak; azabından ve gazabından korkarak, ümitle korku dengesi içinde Allah’a devamlı dua ve niyâz halinde idiler.
Cenâb-ı Hakk’a karşı büyük bir huşû, korku ve saygı içinde bulunuyorlardı. Huşû, kalpte iyice kökleşmiş korku demektir. Huşû duyan kişi, günahtan korktuğu için, yaptığı işlere, her türlü hal ve hareketlerine dikkat eder.

Bu vasıflara sahip örnek bir kadın olarak da Hz. Meryem’den bahsediliyor:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. İffet ve namusunu örnek bir tarzda korumuş Meryem’i de hatırla. Biz ona rûhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu bütün âlemlere bir ibret, kudretimizi gösteren bir alâmet kıldık.

Hz. Meryem, iffet ve namusun timsali olan bir kadındır. Kur’ân-ı Kerîm’in her defasında medh ü senâ ettiği örnek bir şahsiyettir. O, ırzını haram ve helâl bütün münâsebetlerden korumuş, kendini tertemiz tutmuş ve hiçbir kimsenin eli onun iffet ve namusuna uzanmamıştır. Cebrâil (a.s.)’ın kendisine üflediği ruh ile Hz. İsa’ya hamile kalmıştır. (bk. Meryem 19/16-36)

Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa’nın durumu gerçekten ibrete şâyandır. Hem o asırda yaşayanlara, hem de sonrakilere ilâhî kudretin ihtişamını gösteren açık bir delildir. Çünkü bâkire bir kız olan Meryem’in, bir erkeğin tavassutu olmadan Îsâ’yı dünyaya getirmesini düşünen bir kimse, Allah Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğünü ve kemâlini idrak etme imkânı bulur. Bunun dışında Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın pek çok mûcizevî halleri vardır. Hz. Meryem doğar doğmaz hizmet ve ibâdet için mâbede adanmış ve orada Allah tarafından özel rızıklarla rızıklandırılmıştır. (bk. Âl-i İmrân 3/36-37) Hz. İsa’nın ise ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme ve gaybten haber verme gibi mûcizeleri bilinmektedir. (bk. Âl-i İmrân 3/49)

Bir kısım peygamberlerin hayatlarından nakledilen bu ibretli kıssaların bir hülâsasını yapmak gerekirse:

92. Şüphesiz tevhid dîni olan İslâm, hepinizin tek dinidir. Ben de sizin Rabbinizim; o halde yalnız bana kulluk edin!

Âyette geçen اَلأمَّةُ (ümmet) kelimesinden maksat, tevhid akîdesini esas alan İslâm dinidir. Bütün peygamberler ittifakla hep bu dini tebliğ etmişlerdir. Bu dinin, insanları kulluğa davet ettiği tek Rab Allah’tır. O’na şirk koşmayı ve O’ndan başkasına ibâdet etmeyi yasaklamaktadır. Bu dinin hak katında geçerli tek din olduğu hususunda âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Şüphesiz Allah katında tek makbul din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân 3/19)

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla kabul edilmeyecektir; o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân 3/85)

Hak katında geçerli tek din İslâm olmakla birlikte, bütün insanlar bu dine teslim olmazlar:

93. Ne var ki, peygamberlerden sonra gelen insanlar, aralarındaki bu din bağını paramparça ettiler. Oysa, hepsi dönüp dolaşıp bizim huzurumuza gelecektir.

94. Mü’min olmak şartıyla kim sâlih ameller işlerse, onun gayretleri karşılıksız kalmayacaktır. Çünkü biz bütün yaptıklarını onun hesabına yazmaktayız.

95. Helâk ettiğimiz bir ülke halkının ise tekrar dünyaya dönmesi imkânsız olduğu gibi, mahşer günü bize dönmemesi de imkânsızdır.


Onların bir kısmı İslâm’ı kabul ettiği halde, büyük bir kısmı da kabul etmeyip kendi aralarında ayrılığa düşmüşlerdir. Müşrikler putlarını Allah’a ortak koşarak; yahudiler Uzeyr’i Allah’ın oğlu kabul edip, Allah’tan bağımsız olarak haram ve helâli belirleme hususunda din âlimlerini rabler edinerek; Hıristiyanlar da Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu sayıp tanrı edinerek tevhitten sapmışlardır. Buna göre İslâm dinini kabul edip, onun belirlediği çerçeve içerisinde iman ederek, bu imanla birlikte sâlih ameller, hayırlı ve güzel işler yapanlar Allah katında mükâfat göreceklerdir. Allah Teâlâ onların her türlü amellerini yazarak kayıt altına almaktadır. Bu sebeple yapılan hiçbir iyilikleri inkâr edilmeyecek, mutlaka karşılığı verilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım.” (Âl-i İmran 3/195) Diğer taraftan İslâm dinine teslim olmayıp, gayr-i İslâmî bir hayat süren fert ve toplumları Allah Teâlâ er veya geç helak edecektir. Fakat dünyada helak edilmekle onların işleri tamamlanmayacak, bir de meselenin âhiret boyutu ortaya çıkacaktır. Onların yeniden dünyaya dönüp hatalarını telâfi etmeleri mümkün olmadığı gibi, kıyamet günü yeniden diriltilip Allah’ın huzuruna çıkmamaları da imkânsızdır. Yani onlar mutlaka diriltilecek, Allah’ın huzuruna varacak ve İslâm dışı sürdükleri hayatın bedeli olarak ebedi cehennem azabına düçâr kalacaklardır.
İşte size o dehşetli âhiret ahvâlinden bir takım acı manzaralar:

96. Nihâyet bir zaman gelecek, Ye’cûc ve Me’cûc’un seddi açılacak, her tepeden yığın yığın akın etmeye başlayacaklar.

97. Artık gerçekleşeceği kesin olan kıyâmetin de vakti gelip çatmıştır. İşte o zaman, hayatları boyu küfürde ısrar etmiş olanların gözleri dehşetten donup kalacak: “Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz bu ânı hiç hesaba katmıyor, sanki o hiç gelmeyecekmiş gibi tam bir umursamazlık içinde davranıyorduk. Meğer biz ne yanlışlık yapmış, kendimize yazık etmişiz!” diye feryat edecekler.


Ye’cûc ve Me’cûc’un kimler olduğu ve Hz. Zülkarneyn’in onların şerrini engellemek için yaptığı seddin mâhiyeti hakkında gerekli açıklama Kehf sûresinin 94-98. âyetlerinin tefsirinde yapılmıştı. Orada kıyamete yakın o seddin yıkılacağı ve bir kıyamet alameti olarak Ye’cûc ve Me’cûc’un yeryüzüne yayılacaklarına işaret edilmişti. (bk. Kehf 18/98-99) İşte burada tekrar o mevzuya temas edilmekte, kıyâmetin büyük alametlerinden biri olarak önlerindeki set açılıp Ye’cûc ve Me’cûc’un her tepeden, her taraftan dünyayı sarmalarına, orada büyük bir fitne ve bozgunculuk çıkarmalarına yer verilmektedir. Bunu hakikat mânasında değerlendirmek mümkün olduğu gibi, buradan “kıyâmet gelip çatmadan önce top yekün insanlığı kuşatacak olan içtimâî, siyâsî, iktisâdi ve kültürel karışıklığı veya bu felâketin karşı durulmaz mâhiyetini” anlamak da mümkündür. İşte her yönden büyük bir karışıklığın yaşandığı, kesinlikle gerçekleşecek bir va’d olan kıyamet vaktinin iyice yaklaştığı ve o kaçınılmaz sonun artık gelmeye başladığı an kâfirlerin korkudan gözleri dışarı fırlayıp donakalacak ve âh vâh ederek daha önce ne büyük bir gaflet içinde olduklarını, hatta kendilerine yazık ettiklerini itiraf edeceklerdir. Ne var ki, bunlar faydasız vâhlar ve hiçbir derde çâre olmayacak itiraflardan öteye geçmeyecektir. Zira:

98. Allah şöyle buyuracak: “Ey zâlimler! Şüphesiz siz de, Allah’ı bırakıp taptığınız putlar da birer cehennem odunusunuz. Hepiniz birlikte oraya varacaksınız.”

99. “Eğer bu taptıklarınız gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Halbuki hepsi orada ebedî kalacaktır.”

100. Onlar orada inim inim inleyecek, acı acı soluyacak ve azabın dehşetinden hiçbir şey duymayacaklardır.


Müşrikler ve onların taptıkları putlar cehennem birer odunu olacaktır. Cehenneme atılan o putlarla ateş kızdırılacak, böylece putperestlerin azabı daha da artırılacaktır. Hz. İsa, Hz. Üzeyr, bir kısım sâlih insanlar ve melekler gibi, kendileri imanlı ve Allah’ın sevgili kulları oldukları halde, bazı insanlar tarafından Allah’a ortak koşulan kişilerin bu âyetin muhtevasında değerlendirilmeyeceği açıktır. Buradaki “taptıklarınız”dan maksat, hem taştan ve ağaçtan yapılan putlar hem de Firavun ve Nemrut gibi kendisini rab olarak ilan eden, bu sebeple hayvanlardan ve taşlardan daha değersiz bir duruma düşen kimselerdir. Bunlar birlikte cehenneme atılacak ve orada ebedi kalacaklardır. Hiç gerçek bir ilâh cehenneme girmek gibi zilletin zirvesinde bir perişanlığa mecbur kalır mı? Böyle birine hiç ilâh denilip kulluk edilebilir mi? 100. âyette cehennemde azap çeken bedbahtların iç parçalayan hallerinden acı bir manzara arzedilmektedir: Onlar orada âh edip inim inim inleyecekler, acı acı derinden soluyacaklar ve rahat bir nefes bile alamayacaklardır. Orada hiçbir şey duymayacaklardır. Çünkü sağır olarak haşredileceklerdir. Âyet-i kerîmede: “Kıyamet günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzükoyun haşrederiz” (İsrâ 17/97) buyrulur. Dolayısıyla onların orada kendilerini rahatlatacak herhangi bir ses duymaları da mümkün olmayacaktır.

İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince:

101. Buna karşılık kendilerine tarafımızdan ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlara gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır.

102. Onlar cehennemin hışırtısını bile duymayacak; cennette canlarının çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır.

103. Kıyâmetin yol açtığı en büyük korku dahi onları üzmeyecek ve melekler kendilerini: “Size va‘dedilen o mutlu gün işte bu gündür” diyerek karşılayacak.


Allah Teâlâ dünyada iman edip sâlih amel işleyen ve mü’min olarak âhirete göçebilen kullarına en güzel bir âkıbet olan, ebedî mutluluk diyârı cenneti va‘detmektedir. Böyle kullar, kıyamet günü cehennemden uzak tutulacaklardır. Öyle ki, rahatsız edilmemek için onun çıkardığı gizli sesini, hışırtısını ve uğultusunu bile duymayacaklardır. Herkesin korkudan ödlerinin koptuğu sûra üfürmenin, kıyâmetin, yeniden dirilişin, mahşer yerine sevkedilişin ve cehenneme atılışın sebep olduğu o en büyük korkular onları hiç mahzun etmeyecek, kaygılandırmayacak, endişelendirmeyecektir. Çünkü onları hem ölüm anlarında, hem kabirlerinden kalkarken, hem mahşere sevkedilirken, hem de hesapları tamamlanıp cennete girerken melekler karşılayacak ve onları cennetle müjdeleyeceklerdir. Cennette, canlarının çektiği nimetler içinde ebedî yaşayacaklardır. Bu husus başka âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:

“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)

“Kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da bölük bölük cennete sevk edilecekler. Oraya geldiklerinde cennetin kapıları açılacak ve cennetin bekçileri: «Selâm olsun size! Ne mutlu size! Tertemiz geldiniz! Haydi, ebediyen kalmak üzere girin cennete!» diye buyur edecekler.” (Zümer 39/73)

Resûlullah (s.a.s.), o büyük korkudan emniyette olacak kişilere misal olması bakımından şöyle buyurur:

“Kıyamet gününde üç kişi vardır ki; bunlar en değerli miskten bir tepenin üzerinde olacaklardır. «O en büyük korku» da kendilerini mahzun etmeyecektir. Bunlar; Allah için bir topluluğa imamlık yapan ve arkasından namaz kılanların da imamlığından razı olduğu kişi, bir kavme ecrini Allah’tan bekleyerek ezan okuyan kişi, bir de dünyada köle olmakla imtihan olunduğu halde, bu hali kendisini Rabbine itaatten alıkoymayan kişidir.” (Tirmizî, Birr 48)

Kıyamey günü öylesine dehşetli bir gündür ki:

104. O gün biz gökyüzünü yazılı kağıt tomarlarını dürer gibi düreceğiz. Bütün varlığı başlangıçta nasıl kolayca yaratmışsak, onları aynı şekilde tekrar dirilteceğiz. Bu, bizim verdiğimiz kesin bir sözdür. Biz ne söz verdiysek, onu mutlaka yaparız.

Bir yazarın yazdığı kağıtları rulo yapıp dürdüğü gibi Allah Teâlâ kıyamet günü, içindeki bütün güneş, ay ve yıldızlarıyla gökyüzünü öyle dürecektir. Bu ifade, hem Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz kudretini, hem de kıyametin gökleri ve yeri saran akıl almaz dehşetini gözler önüne sermektedir. Bu hususa işaret eden başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur

“Onlar Allah’ı, kudret ve azametine yaraşır bir şekilde tanıyamadılar. Oysa kıyâmet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucunda ezilip un ufak olacak, gökler de yine O’nun elinde dürülmüş bir hâle gelecektir. Bu üstün sıfatların sahibi olan Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak, çok yücedir.” (Zümer 39/67)

“O gün yer başka bir yerle, gökler de başka göklerle değiştirilir. İnsanlar da kabirlerinden kalkıp bir olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altına alan Allah’ın huzurunda toplanırlar.” (İbrâhim 14/48)

“Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman. Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman…” (Tekvîr 81/1-2)

O gün Cenâb-ı Hak hem gökleri ve yeri, hem de insanlar dâhil tüm varlıkları yok edip silecek, sonra onları ilk defa nasıl yarattı ise âhiret âlemine uygun tarzda öylece yeniden yaratacaktır. Bu, kesin olarak va‘dettiği bir hakikat olup, mutlaka yerine getirecektir. Bu mânada diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Onlar sıra sıra dizilerek Rabbinin huzuruna çıkarılacak. Onlara: «Yemin olsun ki, sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, aynen öyle mal, evlat, makam gibi dünyevî hiçbir şeye sahip olmaksızın bize geldiniz. Oysa siz, yaptıklarınızın hesabını soracağımız belli bir zaman ve mekan tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız!» diye nidâ edilecek.” (Kehf 18/48)
“Andolsun ki, sizi başta nasıl tek tek yaratmışsak, şimdi de tek tek yapayalnız huzurumuza geldiniz ve dünyada size verip hayaline daldırdığımız her şeyi arkanızda bıraktınız…” (En‘âm 6/94)

Amelleriyle baş başa kalacağı o yalnızlık gününde kulun imdadına yetişecek şeylerden biri dünyada kespettiği sâlihlik, ikincisi de âlemlere rahmet olan Peygamberimiz (s.a.s.)’in şefaatine nâiliyettir:

105. Yemin olsun ki biz Zikir’den sonra Zebûr’da da: “Yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olacaktır” diye yazdık.

106. Şüphesiz bu Kur’an’da Allah’a kulluk etmek isteyen kimseler için yeterli bilgi ve öğüt vardır.


105. âyetteki اَلذِّكْرُ (zikir)den maksat Tevrat’tır. Zebûr ise Hz. Dâvûd’a verilen kitabın ismidir. (bk. Nisâ 4/163) “Arz”ın hangi arz, oraya vâris olacak “sâlih kullar”ın hangi kullar olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
Ayetteki arz ile, “cennet arazisi”, “sâlih kullarım” ifadesi ile de, Allah’a itaat eden mü’minler kastedilmiştir. Buna göre mâna, Allah Teâlâ, peygamberlere indirdiği kitaplara ve Levh-i Mahfûz’a, cennete ancak sâlih kullarını vâris kılacağını yazmıştır.

Nitekim bu mânaya işaret eden bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bize verdiği sözü yerine getiren ve cennette istediğimiz yerde oturmak üzere bizi bu ebediyet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun! Sâlih ameller işleyenlerin mükâfatı ne güzel!” (Zümer 39/ 74)

Buradaki “arz” ile, yeryüzü kastedilmiştir. Çünkü Hak Teâlâ, ona dünyada mü’minleri vâris kılacaktır. Bu mânada Hak Teâlâ: “Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır…” (Nûr 24/55) buyurmuştur. Yine Hz. Mûsâ’nın dilinden: ““Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar” (A‘râf 7/128) müjdesini vermiştir.

Bu “arz”, sâlih kulların vâris olduğu arz-ı mukaddestir. Allah Teâlâ buyurur: “Asırlardır hor görülüp ezilmekte olan İsrâiloğulları halkını da, feyiz ve bereketlerle donattığımız o toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldık.” (A‘râf 7/137) Nihâyet Hz. İsa indiğinde Cenâb-ı Hak oraya Ümmet-i Muhammed’i mirasçı kılacaktır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 199)

Hem önceki ilâhî kitaplarda yer alan bu müjdelerde, hem de hepsinin bir hülâsası, tasdik edicisi ve tamamlayıcısı olarak indirilen Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’a kulluk yapmak isteyenler için yeterli bir öğüt, kafî bir ikaz ve umduklarına ulaşmalarını sağlayacak doğru yollar ve müessir çareler yer almaktadır. Bu çareleri kendi hayatında en güzel şekilde tatbik edip tüm insanlığa rahmet olarak sunan da Resûlullah (s.a.s.)’dir:

107. Rasûlüm! Biz, seni bütün varlıklar için ancak eşsiz bir rahmet olarak gönderdik.

Allah Resûlü (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmesi, Allah Teâlâ’nın, âlemlere özellikle akıl sahibi varlıklara olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Bu âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinin, Peygamberi bir bela ve felâket olarak kabul etmeleri ve: “Bu adam aramıza ayrılık tohumları ekti; yakınları, akrabaları birbirinden ayırdı” demeleri üzerine nâzil olmuş, böyle düşünmekle onların hataya düştüklerini, aslında onun bir rahmet ve bereket olduğunu beyân buyurmuştur. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 336)

Resûlullah (s.a.s.) de muhtelif vesilelerle kendisinin mü’min-kâfir herkese ve her şeye rahmet olduğunu haber ermiştir. Bir vesileyle kendilerine: “Müşriklere beddua et!” denildiğinde:

“Ben ancak rahmet olarak gönderildim, lânetçi olarak gönderilmedim” (Müslim, Birr 87) buyurmuştur.

Diğer bir hadîs-i şeriflerinde de:

“Allahım! Ben de ancak bir beşerim. Dolayısıyla her kime kötü söz söylemiş, lânet etmiş veya değnek vurmuş isem, Allahım sen onu, onun için bir temizlik vesilesi ve rahmet kıl” (Müslim, Birr 89) buyurmuştur.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kendisini bir kısım isimlerle isimlendirir ve şöyle buyururdu: “Ben Muhammedim, Ahmedim, Mukaffîyim (son gelen, önceki peygamberlerin yoluna tabi olan peygamber), Hâşirim (insanlar benim sancağım altında haşrolunacaklar); tevbe ve rahmet peygamberiyim.” (Müslim, Fezâil 126)

Peygamberimiz (s.a.s.)’in rahmet olması, hem dinî hem de dünyevî olmak üzere iki boyutlu olarak mütalaa edilebilir. O, dinî bakımdan rahmettir. Çünkü o, insanlık tam bir câhiliyet, sapıklık ve şaşkınlık içinde bocalarken; insanların bağlanacakları güvenilir hiç bir ilâhî kaynak kalmamışken gönderilmiştir. İnsanları hakka çağırıp onlara mükâfât yollarını açıklamış, Allah’ın hükümlerini göstermiş, helâl ve haram şeyleri haber vermiştir. Bu ise insanların dinleri ve âhiretleri bakımından tam bir rahmet olmuştur. O, dünyevî bakımdan rahmettir. Çünkü insanlar onun sayesinde pek çok zilletlerden ve savaşlardan kurtulmuşlar ve onun dininin bereketi sayesinde yardıma mazhar olmuşlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 230)
Onun mü’min-kâfir bütün herkese rahmet olmasına gelince; Yüce Allah mü’minleri, Peygamberi vasıtasıyla hidâyete erdirecek, ona inanıp getirdikleriyle amel etmeleri sebebiyle onları cennete sokacaktır. Kâfirler ise, peygamberlerini yalanlamış önceki ümmetlerin başına gelen ânî musibetlerden onun rahmet oluşu sayesinde mahfuz kalmışlar, yerin dibine geçirilmekten ve hayvan sûretine çevrilmekten emîn olmuşlardır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 83)

Efendimiz (a.s.) bütün yaratılmışlara, hayvanlara, bitkilere, dağa taşa rahmetti. Bütün canlılar, onun merhamet ummanında şefkat ve merhamete nâil oldular. İnsanca muameleye kavuştular.

Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Ensâr’dan bir kimsenin bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Efendimiz, devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sâkinleşti. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi (s.a.s.):

“–Bu deve kimindir?” diye sordu. Medineli bir delikanlı yaklaştı ve:
“–Bu deve benimdir ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz:

“–Sana lutfettiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd 44/2549)

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in rahmet rahlesinde terbiye gören ümmeti, özellikle ümmet içinde ilim ve irfanıyla temâyüz eden Allah dostları tüm mahlükâta aynı peygamberî rahmet ve merhameti sergilemişlerdir. Nitekim büyük velî Ahmed er-Rufâî (k.s.)’un şu davranışları çağlara ışık tutacak güzel örneklerdir:

Güneşte yürüdüğü zaman, üzerine bir çekirge konsa ve geçip gölgeli bir yerinde dursa, onu o halde bırakırdı. Uçurmazdı. Tâ kendi kendine uçup gidinceye kadar. Sebebini soranlara da şöyle derdi:

“- O bize gölgelenmeye geldi.”

Yine vücudunda herhangi bir yere bir sivrisinek konsa, onu uçurmak istemezdi. Başkasının uçurmasına da imkân vermezdi. Şöyle derdi:

“- Bırakın… Hakk’ın ona taksim ettiği kanı içsin.”

Bir defasında yanına bir kedi geldi. Eteğine yattı ve uyudu. Namaz vakti oldu; kedi uyanmadı. Onu uyandırmamak için eteğini kesti, namaza gitti. Dönüşte kedi kalkmıştı. Kestiği parçayı aldı, yerine dikti…”

Bir uyuz olmuş köpek vardı. Ümmüabîde halkı onu şehrin dışına çıkarmıştı. Büyük velî orada ona bir gölgelik yaptı. Sonra geldi, şehirden yağ aldı. Götürüp ona yedirdi. Su götürüp içirdi. Bir bezle de yaralı yerlerini siler, temizler, kapatırdı. İyileştikten sonra sıcak su bulup getirdi. Yıkadı, saldı…

Hazret bunları seve seve yapardı. Çünkü Cenâb-ı Hak ona cümle kurda kuşa bakma emrini vermişti. (Velîler Ansiklopedisi, II, 511-512)

Şunu unutmayalım ki, gönüllere nüfûz edecek en tesirli dil rahmet dili, kalpleri fethedecek en efsunlu iksir merhamet iksiridir. Bu dilden anlamayacak âlemde canlı cansız hiçbir varlık yoktur. Asıl mesele böyle şefkat ve merhametle dopdolu, içinde ummanlar gibi merhamet kaynayan bir gönle sahip olabilmektir. Nitekim Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin bizzat şâhit olup anlattığı şu hâdise fevkalâde ibretlidir:

“Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu hazretlerinin Erenköyde’ki köşkün bahçesini bekleyen bir köpeği vardı. Sadakatle vazifesini yapardı. Sâmî Efendi’yi sabah uğurlar, akşam geldiğinde karşılardı. Bir gün beklenmedik bir kaza sebebiyle köpeğin bir ayağı kırıldı. Acı ve ızdırabı son derece şiddetliydi. Sâmî Efendi (k.s.) onun hemen hastaneye götürülüp tedavi edilmesini istedi. Öyle yaptılar ve kısa zamanda iyileşti. Bu olay üzerine zavallı hayvancağızın aile fertlerine olan bağlılığı kat kat arttı. Sâmî Efendi’yi sabahları tâ tren istasyonuna kadar götürmeye, akşamleyin de orada karşılamaya başladı. Birgün bir ikindi vakti bahçede amansız bir havlama sesi duyuldu. Bahçenin köpeği var gücüyle havlıyor, adetâ yalvarırcasına sesler çıkarıyordu. Aile halkı merak edip, koşa koşa aşağı indiler. Gördükleri manzara gerçekten kalpleri yerinden oynatacak ve yüreklerdeki merhamet hislerini şâha kaldıracak cinsten bir manzaraydı. Bahçenin köpeği, hizmet ettiği insanların son derece merhametli insanlar olduğunu artık iyice öğrendiği için, kendisi gibi ayağı kırık bir köpeği alıp getirmiş, onun da tedavî ettirilmesi için yalvarıyordu… Öyle de oldu…”

Gelen âyetlerde, sûrede ele alınan tevhid, nübüvvet ve âhiret gibi esas mevzular yeniden hülâsa edilmektedir:

108. De ki: “Bana, sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık şirki terk edip Allah’a teslim olacak mısınız?”

109. Her şeye rağmen yine de yüz çevirirlerse onlara de ki: “Ben size bildirilmesi gereken şeyleri eşit olarak bildirdim. Artık tehdit edilmekte olduğunuz azap veya hesap gününün yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilemem.”

110. “Şüphesiz Allah, açıktan söylediklerinizi bildiği gibi, gizlice söylediklerinizi de bilir.”

111. “Ne bileyim, belki de başınıza gelecek azabın ertelenmesi sizin için bir imtihan ve bir zamana kadar daha dünyadan yararlanmanız için bir fırsattır.”


Bu âyetlerde Allah’ın tek ilâh olduğu ve O’na teslim olmanın gereği vurgulanmaktadır. Peygamberin vazifesi sadece tebliğdir. İnsanlara, tevhid ve üzerlerine vacip olan diğer dinî hususları eşit bir şekilde bildirmek, hesap günüyle onları korkutmaktır. Fakat o günün yakın mı, uzak mı ve ne zaman geleceği de net olarak belli değildir. Bunu peygamber de bilmemektedir. Onca inkâr ve isyanlarına rağmen kâfirlere dünyada verilen mühlete gelince, aslında bu bir imtihan sırrıdır. O mühlet içerisinde nice kâfir kimseler imanla şerefyâb olmakta ve kendilerini ebedî hüsrandan kurtarma fırsatı bulmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, kâfirlere ömür fırsatını iyi değerlendirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Ömür fırsatını hidâyet istikâmetinde değerlendiremeyenler için ise bu mühlet, yeme, içme, giyme ve diğer lezzetleriyle dünyadan geçici bir faydalanmadan başka bir şey değildir.

Bunun için:

112. Peygamber sonunda şöyle dedi: “Rabbim! İnkârcılarla aramızdaki gerçek olan hükmünü ver! Rabbimiz Rahmân’dır; sizin bunca isnat ve iftiralarınıza karşı kendisine sığınılacak olan Allah’tır!”

Müşrikler, Kur’ân-ı Kerîm’i sihir, şiir, kehânet, karışık rüyâlar, uydurulmuş sözler gibi yanlış vasıflarla vasıflandırarak onun geniş halk kitleleri üzerindeki tesirini kırmaya çalışıyorlardı. Yine Cenâb-ı Hak hakkında da münâsebetsiz sözler sarfediyor, O’na ortak koşuyor ve O’nun çocuk edindiğini iddia ediyorlardı. Resûlullah (s.a.s.) hakkında ise sihirbaz, şair, mecnun, kâhin gibi onun şanına yakışmayacak çirkin iftiralarda bulunuyorlardı. Yine müşrikler, müslümanların ileride zillet ve mağlûbiyete uğrayacaklarını, kısa zamanda zayıflayacaklarını, sonra da İslâm’ın büsbütün ortadan kalkacağını umuyorlardı. İşte bu haksız ve çirkin isnatlar ve boş kuruntular karşısında Efendimiz (s.a.s.), hâkimler hâkimi olan Allah’ın merhametine ve yardımına sığınarak imansızlar ile kendisi arasında adâletle hükmetmesini Rabbinden istemiştir.

Enbiyâ’ suresinin son taraflarında yer alan 97. ayet ölüm ve kıyametin geleceğini ve dehşetini haber vermekteydi. Gelen Hac suresi ise kıyametin sarsıntısının şiddetinden bahsederek söze başlayacaktır:
 
Üst Alt